20.7 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1087

Kurban

Sessiz bir sabahın ardından

Sır gibi insanlar ayakta

Telaşlı bir sızı var yüreklerde

Bilinemiyor

Kimse bilemiyor bu sızıyı…

 

Yaratan demişti ya hani

” Sadece benim rızam için her şey bugün”

Bilinmeyen belki bu idi.

Yakınlaşma günü bugün ve her gün

Uzaklara hatta ta ötelere yakın olmak için…

 

Rahmet yağmurları tılsımları ile

Rabbin şu fermanına namzet:

“Ortak koşanlardan olma ve Bana yönel”

Amacıdır çünkü Yaratanın ulaşmasını ister

Sadece kendisine bağlılığın ve itaatin…

 

Kan değil istenen

İbrahimi bir sadakat ömürde

İsmailce bir tavır

Ve

Muhammedi bir ruh

Tüm ümmete

 

YA HAYY

YA HAKK

YA HÂKİM-İ MUTLAK!

                                                   

Ayrılıkçılığın Sosyolojik Temeli Yok

Bu yıl Kurban Bayramı mesajlarında milli birlik ve beraberliğimize dair temenni ve dualar ön planda. Bunun sebebi şüphesiz tırmanan teröre verdiğimiz şehitlerin artışı ve Van depreminde milletimizin hiçbir ayrım gözetmeksizin acıları paylaşma ve yardımlaşmada gösterdiği emsalsiz kardeşlik örneğidir.

Van depreminde, Kürtleri temsil ettikleri iddia edilen ayrılıkçıların, bölge halkına şefkat ve yardım konusunda milli birlik ve bütünlüğü savunan, yaşayan ve yaşatan kesimlerin çok gerisinde kalması dikkat çekiciydi.

Buna bir de operasyonda öldürülen bir PKK militanının babasının taziye çadırına astığı Türk bayrağı altında söylediği sözler, evlatlarının terör örgütü tarafından kandırıldığını düşünen ailelerin de olduğunu gösterdi. (Kürt babanın sözleri: “Oğlum terörist olduğu için utandım. Bir babanın yaşayabileceği en büyük acıyı yaşıyorum. Kandırılarak götürüldü. Keşke benim oğlum da yanlış yola gitmeseydi ve bu acıyı bize yaşatmasaydı… Bizim ordumuz, bayrağımız birdir. Biz hain değiliz. Biz Müslüman’ız, aynı vatan aynı bayrak altında yaşamak istiyoruz”“)

Hem de öldürülme korkusuna rağmen gösterilen bu tavır, böyle düşünen ailelerin oranının hiçte az olmadığının işareti olarak değerlendirilebilir.

Bu gözlemlerimizin değeri belki de her türlü istatistik rakamın üstündedir. Ancak yine de ilmi araştırmalarla desteklenmedikçe tespitlerimizin boşlukta kaldığı iddia edenler çıkabilir.

Bu sebeple, Açık Toplum Vakfı (Soros)-Boğaziçi Üniversitesi adına Infakto Research Workshop tarafından (11 Mayıs 2010) yapılan “Bizlik” lik, “Öteki”lik ve Ayrımcılık: Kamuoyundaki Algılar ve Eğilimler anketinde sorulan bir soruya verilen cevapları hatırlatalım:

Soru             :Sizin için en önemli birinci kimlik hangisidir?

Cevaplar       :

  • a- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, %36,
  • b- Türk Milletinin mensubu olmak %29,
  • c- İslâm dininin emir ve yasaklarına bire bir uyan dindar bir Müslüman olmak % 18,
  • d- Laik kafa yapısına ve hayat tarzına sahip çağdaş bir Müslüman olmak %9,
  • e- Kendi etnik dilim ve kültürüm içinde yaşamak ve etnik topluluğuma mensup olmak %5,
  • f- Memleketim, doğduğum, büyüdüğüm, ailemin geldiği şehir, bölge %1

“Birbiriyle çelişmeyen, aksine birbirini tamamlayan, sadece kimliğin önceliğini gösteren dört cevabı toplarsak %94 gibi önemli bir orana ulaşıyoruz. Buna karşılık etnik kimliği tercih edenlerin oranı %5’te kalıyor.”

“PKK’nın siyasi kolu” olarak nitelendirilen partinin aldığı oy oranının (özellikle en yüksek oy oranlarına ulaştığı illerde terör örgütünün silahlarının gölgesinde seçim yapılmasına rağmen) Türkiye genelinde yüzde 6 mertebesinde olmasının bu araştırmayı desteklediği de düşünülebilir.

1-Bu araştırma “açılım” rüzgârının Türkiye’yi sardığı, ayrılıkçıların cesaretlerinin tavan yaptığı bir dönemde yapılmış. (Habur rezaletinin tarihinin 19 Ekim 2009 olduğunu hatırlayınca bu havayı daha iyi gözümüzde canlandırabiliriz.) 2- Yapan firmanın arkasında ayrılıkçılara destek veren Soros Vakfı‘nın bulunması önemli. Bu faktörler dikkate alındığında bulunan rakamın bile abartılı olması kuvvetle muhtemeldir.

Sosyologlar dünya üzerindeki devletler üzerinde yaptıkları tasniflerde devleti oluşturan topluluklar arasında hayatımızın doğumdan, yeme içmeye, bayramları, düğünleri, cenaze gibi bütün önemli aşamalarında etkili olan hayat tarzlarındaki benzerlik oranı yüzde 60 ve üzeri olan ülkeleri homojen yapılı, yüzde 60 ın altındakileri de heterojen yapılı saymaktalar.

Türkiye’de etnisite olarak Türk ve Kürt olanların arasında bu anlamda benzerlik yüzde 95 mertebesindedir. Türk ve Kürt etnisitelerinin birbirleriyle kız alıp verme suretiyle kaynaşması olmasa dahi, hayat tarzı, inançlar ve aidiyetleri bakımından gözlemlenen bu homojen yapı sebebiyle, Kürtlerin ayrıştırılması sosyolojik bir ihtiyacın değil, siyasi bir projenin eseridir. Bu siyasi projenin müellifi de (yazarı da) Kürtler değil, ABD/AB’ dir.

Sadece Kurban Bayramlarında Türkiye’nin bütün şehirlerinde aynı tarz bayramlaşma, kurban kesimi, mezarlık ve akraba ziyaretleri, ikram ve hediyeleşmenin olduğunu görmek bile bu gerçeğin tespitine kâfidir.

Terör örgütünü Kürt halkının temsilcisi gibi görmeye ve göstermeye çalışanlar bu dış kaynaklı projeye hizmet etmektedir. Hükümete düşen de öncelikle bölge halkını terör baskısından kurtarmak, Türk insanını “öğrenilmiş çaresizlik” içinden çıkarmaktır.

Yapılacak açılımlar da bölgesel ve kolektif haklar cinsinden düzenlemeler değil, bütün milletimizin demokratik hak ve özgürlüklerini geliştirme maksatlı yapılmalıdır.

Türkiye’nin Değeri

Türkiye’de yaşanan terör olayları bana, senelerce evvel, rahmetli hocam Yusuf Kurtiş’le yaptığım bir konuşmayı hatırlattı:

Kendisi aslen Arnavut olup, Ohri medresesinden mezundu. Çok yönlü biriydi. Hafız, İcazet sahibi, Dersiam, Fakih ve İmamdı. Başta Türkçe olmak üzere Arapça, Farsça, İngilizce, Arnavutça, Sırpça ve İtalyanca bilirdi. Klasik tabirle yed-i tula sahibi bir Osmanlı alimi, tam bir Osmanlı yani İstanbul Efendisi idi. Osmanlı olmakla her zaman öğünür, Osmanlılıktan sitayişle bahsederdi.

Bir konuşmamızda Ohri’yi neden terk edip, Türkiye’ye geldiğini sormuştum. Keşke sormaz olaydım. Hemen yüzündeki ifade hüzünlü bir hal aldı. Gözleri nemlendi. Çok derinlere daldı. Hazin ve titrek bir sesle konuşmaya başladı:

“Derdimi deştin oğlum, dedi. İnsan hiç, kolay kolay vatanından geçer mi? Her şeyini arkada bırakır mı? Hiç dönmemek üzere, ata yurdundan ayrılır mı?” diye soruma soruyla verdiği cevapları, bir bir sıralarken merakım da ziyadeleşmişti. Çıt çıkmıyordu aramızda.  Dokunsam ağlayacaktı. Halbuki, onu ne kadar da metin bilirdim. Gözlerini sabit bir noktaya dikti. Sanki bir yerden okurcasına:

“Oğlum dedi, Arnavutlar, İslam olmadan önce çeşitli vesilelerle Osmanlılarla işbirliği yapmışlardır. Mesela Osmanlı-Venedik mücadelesinde, Arnavut Beyleri Osmanlıların yanında yer aldı. Bu arada, Türk birlikleri bölgeye akın üstüne akın yapıyordu. Bunun sonucu Yıldırım Bayezid zamanında, Osmanlı yönetimine girmiş olduk.

“Bunu Arnavutluk’a Türk halkının yerleştirilmesi takip etti. Arnavut prensleri, zamanla İslam dinini benimsediler. On dördüncü yüzyılın sonlarında Arnavutların çoğu artık Müslüman idi.”     Hocam, biraz durdu. Derin bir nefes aldı. Nispeten sakinleşmişti. Uzak maziden güne doğru, pupa yelken yol almakta, geçmişin kısa bir panoramasını görürcesine ve yaşamışçasına çizmekteydi:

“Derken, Osmanlı Devleti 1417’de Arnavut sancağını kurmasıyla, Arnavutluk, Osmanlı fethinden sonra; beş asır, Avrupa’da İslam’ın yayılmasında, bir merkez rolü oynayacaktı. Nitekim birçok Müslüman Arnavut, Osmanlı Ordusu’nda hizmet görmüş, Osmanlı yönetiminde önemli görevler üstlenmiştir. Böylece aradan yıllar değil, asırlar geçti ve giderek 1912’lere gelindi.”

Hocam yorulmuştu. Yine soluklanmak ihtiyacını hissetti ve sonra:

“Oğlum dedi, gelindi gelinmesine ama, Batılı devletlerin yıllar öncesinden başlattıkları, dışardan üflemeleriyle Arnavutlar, içerde oynamaya  başladılar. Himaye ve koruması altında bulundukları Osmanlı Devleti’ne karşı maalesef- ayaklandılar. Avrupa’nın oyunları sonucu, diğer Balkan ülkeleriyle birlikte 1912’de Osmanlı Devleti’nden ayrıldılar.”

