13.8 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1086

Anlaşılmayan Milletleşme ve Çokkültürlü Anayasa Tuzağı

Sadece bayramlarda ve anayasa değişikliklerinde değil; her zaman  milli egemenlik ve milli bağımsızlığı vazgeçilmez kabul etmeliyiz. Özellikle yeni anayasa tuzaklarının önümüze konduğu, Türk Milletini yok farz edildiği, milli ve üniter yapıyı yok etme çabalarının, küresel saldırıların ve kuşatmaların, milli sınırların değiştirilmek istenmesinin hedeflendiği, milletlerarası hukukun ayaklar altına alındığı günümüzde…

Milletleşme mahalliliğin, millet altı dar kalıpların ve etnik taassubun aşılmasıdır. Etnik sıfatı ne olursa olsun; vatandaşlık bilincine, Türk Milletine mensubiyet şuuruna sahip olanların şuurlu birlikteliğidir. Bu duygu ve düşüncelere sahip davranış sergileyen bir Türk Ermenisi,  Türk Rumu ve Türk Yahudisi de milli kimliğin ve Türk Milletinin kapsamındadır.

Milletleşme, ayrıştırmayan, kaynaştıran bir olgudur. Boy, kabile, aşiret, mezhep, bölge ve etnik taassubun aşılmasıdır. Bazıları anayasa çalışmalarında başka arayışlar içinde olsa da Türkiye’de tek devlet ve tek millet vardır. Kendini Türk olarak hissedeni de dışlamak ve ötekileştirmek hakkına sahip değiliz. Yeter ki bazıları kendi kendilerini ötekileştirmesin. Dini azınlıklarımız gibi mahalli ve kısmen etnik sıfat taşıyan vatandaşlarımız dışlanıyor mu ki onlar Türk kabul edilmesin?

Türk kimliği, Irak, Makedonya, Kosova, Batı Trakya, Almanya, Fransa, Bulgaristan, Hollanda, Belçika, Avustralya, Avusturya, ABD ve Kanada gibi göç verdiğimiz ülkelerde etniklik kapsamında ele alınabilir. Türkiye’de Türk kimliği milliyet ve tabiiyetin, hâkim kültürün, devleti kuran kurucu iradenin adıdır; bundan dolayı etnik çağrışım yapmaz.

Gazi TBMM’nin bizzat yürüttüğü Milli Mücadele, birkaç millet veya devlet yaratmak için yapılmamıştır. Kimsenin ön izni de alınmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri bir kavimler ittifakı değil ki çokkültürlülük dayatmalarına maruz kalabilsin. Türk Milleti çokkültürlülük politikalarını uygulayan ve bugün bundan şikayetçi olan farklı milletlerden yoğun göç almış ülkeler gibi tesadüfen oluşmamıştır. Türkiye’de kalabalıkların birlikteliği yok, milletleşme süreci var.

Osmanlı bile farklı dinlere göre nüfusu tasnife tabii kıldı. Etnik gerekçeleri öne çıkarmadı. Yeni anayasada bu bakımdan kültürel ve ırki farkları zikretmemek asla bir eksiklik değildir. İnsanları mutlaka birbirine ötekileştirmek mi gerekir? Bugün bu yanlış yapılmaya çalışılıyor.

Anayasal vatandaşlık“,”çokkültürlülük” ve “Türkiyelilik” kavramları Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet niteliğini kökten değiştirme çabalarıdır.

Türkiye çokkültürlülüğe uymuyor. Çokkültürlülük çok seslilik değildir. Bir zenginlik olmadığı için bugün bazı Batılı ülkeler için tehdit unsuru olmuştur. Ancak, bize tavsiye ediliyor. Dünya’yı küresel çıkarlara göre şekillendirmeye çalışanların önü açılmış milli devletler üzerinde uyguladıkları bir projedir.

