12.7 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1091

Kediye Kedi Demek

Fransızların bir sözü var “kediye kedi demek” bu sözü en son Fransa devlet başkanı Sarkozy İran için kullandı  ve dünya siyasi edebiyatına da bu sözle bir deyim kazandırmış oldu. Yani demek istenilen; hiç kıvırttırmadan, eğilip bükülmeden yapılan işin adını doğru koymak.
Son günlerde hepimizin malumu olduğu gibi terör belâsı yeniden hız kazandı, zaten hiç bir zaman durmamıştı ama seçimler dolayısıyla hükümetle PKK arasında yapılan müzakere sonucunda sadece ötelenmişti. Bu vesileyle şu sıralar sınır ötesi harekât sözcüğü çok sık telaffuz edilir oldu. Daha önceleri muhalefet partileri, özellikle MHP sınır ötesi konusunu ısrarla gündeme getirirken hükümet, bundan şiddetle kaçınırdı ve hatta tabir yerindeyse bazan da alaya alırdı. Ama bakıyoruzda son günlerde sınır ötesi sözcüğünü nedense ağzından hiçte düşürmüyor. Nihayet Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılan bir görüşme ve oylama ile PKK ile mücadele adı altında sınır ötesi harekât teskeresi alınmış oldu…
Nedense dedim ama bunun nedeni gayet açık.ABD, kendi askerlerini Kuzey Iraktan yılbaşına kadar çekecek ve oradaki Kürtler bir yerde kendi başlarına sahipsiz, korumasız kalacaklar. Zaten Araplar bunlara diş biliyorlar, kolaymı Saddam öldürüldükten  sonra en az bir milyon Arap katledildi, genç kız ve kadınlarının bir çoğuna tecavüz edildi ve bir çok aydın ve vatan sever hapishanelere dolduruldu. Bütün bunların hiç birisi olmamış, yaşanmamış gibi kabul edilebilirmi, bunun içinmi gitti bunca canlar veya Kürtler gelip bunca zengin Petrol yataklarının üzerinde kendi devletlerini kursunlar diyemi?
Hafızalarımızı birazcık yoklayacak olursak komşu hükümet yetkilileriyle birlikte bizim hükümetimizde dahil olmak kaydıyla daha dün denecek zamana kadar Irak devletinin bölünmez bütünlüğünden bahsederlerken, bu günlerde ne yazıkki bu bütünlükten artık basedilmez oldu. Peşmerge liderleri devletin en üst düzey yetkilileri tarafından kabul ve ziyaret edilir oldular. Sessiz sedasız bizler istesekte istemesekte bir Kürt devleti kurdurulacak ve bunun en son hamiliğinide ne yazıkki Türk askerine yaptıracaklar ve bu olay alavere,dalavere derken her zaman olduğu gibi hafızalara Türkiyenin Araplara attığı gol olarak kazılacak.
“Yukarıdaki satırlar, en son 24 şehit haberinden önce yazılmıştı maalesef burnuma kötü kokular geliyor. İçimiz kan ağlasada görüyorsunuzki sistem tıkır, tıkır işliyor ve buyurun size Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesi için bir gerekçe daha doğdu”

Sağlık ve Sağlıklı Yaşama – 1

Sağlık, beden ve ruh olarak tam bir iyilik halidir. Sağlıklı olma ve sağlıklı yaşamada doğru alışkanlıklar önemlidir. Doğru ve uygun beslenme, yeterli hareketlilik, yeterli uykuya sahip olma, uygun fizik aktivite, kişisel hijyen kurallarına uymak sağlığın sürdürülmesin de önemli etkenlerdir.

Sağlığın değiştiremeyeceğimiz, etkileyemeyeceğimiz yönleri vardır. Bunlar ailemizden gelen genetik vasıflarımızdır. Bunlara etki etmemiz mümkün değildir. Fakat sağlığımızı etkileyen diğer önemli bir  husus ise yaşam tarzımızdır. Bu tamamen bizim etkileyebileceğimiz bir durumdur. Yeterli ilgi, doğru bilgi ve uygulamalarla yaşam tarzımızı önemli ölçüde yönlendirerek sağlığımızı iyileştirebilir veya kötüleştirebiliriz.

Belirli ararlıklarla sağlık kontrol muayeneleri yaptırmıyor; şeker- kolesterol-ürik asit-üre gibi kan tahlilleriyle kendimizi takip ettirmiyor; hareket ve egzersiz alışkanlıklarımız yok veya yetersiz ise; beslenmemizde yeterli ve dengeli gıda almıyor, gerekli vitamin ve besin destekleriyle kendimize bakmıyorsak; yeterince ve uygun dinlenmiyor, uykumuza-tatilimize dikkat etmiyorsak, ailemizle birlikte bizi ferahlatacak imkanlarla moral sağlığımıza dikkat etmiyor, çevremizle ilişkilerimiz de olumlulardan ziyade olumsuz bir ortam oluşturuyorsak temel yapımız-genetiğimiz ne kadar iyi olursa olsun sağlığımız tehlike altında olacak ve yaşama kalitemiz gittikçe kötüleşen bir hayatımız olacak demektir.

Ruh ve beden sağlığı için egzersizin önemi büyüktür. Uygun ve yeterli bir egzersiz kalbimizin dostudur. Bu kalp ve damar hastalıklarını önleyerek daha sağlıklı ve uzun hayat sürmemizi sağlar. Varsa şekerimizin, tansiyonumuzun daha kolay kontrolüne destek verir. Adale ve iskelet sistemimizi güçlendirir ve hastalanmasını önler, yaşlanmamızı geciktirir. Moral sağlığımızı iyileştirir.

Yeterli ve uygun bir egzersizin ölçüsü nedir? Neler yapılabilir?

Yürümek, koşmak, yüzmek, bisiklete binmek, merdiven çıkmak, kayak yapmak…. Bize istediğimiz faydayı sağlayacak spor çeşitleridir.

Haftada iki- üç kez 30 – 35 dakikalık veya günde üç-dört kez 10 dakika yapılan bir egzersizle yeterli faydayı sağlayabiliriz. Her egzersizden önce ısınma hareketleriyle vücudumuzu hazırlamalı, sonra sporumuzu yapmalıyız. Bu sporun sonrasında da soğuma hareketleriyle kas ve adalelerimizi rahatlatmalıyız.

Kalp hastalığımız var ise, tansiyon hastası isek veya yaşımız 60’ı geçmiş ise önce bir doktor kontrolünden geçip doktorunuzun tavsiyesi çerçevesinde spor yapmalıyız. Sporumuzu sürekli kılmak bunun lüzumluluğuna inanıp günlük programımıza koymakla mümkün olur. Sporumuzu daha eğlenceli hale getirmek için sevdiğimiz bir spor türünü seçmeli ve uyumlu bir grup kurmaya çalışmalıyız.

Şehrimizde, Kocaeli’mizde yaşadığımız için  böyle bir imkanı çok daha kolay bulabiliriz. Özellikle son dönemde yerel yönetimlerin gerek yürüyüş parkurları; gerek yüzme salonları; gerekse hafif egzersiz yapmaya uygun yerlerin oldukça fazlalaşması ve kolayca ulaşılabilmesi mümkündür. Yeter ki biz niyet edip böyle bir işe zaman ayırabilelim.

Kocaeli’miz de İzmit merkez dahil her bir ilçemizde birden fazla yürüyüş parkurları mevcuttur. Nerede ise her mahallede kültür  fizik hareketlerine yardımcı spor aletlerimiz şehir insanına hizmet vermek için hazırdır. Halka hizmet veren yüzme havuzlarının sayısı her geçen gün artmaktadır. Yürüyüş parkurlarımız böyle bir ihtiyacı fazlası ile verebilecek özelliktedir. İster deniz kenarında  denizin temiz kokusu ve martı sesleri eşliğinde, ister dere kenarında doğal ve tabii güzellikler içinde yürüyüş yapma imkanları mevcuttur. Bu ortam ve imkanlar sebebiyle Kocaeli’nde yaşayan insanlarımız arasında her geçen gün daha fazla insan spor yapar hale gelmektedir. Büyükşehir Belediye Başkanımızın konuya önem vermesi ve bizzat kendisinin sabah yürüyüşlerini alışkanlık haline getirip insanlara önderlik yapması takdir ve tebrik edilecek bir husustur.Kendi döneminde yapılan bu yürüyüş parkurları döneminin unutulmayacak ve hayırla hatırlanacak basit gibi görünen fakat çok önemli bir hizmet çeşidi olarak kayıtlara geçecektir.

Sporun önemi ve  imkanlarımız bu kadar uygun iken Kocaeli’nde yaşayan bizlere niyet etmek ve gayret etmek kalmaktadır. Kadın-erkek ayırt etmeden insanlarımızın daha sağlıklı bir hayat sürmesi için hiç bir ekonomik yük gerektirmeyen böyle bir alışkanlığı edinmesi dilek ve temennisi ile sağlıklı bir gelecek dilerim.