Başını kaldıran hocamın kaşları çatılmıştı:

“Ayrıldı da ne oldu? Balkan Ülkeleri Birliği’nin saldırılarına uğradı! Hıristiyan Balkan Orduları, Arnavut Müslümanlarını Hıristiyan olmakla, ölüm arasında bir tercih yapmaya zorladı. On binlercesini Hıristiyan olmadıklarından dolayı öldürdüler.

“Londra Konferans’ında Osmanlı Devleti’nin Arnavutluk üzerindeki egemenlik hakları kaldırıldı! Batı güdümünde olmanın ilk mükafatı olarak Batı, Arnavutlara verilecek yerleri küçülttükçe küçülttü (1913). Ülkede anlaşmazlık ve çarpışmalar başladı. Bu kaos hali, Birinci Dünya Savaşı boyunca sürüp gitti. Ancak, Paris Barış Konferansı’yladır ki, daha önce kabul edilen Arnavutluk sınırları tanınmış oldu (1921).

“Yine de Arnavutluk, 1925’in başlarında Cumhuriyetin ilan edilmesine kadar tam bir karışıklık devri yaşadı. 1928’de toplanan kurultay ise, anayasayı değiştirerek krallığı kabul etti.”

313

Mazide yaptığı yolculuktan, bir an için sıyrılan hocam, gözlerini gözlerime dikti ve elini elimin üstüne koyarak, pür-dikkat olmamı sağladıktan sonra:

“Velhasıl, Osmanlı’ya kalkan el onmadı. (Ellerimi sıkarak:) Evet oğlum dedi, Osmanlı’nın hukuken devamı olan bu devlete kalkan el de, onmaz. Er-geç bir belaya giriftar olur. İşte biz Arnavutlar, baş kaldırmakla, neler umduk, sonuçta ihanette birlik olduklarımızın ihanetine uğradık:

                          İlahi bakımdan edilmedik ihmal

                          Olunduk hikmet icabı ancak imhal.

                          Herkese ibret dersi olmalı bu hal.

                          Heyhat artık eski durum bil ki muhal!”

Derken, Hocam son derece duygulanmış ve şairlik vasfı harekete geçerek, konuşmasını şiirimsi ifadelere büründürmüştü. Fakat bu sözleri, bana, Milli ve İslam Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şu mısralarını çağrıştırmıştı:

                         “İşte, ey unsur-i isyan, bu eliim izmihlal,

                          Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti!

                          Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti?

                          Hani, milliyetin İslam idi…Kavmiyyet ne!

                          Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

                         ‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı Şeriat’te yeri?

                          Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.

                          Arabın Türke; Lazın Çerkese, yahut Kürde;

                          Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde!

                          Müslümanlık’ta ‘anasır’ mı olurmuş? Ne gezer!

                          Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.

                          En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın;

                          Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın!

                          Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel,

                          Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

                          …………………………………………….

                         ‘Medeniyyet’ size çoktan beridir diş biliyor,

                          Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor,

                          Arnavutlar size ibret olacakken, hala,

                          Ne bu şuride siyaset, ne bu fasid da’va?

                          Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…

                          Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

                          Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum…

                          Başka bir şey diyemem…İşte perişan yurdum!…”

                                     6 Mart 1913      

 “Sanki Osmanlı’nın bedduasına uğramıştık. Felaketler birbirini kovalıyordu. Nitekim 1939’da Faşist İtalyan orduları Arnavutluk’a girdi. Ve bu işgal 29 Kasım 1944’e kadar devam etti.

“1943’te Arnavutluk, bu sefer de Almanların eline geçti. Çünkü Arnavutluk, Osmanlı’ya baş kaldırdığı o uğursuz günden beri sahipsiz ve hamisiz kalmıştı. Aklımız başımıza gelmişti ama ‘Ba’de harabü’l-Basra’. Sonunda olan olmuş, işgalin sona ermesinden (29 Kasım 1944) hemen sonra Enver Hoca liderliğinde komünist  ‘Halk Cumhuriyeti’  kurulmuştu!

314

“Komünist diktatörlüğün kurulduğu ilk yıllarda binlerce insan İtalya’yla iş birliği yaptıkları gerekçesiyle idam edildi! Altmışlı yılların sonuna kadar iki bin küsur cami ve kilisenin kapısına kilit vuruldu! Müftülük ilga edildi! Dini görevlerin yerine getirilmesi yasaklandı! Lider ve önder konumundaki  – onların tabiriyle-  bütün ‘Tutucular’ ortadan kaldırıldı!”

Gözyaşlarının; yanaklarına doğru süzülmesine artık mani olamıyordu. Bir süre sessizce ağladı. Odayı derin bir sessizlik kapladı. Sonra duruldu:

“Sen bana bakma oğlum, dedi. Kolay değil, Osmanlı’nın beş yüz sene emek verdiği değerler; bir bir yok olurken, bizlere de vatanı terk etmekten başka çare kalmamıştı. Değil malımız mülkümüz; artık dinimiz, imanımız ve hayatımız da tehlikedeydi! Varımızı yoğumuzu, yok pahasına satıp savdık. Ne yapıp edip, bir yolunu bulduk. Ana -Vatan ve Darü’l-İslam / İslam diyarı bildiğimiz, üstelik iman vesilemiz olan Osmanlı-Türklerinin ülkesine canımızı zor attık.      “İşte evladım, senin sorduğun sorunun cevabı, bu anlattıklarımın altında yatıyor. Bilmem ki, cevap verebildim mi?”

Yaşaran gözlerim, mahzunlaşan ses tonumla:

“Ne demek hocam, hem de çok ibret-amiz bir cevap verdiniz. Sağ olun. Fakat çok yoruldunuz biraz dinlenseniz.” dedim.

O gün, ilk defa, hüzünlü fakat Türkiye’min değerini, daha iyi anlamış olarak yanından ayrıldım.

X

 Gelelim günümüze:

“İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helak eder misin, Allah’ım…” (A’raf: 155) diyerek Yüce Rabbimizin engin merhamet ve korumasına sığınıyor; son pişmanlığın fayda vermeyeceğini hatırlatarak; içimizdeki beyinsizlerin akıllarını başlarına almalarını ve bindikleri dalı kesmemelerini diliyorum.

Semih Göksel’in Ardından

Yaşamın doğal ve hepimiz için geçerli olan sonucu Hak’a kavuşmaktır. Sevenlerinin hüznü içinde  Semih Göksel’de, Allah’ın rahmetine ulaştı. İzmit, genç sayılabilecek  yaşta, değerli bir evlâdını yitirdi.

Dinî inancımız, aramızdan ebediyete intikâl edenleri hayırla anmayı öngörür. Bu istek, güzel hizmetlerin ve davranışların sahibini rahmetle anmamızın yanı sıra  güzel huyların ve amellerin geride kalanlara örnek olması dileğidir. 

Semih Bey, İzmit’in köklü Göksel ailesinin titiz ilgisi ve gözetiminde yetişmiş, değerli bir işadamı olarak kentimizdeki ticâri ve sınâi işlerini uzun yıllar sürdürmüştür. 

Geçirdiği talihsiz kaza, Semih Bey’i ciddî sağlık sorunlarıyla karşı karşıya bırakmış, çok uzun süren bir tedavi dönemi geçirmesine neden olmuştur. 

Ailesi, eşi ve çocuklarının ihtimamlı bakımları, duaları ve sevgileriyle yavaş yavaş sağlığına kavuşmuştur.

Semih Bey, geçirmek zorunda kaldığı çok zor dönemlerde bile dengesini, ölçüsünü, soğukkanlılığını ve kontrolünü muhafaza etmesini bilmiştir. Çevresindekilere her zaman saygılı, güler yüzlü ve sevgi dolu olarak yaklaşmıştır. 

Aramızdaki büyük yaş farkına rağmen, beraber çalışma imkânımız oldu. İzmit Ticaret Odası başkanlık görevimi sürdürürken, Semih Bey’in, Yönetim Kurulu üyesi olarak değerli hizmetlerine her zaman tanık oldum. 

O süreçle ilgili çok değerli ve önemli anılarım oldu. Yönetim Kurulu’nda birlikte önemli işler başardık. 

Fuar içindeki oda binamızın, on dönüme yakın yeşil alanını ağaçlandırmak için, Hendek Devlet Fidanlığı ziyaretine, Semih Bey ve İzmit depreminde kaybettiğimiz değerli arkadaşımız Metin Darcan Bey’le beraber gitmiştik. 

Beğendiğimiz fidanların bedellerini ödeyerek   İzmit’e dikim alanına kadar nakliyesini gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca ekilmelerine de nezaret etmişlerdir. Yüz elli adet civarındaki fideler, şimdi on beş yaşına ulaşmışlardır. Bu ağaçlar şimdi, ebediyete yürümüş olan iki değerli kardeşimizin bize yadigârı olmuştur. 

Semih Bey’in doğa sevgisi yanında, yakın çevresince iyi bilinen bir başka özelliği de, hayvanlara olan sevgisidir. Evinde ve iş yerinde sürekli baktığı köpeklerine çok düşkündü. 

Beraber çalıştığımız süre zarfında Semih Bey çalışma arkadaşlarına karşı her zaman  iyi niyetli, dürüst ve saygılıydı. 

Arkadaşlarını hiç yalnız bırakmadı. Her zaman mert, sözünün eri, güvenilir ve sağlam karakterliydi. Beraber yola çıktığı arkadaşlarına asla sırtını dönmedi. 

Arkadaşları ve dostları O’nu hiç unutmayacaklar ve her zaman özlemle anacaklardır. 

Kendisine bir kez daha Allah’tan  rahmet diliyorum.

 

Hiç Bir Zaman Karamsar Olmadım, Koç-Sabancı Gibi Olmayı İse Hiç Düşünmedim

 anılar

Hemen hiçbir dönemde karamsar olduğumu hatırlamıyorum.  

En zor şartlar altında, en sıkıntılı anda bile umutsuzluğa kapıldığımı hatırlamıyorum. Hep bir çıkış yolunun bulunacağına inanmışımdır. Bu inancımı hiç yitirmedim ve yitirmek istemiyorum.

Üzüntülerimiz, zor anlarımız olmadı mı? Elbet oldu. Mutsuzluğumuz oldu ama, umutsuzluğumuz hiç olmadı. Hep bir çıkış yolu olacağına inandık. Ve bazı ZOR’ları bu inançla başardık. Çocukluğumuz hep bu çizgide yürüdü. Diyebilirim ki, Hiç Zor Görmedik ve Çaresiz Hiç Olmadık.

Özellikle de bir Osmanlı Hanımağası olan HAMİNNEM bunda çok etkiliydi. Herkesin indinde O’nun çok saygın bir yeri vardı. Evde ve Akrabaların da dahil olduğu Geniş Aile içinde hep onun sözü geçerdi.  Kimse ona karşı gelmezdi. Belki de O, hiç kimse için olumsuz sayılabilecek bir tutum, bir beklenti ve bir davranış içinde olmazdı.