Küreselleşmenin ideolojisi çokkültürlülüktür. Milli kimlik ile çatışır. Toplumdan, milli devletten bağımsız, otonom fert ve sosyal grupları esas alır. Farklılıklara hoşgörüyü yeterli görmez. Siyasi olarak tanımayı gerektirir. Dıştan kumandalı yeni anayasa çalışmaları bu gibi tuzaklarla doludur. Terör örgütünün istekleri karşılanmaktadır. Oslo uzlaşması çok çirkin bir örnektir.

Demokrasi teröre yenik düşürülmemelidir. Terör tehdidi öne çıkarılarak ve etnik ırkçılığa dayalı yeni anayasa demokrasi ile çelişir.

Cumhuriyet Çeşitlemesi (1)

Cumhuriyete giden yol, olmadı pek öyle kolay

                         Sözünü etmek günümüzde, olsa da dile kolay

 

                         Kuruldu sonunda Cumhuriyet; bir milletin kazandığı zafer

                         Bu yolda niceler oldu gazi, düştü kimi şehit, teker teker

 

                         Millet yorgun, halk yoksul, vatan olmuştu harap

                         Giden gelmedi gittiği yerden, olup türap

 

                         Türk İstiklal Harbi’nde, ararsan  bir nebze mantık

                         Bulamazsın, arama hiç boşuna, onu artık

 

                         Ama o savaş yapılmalıydı, gerekse kazma kürekle

                         Çünkü savaş kazanılır, aslında silahtan çok yürekle

 

                         Çünkü girmişti, Yedi Düvel, yurdun her yerine

                         Dolaşıyordu öz vatanda, gerine gerine

 

                         Vara yoğa bakılmaz bu durumda; farz olmuştu cihat

                         Birlik olmanın tam zamanıydı, gerekliydi ittihat

 

                         O zor şartlarda yapmışken, Destanımsı Milli Mücadele’yi

                         Bugün eziklikle göğüslüyoruz, AB(e) denen kurdeleyi

 

                         Onların yerinde olsaydık, karşı çıkardık savaşa

                         Teslimiyet önerirdik, çıkar yol diye, dağa taşa

 

                         Geçmişten ibret alarak, yola çıkmak varken, geleceğe

                         Kendimize, güvensizliği yakıştırmak, bilmem ki niye?

 

                         Savaşın, Meclisçe yürütülmesi, onun en güzel yanı

                         Savaştan önce, Vekilleri toplamak, şaşırtır duyanı

 

                         Milli Harp; değildi sadece, kuru bir silahlı savaş

                         Siyasetçilerini de dize getirdik, yavaş yavaş

 

                        Başta güçlü halk iradesi, tam bağımsızlık ideali

                        Kat kat üstün düşmanı yendik, kiminin ismi Mehmet, Ali

 

                        İstiklal Harbi olmadı, sırf Türk Milleti’nin şanlı destanı

                        Mazlum Milletler anladı ki, kurtuluş muhal, akmazsa kanı

 

                        Küçük Asya; Avrupa’ya, kısrak başı gibi uzatmıştı başını

                        Kuzey-Güney, Doğu-Batı arasında köprüydü, bileli yaşını

 

2323

                        Bir zamanlar, Baharat Yolu üzerinde, Batı’ya bir iskele

                        On dokuzuncu asırda, kabardı Batı’nın iştahı, petrole

 

                        Ama bu zengin topraklar; elindeydi Osmanlı Devleti’nin

                        Derisi yüzülüp, pazarlaması yapılmalıydı etinin

 

                        Bitti nihayet, dört yıl süren, Birinci Dünya Savaşı

                        Kalmamıştı kimsenin içecek suyu, yiyecek aşı

 

                        Oysa bu ilk savaşın istenmesi, çok öncelere dayanır

                        Şark Mes’elesi / Doğu Sorunu, Osmanlı için planlanır

 

                        Sanki başında patlayan bu uzun savaş, ermesiyle sona

                        Geldi Tavaif-i Müluk gibi, parçalanma sırası ona

 