Terördeki Kirli Eller

Terör, uluslar arası siyasetin kirli bir yolu ve aracıdır.
Hemen her ülkede farklı etnik ve dini gruplar birlikte yaşar. Herhangi bir ülkenin üzerinde emperyal amaçları olan güçlü ülkeler bu ayrılıklar üzerinden kirli siyaset yaparlar!
Mahallenin delikanlısı, mahallenin kopillerini birbirine karşı kışkırtır, onların kavgalarını sadist bir zevkle izler, sonra bir tokat birine bir tokat ötekine vurur; “ayrılın lan” der!
Terör sahnesinde de oyun böyle oynanır!
Küresel ölçekte faaliyet gösteren Çok Uluslu Şirketler, bir ülkenin petrol ve maden kaynaklarını ele geçirmek ya da silah satışlarını artırmak için, bölgesel savaşları kışkırtmak için terörü maddi manevi desteklerler!
Dünyadaki terörün en büyük aktörü NATO’dur!
NATO, emperyalist güçlerin yani “Küresel Şirketlerin” silahlı gücüdür.
NATO, Libya’ya saldırırken “NATO’nun Libya’da işi ne?” diyen Başbakanımız, daha sonra bu saldırının destekçisi olmadı mı?
SURİYE, düne kadar iyi komşumuzdu da şimdi neden “tü kaka” oldu?
NATO ve ABD istedi diye, topraklarımızda kurulacak olan “Füze Kalkanı” emperyal güçlerin ve İsrail’in kalkanı değil mi?
 İran’a yönelik bu kirli düzen, bu en eski dost ve komşumuzla aramızı açmaz mı?
Suriye ve İran hiçbir şey yapmadan sadece uzaktan mı bakarlar sanıyorsunuz!?
“Uluslar arası siyasette güçlü olmak ve liderliğe oynamak için ULUSAL GÜÇ açısından güçlü olmalısınız!”
Dış borçları sürekli büyüyen, bütçesinin önemli kısmını borç faizlerine ayıran, dış ticaret açığı yükselen, ekonomik düzeni- bankaları, sigorta şirketleri, borsası, en stratejik kuruluşları- yabancıların kontrolünde olan bir ülkenin uluslar arası siyasette rolü ne olabilir?
Ancak “figüran” ya da “dublör” olur!
Bu gerçeğin bilincinde olmayan ve kendisini baş aktör gibi görenlerin bu ülkenin başına getirdiği bir beladır terör!
“Komşularla sıfır sorun” diyerek komşularıyla, en yakın dostlarıyla bozuşan bir oynak dış siyasetin ağır faturasıdır terör!
Teröristler bunca silahı, mühimmatı, yiyeceği, içeceği, giyeceği nereden buluyor sanıyorsunuz?
Sözde uydular ve insansız casus uçaklarla teröristleri adım adım takip ediyoruz!
Nerede bu uydular?
Nerede bu casus uçaklar?
Kimin ipi kimin elinde biliyor musunuz!?
 

‘İnsanlar Konuşa Konuşa…’ isimli kitabın yazarı Yrd. Doç. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN ile AİLE üzerine söyleşi – 1

‘İNSANLAR KONUŞA KONUŞA…’ isimli kitabın yazarı Yrd. Doç. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN ile AİLE üzerine söyleşi:

‘Aile bağlarındaki gevşemenin sonrasında, çatırdayan toplum yapımızı görmeliyiz.’ Diyen Dr. Doğan; kalabalıklara, feryat edercesine sesleniyor: ‘Akıl bulutlarını üzerinize, çile heybenizi sırtınıza alınız ve yuvanızı dağıtmayınız!’
GİRİŞ
Aile kelimesi günlük dilde çok değişik kavramları ve grupları tanımlamak için de kullanılır. Mesela; ‘Ayşe, iyi bir aile kızıdır’ denildiğinde, Ayşe’nin ahlaken mazbut, eli ev işlerine yatkın, büyüklerine saygılı olmak gibi meziyetlere sahip olduğu anlaşılır. Bir başkası; ‘Benim ailem Adana’dan gelmiş’ dediği zaman, annesiyle babasının, hatta belki de dedelerinin Adana’da yaşamış olduğu düşünülür. ‘Bu bir aile toplantısıdır.’ denildiğinde, o toplantıda yalnızca akrabaların bulunacağı anlaşılır. Bunlar; babalar, anneler, kardeşler, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar, yeğenler ve evlilik bağıyla aileye katılmış kişilerdir. Bütün bunlar bize, aile kavramının her zaman evliliğe veya ortak atalara dayalı ilişkileri kapsadığını göstermektedir.
Çağdaş toplumlarda, yeni evlenen çiftler genellikle baba evinden ayrılarak yeni bir evde yaşamaya başlarlar. Oysa bundan yüz, iki yüz yıl önce yeni evliler, evlenen erkeğin veya bayanın ailesinin yanında otururlardı. Anne, baba, kızlar, damatlar, oğullar, gelinler ve torunların aynı çatı altında yaşadığı böyle ailelere ‘geniş aile’ deniyordu. Bu gelenek, tarıma dayalı klasik aile yapısını koruyan birçok toplumda bugün de devam etmektedir.
Sanayileşmiş çağdaş toplumlarda, özellikle şehirlerde geniş aileler yerini giderek küçük ailelere bırakmıştır. Anne, baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan bu küçük ailelere çekirdek aile denir. Çekirdek aile, yalnız birey sayısıyla değil yapısıyla da geniş aileden çok farklıdır. Çekirdek aile, şehirlerdeki hayat ve üretim şartlarına bağlı olarak doğmuştur. Köylük kesimde aile, çoğu defa bütün bireylerin birlikte çalışıp birlikte ürettikleri ekonomik bir birimdir. Ama aile şehirlerde bu özelliğini kaybeder. Aile bireyleri, üretimin aile dışında yapılmasından dolayı, ev dışında çalışarak bağımsız hale gelirler. Bu durum, geniş ailedeki katı alt-üst ilişkilerini ortadan kaldırır ve ailede daha eşitlikçi ilişkilerin oluşmasını sağlar. Çocukların bilgi ve beceri edinmelerini, toplumla bütünleşmelerini sağlama işlevini üstlenen aile, bireyin geleceğinin bir parçasıdır.
Aile bağlarının zayıf olduğu toplumlarda insanların huzuru ve ruh sağlıkları problemli bir hal alır.
Aile kavramı, dünyanın her tarafında ekonomik, sosyal kültürel sebeplerle, aile fertlerinin değişik sebeplerle ayrı şehirlerde ve ülkelerde yaşamak mecburiyetinde kalması gibi etkenlerle giderek önemini kaybetmektedir. Halbuki aile, bir milletin temelini teşkil eder. Aile müessesesindeki zaaf ve çöküntü, milletlerin çöküntüsüne yol açar. Güçlü milletler, ancak güçlü, birbirine bağlı birbirlerini seven ve destekleyen ailelerin varlığı ile sağlanabilir.
Aile haftası bu oluşumu sağlamak maksadıyla ihdas edilmiştir. Şüphesiz senenin bir günü ile bu oluşumu sağlamak mümkün olmayabilir. Hafta boyu gerçekleştirilen etkinliklerle kavramın anlatılması ve aile şuurunun giderek güçlenmesi ve bu şuurun kalıcılığının sağlanması hedeflenmektedir.
Ana-Baba-Çocuk Eğitimi uzmanı, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Süleyman Doğan, arkadaşı ve meslektaşı Doç. Dr. Candemir Doğan ile; ‘İnsanlar Konuşa Konuşa’ isimli bir kitap yayınladı. Kitabın alt başlığı: ‘Aile İçi İletişim, Aile Sosyolojisi, Eğitim ve Başarı’ Kitap okuyucuyu, ‘Ailede Sevgi Eğitimi’ hakkında bilgilendiriyor.
Ülkemizde 10-16 Ekim arasındaki günler; Aile Haftası olarak değerlendiriliyor. Bu sebeple; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Doğan ile ‘Aile’ üzerine engin ve derin bir söyleşi yaptık. İki bölüm hâlinde yayınlanacak olan bu sohbeti zevkle okuyacağınıza inanıyorum. Umulur ki verilen bilgiler, daha sağlıklı bir toplum yapısına sâhip olmamıza katkıda bulunur.
İyi okumalar.
OĞUZ ÇETİNOĞLU