Haminnemin güldüğünü, yüksek sesle güldüğünü hiç kimse görmemiştir. Onun yüzünde her zaman kararlı, ciddi fakat sevecen bir ifade olmuştur.  Olli Dayı (Ali Amca) ile sohbetlerinde nadiren hafifçe gülümsediğini hatırlarım. Baba dostu, -Yemen’de uzun yıllar askerlik yaptıktan sonra döndüğünü bildiğimiz ve bu nedenle kendisine “Yemen Çürüğü” lakabı verilen Ali Dayı ile Kahve İçerler, uzun uzun sohbet ederlerdi.

Ali Dayı, hemen her gün, öğleden önce bize gelirdi. Kapı arkasında avlu içinde otururlardı. Çoğu zaman Haminnemin bizzat yaptığı, bazen de evdekilerin hemen getirdikleri kahvelerini yudumlarken bir taraftan da sohbet ederlerdi. 

Kimse onları rahatsız etmez, yanlarına da gitmezdi.  Yalnızca ben, arada bir gider, Haminnemin hemen dizi dibine oturur sessizce bir süre onları dinlerdim.

Ali Amca genelde YEMEN ANILARINI anlatırdı. Haminnem onu sessizce dinler, bazen küçük suallerle onu daha çok konuştururdu. Sohbetleri o kadar güzel, o kadar seviyeli ve o kadar tatlı olurdu ki, bazen belki saatlerce dinlediğimi hatırlarım. 

Ali Amca’nın (OLLİ DAYI’nın) YEMEN anıları, benim başka bir nedenle de ilgimi çekiyordu. Dedem, (Annemin Babası; ABDULMUTTALİP LAMBACI da, Yemen Anılarını çok anlatırdı.  Onun dinleyicileri, bazen Kaymakam, bazen Banka Müdürü, Hakimler vb. memur takımı olurdu. Ve yine TEK BEN, onların da sessiz dinleyicisi olarak hemen yanlarında olurdum. 

Dedem 13 yıl süren askerlik hizmetinin (11) yılını YEMEN’de geçirmişti. Ve Dedem ve Olli Dayı ve bir kişi daha -Halil SAMUK- YEMEN’den dönebilen şanslı kişilerdendi.  Ailemden (6) kişinin daha YEMEN’de olduğu ve dönemedikleri hep anlatılmıştır.  Dedemin, (11) yıl Yemen’de kalması ve dönebilmesi, onun; SIHHİYE ÇAVUŞU olarak geri hizmette,  SAĞLIK ÇADIRINDA bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ve yine o nedenle de döndüğünde, pratik bir CERRAH’tır O!….  Uzaktan yakından YARALILAR; KAZAYA UĞRAYANLAR;  Böcek, Yılan Sokanlar, ONA tedavi için gelirler ve gerçekten ŞİFA bulurlardı.  Tedavi şeklini göremezdik ama, teşekkür için geldiklerinde konuşmaları bizler de izlerdik.

Şimdi her iki anıdan; Dedem’den ve Olli Dayı’dan da kırık dökük bazı  kalıntılar var ama, keşke bunlar yazılabilmiş olsaydı diye çok hayıflanmışımdır.  

Haminnemle KÖY BAĞLARINA gezilerden “Aslında ZOR  Değil” isimli kitabımızda bir bölüm aktarmıştım.

Dedemin Bahçeleri de bizim oyun alanlarımızdı. O bahçelerde iklimin müsaade ettiği her meyve her sebze vardı. O bahçeler adeta birer botanik bahçesi gibiydi, her cinsten bir iki örnek, çok uzaklardan getirilmiş türler… O iklimde neler olabiliyorsa.. Ve çiçekler; çeşit, çeşit!.. 

Sonra GÜRLEVİK ÇAYI Boyunca BİR CENNET.. ÖZ’de ayrı bir CENNET..  Büyüklerin de yardımıyla; ÇİMMEK (Yüzmek) için yaptığımız GÖLET’ler.  BALIK TUTMA Teknikleri ve taktikleri. Arkadaşlarla, Ailemizle O cennetlerde geçen, hızla geçen çocukluk yılları.

Şu anda TAPU olarak da bana ait olan bir araziden, “KARAAĞAÇ DİBİ”nden söz etmeden geçemem.  Burada bulunan KARAĞAÇ, bir ULU AĞAÇ idi. Kesilme nedeni olarak açıklandığında öğrendiğime göre kapladığı alan; 1.5- 2 dönümdü. Tek bir AĞAÇ, KARAAĞAÇ…  Kesilmeden önce ölçmüşlerdi. Hatırlıyorum; tam BEŞ KİŞİYDİLER, Babam ve Arkadaşları. AĞACIN ETRAFINI Kuşattılar, Kucakladılar ve halkanın ucu tamamlanamamıştı. ALTINCI KİŞİ de olsa BELKİ dediler.  BELKİ kucaklayabilirlermiş.. Bu ölçüyle; etrafı tahminen (10) metre ve ÇAPI;  ( 3 – 3,5 ) metre bir ULUAĞAÇ.  Kesilmesine karar verildi. Ve (45) günlük bir çalışma ile kaldırıldı. O zaman ben Okul için İSTANBUL’da idim. Hoş, Mecitözü’nde olsam da fark etmezdi ya..  Hem; belki sözümüz de geçmezdi, aslında biz de,  bu büyük güzelliğin değerini bilmezdik.

ŞİMDİ Anlıyorum ve ÖYLE bir AĞAÇ Sahibi olmak onu yetiştirmek için SERVETİMİ verebilirim. Nitekim, O araziye bir VAKIF Kurmak, bir “OKUL” veya “HASTANE” yaptırmak ve BAHÇESİNDE BİR DEĞİL (TAM 100 ADET) KARAAĞAÇ Yetiştirmek için..   Allah imkan verir nasip ederse en büyük emelim işte bu..    

Karaağaçdibi ile ilgili bir anımı aktarmadan geçemeyeceğim. O sene bu tarlamıza PANCAR ekilmişti. Pancar suyu çok sever. Ama o yıl sular çok azalmıştı..  Saat hesabı kiralanan GÜRLEVİK ÇAYI için pek te heveslisi yoktu. Parmak kadar bir su ve saati 7,5 lira.. Babam bu suyu kiralamıştı. Birlikte tarlaya gittik. Aynımızda bir de işçimiz vardı. Su, 2-3 saatte ancak tarlaya kadar gelebilmişti. Yaklaşık (5) saatte de YARIM DÖNÜM YER sulanamamıştı. 

Bu hesaptan, bu su, bu tarlaya, (10) geceli gündüzlü aksa yine de tarla Tam Olarak sulanamazdı.  Su parası, Amele yevmiyesi derken pek de akıllıca olmayacaktı.  Babam bir fikir ortaya attı;

  • Suyu tarlaya çevirelim kendi halinde aksın gitsin, bakalım ne olacak. Dedi. Ortakçımızın büyük oğlu Nuri Ağabey itiraz etti;
  • Mehmet Ağa dedi, öyle olmaz eğer yol verilmez se bu su kendi halinde ilerlemez, belki de başkalarının işine yarar, kollamak lazım..

O anda söze girdim:

  • Ben,dedim, Ben bu işi yapabilirim.. Güldüler, Ama Nuri Ağabey, şöyle bir baktı ve;
  • Doğru söylüyor Mehmet Ağa dedi. ATAM ONA GÖRE BİR İŞ, Sabah-akşam suya yol verecek, arada ben de yardım ederim. Olur bu iş…

Karar verildi. Su bağlandı, ilk birinci gün, Nuri Ağabey’le beraber gittik, sonra ona;

–  SEN GELME NURİ AĞABEY.. Dedim ve ben her gün gittim.  Öyle zevkli, öyle gurur verici bir işti ki; suyun ulaştığı HER BİR PANCAR YAPRAĞI GÖZLE GÖRÜLÜR ŞEKİLDE ŞÖYLE BİR DOĞRULUYOR, SANKİ BANA TEŞEKKÜR SELAMI İÇİN HAFİFÇE ÖNE EĞİLİYORDU..

Onlarla konuşuyordum. Tam (12) gün, günde 2-3 kez gittim.. Elimde, boyumu aşan kocaman bir kürekle zevkle gidiyordum. Bazen OYUN OYNAYAN Arkadaşlarımın arasından geçiyordum. Benimle DALGA geçiyorlardı;

  • SUCU, SUCU!.. AMELE GELDİ.. Bakın, bakın SUCU GİDİYOR, AMELE GİDİYOR. Diyerek gülüyorlar, bana sataşıyorlardı.

Bir gün DAMİNİN HÜSEYİN yoluma çıktı;

  • Baksana yaa, Arkadaşım, Sen Amele misin? Neden her gün suya gidiyorsun. Filan diye güldü..
  • Sen karışmasana. Dedim. ve devam ettim.

Her gün.. Ararlında hızla geçiyordum. Alaylı bakışlarını görüyordum, hiç etkilenmedim.  Sabah Tarlaya geldiğimde gece boyu akan suyun ıslattığı alanlarda dizlerime kadar çamura batıyordum.

Öyle zevkliydi ki… Yaptığım işi sevmiştim.  Her akşam mutluluk ve gururla dönüyor, akşam yemeğinden hemen sonra huzurla  uyuyor ertesi gün kahvaltımı alelacele yaptıktan sonra adeta koşarcasına yine tarlaya gidiyordum. 

O sene O tarlada yetişen PANCAR’ın her biri 10-12 kilo geldi ve BÖLGE BİRİNCİSİ olduk.. Bu sonuçta tam da kurak mevsimdeki ağır ve verimli SULAMA etken olmuştu. Uzmanları öyle söylediler.

Bu benim için öylesine büyük bir mutluluk ve gururdu ki sormayın gitsin. .

Artık ORTAOKULA başlamıştım ve tatillerde hep işimizin içindeydim. O yıllarda, PAZAR günleri, Bakkal Dükkânımızın önünde TUZ Satmak, benim sorumluluğuma verilmişti. En çok ben satıyordum. Babam gülmekten yerlere yatıyordu. Tuz aslında (5) kuruştu, ama ben  (4) kuruştan satıyor ve diğer satıcının iki-üç misli satmış oluyordum. Ve daha çok kar ediyordum. Ayrı bir zevkti..    

