13.9 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1096

Ses Sanatkârı Rıza Rit Beyefendi ile Tarihten Günümüze Uzanan Müziğimiz Üzerine Söyleşi

‘Çok insan anlayamaz eski musikimizden ve ondan anlamayan, bir şey anlamaz bizden’
Ses Sanatkârı RIZA RİT Beyefendi ile Tarihten Günümüze Uzanan Müziğimiz Üzerine Söyleşi…

Oğuz Çetinoğlu: Türk musikisinin tarihî süreç içindeki gelişimi ve günümüzdeki durumu ile ilgili olarak genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Rıra Rit: Yüzyıllar öncesine dayanan Türk musikisini dört devreye ayırmak mümkündür. Birinci dönem; 1360 – 1431 arasındaki Abdülkadir Merâgi dönemi.
Çetinoğlu: Daha önceki dönemlerden Farabî ve Safiyüddin Urmevî… .
Rit: 870-950 yılları arasında yaşayan Farabî ve 1237-1294 yılları arasında yaşayan Urmevî, müzikolog olarak biliniyor. Besteleri günümüze intikal etmemiş. Besteleri olup olmadığı da bilinmiyor. O sebepten…
Çetinoğlu: Evet Efendim.
Rit: Abdülkadir Merâgi klasik İslam literatüründe doğunun yetiştirdiği büyük bir bestekârdır. Musiki bilgini, hanende ve sâzendedir.
Çetinoğlu: İkinci dönem…
Rit: İkinci dönem; 1640-1712 yılları arasında yaşayan İtrî, 1778-1846 yılları arasında yaşayan Dede Efendi dönemi. Bu dönemi, ‘Klasik dönem’ olarak adlandırmak mümkündür.
Itrî malûmunuz binden fazla eser bırakmış, bilhassa Naa-tı Mevlana, Segâh makamındaki ‘Bayram tekbiri’ milyonlarca Müslüman tarafından okundu ve günümüzde de okunmaya devam ediyor.
‘Dede Efendi’ olarak anılan Hammami-Zâde İsmail Dede Efendi, Mevlevilik etkisinde dinî eserler, âyinler ilahiler ve dinî olmayan besteler, şarkılar, Rumeli türküleri, köçekceler, batı musikisi tesirinde kalarak rast kâr-ı nevi besteler yapmıştır.
‘Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü’ diye başlayan Rast bestesi, günümüzde de sevilerek okunur ve dinlenir.
Çetinoğlu: ‘Batı tesirinde kalarak…’ Dediniz. Terennüm ettiğiniz eseri vals usulünde olduğu için mi?
Rit: Evet. Üçüncü dönem; 1825-1897 yılları arasında yaşayan Zekâi Dede Efendi, 1831-1891 yılları arasında yaşayan Hacı Ârif Bey, sonra efendim; Rahmi Bey, Şevki Bey gibi bestekârlarla değerlenen dönemdir. Bu dönemi de 1924’e kadar devam ettirebilir ve ‘Romantik dönem’ olarak adlandırabiliriz.
Ve nihayet, 1925’ten günümüze kadar devam eden dördüncü dönem.
Çetinoğlu: Dördüncü ve son döneme ne isim verilebilir?
Rit: Son dönemin ismi henüz konulmadı.
(Gülüşmeler)
Rit: Dede Efendi’de biraz batı havası var. Herkese ve her kesime, her zevke hitabeden eserler vermiştir. Bu yüzden Dede Efendi bu güne kadar eski ve yeni olarak gelmiştir.
Bütün bestekârları saymaya imkân yok. Sultan Abdülaziz Han’ın verdiği bir güfteye yedi ayrı makamda beste yapan, bir başka gece sekiz şarkı birden besteleyen, Kürdülihicazkâr makamını icat eden Türk musikisinin şarkı formunun en büyük bestekârı Hacı Ârif Bey’i anmadan geçemeyiz. Bu arada 31 yaşında vefat ettiği zaman 1100 adet eser bırakmış olan Şevki Bey var.
Rahmi Bey; Şevki Bey için uşşak şarkı yapmış ‘Gül hazin sünbül perişan bağ-ı zarın şevki yok’
Türk musikisinde bu güne kadar, 600 kadar deniyor ama 522 makam kullanılmış. Bugün pek az kullanılan makamlar var.
Son dönemin isimleri olarak; Sadettin Kaynak, Rakım Elkutlu, Lemi Atlı, Selahattin Pınar, Cevdet Çağla, Emin Ongan, Refik Fersan,Yesari Asım Arsoy, Şerif İçli gibi bestekârları sayabiliriz.
Son dönemde en güzel besteler, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirleriyle yapıldı. Özellikle Münir Nurettin Selçuk’un besteleri son dönemin en parlak eserleridir.
Yahya Kemal Beyatlı diyor ki: ‘Çok insan anlayamaz eski musikimizden ve ondan anlamayan, bir şey anlamaz bizden.’ Bu unutulmayacak bir sözdür.
Çetinoğlu: ‘Türk müziğinde çok seslilik’ konulu tartışmalarla ilgili yorumunuzu lütfeder misiniz?
Rit: Türk müziğinin en büyük özelliği, aslî karakteri tek sesli oluşudur. Bence dünyada batı musikisinden sonra en çok kullanılan icra edilen musiki, bizim musikimizdir.
Türk müziği tek sesli olmakla birlikte çok makamlıdır. Bu kadar çok makam, batı müziğinde yoktur. Bizim müziğimizde ritim zenginliği olduğu kadar melodi zenginliği de vardır. Batı müziğinde bulunmayan usuller, Türk müziğinde kullanılmaktadır. Bu suretle Türk müziği derinlik ve enginlik kazanmaktadır. Batı müziğinde bu zenginliği ve enginliği bulmak mümkün değildir.
Bizde, 8 nota arasında eşit olmayan 24 aralık bulunmaktadır. Batı müziğinde 12 eşit aralık vardır. Bu özellik, Türk müziğine, çok sesliliğin sağlayacağı imkânlardan fazlasını kazandırmaktadır. Bu sebeple bence Türk müziğinin çok sesli hâle getirilmesi gereksizdir. Hem böyle bir uygulamaya gidilirse, Türk müziğinden çok farklı ve onun uzağında yeni bir musiki oluşturulmuş olur ki, bu musiki, halkımızın müzik zevkine uygun düşmez. Nitekim zaman zaman radyolarda çok sesli Türk müziği yapılmıştır ve beğeni toplayamamıştır.
Bizim musikimizi, Türk ve Müslüman olmayanlar da beğeniyorlar.
Çetinoğlu: Bu sözünüzü destekleyecek örnekler verilebilir mi?
Rit: Elbette. Ermeniler kiliselerinde, Museviler sinagoglarında Türk müziği makamlarında bestelenmiş ilahiler söylüyorlar.
Yeri gelmişken belirteyim: Musevilerden Tanburî İsak ile Ermeni ve Rum bestekârlar, Türk müziğine çok güzel eserler kazandırmışlardır.
Çetinoğlu: Bu durumun dünyada bir başka benzeri yok.
Rit: Evet yok. Şu hususu da ilave etmek istiyorum: Türk musikisi için ‘Osmanlı müziği’ deniliyor. Bu da yanlıştır.
Çetinoğlu: Çok doğru efendim. Osmanlı’dan önce de Türk musikisi vardı. Ayrıca; Osmanlı, bizden farklı bir millet değildi ki. Osmanlı’da halkın aslî unsuru Türk’tü. Biz Osmanlı’nın devamıyız. Osmanlı’nın kurumları, geliştirilerek Cumhuriyet’e intikal etmiştir. Değişen yönetim kadrosudur. Hatta kadrodan ziyade yönetim zihniyetidir. Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlı Devleti’nin son dönem zâbitleridir. Cumhuriyet, Patagonya’dan ahali ithal etmedi ki… Osmanlı’nın tabası, Cumhuriyet döneminin milletidir.
Rit: Osmanlı devleti 1299 da kuruldu. Safiyeddin Urmevî, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 5 yıl önce vefat etti. Selçuklular döneminde yaşayan Sultan Veled, günümüzdeki Türk müziği formlarında besteler yaptı.
Şunu kabul etmek gerek: Tarihî süreç içerisinde Türk musikisi en büyük ilerlemesini Osmanlı Devleti döneminde gerçekleştirmiştir. Enderun, bu gelişmeye kaynaklık eden mekteptir.
Çetinoğlu: Üstâdım, ‘Türk müziği, Osmanlı müziğidir.’ Diyenler, çok da yanlış bir şey söylemiyorlar. Daha büyük hatâya düşenler var. Bir kısmı; ‘Türk müziği Arap müziğidir.’ Diyor. Diğer bir kısmı da; ‘Türk müziği Bizans müziğidir.’ İddiasında bulunuyor. Onlar; öyle anlaşılıyor ki, Hüseyin Sadedin Arel’in; ‘Türk Müziği kimindir?’ isimli kitabını okumamış bilgisizlerdir.
Rit: Evet, evet!
Çetinoğlu: Ziya Gökalp de aynı hatâya düşmüş. Çünkü, Hüseyin Sadedin Arel, kitabını Gökalp’in vefatından sonra yazmış. Yalnız Ziya Gökalp, Türk müziği olarak Türk Halk Müziğini kabul ediyor. Şarkı formatındaki müzik eserlerimizi dışlıyor.
