12.7 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1094

Tunus’a gidiyorum

 

Deyim yerindeyse leyleği havada gördük. Son 20 gün içinde üç ayrı ülkede toplam 16 gün geçiriyoruz.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ile 21 Eylül’de Gürcistan’a giderek belgesel çekmiştim, Gürcistan ile ilgili araştırma yazımız web sitesinde yayınlanmakta, belgesel de önümüzde ki günlerde televizyonlarda yayınlanacaktır.

29 Eylül-2 Ekim tarihlerinde ise İşçi göçünün 50.yılı dolayısıyla Almanya’da ki Türk sivil toplum örgütlerini Essen’de organize ettiği kültür festivaline davetli olarak katıldım. Almanya’da adeta Türk rüzgarı esti. Konferanslar, seminerler, halk oyunları gösterileri birbirini izledi. Burada ki yaptığımız belgesel çekimler ve araştırma yazımız önümüzde ki günlerde yayınlanacak.
Sizler bu satırları okuduğunuz sırada biz Arap baharı rüzgarının ilk kez estiği Tunus’da olacağız. Tunus Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın daveti ile 4 Ekim Salı günü Tunus hava yollarına ait uçakla Tunus’a gittim. Burada Tunus’un Arap baharından sonra neler yaşadığını, yerinde göreceğiz.

ÜÇÜNCÜ KEZ TUNUS’DAYIM

2001 yılında Tunus’a gidip, Tunus’un tarihi ve kültürel yerlerini gezmiş, belgesel çekimlerini yapmıştım. 2010 yılında Tunus Turizm Bakanlığı’nın daveti ile Tunus’a gitmiştim. Tunus’da çektiğimiz belgesel program bir çok TV kanalında yayınlanmış, Tunus gezi notları yazımız ise hem gazetemizde ve hem de 70 bin tirajlı yedi kıta dergisinde 10 sayfa olarak yayınlanmıştı.
Yaptığımız bu çalışmalar Tunus Turizm Bakanlığı’nın dikkatini çekmiş olacak ki Arap baharından sonra Türkiye’den bazı basın ve yayın kuruluşları Tunus’a davet ediliyor. Biz de bu davetliler arasında yer alarak Tunus’da olacak, Arap Baharı’ndan sonra Tunus’un nasıl şekillendiğini yerinde göreceğiz. Tunus gezisine TRT ve Kanal D gibi bazı Televizyon kuruluşları da davetli. Tunus’un başkenti ve önemli şehirlerinde belgesel çekimi ve araştırma yapacağız.

Tunus, Arap baharı devrimlerinin başladığı yer. Bir zamanlar Tunus, Osmanlı döneminde İfrikiyye eyaletiydi. Tunus’a hakim olan tüm Afrika’ya hakim olabilir. Tunus geçmişte büyük sıkıntılar yaşamıştı. Haçlı güçlerine kafa kaldıran, önemli mücadeleler veren bir bölgeydi.
Tunus’da Fransızların desteği ile iş başına gelen Habib Bulgiva ve Zeynel Abidin Bin Ali döneminde iki kez Tunus’u gezip, araştırma yapıp belgesel çekmiş bir gazeteci olarak Tunus halkının çektiği çileleri yerinde görmüştüm.

Evet Tunus halkı zulüme dur dedi, Arap baharı rüzgarını Tunus’dan estirdi. Libya lideri Kaddafi, Mısır lideri sözde Mübarek devrilip gitti. Suriye’de Esad rejimi can çekişiyor. Yemen ölüm kalım mücadelesi veriyor. Arap dünyası deyim yerindeyse yeni bir değişim yaşıyor ve bizler de bu değişimi bizzat görmek için bugün Tunus’dayız.

Cami ve Çocuk Buluşması

 

Camiler, zengin-fakir, amir-memur, işçi-işveren, çocuk, genç-yaşlı demeden toplumun her kesiminden insanın omuz omuza, gönül gönüle bir araya gelerek kaynaştıkları mukaddes mekanlardır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), mescidinde ve ilim meclislerinde çocukların bulunmalarına izin vermiş, böylece onların da kendisini dinlemelerini ve bilgi edinmelerini sağlamıştır.

Hatta mescitte çocuklar için bir saf ayırmıştır. Onların çocukça davranışlarını, yüksek sesle konuşmalarını ve sağa sola koşuşturmalarını hoş görmüştür. Bu tür davranışlarını cami adabına aykırı görmemiş ve onları mescitten uzak tutmamıştır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)  bir gün hutbe okurken torunları Hasan ve Hüseyin düşe kalka mescide girmişlerdi. Onların geldiklerini görünce dayanamamış, sözünü yarıda keserek minberden inip onları sevip okşamıştır. Daha sonra tekrar minbere çıkarak sözlerine kaldığı yerden devam etmiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Nesâî, Cuma, 30)

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu ve benzeri davranışları O’nun çocukların camilere gelmelerine ve getirilmelerine karşı çıkmadığını, bilakis çocuklar ile cami arasında çok sıcak bir ilişki kurduğunu göstermektedir.

Yüce Rabbimizin bizlere bahşettiği en büyük nimetlerinden biri olan evlatlarımızın Allah’a kulluk bilinci, ibadet aşkı ve cami sevgisiyle büyümeleri için onları camilerimizle buluşturmalıyız.

Sevgili Peygamberimizin “Cennet çiçeği” (Keşfü’l-Hafa, 2/1402) ve “Cennet kokusu” (Feyzü’l-Kadir, 4/42) olarak ifade ettiği çocuklarımızı, her biri birer cennet bahçesi olan camilerimizle buluşturalım.

Yüce Allah, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi (çoluk-çocuğunuzu) yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrim, 66/6) buyurarak bizlere emanet olarak verdiği ciğerpâre yavrularımıza karşı sorumluluklarımızı hatırlatmaktadır.

Allah Resûlü (s.a.s.) de; çocuklarımızı en iyi şekilde yetiştirmemiz gerektiğini belirterek; “Çocuklarınıza güzel davranıp iyilikte bulunun ve onları en güzel şekilde terbiye edin” (İbn Mâce, Edep, 368, C. II/1211) buyurmaktadır.

Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı Allah ve Resûlünün istediği şekilde terbiye edip yetiştirmeli, onların kalplerine Allah ve Peygamber sevgisini yerleştirmeliyiz.

Çocuklarımızı daha küçük yaşlardayken ibadete alıştırmalı, onları cami ve cemaatle tanıştırmalıyız. Hepimiz biliriz ki, küçük yaşlarda edinilen alışkanlıklar insan hayatında daha etkili ve kalıcı olmaktadır.

 Yine hepimiz çok iyi biliriz ki; camilerin gerçek süsü, ziyneti içinde namaz kılan cemaatidir. Camilerin Kur’an-ı Kerim’de bildirilen imarı (Tevbe, 9/18) esas itibariyle içinde namaz kılınıyor ve eğitim-öğretim vb. fonksiyonlarının yerine getiriliyor olmasıdır.

Bizlere düşen de Allah’ın mescidlerini ve camileri cemaatsiz bırakmamaktır. Bir Müslüman kendisi camiye, cemaate devam etmekle birlikte çocuklarının da camiye gitmelerini, cemaate katılmalarını ve camilerle ilgilenmelerini sağlamalıdır.

Çocuklara camileri sevdirmek, onları camiye özendirerek camilere gelmelerini sağlamak cami görevlisi hocalarımız, dernek yöneticileri ve cemaat olarak hepimizin görevi olmalıdır. Bununla beraber camiye geldiklerinde onlara hoş ve güzel muamelede bulunmak, ufak tefek yaramazlıklarına karşı hoşgörülü olmak gerekir. 

Peygamber Efendimizin çocuklar ile kurduğu sevgi ve merhamete dayalı ilişki, onları ibadetlere alıştırma ve mescidleri sevdirme metodu bizler için de örnek olmalıdır. İyi bilinmedir ki, sürekli horlanan, azarlanan, hatta camiden kovulan bir çocuğun, camiyi sevmesi, cemaatle kaynaşması asla düşünülemez.

Çocuğun camiyi sevmesi, ibadet coşkusunu yaşaması, elinden tutup camiye getiren anne-babası kadar, cami görevlilerimiz ve birlikte ibadet ettiği büyükleri tarafından da takdir edilmesi ile mümkün olabilir.

Diyanet İşleri Başkanlığımız, çocuklar ile cami arasında sıcak ilişkiler kurulması ve çocukların camilerin manevi havasından yeteri kadar yararlanması amacıyla,  “Cami-Çocuk Buluşması” adı altında bir kampanya başlatmıştır.

Bu kampanya ile sevgili yavrularımızın camilerimizi tanımaları, sevmeleri ve şenlendirmeleri sağlanacaktır. Bu konuda başarılı olunabilmesi için cami görevlilerimize ve cemaatimize önemli görevler düşmektedir.

Şefaat

El-gafur, Er-rahim birsin amenna
Bağlandık Habibin Muhammedine

Vahyoldu sinende ol yüce Furkan
Duanın mabudu Hay hürmetine

Lafzını sahabe senden işitti
Sıdk ile inandık her ayetine

Şefaat duadır, mahşer ümidi
Nusret et Ya Resul say ümmetine.

Suriye’de Türkmen Belası

 

Bugün Türkiye’nin güneyinde yer alan sınır komşularımız Irak ve Suriye’de olağanüstü bir dönem yaşanıyor.

Her ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da bu iki ülkede nüfusun çok önemli bir kısmı Türkmen yani Türktür.