Sonraları, ileri yaşlarda nedense hiç kalmadığını gördüğüm bu TİCARİ DEHA (!)  BENZİNLİKTE de sınanmıştı.  Bir sene Yaz Tatiline geldiğimde; Benzinliğin depolarında yüzlerce BOŞ TENEKE Biriktiğini görmüştüm. Sordum;

“BU TENEKELERİN KAPAKLARI GENİŞ OLDUĞU İÇİN KÖYLÜLER ONLARI SATIN ALMIYORLARMIŞ.” 

Dikkat ettim TENEKELER yağ bulaşığı idi.  Babamdan tenekelerin hepsini istedim.

  • AL, SENİN OLSUN. Dedi.

Yanıma bir İŞÇİ aldım 3-4 günde sayıları BİN kadar olan TENEKELERİN tamamını TERTEMİZ Yaptık Parlamış, ışıl ışıl olmuşlardı. Bir bölümünü  VİTRİN yapar gibi DIŞARIYA sıraladık. Gelen ve soranlara;

  • Fiyatı; DÖRT lira. Dedim. Şaşırdılar,
  • NEDEN diyecek oldular;
  • Bunlar GENİŞ KAPAKLI OLDUĞU için Dedim. Buna daha çok şaşırdılar. Daha önce; Normal Teneke 2.5 liraya bunlar ise 1.5 liraya satılıyor ve kimse bunları almıyordu. Hem ucuz hem de ELİ YÜZÜ PİS duran TENEKELERDİ bunlar.. Biz sadece TEMİZLEMİŞ ve FİYATI da (4.0) lira yapmıştık. Öbür 2.5 liralıklar yine vardı.

Ve şaşılacak şeydi herkes bu  (4.0) liralıkları Satın Almaya başlamıştı. TEMİZLEMEK ve FİYATI YÜKSELTMEK!… Yaptığımız sadece buydu.

On beş günde bütün TENEKE STOĞU tükenmişti.  Ve bu da benim başarımdı.

Ama dedim ya, sonraları bu TİCARİ DEHA(!) hiç mi, hiç kalmamıştı…

Düşünce tarzımız değişmişti. İLERİDE ANLATACAĞIZ;  BİR SABANCI, BİR KOÇ OLAMAZDIK,

ONLAR BİR KONJONKTÜRÜ YAKALAMIŞLARDI. ARTIK ONLAR GİBİ OLMAK ZOR İDİ. AMA ONLARIN DA MUHTAÇ VE MECBUR OLACAKLARI BİR YÖNETİCİ MÜKEMMEL BİR YÖNETİCİ OLABİLİRDİM

Hedef böyle şekillenmişti.

Ve işte BEYAZ DÜNYA ARAYIŞIMIZ DA  BU ÇERÇEVEDE ŞEKİLLENMİŞ OLACAKTI…

Herkese gönüllerince BEYAZ DÜNYALAR diliyorum..

Kocaeli’nin hafızası Tavşancıl arşivlerinde bulundu

Arşiv, belge kültür ve medeniyet  tarihimiz için en önemli delildir. Binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip olan Türk kültür tarihinin ilk yazılı belgelerinden birisi Orhan Abideleri’dir. Bu abideler tarihimizin kültürümüzün yıkılıp yok olmayan delilidir. Osmanlı’yı üç kıtada büyük devlet yapan, 600 yıllık Cihan-ı şumul bir imparatorluk haline getiren devlet sistemidir. Osmanlı devleti arşive kayıta, bilgi ve belgeye büyük önem vermiştir. Osmanlı arşiv belgeleri bugün halen tasvip edilmekte yerli ve yabancı binlerce araştırmacı Osmanlıca öğrenerek Devlet arşivleri ve Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde araştırmalar yapmaktadır. Belgeselciliğe başladıktan sonra arşiv belgelerinin belgeselci için ne kadar önemli olduğunu anladım. Osmanlıca okuyup yazmayı çok iyi kavrayarak Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde araştırma yapma belgesi alarak arşivde çalışmalar yapmaktayım.

TAVŞANCIL’DA BULUNAN ARŞİV BELGELERİ

Tavşancıl, Cumhuriyetin ilk yıllarında Kocaeli İli’nin Gebze Kazasına bağlı nahiye merkeziydi. 1940’lı yılların sonuna kadar Tavşancıl nahiye merkezi olarak kalmıştı. Nahiye merkezliği daha sonra Hereke’ye gitmişti. Tavşancıl her bakımdan tarihi geçmişi olan önemli bir yer. Tavşancıl’daki depremin hasar verdiği bir caminin restorasyonu sırasında caminin çatı katında binlerce arşiv belgesi ortaya çıktı. Cumhuriyetin ilk yıllarını ilgilendiren arşiv belgeleri sadece Kocaeli’nin değil Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihine de ışık tutuyordu. Bu arşiv belgeleri tesadüfen ortaya çıkmış Dilovası Kaymakamı Sayın Hasan Göç’ün duyarlılığı, Vali Ercan Topaca’nın yakın ilgisi ve müze müdürü İlksen Özbay’ın duyarlılığı sayesinde bugün İzmit Müze Müdürlüğü’nde koruma altına alınmıştır.

Dilovası’yla ilgili tarihi araştırmalar yapıp belgesel çekimlerimiz devam ederken Kaymakam Sayın Hasan Göç  bey arşiv belgelerinden söz etti. Heyecanlandım. Kaymakam Sayın Hasan Göç beyin bizzat nezaretinde müze müdürlüğündeki arşiv belgelerini görmek istedim.  Başbakanlık Osmanlı Arşivleri araştırma belgesi yetkisine sahip olduğum için müze müdürümüz İlksen Hanım bulunan arşivleri gösterdi. Kolilerde ve klasörlerde binlerce arşiv belgesi var.  Adeta cumhuriyetin ilk yıllarının hafızası bu belgelerde yatıyor. Bu belgeler Kocaeli tarihine ışık tutarken çok önemli bilgileri de içeriyor. Bizim incelediğimiz bazı arşiv belgelerinde kurtuluş savaşında şehit ve gazi olanların, yetim ve malullerinin isim listesi, Osmanlıca olarak basılmış resmi gazetenin nüshaları, askeri bilgiler, tarım, ziraat ve hayvancılıkla ilgili çok önemli belgeler, evlilik cüzdanları, bakanlıklarla yazışmalar, Tavşancıl’daki devlet yatırımları ve daha bir çok bilgi ve belgeler bu arşivlerde.  Arşivlerin bir kısmı Osmanlıca bir kısmı Türkçe. 1928 yılındaki harf devrimi dolayısıyla Osmanlıca ve Türkçe aynı yazılarda yer alıyor. Öyle ilginç bir belgeye rastladım ki Tavşancıl Nahiye Müdürü tarafından Gebze Kaymakamlığı’na yazılan bir yazının bir kısmı yeni harflerle bir kısmı da eski Türkçe harflerle yazılmış. Muhtemelen Nahiye Müdürü harf devrimine geçişte Türkçe yazmanın zor olduğunu görünce yazısına Osmanlıca olarak devam etmiş.  İlginç  bir durum.

TAVŞANCIL’DA Kİ BELGELER CUMHURİYETİN İLK YILLARINA IŞIK TUTUYOR

Tavşancıl’da bulunan ve müze müdürlüğünde koruma altına alınan arşiv belgeleri cumhuriyetin ilk yıllarına ışık tutuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıl dönümü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda bu belgeler cumhuriyet tarihimize önemli ışık tutacak. Belgelerin vakit geçirilmeden Devlet Arşivleri bünyesinde kurulacak resmi bir heyet tarafından belgelerin tek tek incelenerek bugünkü Türkçeye aktarılması diğer arşiv belgeleri gibi internet ortamında tüm araştırmacıların bilgisine sunulmasını istiyoruz.

VALİ ERCAN TOPACA’NIN DİKKATİNE…

Vali Ercan Topaca eğitime, çevreye, kültüre önem veren genç, dinamik ve heyecanlı bir yönetici. Bu arşiv belgelerinin muhafaza edilmesinde çok büyük emeği var. Vali Ercan Topaca’nın vakit geçirmeden ve bu belgelerle ilgili Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nden bir heyet getirtip belgeler üzerinde araştırma yapmasını istiyorum. Bu araştırma Kocaeli’nin hafızasını tazeleyecek, cumhuriyetin ilk yıllarındaki Kocaeli ve Gebze bölgesine ışık tutacak bir anlamda gençlerimize kültür ve tarih bilincini aşılayacaktır.

29 Ekim 1923’ten 9 ay önce, 26 ocak 1923’te Atatürk İzmit basın toplantısı ile devletin şeklinin Cumhuriyet olduğunu  tüm dünyaya Kocaeli’den ilan etmişti. Atatürk’ün İzmit basın toplantısı Türkiye Cumhuriyeti’nin Kocaeli’de İzmit basın toplantısı ile duyurulması cumhuriyetin Kocaeli’de kurulduğunun da bir işaretidir. Bugüne kadar cumhuriyetin ilk yılları konusunda ciddi araştırmalar yapmayan İzmit lobisinin, ne olduğu tam olarak bilinmeyen Nikomedya kültürüne, misyonerlerin adeta bayraklaştırdığı Santa Barbara’ya verdikleri önemi bu arşiv belgelerine de vermelerini istiyorum. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı coşkuyla kutladığımız bugünlerde, cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki Kocaeli tarihine ışık tutan bu arşiv belgelerinin bir an önce Kocaeli kültür tarihimize kazandırılmasını tüm ilgili ve yetkililerden bekliyorum.