Oğuz Çetinoğlu: ‘İnsanlar Konuşa Konuşa’ isimli kitabınızın tanıtımıyla başlayalım isterseniz.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Doğan: Arkadaşım Doç. Dr. Candemir Doğan ile birlikte kafa kafaya verdik, uzun ve yorucu çalışmanız neticesinde; İnsanlar Konuşa Konuşa (Aile İçi İletişim, Aile Sosyolojisi, Eğitim ve Başarı) isimli kitabı hazırladık. Uzun ve yorucu bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkan eser özellikle bayanların aile içi iletişimine katkı sağlayacak nitelikte. Gelişmiş bir iletişim becerim olsun ve sağlıklı iletişim kurayım ve mutlu olayım diyenler… Kendisine verilen dilin bir mucize olduğuna inanan ve onu insanlara karşı doğru, etkili ve yerinde kullanmak isteyenler.. Bu kitap, ister erkek ister kadın olsun, hayatın herhangi bir kesiminde, herhangi bir yaşta, bir ailenin üyesi olarak sorumluluklarını bilmek isteyen herkesin el kitabıdır. İletişim, aile ve mutluluk problemlerinin ortaya çıkmasını önlemek isteyen, çıkan problemleri en etkili yöntemlerle çözerek mutlu olmak isteyenlerin kılavuzudur.
Çetinoğlu: ‘Aile’ kavramını nasıl târif ediyorsunuz?
Doğan: Aile; korunma, barınma, güçlenme, başarılı olma, sevinme, mutlu olma gibi insanlığın bütün ihtiyaçlarının ittifakla en kuvvetli ifade edildiği bir kurumdur.
İnsan sosyal bir varlık olduğundan yalnız başına düğün yapamaz, matem tutamaz, başarının zirvesine çıkması için mutlu bir aile hayatına ihtiyacı vardır. Mutlu bir aile hayatının anahtarı da sağlıklı bir iletişimdir. Ailede problemlerini çıkmadan önleyecek olan iksir, hoşgörülü iletişimdir. Hatta istenmeyerek ortaya çıkan problemleri büyümeden önleyecek olan da yine hoşgörülü iletişimdir. Çünkü hoşgörülü iletişim, işlem alanı olarak fizikî etki alanının, bilginin kontrol ederek denetlediği aklın etki alanının da çok ötelerine giderek, insanın fiziken ve aklen birlikte kaynaşmasını sağlar. Yani hoşgörülü iletişim üçboyutlu bir terbiye verir. Hoşgörülü iletişim, sağlıklı bireyin doğal davranışı ve aile içi ilişkilerin temelidir. İnsanın kendisine güvenini, saygısını, sevgisini çevresiyle paylaşarak kendisiyle barışıklığının tekrar kendisine katlanarak fazlasıyla dönmesini sağlayan sosyal bir bağlaşım tertibatıdır. Aileyi sevginin kaynağı ve bereketine boğmanın tek yolu ve hoşgörülü iletişimi hayat prensibi haline getirmektir.
İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren çevreyle sürekli iletişim ve etkileşim içine girer. Kişiliğimizi iletişim alışkanlıklarımızla ve çabamızla ortaya koyarız. İletişim; bilgilerin düşüncelerin ve duyguların sözlü ve sözsüz olarak bireyden bireye veya gruptan gruba aktarılma, iletilme sürecidir. İletişimin sağlıklı olabilmesi için alıcı ve kaynağın birbirine güven duyması gerekir. İletişim süreci, kimin, neyi, kime, nasıl ve ne ile söylediğidir.
İki insan birbirinin farkına vardığı andan itibaren iletişim başlar. Söylediği söylemediği yaptığı yapmadığı her şeyin anlamı vardır. Yüz ifadesinin beden duruşunun, sesin, bakışın anlamı vardır. İnsan ilişkilerinde birey beş temel ilişki ihtiyacını karşılamak ister. Bu ihtiyaçlar, önemsenme, kabul edilme, değerli görünme, yeterli görünme ve sevilmedir.
Aile içinde anne ve babanın kişilik yapısı, çocuğun kişiliğini şekillendirir. Ailenin vereceği iyi bir eğitim çocuğuyla kurduğu sağlıklı iletişim becerilerini kullanmasına bağlıdır. Bu sağlıklı iletişimi çocukla kurabilmek için önce onu tanımak ve onun temel ihtiyaçlarına saygı duymak gerekir. Sıkıntılarına-problemlerine çözüm bulma, etkin dinleme ve çocukların benliğine saygı duyma gibi temel iletişim becerileri ile çocuklara daha olumlu yaklaşabiliriz. Çocukları tanımada ve anlamada en önemli yollardan biri de faydalı kitaplarla birlikte çocuk ve anne-baba arasındaki etkili iletişim köprüsünü doğru kurmaktan geçer.
Çetinoğlu: Etkili iletişim, eğitimli insanların ulaşacağı başarıdır. Ülkemizde bu konudaki eğitim ne durumdadır?
Doğan: Aile, özellikle hayatın ilk yıllarında çocuğun gelişimini destekleyen en önemli kurumdur. Araştırmalar ailenin çocuk yetiştirme tutumunun gelişim üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Erken yaşta annelere ve çocuklarına sağlanan desteğin onlar üzerinde olumlu etkileri olduğu belirtilmektedir. İnsanın kişiliğini kazanmasına, hayata hazırlanmasına en çok tesir eden çevrelerin başında aile ocağı gelir. İnsanın ömrü boyunca en çok etkisi altında kaldığı bu aile çevresi, insanî ilişkilerin başladığı ilk iletişim alanıdır. Aile ocağında ilişkiler uyum içersinde sürdürülüyorsa orada çocuklar huzurlu ve mutludur.
Ana-baba okulu veya ana-baba eğitimi şeklinde çalışmalar batıya nispeten ülkemizde çok eski değildir. Fransa’da 1929, ABD’de 1880’li yıllarda başlatılan Ana-Baba Okulları, öğüt vermek yerine ana-babaların şahsî çabalarını uyandıran, onlara rehberlik eden ve dayanışma duygusunu kazandıran birer kurum niteliğinde ortaya çıkmıştır. Ülkemizde Ana-Baba Okulu çalışması 1962-1963 yıllarında merhum Ord. Prof. Dr. İhsan Şükrü Aksel’in Akıl Hıfzıssıhhası Cemiyeti Başkanı olarak, Mediko-Sosyal ve Askerî Tıbbiye’de uygulamaya koyduğu anne-babalara haftalık sohbet toplantılarıyla başlamıştır. Yine ülkemizde sistemli ve programlı bir Ana-Baba Okulu modeliyse İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü tarafından 1989 yılı başından itibaren gerçekleştirilmiştir. Verilen bu seminerler daha sonra Prof. Dr. Haluk Yavuzer’in editörlüğünde, Remzi Kitabevi tarafından “Ana-Baba Okulu” adıyla kitaplaştırılmıştır. Bizim “Ana-Baba-Çocuk Eğitimi” (ABÇE) ismiyle ortaya koyduğumuz eser bu alanda yazılmış belki de en geniş kapsamlı kitaptır.
Çetinoğlu: Gazetelerde cinnet, karı-koca, töre, kıskançlık, anne-baba-evlat cinayetleri haberlerinden geçilmiyor. Buna birde televizyonlarda yer alan ve insanlarımızın büyük bölümünün rağbet ettiği ‘aile cinayetleri, boşanma hikâyeleri’ üzerine düzenlenmiş programları ekleyin. Bütün bu curcuna ve yozlaşma içerisinde ‘aile kutsaldır’ inancının geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğan: Efendim! Her şeyden önce aile gelecek neslin devamını sağlayan en önemli kurumdur. Aile çatısını; bir mahremiyet ocağı, mukaddes çatı olarak biliriz… Biliriz ki, o çatı korundukça ve yüceldikçe onunla birlikte, millet te yücelmiştir.
İlk sadakat yeminimiz oradadır. Oradadır, sevdayı hicapla tanımlayan ruh ve gönül güzelliği… Oradadır, ilk dersimiz… İlk sözümüz, ilk hukukumuz, bütün ilklerle edebimiz, adabımız, irfanımız, şecaatimiz oradadır…
Oradadır, aynaya düşen ilk resmimiz… Hayata mana veren; ilk ilmikler, şekil bulan ilk örgüler, desenler, çizgiler, bir kilim gibi uzanır, gider…
Çetinoğlu: Çocuğun yetişmesinde ailenin etkisi çok önemli olmalı…
Doğan: Çocuğun yetişmesinde ailenin etkisi hakkında söylenecekler bitmez. Özellikle çocuk eğitiminde ailenin önemi ve sorumlulukları son derece önemlidir. Gerek çocukluğun ilk yılları olan okul öncesi dönemde, gerekse okul yıllarında ailenin vermiş olduğu eğitim veya takındığı tavır çocuğun kişilik gelişimini önemli oranda etkilemektedir.
Bu konuda yapılan araştırmalar gösteriyor ki çocuğun kişilik gelişiminin % 65’i okul öncesi dönem dediğimiz 0-6 yaş döneminde oluşmaktadır. Bu dönemde çocukta oluşan olumlu veya olumsuz kişilik yapısı daha sonraki dönemlerde telafisi zor sonuçları doğurmaktadır. Yaşamın ilk yıllarını olumsuz şartler içinde geçirmiş olan bireylerin bu olumsuzlukları yetişkin olduklarında da devam ettirdikleri gözlenmiştir. Birey yetişkin olsa da çocuklukta yaşamış olduğu ailenin ve almış olduğu aile eğitiminin etkilerini taşımaktadır.
Bazı anne babalar çocuklarıyla gerektiği gibi ilgilenmezler. Çocuğa karşı davranışlarında onu birey olarak görmeme eğilimi yüksektir. Aralarında geçimsizlik bulunan anne babalar çocukları için bu duruma katlandıklarını ifade ederler. Bu durumda çocuk kendisinin istenmediğini düşünür. Anne babalar çocuklarını ayrı bir kişi ayrı bir birey olarak görmezler. Kendileri nasıl davranıyorsa çocuktan da aynı davranışları beklerler. Bu durum çocuğun kişilik ve ruhsal gelişimini olumsuz etkiler.
Hiç düşündünüz mü, bu milleti içerisinde yaşadığımız siyasî ve ekonomik buhranlara rağmen ayakta tutan esrar, sır perdesi sorumlu ve şuurlu insanımızın aile ocağından aldığı ve oradan sürekli beslendiği yüksek ‘ahlakî moral değerleri…’ olmuştur! İnancımızın aile ocağına yüklediği ilahî telkinler o kadar etkileyici ve güçlüdür ki, aile fertlerinin her birini sağlam birer direk gibi bulundukları yerlerde metin bir kaya gibi tutuyor. İlahî bir vecdle, “Allah’a, Resulüne, anne ve babanıza itaat ediniz…” çağrısı evlatlar üzerinde öyle bir gönül muhabbeti oluşturuyor ki, ayrışmaya asla müsaade etmiyor!
Çetinoğlu: Günümüzde, aile kurumunda kaygı verici değişimler yaşanıyor. Ne dersiniz?
Doğan: Maalesef!
Aile ocağında, gelinen nokta itibariyle ciddi bir kırılma görülüyor. Bunun en önemli sebebi anne ve babadan kaynaklanıyor. Çünkü çocuk ailede neyi görürse onu öğrenir. Aile adeta bir tiyatro sahnesi gibidir. Öncelikle çocuk seyircidir. Anne baba ise sahnede başrol oynayan oyunculardır. Bu oyuncular yeniden kendilerini gözden geçirmeleri gerekir.
Çetinoğlu: Adliye koridorlarına bakıldığında toplumda evli çiftin kalmadığı düşünülebilir. Siz de kitabınızda buna değiniyorsunuz ancak buna rağmen “güçlü aile” yapısının varlığını savunuyorsunuz. Bu inancınız toplumun genelini kapsıyor mu yoksa bir temenni mi?
Doğan: Batı ülkeleriyle kıyasladığımızda genelde bizim aile yapımız hala güçlü görünüyor. Ancak son yıllarda boşanma oranlarına bakınca geleceğe dair aile ocağında bu güçlü yapıyı sarsıcı gelişmeler olacağı gözden kaçmıyor. Bu durum karşısında bir an geliyor, içinizden haykırmak hissi yükseliyor. Durun, durun kalabalıklar… Alık, alık yürümeyin! Alınız, ‘akıl bulutlarını’ üzerinize… Alınız, ‘çile heybesini’ sırtınıza… Kum taneleri gibi, serilsin sevdanız üzerinize… Işık olup aksın idrakiniz… Yaksın bütün karanlıkları… Yaksın bütün kötülükleri… Güzel yuvanızı dağıtmayın. Birbirinize zulmetmeyin.