Irak Türkmenleri, Musul – Kerkük vesilesi ile Türkiye’nin ve dünyanın gündemine bir çok müessif olay sonucu gelmiştir. Buna karşılık Suriye Türkmenleri için Türkiye ve Suriye’de ve de tüm dünyada derin bir sessizlik ve bilinmezlik vardır.

Bu bölgede “Türk” yerine özellikle “Türkmen” sözcüğünün kullanılmasının ana nedeni; Türklerin Türkiye ile olan kan ve kültür bağlarını unutturmak içindir. Böylece Suriye ve Irak yönetimleri ile onların arkasındaki emperyal ve küresel güçlerin amacı; soydaşlarımızı Türklük dünyasının kalbi Türkiye’den koparmak ve “Türkmen” deyimi ile Türklerin Türklüğünü silmektir.

Allah’a şükürler olsun ki; bu amaç, onca plana ve uygulamaya sokulan oyuna rağmen sökmedi ve bu gün bölgede ve özelliklede yazımızın konusu olan Suriye’de Türkmen yani Türk varlığı var gücü ile devam etmektedir.

Günümüzde Türkiye’de yaşayan satılık aydın müsveddeleri, Suriye ve Irak’ta hatta İran’da “kürt” varlığından bahsederlerde onlardan çok daha fazla nüfusa sahip Türk(Türkmen) varlığından hiç bahsetmezler.

Oysa ki; Suriye Türkmen Hareketi'(STH)nin sözcüsü Av. Ali Öztürkmen’in verdiği bilgilere göre bu gün Suriye’de yaklaşık 3,5 milyon Türk(Türkmen) vardır. İktidar yanlısı Star Gazetesinde Sedat Laçiner Suriye’deki çatışmaların kaderini, sayılarını 1,5 milyondan fazla gösterdiği kürtlerin değiştirebileceğini söylüyor. Aynen Irak’ta olduğu gibi. Irak’ta da kürtler ile Türkmenlerin nüfusu neredeyse eşit olmasına rağmen, Türkmenlerin adını anan yoktur. Bu durum Suriye’de kürtlerden çok daha büyük nüfusa sahip Suriye Türkmenlerinin de akıbeti hakkında bize bir ışık vermektedir.

Suriye Türkmenleri’nin 1,5 milyonu Türkçe konuşmakta, kalan diğer 2 milyon kişi ise dillerini kaybetmiş olmasına rağmen Türk kimliğinin farkında olarak yaşamaktadır. Bu bize göstermektedir ki Suriye nüfusunun yaklaşık %10’nu Türkoğlu Türktür.

Malum göç odaklarının Suriye başta olmak üzere Irak, İran gibi ülkelerde “Türk” varlığını yok farz ederek görmezden gelme ve buna karşılıkta bu ülkeler ile Türkiye’de Türkleri 36 etnisiteden biri ve kürtleride büyük bir nüfus yoğunluğunda gösterme çabası, gözlerimizi açması gereken önemli bir çalışmadır.

Suriye Türkmenleri; genel olarak Halep vilayetinin şehir merkezinde ve civarındaki yaklaşık 140 köyde yaşamlarını sürdürmektedir. Halep’ten sonra Suriye Türklerinin belirgin olarak bulundukları iller Humus ve Lazkiye’dir. Şam’ın kırsal kesiminde de 4 – 5 Türkmen köyü olup, Golan Tepelerinde 20 Türkmen köyü de İsrail işgalinden sonra Şam’ın şehir merkezi ile varoşlarına gelerek yerleşmiştir. Ayrıca Türkiye ile sınır olan Rakka Vilayetinde yaklaşık 10, Hama’da 24, İdlip’te 5 ve Deraa’da 5 Türk(Türkmen) köyü bulunmaktadır.

Suriye Türkmenlerinin, Suriye’de siyasi, ekonomik ve kültürel olarak bir nüfuza sahip olamamalarının en büyük nedeni, yıllardır büyük bir baskı altında olmaları ve Suriye’de geniş bir coğrafyaya yayılmak durumunda bırakılmalarıdır.

Suriye Türkmenleri böylesine büyük bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, Fransız Mandası döneminde başlayan milliyetçi Arap ve Baas rejimlerinde uğradıkları ağır baskılar sonucu, Türk Dünyası ile ilişkilerinde büyük bir kopukluk yaşamıştır.

Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün, TBMM’nin açılış töreninde yaptığı konuşmadan da bir kez daha anladık ki; Suriye’de rejim değişecektir. Madem Suriye’de böyle bir değişiklik olacak, fırsat bu fırsattır diyerek bizler de Irak’taki hataya düşmeyerek Suriye Türkmenlerinin Yeni Suriye Anayasası’nda Suriye halkını oluşturan esas unsurlardan biri olarak tanınması için gayret etmeliyiz. Bunun için bizler de Suriye Türkmenleri için ana dilde eğitim hakkı, kültürel ve sosyal hakların verilmesini istiyoruz. Bunları istemeyi de kendimiz için bir hak ve görev kabul ediyoruz.

Aslında bunları, Irak Türkmenleri, İran da Güney Azerbaycan Türkleri, Yunanistan’da Batı Trakya – Rodos – İstanköy Türkleri, Moldavya’da Gagavuz Türkleri gibi kardeşlerimiz içinde istiyoruz. Onları ve diğerlerini de “Büyük Türk Milleti” ailesinin içinde görüyoruz.

Bu büyük aile içinde kürt kardeşlerimizde vardır. Belki de Taraf Gazetesinin başyazarı Ahmet Altan’ın anlayamadığı, Leyla Zana gibi bir Kürt’ün Türklük hakkında yemin etmesinin altında Türklüğün bir etnisite değil kapsayıcı bir millet olmasının sırrı yatar.

Suriye dün, Osmanlı – Türk İmparatorluğunun bir toprağı ve üzerinde yaşayan insanlar Müslüman Türk Milletinin saygın birer ferdiydi. Bu gün Suriye Türkmenleri, Büyük Türk Milletinin aynı özelliklere sahip bir ferdidir. Türk milletine, Türk devletine, Türk siyasetine ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine düşen Suriye Türkmenlerine sahip çıkmak ve onların yanında olmaktır. Meraklısına söyleyelim, Suriye Türkmenleri, Somali’deki kardeşlerimiz kadar ilgiyi hak ediyor.

‘Bir ülkenin iki bayrağı olamayacağı gibi, iki resmî dili de olamaz!’ Prof. Dr. Mustafa Argunşah ile Türkçe üzerine sohbetin ikinci bölümü