Tavşancıl’da tesadüfen bulunan arşiv belgeleri cumhuriyetin ilk yıllarına ışık tutan Kocaeli ve Gebze bölgesinin hafızası olduğunu unutmayalım.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin bilinmeyen tarafları ‘Ejderhanın Korkusu Türkiye

Türkiye Çin İlişkileri’ isimli kitabın yazarı, Çin zulmünden Türkiye’ye sığınan Doğu Türkistan Türklerinden MEHMET EMİN HAZRET, ÇİN HALK CUMHURİYETİ’nin  bilinmeyen taraflarını anlatıyor.
GİRİŞ:
Günümüzde esir hayatı yaşayan tek Türk topluluğu olan Doğu Türkistanlı soydaşlarımızın yaşadığı Doğu Türkistan toprakları, Milattan Önce 800 yılından itibâren Türk yurdudur. Türk oldukları bilinen İskitler, bu topraklarda yaşadılar. Milattan Önce 200 yılında kurulan Hun İmparatorluğu’nun çekirdeğini teşkil eden bölge, günümüzdeki Doğu Türkistan sınırları içerisinde idi. Sonraki yıllarda Doğu Türkistan topraklarında; her biri şanlı Türk devletleri olan Göktürk Devleti, Uygur Devleti, Karahanlı Devleti bu topraklarda kurulmuş ve cihan devleti olarak hüküm sürmüştür.
Yer altı zenginlikleri, verimli tarım arazileri, siyasî ve askerî önemi sebebiyle Asya’nın en stratejik bölgesidir. Asya ile Avrupa arasında ekonomiye canlılık kazandıran İpek Yolu, Doğu Türkistan’dan geçer. Bu topraklardaki Türkler, asırlar boyunca hür ve bağımsız yaşamışlardır.
2800 yıllık Türk yurdu Doğu Türkistan, 1760 yılında, günümüzde ‘Çin Halk Cumhuriyeti’ olarak anılan Mançu Çin İmparatorluğu tarafından istila edildi. 1863 yılında Yakup Han Badevlet tarafından bağımsız Doğu Türkistan İslam Devleti kuruldu. 1876 yılında yeniden işgal edildi.
1933-1937 ve 1944-1949 yılları arasında iki dönem hâlinde bağımsız devletler kuruldu ise de Doğu Türkistan, 2011 yılı itibariyle 62 yıldan beri Çin işgali altındadır.
Son işgalden önce Doğu Türkistan’da 30.000.000 Müslüman Türk yaşıyordu. Toplu katliam, sürgün, can ve mal emniyetinin kalmaması sebebiyle oluşan mecburî göçlerden sonra bölgedeki Türk nüfusunun 10.000.000’e düştüğü tahmin edilmektedir. 1950’li yıllarda nüfusun % 95’i Türk iken, bölgeye Çin’in diğer bölgelerindeki köylerden getirilip yerleştirilen yabancılar sebebiyle bu oran günümüzde % 20’lere gerilemiştir.
Doğu Türkistan’da yaşayan Türklerin hürriyeti yoktur. Yönetimde söz sâhibi değildirler. Bütün güç Doğu Türkistan’daki Çin Komünist Partisi Sekreteri’ndedir. Çin yönetimi burada; ‘Gerekirse mevki verilir fakat asla yetki verilmez’ politikası uygulamaktadır.
Çin, Doğu Türkistan’da uyguladığı insanlık dışı vahşeti dünya kamuoyundan gizlemek için karayolu ile seyahati yasaklamıştır.
Türk kadınlarının ikinci defa doğum yapmaları da yasaktır. İkinci çocuğuna hâmile olan kadınlar yakalanıp gayri sıhhî şartlar altında kürtaj edilmekte, bu operasyonu zorla tâbi tutulanların % 60’ı sakat kalmakta, % 10’u ise kürtaj masalarında hayatını kaybetmektedir.
Doğu Türkistan Türklerine, din hürriyeti de tanınmamaktadır. 60 yaşından genç olanların toplu ibâdet etmeleri, çocuklara din dersi verilmesi yasaktır. Doğu Türkistanlı genç kızlar, iş verileceği vaadi ile, ana-baba ocağından çok uzak bölgelerdeki fabrika lojmanlarına yerleştirilmekte, orada kültürel asimilasyona tâbi tutulmakta ve hatta ahlaksızlıklara yönlendirilmekte, tecâvüzlere mâruz bırakılmaktadır.
Doğu Türkistan’ın iç yüzünü çok iyi bilen, vahşeti bizzat yaşayan ve orada olup bitenleri yazdığı kitap ile dünya kamuoyuna duyurarak şerefli bir görev ifa eden Mehmet Emin Hazret ile Doğu Türkistan’ı konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Türkiye – Çin ilişkileri üzerine genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Mehmet Emin Hazret: Türkiye ve Çin aynı sektörlerde, aynı piyasaya hitap eden ülkelerdir. Dünya piyasasında rekabet içindedir, stratejik ortak değil, stratejik rakiplerdir.
Çin’in Avrupa’ya yönelik tekstil ve hazır giyim ihracatı arttıkça, Türkiye’nin Avrupa’daki pazar payı azaldı. Çin tekstil hazır giyimi Rusya ve Orta Asya’yı istila ettikçe Laleli piyasası bunalıma girdi. Çin’in Avrupa’daki kazancı, Türkiye bilançosuna kayıp olarak yazıldı. Bu kayıplar on binlerce Türk işverenin, yüz binlerce işçinin işsiz kalması olarak hayata yansıdı.
28 Ocak 2010 tarihindeki bir basın toplantısında, ‘Türkiye’de 2009 yılında hazır giyim ve hazır giyim ihracatının % 15, tekstil ihracatının ise % 19 daraldığını’ hatırlatan Umut Oran şöyle diyordu: ‘Bu oldukça korkutucu. Dünya piyasalarındaki yerimizi Çin alıyor.’ Sonuç: Türkiye’nin Avrupa’ya hazır giyim ve tekstil ihracatı bilhassa 2000-2009 yılları arası devamlı daraldı, önemli ölçüde kan kaybetti.
Çetinoğlu: Çin bu başarıya nasıl ulaşabiliyor?
Hazret: Para birimi Yuan’ı sürekli düşük değerde tutuyor, sigortasız işçi çalıştırıyor. 3000’den fazla çeşit ürün ihracatındaki vergi iadesi oranın aşırı derecede yüksek uyguluyor. Taklit marka ürünler Çin gümrük kapısından engelsiz çıkabiliyor. Çin menşeli ürünleri üçüncü bir ülkede kurulan Çin şirketleri tarafından yasadışı bir şekilde menşe değiştiriyor. Milletlerarası ticaret hukukunu ihlal edici bu faaliyetlerin arkasında Çin hükümeti var.
Çin, Avrupa’ya yapılacak tekstil ve hazır giyim ihracatında Türkiye ile daha etkin rekabet edebilmek için 2006 senesinde büyük yatırımla Yunanistan’ın Girit adasında bir tekstil üssü kurdu 2010’da Yunanistan’ın içine düştüğü ekonomik krizden yararlanan Çin, Yunanistan’da birkaç liman satın alarak konumunu daha da pekiştirdi. Karadeniz ve Tuna nehri kıyalarında toptan satış merkezi yapmam amacı ile 2009 yılının Temmuz ayında Moldovya’ya 1.000.000.000 dolar kredi verdi. Bulgaristan-Çin arasında da benzer bir anlaşmanın görüşmeleri devam ediyor. Çin’in Suriye’de yatırımını hızlandırdığı tekstil ve hazır giyim üretim tesisleri de bulunuyor.
Çetinoğlu: Bu durumda Çin, Türkiye’nin çevresindeki piyasaları ele geçirmiş durumda…
Hazret: Bu kadarla yetinmiyor, darbe üstüne darbe indiriyor. Ve de bu darbeler son bulacak gibi gözükmüyor.
Çetinoğlu: Çin’in vurduğu darbelerin malî portesi biliniyor mu?
Hazret: Ankara Ticaret Odası (ATO)’nun 2003 yılında yaptığı araştırma, Türkiye’de 30 sektörün Çin mallarının istilasına uğradığını ortaya koydu. Kaçak olarak giren Çin malları da hesaba katıldığında Çin istilasının Türkiye’ye yıllık maliyeti 5-7.000.000.000 dolar arasında bulunuyor. ATO Başkanı Sinan Aygün; ‘Çin mallarına karşı Çin Şeddi kurmazsak çökeceğiz.’ dedi. ATO’nun ‘Çin Malları Araştırması’na göre; piyasadaki her 100 oyuncağın 95’i, 100 armatürün 76’sı, 100 gözlüğün 45’i, 100 halının 25’i, 100 klimanın 50’si Çin malı.
Bu durum Türkiye sanayicisinin savunmasız bırakılmasına, Türk insanının işsiz kalmasına ve fakirliğe sürüklemesine sebep olmaktadır. ATO’nun ‘Aylık Görünüm / 2009 Ocak’ başlıklı raporunda, ‘2008 yılında; Türkiye’deki gerçek işsizliğin oranının %17, 9 ve işsiz sayısının 4.778.000 olduğu’ belirtildi.
Türkiye’de işini kaybeden veya iş bulamayan bir vatandaşın aç kalmasına, Çin’de karnı doymakta olan bir işçi sebep olmaktadır.
Özetle; Türk halkının hayat alanına Çin etkisi derin ve kalıcı izler bırakmaktadır.
Çetinoğlu: Çin, Türkiye’nin en iyi müşterisi olan Avrupa’ya girdi mi?
Hazret: Girdi. Size İtalya örneğinden bilgi vereyim. İtalya’nın Prato şehri bugün bir Çin şehrine dönüşmüş durumda. 1989 yılında mağdur Çinli 3 göçmene kucak açan Prato şehri sakinleri, bugün sayısı 40.000’i aşan Çinli göçmenle nasıl baş edeceğini kara kara düşünüyor. Çinliler ranzalı bir odada 20-30 kişi yatıyor ve vardiyalı olarak dinleniyor. Çin’deki işçiler 40-50 kişi bir odada, 3 katlı ranzalarda yatıyorlar. Bu bakımdan, İtalya’da daha rahatlar. Onlar İtalyanlardan 10-15 misli düşük maaşa -yine de Çin’de aldığı maaştan 4-5 misli fazla- ücretle, gönüllü olarak çalışıyorlar. Tanınmış İtalyan firmalarına fason imalat yapan Çinliler, aynı zamanda İtalyan markalarının taklit ürünlerini ‘Made in İtalya’ etiketi ile piyasaya sürüyorlar.
Prato şehrinde gün geçtikçe artan işsizlik sebebiyle yerli işçiler iş bulmak için başka şehir, başka ülkelerin yolunu tutuyorlar. Çin göçmenleri gece gündüz Çin’den ithal edilen kumaş ve malzemelerden hazır giyim, ayakkabı, aksesuar imalatı yapıyor.
Çinlilerin hukuk ihlaline karşı İtalyanların hoşgörülü davranması Çinlileri daha da cesaretlendiriyor. ‘Made in İtalya’ etiketli Çin ürünleri Rusya, Doğu Avrupa tüccarlarını İtalya’nın Prato şehrine çekiyor. Bu durum da Laleli piyasasının batmasına sebep oluyor.
Çetinoğlu: Çin’in Türk Cumhuriyetleriyle ilişkileri nasıl?
Hazret: Doğu Türkistan bağımsız bir devlet iken; Kazak, Kırgız, Özbekler Rus işgali altındaydı. Bugün onların bağımsız devletler olarak Çin ile diplomatik, ticarî, dostluk ilişkileri vardır. Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nı kurdular.
Çin Türk Cumhuriyetlerinde büyük yatırımlar yapıyor. Satın aldığı büyük petrol ve doğal gaz yatakları var. Kazakistan petrol ve doğal gazının % 30’u Çin’in elinde bulunuyor. Kazak petrolü, Türkmen gazı boru hatları ile Çin’e akıtılıyor. Türk Cumhuriyetlerinde 1.000.000.000 Çinli işçi çalışıyor.
Zaman zaman Türk Cumhuriyetleri basınında; ‘Bizim yarınımız, Doğu Türkistanlıların bu gününe benzemesin’ başlıklı yazılar yayınlanıyor. Halk çok tedirgin.
Çetinoğlu: Çin, Türk Cumhuriyetleri için tehdit unsuru mu?
Hazret: Çin tarihçileri, Hazar Denizi’ne kadar olan toprakların tarihte Çin toprağı olduğunu iddia ediyorlar. Hâlâ bu konuyu kaşıyıp duranlar var. Çin internet sitelerinde ‘Kriz yaşayan Kırgızistan’ı Çi’in 32 eyâleti olarak kabul edelim.’ başlıklı yazılar sık sık yer alıyor.
Bunu destekleyen bir açıklama Wikileaks’ten geldi. Açıklamada; ‘Bişkek’teki Amerikan Büyükelçisi bu ülkedeki Çin Büyükelçisi Zhangyennian’a, 13 Şubat 2010 günü yapılan görüşmede, Amerika’nın Manas askerî üssünü kapatma karşılığında Çin’in Kırgızistan’a 3.000.000.000 dolar yardım edeceği planının gerçek olup olmadığını sordu.’ Deniliyor.
