21.6 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1089

50 Yaş Sendromu

 

1946-1964 arası kuşağı aslında en verimli olabilecekleri döneme giriyorlar. Oturmuş bir düzenleri ve gençleri yönlendirmede çok işe yarayacak tecrübeleri var. Fakat onlar yaşlanırken iş ortamındaki meslektaşları da gençleşiyor. Çalışma şekilleri ve ortamı değişiyor. 50 yaş üzeri çalışanlar da genellikle bu değişimlere ayak uyduramıyorlar.”

Tam benim neslimi anlatan böyle bir başlık ve alt başlıkla çıkan yazıya bigâne kalamadım. Hürriyet Gazetesinin İK (İnsan Kaynakları) ekinde çıkan yazı 26 yaşında genç bir yazara, Zeynep Mengi’ye ait. O yaştan bakarak 50’li yaşlarda olan benim akranlarımı değerlendirmeleri bana ilginç geldi. Yazının içinde çok doğru tespitler var.

İş hayatında hızlı bir değişimin yaşandığı, teknolojik aletlerin zamanın hızını çok artırdığı, bilgiye erişimin ve iletişimin çok önem kazandığı bir çağ bu. 50 yaş üstü iseniz bir yandan mesleki doygunluğa eriştiğiniz, tecrübenizle birçok meseleye çözüm üretebildiğiniz bir yaştasınız. Diğer taraftan bilgisayar, internet, sosyal medya gibi bilgiye erişim ve bilgi paylaşımı konusunda gençlerle yarışma veya en azından ortak dili konuşma seviyesinde olma mecburiyeti ile karşı karşıyasınız.

Bugün ne fen bilimleri alanında ve ne de sosyal bilimler dallarında etkin bir bilgisayar kullanma beceriniz yoksa başarılı olmak imkânsız. Tecrübeniz olayları kavramak ve çözüm üretmek konularında size bir yere kadar yardımcı olabilir. Tanıdığınız geniş çevreniz size çözüm üretme sürecinde veya müşteri bulmada yardımcı olmaktadır.

Fakat bizim nesilden sonra gelen “X kuşağı” ile onlardan sonra gelen (1980’lerden sonra doğan) “Y kuşağı” bilgisayar, internet, sosyal medya ağlarını kullanma konusunda çok ileri. Onlar “dünkü çocuklar” ama bilgisayar ve bilgisayarlı cihazları kullanmakta ve yüz yüze iletişimde olmasa bile sanal dünyada bizim nesilden başarılı. Türkiye’deki Facebook kullanıcılarının sadece yüzde yedisi 50 yaş üstü çağda.

Yöneticilik alanında tecrübenin yeri hâlâ vazgeçilmez. Çünkü bilgiye erişmek tek başına yeterli değil. Erişilen bilgileri yorumlamak, doğru karar vermek önemli. Bu konuda 50 yaş üstü olmanın avantajları çok.

Ayrıca neticede çalışanlar, müşteriler ve mesai arkadaşlarınızla etkili ve verimli bir işbirliği gerçekleştirmek zorundasınız. Bunlar mekanik ve elektronik araçlar gibi değil, insani özellikleri itibariyle çok değişkenli unsurlardır.

Bir motorun çalıştırma veya durdurma düğmesine yüz defa da bassanız, bin defa da bassanız aynı neticeyi alırsınız. Bilgisayarın tuşları da aynıdır, “kaydet” tuşuyla kaydeder, “delete” tuşuyla silersiniz.

Ancak insanların tepkileri çok değişkendir. Aynı kelimelerden oluşmuş cümleyle Ali’den, Ayşe’den, Hakan’dan bir işi yapmasını istersiniz, hepsinden farklı tepkiler alırsınız. Hatta aynı kişiye aynı cümleyi sabah söylediğinizde farklı, öğleden sonra söylediğinizde farklı tepki alırsınız. Deprem yardımı gönderdiğiniz eşit şartlardaki iki depremzededen biri “Allah devlete millete zeval vermesin” derken, diğeri “devlet yardım etmiyor, kimse bizi anlamıyor, perişanız” diye yakınabilir. İşte burada ilm-i siyaset lazım olur ki bunu en iyi tecrübeliler becerir.

Buna karşılık sadece yöneticilik alanında değil, ara kademelerde de başarılı olmak için 50 yaş üstü insanların teknoloji ile mutlaka “ünsiyet peyda etmesi” lazım. Yeni kuşağın anlamadığı bu kavramı kullanmamın sebebi, hem eski kelimelerle sembolleştirdiğim geçmiş tecrübe ve kültürü aktarma görevi ve hem de yeni nesille iletişim kanallarını açık tutma konusunda mecburiyetimizi ortaya koymak. Yeri geldiğinde içinde maziyi saklayan kavramları, yeni ambalajlarıyla sunmak becerisini göstermemiz gerekmekte. Bunun için “Y okuryazarlığına” yani bu kuşağın dilini ve özelliklerini bilmeye ihtiyacımız var. Özelliklerini derken de, bizim gibi çok çocuklu büyük ailelerde değil, az çocuklu çekirdek ailelerde yetişen bu kuşağın iş hayatındaki davranışlarını kastediyorum.

Kendi iş hayatımdan bir gözlemimi aktarayım. Türkiye’nin en büyük şirketi Tüpraş‘ta çalışmakta iken şirket özelleştirildi ve Koç Grubu Ocak 2006’da yönetimi devraldı. Koç grubunda emeklilik yaşı olağanüstü haller hariç 60. Özelleştirme sonrası mevcut müdür kadrosunda olanların neredeyse tamamına yakını 50 yaş üstü idi. (Fakat bunların çoğu iyi yetişmiş, teknoloji ile barışık, genç kuşakla işbirliği yapacak özellikleri taşıyan kimselerdi. Çok azı ise eski tecrübeleri ile vaziyeti idare etmeye çalışan kişilerdi.) Sahada çalışan işçi kadrosunun da yaş ortalaması yüksekti.

Koç Grubunun Tüpraş üst yönetimine getirdiği Genel Müdür Yavuz Erkut,  “bizim için yaşı 50’nin üstünde olmakla beraber kendini yenilemesini bilen, bilişim teknolojisini iyi kullananlar gençtir. Ancak bu özellikleri olmayan 30 veya 40′ lı yaşlardakiler ise yaşlıdır” demişti. Tüpraş bu anlayışla X ve Y kuşağından çok sayıda genç elemanlar alarak, 50 yaş üstü yetişmiş personelin yanına monte etti. Böylece teknik bilgi, uzmanlık, tecrübesi olanlarla, hırsı, heyecanı, iletişim ve bilgi teknolojileri gibi alanlarda bilgisi olanları sentezlemeye çalıştı. Böylece verimli ve yüksek tempolu bir kadro oluşturmayı hedefledi. Zannederim zorunlu ama çok zor süreç idi. Bu dönemde en etkin birim ise İnsan Kaynakları Müdürlüğü oldu.

İş hayatımda gerek Petkim/ Tüpraş dönemimde (mühendis ve yönetici olarak) ve gerekse serbest avukat olarak çalışmalarımda birçok vesileyle “iyi ki bilgisayar ve interneti etkin olarak kullanmaya erken başlamışım” dedim. Bu sayede çalışmalarımın daha verimli olması mümkün olabildi ve kendimde aktif iş hayatına devam etme cesaretini bulabildim.

“Emekliliği olmaz” zannettiğimiz Avukatlık mesleğinde dahi, çok tecrübeli olan bazı ağabeylerimizin sırf bu konulardaki eksikliklerini gideremedikleri için meslekten koptuklarını görmekteyiz.

Çünkü bugün avukat bürolarında onlarca cilt, kalın kara kaplı kitaplarla dolu kitaplıkların yerini, bir kütüphane çapındaki mevzuatı, yüksek yargı kararlarını bilgisayar ortamında kolayca arayıp bulmaya, okumaya ve yazdırmaya imkân veren yazılımlar alıyor. Ulusal yargı ağı projesi (UYAP) gün geçtikçe gelişmekte. Dava süreçleri bilgisayardan izlenebilmekte. Birçok işlemler (dava açma ve icra takibi dâhil) UYAP’ta ofisten çıkmadan yapılabilir hale geldi.

Görülen o ki, yakın gelecekte sadece bu imkânları kullanabilenler mesleklerini devam ettirebilecek veya yanında bu işleri yapabilecek genç elemanlar istihdam edecekler.

Mesleki anlamda kendilerini yenileyemeyenlerle, bilişim teknolojilerini, interneti, sosyal medyayı kullanamayanlar için iş hayatı artık daha da zor.

 

Vergiler, Fonlar ve Donlar!

“Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devleti” olduğu sanılan! Ülkemizde siyasal iktidarların, “kaynak yaratma” konusunda en büyük becerileri, bir takım adlar altında “Fonlar” ya da “yeni vergiler” oluşturarak, halkın cebine dalmalarıdır!
İlk kez, 1960 sonrası “Tasarruf Bonosu” ile halkın ceplerine daldılar!
Halkımız, devlete borç vererek karşılığını alabileceği zannındaydı!
Birileri, halkın elindeki bonoları ucuz yollu toplayarak güzel paralar kazandılar!
Ama halkımız zokayı yedi!
Asıl fon furyası 1983 sonrası Özal döneminde başladı.
Zorunlu Tasarruf Fonu, Konut Fonu, ilk akla gelen zokalar!
İnsan belleği “unutkanlık” özürlüdür! Ama arşiv unutmaz! 1991 yılında, zamanın Maliye ve Gümrük Bakanı Adnan Kahveci; “Zorunlu tasarrufla işçi patron olacak” diye gazetelere açıklama yapmıştı! Sonra ne oldu? İşçiler, ödedikleri parayı yıllar sonra “kuşa dönmüş” halde alabildiler!..
Ama, “balık hafızalı” toplumda siyaset yalanları bitmez!
1999 deprem felaketi sonrası, deprem yaralarını milletçe sarmak için,- geçici olarak- “Deprem Vergisi” diye nitelenen “Özel İletişim Vergisi” kondu.
Deprem geldi geçti, yıllar yılları kovaladı, bu “özel vergi” ceplerimize yerleşti ve kaldı.
Şimdi;
Gerçek bir “HUKUK DEVLETİ” vatandaşına karşı ciddidir ve siyasal iktidar asla hukuk dışına çıkamaz!
Belirli bir amaçla toplanan vergi ya da fonların “amaç dışı” kullanılması “zimmet suçu” sayılmalıdır!
Dünden bugüne, siyasi iktidarlar, değişik gerekçelerle halktan topladıkları vergi ve fon kaynaklarını, siyasi iktidarlarını sürdürebilmek için amaç dışı kullandılar!
Kazığı yiyen hep halk oldu.
İşte, Özel İletişim Vergisi de bu kazıklardan biriydi.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Van Depremi ile birlikte kimilerinin aklına gelen “Şu bizim deprem vergileri ne oldu?” sorusuna büyük bir pişkinlikle yanıt verdi; “Biz o parayı halkın eğitim, sağlık hizmetlerine ve duble yollara harcadık” dedi!
Eğitimde okulları işadamlarına yaptırıp maliyetin tamamı kadarı vergisinden düşürüyorlar! Üstelik işadamı kendi adını da okula veriyor! Sanki “hibe” yapıyormuş gibi! Okulların hizmetli maaşlarını, elektrik, su, ısınma giderlerini de veliler ödüyor! Devlet sadece kitap dağıtıyor, öğretmen maaşlarını ödüyor.
Sağlık, özel sektöre devredilmiş durumda! Artık parayı veren düdüğü çalacak!
Duble yollara gelince; duble yollarda duble rezaletler var! İzmit’ten Milas’a gidene kadar tam 13 yerde duble yollardan tek şeride ya da karşı şeride giriyorsunuz! Yıllardır ne yapımı ne de onarımı bitiyor!
Duble yollarda her yağış sonrası su havuzları oluşuyor! Oysa, yol yapımı mühendislik işidir ve  doğru yapılmış hiçbir yolda su birikmez!
Uzağa gitmeyin, Kirazlıyalı geçişinde duble yolda meydana gelen su havuzu yüzünden yeni yapılmış yol karşı şeride verildi. Yerel gazetelerimizde haber oldu, fotoğrafı çıktı.
Ezcümle; AKP iktidarı, “üretimsiz yönetim” tercihinin doğal sonucu olarak ya; “dolaylı vergiler”, zamlar yoluyla, ya; halktan toplanmış ve yalnızca deprem felaketleri için kullanılması gereken “Deprem Vergisi” gibi kaynaklarla, ya da; “işsizlik fonu” kaynaklarını kullanarak siyasi iktidarını sürdürme telaşı içinde!
Çünkü; AKP iktidarı “çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi” olarak ifade edilen “vergide adaleti” sağlayamıyor!
Üstelik; yatların vergilerini sıfırlayarak, yatlara indirimli yakıt sağlayarak, devlete faizle borç verenlere vergi ayrıcalıkları sağlayarak, üst gelir grubunu kayırıyor, alt gelir gruplarına kıyıyor!
Oysa, alt gelir gruplarının fonlardan umudu ve hatta haberi bile yok ama sıra donlarına geldi!
Belki bu son aşamada toplumsal bir uyanış beklenebilir!
Eğer, kapılarına konan erzak ve kömür torbalarıyla uyutulmazlarsa!..

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti

 

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 88. yılını kutluyoruz. Nerede “Türk Milletine mensubum” diye düşünen ve yaşayan insan varsa hepsinin “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı”nı tebrik ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olmasını diliyorum.

Türkiye Cumhuriyeti;  yüzyıllardır içten ve dıştan saldırılara maruz kalmış olan Türk Milletinin kötü gidişata “dur” deyişinin adıdır.

Türk Milleti;  Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte verdiği mücadele sayesinde tarih sahnesinden silinmenin önüne geçmiştir.  Ve Mustafa Kemal’le birlikte mücadele edenlerin vücuda getirdikleri en büyük eser “Türkiye Cumhuriyeti”dir.

Türk Milleti;  ne yazık ki son 400 yıldır uğradığı zulüm ve geriye çekilişi unutmuş bir vaziyettedir. Bugün bırakın yüzyıllar öncesini,  Cumhuriyet’in kuruluş safhasında Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu ve geçen 88 yılda yaşanan gelişmelerin tarifini ve mukayesesini yapacak bir halk ortalıkta yoktur.

Çinlilerle binlerce yıl öncesinde yaşanan mücadeleler döneminde hangi sosyal ve ruhsal hastalıklardan muzdarip isek bu günde,  benzer hastalıkların pençesinde kıvranmaktayız.  Ne garip bir tecellidir bu!

Türkiye Cumhuriyeti’nin 40. yılında doğdum.  50. yıl kutlamalarını yaşadım.  75. yılında ise oğlumla Taksim meydanında “Varol Türkiye” diye haykırıyordum.  İnşallah Allah ömür verirse 100. yılında da sokaklarda elimde ayyıldızlı bayrakla ve torunlarımla koşacağım.

Ben, Türkiye Cumhuriyeti’nin 40. yılından itibaren yaşamına ve gelişmesine tanıklık etmiş biriyim. Ülkemin her tarafını dolaştım, insanlarımı çok iyi tanıyorum.  Bu sebeple rahatlıkla söyleyebilirim ki; Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları ile Türkiye Cumhuriyeti’ni günümüze kadar yaşatanlar çok büyük bir iş başarmışlardır.

Başarılan işi anlamak için;  coğrafyamız ile Türk Milletinin 1923’lerdeki fakirliğini ve bu gün de devam etmekte olan karşı saldırının büyüklüğünü bilmek gerekir.

Tek millet, tek devlet, tek dil ve tek bayrak gerçekliği ve kararlılığı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti;  şükürler olsun ki,  kurulduğundan bu yana dostlarını sevindiren ve düşmanlarını korkutan çok daha güçlü bir yapıya kavuşmuştur.

PKK eli ile yapılan ve içimizden milletçikler türetmeyi hedeflemiş olan saldırı, Türkiye Cumhuriyeti’nin görüp göreceği,  en son ve en büyük saldırıdır. Türk Milletini; başta Kürt,  Zaza,  Kırmançi,  Çerkez, Gürcü,  Arap,  Arnavut,  Boşnak,  Pomak vs. diyerek bölme çabası, Büyük Türk Milletince bu kez de püskürtülecektir. Ve tarih bunun örnekleri ile doludur.

Türk Milletinin bir ucu Doğu Türkistan’da diğer ucu Adriyatik kıyılarındadır.  Amerikasını,  Avrupasını ve Avustralyasını da saymayayım artık.  Onun için eğer bir yerler bölünecek ve bazı coğrafyalar el değiştirecekse;  bu Türkler eliyle planlanacak bir “Büyük Türk Projesi” ile olacaktır. Böylece Türk Dünyası, fiilen ve hukuken birbiri ile kucaklaşacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin gidişatı yazdıklarımızın gerçekleşeceğinin ve gelecek asırların yeniden “Türk Asırları” olacağının müjdecisidir.

Ancak böyle bir öngörü ve olumlu gidişat bize asla içinde bulunduğumuz noktadaki zorlukları unutturmamalıdır.  Çünkü tehlikenin büyüğünün her zaman yakından ve içeri de olandan geleceği herkesçe bilinmelidir.  Bu nedenle Cumhuriyet Bayramımıza ilişkin törenlerin iptal edilmesi kanaatimce çok manidardır.  Düşünceme göre en kötü günümüzde bile Türk halkının özgürlüğünün simgesi olan “Cumhuriyet” her zaman istinasız olarak büyük bir vakarla kutlanmalıdır.

Onun için gelin isterseniz,  Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun nedeni olan İstiklal Mücadelesi’nin başlangıcına gidelim. O gün Türk Milleti bu gün olduğu gibi iki temel fikre bölünmüştü.  Birinci grup, esir olmaktansa ölmeyi yeğleyip  “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyen Türk Milliyetçileri,  ikinci grup ise “biz bu savaşı kazanamayız” ümitsizliği içinde malını, canını ve şahsi çıkarlarını kurtarmaya çalışan ve harici düşmanlarla işbirliğine giden insanlar. Unutmayın ki;  her ikisi de bizim insanımızdır.  Bu gün tıpkı 74 milyonluk nüfusumuzun tamamının bizim insanımız olduğu gibi…

Bu mücadele içimizdeki işbirlikçilerin varlığına rağmen, Türk Milletine ve bağımsızlığa inanmış Mustafa Kemal ve arkadaşlarının peşinden giden halk kitlesince kazanılmıştır. Bu gün insanlarımız arasında,  cumhuriyetin kuruluşunda da gördüğümüz gibi fikri ayrılıklar, büyük benzerlikler içeren bir şekilde devam etmektedir.  Bu durum ülkemizin sosyal, kültürel,  ekonomik ve siyasi gelişmesine engel  teşkil etmektedir.  Ancak şüphem yoktur ki;  Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet yaşatma ve Türk Milletini çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkarma mücadelesi yine Cumhuriyetimizin 88. yılını büyük bir coşku ve sevinç ile kutlayan vatanseverlerce kazanılacaktır.

Ey ülkedaşım!  Büyük Türk Milletinin bir evladı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmaktan daima gurur duy… Bunların ne demek olduğunu Osmanlı – Türk Devleti’nin çekilmek zorunda kaldığı topraklarda, arkamızdan bıraktığımız insanlara git, sor ve öğren.

Onun için “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışı ile bizi birliğe teşvik eden Büyük Önder Atatürk’e şükran duygularımı ifade ediyor,  29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı kutluyor ve “YAŞASIN TÜRKİYE CUMHURİYETİ” diyorum…

 

Attila İlhan Çeşitlemesi (2)

Attila İlhan gibi büyük kabiliyet, aynı titizlikle
Bir de İslamiyet’i incelemiş olsaydı, inceden ince

Bıraktığı eserler olurdu, daha derin ve renkli, yakut-misal
Olurdu onlar, inanın , dünya edebiyatına en güzel timsal

Aziz Nesinler, Nazım Hikmetler gibi, nice ehl-i kalem
Anlasalardı İslamı, bir başka olacaktı bu alem

En güzel vasfıdır, hiç küsmedi ülkesine.
Demedi hiçbir zaman, ülke kimin nesine?