Rit: Muzaffer Sarısözen, Osman Özdenknci, Yücel Paşmakcı, ve Sadi Yaver Ataman… Hepsi, hepsi Türk musikisinin içindedir. Ayırt etmek mümkün değil.
Bir de ‘Türk sanat müziği’ diyenler var. Bu şekilde ifade de yanlıştır. Müzik, zaten sanattır. Halk müziğinden ayırt edilmek isteniliyorsa, birine Klasik Türk müziği, diğerine Türk Halk müziği denilebilir.
Çetinoğlu: ‘Galat-ı meşhur, lügait-i fasihten evladır.’ Şeklinde bir özdeyişimiz var. Onu bile yanlış olarak; ‘Galat-ı meşhur, lügat-i sahihten öndedir.’ Diyorlar. ‘Türk sanat müziği’ söylemi, galat-ı meşhur olmuş. Fakat Türk dilini sevenler ve doğru kullananlar, titizlikle ve ısrarla, galat-ı meşhurun pabucunu dama atmak mecburiyetindeler.
Ayni yanlış, oymacılık, kakmacılık, oya işleme gibi gelenekli sanatlarımız için de yapılıyor. ‘El sanatları’ deniliyor. Sanat zâten; akıl, beceri, göz ve elle yapılır. Ayakla yapılan tek sanat, futboldur. O da tabii sanat ise…
Rit: Çok güzel. Şimdi bakınız! Osmanlı döneminde padişahlar var. Sanatkârı koruyan, sanatı geliştiren ve sanatı icra eden, makam icat eden. Mesela Sultan Üçüncü Selim Han gibi…Suzidilara makamını oluşturmuştur.
Çetinoğlu: Muhteşem bir insan. Hem çok üst seviyede bir sanatkâr hem de muktedir bir yönetici.
Rit: Tamburî İshak O’nun hocasıdır. Tamburî İsak huzura girdiği zaman Sultan Selim Han ayağa kalkıyor. Sanata, hocaya bu kadar saygılı bir insan.
Çetinoğlu: Buradan su hükmü çıkarabilir miyiz Efendim: Türk müziğine evvela devleti temsil eden yöneticilerimiz sâhip çıkacaklar. Türk müziğini hoyrat ellerden böylece kurtaracağız.
Rit: Çok doğru.
Çetinoğlu: Türk müziğinde; piyano, gitar, flüt, kontrbas gibi batılara ait müzik âletlerinin kullanılmasını nasıl buluyorsunuz?
Rit: Ben muhafazakâr düşünüyorum: Hatta o kadarki, mesela klarnet yalnızca fasıllarda olmalıdır. Diyorum. Öyle düşünüyorum.
Japonya gittik. Eşlik eden sazlar: kemençe, kanun, ut, tambur, ney ve bendir idi. Japonlar çok beğendiler, ayakta alkışladılar. Türk müziği böyle icra edilir.
Piyano olabilir. Münir Nurettin Bey; Mesut Cemil’in bestelediği ‘Kanatları gümüş bir yavru kuş’ sözleriyle başlayan şarkıyı, yalnızca piyano eşliğinde okumuştu. Güzel olmuştu. Piyano olabilir. Fakat gitar, flüt, kontrbas gibi müzik aletlerinin Türk müziğinde kullanılmasına karşıyım.
Çetinoğlu: Viyolonsel?
Rit: Eh işte. Fakat keman yeterlidir. Hatta keman bile batı menşeli bir müzik aletidir. Fakat artık Türk müziği sazları arasında sayılıyor. Bence klasik kemençe daha uygun olur.
Çetinoğlu: Darbuka?
Rit: Hiç olmaz. Daire ve bendir bir dereceye kadar…
Çetinoğlu: Santur?
Rit: Santura ‘Evet’ Derim. Zühtü Bardakoğlu vardı. Hüsnü Tüzüner vardı. Olabilir tabiî ki.
Benim idealimdeki saz heyeti: Kemençe, kanun, tanbur, ut, ney ve bendir.
Çetinoğlu: Altı saz.
Rit: Bu sazlarla Avrupa’da 6 şehir dolaştık. Dinleyiciler; ‘Bizleri büyülediniz.’ Dediler.
Çetinoğlu: Türk müziğinde farklı bir tarz deneyen İsmet Nedim ve rahmetli Yıldırım Gürses ile benzeri sanatkârlar hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyim?
Rit: ‘Yeniliğe bir adım atılmış…’ Diye düşünelim. Sevenler, beğenenler olabilir. Fakat muhafazakâr yönüm sebebiyle bana hitap etmiyor. Yıldırım Gürses’in eserleri hâlâ okunuyor. Bana, Şevki Bey’in, Hacı Ârif bey’in eserlerinin verdiği hazzı vermiyor. ‘Fantezi’ olarak isimlendirilen besteler, mevsimlik çiçek gibidir. Uzun ömürlü olamıyor.
Çetinoğlu: Şunu söyleyebilir miyiz? Onlar da Türk musikisine belli sayıda dinleyici veya hayran kazandırmış olabilirler.
Rit: Tabii. ‘Yapılmasaydı.’ Demiyorum. Kalıcı bestelerde iki malzeme, çok iyi kullanılmalı.
Çetinoğlu: ‘İki malzeme…’ Derken?
Rit: Beste ve melodi…
Çetinoğlu: Başarılı bir Türk müziği sanatkârı olabilmek için en uygun metod; meşk usulü müdür, nota eğitimi mi?
Rit: Meşksiz olmaz. Nota da şart tabiî ki.
Çetinoğlu: ‘İkisi bir arada’ diyorsunuz.
Rit: Evet. Çok eskiden, notaya geçmeden önce; yere oturulur, dizlere avuç içi ile vurularak meşk edilirdi. Meşk, eserlerin muhafaza ve dizilişi bakımından önemlidir. Bir başka önemli husus;
kelimelerin telaffuzu, vurgu yapılacak hecelerin belirlenmesi meşk ile olur. Telaffuz çok önemlidir.
Çetinoğlu: Bantlardan, plaktan veya CD’lerden dinlemek meşkin yerini tutabilir mi?
Rit: Hayır tutmaz.
Çetinoğlu: Neden?
Rit: İnsan, telaffuzda, vurguda yaptığı hatayı fark etmeyebilir. Hoca uyarır ve düzeltir. Tekrarlıyorum, nota bilmek de şarttır. Notasız olmaz.
Çetinoğlu: İnsanlarımız; sahne ve perde sanatkârlarını rol model olarak kabulleniyorlar. Bu sebeple sorumlulukları söz konusudur. Bu sorumlulukların gereği olarak sanatkârlar, yaşayışlarında nelere dikkat etmelidirler?
Rit: Giyim-kuşamdan yeme-içmeye, özel hayatına… Her şeyine dikkat etmeli. Konuşmasına, davranışlarına dikkat etmeli. Hitap ettiği kişilerin kültürüne saygılı olmalı. Her şeyi ile belli bir seviyenin üzerinde olmalı. Güzel konuşabilmeli. Genel kültür alanında yeterli ölçüde bilgi sâhibi olmalı. Minimumdan optimuma doğru değil, daima optimumdan maksimuma uzanan bir çizgi takip etmeli. Edebiyat kültürü olacak, müzik bilgisi olacak, kültürlü olacak. Görünüm itibariyle zarif olacak, aşırı kilolu olmayacak.
Çetinoğlu: ‘Sanatkâr ahlâkı’ kavramı, sizde neleri çağrıştırıyor?
Rit: Kabul etmek mecburiyetindeyiz: Günümüz insanı, atalarından daha bilgili. Fakat onlardan daha ahlaklı değil.
Görüşmemizin bir bölümünde geçti: Sanatkârlar, insanlarımız tarafından rol model olarak kabul ediliyor. O halde sanatkâr, ahlaklı olmalı ki, onu rol model olarak kabul edenler de ahlaklı olsunlar.
Sıradan bir insan, ahlaken zayıf olursa, kendisine ve yakın çevresine zarar verir. Sanatkârda ahlakî zaaf varsa, toplumda bozulma başlar. Sanatkâr ahlakı, daha sağlıklı bir toplum için ‘olmazsa olmaz’ ölçüsünde gerekliliktir.
Çetinoğlu: Müzik sanatı ile edebiyat, kültür ve Türkçenin doğru telaffuz edilmesi arasındaki bağlantı ve önemi konusunda neler söylemek istersiniz?
Rit: Ses sanatkârı Türkçeyi çok iyi bilmeli. Konuşurken ve şarkı söylerken mahallî telafuzların tesirinde kalmamalı. Sanatkâr, İstanbul lehçesi ile konuşmalı.
Çetinoğlu: Köklü bir müzik geleneğimiz olmasına rağmen, insanlarımızın çoğunluğu, kendi müziğimizi yeterince tanımıyor, ilgilenmiyor ve dinlemiyor. Ve hatta küçümseyenler var. Ne zaman, nerede hatâ yapıldı ki bu durumdayız?
Rit: Hatâ bizlerde ve bestekârlarda. Basit ve kolay olan tercih edildi. Türk müziği hatâlı icra edildi. Seviye kaybı olunca radyolarda Türk müziği yasaklandı. İnsanlar, Arap müziğini dinlemeye başladılar. Arabesk böyle doğdu. Basit ve kolay, melodisi zayıf ve fakat ritmik hareketliliği olan şarkılar çoğaldı. İnsanlar, böyle bir müziğe alıştırıldı. Müzik eğitimi ihmal edildi. Hatâlar saymakla bitmez. Dünyanın her yerinde kolaya temâyül daha fazladır.
Çetinoğlu: Sanatkârlar derin sularda yüzmeyi severler. Siz derin sulara hangi ümitlerle dalarsınız?
Rit: Ülkemde hiçbir insanın Allah’tan başka bir güç önünde başını eğmeyeceği bir hayat ortamı hayal ederim.