Giriş (Devam):
Prof. Dr. Sayın Mustafa Argunşah ile yaptığım röportajın birinci bölümünde mümtaz dil ve edebiyat adamımız Nihat Sâmi Banarlı’dan alıntıladığım yazıda belirtiliyor: insanları zafere götüren hitâbet dilindeki ihtişam, Türkçeyi doğru ve güzel konuşmakla sağlanır.
Toplumda lider olmuş insanlara bir bakınız: Onlar; kelime hazinesi zengin, düzgün ve güzel konuşan kişilerdir. İnsanın düşünme derinliği ve düşüncelerini karşısındakine anlatabilme yeteneği, kelime hazinesi ile genişler. Kelimeler yalnızca isteklerimizi ileten araçlar değil, aynı zamanda duygularımızı-düşüncelerimizi geniş ufuklara ulaştıran kanatlarımızdır.  Kullanmadığımız her kelime, güzel Türkçemizden atılmış, kaybedilmiş hazinelerimizdir. ‘Allahaısmarladık’, ‘hoşça kal’,  veya ‘güle-güle’ ve benzeri güzel, kulağa hoş gelen, insanın içini ısıtan kelime ve deyimler yerine; ‘bay-bay’ ve hatta onu da uzun bularak ‘bay’ demekle,  ne çok kelimeyi ve deyimi sözlükten attığımızı, Türkçemizi fakirleştirdiğimizi ve aynı zamanda yabancılaştırdığımızı bilmeliyiz. Bu kötülüğün, bu dil cinâyetinin sorumluluğunu üstlenmemeliyiz. Olabildiğince hürriyet ve ulaşılabildiğince zenginlik isteyenlerin, kelimeleri lügatlere hapsedip kilit altına almaları, kelime hazinemizi fakirleştirmeleri anlaşılması güç bir çelişkidir.
Sevindiricidir: Ülkemizde okuma yazma bilenlerin oranı yükselmiştir. Üzücüdür: Okuyan ve yazanların sayısında azalma var. Konuşmayı tercih eden ve seven bir millet olduğumuz söylenir. Bu konuda da üzülmeyi gerektiren olumsuzluklar yaşıyoruz: Çok ve fakat az kelime ile ve de yanlış kullanılan, söylenen kelimelerle konuşuyoruz.
Dilimizin zenginliğini; yalnızca yazılı eserlere,  hikâye, şiir ve roman gibi edebî metinlere hapsederek koruyamayız. Günlük konuşmalarımıza aktarmalıyız. Olabildiğince çok kelime ile güzel ve doğru konuşarak… Argodan, yabancı ve uydurma kelimelerden arındırılmış temiz ve yaşayan bir Türkçe ile konuşmanın zor olmadığını, üstelik çok da zevkli ve üstünlük kazandıran bir özellik olduğunu bilirsek ve bildiklerimizi uygularsak; hayatımız ve çevremizdeki insanlarla ilişkilerimiz daha da güzelleşecektir.  
OĞUZ ÇETİNOĞLU  
Oğuz Çetinoğlu: Türkçemize musallat edilen kaidesizlikler, karmaşalar önlenemez ise, meydana çıkacak olumsuzluklar hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Prof. Dr. Mustafa Argunşah:Türkçe konusunda karamsar değilim. Bugün ilköğretim okullarına kadar Türkçe kulüpleri, Türkçe toplulukları yayılmış durumda. Bir taraftan dili hor kullanan diğer taraftan gittikçe hassaslaşan bir gençlikle karşı karşıyayız. Konuya başka bir açıdan daha bakmalıyız. Türkçe çok köklü ve zengin bir dil. Bin beş yüz yıldır yazı dili olarak kullanılıyor. Bazı karanlık dönemler de yaşadı. Mesela 17-18. yüzyıllarda bazı şairlerimiz, yazarlarımız oluşturdukları metinlerde ancak %35-40 Türkçe kökenli kelimeye yer veriyorlardı. Arapça ve Farsça kelimeler hatta yapılar dilimizi sarmıştı. O badireleri atlattı Türkçemiz. Bugün, bütün olumsuzluklarına rağmen geçmiş yüzyıllardan daha iyi durumda. Bana sorarsanız, bin beş yüz yıllık yazı dilimiz tarihte hiç bugünkü kadar parlak bir dönem yaşamamıştı. Şaşırmayınız, bunu bilim insanı unvanımla söylüyorum. Türkçe için karamsar olmaya gerek yok. Dilimiz olumsuzluklarla birlikte gelişiyor, zenginleşiyor. Dikkat edin, yazı diliyle konuşma dilimiz birbirine yaklaşıyor. Bunda tenkit ettiğimiz radyoların, televizyonların, gazetelerin büyük katkısı var. Milyonlarca çocuğumuz, gencimiz ana dilleriyle eğitim-öğretim yapıyorlar. Eskiden yazı yazmamaktan şikâyet ederdik, şimdi insanlarımız her gün birkaç saatini bilgisayar başında geçiriyor. Ben geçmiştekinden daha çok yazıyorum. Kalem kullanmayı unuttuk neredeyse. Bir dil yazıldıkça işlenir, güçlenir ve yaygınlaşır. Meseleye bir de bu açıdan bakmak gerekir.
Türkçe konusunda karamsar olmamalıyız. Bugün dünyanın en çok konuşulan, en yaygın birkaç dilinden birine sahibiz. Türk lehçeleri arasında yakınlaşma var, kelime alışverişi var. Ortak bir dil yaratılmasını isteyen, Türk dünyasını ortak bir alfabede buluşturmak isteyen aydınlar, bilim insanları var. Bütün dünyada Türkçeye bir ilgi var, Japonya’dan Kanada’ya kadar birçok ülkede insanlar Osmanlıyı merak ediyor, Türk’ü ve Türkiye’yi merak ediyor. Yurt dışında birçok merkezler açılıyor, buralarda Türkçe öğreniyor binlerce insan. Bunları da bilirsek moralimizi düzeltmiş oluruz. Yalnız sorunlara bakarak, yanlış kullanımları büyüterek moralimizi bozmayalım. Bugün moralimizi en yüksek tutmamız gereken varlığımız dilimizdir. Bugün komşu ülkelerde insanlar bizim televizyonları izleyerek Türkçe öğreniyorlar. Dilimizi öğrenenler Türk dostu, Türkiye dostu oluyor. Bunları da göz önünde bulundurmalıyız. Şunu unutmayalım. Türkçe bin yıl sonra da dünyanın en büyük yazı dillerinden birisi olarak kullanılıyor olacak. Bu seviyedeki bir dilin ölmesini düşünmek ilmî bir yaklaşım olmaz.
Çetinoğlu: Fransızların ‘aksansirkonfleks’ dedikleri, bizde ise ‘şapka’ olarak anılan (^) işâreti; coğrafya ile ilgili bir kelime olan ‘kar’ı ticaretle ilgili ‘kâr’ kelimesinden ayırt etmek için genelde inceltme maksadıyla veya ay adı olan ‘Kasım’ı erkek ismi olan ‘Kâsım’dan, ayırt etmek için uzatma işâreti olarak kullanılıyor.
‘İnsan öldüren’ ‘câni’ anlamındaki ‘katil’ ile ‘insan öldürme olayı’ anlamındaki ‘katil’ kelimelerinin yazımında zorluklar var. Bu ve benzeri zorlukları aşabilmek için alfabemizin yeniden düzenlenmesi düşünülebilir mi?  
Argunşah: Hayır. Alfabenin yeniden düzenlenmesi mümkün değil. İnsanlar yazım kılavuzu kullanmayı alışkanlık hâline getirseler hiçbir mesele kalmaz aslında. Yukarıda verdiğiniz örneklerde haklısınız. Yazım kılavuzumuz bunları halletmiş durumda. Türkçede inceltme ve uzatma için aynı işaretin kullanılması bir şanssızlık doğrusu. Keşke Latin alfabesine geçerken iki ayrı işaret kabul edilseymiş. Artık çok geç. Alfabede değişiklik söz konusu olursa başka teklifler de gelir. Birileri de x, q, w gibi harflerin konulmasını teklif ederler. Zaman zaman basında gündeme getiriliyor.
Türk Dil Kurumunun Yazım Kılavuzu’nda halkın “şapka” dediği düzeltme işaretinin nerelerde kullanılacağı açıkça belirtilmiştir. En çok karıştırılan kelimeler, yazılışları aynı fakat anlamları farklı kelimelerdir. Bu durumdaki kelimelerden birisi Türkçe diğeri Arapça veya Farsça kökenli oluyor çoklukla. İstisnaları da var tabii. Arapça veya Farsça kelimede uzun ünlülerin üzerine uzatma veya inceltme işareti konuluyor. Bu iki dildeki kelimelerde inceltme işareti konulan kelimeler aynı zamanda uzun ünlü taşıyorlar. “Kar” kelimesi Türkçe, “kâr” kelimesi Farsça kökenli. “Kâr” kelimesindeki işaretli harf hem uzun hem de ince. Bu yüzden harf hem ince hem de uzunsa bir karışma olmuyor. Karışmanın olduğu örnek kelime “katil” ve “kâtil”dir. İkinci kelimeye dikkat edin. “İnsanı öldüren, cani” anlamındaki kelimede /a/ harfinin üzerine uzatma işareti koydum. Fakat a’nın üzerindeki bu işaret heceyi ince okutacak. Öyle olunca da farklı bir seslendirme ortaya çıkıyor. Oysa kelimenin ilk sesi kalın k, eski harflerle kaf yani. Bu tür durumlarda /a/ harfinin üzerine inceltme değil, uzatma işareti gerekiyor, o da bizde yok. Türk Dil Kurumu bu kelimeye işaret koymayarak daha büyük bir yanlışlığı önlemeyi düşünmüş. Kelimenin uzun veya kısa ünlülü olduğunu metin bağlamında anlamamız ve ona göre seslendirmemiz gerekiyor.
İmla konusu alışkanlıkla ilgili bir durum. İlköğretimden itibaren çocuklarımıza doğru yazma ve doğru telaffuz etme alışkanlığı kazandırırsak mesele hallolur. Doğru telaffuz, çocuğun konuşmaya başladığı andan itibaren ailenin desteğiyle kazanılmaya başlanmalı, okulda özel eğitimle devam etmelidir.
Çetinoğlu: Nihat Sâmi Banarlı, Faruk Kadri Timurtaş gibi rahmet-i Rahman’a kavuşmuş mümtaz şahsiyetlerle, günümüzde Yavuz Bülent Bâkiler ve diğer Türkçe âşıkları yıllardır doğru Türkçe kullanılması için mücâdele ediyorlar.
Gelinen noktayı tatminkâr buluyor musunuz? Tavsiyeleriniz nelerdir?
Argunşah: Saydığınız isimler çok saygın kişiler. Sayın Timurtaş fakültede hocamdı. Yaşayan Türkçe konusunda çok mücadele etti. Nihat Sami Banarlı da öyle, Türkçenin Sırları kitabı bugün üniversitelerde en çok okutulan kitaplardan birisi. Yavuz Bülent Bakiler ise hem yazdıkları hem de hitabetiyle okuyanları ve dinleyenleri büyülüyor. Türkçenin zenginliğini ve güzelliğini onu dinleyince daha iyi hissediyor ve anlıyorsunuz. “İşte Türkçe bu!” dedirtiyor insana. Rahmetli Necmettin Hacıeminoğlu hocayı da eklemek lazım bunlara. Türkçenin Karanlık Günleri kitabı bir neslin Türkçe kılavuzu idi.
Gelinen noktayı tatminkâr buluyor muyum? Nasıl bulabilirim ki! Çok değerli bilim insanları, aydınlar, yazarlar Türkçenin yaşaması, doğru kullanılması ve yabancı unsurlardan arındırılması için mücadele ettiler. Gayretleri mutlaka karşılığını bulmuştur. Fakat bugün hâlâ dilimizin çözümlenememiş sorunları var. Bunların bir bölümünü biraz önce saydım, çözüm yollarının bazılarını da belirttim.
Biraz da iyimser bir bakış açısıyla meseleye baksak, nasıl olur acaba? 1983 yılına kadar Türk Dil Kurumu dili öyle siyasallaştırmıştı ki, o günleri hatırlayınız. Bir insan iki cümle ettiğinde siz onun sağcı mı solcu mu olduğunu anlardınız. Bir taraf tamamen yeni kelimeler kullanırken diğer taraf eski kelimeleri tercih ediyordu. Bu Kurum’un Atatürk’ün de belirttiği gibi, bir dernek statüsünden ilmî bir kurum statüsüne geçirilmesiyle dil siyasi bir kavga konusu olmaktan çıktı. Dilde orta yol bulundu. Solcular, başta rahmetli Bülent Ecevit olmak üzere yaşayan Türkçeye döndüler. Sağcılar da eski kelimelerin bir bölümünü unuttu, yeni kelimeler kullanmaya başladı. Bugün toplum dil konusunda ikiye bölünmüşlük görüntüsünden epey uzakta. Bu bile sevindirici bir gelişme. Dil asla kavga konusu olmamalıdır. Toplum doğrular üzerinde anlaşmalıdır.
Toplumdaki her yaştan insanımızın daha çok okumasını sağlamalıyız. Bunun nasıl olacağını hep birlikte oturup düşünmeliyiz. Millî Eğitim Bakanlığı buna öncülük etmelidir. Bilindiği gibi, televizyon ve İnternet okuma alışkanlığını öldürüyor. Dizi seyretme alışkanlığı insanları kitaptan uzaklaştırıyor. Gazetelerimizin tirajlarına dikkat edin, yıllardır belirgin bir artış görülmüyor. Kitap satışlarında biraz kıpırdanma var, ama tatmin edici değil. Televizyonlarda bazı sunucular Türkçeyi güzel kullanmıyorlar. TRT Türkçesi dediğimiz güzel Türkçe kayboldu. Bunlara karşı tedbir alınmalıdır.
Çocuklarımıza ve gençlerimize yazı yazma alışkanlığı kazandırmalıyız. Bir dil ne kadar çok yazılırsa o kadar çok işlenir ve gelişir.
Aslında öncelik öğretmenlerimizin yetiştirilmesinde. Günümüzde öğretmenler maalesef Türkçeyi güzel kullanamıyorlar. Üniversitelerimizde güzel konuşma dersleri yok. Olan yerlerde de dersi verecek uzman yok. Öğretmenlerimiz ciddi bir eğitimden geçirilmeli; dilimizin incelikleri, güzellikleri, doğru kullanımı bütün teferruatıyla öğretilmeli. Bu donanıma sahip olan öğretmenler dili güzel kullanan nesiller yetiştirebilirler. Bugünkü öğretmen yetiştirme sistemiyle bu mümkün değildir.
Bunları daha da uzatmak mümkündür. Sanırım konu anlaşıldı.
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER DİYOR Kİ!
Dünyada, alfabesi ve dili üzerinde en çok oynanan milletlerden birisi, belki de birincisi biziz. Her milletin bir alfabesi vardır. Dünya’da yirmi dokuz ayrı alfabeyle okuyup yazan tek millet biziz; neden acaba?
Dünya’da yanlış bir dil ve eğitim siyaseti yüzünden bir önceki neslin edebiyatını okuyamayacak, anlayamayacak nesilleri de biz yetiştiriyoruz; niçin acaba?
Türkiye dışındaki Türk topluluklarıyla aramızdaki ortak kelimeleri dilimizden çıkarıp atan resmî ve hususî kuruluşlar da sadece biz de var; garip değil mi?
Millet, kültür birliğinden ibarettir. Yâni büyük kalabalıkları bir araya getiren, insanları bir millet şuuruyla birleştiren, yücelten, güzelleştiren onların kültürleridir.
Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran özellikler bütünüdür. Yâni kültür, bir milletin konuştuğu dildir. Mensup olduğu dînî inançtır. Târih şuurudur. Gelenekleri ve görenekleridir. Güzel sanatlarıdır. Kültür, bir milletin yaşayış tarzıdır.
Kültürlerini kaybeden milletlerin, artık vatanları da yoktur, bayrakları da, istiklâlleri de.
Târih, siyasî istiklâllerini kaybeden milletlerin, kültürlerini, yâni dillerini, dinlerini, târih şuurlarını, gelenek ve göreneklerini kaybetmedikleri takdirde, bin yıllık, hattâ ikibin yıllık bir esaretten sonra bile yeniden derlenip toparlandıklarını, yeniden istiklâllerine kavuştuklarını örnekleriyle gösteriyor. Ama târih, kültürlerini kaybeden milletlerin yeniden bağımsızlıklarına kavuştuklarına dâir bir tek örnek bile vermiyor.
Bağımsızlık mı? Demokrasi mi? Refah mı? Birlik mi? Beraberlik mi? Elbette evet! Elbette şart!
Ama bilmeliyiz ki, kendi kültürüne dayanmayan bir milletin bağımsızlığı da olmaz, refahı da, birlik-beraberliği de, demokrasisi de!
Kültürün en önemli iki kaynağı dil ve din! Din Sevgili Peygamberimizin (S.A.V.) ifadesiyle din nasihat olduğuna göre dînî anlatabilmek için de güzel, doğru ve zengin bir dile ihtiyacımız var.
Milletlerin hayatında dil çok önemli! Dil çok önemli! Dil çok önemli!  
Çetinoğlu: Türkçeyi doğru ve güzel kullanmanın, kullanana, topluma ve kültürümüze sağlayacağı faydalar nelerdir?
Argunşah:Dil kültürün taşıyıcısıdır. Dil bir milletin aynasıdır. Dil, aynı zamanda insanın da aynasıdır. Türkçeyi doğru ve güzel kullanan insanların toplumda gördükleri saygı her şeye değer. İnsanlar konuştukları dile dikkat etmelidir. Dile saygı hem kendimize hem karşımızdakine hem de milletimize saygıdır. Bizim çok güzel hitaplarımız var; atasözlerimiz, deyimlerimiz var. Dilimizi, konuşmamızı bunlarla süsleyebilirsek kendimizi daha iyi ifade etmiş oluruz. Kendini iyi ifade edebilen insanlar her yerde, her zaman başarılı, dikkat çeken, tercih edilen, sözü dinlenilen kişi olurlar. Başarının anahtarı dilimizi doğru ve güzel kullanmaktadır. Dilini güzel kullanan yazar ve şairlerin yazdıkları bugünden geleceğe ışık tutar, yolumuzu aydınlatır. Dilimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi geleceğe taşır. Dikkat edin, bugün en çok hangi yazarları okuyoruz? Dilini doğru ve güzel kullananları. Dilini güzel kullananlar çağları aşarak günümüze ses verdiler, geçmişi günümüze taşıdılar, Yunus Emre gibi, Karacaoğlan gibi, Mehmet Akif gibi, Yahya Kemal gibi. Bugünkü iyi şairler ve yazarlar da gelecek yüzyıllarda günümüzü yaşatacaklar.
Çetinoğlu: 1881-1950 yılları arasında yaşayan Kürt entelektüeli Dr. Şükrü Mehmet Sekban, ‘Bir dilin, bir milleti teşkil etmeye yeteceğini sananlar vardı.’ diyor. Kendisi de vaktiyle öyle sandığı için Kürtçe diye bir dil oluşturmak ve bu dili beynelmilel bir dil olarak kabul ettirmek için çok çalışmıştı.
Nedendir bilinmez, sonra iddiasından vazgeçti. Buradan hareketle; ‘Dil mi milleti oluşturur, yoksa millet mi kendisine bir dil oluşturur?’ Şeklindeki soruyu nasıl cevaplandırmak gerekir?
Argunşah: Meseleye biraz geniş açıdan bakmak gerekir. Bugün dünyada konuşulan dillerin sayısı binlerle ifade ediliyor. Rakamlar değişmekle birlikte 6 binin üzerinde dil var. Birleşmiş Milletlere kayıtlı ülke sayısı ise 193. Demek ki her ülkede birden fazla dil konuşuluyor. Bu çok normal. Dili olan her millet bağımsız devlet kuracak, diye bir şey yoktur.
Her milletin bir dili olmayabilir. Bir millet, kendi dilini kaybetmiş, içinde yaşadığı hâkim milletin dilini almış da olabilir. Dilini kaybettiği için yok milletler olduğu gibi hâlâ millî kimliğini korumayı başaran milletler de bulunabilir. Dünyada hepsinin örneği var. Yani sorunun bir tek cevabı yok. Dil milleti oluşturur mu? Evet, oluşturur. Kimliğini kaybedip dilini yaşatabilen milletler yeniden bu dilin etrafında toplanarak yeni bir millet oluşumunu gerçekleştirebilirler. Kendisine sonradan dil oluşturmuş millet var mıdır? Belki kaybetmiş olduğu, unuttuğu dilini yeniden canlandıran ve yazı dili, kültür dili hâline getiren milletten bahsedebiliriz. İsrail ve İbranice bunun bir örneğidir.
Kürtçeye gelince… Meseleye iki türlü yaklaşabiliriz. Bunlardan birincisi hissî, ikincisi gözlemlere ve verilere dayalı. Türk toplumunda yaşadığımız sorunlara millî hassasiyeti dolayısıyla hissî yaklaşanlar var. Bazen gerçeklerle hislerimiz yahut olmasını istediklerimiz örtüşmeyebiliyor. Kürt ve Kürtçe konusu da öyle. 21. yüzyıl bambaşka bir yüzyıl. Millî kimlikler, ana diller yeniden gündeme taşınıyor. Dünya yeniden şekilleniyor. Sovyetler Birliği dağıldı, Yugoslavya dağıldı, Çekoslovakya ayrıldı, en son Sudan ikiye bölündü. Bölünme kaygısı yaşayan başka ülkeler de var. Irak örneğine dikkat edin. Bölünmeyi destekleyen, besleyen dış güçleri de inkâr etmemeli tabii. Bölünmenin sebebi her zaman ayrı millet olmak değildir. Bazen farklı sebepler de ülkeleri bölebiliyor. Kore ve Sudan’ın bölünmesi tamamen farklı sebebe dayalı.
Türkiye’ye dönelim. Eskiden Kürtçe diye bir dil var mıydı? Kırsalda konuşulan ama yazılmayan bir dil vardı. Kelime hazinesinin %90’dan fazlasını Farsça, Arapça ve Türkçenin oluşturduğu karma bir dil. İçinde yaşadığımız çağın şartları bu konuşma dilini son elli yılda bir yazı dili hâline getirdi. Bugün bu dille Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî kanalı yayın yapıyor, Türkiye’de bu dille gazete ve dergi çıkarmak serbest. Yurt dışında yıllardır başka tv kanalları, radyolar yayın yapıyor. Peki buraya nasıl gelindi? Bu yol nereye çıkar? Gerçekleri yok saymak yerine oturup düşünmeli, ülkenin yararına çözümler üretmeli, bin yıldır olduğu gibi bu ülkede birlikte kardeşçe yaşamanın yollarını aramalıyız.
Toparlarsak millet ve dil birbirini besleyen, geliştiren ve oluşturan iki varlık. Hep iç içe, hep yan yana. Dil varsa millet de vardır, yoksa da dil bu şuuru besleyerek milleti yapılandırıyor. Millet varsa, zaman ve zemin ona bir dil kazandırabiliyor.
Çetinoğlu: ‘Ana dili’ kavramının târifini yapar mısınız?
Argunşah: “Ana dili” kavramı ilk bakışta annenin dili gibi anlaşılsa da aslında öyle değil. Bu konularda uzman bilim insanı Prof. Dr. Ahmet Buran bu konuyu şöyle açıklar: “Ana dili, insanın doğup büyüdüğü çevrede edindiği ilk dil yahut kendini en iyi ifade ettiği dildir.” Buran, ana dili ile etnik dil veya etnik kökenin karıştırılmaması gerektiğini önemle vurgular. Bir insanın etnik kökeni başka, ana dili başka olabilir. Türkiye’de yaşayan Gürcüleri örnek veren Buran, onların önemli bir bölümünün ana dillerinin Türkçe olduğunu söyler.
Çetinoğlu: Ülkemizde ‘iki ayrı resmî dil’ bulunmasının sonuçlarını tahlil eder misiniz?
Argunşah: İki ayrı resmî dil mi? Allah korusun. İki ayrı resmî dil diye bir şey olmaz. Bir ülkede iki resmî dil olmaz, bir ülkenin iki bayrağının olmayacağı gibi. İkinci resmî dil yeni bir devletin dili olur ancak. Türkiye’de bunu isteyenlerin amacı çok açık. İkinci resmî dilin olmayacağını onlar da biliyorlar. Dillerinin altındaki bakla, bağımsız bir devlet talebidir. Açık söyleyeyim: Türkiye’de Kürtçenin eğitim dili olmasını isteyenlerin amacı bellidir. Bir ülkede bir eğitim dili olur. Bazı okullarımızda İngilizce öğretim yapılmasını da sakıncalı görüyoruz. Bu garabete bir an önce son verilmelidir. Türkiye’de eğitim dili tartışmasız Türkçedir. Bunun tartışılması bile abesle iştigaldir. Kürtçenin öğretim dili olması ülkenin bölünmesinin resmen kabulüdür. Bunu şiddetle reddediyorum.
Son on yıl içerisinde Kürtçenin önü epey açıldı. Şu anda birkaç üniversitede seçmeli ders olarak okutuluyor. Bu, gittikçe de yaygınlaşacak gibi görünüyor. İçinde bulunduğumuz şartlar, insan hakları, demokrasi ile gidebileceğimiz son nokta bu olmalıdır. İnsanların kendi dillerini öğrenmeleri insan hakkıdır, kabul. İsteyenler dillerini serbestçe öğrensinler, hatta gerekirse devlet bu konuda yardımcı da olsun. Ama Türkiye Cumhuriyeti okullarında hayat bilgisi, matematik, müzik, fizik, kimya vb. derslerin Kürtçe olmasını düşünmek bile istemiyorum. Bu ülkenin tekliğinin, bütünlüğünün sonu demektir. Bize bunu demokrasi, insan hakları gibi kulağa hoş gelen sözlerle yutturmaya çalışıyorlar. Bu oyuna gelmeyelim. Biz Türkiye’de 74 milyon hep birlikte barış içerisinde yaşamak istiyoruz. Ay yıldızlı bayrağımızın gölgesi hepimize yeter.
Çetinoğlu: Hocam, verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.
Argunşah: Düşüncelerimi paylaşma fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