“Bu, gelimli gidimli dünya dedikleri, böyle bir şeymiş işte.”
Büyük ölüm gerçeği karşısında, kimiler, işte bu deyişte

Osmanlıca kelimeleri kullanmaktan, alırdı büyük haz
Bir umman olan Osmanlı Türkçesi, onun için oldu mehaz

On altı yaşından beri, kalbi çırpındı durdu, hep bu aziz yurt için
Bütün savaşı, emperyalizme karşı, uyarmaktı halkı için için

Bu kadar çok yönlü olan yazar, belki çıkar ancak yüz yılda bir
Onu okumayan, onu dinlemeyen bunu nerden, nasıl bilir?

Çok kıymetli bir evladını kaybeden İzmir, ne kadar üzülse az
Neylersiniz ki insan için, elden gelmiyor etmekten başka niyaz

“Ben sana mecburum.” dizesi, düşündürür derinden beni

Kulun, Allah’a muhtaçlığına götürür, her düşüneni

Bir aşk şairiydi diyor, okuyan herkes O’na
O mecazi aşktan, yol buluyorum ben Allah’a

Çılgın Türklerden biriydi dedi, Sinan Aygün O’na
Çünkü koyardı fikrini, hiç çekinmeden masaya

“Bir Millet Uyanıyor.” dizisinin editörü Attila
Kuşatılmış Türkiye’yi, kaldırmak istemişti ayağa

Cumhuriyet’in, göçtü ulu çınarı, Dünya’dan
Kesti ilgisini artık, bu deniz ve karadan

Attila İlhan çok gayretliydi ve çalışkan, evvel emirde
Tartışılmazdı diline vukufiyeti, bu böyle biline

2293

Vardı kendinde Allah vergisi, yani İlahi mevhibe
İşte bu üç vasfa sahipti, şair Attila İlhan bence

“Kimi Sevsem Sensin.” düşündürücü bir dize
İyi   anlaşılırsa,    inkarcı   gelir   dize

“Yarın artık bugündür.” güzel senaryosunun adı
“Yarını bugün tayin eder.”i kimse anlamadı!

“Parola Vatan, İşareti  Namus!” diye iletiyordu.
Kalemini, hep iç-dış mel’unlara karşı biletiyordu

Her saati ayrı yaşar, çok gezmesi de buna eklenince
Attila İlhan’ın yazması için, artık değmeyin keyfine

Milli Direnişin, zapt edilemeyen sağlam kalesi
Ne kadar öğünse haklıdır, yerden göğe ailesi

“Şahane Serseri” bir başka türlü oldu azad
İnşallah, böyle sefer için, vardır yanında zad

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sığındığı son kalesiydi
Türk Vatanı ki, onun koynunda yatanlar, tümüyle dedesiydi

Hele Türk Kültürü’ne bağlılığı, dillere oldu destan
Aşıkıydı İzmir’in, Ankara’nın, kalbindeydi Asitan

Attila İlhan’ın vardı, hem yiğit hem bilge tavrı
Hedefleri o kadar çoktu ki, birbirinden ayrı

Parolası   vatan,   işareti   namustu!
Allah, onu mübarek millete sunmuştu

Avrasya Birliği’nden yana, koyuverdi cesaretle tavır
Bölgesinde Türkiye, harekete geçmeliydi ağır ağır

Hele bir tarafında da, olunca Alem-i İslam
Bu birlik hali karşısında, ancak durulur selam

“Hakimiyet Milletindir.”, “Hürriyet” ve “İstiklal-i Tam.”
Onun peşinde koştuğu, korunması gereken ortam

“Dip Dalgası” dediği, bir kıpırdanış var, ona göre
Aslında, nesl-i ati müjdesini veriyor, görene

Olunca memleketin kaderi, cidden söz konusu
Diyor: El ele vermeli değil mi işin doğrusu?

2294

“Bu milleti mi ram edecekler? Çocukları bile kahraman!”
Diyerek, şaşkınlığını ifade etmişti, durup bir zaman

Doğu ve Batı kültürlerini, hazm etmiş biriydi
Son güne kadar, ihtiyar-genç olarak, dip diriydi

Ülke cendere içindeyken, “Aşk Şairi” olarak, kalamazdı İlhan
“Toplumcu bir yazar ve düşünür” olarak yerini aldı, hiç durmadan

Müdafaa-i Hukuk ve Kuva-yı Milliye’nin, oldu neferi
Yer buldu kendine hemen, olarak bu manevi ordunun eri

 

Sağlıkta Dönüşüm Hekimlik ve Muayenehane Hekimliği

Sağlık hizmetinde hekim ve hekimlik uygulamaları BAŞAT etkenlerdir. Bu HASTA-HEKİM ilişkisi sisteminin iki ana unsurudur. Bu ilişki insanlık tarihi ile başlayıp günümüze ve bizden de kıyamete kadar sürecek ve varlığını devam ettirecektir.

Yönetimler bu sebeple sağlık hizmetini önemsemişler ve toplumlarının sağlık ihtiyacına yönelik hizmetlerde hep daha iyiyi ve memnuniyet verici yollar aramışlardır.

Hekimlik mesleği:   Koruyucu hekimlik,
Teşhis koyucu hekimlik,
Tedavi edici hekimlik,
Kontrol ve takip edici hekimlik şeklinde uygulanan BİLGİ yanında SANAT özelliği de olan bir meslektir.

Hasta- hekim ilişkisinde işin bu yönü önemli olduğundan mesleğin uygulanmasında bazı farklılıklar ve bu farklılığın getirdiği tercih sebebi olma gibi unsurlar taşır.

Bu sebeple mesleğin uygulanması özgürlük ve özgünlük ister. Bunun sağlanması oranında da hekimlikte rekabetin getirdiği DAHA İYİ HEKİM olma iddia ve yarışı gelişir.

Hekimin mesleğini ortaya koymasında serbest çalışabilme imkanını bilmesi ve böyle bir kapının varlığı önemli bir teşvik unsurudur. Bilgi ve Birikimini günü geldiğinde bağımsız bir şekilde uygulayabilme imkanı, mesleğimiz için hep özel bir farklılık sağlamıştır. Bu durum bize mesleğimizde özgür ve özgün olma gücü verir. Ayrıca muayenehaneler bazı hekimler için   mesleğinde daha saygın, daha itibarlı ve refah şartları  daha iyi olan bir hayat umudu olur.

Bakanlığımızın uygulamaya koyduğu sağlıkta dönüşümün bir çok yenilikler getirdiği göz ardı edilemez. Bu iyilikler olurken bazı hekimlerimizin yanlışları sebebi ile halkın nezdinde  hekimler hakkında özellikle de  muayenehaneler üzerinden ciddi olumsuz kanaatler oluşturulmuştur. Ama bir sistemin bütün olumsuzluklarını da muayenehanelere ve buralarda hizmet veren hekimlere yüklemenin DAHA BÜYÜK bir yanlış olduğuna inanıyorum.

Muayenehane hekimliğini yalnız çok kazanç kapısı olarak görmek yanlıştır. Buralar sağlık hizmetinde BUTİK HİZMET şekliyle daha spesifik hizmet alma-verme, hasta-hekim ilişkilerinde daha uygun şartların oluşmasıyla daha doyurucu hizmet verilebilme yerleri olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum. Bu özellikleriyle muayenehaneler teşhis hekimliğinde hastalıkların daha kolay ve çabuk teşhis edildiği, takip hekimliğinde ise daha az hatalı  ve daha kolay ulaşılabilir bir hekimlik imkanı, sağlık ekonomisine de  daha az yük getiren  hizmet yerleri olarak düşünüyorum. Hekimlik mesleği için ise hekimin bilgi ve sanatını  daha özgür ve özgün hizmet verdiği yerler  olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum. Böylece hekim yalnız devlet memuru olarak kamu hastanelerinde veya sözleşmeli işçi olarak özel merkezlerde çalışmak mecburiyetinde kalmayacağını bilecektir. Bu imkan hekime ve hekimlik mesleğine ilgi ve itibar getiren bir husus olarak sürdürülmelidir.    

Muayenehanelerin bu ve benzeri özellikleri sebebiyle yeni sistemde de özel hastaneler, sağlık merkezleri, yan dal merkezleri gibi SGK ile anlaşmalar yapma imkanı getirilerek desteklenmesi ve bir hizmet ve rekabet unsuru olarak bu özel sağlık kurumlarının da yaşamaları sağlanmalıdır.

Saygılarımla,                                                               

Mülksüz Kahramanlar

Her milletin mutlaka bir milli ülküsü / gayesi / ideali / felsefesi / mefkûresi vardır; olmalıdır… Milli ülküyü şöyle ifade edebiliriz; kısa vadede gerçekleşmesi mümkün olmayan, fakat ona ulaşmak için mutlaka sürekli gayret gerektiren ve kuşaktan kuşağa (nesilden nesile) aktarılan bir düşünce, fikir bütünüdür… Bunun örneklerini de vermek mümkündür; Yunan milleti için “megaloidea”, Yahudiler için “vaat edilmiş topraklara sahip olmak” ya da “büyük İsrail imparatorluğu”, Ermeniler için Anadolu’nun yarısını alarak “Batı Ermenistan’ı” kurmak, ABD’li için de, her şart ve ortamda “ABD menfaatlerini korumak ve kollamak; dünyayı yönetmek” gibi…

Peki, Türk milletinin milli ideali nedir?