RIZA RİT:

1925 yılında İstanbul’da doğdu. Mûsıkiyle meşgul olan ve seven bir aile içerisinde büyüdü. Annesi ud ve piyano, babası keman çalıyordu. Mîsikinin her türünü sevdiği için radyodan dinlediği yayınların yanısıra, kapağında köpek resmi bulunan yeşil renkli Sahibinin Sesi marka gramofonda başta Münir Nurettin Selçuk olmak üzere birçok sanatkârın 78’lik taş plaklarını dinleyerek müziğe bağlandı. Radyodaki fasıl programlarını ve klasik koronun programlarını takip etti. Mûsikiye intisap etmeme sebep olan Münir Nureddin Selçuk konserlerine hiçbirini kaçırmadan gitti.
Lise tahsili sırasında Şerif İçli ile tanışarak eserlerinden ve nota arşivinden istifade etti. Aynı lisede okuyan, Kemani Selahaddin İnal ve Tanbûri Ferit Sıdal’a beraber uzun süre müzik çalıştı.
1946 yılında Ankara Radyosunda ilk solo neşriyatını bu iki arkadaşı ile beraber gerçekleştirdi. O zamanlar Mesud Cemil ve Cevdet Kozanoğlunun teşvik ve takdir dolu sözleri onlara müzik çalışmalarında büyük destek oldu. Daha sonraları Kanuni olan kardeşi Hilmi Rit’in de ekibe katılmasıyla oluşan grupla senelerce çalıştı.
1944 – 1948 yılları arasında İstanbul Üniversitesinde Eczacılık Fakültesindeki tahsili sırasında, Abdülkâdir Töre, Eyyübi Ali Rıza Şengel, Cemal Kâmil Gönenç, Necmi Rıza Ahıskan, Kemencevi Hadiye Ötüken, Dede Süleyman Erguner, Neşat Halil Öztan ve Mildan Niyazi Ayomak gibi üstadların bulunduğu bir derneğin çalışmalarına katıldı. Bu arada Udi Fahri Kopuz’d an da istifade etti. Aynı yıllarda İcra Heyetinin bütün konserlerini dinleme imkânını buldu. 1953 yılında İstanbul Radyosunda solist ve korist olarak göreve başladı. Aynı yıl Üniversiteden arkadaşı olan Nevzat Atlığ ‘ın teşvikiyle, İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Mûsikisi İcra Heyetine girdi. Bir süre sonra Münir Nurettin Selçuk İcrâ Heyeti şefliğine getirildi. Ölümüne kadar mûsiki adına kendisinden çok şeyler öğrendi.
1978 – 1981 ve 1981 – 1984 yılları arasında iki dönem TRT yönetim kurulunda Türk Mûsikisi temsilcisi olarak görev yaptı. Dinî ne Dindışı Türk Müziği İcra eden topluluklarda ve İstanbul Sema Gurubu ile yurt içi ve yurt dışı konserlere katıldı. 1981 yılında bu grubun şefliğine getirildi. Halen bu görevi devam etmektedir. İstanbul Üniversitesi Türk Mûsikisi İcra Heyetinin İstanbul Festivali konserlerini, TV programlarını, ayrıca Almanya, Yugoslavya, Suudi Arabistan ve Mısır’daki konserlerini yönetti. 1990 senesinde Türk – Japon dostluğu çerçevesindeki 100. yıl kutlamalarına katıIdı. Halen TRT İstanbul Radyosu Klasik korosunu yönetiyor, Aynı zamanda eczacı olduğu için genç eczacıların kurdukları amatör koroyu da çalıştırıyor.

SANATINI İCRA ETTİĞİ DÖNEMLERİN BASININDA RIZA RİT İÇİN YAZILANLAR:
İdeal Türk musikisinin yeni siması: Rıza Rit
Konservatuarın son Türk Musikisi konserinde Rıza Rit’in okuduğu solo şarkıları büyük bir takdir ve alâka toplamıştır. Musiki münekkidi Ercüment Berker, son yazdığı kritikte; Rıza Rit hakkında aynen şöyle demektedir:
‘Solosunu ilk defa dinlediğim bu sanatkârın okuyuşundaki tabii, ciddî ve vakur hal, nüans tatbik etmekte gösterdiği olgunluk ve bilhassa tasannudan uzak oluşu ideal Türk Musikisine yeni bir kıymet daha kazanmakta olduğumuzu müjdeledi.’

(Son Posta Gazetesi, 1955)
Rıza Rit’in, Münir Nurettin Selçuk hakkında kaleme aldığı bir yazı:
‘Doğu müzik âleminin gelmiş geçmiş en büyük ses sanatkarı Münir Nurettin Selçuk’u kaybedeli 23 yıl oldu.Yeri asla doldurulamayacak olan üstad, Türk müziğinde Avrupaî bir hava oluşturmuş, üslubu, okuyuş tavır ve tarzı ile müziğimizde devrim yapmış ve başlı başına bir ekol meydana getirmiştir. 14 yaşında Kadıköy Apollo Tiyatrosu’nda ilk defa sahneye çıktığı günden, son anına kadar doyulmayan ilahî, eşsiz sesi ve asil tavrı ile ata yadigârı eserleri bir bayrak gibi vatan sathına yaymıştır. Başta icracılığı olmak üzere besteciliği, hocalığı, şefliği ile müziğimize ve konservatuarımıza çeyrek yüzyıl yaptığı hizmetleri birkaç satıra sığdıramayız. Günlük ucuz başarıyı bir tarafa iterek, sanatı ile gönüllerin ve hakikatlerin fatihi olan üstad Münir Nurettin Selçuk, eşsiz sesine mükemmel bir müzik bir eğitimini de ekleyerek erişilmez sanat mertebesine çıkmıştır. 1948 yılında İstanbul’u ziyaret eden ve üstadı dinleyen dünyaca ünlü viyolonselist Gaspar Cassado şunları söylemiştir: ‘Bu ses başka bir âlemden geliyor. Teknik bakımdan bu kadar geniş bir nefesli sanatçıya az rastlanır. Bu nefeste bu kadar uzun söylenen bir ses işitmemiştim. Tam nefes alacağını hissediyorum, gene devam ediyor. Artık ciğerlerini boşaldığını zannediyorum, gene devam ediyor ve gene devam ediyor.’
Büyük şairimiz Yahya Kemal ise, üstad için şunları söylüyor: ‘Bu devirde yaşayan ihtiyar, orta yaşlı ve genç vatandaşlar eski müziğimizin bestelerini Münir Nurettin Selçuk’dan dinledikleri için talihlidirler.’
Satırlarımı büyük sanatçımızı saygı ve minnetle anarak bitiriyorum, Ruhu şad olsun.
(Rıza Rit. Nisan 1999)

 

Sadaka-i Cariye ve Camilerimiz

Sadaka; en geniş manasıyla nafile olarak yapılan hayır ve hasenatı; insanlar başta olmak üzere tüm canlılara yapılan iyilik ve ihsanları; her türlü güzel söz ve davranışı ifade eder. Sadaka-i cariye ise; sürekli ecir getiren sadaka anlamına gelir. Allah rızası için herkesin istifade edebileceği eser bırakmak demektir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde; “Bir insan öldüğünde amel defteri kapanır. Ancak sadaka-i cariyesi veya ilmi bir eseri ya da kendisine dua eden hayırlı bir evladı olan kimsenin amel defteri kapanmaz” (Riyazu’sSalihinTrc. 3,5) buyurmuşlardır.