PROF. DR. MUSTAFA ARGUNŞAH
1961’de Tokat’ta doğan Prof. Dr. Mustafa Argunşah ilk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladı. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydoldu. 1982-1983 döneminde okulunu bitirdi. Aynı yıl Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisansa başladı. Aralık 1983’te Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinin açmış olduğu Türk Dili araştırma görevliliği imtihanını kazandı ve Ocak 1984’te bu fakültede göreve başladı. Marmara Üniversitesi’nde, merhum Prof. Dr. Mehmet Akalın’ın danışmanlığında 1986 yılında ‘Şükrî-i Bitlisî, Selimnâmesi ve Eserdeki Doğu Türkçesi Unsurları’ isimli yüksek lisans ve Muhammed b. Mahmud Şirvanî, Tuhfe-i Murâdî, (İnceleme-Metin-Dizin) isimli doktora tezini 1989 yılında tamamladı.
15 Aralık 1988’de Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne öğretim görevlisi olarak tayin edildi. Doktorasını tamamladıktan sonra aynı bölümün Türk Dili Anabilim Dalında 1989 yardımcı doçent oldu. 20 Ekim 1995’te bilim imtihanını vererek doçent unvanını aldı. 23 Mart 2001 tarihinde ise aynı bölümde profesörlük kadrosuna tayin edildi.
15 Eylül 1998-31 Temmuz 2000 tarihleri arasında yaklaşık iki yıl KKTC’de Doğu Akdeniz Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Erciyes Üniversitesindeki Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı görevine devam etmektedir. Basılı kitaplarının yanında ilmî dergilerde çok sayıda makale, bildiri ve tenkit-tanıtma yazıları da bulunan Prof. Dr. Mustafa Argunşah’ın yayınlanmış eserleri:
Telif kitaplar:
Gagauz Türkleri, Dil-Tarih-Folklor ve Halk Edebiyatı: (Harun Güngör ile birlikte) Ankara, 1991.
Dünden Bugüne Gagauzlar: (Harun Güngör ile birlikte) Ankara, 1993.
Şükrî-i Bitlisî, Selim-nâme: Kayseri, 1997.
Gagauzlar: (Harun Güngör ile birlikte) İstanbul, 1998.
Muhammed bin Mahmud Şirvanî, Tuhfe-i Murâdî: (İnceleme, Metin, Dizin) Ankara, 1999.
Kirdeci Ali, Kesik Baş Kitabı: (Baskıda)
The Gagauz: (Harun Güngör ile birlikte)  Londra, 2001
Yayıma hazırladığı eserler (Redaktörlük):
Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu (26-29 Mayıs 1993) Bildirileri: (Abdulkadir Yuvalı ve Ali Aktan ile birlikte)  Kayseri, 1993.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kuruluş ve Gelişmesine Hizmeti Geçen Türk Dünyası Aydınları Sempozyumu (23-26 Mayıs 1996) Bildirileri: Kayseri, 1996.
Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni (12-13 Nisan 2001) Bildiriler: (İsmail Görkem, Hülya Argunşah ve Atabey Kılıç ile birlikte)  2 cilt, Kayseri, 2001
Tercüme ettiği eser:
Kırım Tatarcasında Yapım Ekleri (İlhan Çeneli)  Ankara, 1997.  