Diye içimizden haykırmak geliyor.
Her gün ‘aile’ ile ilgili körkütük haberler üzerimize kaynar sular gibi dökülür… Aile içerisindeki o sağlam bağlar çatırdıyor diyorlar; aslında kırılan ve dökülen geleceğimiz olacağını niye düşünmeyiz! Nasıl olur da, ‘evlat, anne ve babanın dilinden anlamaz…’ diyorlar! Sükûtumuz, asrımızda öyle vahşi çığlıklara boğuluyor ki, sormayınız… Sözün evvelinde ve sonrasında; varsa, yoksa aile diyoruz… Yarınımız, geleceğimiz diyoruz… Hiçbir şeye başıboş bakamayız… Bilir misiniz, her tüten ocakta ‘yüreğimizin yandığını…’ Sevdalarımızın bir ömrü bürüyerek yürüdüğünü… Ona, o yüreğe en küçük bir lekeye bile tahammülümüz olmamalı değil mi?
Çetinoğlu: Büyük annesiz, babaannesiz, dedesiz ailelere ‘çekirdek aile’ deniliyor. Anne-baba ve evladı: Çekirdek ailenin fotoğrafında bu üçü var. Bazen yalnızca ilk ikisi… Bu tür ailelerde mutluluk olabilir mi?
Doğan: Çekirdek aile, modern ve şehirli hayatın hem resmi hem de ispatı oldu. Köylü ve varoş kadınların doğurgan, çok çocuklu ama yoksul ama mutsuz ama istekleri yerine getirilmemiş resmi, gelişmiş modern kadının ise sadece “kız-erkek” iki çocuğa çocuklu ve huzurlu ve mutlu gülümseyen fotoğrafları sunuldu. Çekirdek aile yapısı gerçekten mutlu aile midir?
Efendim, değişen ve gelişen şehir nüfusunun yüzde altmışı köy kökenlidir. İstanbul’u örnek alalım: İstanbul’da büyüttüğünüz çocukla Anadolu’nun ücra bir köşesinde büyütmeye çalıştığınız çocuğun talepleri arasında çok ciddî farklar vardır. Yani geldiğiniz yerde aldığınız kültür ve alışkanlıklarla İstanbul’da çocuk büyütmek ve aynı muameleyi yapmak sıkıntılar meydana getiriyor. Yani Türkiye’de hâlâ şehir kültürüne ve hayatına alışamamış çok geniş kitleler var. İnsanın köylü olması ayıp değil ama şehirde köylü kalması ayıptır. Şehir kültürüne, hayatına fert olarak aile olarak doğru ve düzgün bir şekilde alışmalıdır.
Şehir hayatında köyde olduğu gibi çok geniş aileleri bir arada tutmak hem zordur hem de güçtür. Bu demek değildir ki çekirdek aile en ideal ailedir. Bir kere aile bireylerinin birbiri ile doğru iletişimi çok önemli. Aile sıcaklığını yaşamamış bir çocuktan sağlıklı bir kişilik gelişimi beklenemez. Hayatında istediği yerlere gelememiş anne babaların ideallerini çocuklarının üzerinde gerçekleştirmek istediklerini görüyoruz. Mesela gençliğinde doktor olmak isteyip de olamayan anne veya baba bu isteğini çocuğunda gerçekleştirmek istiyor. Çocuğu tanımadan onun ilgi ve isteklerini görmezden gelerek sırf kendi isteğini gerçekleştirmek için çabalayan binlerce aile var ülkemizde. Baba çocuk üzerinde sağlıklı bir otorite kurmazsa o çocuk disiplini zor öğrenir.
Çocukların ayrı bir birey olduğunun farkına varılmalı. Onun ilgi ve isteklerinin olabileceği bilinmeli. Çocuklar sevgiden ve ilgiden mahrum bırakılmamalı. Fakat bu sevgi ve ilgi gereğinden fazla olmamalı. Çocuklara sorumluluk verilmeli, onun kendini ifade etmesi ve gerçekleştirmesi teşvik edilmeli. Çocuklarımızın iyi birer yetişkin olması bizlerin iyi birer anne ve baba olmasına bağlıdır. Mutluluk insanların birbiriyle doğru iletişimine ve sorumluluk almasına bağlıdır. İnsanlar geniş ailede de çekirdek ailede de mutlu olabilirler. İlla ki şu aile tipi ve yapısı mutlu eder diye genel bir kural koymak veya yargıda bulunmak sanırım doğru bir yaklaşım olmaz.
Çetinoğlu: Boşanma vakalarının arttığı bu süreçte ‘parçalanmış aile’ler çocukları konusunda nelere dikkat etmeleri gerekiyor?
Doğan: Aile; kişinin sadece kendisi olduğu için sevildiği bir yerdir. Ona sahip çıkmak ülkeye ve bu ülkenin geleceğine sahip çıkmak demektir. Milletler aileler ile yaşar. Dağılmış ailelerde, ruh sağlığı açısından ciddî bir tehlike saklıdır.
Uzun dönemli yapılan çalışmalarda parçalanmış aile çocuklarında diğerlerine göre sosyal, psikolojik ve fizik gelişimde olumsuz yönde belirgin farklar var. Bu çocuklar ileri yaşlarda evlilik hakkında kaygı duyuyorlar veya evlenmeyi daha az istiyorlar veya başarılı bir ilişki kurma konusunda karamsar oluyorlar. Yapı ile ilgili ve hissî faktörler ayrı yaşayan anne veya babanın biyolojik çocukları ile temasını etkilemektedir. Çocuklarından ayrı olan anneler, babalara göre daha sık çocukları ile görüşmektedirler. Çünkü toplum anneden böyle bir beklenti içindedir. Çocukları ile beraber yaşayan anneler yine çocukları ile beraber yaşayan babalardan daha çok çocuklarına sahip çıkmaktadırlar. Yakın zamanlı bazı çalışmalar göstermiştir ki, ayrı yaşayan ve yeniden evlenen babanın fizikî olarak çocukları ile görüşmesi belirgin olarak azalmaktadır.
Boşanmış ailelerin, özellikle şu hususlara dikkat etmeleri gerekir.
1- Çocukların beraber yaşadığı ebeveyni ile olan ilişkisinin kalitesi,
2-. Her iki ebeveyn arasındaki çatışmanın devam etmesi,
3- Ailenin ekonomik durumu,
4- Çocukların beraber yaşamadıkları ebeveyn ile görüşme sıklık ve kalitesi.
Çocukların durumu ve beraber yaşadıkları yetişkin ile ilişkileri: Çeşitli sıkıntılardan sonra boşanma meydana geldiği için beraber yaşadıkları ebeveyn ile çocuk arasında birtakım zorluklar gözlenmiştir.
Bu konuda, kitabımızın, Prof. Dr. Kemal Sayar Bey tarafından yazılan bölümünde doyurucu bilgiler bulmak mümkündür.
Çetinoğlu: Boşanma vakaları konusunda istatistikî verilere sahip misiniz? En çok boşanma vakaları klasik usullere göre evlenenler de mi yoksa flört ederek evlenenler de mi görülüyor?
Doğan: Son 30 yılda bütün dünyada boşanma oranlarında dramatik bir artış meydana gelmiştir. Amerika da 1960 ve 1970’lerde artış göstermeye başlayan bu oranın, 1980’lerde tarihteki en yüksek seviyelere ulaştığı görülmüştür. Türkiye’de de son on yılda boşanma oranlarında gözle görülür bir artış olmuştur. Artışlarla birlikte, çocukların problemleri de ikiye katlamıştır. İnsanların ikinci evliliklerinde daha başarılı olmaları beklenirken ikinci ve üçüncü evliliklerinde de boşanma oranı yüksek çıkmıştır. Bu yüksek boşanma oranı, çok geniş sayıdaki çocukları etkilemektedir. Çocuğun sağlıklı birey olarak topluma kazandırılabilmesi için anne ve babanın birlikte olduğu bir aile ortamına ihtiyaç vardır. Çünkü eksik bir ebeveynin yeri doldurulamamakta, parçalanmış ailelerin çocuklarında yeteneklerin gelişimi düşmekte ve yetişkin rolünü başarıyla benimseyememektedirler. Bu çocukların durumu, yalnızca kendilerini ilgilendirmemektedir. Onlar, geleceğimizin yetişkinleri olacakları için toplumun genel sağlığı açısından da çok önem arz etmektedirler. Yine bu alanda kitabımızda evlilik öncesi ve sonrası durumla ilgili olarak Yrd. Doç. Dr. A. Muhsin Yılmazçoban Bey’in yazdığı bölümde doyurucu bilgiler vardır.
Toplumda kültür ve zihniyet ile davranış ve tutumlar arasında var olan çelişkiler giderilmelidir. Sağlıklı bir aile ve toplum yapısına ulaşmak, son derece önem arz etmektedir. Boşanmaların ve mutsuz evliliklerin önlenebilmesi ailenin kuruluşundan daha önce evlilik öncesi sürecin iyi yönetilmesi ve sürekli bilinç artırımının gözetilerek önleyici hekimlik türü metotlarla mümkün olacaktır.
Çetinoğlu: Editörlüğünü yaptığınız ‘Ana-Baba-Çocuk Eğitimi’ isimli kitabınızda toplumla ilgili değişim sürecinde romanların etkisinden bahsediyorsunuz. Özel televizyonların artmasıyla birlikte her gün ekranlara hâkimiyet kuran televizyon dizileri konusundaki görüşleriniz nedir?
Doğan: Televizyon ve dizi bağımlılığı endişe verici boyuttadır. Programların çekiciliğinin artırılarak insanlar televizyon bağımlısı durumuna getirildi. Son dönemlerde dizi senaryoları, tarihî roman ve hikâyelerden alınıyor. Televizyon dizileri kitap okuma alışkanlığını öldürüyor. Senaryo kaynaklarını edebî hikâye ve romanlardan alan diziler kitaplar hakkında ön fikir vermekte ve bilgi doygunluğuna sebep olmaktadır. Okuyucu kitapların içeriğini bildiğini sanarak kitapla yüzleşmenin gereksiz olduğuna inanmaktadır. Bu sebeple televizyon ve dizi bağımlılığı endişe vericidir. Birçok kişi zamanının büyük bölümünü televizyon karşısında geçiriyor. Bu da insanın pasif duruma sokuyor. Bugün dizi bağımlılığı adeta sigara bağımlılığı gibi zararlıdır. Çünkü insanı mahkûm etmekte ve kendine bağlamaktadır.
‘Sihirli diziler, gerçek hayatın sihrini bozuyor.’
Fantastik diziler ve filmlerin çocukların gerçek hayatı algılamasını zorlaştırıyor. Senaryosunu büyü, sihir gibi, çocukların anlamakta güçlük çekeceği konulardan alan diziler ve filmlerin gerçek hayatta yaşanmayacak bu tür durumları, olacakmış gibi algılamasına ve beklenti içine girmesine sebep oluyor. Bu tür diziler, filmler, çocukların gerçek hayatı algılamasını zorlaştırıyor. Sağlıklı hayal kuramayan çocuklar, gerçeküstü kurdukları hayallerinin gerçekleşmemesi durumunda hayal kırıklığı yaşayacaklardır. Eğlenceli ve bol renkli dizileri, çocuklarda sağlıksız hayal dünyası oluşturuyor. Fantastik tür dediğimiz bu tür yapımlar, çocukların eskiden kurduğu ‘Büyüyünce pilot olacağım, büyüyünce öğretmen olacağım.’ Şeklindeki hayallerini yıktı. Şimdiki çocuklar büyüyünce ‘cin olacağım’ diyorlar. Bu gerçekleşmeyecek hayaller, çocukların beklentiye girmesine sebep oluyor. O yaşlarda hassas olan, duygulu çocuklar, beklentilerini karşılamayınca, hayata karşı bir önyargıyla başlıyorlar. Çünkü televizyonla kurulan iletişim tek kanallıdır. Çocuk burada pasiftir, aktif değildir. Hayallerinin gerçekleşmeyeceğini görmesiyle daha da pasifleşecektir.
(Yrd. Doç. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN’ın biyografisi, yarın yayınlanacak olan ikinci ve son bölümde verilecektir.)