 Hadis-i şerifte geçen sadaka-i cariye ile cami, mescid, Kur’an Kursu, okul, kütüphane, hastane, yol, köprü, çeşme, aşevi vb. yaptırmak veya mevcutlarını yaşatmak suretiyle bunları toplumun menfaatine tahsis etmek anlaşılmaktadır.

Allah Resûlü (s.a.s.), “Bir kimse bir ağaç diker, o ağaçtan bir insan yahut Allah’ın mahlûkatından herhangi bir canlı meyve yerse, bu meyve ağacı diken kimse için sadaka olur” (Tecrid-i Sarîh Trc. VII, 123) buyurarak sadaka-i cariyenin kapsamının ne kadar geniş olduğunu bizlere bildirmiştir.

Görüldüğü üzere gerek insanların, gerekse diğer canlıların istifadesi için yaptırılan ve hayırlı işlerde kullanılmak üzere inşa edilen bütün müesseseler ve vakıflar, onları yapan ve kuran Müslümanlar için kıyamete kadar arkalarından kendilerine sadaka sevabı kazandıran eserlerdir.

Allah’ın yarattığı tüm canlılar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar ve destek olanlar, gerek hayatta olduklarında gerekse vefatlarından sonra sevap kazanmaya devam ederler.

Bir Müslümanın sadaka-i cariye sayesinde manen ömrünün uzaması, adeta ikinci bir ömür yaşaması mümkündür. Allah yolunda tahsis edilen bir eser; ayakta kaldığı ve insanlar da ondan faydalandığı müddetçe, o Müslüman eserleriyle yaşıyor demektir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, “Siz sevdiğiniz mallardan -Allah yolunda- sarfetmedikçe gerçek iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir” (Âl-i İmrân, 3/92) buyurarak mü’minlerin mallarını Allah yolunda harcamalarını, iyilik ve infakta bulunmalarını istemiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de Müslümanları iyilik ve hayır yapmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Olgun bir mü’min sonu cennet oluncaya kadar, hiçbir hayra doymaz, hiçbir hayırdan da geri kalmaz.” (Riyazu’s Salihin Trc. 3, 6)

O’nun için az-çok, küçük büyük demeden imkanlarımız ölçüsünde hayır ve iyilik yapmaya, sadaka vererek malımızı ve ömrümüzü bereketlendirmeye, öldükten sonra da sevap elde edeceğimiz kalıcı faydalı eserler yapmaya gayret edelim. 

Sadaka-i cariyelerin en önemlisi hiç şüphesiz yüce dinimizin temel müesseselerinden birisi ve en başta geleni olan cami ve mescitlerdir. Çünkü camiler, mü’minleri Allah’ın birliği etrafında toplayan; birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının olgunlaşmasını sağlayan kutsal mekanlardır.

Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Müslümanları cami yapımına teşvik etmiş ve “Kim Allah’ın rızasını gözeterek bir mescid yaptırırsa, Allah da ona cennette, onun için bir ev yapar” (Buharî, Salat, 65; Müslim, Mesâcid, 24) buyurarak cami ve mescid yaptıranları Cennetle müjdelemiştir.

Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerdeki övgü ve teşviklerden ilham alan Müslümanlar, tarih boyunca cami yapımına gereken önemi vermişler; gittikleri her yere ev, bark yapmadan önce bir cami inşa etmişlerdir. İslam’a hizmetle şereflenen ecdadımız da, bu hayır yarışına katılmışlar, bizlere ölümsüz binlerce eser, cami ve mescid bırakmışlardır.

Bugünde aynı ruhlar yeni camiler, Kur’an Kursları, öğrenci yurtları, okullar, hastaneler vs. inşa ederek aynı ruhu yaşatmaktadırlar. Bize düşen ise; bu camilere yenilerini katmak, mevcutlarını da koruyup kollamaktır. Böylece, bizler de öldükten sonra onlar gibi amel defterlerimizin kapanmamasını sağlayabiliriz.

1986 yılından bu yana her sene 1-7 Ekim tarihleri arasında kutlanan “Camiler ve Din Görevlileri Haftası”nda hayırseverleri anmak için programlar düzenlenmekte, ruhlarına ithafen hatimler ve mevlidler okunmaktadır. 

Bu vesileyle bu haftanın ülkemiz, milletimiz ve teşkilatımız için hayırlı hizmetlere vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyor, bütün din görevlilerimize başarı, sağlık ve afiyet, vefat eden bütün din görevlilerimize de rahmet diliyorum.

Çok Kültürlülük ve Anayasa

 

Aynı ezber sürekli tekrar ediliyor.  Anayasanın 66. maddesindeki kimlik tanımını ayrım yapmadan herkesi milli kimlikte buluşturması bazılarını rahatsız ediyor. Cumhuriyeti, milli devleti ve hatta Milli Mücadeleyi içlerine sindiremeyenlerde ve dünün devamı olan işbirlikçilerde Türk’e karşı ırkçılık hortluyor.

TESEV dahil birçok kuruluşun çalışmalarında Anayasadaki  vatandaşlık tarifinin bütün etnik gruplara eşit mesafede durmasının gerektiğinden bahsediliyor.

Türk kimliğine hakarete gösterilen hassasiyetin bütün etnik ve dini kimliklere gösterilmesi ileri sürülüyor. Oysa, Türk Ceza Kanunu’nun 301.maddesinde yapılan değişiklikler ile Türk Kimliğine hakaret suç olmaktan çıkarılmıştı.

Anlaşılan Müslüman Türk Kimliği bazılarına göre etnik ve dini kimliklerden sadece biridir. Demek ki Müslüman Türk Kimliği bu vatan coğrafyasında basit bir mozaik parçasıdır. Bundan dolayı kimlik maddesine içi boş bir Türkiyelilik, adı konmamış bir anayasal vatandaşlık teklifleri yapılıyor. 

Rahatsızlık ve etnik taassup kışkırtıla kışkırtıla o noktaya getirilmiş ki; bazıları Kürtlük ile ilgileri olmamalarına , bazıları da devletle kavgalı olduklarından,  Ermeni olmamalarına rağmen Ermenicilik yapıyorlar.

“Atatürk”,”Türk Milleti”,”Milliyetçilik”,”Ülkenin bölünmez bütünlüğü” gibi kavramları anayasada görmek istemiyorlar.

İktidarın desteği ile Başbakanlıkta hazırlatılan anayasa taslağında bu esaslar hâkimdi. Görüldüğü kadarıyla iktidar da bu görüşlerin dümen suyuna girmiştir.

Milli kimliğe karşı etnik ırkçılık hız kazanmıştır.  Buna paralel olarak ülkemiz çok kültürlülüğe zorlanmaktadır.

Türkiye’de Türk kimliğinin dayatılmış olduğundan bahsedenler var. Türkiye’de kimlik dayatması olmuş olsaydı, bugün etnik taassup ve ırkçılık yeşerebilir miydi?

Aslında bizde milli kimlik dayatması değil; kimliksizlik dayatması görülmüştür. Resmi kanal, milliyetçilik ve İslam‘a karşı çoğu kere tarafsız (nötr) kalmayı uygun bulmuştur.