                        Yıkılmak istenirken, Osmanlı denen asır-dide, Koca Şanlı Devlet

                        Adım adım yenisinin atılacaktı temeli, adı  “Cumhuriyet”

 

                        Savaşa girmemek için, bırakmadı Avrupa’da çalmadık kapı

                        Hesaplar onun üzerineydi, yutturacaklardı ne yapsa hapı

 

                        İngiltere, Rusya ve Fransa arasında Anlaşma imzalandı

                        İşte bu, onların menhus niyetlerinin ortaya çıktığı andı

 

                        Kazanırlarsa; İstanbul ve Boğazlar, Çarlık Rusyası’nın olacaktı resmen

                        İngilizler General Marshall’a, petrol bölgelerini işgal ettirdi hemen

 

                       15 Ocak 1915, Londra’daki Savaş Konseyi toplandı;

                       Hedef diye Osmanlı Devleti ve İslam’ın kalp-gahı İstanbul saptandı

 

                       Böylece açılacaktı, Rusya’ya erişen yol

                       Gireceklerdi İstanbul’a, dört bir yandan, kol kol

 

                       Son bir gayretle yüklendiler, Boğaz’da yatarak pusuya

                       18 Mart, onların mezarı oldu, gömüldüler suya

 

                        Almamışlardı ki ders; çıkarma yaptılar, Gelibolu Yarımadası’na

                        İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle, son vermek için yenilgi yasına

 

                        İki ayda üç kilometre, ancak ilerleyebildiler

                        Türk Ordusu’yla çarpışmak neymiş, bunu hakkıyla bildiler

 

                        Bu sefer Batı Yakası’na Gelibolu’nun, tüm güçleriyle yöneldiler

                        Anafartalar Grubu önünde, kırk bin zayiatla yere serildiler

 

                        Bu sefer de başlarını çarptılar, sert mi sert, granit bir kayaya

                        Buldular karşılarında Mustafa Kemal Paşa’yı, dimdik ayakta

 

2324-2325

Küçük Kıza Tecavüze Tepkiler Sürerken

Henüz on üç (13) yaşındaki kız çocuğuna yirmi altı (26) kişinin tecavüz etmesi olayı, kamuoyunda nefretle karşılandı.

Küçük kızın kendi rızasıyla fuhuş yaptığı mahkemelerce kabul edilerek, suçlulara hafif cezaların verilmesi hepimizin içini acıtmış,  algılanması ve kabulü mümkün olmamıştır.    Bu nedenle de geniş kitlelerde kızgınlıklara, gerginliklere ve geniş tepkilere neden olmuştur.

Suçluların içinde kamu ve özel sektörde görev yapan kişilerin bulunması, olayın bir diğer çirkin yönünü oluşturmuştur.

N. Ç. rumuzuyla gündemimize oturan olayın, kınanması ve protestosu pek çok kişi, kurum ve kuruluş tarafından artan bir tepkiyle sürdürülmektedir.

Bu olaya benzer bir konu nedeniyle birkaç yıl önce yayınladığımız bir yazımızı bir kez daha güncelliyoruz. 

GÖZDEN GEÇİRMEMİZ GEREKLİ (16.01.2009) 

Bütün dünyada kadınlar tecavüze uğramaktan korkarlar. Örneğin her yıl Fransa’da 25.000, Almanya’da 250.000, İsveç’te 4.000 kadının tecavüze uğradığı medya aracılığı ile öğrenilmekte ve bilinmektedir. Ülkemizde de durum böyledir. Hemen her gün yazılı ve görsel basında hepimizi sarsan bu tür haberlerle üzülürüz, kızarız ve sebep olanlara lanetler okuruz.

Tecavüz fiilinin cezalandırılması TCK’nın ilgili maddeleri ile olmaktadır. Ancak kabul etmek gerekir ki mahkeme süreci ve hak arama yöntemleri tecavüze uğrayanları çok zorlayan evreleri içermektedir. Yargılama sürecinde cinsel şiddete uğrayanların özel eğitim görmüş görevli uzmanlarca korunması ve kollanması sağlanmalıdır. 