Her millet için bu milli ülkü, “kutsallık” derecesindedir… Bir fert için esas olan gaye de, bu milli idealin gerçekleşmesi yolunda katkı yapmak, önemli görevler yapmaktır…

Mülksüz kahramanlar…

Kişilerin milletine, ülküsüne hizmet edebilmeleri, düşüncelerini gerçekleştirebilmeleri için, kısaca millete bir şeyler verebilmeleri için, “çıplak” olmaları gerekir; kendini millete adamış olmaları gerekir…

Türk milletine, tarih boyunca, bir şey veren insanlara baktığınızda, “mülksüz” insanlar olduğunu görürsünüz; vatana, millete kendini adamış insanlar, herhangi bir “mülk” edinme hırsları olmamış, böyle bir gayeleri de yokmuş; cepheden cepheye koşmuşlar, savaşmışlar ve ölmüşler; milletin ve vatanın geleceği için…

Bakınız Mustafa Kemal’e, bakınız İsmet Paşa’ya, bakınız Kazım Karabekir’e, bakınız Fevzi Çakmak’a, bakınız Rauf Orbay’a, bakınız Salih Bozok’a ve diğer İstiklâl Savaşının önderlerine… Çanakkale savaşlarında şehit olan, gazi olan vatan evladı komutanlara, Mehmetçiklere bakınız… Tek gayeleri olmuş; vatan için, bayrak içi, millet için, iffet için katkı yapmak… Savaşmak, savunmak ve ölmek… Kendilerini adamışlar vatan için… Kırk yaşına kadar cepheden cepheye koşmuşlar; ne ev, ne bark, ne çoluk çocuk, ne de eş…

Ne apartmanlar, ne araziler, ne villalar, ne holdingler, ne gemicikler, ne de kilolarla altınlar… Hiç birisi olmamış onlara nasip… Sırtlarında bir sakoları ve bellerinde palaskalarıyla tabancaları-kılıçları olmuş… Olanların da geride bıraktıkları ne çocuk, ne eş düşünmeye vakitleri olmuş… Ülkenin, milletin kurtuluşu için hep seferdeydiler…

Toprağı vatan yapan kültür-bilgidir…

Bu yalın kılıç, savaş neferi vatan fedailerinden ayrı olarak bir grup daha vardı; onların ne kılıçları, ne palaları, ne de palaskaları vardı; toprağın vatan olabilmesi için o toprağa kültürün, geleneğin, inancın ekilmesi gerekiyordu; irşat bahçelerin yeşermesi gerekiyordu, bu tip bahçelerin önce oluşması, sonra imarı gerekiyordu…

Bu bahçeler irfan ve ilim bahçeleriydi, irşat ocaklarıydı… Bunu yapanların sadece bilgelikleri, sevgileri, iyilik ve şefkatle dolu yürekleri vardı…

Bilgileriyle insanları irşat edip aydınlatıyorlardı; ilmin, bilginin, irfanın ne demek olduğunu; helâl-haramın ne anlama geldiğini; kul hakkını, vatan kutsallığını anlatan bilge kişiler…

Bunlar mülksüz bilge kişilerdi… Onların hiç bir yerde malları da mülkleri de olmadı… Onlar da kendilerini adamışlardı; toprağın vatan olabilmesi için seferdeydiler; bilgileriyle, sözleriyle, telkinleriyle; en önemlisi de özü-sözü birlikte yansıyan kişilik ve davranışlarıyla, icraatlarıyla örnektiler; böyle katkı yapıyorlardı vatan hizmeti için…

Toprağı bilgiyle, inançla, imanla yoğuruyorlardı bu mülksüz bilge kişiler…

Boğazın süzgeci…

Milletin kaderine hükmedenler büyük sorumluklar taşırlar. Sadece bugün için değil gelecek için de sorumludurlar. Devleti millet adına yöneten yöneticiler, eğer ağzına geleni, aklına getirileni düşünmeden, tartmadan biçmeden söylerse, yanlış yapmış olur. Devlet adına konuşan kişinin her söylediği, o devlet için “belge”, “gerekçe” olarak düşmanları tarafından bugün olmazsa bile “yarın” mutlaka kullanılacağını bilmeleri gerekir…

Boğaz 9 boğumdur… Dokuzuncu boğum “süzme” görevini yapar… Boğaz süzgeci delinmişlerin söylemlerinde “ayar” yoktur… Bu kişilerin ülke idare etmeye ne hakları, ne de yetkileri vardır…

Devlet idaresi, ulu orta konuşularak idare edilen “hobi derneği” de değildir… Herkes sorumluluğun farkına varmalı… Her yetkilinin ağzından çıkan sözü, kulakları duymalıdır…

Yeniden kurtuluş…

Üç kıtaya yayılmış “İri Dev” olarak adlandırılan Osmanlıdan geriye kalan “küllerden”, kurtuluş mücadelesi verilerek yaratılan Anadolu’yu bize “vatan” yapan yalın kılıç savaşan mülksüz kahramanlar, şehit-gazi komutanlar, şehit-gazi Mehmetçikler, mülksüz bilge kahramanlar, ülkemde olup bitenlerden dolayı ebedi mekânlarında rahatsızdırlar…

Durum şunu gösteriyor ki, Türk Milletinin, Türk yurdunun yeniden bu evsaftaki mülksüz kahramanlara, bilge kişilere ihtiyacı var…

Sizce yok mu?

Kurbanla İlgili Hükümler

Sözlükte, yaklaşmak, yakınlık peyda etmek anlamına gelen kurban, dinî terim olarak, ibadet niyetiyle kurban kesme günlerinde, kurban için belirlenmiş bir hayvanı Allah rızası için kesmektir. İslam’ın mali ibadetlerinden olan kurban, İmam Ebû Hanife’ye göre vacip, İmam Şâfiî, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel ve Hanefilerden İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre sünnet-i müekkededir.

Ergenlik çağına giren, zengin, mukîm (yolcu olmayan) her erkek ve kadın Müslüman, kurban kesmekle yükümlüdür. Buradaki zenginlikten maksat; kişinin temel ihtiyaçlarından başka 80.18 gr. altın yahut bunun kıymetinde mal veya paraya sahip olmasıdır. Zekattaki zenginlik ölçüsü ile kurbandaki zenginlik ölçüsü aynı olmakla beraber, zekatta olduğu gibi, malın artıcı olması şart olmadığı gibi, üzerinden bir yıl geçmiş olması da gerekmez. Kurban kesme günlerinde yukarıda zikredilen zenginlik ölçüsüne ulaşan kimse, kurban kesmekle yükümlü olur. İslam dinine göre, ailede “‘mal ayrılığı”‘ prensibi vardır. Bu bakımdan, aile içinde kimler dinen zengin sayılırsa, sadece onlar kurban kesmekle yükümlü olurlar.

Kurbanın rüknü, kurban edilmesi caiz olan hayvanlardan birini kurban kesme günlerinde kesmektir. Bu itibarla, kurban kesmek yerine, kurban bedelini veya kurbanlık hayvanı kesilmeden yoksula yahut bir hayır kurumuna bağışlamakla kurban ibadeti yerine getirilmiş olmaz. Ancak kurbanlık hayvan, herhangi bir sebeple kurban kesme günlerinde kesilememiş ise, bu günlerden sonra kurban olarak kesilmez. Bu durumda kurbanlık hayvanın aynısının veya bedelinin sadaka olarak verilmesi gerekir.

Kurban; koyun, keçi, sığır, manda ve deveden olur. Bunlardan devenin 5, sığır ile mandanın 2,  koyun ile keçinin de bir yaşını doldurmuş olmaları gerekir. Ancak koyunlar 6 ayı tamamladıkları halde, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olurlarsa bunlar da kurban edilebilir. Bir koyun veya keçiyi ancak bir kişi kurban edebilirken, sığır, manda ve deve yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban edilebilir. Kurbanın ibadet niyeti ile kesilmesi şarttır. Bu nedenle; ortaklaşa kesilen kurbanda, ortaklardan birinin sadece et elde etme veya sahih olmayan başka bir niyetle iştiraki diğerlerinin kurbanını geçersiz kılar.

Kurban bir ibadet olduğu için, kurbanlık hayvanların kusursuz olmaları gerekir. Bazı kusurlar vardır ki, bunlar hayvanın kurban olmasına engeldir. İki veya bir gözü kör olan, kemiklerinde ilik kalmayacak derecede zayıflamış olan, kesim yerine yürüyerek gidemeyecek kadar topal olan, kulağının ve kuyruğunun üçte birinden fazlası kopmuş olan, dişlerinin yarıdan fazlası dökülmüş olan, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırılmış olan, ölüm derecesinde hasta olan hayvanlar kurban edilemez. Ancak boynuzsuz veya boynuzu biraz kırılmış, dişlerinden birazı dökülmüş ve burulmuş hayvanların kurban edilmeleri caizdir.

Bir kimsenin kurbanını bizzat kendisinin satın alması, kesmesi veya kesilirken yanında bulunması şart değildir. Hiçbir mazeret olmadan da kişi, kendi adına kurbanını satın alıp kesmek üzere güvendiği bir şahsı yahut özel veya resmi bir kuruluşu vekil tayin edebilir. Kurban niyetiyle alınan hayvan kesilmeden önce ölürse, zengin kimsenin tekrar kurbanlık satın alması gerekir, fakir için gerekmez.

Kurbanın sahih olabilmesi için belirlenmiş vakit içinde kesilmesi gerekir. Kurban, Kurban Bayramının ilk günü bayram namazının kılınmasından 3. günün akşamına kadar kesilebilir. Bayram namazı kılınmayan yerlerde ise kurbanlar sabah namazı vaktinden itibaren kesilebilir.

Deve ve sığır gibi hayvanlar ortaklaşa kurban edildiğinde, etleri, ortaklar arasında tahmini olarak değil, tartılarak taksim edilir. Ancak bu hayvanlar, bir ailenin fertleri için kurban edilmişlerse bunların etlerinin tartı ile taksim edilmesi gerekmez.

Kurban etinin hepsini yoksullara dağıtmak veya kendisi ve çoluk-çocuğu için alıkoymak caiz ise de en uygun olanı; kurban etini üçe taksim edip; birini, kurban kesemeyen yoksullara dağıtmak, bir bölümünü akraba, tanıdık ve komşulara ikram etmek; birini de kendi çoluk-çocuğu ile yemektir. Bir kimsenin ailesi kalabalık ve hali vakti de çok iyi değilse, kurban etinin tamamını çoluk-çocuğu için alıkoyabilir.

Kurbanın derisini seccade veya evde kullanılacak bir şey yapmak caiz olduğu gibi, bir fakire veya hayır işlerine hizmet eden bir kuruluşa vermek de caizdir. Kurbanın derisi, kurbanın bir parçası olduğundan satılması caiz olmadığı gibi, kurbanı kesene kasap ücreti olarak da verilemez.

Yüce Allah niyetlerimizi halis, kurbanlarımızı makbul eylesin.