AİLE HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ:

İslâm’dan önce de iffet, ismet, vefâ ve sadâkat, fedâkârlık ve işbirliği temelleri üzerinde çok sağlam bir yapı teşkil eden Türk ailesi, İslâmlığın kabulünden sonra da Mukaddes Nikâh Bağı ile teşekkül eden, karşılıklı anlayış, sevgi, saygı, himâye ve yardımlaşma ile güçlenen kutsal bir ocak hâlinde devam etmiştir. Ailenin birliğini ve sağlam yapısını bozacak kötü davranışlar kesinlikle yasaklanmış ve kınanmıştır. Türk milletinin bin türlü tehlike ve güçlükler içinden geçerek, dağılmadan, yok olmadan bugüne ulaşmasında, bu sağlam aile yapısının büyük rolü olmuştur. Türk ailesi bir millî kültür, manevî terbiye ve fazilet ocağıdır. Güzel Türkçe’yi bu ocakta öğreniriz. Doğar doğmaz ismimizden önce kulağımıza Allah ve Peygamberimizin yüce ve güzel adları söylenir. Ana sütü bedenimizi beslerken, Türklük ve İslâmlık da ruhumuzu, fikrimizi, mâneviyatımızı besler. Her türlü bozulma ve yabancılaşmaya karşı en emîn korunma ve savunma siperimiz, aile ocağımızdır. Meşru temeli nikâh olan Türk aile ocağı bu özellikleriyle devam etmelidir.
Ailede çözülme ve bozulma, Türk milletinin yıkılışı demek olur. Onun için aile yapımız, çağın şartları içinde, manevî özellikleri bozulmadan, güçlendirilerek korunmalıdır. Bu gerçeğe dayalı olarak Anayasamız da aileyi ‘Türk toplumunun temeli’ saymıştır.
Çekirdek aile, târihî aile yapımıza da uygun, çağdaş aile tipi olmakla beraber, maddî veya manevî bakımdan muhtaç olan akraba ve yakınlar – özellikle yaşlılarla öksüz ve yetim çocuklara – ailenin tabiî üyeleri gibi yardım edilmeli, gerekirse aile çatısı altına, aile yuvasının sıcak ve şefkatli bağrına alınmalarında tereddüt edilmemelidir. Bu, insanlık, İslâmlık ve Türklük gereğidir.

 

Türk Milleti mi, “Marjinaller” mi?

Terör devamlı Türkiye’nin gündemindedir. Türkiye hedef alınan bir coğrafi konum üzerindedir. Dost, düşman terörü bize karşı kullanmaktadır. Terörle mücadelenin uzun soluklu bir faaliyet olduğunu kararlılık ve süreklilik gerektirdiğini unutarak açılımlara girdik. Hatta silah bırakmamış örgütle doğrudan veya dolaylı müzakereye giriştik. Örgütün isteklerini silahsızlanma şartı ile kabul eder olduk. Askerimizle uğraştık. Dış taleplerle kurumu yıpratmaya çalıştık. Terörle mücadele edenlerle mücadele ettik.  Kuzey Irak’taki yönetimi ve Bağdat’ı destekledik. Onlara olmadık hizmetler verdik. Onlardan medet umduk. Yanlış anlaşmalar yaparak mücadeleyi izin alarak yapar duruma girdik. Pazarlık gücümüzü yitirdik.

Yeni anayasayı bile etnik merkezli ve marjinalleri destekler şekilde hazırlamaya çalışıyoruz. Bütünü değil de araştırmalarda %5-7 arasında değişen milli kimliği, devleti ve vatandaşlığı reddeden marjinalleri esas aldık. Ondan sonra da terörden şikâyetçi oluyoruz. Bu çelişkiyi Türkiye çözmeli. Siyasi iktidar kadar ona rey verenleri de vebal altında bulunduğunu artık fark edelim. Dizi izlemekten, yalan rüzgârlarından ve oyalayıcı konulardan fırsat bulabilirsek…

Anayasa veya başka bir konuda bir şeyler yapacaksak,  Türk Milletinin varlığını göz ardı edemeyiz. Yapılan bütün araştırmalar etnik kimliği değil, milli kimliğin ön planda yer alması gerektiğini gösteriyor ve etnik ırkçılığı, bölücülüğü reddediyor. Bunun en son örneklerinden birisi de 2011 Türkiye Değerler Araştırması‘dır. Türklüğü ile iftihar edenlerin oranı %70’i geçiyor. “Oldukça iftihar ederim” diyenlerin oranı da %15’lere dayanıyor. Türklüğü reddedenler %6’da kalıyor.

Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nce yapılan bir araştırmada  “Türk Dili ve Türk Kültürü içinde yaşıyorum” ve “öncelikle bunlar gelir” diyenlerin oranı %86’yı buluyor. “Etnik dilim ön planda yer alır, Türk Dili ve kültürü ile bir bağım yoktur” diyenler %5 çıkıyor.

Bilgesan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nce yapılan araştırmada Bağımsız Kürt Devleti talebi anadili Kürtçe olanlarda %9.9’dur. Federasyon talebi de  %5 dolayındadır. Genelde araştırmalarda bir yanlış yapılıyor. Zazalar çok farklı bir yapıda olmalarına rağmen, Kürtlerle bir gösteriliyor. Kürt ırkçılığı çizgisinde olanlar buna bilhassa dikkat ediyor.

Değişik araştırmalarda ortaya çıkan sonuçlar tavizcileri, açılımcıları ve Türkiye’yi tanınmaz hale getirmek isteyenleri açıkça tekzip ediyor; doğrulamıyor.

Bu durumda %5-7 dolayında olan marjinal bir grubu ve dış dayatmaları esas alarak Türkiye bir anayasa oyunu oynanamaz. Kürt vatandaşlarımız da önemli oranda terör örgütü ile veya aynı hedefleri silahsız gerçekleştirmek isteyenlerle aynı çizgide değildir. Kurmançça konuşan herkesi PKK üyesi görmek de son derece yanlıştır. Terör örgütünün amaçlarına hizmet eder.

Bize yabancı olan etnik ayrımcılık ve ırkçılıkla bu kadar uğraşmak yerine; ülkenin asıl sorunlarını ele almalıyız. İşsizliği, bugünün sanayi toplumlarını karşılaştığı sorunlarla ileride karşılaşmamak için neler yapılması gerektiğini düşünmeliyiz. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi kuşatmadan nasıl kurtarılacağını tartışmalıyız. Dev adımlarla büyüyen dış ticaret açığı ve cari açığın yarattığı ipotekleri, Türkiye’yi ithal cennetine dönüştüren yanlış kur politikasını, ithalat patlamasını, her yıl 15-20 milyar dolar faiz ve kar olarak dışarıya yapılan transferleri, bankaların dış açık dolayısıyla yabancılara gittiğini düşünmeliyiz.

Uygulanan İktisat Politikasının dışarı ile ortak bir azınlık grubu tatmin ettiğini, Türk Milletini fakirleştirdiğini, ülke çıkarları ile bağdaşmadığını görelim. (Bu konuda Prof. Dr. Esfender Korkmaz’ın yazılarını dikkatle izleyelim.) Zaten ülke çıkarlarını hesaba katarsak, ekonomik krizlerin hemen kapımızda olduğunu bilelim.”ABD’nin menfaatlerine dokunmayalım, ABD ileride Müslümanlaşacak” şeklinde CIA bağlantılı sözde Müslümanların acıklı halini fark edelim. Yaklaşık 82 ülkede internet kullanılarak yapılan protesto hareketlerinin, yürümeyen, köhneleşmiş Dünya düzenine isyanın bizi de ilgilendirdiğini fark edelim.

Kentimizi Seviyoruz

Giderek kalabalıklaşıyoruz. Yollara, caddelere ve kaldırımlara sığmıyoruz. 3.625 kilometre kare alanda bir buçuk milyon kişi bir arada yaşıyoruz. Yurdumuzun her köşesinden gelmişiz. Zengin bir kültüre ve renge sahibiz. Ayrı ve gâyrı gözetmeden hep beraber bu kentte yaşamaya çalışıyoruz.

Coğrafi konumumuz nedeniyle çok özel bir şehiriz. Her gün binlerce motorlu aracın geçtiği, onlarca şilebin limanlarımıza gelip gittiği, tren taşımacılığının gerçekleştiği, yüzlerce fabrikanın üretim yaptığı, binlerce tüccar ve esnafın faaliyette olduğu bir kentteyiz.

Yüzbinlerce öğrencimiz, kamu ve özel sektör çalışanlarımız, işçilerimiz ve pek çok nedenle diğer illerimizden, kentimize gelen gidenlerin yüküyle beraber olağanüstü hareketli bir ortamda yaşıyoruz.

Çok önemli bir kentiz. Ülkemizin en çok vergi veren ikinci, vergi tahakkukunu ödemede birinci şehiriz. Gayri safi milli hasıladan  fert başına en fazla payı alan insanların bir arada yaşadığı,  güçlü bir çekim merkezini oluşturuyoruz. 

Büyük ölçüde bu nedenle, birbirinden şöhretli, pahalı markalar ana caddelerimizi ışıklı ve görkemli vitrinleriyle donatmaktadırlar. Büyük marketler çoktan beridir faaliyettedirler. 

Son zamanların renkli gelişmelerinden biri de kaldırımlara taşan sokak ve cadde kafelerimizdir. 

Aynı kaldırımlarda, simitçi, börekçi, ceviz, kestane, mısır, şam tatlısı, incir ve benzeri ürünleri satan seyyar satıcılarımız da, yer almaktadır. 

Kentimizde yaşayanların otoları, genelde ana cadde ve sokakların bir tarafını park olarak kullanmaktadır. Kaldırımlarımız, halkımızın yoğun hareketliliğiyle dolup taşmaktadır.

Kent içi ve çevre yollarımız da ayrıca sürekli olarak , hareket halindeki motorlu taşıtlara hizmet vermektedir. Doğal olarak taşıtların egzoz deşarjlarıyla havamız kirlenmektedir. 

Belediye görevlilerimizin, özverili, yoğun ve iyi niyetli hizmetlerini ve hizmet üretme girişimlerini elbette, takdir ile izlemekteyiz. 

Ancak, açıkça söylemek gerekirse, tüm çabalara rağmen kentimizin yerleşim, şehircilik, ulaşım ve çevre konularında yeni çözümlere ihtiyaç vardır. 

Yeni tarz çağdaş öngörüler oluşturabilmek için, belediye ve kent yetkililerinin, şehircilik bilimine hakim, bilgi ve birikime sahip, sosyo-ekonomik gelişmeleri sentezleyebilen uzmanlara gereksinmeleri vardır. 

Var olanı korumak ve iyileştirmek kadar yeni çekim alanlarını hazırlamak da önemlidir. İleriye dönük olarak yeni alanların kazanılması ve modern normlara uygun olarak biçimlendirilmesi, düzenlenmesi, yalnız bizler için değil gelecek kuşaklar için de gereklidir. 

Hiç kuşku yok ki, yeni ve köklü dönüşüm projelerini uygulayabilmek çok zordur. Parasal gücün yanında, birbirinden farklı pek çok konuların yeniden yapılandırılmaları gerekecektir. Ancak sayın başbakanımız ve hükümetimiz yeni faaliyet dönemlerinde gerçekleşecek olan büyük ve çağdaş yatırımları peş peşe gündeme getirmektedirler.   

Büyük beğeni ile izlediğimiz bu girişimlerden şehrimizin de  pay almasını ve şehircilik alanında  atılım yapılmasını diliyoruz.

 

Fetvada Ehliyet

Bir konuda son kararı vermek oldukça zordur. Bir de Yüce Allah adına din ile ilgili karar vermek, fetva vermek de zor ve vebal gerektiren bir durumdur.

Bu gün dünyada her alanda tahminlerimizin üzerinde gelişme ve değişmeler yaşanmaktadır. Teknolojik gelişmeler, bütün alanlarda son derece hızlı bir şekilde yerini almış durumdadır. Sürekli değişiklik ve yenilikler gözlenmektedir.

Adeta dünyada var olan nimetler, Hakk’ın eserleri olarak tek tek ortaya çıkmaktadır. Her türlü değişme ve gelişmeler karşısında dinimizin rolü ve konumu nedir? Bizim bu değişme ve gelişmeler karşısında konumumuz ne olmalıdır?

Her şeyden önce şu hususun bilinmesine mutlaka ihtiyaç vardır: Dinin sahibi Allah’tır. Hükümlerde tasarruf sahibi de O’dur. “Dikkat edin halis din yalnız Allah’ındır”ayeti bunun en açık delilidir. (Zümer, 39/3) Kullara düşen görev ise; “Dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk etmektir.” (Zümer, 39/2)

Bu ölçü içerisinde hareket etmeye çalışmak öncelikli bir görevdir. Ancak her konuda olduğu gibi dini konularda da ehil olanlar kadar, ehil olmayanlar da kendilerini söz sahibi zannetmektedirler.

Böyle olunca, fetvalar çoğalmakta, hükümlerde karışıklıklar meydana gelmektedir. Ehil olmayanlar sadece verdikleri fetvadan değil, fetva vermekten de sorumludurlar.

Ehil olmayanlardan fetva alanlarda sorumluluktan kurtulamaz. Bu durumda “Fetva nedir? Fetva kimden alınmalıdır? Herkes fetva verebilir mi?” sorularına cevap bulmamız gerekir.

Fetva, “Bir olayla ilgili hükmü açıklayan, kuvvetli ve kesin cevaptır.” Fıkıh terimi olarak, “Fakih bir kişinin sorulan fıkhi bir meseleye yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap, ortaya koyduğu hüküm” demektir. Bu hükmü yeterli fıkıh bilgisi olan vermelidir, aksi halde verilen fetvalar telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir. Zamanımızda yaşanmakta olan bazı olumsuz hadiseler de bundan kaynaklanmaktadır.