Çin ile sınırı olan üç Türk Cumhuriyeti sınır güvenliğini Çin’e karşı Ruslara emanet etmiş olmalarına rağmen, Çin’in tatlı paralarına olan bağımlılığı gün gittikçe artıyor. Bu ülkelerdeki yatırımları belli bir seviyeye geldiğinde, Çin’in bu bölgedeki çıkarlarını korumak adına orduyu harekete geçirmeyeceğini kim garanti edebilir?
Çin eğer 2020 yılına kadar demokrasiye geçmeden Komünist Parti’nin elinde kalırsa, Çin ordusu 2020 yılından sonra bir bahane uydurarak bir gecede Türk Cumhuriyetlerinin topraklarına girer, Hazar Denizi sahiline gelip durur.
Çetinoğlu: Çin-Rusya ilişkileri nasıl?
Hazret: Rusya, Sibirya bölgesini Çin göçmenlerinden korumakta zorluk çekiyor. Asker sayısının yetersizliğinden dolayı sınırlarını korumada zorluk çeken Rusya’ya Çin baskısı büyüyor. Bugün Çin okullarındaki tarih kitaplarında Çin’in 1.000.000.000 kilometrekare toprağının Rus işgali altında olduğu yazılı.
Çin, kuzey Kazakistan’ı Ruslara verme şartı ile Türk Cumhuriyetlerine askerî harekât düzenlemeyi Ruslara kabul ettirebilir. Çünkü Ruslar, Çinlilerin Sibirya’ya değil, Türk Cumhuriyetlerine girmesinin çıkarlarına uygun olduğunu anlayacak kadar akıllıdırlar. Kazakistan’daki muhalifler ve aydınlar tehlikenin farkındalar.
Çin’in asıl hedefi Doğu Türkistan’dır. Çin uzun tarihi boyunca doğuda kaybettiklerini batıdan geri alarak telafi etmiştir. Çinliler Türk toprakları üzerinde genişleyerek bugünkü büyüklüğe ulaştı. Yine Türk topraklarında ilerleme ihtirasından vazgeçmeyeceklerdir.
Çetinoğlu: Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Hazret: Şanghay İşbirliği Teşkilatı, Çin’in kendi art niyeti doğrultusunda, üye ülkelere kurduğu bir tuzaktır. Doğuştan ölü doğmuş yapay teşkilatın diğer üyelerinin Stalin’e özenmiş büyük-küçük diktatörleri, kendilerini korumak amacı ile örgüte katılmıştır. Şanghay İşbirliği Teşkilatı, doğrudan demokrasi ve hürriyetlere karşı çekilmiş Berlin duvarının yumuşak yüzüdür. Kendi içinde ise bir problemler yumağıdır. Teşkilat; birbirine düşmanlık besleyen, korkakların güçlü görünmek arzusunun ürünüdür. Teşkilatın bel kemiğini oluşturan Rusya, teşkilattan gün geçtikçe uzaklaşıyor. Rus medyası Çin tehlikesi üzerinde ciddî şekilde durmaya başladı.
Özet olarak Şanghay İşbirliği Teşkilatı, kâğıttan kaplandır. Korkak ve vefasızların birbirini sığınak olarak gördüğü bir yapay çatıdır.
Çetinoğlu: Çin’in ekonomik gücü hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Hazret: Çin, tarihî fırsatları tam zamanında yakalayan ender şanslı ülkelerin başında geliyor.
Forbes Dergisi, 28 Aralık 2010 tarihli sayısında Çinli milyarderlerin listesini yayınladı. Listede, maddî varlığı 1.000.000.000 dolardan fazla olan Çin vatandaşı sayısının 128 olduğu belirtiliyor. Çin, milyarder sayısında Amerika’dan sonra ikinci sırada yer alıyor.
2010 yılında 1. ve 11. aylar arasında yabancılar tarafından Çin’de kurulan fabrika sayısı 24302’dir. Son 11 ay içinde Çin’e gelen doğrudan yabancı yatırım miktarı 91.707.000.000 dolardır. 2008 yılında Çin’deki yabancı şirket sayısı 600.000, yabancı yatırım miktarı 3 trilyon doları bulmuştu.
Birleşmiş Milletler Asya-Pasifik Ekonomi Komitesi (ESCAP) 2011 yılında imalat sanayiinde Çin’in Amerika’yı geçerek birinci sıraya oturabileceğini açıkladı.
İmalat sanayiinde 1890 yılında İngiltere’den şampiyonluk bayrağını devralan Amerika Birleşik Devletleri 121 yıl sürdüren saltanatını, yakın bir gelecekte Çin’e devretmek zorunda kalacak. 2010 yılının ilk 10 ay içinde Amerika-Çin arasındaki dış ticaret hacmi 371.300.000.000 dolardır. Denge, büyük oranda Çin lehinedir.
1978 yılında dış ticarette, dünya sıralamasında 27. sırada olan Çin, 2007 yılında 4. sıraya, 2009 yılında Almanya’yı, geride bırakarak 3. sıraya, 2010’da ise Japonya’yı geçerek 2. sıraya yerleşti.
Bugün Çin dünyanın fabrikası haline geldi. 2009’da Çin’de üretilen demir-çelik 567.840.000 ton ve dünya demir-çelik üretiminin % 47’sini teşkil ediyor. 26 Mart 2010 tarihinde Çin demir-çelik kurumunun başkanı Dengçilin; ‘2010’da demir-çelik üretimi 610-620.000.000 ton olacak.’ Diye açıkladı. 1990’larda, hatta 2000’lere kadar Rusya, Kazakistan ve Türkiye’den demir-çelik alan Çin şimdi dünyaya demir-çelik satıyor.
1.35 milyar nüfuslu tüketici piyasası, kitlesel ucuz emek gücü, yabancılara hibe veya ucuz kiralanan fabrika arazileri, Batı kapitalizminin Çin’e bağımlı hale gelmesini, Çin’in dünyanın fabrikasına dönüşmesini, alternatifsiz cazip ülke konumuna gelmesini sağladı.
Çetinoğlu: Çin kalkınmasını sağlayan sihirli formül nedir?
Hazret: Çin’in kalkınma stratejisi ihracata dayalı kalkınmadır. İhracatın % 60-65’ini Çin’deki yabancı ve yabancı ortaklı Çin şirketleri tarafından gerçekleştirilmektedir. İhracatta başarılı olmasını, ucuz işgücü kullanabilme imkânına borçludur.
Çin’deki 700.000 yabancı şirket Çin işçilerini çok düşük ücretle çalıştırmaktadır. Toyota, Honda ve Mitsubishi gibi otomobil üreticisi Japon firmalarının Çin’de ürettiği arabaların sayısı, Japonya’da ürettiğinden az değildir. Japon elektrik, elektronik firmalarının çoğu Çin’de üretim yapıyor. Fiyat ve kalitede hem Çin ile hem dünya ile rekabette problemsiz olarak ilerlemesine ortam hazırlıyor
Çetinoğlu: Çin’de yönetime hâkim olan belli bir tabaka var mı?
Hazret: Çin Anayasasının ilk maddesi; ‘Çin Halk Cumhuriyeti’ni işçi sınıfı yönetir.’ Demektedir. Gerçekte ise Çin’de en ağır şekilde ezilen, hakları gasp edilen topluluk, işçi sınıfıdır.
Çin Komünist Partisi’nin adını Türkçeye; ‘Kamu Mülk Partisi’ olarak tercüme edebiliriz.
Çin’i Komünist Partisi ülkeyi tek başına yönetmiyor. Çin’e toplam üç trilyon dolar yatırım yapan yabancı iş adamları, Çin Komünist Partisi’nin yönetim ortağıdır. Bunlar; güler yüzlü, taş gibi soğuk ve duygusuz, katı kalpli kapitalistlerdir.
İkinci Dünya Savaşında Çin sahil şeridini savaşla ele geçirmekte zorlanan Japonya, bugün sermaye, bilgi ve teknoloji ile Çin’in sahillerini ele geçirmiş durumda.
Bir tek Dungguan organize sanayi bölgesinde 180.000 yabancı firma üretim yapıyor. Burada 5.000.000 köylü işçi ilkel şartlarda çalışıyor.
Çetinoğlu: Yabancı yatırımcıları Çin’e çeken nedir?
Hazret: Ucuz iş gücü, ucuz malzeme, ucuz elektrik, bedava arsa, düşük vergi.
İnsanî değerler hiçbir mânâ ifade etmez. Çin modeli, deccal ile şeytanın evlenmesinden doğan bir hilkat garibesidir.
Çetinoğlu: Bir buçuk milyara yakın insanın yaşadığı bir ülkenin problemleri de vardır elbette…
Hazret: Çin’in şu andaki en büyük problemi yolsuzluktur. Yolsuzluktan dolayı büyük şehir belediye, eyalet başkanları, bakan, yüksek yargı başkanına kadar birçok üst düzey komünist yetkili, rüşvet suçundan idam cezasına çarptırılmasına rağmen, rüşvetin, yolsuzluğun önüne bir türlü geçilemiyor.
Çin’de Komünist Parti’sine üye olan kişi, zenginlik kapısını anahtarını almış demektir. 80.000.000 Komünist Parti üyesi içinde rüşvete, yolsuzluğa bulaşmayan çok nadir kimse vardır.
Mayıs 2010 itibarı ile Çin’deki milyoner sayısı 875.000, milyarderlerin sayısı 155.000’dir. Onların sicili incelendiğinde ezici çoğunluğunun yolsuzluktan beslenerek zengin olan parti yönetimindeki aileler olduğunu görülür. Çin’de şahısların elinde bulunan varlıkların % 91’i üst düzey komünist yöneticilerin ailesi elindedir.
Bir başka problem; zengin ile fakir arasındaki derin uçurumdur. Gelir dağılımından en az pay alanların, hak aramaya cesaretleri yoktur. Çin’de insan hayatının hiçbir değerinin olmayışı, insanları kuzulaştırmıştır.
Denetimsiz yetki, yolsuzlukları önlenemez derecede artırır.
Çetinoğlu: Ahlak kavramı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Hazret: Ahlak kavramının zerresinin izini, gölgesini Çin’de bulabilmek mümkün değildir. Rüşvetin, yolsuzluğun, adaletsizliğin, adam kayırmanın, yetkileri kötüye kullanmanın doruklara çıktığı bir ülkede ahlakî çöküntü nasıl anlatılabilir?
‘Ahlak’ deyince, çok kişinin aklına, yanlış bir algılama ile kadın-erkek ilişkileri gelir.
Çin’de genelev yoktur. Halbuki Çin halkının en büyük geliri, seks sektöründendir. Bu sektör; masaj salonu, otel, berber, bar işletmeleri olarak kayıtlıdır. Buralarda fuhuş hizmeti verilir. Çin’in en büyük şehri Şanghay’dan en ücra köşesindeki kasabalara kadar her yer, adı değiştirilmiş genelevlerle doludur. Çin’deki seks sektörü, istihdam ve ülke bütçesine katkısı bakımından küçümsenemeyecek kadar önemli paya sahiptir. Bu alan, Çin’deki ferdî hürriyetlerin delili olarak sunuluyor. Çin’deki hürriyet alanı demokratik haklar değil, seks ve eğilence olarak tanımlanıyor.
Çin’de milyonlarca siyasî mahkûm cezaevindeyken, kanun dışı genelev çalıştırmakla yargılanmış bir tek insan bulunmuyor. Buna rağmen AIDS hastalarına yardım etmek için dernek kurmaya teşebbüs eden gönüllüler, potansiyel suçlu muamelesi görüyorlar.
Çetinoğlu: Böylesine çürümüş bir sistem neden çökmüyor?
Hazret: Soru önemli, cevabı basit: Her kademedeki komünist yönetici mevcut yetki ve servetini korumak için Partiyi korumaya mecburdur. Çin’de, Partinin çıkarı her zaman devlet çıkarından önce gelir. Partinin çıkarını koruyor görüntüsü verenler el üstünde tutulur, parti çıkarı adına hareket edenlerin mağdur ettiği halk, hak arayışına yönelirse vatan haini olarak ilan edilir ve en ağır şekilde cezalandırılır. Sistem, böylece ayakta tutulur.
MEHMET EMİN HAZRET:
1950 yılında, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’ın Hoten’e bağlı Karakaş kasabasında doğdu. Doğu Türkistan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden 1976’da mezun oldu. 1982-1983 yıllarında Beyjing Sinema Üniversitesi senaryo bölümünde mastır yaptı.