‘İnsanlar Konuşa Konuşa…’ isimli kitabın yazarı Yrd. Doç. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN ile AİLE üzerine söyleşinin ikinci bölümü

‘İnsanlar Konuşa Konuşa…’ isimli kitabın yazarı Yrd. Doç. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN ile AİLE üzerine söyleşinin ikinci bölümünde; Sağlam bir toplum yapısını müjdeleyen tavsiyeler bulacaksınız.
AİLE HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ:
Aile kelimesi günlük dilde çok değişik grupları tanımlamak için de kullanılır. Mesela;  ‘Ayşe,  iyi bir aile kızıdır’  denildiğinde, Ayşe’nin ahlaken mazbut, eli ev işlerine yatkın, büyüklerine saygılı olmak gibi meziyetlere sahip olduğu anlaşılır. Bir başkası;  ‘Benim ailem Adana’dan gelmiş’ dediği zaman, annesiyle babasının, hatta belki de dedelerinin Adana’da yaşamış olduğu düşünülür.  ‘Bu bir aile toplantısıdır.’  denildiğinde,  o toplantıda yalnızca akrabaların bulunacağı anlaşılır. Bunlar amcalar, dayılar, teyzeler, halalar, yeğenler ve evlilik bağıyla aileye katılmış kişilerdir. Bütün bunlar bize, aile kavramının her zaman evliliğe veya ortak atalara dayalı ilişkileri kapsadığını göstermektedir.
Ailenin şekli ve yapısı, hem toplumdan topluma değişmekte, hem aynı toplum içinde zaman değişmesiyle farklılıklar göstermektedir. Farklı aile yapıları, farklı görevleri yerine getirdiği gibi, ailenin iç ilişkilerine de tesir etmektedir. En yalın aile şekli, karı-koca ve çocuklardan oluşan ailedir. Bu aile şeklinde önemli olan karı-koca ilişkisi olduğundan,  bu aileye evlilik ailesi veya karı-koca ailesi denmektedir.  Aynı zamanda daha karmaşık aile şekillerinin temel birimi olduğu için çekirdek aile diye de adlandırılır. Modern sanayi toplumlarının, ferdiyetçiliğin gelişmesi, coğrafî ve sosyal hareketliliğin artması gibi belirli özellikleri çekirdek ailenin doğuşunu gerektirmiştir. Çekirdek ailenin nisbeten kendi başına buyruk bir karakter gösteren yapısı, Avrupa ve dünyanın birçok ülkeleri için, ileri sanayi toplumlarına mahsus yeni bir olaydır. Çekirdek aile, küçük çocukları da içine aldığı zaman, şüphesiz bir büyüklük kazanmış olur, fakat çocuklar büyüdükçe, ilkin akranların tesiriyle ve sonra da sosyal ve coğrafî hareketliliğin sonucu olarak aile bağları zayıflamaya yüz tutar.  Daha basit (ilkel) topluluklarda ve bâzı sanayileşmemiş toplumlarda çekirdek aile, daha geniş olan birleşik aile görünümündedir.
Geniş (büyük) aile, ana-baba ile çocuklar arasındaki ilişkinin genişletilmesiyle oluşur. Büyüyüp evlenen çocuklar ana-babalarından ayrılamazlar. Soy ve sop ocağından ayrılmayan iki veya daha çok sayıda çekirdek aile birleşir ve bir geniş aile teşkil eder. Böylece dedeler, ninelerle torunları, kardeşleri, eltileri, yeğen (kuzen)’leri, dayı, amca ve halaları, kısaca uzak ve yakın kan akrabalarının hepsini aynı aile çatısı altında toplanmış – dağılmamış – görmek mümkün olur. Bu tip geniş aileler bazı farklı özelliklerine göre birleşik aile, baba ocağı ailesi, kök aile diye üç tipe ayrılabilmektedir.
Oğuz Çetinoğlu:  Sohbetimizin  yayınlanan birinci bölümünün sonunda;  televizyon dizilerinin aile ve çocuk yapısı üzerindeki etkilerini konuşmuştuk. Kaldığımız yerden devam edelim.
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından cezalandırılan televizyon dizileri, medyanın iddiasına göre ‘izleyici halk’ tarafından reytinglerde üst sıralara oturtuyor. Sizce bunda bir tuhaflık yok mu?
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Doğan: Evet önemli bir çelişki var. Ancak bu diziler reytingi rekoru kırıyor diye yanlışı kabullenmek de yanlıştır. Bazı ahlak dışı eylem ve söylemler de büyük ilgi toplar. Bunlar ilgi topluyor diye sunmak doğru değildir. Kitle iletişim araçlarının öncelikle sorumluluk taşıyarak çocuklara ve hatta büyüklere zarar verici genel ahlak kurullarını ihlal eden yayın yapmamaları gerekir. Sorumluluk budur. Değilse efendim herkes beğeniyor diye ahlak dışı yayınlar yapmak geleceğimizi karartmak manasına gelir.
Çetinoğlu:  Yalnızca sorumluluğunu müdrik bir aydın sosyolog değil, medya sâhip ve mensupları ile etik kurul görevlilerinin de konu üzerinde ciddiyet ve hassasiyetle durmaları gerekir.
Çok önemli olduğu için konu hakkındaki detay görüşlerinizi de lütfeder misiniz?
Doğan:  Bu dizileri izleyen, beğenen ve beğendiğini reyting bilgisi olarak medya araştırmalarına intikal ettiren halk, Türk aile yapısına uygun değildir. Ancak bu dizileri çekip yayınlayanlar da bu aile yapısını bilerek veya bilmeyerek bozmaya çalışanlardır. RTÜK’ün bu konudaki duyarlılığını takdirle karşılıyorum. Ancak cezalarla da bir yere varılamaz. Önemli olan, bu dizilere ilgi gösterilmemesini sağlamaktır. Bu da eğitim ve eğitim yoluyla halkın bilinçlenmesini-şuurlanmasını sağlamakla mümkün olabilir.
Çetinoğlu:  Açıklanan reyting raporlarının gerçeği yansıttığı, yani halkımızın bu dizileri beğendiği ve desteklediği konusunda şüphelerim var. Sizin?
Doğan: Kesinlikle haklısınız. Fakat aksini ispat etme imkânından mahrumuz.
Çetinoğlu:  Ekranlardaki ‘akıllı işaretler’ anne babalar açısından gerçekten dikkate alınıyor mu? Yani işe yarıyor mu bu işaretler?
Doğan:  Hayır gerçekte anne ve babalar tarafından tam olarak düşünüldüğünü sanmıyorum. Ancak yasak savarcasına bu işaretlerin konulduğunu düşünüyorum. Ancak bu işaretlerin verilmesinde az da olsa faydalı olduğu kanaatindeyim.
Çetinoğlu:  Çocuk tacizleri vakaları geçmiş yıllarda da bu kadar sık yaşanıyor muydu?
Doğan:  Çocuk tacizleri geçmiş yıllarda bu kadar sıklıkla yaşanmıyordu. Bir de bunlar gizleniyordu. Belki basına yansıtılmıyordu. Ancak bu ve benzeri haberlerin çok sık yapılmasını doğru bulmuyorum. Çünkü bunlar örnek teşkil ediyor. Bunu söylerken bunlara karşı duyarsız olalım demiyorum. Elbette tacizcilere gereken ceza verilmelidir.
Çetinoğlu: Günümüzde bu kadar artmasının sebepleri nelerdir?
Doğan: Şimdilerde bu durumun artmasındaki en önemli sebep aile ilişkilerinin zayıflamasıdır.
Çocuk yetiştirmede anneye ve babaya düşen görev ve sorumluluklar ayrıdır. Günün yorucu iş hayatından eve yorgun argın dönen ve bu yüzden de kendini haklı bulan babaların yaşayışları hemen hemen aynıdır. Yemekten sonra günlük gazete ve dergileri gözden geçirmek sonra da yatıp uyumak anneler ve çocuklar tarafından babalarının kendileriyle yeteri kadar ilgilendirmedikleri düşüncesine kapılmasına sebep olur. Böyle babalar adeta PTT babalardır. Yani pijama, terlik ve televizyon babaları diye isimlendirebiliriz. Babalarından bazı davranışlar beklerler. Mesela; ev işlerinde hanımlarına yardım etmeleri, çocuklara bakmaları gibi. Bir erkeğin baba olarak aile bireylerine karşı yerine getirilmesi gereken bazı davranışlar vardır. Bunlar, durum ne olursa olsun ne kadar yorgun ve meşgul olursa olsun unutulmaması gereken davranışlardır. Çocuklarımızı adam yerine koymak onlara gerçekten insan gibi davranmak, onların görüş ve düşüncelerine önem vermek, değer vermek… İşte bütün bu davranışların toplamı, çocuklarımıza duyduğumuz saygının ölçüsünü ortaya koyar. Bu anlayışa göre, bu hava içinde yetişen çocuklar da aynı davranışları başkalarına gösteren kimseler durumuna gelir.
Çetinoğlu:  Anne ve babaların çocuklarının cinsleriyle ilgili kimlik kazanmalarında ki rolü ne olmalıdır?
Doğan:  Birçok uzman bu konuda farklı görüşler öne sürse de, Montessorie, eğitim sisteminin de temelinde olduğu gibi, çocuklar kendi gelişim dönemi dikkate alınarak, sorular belli bir ön elemeden geçirilerek cevaplandırmakta fayda vardır. Bu konuda çocuğun her sorusuna cevap vermeye çalışmak bazen çocuğun anlamakta zorluk çekeceği birçok soru işaretinin de oluşmasına neden olabilir. O halde, bu konuda anne babanın prensibi ‘bilmesi gerektiği kadar ve uygun zeminde iletişim’ olmalıdır. Ergenlik dönemi ile birlikte artık çocuklarda cinsî bilgiler aktarılması, cinselliğin anlamının izah edilmesi ve mahremiyet eğitimin en üst seviyede verilmesi gerekir.
Ancak burada dikkat edilecek bir husus varsa o da; kız çocuklarının kendi ablası veya annesinden cinsî bilgileri alması gerektiğidir. Ergenlik dönemine gelen bir genç kızın en yakın arkadaşı annesi (veya ablası) olmalıdır. Bu dönemi yaşayan kız çocuğu annesini yanında görmeye çok ihtiyacı vardır. Bu dönemde çocuk en yakınına her soruyu sorabilme ve her bir sorulan sorunun cevabını almalıdır. Hiçbir soru geçiştirilmemeli ve gerçeklerden uzak cevaplar verilmemelidir.