Bölücü ve Irkçı Terörle Muhabbet

 

TESEV isimli bir kuruluşun Ermenilere yönelik bir rapor hazırladığı basında yer aldı. Raporu okurken bu talepler olsa olsa Ermenistan’ın talepleri olabilir diye düşündüm. Bu ve benzeri kuruluşlar acaba Dünyadaki Türk sorunu, değişik coğrafyalardaki Türk topluluklarına uygulanan insan hakları ihlalleri, fiziki ve kültürel soykırımlar ile ilgili raporlar hazırlayacaklar mı? Bugüne kadar olmadığına göre, bundan böyle bir raporu hazırlamaya acaba ömürleri yetecek mi?

Ülkenin acil çözüm bekleyen asıl sorunları yedeğe alınmış, anayasa değişikliklerinde milli kimlikle, Türk’le uğraşılıyor. Aslında değişikliklerde temel hedef gerekli maddelerin değiştirilmesi değil; milli kimliğe karşı etnik ırkçılık yapılmasıdır. Ülke kendisine uygun olmayan bir modele çokkültürlülüğe zorlanıyor. Farklılıkların yaratılması, abartılması ve kutsallaştırılması demokratikleştirme diye piyasaya sürülüyor. Böylece artan yolsuzluklar, halkın yoksullaşması, gelir dağılımındaki bozulmalar, ahlaki değerlerin çöküşü, geleneklerin sarsılması, vatandaşlık ve Türk Milletine mensubiyet şuurunun zayıflaması, yabancılara toprak satışı, azınlık vakıflarına tanınan imtiyazlar, egemenliği paylaştırma gafleti, hukuk devletinin işletilememesi ve parti devletine dönüşmesi, hukuki usulsüzlükler, yargı ve yasamanın yürütmenin emrine girişi, terörle mücadele yerine örgütle muhabbetin artışı, can ve mal güvenliğinin zayıflaması dolayısıyla Bölgeden kaçış, dış dayatmalar, merkezi devlete karşı otonom mahalli idarelerin doğuşu, otoriter bir rejime geçiş özlemi ve diğer defolar gizlenmeye çalışılıyor.