3 Mayıs 1944 Türkçülük Davasında Türk aydınlarına Rusya’ya hoş görünmek için reva görülen işkenceler ve baskılar, Milliyetçiler Derneği’nin 1954’de kapatılması, 1976’da Cumhurbaşkanı Korutürk’ün 19 Mayıs Nutku ile bazılarını Pan Türkist, Pan İslamist ve eksantrik suçlaması, rahmetli İ.İnönü’nün 19 Mayıs 1944 nutku ile Türk aydınlarını suçlaması, 1971 ve 1980 askeri müdahalelerinden sonra bazı Türk milliyetçilerinin eylemlerinden değil; fikirlerinden dolayı suçlanmaları birer kimlik dayatması mıdır?

Aydınlar Ocağı’nın kamu menfaatine hâdim dernek sayılabilmesi için yaptığı müracaat, tüzüğünde “Türk Milliyetçiliği” geçiyor diye reddedilmiştir. 

Türkiye’de bilhassa son yıllarda çok kültürlülük tezgâhları kurularak milli kimlikle uğraşılıyor. Milli kimliğin değişik etnisiteleri kapsayabileceği göz ardı ediliyor.

Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri her şeyden evvel bu Devletin temel nitelikleri ile uzlaşmak zorundadır.

Sandıktan çıkan oy oranı bu nitelikler ile kavga etmeyi gerektirmez. “70 yıllık tarihinde Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur

Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır” gibi çarpık fikirleri öne süren sözde devlet adamları ve iktidarlarla nasıl uzlaşabiliriz? Hangi ciddi devletlerde böyle çarpıklıklar görülebilir?

Çok kültürlülük, çok seslilik değildir. Çeşitlilik ve zenginlik olarak da anlaşılamaz. Zenginlik olmadığı için Çekoslovakya ve Yugoslavya bölünüp dağıtıldı.

Çok kültürlülüğü kabul eder gibi görülen bazı Batılı devletler, önü açılan milli devletlere bunu dayatmaktadır.

Ancak, son yıllarda çok kültürlülüğün Batıda yürümemesi karşısında, farklılıklara gerekli hoşgörünün gösterilmemesi görüşleri yaygınlaşmaktadır.

Bilhassa New York ‘daki 11 Eylül saldırılarından sonra önemli bir dönüş olmuş; Müslümanlar potansiyel terörist olarak görülmüşlerdir.

Batılı ülkeler çok kültürlülükten şikâyet ederek eritmeci (asimilasyoncu) politikalara yönelmişlerdir. Çünkü bu ülkeler, milletleşmeyi reddeden “kalabalıkların birlikteliği” anlayışını kabul edemezler.

Homojen bir yapıda çok kültürlülük bir çatışma kaynağı olabilir. Karmaşık yapılarda ise; güç kaynağıdır.

Türkiye çok kültürlülük modeline oldukça yabancı bir ülkedir. Çok kültürlülük önü açılmış milli devletler üzerinde oynanan bir projedir.

Fertlere kendi kendilerini ötekileştirme yolunu açmaktadır. Vatandaşlık bilincini zayıflatmaktadır.

Toplumdan bağımsız fert ve otonom toplulukları esas alır. Farklılıkları hoş görmek yetmez; siyasi olarak da tanımak gerekir.

Unutmayalım ki, küreselleştirmenin ideolojisi çok kültürlülük tezleridir. Bünyenize uysa da uymasa da…

Fransa’da Tarım

Fransa, elverişli coğrafi konumu iklimsel özellikleri sayesinde geniş ve verimli tarım alanlarına sahiptir. Avrupa Birliği’nin en büyük tarım ülkesinden birisi olup, başlıca tarım ürünleri tahıl, şeker pancarı, şarap, meyve- sebze, süt ürünleriyle çeşitli hayvansal ürünlerdir.

 Fransa’nın toplam tarım alanı yaklaşık 33 milyon hektar olup bu rakam yüzölçümünün %60′ ına tekabül etmektedir. Kişi basına yarım hektar arazi düşmektedir. Tarımın en önemli sorunlarından biri olan arazi parçalanması ise gördüğüm kadarıyla ülkemizdeki gibi değil araziler daha büyük ve tarlalar daha büyük parseller halinde yer almaktadır. Yaklaşık bir parselin 100-200 dekara kadar büyüklükte olduğunu izlenimlerimden edindim. Üzüm ve meyvelik alan tarım alanlarının %4 ü kadarını teşkil etmektedir. Bu alan genelde düşüktür.

Fransa, toprakları genelde asit karakterli olduğu için olsa gerek;  tarım kireci kullanımı çok artmış durumdadır. Son yıllarda suni gübreleme azalırken tarım kireci kullanımı çok artmış ve yaygın hale gelmiştir.

Bulunduğum yerden 350 km Belçika sınırı, ters yönlerde ise yaklaşık 200 km ye yakın yer gezdim. Bu yerlerde gördüğüm arazilerin düz makineli tarıma çok uygun verimli tarım toprakları olduğunu tespit ettim. Yol boyu biçerdöverlerin çokluğu, BG yüksek traktörler, sulama makineleri ve diğer tarım makinelerinin sayısı  makineli tarımın en ileri boyutta olduğunu ortaya koymaktadır.

Edindiğim bilgiye göre  Fransa’da iklim çeşitliliği görülmekte Manş Denizi ve Atlas Okyanusu kıyılarında okyanussal iklim, güneydoğu kıyılarında Akdeniz’in doğusunda makiler, dağlık alanlarında ormanlar yer alır. Ancak tarıma elverişli alanların kenarlarında küçük ormancıklar mevcut bu ormanlara geyikler bırakılmış genelde böyle ormancıklar bayağı yer kaplıyor.

Meyvecilik daha çok bodur anaçların kullanılması ile modern meyvecilik gereklerinin çoğu yarı bodur anaç olup daha çok kullanılmaktadır. Meyve bahçeleri çok fazla olmamakla birlikte kapama meyve bahçesi belirli yerlerde yetiştirilmekte çiftçilerin ve köylülerin bahçesinde karışık meyve ağaçlarına pek rastlanmamaktadır. Gezdiğim bölge içerisinde  bir kaç elma, armut bahçesi ve üzüm bağlarına rastladım. Sebzecilik her bölgesinde iklim koşulları uygun olmadığı için yeterli olmadığını söyleyebilirim.

Duyduğuma göre Fransa’nın Angers şehri tarımsal sanayi çok gelişmiş,  tarıma dayanan besin fabrikaları, meyve, sebze ve çiçekçilik  yetiştiriciliği ve dağıtım alanında Fransa da önemli şehir merkezlerinden biriymiş. Avrupa’nın en çok çiçekli kenti burası imiş.

Fransa’nın tarım ihracatı 9,1 milyon Euro yaklaşık 900 bin kişi tarım sektöründe çalışıyor. Fransa’da tarım sektöründe çalışanlar ile hükümet arasında sıklıkla yaşanan tartışmaların nedeninin AB ülkeleri anlaşma çerçevesinde bazı tarım ürünlerine kota uygulaması olarak belirtilirken çiftçilerin bu uygulama karşısında çoğu kez yol keserek ülkeye dışarıdan gelen tarım ürünü taşıyan kamyonu tahrip ediyorlarmış.

Fransa’da, Tarım Bakanlığı’na bağlı Devlet müessesesi olarak Zirai Araştırma Enstitüleri 1946 yılında kurulmuş. Bu enstitü çalışmalarında direktifi zirai araştırma yüksek konseyinden almaktadır. Bu konsey  Tarım Bakanlığı emrinde büyük ilmi teşekküllerin Tarım Bakanlığının muhtelif servislerinin zirai ve ziraatla ilgili teşekküllerinin mümessillerinden müteşekkildir. Enstitünün görevi bitkisel ıslahı geliştirme, ıslah etme, bunlara ait zirai ekonomi ve araştırmalarını yapma vb görevleri ifa etmektedir.

Sonuç olarak göstermektedir ki Fransa tarımda modern teknolojiyi en ileri safhada uygulamaktadır.