Fetva verecek kimsede şu beş şartın bulunması gerekir: 1-İyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek, 2-İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak, 3-Kendisinden ve bilgisinden emin olmak, 4-Halka kendi otoritesini kabul ettirmek, 5-Fert ve toplum olarak insanları tanımak.

Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi fetva veren şahsın,  fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basiretli, vereceği fetvanın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir.(İslam Hukuk Metodolojisi, M. Ebu Zehra, s.391 vd.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında, mazeretinden dolayı teyemmüm ile yetinmesi gereken sahabeye su ile boy abdesti aldıran ve bu yüzden hastalanıp ölümüne sebep olanlara, Resulullah (s.a.s); “Allah onları kahretsin, adamı öldürdüler. Madem ki bilmiyorlar, bilene sorsalar ya; aczin, bilgisizliğin çaresi ve ilacı sormaktır” (Ebu Davud, Et-Tahare, (336) 1/93) buyurarak sormayı ve araştırmayı teşvik etmiş, bilgisizliği ve cüretkârlığı kınamıştır.

Bu gün bu konudaki problemlerin başında cüretkârlık gelmektedir. Bunun ardından da vebal gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)“Kime ilme müstenit olmayan bir fetva verilmişse, bunun günahı ona fetva verene aittir. Kim, bir kardeşine, gerçeğin başka olduğunu bile bile, farklı bir irşatta bulunursa ona ihanet etmiş olur”[(Ebu Davud, İlim, 8, (3657)]buyurmuştur.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak ‘Bu helaldir, bu da haramdır’ demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Muhakkak ki Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler” (Nahl, 16/116)buyurarak kişinin yeterli bilgiye sahip olmadan dini konularda fetva vermesinin ne derece ağır bir vebal olduğunu bildirmiştir.

Bundan dolayı Sahabe-i Kiram fetva vermekten kaçınmışlar, bu işi fakîh olanlara havale etmişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.s) kendisine bir mesele sorulduğunda çoğu zaman vahiy gelmesini bekler, ondan sonra cevaplardı.

Dini konularda ehil olan kimselerin fetvalarına, insanları doğru bir şekilde bilgilendirmelerineher zaman ihtiyaç vardır. Aksi halde dini konularda devam eden fetva furyası insanlarımızı rahatsız etmekte ve üzerlerine daha fazla sorumluluklar yüklemektedir. Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu gibi,“Bilmeyenlerin bilenlere ve ehline sorması”(Enbiyâ, 21/7) problemlerin çözümü için tek çıkar yoldur. Bilmeyenlerin de bilmedikleri şeyleri söylemenin haram olduğunu (A’râf, 7/33) unutmamaları gerekmektedir.

 

 

İzmit’in Kaldırımları!

Yağmurlu bir İzmit akşamında, Salim Dervişoğlu caddesine, kaldırımda ilerliyorum.
Kaldırımlar oynak ve sulu!
Kaldırımlarda sıkça su birikintileri.
Kaldırımda değil, sığ bir denizde yürüyor gibiyim!
“Belki, Sabancı Kültür Merkezi önünde daha düzgündür” diye düşünüyorum. Ne yazık ki, orada da kaldırımlar oynak!
Büyükşehir Belediyesi önündekiler de öyle!
“Karaosmanoğlu yağmurlu bir gün bu kaldırımlarda yürüse ne hisseder?” diye soruyorum kendi kendime!
Çoraplarım vıcık vıcık olmuş.
Paçalarım, çektiği sularla  giderek ağırlaşıyor!
İyi ki şemsiyem var. O da olmasa nice olurdu halim?
Necip Fazıl bu kaldırımlarda yürüse, o ünlü şiiri “Kaldırımlar” ı nasıl yazardı?
Kaldırım taşları ayağımın altında oynadıkça daha çok su alıyor giysilerim!
Kaldırım taşları oynar mı?
Kaldırımlar üzerine minik havuzlar oluşur mu?
Kimler yaptı bu kaldırımları?
Kim ihale etti?
Kimler kalite kontrolü yapıp teslim aldı?
İşin ehli olanlar mı yaptı, yoksa “bizimkiler!” mi?
Bu kaldırımları yapanların aldıkları para helal mi?
Yurt dışında bir çok ülkede kaldırımları inceledim.
Hiç biri bizimkiler gibi oynak değil!
Hiç birinde su birikmiyor; yola doğru ince bir meyil verilmiş, yağmurda bile kaldırımlar çorap ya da paçalara su pompalamıyor!
Üstelik, yoldan yaklaşık 25-30 santim yüksekliğinde kaldırım örneği yalnızca bizde var!
Dolgudan iyi para kazanılıyor olmalı!?
Uzun sözün kısası; İzmit’in kaldırımları kaldırım değil!
Üstelik hemen her dönemde yeniden ve yeniden kaldırım inşaatları yapıldığı halde!
Kaldırım işi birilerine iyi para kazandırıyor belki ama, ceremesini en ağır biçimde bizler, bu kentin dilsiz sakinleri yaşıyoruz!
Kaldırımların bize yaptıkları işkence az bile!
Biz bunu hak ediyoruz; çünkü, işi ehline vermiyoruz!..

Hac ve Düşündürdükleri – 2

Say: Safa ve Merve tepeleri arasında dört gidiş üç gelişten ibarettir.
Allah(cc)ın Hz Hacer’e verdiği görev yâda yüklediği misyondur.
Hz Hacer, zenci ve köledir.
Allah (cc) bütün görevlerin asil ve soylu olanlarda toplanmasını istemiyor.
Eğer öyle olsaydı Bu görevi bir kraliçeye verir.
O’nun adını kıyamete kadar yaşatırdı.
Say; bebek yaştaki Hz İsmail’in su ihtiyacından dolayı
Ana yüreğiyle Hz Hacer’in sağa sola koşuşturmasıdır.
Bir anne, bir yavru ve ıssız bir ortam
Hikmeti hüda
Say Arapça kökenli bir kelime olup çalışma ve gayret etmek demektir.
Yani acze düşerek ümit kesmek yok.
Bu gayretin neticesinde Hz İsmail’in ayaklarının dibinden su fışkırıyor.
Bunu gören anne Hz Hacer sevinçten gözleri parlamış bir vaziyette
Adeta havaya zıplayarak bağırıyor
ZEM, ZEM
Yani dur gitme, kaybolma
Evet, bugün içtiğimiz zemzem suyu
Bilim adamlarınca yapılan bir araştırmaya göre yer altındaki suların eğimi Mekke’ye doğrudur
Arafat: Mekke’den az bir uzaklıkta bulunan tepenin adıdır.
Hac ibadeti Mekke Medine ve Arafat üçgeninde oluşur.
Peygamberimiz Arafat’ın önemine binaen ”Hac Arafat’tır.”buyurmuştur.
Arafat’ta peygamberimizin bir taş sutunla işaretlediği bir yer vardır.
Orası Hz Âdem ile Hz Havanın buluştuğu yerdir.
Öğlen namazı ile ikindi namazı birleştirilerek birlikte kılınır.
Arafat’ta vakfe yapılır.
Yanı durulur.
Bu duruş Dünyada Müslüman’ın kimin yanında ve kimin karşısında duracağının göstergesidir.
Sizin yeriniz Musa’nın yanımı yoksa Firavun’un yanı mı?
Müslüman’ın duruşu zamana zemine konjöktüre göre değildir.
Müslüman hakkın yanında batılın karşısındadır.
Mazlumun yanında zalimin karşısındadır.
Müslüman zulmün karşısında olduğu gibi, fırsatını bulunca kendiside zulmetmez.
Müzdelife: Rivayetlere göre Hz Âdem ile Hz Hava’nın izdivaç yaptığı yerdir.
Yine rivayetlere göre şeytan burada çok üzülmüştür.
Bir Âdem ile uğraşmam gerekirken şimdi binlerce milyonlarca Âdem ile uğraşacağım.
Müzdelife’den şeytana atılacak taşlar toplanır.
Mina’ya geçilir.
Mina: Mina, Şeytanın temsili olarak üç bölümde simgelendiği yerdir.
Şeytan burada neden üç bölümde simgelenmiştir?
Bunun manası insanda kötülüklerin ana kaynağı üç yön vardır.
Yani insanın üç tane şeytana benzeyen  tarafı vardır.
Bunlar
1 – Servet duygusu: Haram kazancı taşlıyorum demektir
2 – Şöhret duygusu: Hak için olmayan şöhret afattır.
Nefsimi tatmin edici şöhreti de taşlıyorum.
Çünkü afatın sonu berbattır.
3 – Şehvet duygusu: Tüm bu duyguları gayri meşru yoldan elde etmeyi taşlıyorum demektir.
Günümüzde insanlar servet, şöhret ve şehvet için neler yapmıyorlar ki
Şeytanı taşlamakla insan kendindeki bu üç şeytanı duyguyu taşlıyor demektir.
Bu üç duygu üç şeytanı temsil eder.
Bunları çekin alın bakalım insanlarda kötülüklerden eser kalır mı?
Burada Ali Şeriati’yide rahmetle yâd etmek gerekir.
Der ki; Hacda Şeytanı taşlayanlar memleketlerine dönünce şeytanı alkışlarsalar burada taşlamasalar da olur
Müslüman neyi niçin yaptığını, neyi niçin terk ettiğini bilmelidir.
İşte buna şuur hali denir.
Kurban: Hz İbrahim(as) ilerlemiş yaşında tek erkek çocuğu olmasına,
Oğlu İsmail’i de çok ama çok sevmesine rağmen
Allah(cc) için ondan vaz geçebilmesi olayıdır.
Şeytan burada Hz İbrahim’i kararından vaz geçirmek için çok uğraşıyor.
Yaşın ilerlemiş.
Başka erkek çocuğun olmaz.
Rüyayı yanlış anlamışsındır.
Netice alamaz
İsmail in annesi Hacer’e gelir.
Kocan oğlunu kesecek
Sen bir anne olarak buna nasıl sessiz kalırsın
Koş yetiş
Engel ol
Netice alamaz
Koşarak İsmail’in yanına gelir.
Baban seni kesecek
Sen daha çok gençsin
Önünde güzel günler var
Sen buna nasıl razı olursun
Bir şeyler desene
Babana engel olsana
Netice alamaz
İşte buda Allah(cc) emirleri karşısında Müslüman bir baba
Müslüman bir anne
Müslüman bir evladın sergileyeceği tavır
Şeytanın hilelerine karşı dik duruşun simgesidir.
Bu anlayış Müslümanlar açısından ideal olandır.
Görünüşte zordur ama sonu hep olumlu gelir.
İdeal olanı Allah (cc)peygamberler ve veli kulları üzerinden gösterir.
Müslümanlarında öyle olmasını ister
Birde günümüz Müslümanları için reel olan var.
Değil evladımızı feda etmeyi Allah için maddi menfaatlarımızın ne kadarından vaz geçebiliriz.
Bu sıradan Müslümanlar için.
Birde gücü elinde bulunduranları düşünün.
Fedakârlık şöyle dursun
Hak ve hukuka ne kadar riayet ederler.
İnanmazsanız Müslüman zenginlerin yaşantılarına ve ücret politikalarına bir göz atın.
Reel olan ile ideal olanı bir birine karıştırmamak lazım.
İdeal olandan da hepten uzak durmamak lazım
İdeal olan taşladığımız şeytanı yaşantımızdan uzak tutmaktır.
Reel olan ise hacda taşlayıp döndükten sonra peşinden koşmaktır.
Günümüzde Müslümanlar açısından reel ve ideal dengesi kaça kaçtır?
Allah (cc) bizleri şeytana karşı dik duranlardan eylesin.
Siz Allah (cc) emirlerine ram olur
En sevdiklerinizden bile vaz geçmeyi göze alırsanız
Allah (cc) bunu karşılıksız bırakmaz.
İsmail’in yerine koç göndermesi gibi
Bütün Müslümanların bu şuurda olması temennisiyle…