Geçenlerde istifa etmek durumda kalan, Türk Tarih Kurumunun isminin değiştirilmesine karşı çıkan Prof.Dr. Ali Birinci’nin gazetelerdeki açıklaması dikkat çekmişti. Yine MEB teşkilat kanununun Türksüz, milliyetsiz ve cumhuriyetsiz hale dönüştürülmesi dikkatlerden kaçmıyor. 

Güvenliği değil; sadece ütopyalaştırılmış özgürlükleri ele alan, toplumu, devleti değil; sadece ferdi öne çıkaran, milli kimlik, millet ve milli bağımsızlıktan geriye dönüşü hazırlayan bir anlayış yerleştiriliyor. Alt-üst kimlik tartışmaları açılıyor. Irkçı ve bölücü teröre yeni kılıflar ve gerekçeler uyduruluyor. Bir ara terörün sebebi bölgesel az gelişmişlik olarak yutturulmaya çalışıldı; sanki bu halledilirse terör de bitecekti. Daha sonra kültürel haklar tartıştırıldı; şimdi ise ayrı egemenlik, eğitim dili, devlet, ayrı bayrak, ayrı toprak dillendiriliyor. Bazıları devletin eski hatalarını, büyüyen ülkenin önünü kesmek istemek gibi sebepleri de ileri sürüyor, bir de bunu Ümraniye Davasına (Ergenekon) bağladık ve suçladık mı iş tamamlanıyor. Daha fazla demokrasinin ve anayasa değişikliğinin terörü söndüreceği zannediliyor. Taviz verdikçe terör artıyor. Katil başının “demokratik cumhuriyet” ifadesine yaklaşılıyor. Hatta bir başbakan yardımcısı “Gerekirse Öcalan’ın görüşlerinden de faydalanabiliriz” diyebilmiştir. Bu terörle mücadeleden çok; müzakere sürecinde anlaşılan örgütle muhabbet artmış, Avrupa’nın uygun bulunan şehirlerinde silah bırakmamış örgütle görüşmeler yapılmıştır. Örgütü besleyen maddi kaynakların üzerine doğru gidilmemiştir. İngiltere ve İspanya’nın yapmadığını yapıyorlar. Bunu terörle mücadele diye de takdim ediyorlar.

Türkiye’nin asıl sorunlarının sebebi olarak anayasalar gösterilemez. Anayasa ve yasaların uygulanmaması, anayasa ihlâlleri, hukuk dışı tasarruflar, keyfi tutumlar, partizanlık asıl sorunlardır. Şimdi de Anti-Türk muhabbeti baş sıraya geçirildi.

Devletin hataları tartışmalıdır; olabilir. Ancak devlet aslında kendi varlığına karşı zaman zaman hata yapmıştır. Acaba bunları varsaysak dahi bunlar bugün aynen devam ediyor mu ki haklı ve meşru bir sebep olabilsin? Oysa tarihi boyutuyla Kürtçülük sorunu Kürtlerin değil, hilale karşı Kürtleri kullanan, istismar eden Batı ülkelerinin sorunu olmuştur. Dün Osmanlı’ya saldıranlar bugün Cumhuriyet Türkiye’sine saldırmaktadırlar. Bugün bölücü ve ırkçı terörün hedefleri hala anlaşılamamışsa demek ki vatandaş onu esir alan hayali senaryolardan, siyasi ortaoyunlarından  ve boş TV dizilerinden kendini kurtaramamıştır. Ona yardımcı olacak hür ve bağımsız bir basın da yoktur.

Almanya Yolculuğum -1

24 Temmuz 2011 tarihinde yaklaşık on günü kapsayacak Almanya yolculuğuna eşimle birlikte başlıyorum. Saat sabahleyin 7.45 de Paris’ten hareket edecek Eurolines otobüs firması ile Almanya’nın Köln şehrine gideceğiz. Recep bizi sabah saat beşte kalkarak navigasyon cihazını açarak otobüslerin kalktığı bize yaklaşık 70 km uzaklıktaki Paris’teki otobüs garına getiriyor.

Bu benim için yeni bir heyecan değişik yerleri ve kültürleri görmek beni heyecanlandırıyor. Nihayet otobüsümüz geliyor ve otobüse biniyoruz. Numara falan yok önce gelen istediği yere oturuyor, otobüsün içerisinde daha çok zenci Arap yolcular mevcut. Otobüsün muavini falan yok burada ikram falanda yok. Burada ulaşım çok pahalı tren daha pahalı olduğu için yine bizim için otobüs daha uygun geldiği için otobüsle gidiyoruz.

Paris’ten yaklaşık 250-300 km. uzaklıkta Belçika sınırı coğrafi olarak düz ova ve dağlık alanla karşılaşmıyoruz. Genelde arpa ,buğday, şeker pancarı  ekili tarlalar Fransa’nın Lille şehrini geçtikten sonra Belçika’nın Brüksel şehrine geliyoruz. Çok ihtişamlı bir şehir yol kenarları envai çeşit orman ağaçlarıyla kaplı yüksek binaları göz kamaştırıyor. Lille de yolcu aldığı gibi Brüksel’de de yolcu almak için şehrin içine giriyor. Şehrin içinden dışarıya çıkarken, Köfteci Cesur, Süper Adana, Kenedi Market, Turkish kebap tabelalarına rastlıyorum. Yoldan geçerken bu kadar tabelaya rastladığımıza göre daha fazla Türk lokantası ve işyerleri vardır herhalde. Sorduğumuz Belçika’da da epey Türk varmış.

Belçika’dan Almanya’ya doğru ilerlerken Belçika’dan Almanya’da dahil olmak üzere hayvancılığın yaygın olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü yol boyunca bol miktarda büyükbaş hayvan sığır çeşitleri ve koyun, keçi hatta domuz sürüsünü de görmüş olduk. Belçika’da tarım alanlarına genelde mısır yemlik olarak ekilmiş, Belçika sınırını geçince Almanya topraklarına varıyoruz. Almanya’da vardığımız ilk şehir Achein.  Bu şehri görünce hemen Teknik Direktör Sayın Mustafa Denizli aklımıza geliyor bir zamanlar bu şehrin futbol takımını çalıştırmıştı.

Almanya toprakları ve mevsim olarak tarıma uygun değil dolayısıyla buradaki ekim alanlarda genelde mısır yemlik hayvan yemi olarak ekimi yapıldığı gözüküyor. Almanya hayvancılık bakımından tarıma göre çok daha gelişmiş durumda, Türkiye’ye getirilen ve şu anda sığırlarımızın bir kısmını oluşturan; Siyah beyaz alaca, Simental ve  Alman kırmızı beyaz alaca Alman sığır ırklarındandır. Almanya’ya girince büyük çoğunluğu büyükbaş hayvanları tarlalarda otlarken görüyoruz.

Hem et ve hem de süt verimi bakımından yüksek verime sahip genelde işletmeler büyük işletmeler seklinde olduğu için bakımları ve veteriner hizmetleri ve beslenmesi daha teknik şartlarda yapılmakta.  Buna ırkların verimliliği de eklenince yüksek verim alınabiliyor. Avrupa da et ve süt veriminin yüksek olmasının nedenleri bunlar. O yüzden ülkemizin de son yıllarda yapmaya çalıştığı büyük işletme sayısının  artması, küçük aile işletmesinden vazgeçmesi lazım. Almanya topraklarında mısır yemlik için ekimin dışında yer yer buğday alanları ve bunun dışında ise patates tarlaları göze çarpıyor. Yaklaşık 600 km yolculuğumuzun sonunda Almanya’nın Köln şehrine geliyoruz.

 Köln’de bizi akrabamız Süleyman Özer karşılıyor. Kendileri Köln’e 30 km uzaklıkta Konikwinter denilen bir yerde oturuyor. Bizi özel aracıyla alıp oturduğu mahalleye getiriyor.

 Almanya’da kaldığım süre içerisinde bize göstermiş olduğu yakın ilgi ve alakadan dolayı Süleyman Özer ve eşi Raife Özer hanımefendiye çok teşekkür ederim.

Sağolasın Usta

Bu başlığı seçince hemen bir reklam geldi aklıma; hani çocuk diyordu ya:

“B e n i m B a b a m ; H E L A L O L S U N U S T A S I !.. “

Şimdi, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir. Gerçekten bizim Başbakanımız da “Helal Olsun Başbakanı..” Gerçi önemli bir toplantıda hani şu sempatik Bakanımızı anımsatacak şekilde bir uyuklama pozunu yakaladılar ya.. Ee, o kadar da olacak hani.

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım; kalkıp, Afrika’yı çok yoğun bir programla dolaşacaksın, bir gün bile ara vermeden Amerika’ya uçacaksın, daha yoldan başlayıp onlarca Devlet Başkanı ve Yetkiliyle görüşeceksin; Birleşmiş Milletler gibi çok önemli bir kurulda çok önemli bir konuşma yapacak ve Dünya’ya dinleteceksin, o arada fırsat kollayan başkaları Türkiye’de sansasyonel terör saldırıları yapacaklar ve onlara da dikkat kesileceksin, aynı anda da 193 Milletten 500 küsur delegenin bulunduğu ve adeta herkesin gözü senin üzerinde olarak, onlara da uygun mesajlar vermeye çalışacaksın ve bütün bunları ilk defa da yapmayacaksın; Yurt içinde ve Yurt dışında sürekli bir maraton halinde senelerdir bu enerjiyi asla hız kesmeden sergileyeceksin.