Ergen erkek çocuğunun cinsî eğitimi kız çocuklarının aksine annede olamaz. Babada da olamaz. Erkek ergen çocuk bu dönemde babadan uzaklaşır, baba ile çatışır, bu geçici bir dönemdir. Bu dönemde baba bir de çocuğunun karşısına cinsî bilgiler aktarıcı olarak rol yapmamalıdır. Bu dönemde çocuğun yanında, dayı olabilir. Veya çocuğun aklı başında arkadaşlarından en yakını olabilir. En iyisi, güvenilir kişilerin hazırladığı kitaplardan yararlanmaktır.
Çetinoğlu:  Cinsellik konusunda anne babalar nasıl bir yol izlemelidir?
Doğan:  Anne-babalar çocuklarına şahsî bir model oluşturmaktadırlar. Ergenlerin cinsî konular hakkında fikir geliştirmeleri, ahlakî değerler ve standartlar konusunda olgunlaşmaları hep anne-babanın evlatlarına örnek davranışlar sergilemeleriyle mümkün olur. Yetişmekte olan çocuğumuza; sonunda bağımsız olarak alacağı kararın, bizim kararımıza uygun olacağını veya en azından bize çok ters gelmeyeceğini göz önüne alarak destek vermeliyiz.
Ebeveynlerin çocuklarına bu sıkıntılı dönemlerinde eşlik etmeleri ve onlarla bir şeyleri paylaşmaları gereklidir. Ancak bu iletişimde temelde gencin yapacağı katkının bulunması çok önemlidir. Gencin katkısıyla sağlanacak başarılardan şu üçü özellikle mühimdir:
1-Boy uzunluğunun ve endamın değişimi ve büyüme konusundaki tartışmalar, bedenî kişiliğin oluşmasına yardımcı olur.
Genç kendini olduğu gibi kabul etmeyi ve bedenine nasıl bakacağını öğrenir (temizlik, uyku, beslenme gibi.)
2-Ergenlik çağındaki kişi kendi özel tanıdık ve arkadaş çevresini oluşturur ve ebeveynleriyle ilişkisi yön değiştirir. Boş zamanlarında ne yapacağı, harçlığını ve ya kendi kazandığı parayı nasıl idare edeceği konusunda kararlar almak durumunda kalır.
3-Gencin kendi hayatını düzenlemek ve yön vermek konusunda fikir oluşturmak, bu fikirlerin doğru dayanak noktalarını bulmak ve bunları savunmak isteği vardır. Burada önemli olan, gencin kendisinin ve davranışlarının sonuçlarının sorumluluğunu üstlenmesidir.
Genç bunları üstlenerek, içinde aktif olarak yer aldığı ve bazı bağlarının bulunduğu ailesi ve sosyal çevresine aidiyetini de ispatlar.
Daha büyük yaşlarda bazı sorumlulukları ebeveynleriyle birlikte paylaşan genç, tek başına ve bilinçli olarak bir hayat sürdürmek için, gelişim sırasındaki görevlerini; kendi sorumluluğunu da üstlenerek, cesaretle ve kendine güvenerek yerine getirir. Çünkü başarıyla sonuçlanan deneyimleri ona cesaret kazandırmıştır.
Böylelikle yeni görev ve sorumluluklardan ve problemlerden ürkerek geri çekilmez, tersine bunları yaşanması ve üstesinden gelinmesi gereken şeyler olarak görür.
Çetinoğlu:  Bu konuda sizin anne babalara tavsiyeniz nedir? Bilinçli ebeveyn olmanın altın kuralları var mıdır?
Doğan:  Anne ve babalar, karşılığını yıllar sonra alacağı bir alana, çok önceden yatırım yamalılar ve çocuklarıyla ilgilenmeliler. Çocuklarda 0-6 yaş arası çok önemlidir. Bu yaşlar arasında anne ve babanın çocuğuyla kurduğu ilişki ömür boyu devam edecek ilişkinin temelini oluşturacaktır. Temel iyi atılmalı ki bina sağlam olsun.
Anneler ve babalar, çocuklarına iyi bir örnek ve iyi bir model olmalı. Bilmeliler ki ona ne verilirse, anne ve babaya aynısını geri verecektir. Çocuğun doğru ve dürüst olması isteniliyorsa, anne-baba, asla yalan söylememeli.
Anne-baba, çocuğunu kendisi yerinize koyamaz. Çünkü o, anne ve babasının yaşadıklarınızı henüz yaşamamıştır. Fakat anne-baba kendisini çocuğunun yerine koyabilir. Çocukla empati kurulmalı, ona mutlaka ‘Seni anlıyorum’ mesajı verilmeli.
Ailenin kaç çocuğu olursa olsun, ikiz de olsalar hepsi ayrı yaratılmıştırlar. Çocuklar eşsizdir. Bir eşleri veya benzerleri bulunmaz. O yüzden bütün çocuklar aynı kalıba sokulmamalı. Her birinin ayrı ayrı yetenekleri ve özellikleri mevcuttur. Çocuklara birer birey olarak saygı gösterilmeli. Çocuklara yapılabilecek en önemli yardım; geri planda kalarak kendi benliğinin gelişmesinde, kendine ait bir kişilik geliştirmesinde yardımcı olabilmektir.
Çocuğun güçlü bir kişilik yapısına sahip olabilmesi için de tutarlı bir aile ortamında yetişmesi gerekmektedir. Yetişkinlerin yönettiği uyumlu, tutarlı, dengeli, sevgi ve saygı ilişkisine dayalı baskıcı olmayan bir aile ortamına her çocuğun ihtiyacı vardır.
Anneler-babalar, çocuklarının davranışlarını kontrol altında tutabilmek için, akla ve mantığa uygun sınırları ve kuralları eşleriyle birlikte belirlemeli ve uygulamalılar. Konulan kurallar uygulanabilir olmalıdır. Kurallar belirlenmeli ve hemen uygulamaya konulmalı. Unutulmamalı ki bütün çocuklar için reçete gibi kurallar yoktur. Çocuğun yapısına ve yaşanılan ortama en uygun kuralları anneler-babalar, kendi deneyimleriyle bulabilirler.
Çocukların kendi kendine yetebilen, olumlu bir kişilik sahibi olması isteniliyorsa, olumlu davranışları onaylanıp desteklenmeli, teşvik edilmeli. Olumsuz davranışlardan vazgeçirmek için bu davranışların üzerinde fazla durulmamalı. Olumlu davranışlar pekiştirilmeli. Çocuklar, ısrarla üzerinde durulan davranışları tekrarlama eğilimindedirler. Birtakım davranışları, yasaklamak yerine diğer davranışları desteklemek terci edilmeli.
Çetinoğlu:  Uyarılarda nasıl bir ölçü kullanılmalı?
Doğan:  Uyarıların çokluğu değil etkili oluşu önemlidir. Etkili uyarılar, çocuğun zihnî, bedenî ve sosyal gelişimi çabuklaştırır. Çocuğun zekâsını geliştirmek için, zekâ geliştirici oyunlar öğretilmeli. Konuşmasını geliştirmek için onunla bol bol ve her konuda daha doğmazdan önce konuşmaya başlanmalı. Çocuğa mutlaka zaman ayrılmalı. Ayrılan zamanın çokluğu veya azlığı çok önemli değildir. Önemli olan o zamanın niteliğidir.
Özellikle çalışan anneler çocuklarına zaman ayıramadıklarında şikâyetçidirler. Bire bir zaman ayırmak yerine mutfakta yemek yaparken onunla konuşmak ‘Bugün okulda ne yaptınız. İmtihanın nasıl geçti.’ Şeklinde sorular sorulabilir. Alışverişe birlikte çıkabilmek, akşam yürüyüşleri yapabilmek, sınırlı zamanı etkin ve en iyi şekilde kullanabilmek için önemlidir.
Çocuk yetiştirmek dünyanın en zor sanatıdır. Zaman zaman kızabilirsiniz, sinirlenebillirsiniz. Hatta onları cezalandırabilirsiniz. Siz de insansınız yaşadığınız ve hissettiğiniz duygulardan dolayı kendinizi suçlamayın. ‘Kendimi çocuklarım için feda ediyorum.’ Duygusuna kapılan ve böyle yaşayan kişiler çok da iyi yapıyor sayılmazlar. Sizin hayatınız size, onların hayatı da onları aittir. Ortak bir yol bulup kendinize zaman ayırabilmeli ve size ait hayatın tadını çıkarabilmelisiniz.
Çetinoğlu:  Mutlu ve huzurlu çocuklar nasıl bir ortamda yetişir?
Doğan:  Çocuğun ruhen sağlıklı büyümesi ve sosyalleşmesi için sıcak bir aile ortamına ihtiyacı vardır. Sağlıklı, mutlu ve kendisiyle barışık nesiller ancak sevgi dolu, birbirine saygılı çiftlerin oluşturduğu ailelerde ortaya çıkar. Babanın oğlan çocuğuyla, annenin de kız çocuğuyla ilgilenmesi gerektiği inancı yanlıştır. Çünkü kız çocuklar babalarını gözleyerek ve onunla etkileşime girerek karşı cinse nasıl tepkide bulunduğunu ve nasıl davrandığını öğrenirler. Yani erkekler kadar kızlar da duygu dolu gelişimleri açısından babaya muhtaçtırlar.
Çocuğun babaya olan ihtiyacı ergenlik döneminde de devam eder. Babanın yakın ilgisi, ergenin sert hareketlerini yumuşatacak, kalbini sevgi ile doldurarak gençlik sıkıntılarını hafifletecektir. Sözgelimi hasta olduğunda babasını yanında görmek ister. Babasının ilgi ve desteği bazen çocuğa tıbbî tedaviden daha çok yardımcı olur. Çocuk elbette annesini sever, ama babasını da yanında ister. Çünkü onun yanında kendisini emniyette ve korunmuş hisseder.
Çetinoğlu:  Anneler-babalar çocuklarının ilk yıllarında nasıl bir rol üstlenirler?
Doğan:  Aile, özellikle çocuğun ilk yıllarındaki gelişimini destekleyen en önemli kurumdur. Araştırmalar ailenin çocuk yetiştirme tutumunun gelişim üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Erken yaşta annelere ve çocuklarına sağlanan desteğin onlar üzerinde olumlu etkileri olduğu belirtilmektedir. İnsanın kişiliğini kazanmasına, hayata hazırlanmasına en çok tesir eden çevrelerin başında aile ocağı gelir. İnsanın ömrü boyunca en çok etkisi altında kaldığı bu aile çevresi, insanî ilişkilerin başladığı ilk iletişim alanıdır. Aile ocağında ilişkiler uyum içersinde sürdürülüyorsa orada çocuklar huzurlu ve mutludur.