Yeeeteeeeerrrrrrrrrrrrr

0

Yeter artık “şehitler ölmez vatan bölünmez” laflarını bırakın…
Yeter artık söylemeyin…
Hesap sorun…
Yeter artık şehit cenazelerinde tek yürek olmayın…
Yeter artık yeter…
Hesap sorun…

Öyle evinizde oturduğunuz yerden ışıkları yakıp söndürmekle, cumhuriyet mitingleri yapmakla, ya da  balkonunuza pencerenize bayrak asmakla olmuyormuş bu işler demek ki…
Ortada savaş yokken öldürülüp giden gencecik fidanlarımızın hesabını sorun yaaaa…
Yeter artık yeter…
Elbette vatanımız için canımızı veririz bunu da dünya alem bilir bir kez ispatladık, gerekirse bir daha ispatlarız ama, savaşta değiliz… Ya da savaştayız da bizim mi haberimiz yok…
Yeter ya hayatlarının baharında toprağa verdiğimiz canların hesabını verin bize…
Yok eğer tamam savaş var diyorsanız biz de gereğini yapalım…
Koyun gibi bekleyip, kınalı kuzularımızın kendi memleketlerinde öldürülmesine göz yummayalım…
Gereğini yapalım… Yeter… Gelip bizi de öldürmelerini beklemeyelim… Yeter…

Ülkemdeki şehit ailelerinin Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı yokken, sivil toplum örgütleri ne iş yapar?
Allah aşkına siz niye varsınız? Niye?
Hesap sorun ya? Cevap isteyin… Alana kadar uğraş verin… Yeter artık…  Yeterrr…
Kimse artık başsağlığı mesajı vermesin benim ülkemde yeter artık..
Yeter yaaa… Yeter… Yeter…
Ülkemin gencecik nüfusunun yok edilmesine seyirci kalanlara hesap soralım…
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken nasıl ki Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, genci, yaşlısı demeden tek yürek olup, düşmanı attıysak vatanımızdan dışarı, bugün terör belasının mı üstesinden gelemeyeceğiz…
Yeter artık yeter insanımız ölmesin… Müsaade etmeyelim… Yeterrr…
Yeter artık memleketimin anaları, gözlerinin içine bakarak büyüttüğünüz biricik evlatlarınızın sebepsiz yere öldürülmesine seyirci kalmayın… Hesabını sorun artık… Yeter… Yeter…
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez” demekle, hatta dedirtmekle olmuyormuş bu işler… Yeter artık yeter demeyin…
Çözüm bulun… Çözüm…
Acımız büyük diyip timsah gözyaşları dökmenizden bıktım artık… Yeter…
Çözüm bulun… Çözüm…
Yeter artık yeter…
Anlamıyor musunuz istedikleri genç nüfusumuz?
Yeter artık..
Yeterrrrrrrr…
Durdurun akan kanı… 

Türk’ten Bir Cacık Olmaz !

Osman Ergin (Taşçı Osman'a ait Not)

Osman Ergin (Taşçı Osman’a ait Not)

Türkiye’nin gündemi artan terör saldırıları ile sarsılırken “nereden çıktı bu” diyeceğiniz ve benim çok uzun süredir sizlerle paylaşmak istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bundan bir müddet önce İstanbul Ayasofya Camii’nin önünde, İslam mucidleri ve İcadları konulu bir sergi açıldı. Yanılmıyorsam serginin ilki Londra’da açılmış ve çok ilgi görmüş.  Bunun üzerine Ankara’dan verilen emirle İstanbul’da da açılmış.

Ben de medya üzerinden reklamı yapılan ve İstanbul’da da çok ilgi gören “İslam Bilimler Tarihi” konulu bu sergiyi gezdim.  Sergide İslam mucidleri ve İcadları olarak tanımlanan eserlerin yüzde doksanı Türklere aitti.  Ancak bunların Türk milletine mensup olduğuna dair hiç bir ibare yoktu.

Gerçekten Türkler tarih boyunca bir çok icad da bulunarak, bunları insanlığın hizmetine sunmuştur. Fakat bu gün kimse bunlardan bahsetmemekte  ve hatta bir adım daha ileri gidilerek tarihte Türk milleti diye bir milletin var olmadığı ve Cumhuriyetle birlikte “Türk” kavramının ortaya atılarak uydurulduğu iddia edilmektedir.

Bu sergiyi düzenleyen bilimler tarihçisi kendisini Türk olarak tanımladıktan sonra “müslüman milleti”ndenim diyor ama Türklerin yaptığı buluşları da “Türk” adını zikretmeden müslüman milletine mal ediyor.

Tartışma kişilerden ziyade fikir ve olay üzerinde odaklansın diye adını vermeyeceğim bu tarihçi, aynı zamanda 1960’ta gerçekleştirilen 27 Mayıs darbesinden sonra üniversiteden atılan ve “147’ler” olarak bilinen profesörlerden biri.  Kardeşi de Adalet Partisinde milletvekilliği ve bakanlık yaptı.

Buradaki dikkat edilecek olan nokta bu bilimler tarihçisinin 27 Mayıs’tan sonra üniversiteden atılarak, yurtdışına gitmek zorunda bırakılmasıdır. Acaba bu niçin olmuştur? Üstelik kardeşi de ihtilal sonrası dönemin ürünü olan Adalet Partisi’nde milletvekilliği ve bakanlık yapmış biri olmasına rağmen.

Buradan başka bir olaya atlayarak şu tespiti yapmak istiyorum:Türkiye’de, Türk milletini bir kurt misali içten oyan kürtçü ve mikro milliyetçi hareketler; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğruyol Partisi, Ecevit CHP’si ve nihayetinde de merkez parti hüviyetine bürünmüş olan AKP iktidarında palazlanmak için uygun zemin bulunmuştur.

Türklük maskesi altında, Türklüğe her türlü zarar getiren hareketler bu dönemlerde çok rahatlıkla yapılmıştır.

Bu partilerin iktidarlarında; Türk’ü Türk yapan her türlü kavram ve değer aşındırılmıştır. İşte İstanbul’da açılan İslam mucidleri ile icadlarını da anlatan sergide de bu yapılmaya çalışılmıştır diye düşünüyorum.

Oysa Türk milleti bunların hiç birini hak etmemektedir. Türkler, insanlık tarihi boyunca, üstün vasıflara sahip olduklarından daima insanlığa hizmet etmeye çalışmışlardır. Onun için Türklere bu hakları teslim edilmelidir.

Bu gün ülkemizde bombalar patlar, insanlar ölürken; yaşadıklarımızın bu konuyla ne alakası var diyebilirsiniz.  Eğer Türk milletinin modları ile bu kadar oynanmasa, bu iktidarla varılacak nokta çok önceden belli olmasına ve onca uyarıya rağmen gidişata millet tarafından “dur” denilirdi. Halbuki her şey bunun tam tersi olmuştur.  Onun için günümüzde “Türk” ne yaptığını bilmez bir haldedir. Ve bu hale planlı olarak getirilmiştir.

Bu durum ve Türk’ün üzerinde yüzyıllardır oynanan ince oyunlar bize göstermektedir ki; süratle “Türk gibi” olmaktan uzaklaşmaktayız.

O nedenle,  bu konuya değinmek ve Türk Milletinin;  İslam dünyası ile insanlığa büyük hizmetler yapan bir millet olduğunu ve böyle bir millet için, eğer kendi kudretinin farkında olsa bu günkü meselelerin çözümünün çok basit olduğunu hatırlatmak istedim.

Türk, o kadar çok yeteneklidir ki; yazının başına koyduğum, fotoğraftaki yazıyı bir daha okuyunca bunu daha iyi anlarsınız. Lakabı Taşçı Osman olan bu kardeşimiz “anne karnındaki bebeğe mesleki eğitim ve okuma yazma becerisi kazandırma”yı bilimsel olarak ispatladığını söylüyor. Var mısınız bu Türk’le ve onun milletiyle iddialaşmaya?

Altaylardan Hira’ya Türk – İslam Dostluğu

 

 

Değerli araştırmacı yazar, mütefekkir azîz ve muhterem dostum Oğuz Çetinoğlu’nun çok çeşitli, zengin kaynak eserler ve titizlikle seçilen kıymetli fikir adamlarının görüşlerini ihtiva eden röportajlar ile mücehhez olarak yeni yayınladığı ve Altaylardan Hira’ya TÜRK İSLÂM DOSTLUĞU adını verdiği eserini dikkatle ve zevkle okudum. Dil ve üslup güzelliğini de ihtiva eden eserin, yayın dünyâmıza kazandırılması aynı zamanda, Kitap, Müslüman Türk Milletinin hayatında oluşan büyük bir boşluğu doldurması ve fikir karmaşasının giderilebilmesi bakımından dikkat çekicidir.

Türkiye üzerinde oynanan oyunların doruk noktasına ulaştığı, alt kimlik-üst kimlik, din, inanç ve kültür tartışmalarının, ötekileştirme gibi bizlere uymayan düşünce ve davranışların ayyuka çıktığı, etnik çatışmaların büyük savaşlara yol açtığı günümüzde, milletimizin ihtiyaç duyduğu birlik ve beraberliği sağlamada önemli katkıları olacağına inandığım bu eserin, anlaşılır, kısa öz ve net bilgiler ihtiva etmesi de fevkalâde önemlidir.