Bu kesinlikle kolay bir olay değil…

Şimdi soruyorum, gelmiş geçmiş hepsi de dahil, böyle bir enerji, böyle bir hareket gördünüz mü? Bırakınız bir başbakanı, herhangi bir yetkilide bir Bakanda gördünüz mü? Benim aklıma hemen bir iki isim geldi; Rahmetli Vali Yazıcı; yine rahmetli Valilerden Mehmet Varinli; Fahrettin Kerim Gökay, Flaş Politikacı rahmetli Kasım Gülek ve belki bu isimler çoğaltılabilir. Ama bunlar da dahil hiç biri Sayın Recep Tayyip Erdoğan kadar uzun soluklu olarak bu hareketi gösterememişlerdir.

Kimilerinin görev süreleri, kimilerinin ömürleri yetmemiştir.

Ve gerçekten duygulanarak söylüyorum Allah nazardan saklasın, Sayın Başkanımız kadarını ben gerçekten görmedim. Hatırlamıyorum. Şimdi bir isim daha var; Sayın Ahmet Davutoğlu .. Bu isim hareketlilik bakımında belki Başbakanımızı da geçecek ama süre olarak o daha çok yeni.. Başbakanımız gerçekten Helal Olsun Ustası.. Esasen biz bu gün onun ustalığı üzerine konuşurken sözü bir yere getirmeyi düşünüyorduk da konu oradan açıldı. Ama iyi ki de açıldı yiğidin hakkını yiğide verme imkan ve fırsatını da bulmuş olduk.

Buraya kadar söylediklerimiz gerçekten bütün takdirlerimle söyledim. Bu hıza bu enerjiye gerçekten hayranım.. Bir şeye daha hayranım; Başbakan istişare ediyor. Her konuda birileriyle istişare ediyor. Bu da mükemmel bir nitelik hele bir Başbakan için hiç de yabana atılacak bir meziyet değil.

Bu arada birde kötü tarafı da var, hem çok kötü. Bu konuyla ilgili olarak yıllardır yazıyoruz. Hatırlayınız; CARİ AÇIK.. Bilinçsiz SATIŞ’lardan kaynaklanan ve giderek çığ gibi de büyüyen, Milletin başına yıllar sonra daha da büyük bir bela olacak olan “Cari Açık”…

Cari Açık konusundaki çekincelerimizi hiç geri almıyoruz. Ayrıca Cari Açık için formüllerimizin olduğunu da yazdık ama ilgilenmediler. Merak edilmesin bir gün bizim kapımızı da çalacaklardır. O zaman Ülke yararına olan her konuda biz yine de olumlu yaklaşırız, merak edilmesin.

Şimdi gelelim asıl konumuza; bütün bunları söyledikten sonra, sakın ola ki Doğan SOFRACIOĞLU da AK PARTİLİ mi oldu filan demeyin. Elli yıllık Demokrat Partiliyiz.. Daha doğrusu Demokrat Partiliydik. Ak Partili olmadık ama, şimdi; sıkı durun; önümüzdeki dönemlerde; “OSMANLI DEMOKRAT CUMHURİYET PARTİLİ” olabiliriz. Haa, kendimi yokluyorum da olmuşuz da duruyoruz.

Şimdi bu da nerden çıktı diyenler olacak.. Sabredin anlatacağım.

En başta, bu yazının başlığı nasıldı?

“SAĞ OLASIN USTA.” İdi değil mi? Usta kim? Sevgili Başbakanımız. Hem de gerçekten; “Helal Olsun Ustası..”

Evet O bir “USTA” dır.. Gerçekten.. Ve bunu inanarak gururla söylüyorum; “O Bir Ustadır”. Enerjisiyle, İnancıyla, Fedakarlığı ile, Yönetim Tarzı ile O gerçekten Usta unvanını hak etmiştir.

En azında yine samimi söylüyorum; ÜÇÜNCÜ SEÇİM ZAFERİYLE de USTA unvanını hak etmiştir. Ve bu Ustalık bir şeyin, bir yolun başlangıcıdır. O nedenle de “SAĞ OLASIN USTA” Diyorum.

Üstelik bunu sadece ben söylemiyorum. Dünya söylüyor. Hatta sıkı durun AVRUPA bile Söylüyor. Avrupa’da bu gün yayınlanan gazetelerde iki makaleler, iki yazı dikkatimizi çekti; yazar diyor ki;

“Galiba, sonunda Türkiye Avrupa Birliğine değil de Avrupa Türkiye’ye katılacak.. Durum bunu gösteriyor. Ortadoğu ve Asya’da Türkiye’nin giderek artan etkinliği, krizlerle boğuşan Avrupa için de bir kurtuluş yolu olabilir.”

Görüyor musunuz, Yüce Allah nelere kadir. Bunları hem de onlardan duymak ölmeden bize nasip oldu ya daha gam yemeyiz.

Şimdi gelelim asıl konuya…

– Bu gelinen nokta hangi yolun başlangıcıdır?

– Usta bizi nereye götürüyor?

– Nasıl götürüyor?

– Götürebilecek mi?

– Ustanın kadroları bu yüke hazır mı?

Önce sondan başlayalım; Ustanın kadroları bu yükselmeye, bu sıçramaya hazır değil. Ustanın kadroları kendilerinin buna hazır olmadıklarının farkında bile değiller. Ustanın kadroları; Neyin Farkında Olduklarının, Neyin İse Farkında Bile Olmadıklarının da Farkında Değiller.

Ustanın kadroları ilginç, gerçi onları da Usta seçti ama onlar da Ustanın izinde gitmekten, ustayı noktası virgülüne taklit etmekten başka asla bir şey düşünemediklerinden ve bunu bile beceremediklerinden Ustanın ayağına takılıyorlar. Değil yardımcı olmak, yol göstermek, engel de oluyorlar.

Ama bunun sonunda Usta zaten onlara gerek duymayacak. Zira Usta artık yolun da sonuna geliyor. Esasen Usta kendisi de gelecek dönem aday olmayacağını açıklıkla belirtti ve kuralları da buna göre oluşturdu. Fakat gerçek şu ki; Usta yola devam etse de etmese de O gerçek bir Usta olarak anılacaktır.

Bunu çok samimi söylüyorum. O enerji, o hareket, o koşu gerçekten görülmüş şey değildi. Onu bu yönüyle saygıyla anmak zorundayız.

Şimdi bu yazımızdan sonra lütfen üç yıI önce yine Çorum Haber’de yayınlanan (10.10.2009) tarihli yazımızı okuyunuz; B İ R M İ L L E T ON İ K İ D E V L E T !. ve 2003′ yani (8) yıl önce Sayın Abdullah Gül’ün o zaman Başbakan olarak açtığı FORUM’da yayınlanan iki yazımızı “AB KÜÇÜMSEMEYİN AMA..” AB DERKEN..” isimli yazılarımızı okuyunuz.

Hemen hemen on yıl kadar önce bu olayı biz görmüş ve yazmışız; özetle demişiz ki;

“Biz Avrupa Birliğinin Peşinden Koşmak Yerine alternatif çözümler üzerinde durmalıyız; O zaman onlar bizim peşimizden koşacaklardır”

ASYA EKONOMİK TOPLULUĞU gibi ORTADOĞU EKONOMİK TOPLULUĞU

gibi alternatif çözümlere yönelirsek onlar bize geleceklerdir.

Ve bakınız işte oldu..,

Bunu yapan da Şimdiki Yönetim ve onun başındaki Başbakan’dır, Recep Tayyip Erdoğan. İşte onun için SAĞOLASIN USTA diyoruz.

Bu bağlamda o gerçekten tarihsel işlevini tamamlamakta ve Türkiye’ye bu anlamda çağ atlatmaktadır. Bu gerçekten büyük bir olgudur. Ona nasip olmuştur.

Evet şimdi o üç yıl önceki yazımızı; “Bir Millet On İki Devlet” isimli yazımızı tekrar okuyunuz zira artık buradan devam edeceğiz.

Bu gidişin sonu OSMANLI’dır.. Ancak Emperyalist bir Osmanlı İmparatorluğu ve Padişahlık değildir. Kesinlikle değildir. Bu gidişin sonu; “Avrupa Birliği” gibi; “Rusya Devletler Topluğu” benzeri ekonomik ve siyasi bir birliktir. Bir “Emperyal Devlet” değil bir “Devletler Birliği”dir. Ve işte Avrupa’nın da katılacağı, katılmaya can atacağı oluşum da budur.

Bunun, geçmişi, geleceği, şekli, oluşumu ve yapısı ve onun da yeni ustaları ise; “DUVAN DE OTOMAN” isimli 16. kitabımızda anlatılmaktadır.

Herkese selam sevgi ve saygılar sunuyorum.

Ana Haberleri İzlerken

Ortalama Türk insanı; genellikle akşam televizyonun karşısına geçer ve günün haberlerini izler.Bu radyo döneminden başlayıp televizyonla devam eden bir alışkanlık haline gelmiştir.

Türkiye’de ve dünyada,haber niteliği taşıyan ve Türk insanının haberdar edilmesi icap eden binlerce olay vardır.