Tecavüz olaylarının bir bölümü de küçük yaştaki kız çocuklarına yönelik olmaktadır. Henüz oyun çağını tamamlamamış, öğrenci olmaları gereken yaşlarda aileleri tarafından çıkar uğruna ileri yaştaki kişilere verilen satılan zavallı kızlarımız da gene toplumsal bir yara olarak üzüntülerimize neden olmaktadır. Elbette bu durum uygar, çağdaş, insan haklarına saygılı ve dürüst toplum anlayışına ters gelen ilkel bir durumdur. 

Ancak geçmişten günümüze ulaşan bazı değerlendirmelerin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Aradan uzun yıllar geçmiş, dünya görüşü yenilenmiş her şey değişmiştir. Eski devirlerde hoş görülen bazı davranışlar, özlü sözler, maniler, dizeler ve türküler artık arşive kaldırılmalıdır. 

Bir yandan şikayetçi olduğumuz davranışları ve konuları düzeltebilmek için çaba gösterirken, bir yandan da bu yanlışları destekleyen şiirler, türküler, şarkılar ve deyimler gündemimizden düşmelidir.

Bazı örnekleri sıralayarak durumu daha iyi anlatabiliriz.

         – Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme

         – Kadın kısmının saçı uzun aklı kısadır

         – Kızını dövmeyen dizini döver

         – Kız yedi yaşından sonra ya erde ya yerdedir

         – Avrattan vefa, zehirden şifa olmaz        

Karacaoğlan* bakın neler demiş;

Ala gözlerini sevdiğim dilber
On beşinde bir güzeli sevmeyen
Bu dünyaya hayvan gelir bön gider

         …

On birinde mah yüzüne bakılır
On üçünde ak gül olur açılır
On dördünde her bir yeri bal olur

         …     

On birinde bir yar sevdim
Yeni açmış güle benzer
On ikide şeker şerbet
Oğul vermiş bala benzer

Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in sözlerini yazdığı ve Ali Ulvi Baradan tarafından nihavend makamında bestelenen;

Yemeni bağlamış telli başına
Zülüfleri düşmüş hilal kaşına
Yeni girmiş on dört on beş yaşına
Gözleri sürmeli köylü güzeli
Gel seni köylü kız alıp kaçayım
Telli duvağına altın saçayım

Veya Tamburi İsmet Ağa’nın karcığar makamında ki bestesinde gördüğümüz gibi;

Bu kış hanım İstanbul’a taşın da
Eğlenelim, zevk edelim Kalpakçılar başında
Güzeller var on üç on dört yaşında
Eğlenelim, zevk edelim Kalpakçılar başında 

Görüldüğü gibi bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Elbette kültür varlıklarımızı korumak gelecek kuşaklara aktarmak ödevimizdir. Bu eserler bize tanık oldukları tarih kesitleri hakkında bilgi de verirler. Ancak zaman içinde işlevlerini kaybede bilirler. O zaman güncel yaşamımızdan arşive aktarılmalıdırlar.

* Karacaoğlan’ın alıntıladığımız şiirleri için aşağıda ki esere bakılabilir; ” Sadeddin Nüzhet Ergün, Karacaoğlan, Hayatı ve Şiirleri, Yeni ilavelerle, 18. Baskı, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, Yayın yılı Yok, s. 168, no: 180; 189, no: 210; 241, no: 279.

 

Allah Sabredenlerle Beraberdir

Yüce dinimizin üzerinde önemle durduğu ahlakî özelliklerden birisi de sabırdır. Müslümanların hayatında sabrın ne kadar önemli bir yeri olduğu Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde çok açık bir şekilde belirtilmiştir.