Ortadoğu’da Çıban Başı: İsrail

Yahudiler Ortadoğu’da yerleşti yerleşeli bütün dünyanın huzuru bozuldu. Gün geçmiyor ki gazeteler, televizyonlar İsrail’in yeni bir tecavüzünden bahsetmesinler.

Kapitalist Yahudilik âleminin beslediği desteklediği bir avuç İsrail ordusu, kabına sığmamakta ve her türlü melanetleri yapmaktadır. Yakındoğu’nun Arap aleminin kalbine bir hançer gibi saplanan İsrail’in bu tecavüzleri karşısında Araplar tam bir birlik halinde hareket edememekte. Günlerini nutuklarla, mitinglerle, protestolarla geçirmektedirler. Bu sebeple de bütün Arap âleminde isyanlar, parçalanmalar devam etmektedir. Atlas Denizinden İran sınırlarına kadar yayılan 200 milyondan fazla nüfusa sahip olan Arap alemi 6 milyonluk İsrail’in hakkından gelememiş bütün haklarını Yahudilere çiğnetmişlerdir. 2 milyona yakın Arap kendi öz yurtlarından sürülmüş, Filistin mültecileri adı verilen bu zavallılar aç çıplak çöllerde dolaşmaktadırlar.

Diğer taraftan Arap zenginleri, şeyhleri, emirleri sayısız cariyeler, son model lüks arabalar türlü zevk sefa içinde binbir gece masallarının alemini yaşamaktadır. Bu adamlar ömründe bir defa olsun karnı doyuncaya kadar yemek yemeyen, bir defacık olsun kahkaha ile gülmeyen o mübarek Peygamberin Ümmetinden olamazlar. Bu günkü Arap aleminin İslamiyet’ten evvelki Araplarla hiçbir farkı yoktur.  

Arap memleketleri, Dünyanın en zengin memleketleridir. Zira bu memleketlerde 20. ve 21. asrın medeniyetinin şah damarı kanı canı olan zengin petrol kaynakları mevcuttur. Yerin üstüne hakim olamayan Arap yerin altından da bihaberdir. Biz Türkler din kardeşlerimiz olan Arapları her bakımdan kuvvetli kudretli kendi memleketlerinde hür ve müstakil hiçbir istismara yer vermeyen insanlar, devletler olarak görmek isteriz.   

Asırlarca bir arada yaşadık, adetleri adetlerimize, dilleri dilimize karışmış bütün içtimai hayatımıza girmiş, vicdanlarımıza kadar sinmiştir.  

Büyük Ortadoğu projesi gereği ABD’nin Ortadoğu’da ki devletlere saldırısını ve rejim değiştirmeye kalkışmasını millet olarak asla tasvip etmedik. Bu sebeple de İsrail’in Gazze’ye yardım için giden gemiye saldırıp dokuz vatandaşımızı şehit etmesi ve Arap Ülkelerindeki kargaşaları teşvik etmesi sebebiyle İsrail’den elçimizi çektik. Bu ülkelerden Suriye ve Mısır devamlı Türk düşmanlığı yapmış, Suriye yıllarca Terörist başını Şam da malikâneler de yaşatmış ve Hatay İlimizi bizden isteme cesaretini de göstermiştir. Bu ülkeler Türkiye aleyhine yapılan düşmanlıklar bize yöneltileceği yerde İsrail’e yönetilse Araplar sözlerinin eri olsalar ortada İsrail diye bir şey kalmayacağı gibi bütün Ortadoğu bilhassa Arap alemi büyük devletler arasında bir pazarlık mevzuu bir nüfuz sahası olmaktan çıkar Ortadoğu’da sulh ve sükunun muhafazası ve devamı isteniyorsa şöyle hareket edilmesi gerekmektedir.  

1- Ortadoğu’da devamlı huzursuzluğa sebep olan İsrail Arap ülkelerinin birleşmesi birlikte hareket etmesiyle Yahudi şımarıklığına son verebilirler.

2- Ortadoğu devletleri hassaten diğer İslam devletleriyle anlaşarak Atlantik’ten Endonezya ya kadar 500 milyon Müslüman dan müteşekkil bir topluluk halinde kuvvetli kudretli bir varlık halinde dünyanın karşısına dikilmelidir.  

3- Bu İslam devletleri krallıkları emirlikleri bırakmalı Cumhuriyet idaresine kendi hür iradeleri ile geçmelidirler. Böylece milletle devlet ve hükümet idare edenlerle idare edilenler arasındaki düşmanlık kalkmalıdır.  

Bu gün Ortadoğu’dan Fransızlar ve İngilizler çekilmiş görünmektedir. Ancak Ortadoğu’da ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın çıkarları çakışmaktadır. Ortak emperyalist politikalar Dünyanın her yerinde olduğu gibi Ortadoğu’da da ABD tarafından planlanır. Askeri operasyonları ABD icra eder istihbarat çalışmaları İngiltere kültürel faaliyetleri Fransa yürütür. Amaca ulaşmak için çeşitli dolapların çevrilmesi ve ortalığın karışması gerekir. Bunu tezgâhlayan da Almanya’dır. Bu gün Ortadoğu Arap ülkeleri isyanlarla, çatışmalarla karanlık günler geçiriyorsa bunun sebebi Ortadoğu’da çıkarları çakışan devletlerdir.  

İsrail Ortadoğu’da başlı başına bir meseledir. İsrail’i uzaktan yakından ilgilendiren her mesele dünya iktisadiyatını hatta fikriyatını elinde bulunduran Yahudilik alemini dolayısıyla bütün dünyayı ilgilendirir.  

Her devlet kendi boşluğunu kendisi dolduracak hale gelmeli. İçtimai iktisadi, siyasi her sahada kuvvetli olmalı memleketlerini bir istismar sahası olmaktan kurtarmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde hiç bu kadar acz içinde olmamıştır. Öğretmenleri kaçırılıyor, polisleri, askerleri, korucuları şehit ediliyor. PKK Teröristleri artık işi o kadar ileriye götürdüler ki kendi insanlarına kurşun sıkıyorlar. Bayanları öldürüyorlar ondan sonrada “Affedersiniz biz polis zannettik” diyorlar. Eskiden bir söz vardı ” doğmamış çocuğa don biçmek” şimdi “doğmamış çocuğa kefen biçiyorlar.”

Bizim yöneticilerimizde PKK terör örgütünün uzantılarıyla görüşmelerinden memnun hatta meclise gelmelerinden de büyük mutluluk duyuyorlar.

Yüce Allah milletimizi korusun.