“Bilgeoğuz Yayınevi”nden çıkan eserin özünde; biri diğerini tamamlayan, biri diğerinin ayrılamazı olan Türk Milliyetçiliği ve İslâm vardır. İnsan, toplum ve millet kavramı çerçevesinde Türk târihi ve sosyal yapısı ile toplumlar arası ilişkiler, İslâm dîni ve milliyetçilik tahlil edilmiş, Türk Milleti’nin, İslâm anlayışı ile zenginleşen kültürü içinde nasıl yaşadığı ve nasıl yaşaması gerektiği yumuşak üslupla çok güzel anlatılmıştır.

Türkiye’de 1960’lara kadar Türk milliyetçileri, ilgilerini daha çok İslam Öncesi Türk tarih ve kültürü üzerinde yoğunlaştırıyorlardı. Bu akımın en önemli temsilcileri Ziya Gökalp ve Hüseyin Nihal Atsız idi. 1970’li yıllardan itibaren Prof. Dr. Osman Turan, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, emekli Albay Dündar Taşer, Prof. Dr. Nurettin Topçu, Prof. Dr. Erol Güngör ve Sosyolog-Eğitimci Yazar Seyit Ahmet Arvasi yazılarında Türkçülüğün İslamiyet’le kaynaşmış bir bütün olduğu gerçeğini vurguladılar.

Belirtilen isimlerin Rahmet-i Rahman’a kavuşmasından sonra İslamî hassasiyeti ağır basan yazarlar ve fikir adamları, kendilerine göre haklı gerekçelerle Türk milliyetçiliği ve hatta Türkçülüğü, Türk kimliğini ve kültürünü unutturmaya çalışıyorlardı. Bir kısmı da bu düşüncelerin yakıcı-yıkıcı ve tehlikeli, hatta çok tehlikeli olduğunu iddia ediyorlardı. 1934 yılında vefat eden Ahmet Naim Babanzâde’nin günümüzdeki temsilcileri, bu iddialarını makale ve kitaplarında ileri sürmeye devam etmektedirler.

Böyle bir ortamda Oğuz Çetinoğlu, iddiasız ve fakat düşüncelerinin, yazdıklarının doğru olduğuna inanmış insanların sâkin ve inandırıcı üslubu ile gerçeklere kapı açıyor. İslamiyet ile Türkçülüğün birbirinin karşıtı veya alternatifi olmadığını, birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu ortaya koyuyor. Çetinoğlu’na göre İslamiyet bizim vazgeçilmezimizdir. Türkçülük, Türk milletini; dini, dili ve kültürü ile birlikte sevmektir.  Türkçülük ve İslamiyet’in bir arada bulunması; milletimize huzur, güven ve güç kazandıracaktır.

Yazar; bir sosyolog değildir. İdeolog da değildir. Ancak tahlilleri derin ve millî-manevî değerlere bağlılığı ideolog katılığında.

Kitapta yeni bir düşünce akımı ortaya konulmuyor. Olması gereken, daha doğrusu mevcut iken dış etkenlerle ve dış etkenlerin içerideki temsilcileri marifetiyle bozulmaya çalışılan düzen, yalın bir dille, kötü niyetlilere anlatılıyor. Millî ve manevî yaklaşımlarından biri diğerinden ayırt edilmeksizin ikisi bir arada merkeze yerleştiriliyor.

Devlet adı verilen siyasî yapı, bir milletin topyekün değerlerini ayakta tutmak, geliştirmek maksadıyla inşa edilir. Bu değerlerden biri ihmal edilirse, sıkıntılar doğar. Devlet kurulduktan yıllar sonra değerler arasında tercihler yapmak mümkün olsa bile, gereksiz ve hatta tehlikelidir. Değerlerin tamamı ihmal edilirse devlet, kuruluş felsefesinden uzaklaşır, meşruiyetini kaybeder.

Modernizmi ve batılılaşmayı, ideoloji olarak benimseyenler, tehlikeli yolda olduklarını, Türk-İslam Dostluğu isimli eseri okumakla anlayabilirler. 

Anlayışların, zevklerin, alışkanlıkların… her şeyin değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Çetinoğlu iddia ediyor ki değişmezlerimiz de bulunmalı: Onlar; inancımız ve kültürümüzdür.

Özetle kitap; kendimiz kalarak gelişmeyi öneriyor.

Kitabın en önemli özelliği de; dinle kavgalı olan milliyetçileri, Türkçülükle barışık olmayan dinî hassasiyet sahiplerini… her iki gruba da saygıda kusur etmeksizin, kimseyi aşağılamaksızın, dil hüneri, kalem efendisi inceliği ile ve sevecen fiskelerle uyarmasıdır.

Yazar; İslamî hassasiyet sahipleri ile millî değerlerine bağlı insanlarımıza tek bir hedef belirliyor:

En az 4.000, kimilerine göre de 10.000 yıllık kültürümüzü, 1.400 yıllık Müslümanlığımızı kaynaştırmak, pekiştirmek, geliştirmek.

Sözünü şöyle bağlıyor:

Huzur bundadır. Güç bundadır. Güven içerisinde olmak bundadır. Fert olarak, millet olarak, devlet olarak itibarlı olmak bundadır.

Esere takdim yazıları yazan Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Prof. Dr. Turan Yazgan gibi ben de Oğuz Çetinoğlu’nun kitabının okunmasını hararetle tavsiye ediyorum.

———————————————-

BİLGEOĞUZ YAYINLARI: Alemdar Mahallesi, Molla Fenari Sokağı Nu: 41/A Cağaloğlu, İSTANBUL. Telefon: 0.212-527 33 65

 e-posta: bilgi@bilgeoguz.com.tr  /  oguzhancengiz@gmail.com
İnternet adresi: www.bilgeoguz.com.tr         

 