Eğer iyi niyetli ve objektif bir yayıncı iseniz,  bunların arasından kendinize göre yapacağınız önem sırasına göre bir haber bülteni hazırlar ve izleyici ile buluşturursunuz.

Ancak televizyonun karşısına geçtiğinizde ve adına “anchorman” denilen adamların sunduğu haberlerin neredeyse tamamının aynı olduğu ve aynı zamanlama ile ekrana geldiğini görürsünüz. Peki bu nasıl olmaktadır?

Farklı televizyon kanalları, ayrı binalar, birbirinden değişik çalışanlar ve patronlar varken nasıl oluyor da aynı haberler aynı zamanda Türk halkının önüne getiriliyor?

Sadece bu haberlerle kalsa tesadüf deyip geçebilirsiniz. Evlilik programları, bitmek bilmez diziler ve sadece bölücülüğün tartışıldığı programlarda; konular, yapımcılar ve konuklar hep aynı veya birbirine benzer olmaktadır.

İsterseniz “zaping” denilen şeyi yapın! Özellikle haberler ve aynı saate denk gelen yayın kuşaklarında ne anlatmak istediğimi çok net olarak göreceksiniz.

Bunun halkı etkilemeye dönük psikolojik bir yöntem olduğundan zerrece kuşku yoktur. Türk milleti ve devleti geçmişte defalarca psikolojik operasyonlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu kez de Türk milletinin psikolojisini zayıflatmayı isteyen düşman güçler onu “ver kurtul” noktasına getirerek kazanmaya çalışmaktadır.

Psikolojik propagandanın hedefi;  özellikle barışta dikkatli bakışları başka tarafa çevirmek, dostu zayıf, düşmanı güçlü göstermek, halkın fikriyatını bozmak için yapılan maksatlı çalışmalardır. Bir ülke halkı ne kadar cahil olursa ve de doğrulardan uzak tutulursa propagandanın tesiri o kadar kolay ve hızlı olur.

Terörle ilgili olarak;  günümüzde sivillere,  polislere,  kadınlara,  öğretmenlere,  memurlara,  çocuklara yönelik yaşanan eylemlerin, televizyon ekranları ve gazete sayfalarında Türk halkına sunuluşu; “Barış ve Ateşkes” kavramları adı altında istenilen hedefe varmak içindir.

Barış ve ateşkes; savaş ve karşılıklılık esası varsa konuşulacak ve gerçekleştirilecek olgulardır. Oysa Türk devleti ve milletinin, karşısında, savaştığı ve ateşkes ile barışı konuşmayı gerektirecek bir devlet ve ordu yoktur. Öyleyse kimle ateşkes ve barış yapılacaktır?

Karşınızda olmayan bir güçle barış ve ateşkes yapılır mı? Ama size birileri televizyon kanallarında ve gazete sayfalarında “bu barışı yapın” diyor. Hatta buna mecbur olduğumuz söyleniyor.

Ve bu barışın nasıl yapılacağını da size gösteriyorlar: “Yeni Anayasa” bu barışın mihenk noktasıdır diye. Bunu kim söylüyor? PKK’yı karşımıza kim diktiyse onun etki ajanı olarak vazife gören medya ve sözde aydın tayfası bunu televizyonlarda saatlerce bize anlatıyor. Niçin? Rakip ve düşman devletlerin, amaçlarının tahakkuku için…

Kazım Karabekir Paşa‘nın 1. Ordu Komutanlığı sırasında verdiği konferansları içeren ve 01.Aralık.1923’te Erkan-ı Harbiye Mektebi Külliyatında 13 numarayla Osmanlıca olarak yayınlanan eserde, Paşa: “İstihbarat; barışta ve harpte doğru haber almak, yanlış haber yaymak demektir” diye özetle tarif ediyor.

Yine Karabekir Paşa,  konumuzu ilgilendiren yanlış haber yaymak ya da bir haberi, Türk milletinin ve devletinin aleyhine biçimlendirerek toplumun önüne sunmayı başaran kişilerin “Yazarlık, gazetecilik, tercümanlık, saat tamirciliği, falcılık, aşçılık, hastabakıcılık, avcılık, çobanlık, seyyar satıcılık, şoförlük, arabacılık, balıkçılık, tüccarlık, işçilik velhasıl her şekle girerler” nitelendirilmesine de dikkat etmek gerekiyor.

Yine Kazım Karabekir Paşa; bu işlerin ülkemiz topraklarında çok kolay olduğunu ve bunun temelde üç nedeninin bulunduğunu vurgulaması da çok ilginçtir. Bu nedenler:

•1. Türk milletinden olmayan unsurların Türk milletine düşmanlığı ve para kazanma hırsları

•2. Türk milletinin, başka dinlerden İslam dinine geçmiş olanlara gelenek halinde olan güven ve itibarları

•3. Kapitülasyon dolayısıyla gelişemeyen,sanayi ve ticaret aleminde yabancı şirketler ve ajansların hakimiyeti, dolayısıyla ülkede yabancı nüfusunun çokluğu.

Bu üç unsura birde içimizden bazılarının kayıtsızlığı ve özellikle şehvet düşkünlüğü sebebiyle düştüğü gaflet de eklenirse işin korkunçluğu kolayca kavranabilir.”

Sanki Karabekir Paşa, 90 yıl öncesini değil de bu günü anlatıyor.

Onun için günümüzde medya üzerinden yaşanan gelişmelere bakarsak, Türk Milletinin bu gün çok ağır bir psikolojik propaganda ile karşı karşıya olduğu sonucuna varırız. Her türlü kurumu, kişiler üzerinden yürütülen değersizleştirme ve itibarsızlaştırma çabası, yoğun bir medya bombardımanı ile taçlandırılarak “Türk”süz bir anayasa isteniyor. Amaç anayasaya kürt veya başka bir kavramı sokmak değil sadece “Türk”e dair bütün tanımlamaları anayasal metinden çıkarmaktır. “Kürt” kavramı aslında bu gerçek hedefi perdelemek için yutturulmak istenen zorlama bir yemdir.

Bu nedenle son olayların size aktarılış biçimine karşı uyanık olun ve daima bilginizi kuvvetlendirerek “bunlar niye böyle oluyor” diye tefekkür edin. Bunu bırakın milletinizi ve devletinizi, hiç olmazsa kendiniz için yapın.

 

Gürültü Sever Millet!..

Tıp uzmanlarının birleştikleri bir gerçek var; bütün hastalıklar beyinden başlar.
Beyni yıpratan en önemli neden; stres…
Stres; yani bedenen ve ruhen aşırı gerginlik hali.
Bir insan neden strese girer?
Bir çok neden sayılabilir; ailevi ya da parasal sorunlar, işsizlik, işten atılma, bir insanla çatışma, trafikte yaşanan bir olay, yangın, terör, afetler…
İnsanı strese sokan en önemli nedenlerden biri de gürültü kirliliği!
İnsan kulağı, 90 desibelin üzerindeki seslerden olumsuz etkileniyor. Bu olumsuzluk beynimize kadar ulaşıyor ve ruhsal dengemizi bozuyor.
Bir Pazar sabahı, haftalık yorgunluğumun sonucu uykudayım. Birden kulağımı delip beynime sıçrayan bir gürültü ile uyanıyorum! Saatine bakıyorum, henüz 08.15.
Gürültünün nereden geldiğini araştırıyorum; komşumuz elektrikli testere ile odun kesiyor!
-Komşum, bir dinlenme günü sabahın erken saati olur mu bu gürültü? desem, kim bilir nasıl anlayacak? Belki de bana ters bir söz edecek ya da küsecek. Belki de; “Ukala herif, geç vakte kadar oturacağına erken yat erken kalk!” Ya da; “Ne yapalım yani, kış geliyor, odun da mı kesmeyelim?” diyecek…
Evin 15-20 metre önünden yol geçiyor. Egsozu patlak bir Halk Otobüsü, yüksek bir gürültü ile geçiyor! Şoför için bu çirkin ses bir zevk olmalı! Bir de havalı kornasına asılıyor! Keyfe bakın!..
Sonra, bir düğün alayı geçiyor; ard arda sıralanmış araçların korna sesleri mahalleyi çınlatıyor!
Gazete almak için evden çıkıyorum; yolda yürürken, giderek yükselen bir müzik sesi duyuyorum. Yaklaşınca görüyorum ki, tüm camları açık bir otomobilden geliyor bu gürültü! Dört genç var aracın içinde, şoför beyaz atletiyle! Ateş basmış olmalı!
Akşamüzeri ortalık biraz sakin, bahçeye çıkıyorum. Önce, hurdacı geçiyor; avaz avaz bağırıyor ses düzeninden; “Hurdacı geldi hurdacı.” diye.  Az sonra patates-soğan satıcısı geçiyor; “Bir çuval patis 10 lira” diye! Yol üzerinde belediyenin koyduğu tabelalar geliyor aklıma; “Ses düzeni ile satış yapmak yasaktır” diye yazıyor!
Belediye yazıyor ama denetlemiyor!
Ben bu gürültü harmanını, kentin gürültüsünden kaçıp sığındığım Büyük Derbent’te yaşıyorum!
Ya sizler?
Kent merkezinde yaşamak zorunda olanlar?
Sizler ne alemdesiniz?
Yaşadığınız gürültü terörünün ve bu terörün ruh dünyanızı nasıl sarstığının farkında mısınız?
Yakalandığınız pek çok hastalığın çıkış noktasının bu “gürültü terörü” olduğunun farkında mısınız?
Neden bu kadar çok gürültü sever bir millet olduğumuzu hiç düşünüyor musunuz?