Sözlükte “dayanma, dayanıklılık” gibi anlamlara gelen sabır, ahlâkî bir kavram olarak, başa gelen musibetlerden dolayı Allah’tan başka kimseye şikayetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak; nefse ağır gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında dünya ve ahiret yararını düşünerek, ruhi dengeyi bozmamak için insanın kalbinde bulunmakta olan sükûnet ve dayanma gücüdür. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay. sh.567)

Allah Teâlâ, insanoğlunu yeryüzüne imtihan için göndermiştir. İnsana yüklediği bütün mükellefiyetler ile başına gelen musibet ve sıkıntılar bu ilahî imtihanın gereğidir. Bu imtihanı kazanmanın en önemli yolu sabırdır. Nitekim Yüce Allah bir ayet-i kerimede, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele” (Bakara, 2/155) buyurmuştur. Görüldüğü gibi insanın başına gelen hastalık, sevdiklerinin ve yakınlarının ölümü; deprem, sel ve çığ gibi tabii afetler; korku, açlık, yokluk gibi bütün bela, musibet ve sıkıntılar hep ilahî imtihanın bir parçasıdır.

İnsan, başına bu tür musibetlerin gelmesini engellemeye güç yetiremez. Çoğu kez tek başına bunların üstesinden gelemez, bu sıkıntılara tahammül gösteremez. Ama sabrederek bu olumsuz durumu lehine çevirebilir, bundan kazançlı çıkabilir. Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle bildirmektedir: “Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler.  İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” (Bakara, 2/156-157)

Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde, “Sevabın çokluğu, belanın büyüklüğüne göredir. Allah (c.c.) bir topluluğu sevdiği zaman, onları muhtelif musibetlerle imtihan eder. Kim bu musibetleri sabırla karşılarsa Allah Teâlâ ondan hoşnut olur. Ve kim musibetleri sabır ve tevekkülle karşılamaz isyan ederse o da Allah’ın gazabına müstehak olur” (İbn Mâce, Fiten, 23) buyurarak musibete maruz kalan mü’minlerin sabır göstererek Allah’ın rızasını kazanacakları müjdesini vermiştir. Hadis-i şerif ayrıca, insanın musibete uğramasının onun Allah tarafından sevildiğinin işareti olduğunu; Allah’ın onu sevmediği anlamına gelmediğini açıkça göstermektedir.

Bela ve musibetler karşısında sabretmek aynı zamanda Allah’ın takdirini kabul etmek, O’nun kaza ve kaderine boyun eğmek demektir. Bu konuda sabır, Allah’a tevekkül ve O’na teslimiyeti ifade etmektedir. “Allah sabredenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/146) ayeti, bela ve musibetlere sabretmenin Allah katında ne kadar makbul bir davranış olduğunu bildirmektedir.

Bela ve musibetlere karşı sabırsızlık ise Allah’a şikayet, O’nun takdirini beğenmemek anlamına gelir. “Bunlar benim başıma niye geldi? Benim ne suçum var ki?” şeklinde söylenmek, isyankâr bir davranış içine girmek olgun bir Müslümana asla yakışmaz. Yukarıda geçen hadis-i şerifte buyrulduğu üzere böyle bir davranış Allah’ın gazabına uğramaya sebep olur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir başka hadis-i şeriflerinde de, “Sabır, musibetle karşılaştığın ilk andakidir” (Buhârî, Cenâiz, 43) buyurarak Müslümanları başlarına gelen musibetin acısıyla yanlış bir davranışta bulunmaktan sakındırmıştır.