Çetinoğlu: Anne ve babalar tatil döneminde çocukları için neler yapmalılar?
Doğan: Tatil dönemleri, çocuk üzerinde etkili olunabilecek en mükemmel zamanlardır. Daha fazla ilgilenme ve birbirlerini daha iyi tanıma imkânı bulurlar. Tatil dönemlerinin huzurlu, mutlu ve ileride hazırlanabilir güzel olaylarla geçmesi için gayretli olunmalı. Aksaklıklar ve kırgınlıklar çabuk unutulmalı.
İlk ve ortaöğretimde 16.000.000 öğrenci ara tatile çıktı. Zayıf karneler için anne-babalar çocuklar üzerinde psikolojik baskı yapmamalı. Aksine daha fazla ilgili göstermeli.
Çocuğun yetişmesinde ailenin etkisi saymakla bitmez. Özellikle çocuk eğitiminde ailenin önemi ve sorumlulukları son derece kapsamlıdır. Gerek çocukluğun ilk yılları olan okul öncesi dönemde, gerekse okul yıllarında ailenin vermiş olduğu eğitim veya takındığı tavır çocuğun kişilik gelişimini önemli oranda etkilemektedir. Araştırmalar gösteriyor ki çocuğun kişilik gelişiminin % 65’i okul öncesi dönem dediğimiz 0-6 yaş döneminde oluşmaktadır. Bu dönemde çocukta oluşan olumlu veya olumsuz kişilik yapısı daha sonraki dönemlerde telafisi zor sonuçları doğurmaktadır. Hayatın ilk yıllarını olumsuz şartlar içinde geçirmiş olan bireylerin bu olumsuzlukları yetişkin olduklarında da devam ettirdikleri gözlenmiştir. Birey yetişkin olsa da çocuklukta yaşamış olduğu ailenin ve almış olduğu aile eğitiminin etkilerini taşımaktadır.
Bazı anne babalar çocuklarıyla gerektiği gibi ilgilenmezler. Çocuğa karşı davranışlarında onu birey olarak görmeme eğilimi yüksektir. Aralarında geçimsizlik bulunan anne babalar çocukları için bu duruma katlandıklarını ifade ederler. Bu durumda çocuk kendisinin istenmediğini düşünür. Anne babalar çocuklarını ayrı bir kişi ayrı bir birey olarak görmezler. Kendileri nasıl davranıyorsa çocuktan da aynı davranışları beklerler. Bu durum; çocuğun kişilik ve ruhî gelişimini olumsuz etkiler. Biz toplumun nasıl olmasını istiyorsak çocuklarımızı öyle yetiştirmeliyiz. Çocukla ne kadar fazla zaman geçirirsek o kadar değer verdiğimizi göstermiş oluruz.
Çetinoğlu:  Sıcak bir aile yuvasının çocuk üzerindeki etkilerini değerlendirir misiniz?
Doğan:  Aile yuvasının sıcaklığını yaşamamış bir çocukta, sağlıklı bir kişiliğin oluşumu beklenemez. Bununla birlikte çocuk üzerinde sağlıklı bir otorite de kurulmalıdır. Otorite kurulmazsa çocuk disiplinli olmayı zor öğrenir.
Çocuklar sevgiden ve ilgiden mahrum bırakılmamalı. Fakat bu sevgi ve ilgi gereğinden fazla olmamalı. Çocuklara sorumluluk verilmeli, onun kendini ifade etmesi ve gerçekleştirmesi teşvik edilmeli. Çocuklarımızın iyi birer yetişkin olması bizlerin iyi birer anne ve baba olmasına bağlıdır. Mutluluk insanların birbiriyle doğru iletişimine ve sorumluluk almasına bağlıdır. İnsanlar geniş ailede de çekirdek ailede de mutlu olabilirler. İlla ki şu aile tipi ve yapısı mutlu eder diye genel bir kural koymak veya yargıda bulunmak sanırım doğru bir yaklaşım olmaz. Aile küçük de olsa, büyük de olsa, sevgi ve samimiyetle sıcak olmalı.
Çocukların ayrı bir birey olduğunun farkına varılmalı. Onun ilgi ve isteklerinin olabileceği bilinmeli.
Çocukların mutlu olması için aile içinde sevginin olması gerekir. Çocuğun ruhen sağlıklı büyümesi ve sosyalleşmesi için sıcak bir aile ortamına ihtiyacı vardır. Sağlıklı, mutlu ve kendisiyle barışık nesiller ancak sevgi dolu, birbirine saygılı çiftlerin oluşturduğu ailelerde ortaya çıkar.
Çetinoğlu:  Cevaplarınızda ‘İletişim’ kavramını çok kullandınız. Tarifini verir misiniz?
Doğan:  Bilgi kaynağının tek yönlü aktarımına ‘bilgilendirme’, karşılıklı bilgi alışverişine de iletişim denilir.
Yalnızca sunum yapmak, nasihat vermek, emretmek, iletişim kurmak değildir. Bu durumda tek yönlü bilgi aktarımı vardır. Bilgilendirme söz konusudur. Bilgilendirme işleminin iletişime dönüşmesi için, alıcı konumunda bulunan kişi veya kişilerin geribildirimde bulunabilmeleri gerekir. Bundan dolayı iletişim; konuşan, ileten ile dinleyen-iletilen arasında karşılıklı konuşarak iki yönlü bilgi akışını sağlama sürecidir.
Geribildirim esasına dayanan iki yönlü iletişim, işleme alanı ve hareket türlerine göre sınıfa ayrılarak incelenir: 1- Kişi içi iletişim. 2- Kişilerarası iletişim. 3- Sözlü iletişim. 4- Sözsüz iletişim. 5- Yazılı iletişim, 6- Kitle iletişimi.
Çetinoğlu:  İletişimde başarının şartlarından da söz eder misiniz?
Doğan:  İletişimi başarılı kılan, konuşanın iletişim açısından önemli olan engelleri ortadan kaldırabilme yeteneğidir. Başarılı iletişimciler, iletişim kurarlarken mesajlarını çok dikkatli biçimde hazırlarlar. İletişim sürecinde ortaya çıkan dikkati dağıtan bütün engelleri en alt düzeye indirirler ve geri bildirimden çok iyi yararlanırlar. Bunların dışında başarılı bir iletişimde şu özellikler bulunur.
1- İletişim kurulan kişi veya kişilere saygı duymak: Alıcıların varlığını kabul etmek, onların önemli ve değerli olduklarını hissetmek ve oldukları gibi benimsemek başarılı iletişimin önemli bir öğesidir.
2- Gerçekçi ve tabîi davranmak: İletişimde abartıdan uzak, her şeyi olduğu gibi ifade etmek ve tabîi hareketlerle davranmak sürekliliği kazandırır.
3- Empati kurmak: Günümüzde daha çok gerek duyulmaya başlayan empati, kavramı olarak dış dünyayı muhatabın penceresinden görmeye çalışmayı ifade eder. Muhatapla kurulan bu duygu ortaklığı, onu daha iyi anlamayı sağladığından, iletişimin gücünü arttırır ve karşılıklı anlaşılma mesajlarının aktarımına yardımcı olur.
Empati kurabilmek için karşıdaki kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamak gerekir. Karşıdakinin yalnızca duygularını anlamış olmak yeterli değil, o kişinin rolüne girerek kısa bir süre kalmalı daha sonra bu rolden çıkarak kendi verine geçmeli, aksi halde empati kurmuş sayılmaz. Çünkü karşıdaki ile eşdeğerlik kurmak veya ona sempati duymak, empati kurmaktan farklıdır.
4- Muhatabı dinlemek: iletişimde ‘dinleme’ konuşma ile denk bir öneme sahiptir.
Çetinoğlu: Sayın Doğan, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.
Doğan: Bilgi aktarımı suretiyle topluma yararlı olabilme imkânı sağladığınız için ben de teşekkürler ediyorum.
Yrd. Doç. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN
1965 yılında Aksaray’ın Ortaköy ilçesinde doğdu.
Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden 1988 yılında mezun oldu. 1995 yılında İngiliz Kültür’ün bursunu kazanarak İngiltere’de, Birmingham University Politic Science And International Study (Politika ve Uluslar arası İlişkiler) Master Programına katıldı.
1999 yılında Eğitim Felsefesi, Sosyolojisi ve Pedagoji alanında yaptığı çalışmalarla akademik Dr. unvanı aldı. Sırasıyla Fırat, Abant İzzet Baysal, İstanbul, Trakya ve Fatih Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır.
Devlet Planlama Teşkilatı Ulusal Ajans proje değerlendirmesinde (AB’e bağlı Leonardo Da Vinci proje uzmanı) bağımsız (AB) dış uzman olarak görev yaptı. Araştırma, inceleme ve bilimsel toplantılar maksadıyla elliden fazla ülkeye gitti.
Uzun yıllar çeşitli günlük gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarılığı yapmıştır. Halen Önce Vatan gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.
2001 yılında Moldova Gagauz Özerk Cumhuriyeti Meclisi tarafından verilen Şeref Madalyası sahibidir.
Çevre konusunda yaptığı çalışmalarıyla 2002 ve 2004 yılında INEPO (Milletlerarası Çevre Olimpiyatları Projesi) milletlerarası çevre basın üçüncülüğü ve jüri özel ödülü kazanmıştır.
Yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlardır:
1-Eğitimde Başarının Şartları: (İstanbul 1998), 2- Sivil Demokrasi Çağrısı: (İstanbul 1999), 3- Şimdiki Çocuklar Harika: (İstanbul 2001), 4- Çocuklar Küçük Bir Şey Değildir: (İstanbul 2002), 5- Mutlu Aile Mutlu Çocuk: (İstanbul 2003), 6- Varolmanın Yolunda Zengin Olmak: (Editör olarak, M.Uyar ve M. Çetin ile birlikte), Mehmet Tanrısever. İstanbul 2005), 7- Başarıya Yürüyenler: (İstanbul 2006), 8- Ailenin Aynası Çocuk: (İstanbul 2006), 9- Ailede Sevgi Eğitim: (İstanbul 2009), 10- İnsanlar Konuşa Konuşa: (İstanbul 2011).