1982 yılı ‘Rena’nın Düğünu / Rena’nın Toyi’, 1984, ‘Nurnisa’ ,1988. ‘Bekârlar Ailesi / Boytaklar Ailesi’ başlıklı senaryoları filme çekildi. 1986 yılı Temmuz ayında Çin’i temsilen Çekoslovakya’nın Karlovi-Varı film festivaline katıldı.
1976 – 1989 yılları arasında Çin’de yayınlanan çok sayıda hikâye, şiir, roman, araştırma kitapları bulunmaktadır.
1989 yılında siyasî sebeplerle Çin’den ayrıldı ve Türkiye’ye yerleşti. Ağustos 1989-1994 tarihleri arasında Zaman Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı. 1992 yılında İstanbul’da düzenlenen Dünya Doğu Türkistan Büyük Kurultayı’nın Genel Sekreterliği’ne seçildi. 1993-1996 yılları arasında Doğu Türkistan Vakfı Genel Sekreterliği görevini yaptı. Şu an Uygurca ve Çince yayınlanmakta olan HYPERLINK “http://www.vetinim.org” www.vetinim.org sitesinde gönüllü yönetici olarak görev yapmaktadır.
Mehmet Emin Hazret, Bağ-Kur’dan emeklidir. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Bayrama Bayramlık Olmayan Bir Yazı

Milli Mücadelenin tacı olan Cumhuriyetimizin 88. Yıldönümünü idrak ettik. Gönül isterdi ki; ülkeyi yönetenler halkın kutlamalarının ve coşkusunun gerisinde kalmamış olsalardı..  Bugün Kurban Bayramı’nın birinci günü. Gerek Cumhuriyet Bayramınızı, gerek Kurban Bayramınızı en iyi dileklerimle kutlar, Türkiye’nin daha güzel ve aydınlık günlere kavuşmasını dilerim. Bayramlara sahip çıkalım ve evlerimize bayraklarımızı asalım. Uyutulmaya ve uyuşturulmaya son verelim.

Aşkabat ve Taşkent’ten gelen soydaşlarımızın Türkiye’ye giriş ve çıkışlarında sorunlarla karşılaştıkları, hakaret dahil her türlü aşağılayıcı muameleye tabii tutulduklarını öğreniyoruz. Anlatılanlara pek ihtimal vermek de istemiyorum. Ama yolculara pasaportlarındaki ülke adına göre farklı bir muamele yapıldığı ve ülkemizden soğultulduğu anlaşılıyor. Türkiye’den kimseyi küstürmeye hakkımız yok.

Şehitlere ve şehit ailelerine gerekli sevgi ve saygıyı göstermek hepimizin birinci görevidir. Gaziantepli Şehit Er Halil Kömür‘ün babası haklı olarak “Türklükten utananlar utansın”  şeklinde bir cümle sarf etmesini bazıları kendine hakaret saymış ve şehit babası 11 ay 25 gün hapis cezasına çarptırılmıştır. Sözde demokratikleşen Türkiye’den bu çirkin bir örnektir.

Diğer düşündürücü ve üzücü bir örnek de Hürriyet Gazetesinin Pazar ilavesinde vardı. Bu örnek gazetenin ilk vukuatı da değildir. Bundan önce de kadın teröristlerin gitarlı resimleri basılmış ve sözde terörle mücadele eden Türkiye’de teröristlerin sempatik gösterilmesine çalışılmıştı. Yine bir Pazar ilavesinde Türk kimliği ile alay eder ve aşağılar şekilde bir büyük karikatür basılmıştı. Bu defa da Türkiye’de en etkili on isim bulunmaya çalışılmış ve onuncu sıraya terörist başı bir katil yerleştirilmiştir.

Basının İspanya ve İngiltere’deki kadar sorumlu davranmadığı yıllardır biliniyor. İngiltere’de BBC terör örgütü ve örgüt üyelerinden bahsetmekten kaçınıyor, gelecek haberdeki şerefli insanların lekelenebileceğini düşünerek örgüt propagandası yapmıyor. Sayın Başbakan da haklı olarak bu konuda bir serzenişte bulunmuştu. Bu kadar terör örgütünü öne çıkarıcı bir gayret gösteriyorsak; bari bir açılım da siz yapın ve bazı yazarlardan boşalan yerleri bu katilin günlük veya haftalık yazılarına ayırın.

Türkiye enteresan bir ülkedir. Sapma davranışlara ve terör gibi konulara ayrı bir önem verilir. Neredeyse ideal gösterilmeye çalışılır. Son günlerde, terör örgütünün şehirlerdeki kolu ve olaylar çıkarmaya hazır gücü olarak ortaya çıkan KCK’yi aklamak ve faaliyetlerini fikir özgürlüğü içinde kabul ettirme gayretkeşliği var. Bazı tutuklamalar oluyor. Buna karşılık, kendi devleti ile başkaları adına kavgalı olmayı hüner zanneden bazı TV kanalları işi gücü bırakıp bu örgütü kurtarma yarışına girmişlerdir.

Açık veya gizli bu örgütle beraber çalışan bazı öğretim üyeleri var. Hatta CHP İstanbul İl Başkanı bu tutuklamalara karşı tavır almıştır. Muhalefette yer almak iktidarın her tasarrufunu reddetmek ve her konuda iktidarla kavgalı olmak değildir. O zaman demokratik muhalefetin bir anlamı kalmaz. Ama burası Türkiye’dir. Burada hiçbir ciddi devlette olmayan yanlışlar yapılır ve bunlar fazilet kabul edilir.

Anayasa hukuku literatüründe olmayan bir sivil anayasa sözü sıkça kullanılıyor. Yeni ve tanınmaz hale getirilmek istenen Türkiye’ye “yeni anayasa” elbisesi biçiliyor. Ortadoğu haritasının yeniden şekillendirilmesinde Türkiye ayağı halledilmeye ve uygun hale getirilmeye gayret ediliyor. Bunda da anayasa kullanılıyor. Eğer anayasanın bir toplumsal sözleşme niteliğinde olmasını istiyorsak; Devletin temel kuruluş felsefesi, kurucu irade ve varoluş gerekçeleri ile ters düşmeden, onlara sadakatle bağlı kalmak durumundayız.

Her halde anayasa araştırmalarda %5 ile %8 arasında değişen marjinal bir takım grupların sesi olmamalıdır. Hangi ciddi devlet daha çok ufalanma ve bölünme için yeni anayasa diye ortaya çıkar ve egemenlik haklarına müşteri arar? İsimsiz ve kimliksiz millet bu ülkenin tarihi ile bağdaşmaz. Bazıları kendilerini “neseb-i gayri sahih” hissedebilir; bununla iftihar da edebilir; ama bunu topluma kabul ettirme hakları yoktur.

Devlet Hizmeti Kutsaldır

Türk Milletinin kutsallarından biri de “devlet”tir. Gerçi devletin kutsallaştırılmasına çok karşı çıkan vardır ama Türk “devlet” denilen varlığın kendisi için ne kadar önemli olduğunun daima farkındadır.

Böyle bir “devlet” anlayışına sahip olan Türk Milleti, devletin memuru olsun veya olmasın kendisini devletinin hizmetinde addeder.

Türk Milleti ile Türk Devleti, etle tırnak gibi iç içe geçmiş bir tekliği ifade eder. Bu sebeple devlet memuriyeti ile Türk Milletine hizmet yolunu seçmiş olanlar; büyük bir fedakarlık ve feragatle görevlerini yapmaya çalışırlar. Bu tarih boyunca böyle olmuştur.