Altaylardan Hira’ya Türk – İslam Dostluğu

Altaylardan Hira’ya Türk – İslam Dostluğu

TBMM Başkanımız Sn. Cemil Çiçek’e Açık Mektup Yeni Anayasa İçin Önerilerim

0

TBMM Başkanlığı’na seçilmenizden dolayı sizi tebrik eder,
Hayırlı hizmetlere imza etmenizi temenni ederim.
Yapmayı düşündüğünüz yeni ve sivil anayasa için düşünce ve önerilerimi eğitimci bir vatandaş olarak sizler ve kamuoyuyla paylaşmak isterim.
1 – Yeni anayasa her türlü kompleksten uzak yerli ve milli olmalıdır.
2 – Sade, kısa, açık ve anlaşılır olmalıdır.
3 – Yeni anayasa bu aziz milletin tarihi, milli ve manevi değerleriyle uyumlu, kapsayıcı ve kucaklayıcı olmalıdır.
4 – Her türlü inanç ibadet ve ayini güvence altına almalı,
Mümkün olduğu kadar az yasaklı, özgürlüklerin önünü açan bir anlayışa sahip olmalıdır.
5 – En yüksek maaş alan kamu görevlisiyle asgari ücretli arasındaki maaş farkı bir bölü beşten daha aşağı ve daha yukarı olmamalıdır.
Ya en yüksek kamu görevlisinin maaşı asgari ücretliye göre belirlenmeli,
Ya da asgari ücret en yüksek kamu görevlisinin maaşına göre belirlenmelidir.
Bu durum emekli maaşları için de böyle olmalıdır.
Böylece ayran-kaymak dengesi sağlanmış olur
Ekonomik adaletin olduğu yerde kul hakkı yenmemiş devlet ve millet kaynaşması gerçekleşmiş olur
6 – Seçimle gelinen her türlü göreve ( muhtarlıktan siyasi parti genel başkanlığına, vakıf ve dernek yöneticiliğinden Cumhurbaşkanlığına kadar) makul bir süre konulmalıdır.
Böylece değişimin ve gelişmenin önü tıkanmamış olur..
7 – Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi Din dersi ve ahlak bilgisi olarak ikiye ayrılmalı
Ortaöğretimde de haftada iki saat olmalıdır
Din kültürü dersinde iman ve ibadet esasları uygulamalı olarak işlenmeli,
Ahlak bilgisi dersinde de içtimai hayat (iş ahlakı ticaret ahlakı, komşuluk hukuku, güven -dürüstlük, çevre ve benzeri konular) esas alınmalıdır.
8 – Başörtüsü yasağı hizmet alan hizmet veren ayrımı yapılmaksızın tamamen kalkmalı,
İstismarın önlenmesi için bununla ilgili bir sınırlama da olmamalıdır.
9 – Zorunlu askerlik kaldırılmalı, tamamen profesyonel orduya geçilmelidir.
Herkes polislik yapmadığı gibi, herkes askerlik de yapmamalı
İsteyenler bu göreve geldiği gibi oradan emekli de olmalıdır.
Bu sistemin devlet ve millet için daha faydalı ve ekonomik olacağı kanaatindeyim..
10 –  Sekiz yıllık kesintisiz eğitim 5 artı 3 olarak yeniden düzenlenmelidir.
 İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının yeniden açılmasına imkân tanınmalıdır.
11 – Sendikalı devlet memurlarına siyaset yasağı kaldırılmalı, memurlar sendikalara üye ve yönetici olabildikleri gibi isteyen memurlar siyasi partilere de üye ve yönetici olabilmeli, merkez ve taşra teşkilatlarında görev alabilmelidir.
Öğretim görevlilerine tanınan haklar öğretmenlerden esirgenmemelidir.
Bu gün hiç kimse siyasi görüşünü saklamıyor.
Ama bunu işine de dersine de yansıtmıyor.
Yarın da yansıtmayacaktır.
Yansıtan bugün de yansıtıyor.
Bu bir siyasi olgunluk ve nezaket meselesidir.
Ben devlet memurlarının istisnalar hariç bu olgunlukta oldukları kanaatindeyim.
Devlet güvenmediği insanlara memurluk da yaptırmamalı.
Böylece siyaset vasıfsız zenginlerin işi olmaktan çıkar, hortum değil kalite ve hizmete dayalı bir siyaset anlayışı gelişir.
12 – Devlet memurları yönetici ve bürokratlar için emeklilik yaşı 60 – 61 yaş sınırına çekilmelidir.
Emeklilik maaşıyla normal maaş arasında da uçurum olmamalıdır ki bu insanlar görev başında uyumasın ve de koltuğa yapışıp kalmasınlar.
Böylece alttan gelen genç ve yetişmiş nesillere istihdam alanı açılmış olur.
13-Her türlü tutukluluk için makul bir süre konulmalıdır.
Bu süre içerisinde insanların varsa suçu kesinleşmeli, yoksa yıllarca boşu boşuna içeride yatmamalıdır.
Adalet ve özgürlük dolu anayasalar,
Aydınlık dolu yarınlar temennisiyle…

Bugün Okuyucularımıza Hz. Ali’nin “Kendi Kendinin Lideri Olmak” Özdeyişi İle Seslenmek İstiyorum

 

Hz. Ali diyor ki;

Gürültü, patırtının ortasında sessizce, sükûnetle dolaş. Sessizliğin içinde huzur var, sakın bunu unutma. Kimseyle kötü olma. Evet, herkesle dost olman imkânsız ama herkesle düşman da olma. Seni buna zorunlu bırakacak hiçbir sebep olamaz. Zaten sen böyle hareket edersen düşmanın da olmaz. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık, unutmak olsun; bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma.

 İçten ol, telaşsız anlat, kısa, açık ve net konuş. Başkalarına da kulak ver.

Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları, çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Sadece yaptığın planları değil, başardıklarının da tadını çıkar. Sevebileceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol. Sevmiyorsan eğer sever gibi yapma. Çevrene, tanıdıklarına tavsiyelerde bulun. Hakkı, hakikati hem uygulamaya çalış hem de anlat. Fakat asla hükmetmeye kalkma.

İnsanları yargılarsan onları sevmeye zaman kalmaz. Ve unutma ki, insanlığın sevgi konusunda yıllardır öğrenebildiği, kumsalda bir kum taneciği bile değildir.

Hayatta kaybedebilirsin…

Kaybetmeyi ahlaksızca bir kazanca tercih et.

Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.

Yılların geçmesine öfkelenme!… Nasıl vefalı geçireceğine bak. Bir gün arkanı dönüp, geriye baktığında gözyaşı yerine yüzünde tebessüm olsun.

Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et. Geçmişe yapamayacağın şeylerin yapabildiklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremiyorsan, ona uygun yelken hazırlığına giriş. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir. Ara sıra kendini tutamayabilir, yüreğini, isyana kaptırabilirsin. Fakat unutma: Evreni yargılamak imkânsızdır.

Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol, sabırlı, sevecen ol.

Erdemini yitirme, önünde sonunda sahip olduğun tek servet yine kendinsin.

Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya, yine de insanoğlunun sınav yeridir.

 

“Valdo Sen Neden İçeride Değilsin?”

Valdo, Viktor’u Silivri‘de ziyarete gider. Viktor Ergenekon‘dan içeridedir. Olay Meksika‘da geçmektedir. Valdo aynı zamanda İsmet Özel‘in asker arkadaşıdır.

-Viktor, sen neden buradasın?
-Valdo, sen neden burada değilsin?

Hakan Fidan MİT adına APO’yla görüştüğü için millî kahraman. Doğu Perinçek, Yalçıın Küçük görüşür ve görüntülenirse terörist. Hükümet yaparsa devlet adamlığı, muhalifler yaparsa iş ortaklığı.

PKK terörüyle mücadele edenler, en yakınlarının cenazelerini kaldıranlar, Paketlemeyi yapanlar içerde.

PKK’yla müzakereden, APO’nun muhatap alınmasından ve terörün demokrasiye ortak edilmesinden bahsedenler hala gazeteci, milletvekili ve akademisyen.

Kurtuluş Savaşını yapan öncü kadro bir elin parmaklarıdır: M.Kemal, Fevzi, Kâzım, Ali Fuat ve İsmet Paşalar.

Bu sırada Malta Adası İngilizlerin parmak toplama kampıdır. İsrail‘le denizden, Suriye‘yle karadan savaş olasılığımız var; komutanlar Silivri kampında.

Our Boys‘ darbe planlarsa darbe-i hasene, başkalarına plantasyon yapılırsa darbe-i seyyie.

Mısır‘da, Tunus’ta, Libya‘da, Suriye‘de yapılanlara demokratik destek. Türkiye‘de Hükümet’e abdestsiz söz söyleyenlere darbeci gömleği.

Somali’de açlık var, halkımız himmet etsin. Hükümetimizde hazinenin paralarını Libya’daki isyancılara uçak dolusu uçursun.

Atina’da cami yaptırama; gel Türkiye’de ne kadar müze kalıntısı varsa ayin yap, kiliseye çevir. İslâmcılık pozların da eksilmesin.

Batı Trakya’da müftü seçtireme, İstanbul’da Rumlara azınlık mallarını iade et. Ermenistan‘ın Karabağ‘ı işgali 20. yılına giriyor, Ermenilere Doğu Anadolu‘da ada tahsisi yap.

İsrail’le Karagöz – Hacivat oyna; sivil-askerî ihaleleri, özelleştirmeleri, nehirleri, istihbaratı onlara ver.

Bu hangi din, hangi mezhep? ‘Din nasihattir‘, niye dinlemiyorsunuz? ‘İslâm güzel ahlâktır‘ niye anlamıyorsunuz?

Abdestli – namazlı olununca kapitalist – zorba oluna biliniyor mu? ‘Allah adaleti, iyiliği ve kötülüğü engellemeyi emrediyor‘; siz tam tersini yapıyorsunuz.

Adalet en yakınını bile kayırmamaktır, siz dalga mı geçiyorsunuz?

Televizyon kanalizasyonlarından fuhuş ve kötülük akan / sokaklarında sulh ve selâmet kalmayan / yaşam biçimi helâk edilmiş toplumların o sersem, o şımarık ve azgın yaşantısına dönen / ahlâksızlığı ahlâk edinen / aileleri cinnet bekçisi olan / dinî taş duvarlar arasında yatıp kalkmaya hapseden / toplumsal tefessüh tüketim ve teknolojik bereket zanneden / her an sosyolojik kırılma dediğimiz milletçe kafayı duvara toslama ihtimalini paranoya sayan / her şeyi güllük – gülistanlık görerek rahat rahat yaşayıp da rahatsızlık izhar edenlerin varlığından rahatsızlık duyan bir yapı..

Motosikletli Ebuzer Hakan Albayrak neredesin?

Neredesiniz ‘Şehit tahtında Rabbe gülümser‘ciler?

Niye sesiniz çıkmaz İslâmî radyolar, manevî ağabeyler?

Yoksa ‘siz güneşi ceketinin astarında unutmuş marka Müslümanları‘ mısınız?

Kim Var ?