Ziya Gökalp ve 2000’li Yıllar

Ünlü sosyolog, fikir adamı ve Türk milliyetçiliği fikrini sistemleştiren Ziya Gökalp,  87. ölüm yıl dönümünde Çemberlitaş’taki kabri başında rahmetle anıldı. Aydınlar Ocağı ve MHP İstanbul İl Teşkilatı tarafından düzenlenen toplantıda Z. Gökalp çeşitli yönleri ile ele alındı.

1876’da Diyarbekir’de doğan rahmetli Gökalp’in ölüm tarihi 25 Ekim 1924’tür. Gökalp,  Diyarbekir’in en köklü ve eğitimli ailelerinden birine mensuptur. Babası Buhara Türklerinden Mehmet Tevfik Efendi, Çermik kazasından Diyarbekir’e gelmiştir. Gökalp’in okuma alışkanlığını kazanması ve edebiyata ilgi duyması babası sayesindedir. Babasından Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Gökalp’in yetişmesinde babasının çok geniş kütüphanesinin önemli yeri vardır.

O, yalnız bir Üniversite hocası ve Millet Meclisinde mebus değil; Türklüğün hocası ve sosyoloğu idi. Günlük politika üzerine çıkan; milli endişe sahibi, yüksek düşünebilen bir büyük değerdi. Yazarken ve konuşurken mutlaka mesaj veren, tevazu sahibi, diğergam, oldukça mahcup ve insani ihtiraslarından sıyrılmış bir örnek milliyetçiydi. Edebiyat Fakültesindeki dersinden alınıp Malta’ya diğer aydın ve siyasilerle beraber sürgün edilmişti. O dönemde bugün ABD’nin oynadığı rolü İngiltere oynuyordu. Teslimiyetçiliği ve mandacılığı reddedenler toplanıyordu. Malta’da bulunduğu sırada Milli Mücadelenin başarılı olacağı inancını hiçbir zaman kaybetmeyen Gökalp, “Malta Mektupları” isimli bir eser de yayınlamıştır.

smanlıcı hareketin başarılı olamaması, İslamcı görüşün de Osmanlıyı tekrar bir arada tutamaması karşısında;  Milli Mücadeleden başka bir yol olmadığını görmüş, mandacı ve teslimiyetçi görüşlere karşı milli devletin kurulması için Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türk Milletinin milli bağımsızlık hareketine gönül vermişti.

Aslında Türkçülük hareketi, diğer iki yolun sonuç vermemesi üzerine önem kazanmıştır. Türkçülük hareketi, bazılarının zannettiğinin aksine, bir etnik milliyetçilik projesi değil; İmparatorluk bünyesinde zamanla dışlanan ve kaybedilen kimliğin tekrar kazanılmasıdır; asla dönüştür. İmparatorluktan milli devlete geçişte asli unsur etrafında milletleşmenin adıdır. Bu birlikteliğe asli unsur olan Türklerin dışında kimse de zorlanmamıştır.

Saltanatın ve İstanbul Hükümetinin muhalifi olduğundan ve Milli Mücadeleyi desteklediğinden,  kendisini sevmeyenler Türk olmadığını iddia etmişlerdir. İttihat ve Terakki ileri gelenlerine ve milli güçlere saldıran Ali Kemal (Artin Kemal), bu iddiada bulunmuştur. Bu haine ve diğerlerine rahmetli Gökalp, “Bana Türk Değil Diyene” isimli şiiriyle cevap vermiştir. Bu şiirden bazı mısralar aşağıdadır:

Hatta ben olaydım Kürt, Arap, Çerkez/ İlk gayem olurdu Türk milliyeti/ Çünkü Türk kuvvetli olursa mutlaka/ Kurtarır her İslâm olan milleti/ Türk olsam, olmasam ben Türk dostuyum/ Türk olsan ve olmasan sen Türk düşmanı/ Çünkü benim gayem Türkü yaşatmak/ Senin öldürmek her yaşayanı/ Türklük hem mefkûrem hem de kanımdır/ Sırtımdan alınmaz, Çünkü kürk değil/ Türklük hâdimine Türk değil diyen/ Soyca Türk olsa da piçtir, Türk değil.

Peyami Safa, Gökalp’in ölümü üzerine,  “O mücerret bir sosyoloji değil; Sakarya’yı kazanan, Lozan’ı yaratan, Ankara’yı yapan canlı fikirdir”; Yahya Kemal ise, “Diyarbekir’in harika olan bu oğlu, istikbalin hayal edilen binasını kuran dev bir mimardır. O, ilk Müslümanlar gibi mütedeyyin (dindar), ilk Türkler gibi bâni (kurucu) idi”  demiştir.

Z. Gökalp İktisat Derneği kurarak iktisadi milliyetçilik konusuna da eğilmiştir. Türkçülüğün esasları kitabında “İktisadi Türkçülük” bölümü vardır. Gökalp, bugün karşılaştığımız iç ihanetlere, ekonomiden dış politikaya kadar süren yağmaya, dış kuşatmalara, dayatma ve tuzaklara, Türksüz Anadolu, Atatürksüz Türkiye gayretlerine, Türk’e karşı yapılan ırkçılığa, 1982 Anayasasını milliyetsiz ve Türksüz hale dönüştürmeye, milletleşmeyi reddeden ve demokratikleşme diye yutturulan ve demokrasi ile çelişen etnik ırkçılığa ve fitneye karşı hâlâ görüşlerinden faydalanılabilecek bir zirvedir. Namaz isimli şiiri “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” isimli kitabındaki şifreler  O’nun fikir çizgisini ortaya koymaktadır.

Kimliği kültürel olarak ele alan Gökalp, “Türk olmak için yalnız Türk kanı taşımak, yalnız Türk ırkından olmak kafi değildir; Türk olmak için önce Türk harsı ile terbiye görmek ve Türk mefkuresi için çalışmak şarttır. Bu şartlara haiz olmayanlara kanca ve ırkça Türk olsalar bile Türk ünvanı veremeyiz.” “Atalarımın Arap veya Kürk soyundan geldiğini tespit etmiş olsaydım bile; kendimi yine Türk olarak kabul edecektim. Çünkü araştırmalarım sonucunda kimliğin kültürel olduğunu gördüm.” İfadeleri kendisine aittir. E.Durkheim’den farklı olarak Türk Sosyoloji geleneğini kuran, kavramlar ve ilkeler geliştiren Gökalp anlaşılmadan milliyetçi olunamaz; milli menfaatler korunamaz. Gökalp’te ırkçılık arayanlar, zihinleri azınlık ırkçılığına kapılanlar ve çöken ideolojik kalıpların dışına çıkamayanlardır.

Aklımızı Başımıza Alalım

Türkiye bir deprem ülkesi.  Bu sebeple pazar günü yine Van’da bir depremle yüzleştik.

Yıkılan binalar, enkaz altında kalan insanlar, toz, toprak ve gözyaşı…

Gözle görülen bir şey var ki;  17 Ağustos 1999’a göre çok daha hazırlıklıyız. Ancak bunun yeterli olduğunu söylemek yanlış olur.

Şehirlerimiz, kasabalarımız ve köylerimiz maalesef ne depreme ne de çağdaş imar ve inşa hareketlerine göre yapılmış.  Doğrusunu yapmaya da mecalimiz yok.

Bu bize Türkiye’nin kaynaklarının boşa kullanıldığını gösteriyor. Cumhuriyet döneminde Türk insanın hayaline ve aklına gelmeyecek işler başarılmasına rağmen henüz istediğimiz sonucu alamadığımızı görüyoruz.

Her Türk vatandaşı,  Türkiye’nin ortak zenginliğinin niye boşa kullanıldığını sorgulamalıdır.  Yoksa Türkiye Allah vergisi zenginliklerini iyi kullanabilmiş olsaydı, Van depreminde olduğu gibi kolayca yıkılmaz ve canlarını kaybetmezdi.

Türkiye’nin son 30 yılda bölücü terörü önlemek için harcadığı paranın 450 milyar dolar olduğu söyleniyor. Biz böyle bir parayı şehirlerimizin, depreme dayanıklı imarı ve inşası için harcasaydık, kaybedeceğimiz can sayısının bugünkünden az olacağı muhakkaktır.

Türk Milletinin ve Türkiye’nin düşmanları;  insanımızın zenginliğini kullanmasını, mutlu ve huzurlu olmasını, günümüzün teknolojisine uygun yaşamasını ve illaki güçlü olmasını asla istememektir. Bu açıdan bakınca PKK’nın üstlendiği rol çok daha iyi anlaşılmaktadır.

PKK sözde kurtuluşuna önderlik yaptığı insanların, iyi yaşamasına, eğitimine, sağlığına engel olmaktadır. Van’daki deprem bu gerçeği bir kez daha ortaya koymuştur. Eğer parayı insanımızın mutluluğuna ayırabilseydik her şey çok farklı olurdu.

Şimdi üzerimize düşen yaraların sarılmasıdır. Atatürk’ün “Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” veciz sözünden yola çıkarak Türk Milletinin ayrılmaz bir parçası olan Van, Erçiş, Bitlis ve diğer mahallerde meskun kardeşlerimizin yardımına koşmalıyız.

Büyük Türk Milleti; Allah’ın izniyle hiçbir kimseye müdane etmeden bu işin altından kalkacak güç ve kudrettir. Elhamdülillah kimsenin de yardımına ihtiyacımız yoktur. Somali’ye, Afganistan’a, Pakistan’a, Afrika’ya, ve yardım eli dünyanın dört bir köşesine uzanan Türk Milleti, elbette kendi memleketine ve insanına cebindeki son kuruşa kadar sahip çıkacaktır.

Ancak Van depremi bize tefekkür etmek içinde bir neden ve fırsat olmalıdır. Vatanımızın karşı karşıya olduğu sorunların, emperyalist küresel güçlerce suni olarak çıkartılmış sorunlar olduğunu görmek ve bu yeni haçlı saldırılarına karşı hep birlikte durmak gerektiğini vakit çok geç olmadan anlamalıyız.  Çünkü Türk Milletinin karşısındaki güçler, Prof. Dr. Timur Kuran’ın kapitülasyonlar için söylediği “modernleşmenin itici gücü olmuş bir sistem” örneğinde olduğu gibi kötü lokmayı iyi bir kılıfta bize yutturmaya devam eder.

Bunlardan dolayıdır ki; Türk Milleti olarak güzel yaşamak ve mutlu olmak istiyorsak aklımızı başımıza almalı ve nerede yanlış yapıyorsak tefekkür etmeliyiz. Van’da kaybettiğimiz kardeşlerimiz, yaralılarımız ve enkaz aslında bize çok şey anlatıyor.