Biz bugün içinde bulunduğumuz rahatı, huzuru, güveni, mutluluğu onlara borçluyuz. Durumdan şikayetçi olanlara da söyleyeceğimiz tek laf “eğer bir de onlar olmasaydı halimiz nice olurdu.”dur.

Devlet hizmetinde çalışan binlerce Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu, hakim – savcımız, doktorumuz, öğretmenimiz, polisimiz ve imamımız gibi çeşitli görevler yapan insan vardır. Bunların bir çoğunun isimlerini bilmeyiz. Oysa hepsi bizim için isimsiz birer kahramandır.

Kimi mal ve namusumuzu korur, kimi haklarımızı güvence altında tutar, kimi sağlığımızla ilgilenir, kimi bize her şeyi öğretir, kimi de dünyadan ayrılışımıza en yakından tanıklık eder. Yani bir toplum ayakta duruyorsa, devlet hizmetinde çeşitli görevleri üstlenmiş olanlar, bunların temel direklerini oluşturur.

Türk Milletine ve onun teşkilatlanmış şekli olan devletimize düşman olanların ilk hedefi millet adına devlet hizmetini yerine getiren bu değerli insanlarımızdır.

Van depreminin günümüze yansıyan acı tablolarına şöyle bir bakın; askerimizin, polisimizin, öğretmenimizin ve tüm devlet memurlarımızın acısını görüyorsunuz değil mi? Kendi acılarına rağmen depremden etkilenmiş ve zarar görmüş kardeşlerimizin yardımına koşmalarını ve yaralarına merhem olmaya çalıştıklarını izliyorsunuz değil mi? Çoğu zaman yerden yere vurulan devletimiz, kahraman memurları ile Van’da yine işbaşında… Allah hepsinden razı olsun ve eksikliklerini göstermesin.

Burada özellikle öğretmenlerimize ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Van’daki depremden sonra 63 öğretmenimizin cesedine ulaşılmış ve 20 civarında öğretmenimizde hala kayıp. Bu öğretmenlerimizin neredeyse tamamı 20’li yaşlarda olan insanlar. Hepsi daha ana – baba kuzusu sayılır. Bir çoğu yeni evlenmiş ve bazılarının küçük çocukları var. Hayat hikayeleri ise birbirinden ilginç. Hele biri var ki; ana ve babasını Dinar’da depremde kaybetmiş ve bir yakınları tarafından büyütülüp, okutulmuş. Şimdi onu da bir depremde kaybettik.

Gelişmişlik, kusur ve kasıt konularına hiç girmek istemiyorum. Bu konular, çözmekte çok zorlandığımız hususlar. Ancak öğretmenlik mesleği üzerinde önemle durmamız gerekiyor.

Öğretmenliğin çok kutsal bir kavram olduğunu en iyi bir şekilde Hz. Ali’nin “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünden anlıyoruz. Öğretmenler, Türk Milletinin ve devletinin varlığı için çok önemli bir misyonu yüklenmişlerdir. Bu Van’da yitirdiğimiz kardeşlerimiz içinde böyledir, rahmetli Necip Hablemitoğlu’nun “Kemal’in Öğretmenleri” olarak nitelediği Atatürk’ün kayıp öğretmenleri içinde böyledir. Hepsi arkalarına bakmadan, ailelerini geride bırakarak Türk Milletinin ve devletinin hizmetine koşmuşlardır.

Bu gün öğretmenlerimiz toplumumuzun tüm sosyal katmanları gibi ekonomik sıkıntıdadır. Binlerce öğretmen gencimiz atanmak için beklemektedir. Ülkemizin bir bölümünde öğretmenlerimizin can güvenliği tehlike altındadır. İhanet her tarafa sızdığı gibi bu kutsal mesleğe de sızmıştır. Bu sebeplerle tarihimizde ve kültürümüzde önemli bir yere sahip olan öğretmenlik mesleği her geçen gün kan kaybetmektedir. Başarılı çocuklarımız, bilinen malum sebeplerle öğretmenliğe yönelmemekte ve öğretmen yetiştiren yüksek öğrenim kurumlarımız düşük puanlı öğrencilerce tercih edilmektedir. Bu durum Türk Milletinin geleceğini tehlikeye düşüren en önemli etkenlerden biri olarak gözükmektedir.

İnşallah Türk Milleti, gün gelecek her şeyin para demek olmadığını anlayacak ve Türk Devleti de bütçesinden en büyük payı, memurları için ayıracaktır.

Bu kadar sözden sonra teklifimiz şudur; depremde ölen bu genç ve kahraman öğretmenlerimizi, ebediyen yaşatmak için Van ve Erciş’te iki tane anıt yapalım. Hiç olmazsa, gelecek nesiller, vatan toprağında Türk Milletinin minicik evlatlarını yani benim ömür boyu unutamayacağım Yunus ve Serhat’ı yetiştirirken deprem şehidi olan bu genç öğretmenleri unutmasın.

 

 

Attila İlhan Çeşitlemesi (4)

Hepimizin çığlığı gibiydi.” diyor, Sennur Sezer

                         Öylesine bir şairdi, başına buyruk derbeder

 

                         Yazdıklarında, yakın tarihin var, çeşitli izleri

                         Kaldığı kapanlarda, özlüyordu engin denizleri

 

                         Kalsa da yalnız, oldu “Tek başına bir millet.”den biri

                       “Parola ‘Vatan’, işaret ‘Namus'”sa, olurdu dipdiri

 

                         Kendine has çizgilerle tasvir etti, Milli Savaşı

                         Savundu  tüm gerekçelerini, yerdi, çıkanı karşı

 

                         Dedi: “Parola ‘vatan’, işareti ‘namus'”

                         Bundan daha önemli olur mu bir husus?

 

                        “Yazdıklarında Türkiye’yi bulamazsınız!” diyerek yerdi

                          Çünkü kendisi, vatanseverlik duygusuna, fazlaca erdi

 

                         “O sözler ki, bir kez ağzımızdan çıkmıştır. Uğrunda asılırız!”

                          Çünkü söylemediğimize hakim, söylediğimize mahkumuz!

 

                          Yeniçağ’ın  manşeti, ona en yaraşanı oldu:

                         “Türk Bayrağı’nı burca dikip gitti.” Çok yüzler soldu!

 

                           Teslimiyetçiliğe karşı çıkışı, çok yaman.

                           Sanki, gemiyi terk etmek istemeyen kaptan.

 

                         “Yabancı Mandacılıkla” yapıyordu, yılmaz bir mücadele

                           Aldırmıyordu sağlık sorunlarına ve yaklaşan ecele

 

                            Türkiye sevdası, işlemişti ta içine, bir ok gibi

                            Türkiye yangısı, sanki bir denizdi, görünmeyen dibi

 

                            Böyle Marksist bir yurtsevere, açıp kucak, diyelim gel

                            Kim ne olursa olsun, vatanı sevmesine yok engel

 

                            Bir sanatçıydı ama, ülkesine olmadı yabancı

                            Duyuyoruz milletçe, böğrümüzde onulmaz bir sancı

 

                            Zahiren Solcu, Marksist düşünür izlenimi verdiyse de, dıştan

                            Türkiye için attı hep kalbi, belliydi, kendini adayıştan

2301

 

 

                            Sol ve Sağ gördü ki, var ondan alınacak nice dersler

                            İki tarafın el ele vereceği, neler var neler

 

                            Batı’yı iyi anlamıştı, hem de içlerinde kalarak

                            Genç yaşında ayırdına vardı, aralarına dalarak

 

                            Ölüm için: “Bir an elektrikler kesilecek, hepsi o kadar…”

                            Demek istedi ki Attila, ölümden ürkene: “Korkacak ne var?”

 

                            Kuşkusuz, basit olmadığını da görmüştür ama, neye yarar?

                            İnşallah, şair -yazarımız, Rabbin merhametine, olur mazhar

 

                            Diyorsun ki: “Korkacak bir şey yok, hesap tamam. Kendimi hazırladım.”

                            Üzülme be Üstad, geliyoruz peşinden, merak etme, adım adım

 

                            Kızardı, Batı Resmiyeti’nden, boş yere medet umana

                            Üzülürdü, Türkçe’nin üstünde yükselen, yapay dumana

 

                           “Hangi Batı?” okundu vatanseverlerce, bol bol

                             Etrafında halelenen gençlere, oldu sembol

 

                          “‘Direnerek dirilmek’ kavramının, temsilcilerinin biriydi.”

                             Yani fikir ve his yüklü gençlik hareketi, onun eseriydi.

 

                             Kabul etmiyordu, nice anlı şanlı büyükleri hatasız

                             İnsan olarak görürdü onları önce, kalsa da atasız

 

                             Romanlarından biri: “Dersaadet’te Ezan Sesleri”

                             Milletin hissiyatına, tercüman olmanın eseri

 

                           “Sala veriliyor görünmez minarelerden” hazin hazin derken

                           “Kökü mazide olan ati” diyen şaire eş oldu en erken

 

                           “Yapraklarım dökülüyor usul usul. Adım sonbahar.”

                             Mısralarında, sanki yaklaşan ölümlerden, haberler var.

 

                           “Benim soyum ayakta ölür. Ben de öyle öleceğim.”

                             Sözlerine uygun düştü ölüşü Ey Bacım Ey Beğim!..

 

                           “(Tek) hedefi bu aziz vatanda (hala) gözü olanlardı.”

                             Bu uğurda şairliği nerdeyse bir tarafa atardı.

 

                              Lafın gelişi denir ya: “Her ölüm erken ölümdür!” diye

                              Ölmenin sırası mıydı şimdi, senin gibi Efendiye?

 

                             “Doğrudan Doğruya”: Bir ara yazdığı köşenin adı.

                               Kalmadı sensiz diyorlar Üstad, artık yazmanın tadı!…

2302

 

 

                               Bir ara “Kaldığımız Yerden” diyerek, başladı yazıya

                               Devam kaldığı yerden, varken, olmuş olan gemi azıya

 

                               Saplantılar, doğruları görmeye olmamalı engel

                               İçeriğe bakmaksızın, atmayalım kimseye çengel

 

                              “Ayrılık girdi araya” ayrı kaldık şairden yana

                              “Hicrana düştük bugün” arıyoruz onu yana yana

 

                               “Evet…Elde var hüzün!” desek de teselliyi efendim,

                               Bulduk biz: “Derman aradım derdime hicranı beğendim.”

 

                                Attila İlhan, evet Solcu’ydu! Solcu olmasına ama,

                                Uzak tuttu kendini örgütlerden, soyut kaldı daima.

 

 

————————————————————————————————————-

Not: 15.10.2005 tarihinde yazılan bu “Çeşitleme”nin; gözden geçirilerek, gereken düzeltme ve değişikliklerle yeniden neşri uygun görüldü.

 

 

2303 – 2304