Yüce Allah sıkıntı ve zorluklar karşısında nasıl davranılması gerektiğini şöyle bildirmektedir: “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) Allah Resûlü (s.a.s.) de bu tür musibetlere uğrayanlara şöyle dua etmelerini tavsiye etmiştir: “Kendisine bir musibet gelen Müslüman, Allah’ın emrettiği: ‘Biz Allah’a aidiz ve ancak O’na döneceğiz. Allahım! Bana bu musibetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsan eyle’ derse, Allah o musibeti alır ve mutlaka daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz, 3)

Müslümanlar olarak başımıza gelen üzücü hadiseler karşısında metanetimizi muhafaza eder, sabır gösterirsek, hem daha kötü durumlara düşmekten korunmuş, hem de ahirette cennetle mükâfatlandırılmış oluruz. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Sabretmenize karşılık selam sizlere. Dünya yurdunun sonucu (olan cennet) ne güzeldir!” (Ra’d, 13/24)

Susuz Yaz, Filizsiz Bahar

Benim kuşağım “sinema delisi bir nesil”di. Taşrada bile sinemalarda ve hususan tatil akşamlarında biletler karaborsa satılırdı. Kilis’te Özyurt, İstanbul’da Emek, Yeni Melek, Atlas, Kulüp, Site, Marmara, Bulvar, Ankara’daki Büyük Sinema’da, İzmir’de Alemdar’da kuyruklar oluşurdu hem yerli, hem yabancı filmlerde.

Halen unutamadığımız filmler arasında Rüzgar Gibi Geçti hemen akla gelir. Yüksek bir grafikle sektörde Holywood önde giderdi. Bunu Fransa takip ederdi Alain Delon ekoluyla. Hind Sineması da Raj Kaapor-Nergis ikilisinin oynadığı Avare filmiyle bir çıkış yakalamış, şarkıları bile moda olmuştu. Mısır sineması ve platoları zengindi ama toplumu etkilemekte esamasi bile okunmuyordu. Demirperdeye gelince sinemada iddialıydı SSCB ülkeleri. Propaganda filmlerinin dışında görselliği ve muhtevası çok zengin Askerin Türküsü gibi nefes kesen prodüksiyonları vardı.

Yücel Çakmaklı’nın Odası

Türk sinemasına gelince Ayhan Işık, Muhterem Nur, Eşref Kolçak, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Ahmet Tarık Tekçe, Turan Feyzioğlu, Muzaffer Tema, Fikret Hakan, Pervin Par, Gülistan Güzey gibi ustaların filmlerinde genelde romantizm hakimdi. Hep mutlu sonla biterdi. Ne zaman ki ideoloji sinemaya da girdi, fotoğraf değişti. Sol ideoloji devreye girdi. Sinametek gibi kuruluşların ise ayrıcalığı vardı. Sinema dergileri magazin ile de örtüştürerek yok satardı.

Muharrem Gürses’i dini, Cahit Irgat’ı tarihi filmlerde gördük. Bunların da etkisi saman alevi oldu. Yapmacık ve sathi göründü. Ancak Yedinci Sanat sinema yumruk gibi iniyordu toplumun kafasına.

Bunu ilk farkeden muhafazakarlar Yücel Çakmaklı, sektörü erken terkeden Dr. Salih Diriklik ve Mesut Uçakan oldu. Tümünü de yakından tanıyordum. Yücel Çakmaklı Denizli’den İstanbul’a okumaya gelmiş, ancak sinemaya sevdalanmıştı. Bekar evindeki arkadaşları Yücel Çakmaklı’yı işadamı ve öğrencilerin hamisi M. Kemal Cabioğlu’na şikayet ettiler “Ağabey Yücel Çakmaklı odasını filmci kızların resimleriyle süsledi. Türkan Şoray en başta.”dediler.

Milli Sinema

Yücel Çakmaklı, ülkücü fikirleriyle temayüz etmiş Kemal Cabioğlu’na; ” Ağabey, artık televizyon her eve girdi, sinemalarda kuyruklar uzadıkça uzuyor, kimse çocuğuna mani olamayacak noktaya gelmiş. Bırakın çocuklar sinemaya gidecekse, televizyon izleyecekse iyi filmler seyretsinler. Biz sinemayı boş bırakamayız, gençlerimizi bir başkasının ideolojik ve ahlaksız filmlerine teslim edemeyiz. Dolayısıyla kendi filmimizi artık kendimiz çekmeliyiz. Sinemacılarımız olmalı” deyince durum anlaşıldı. Milli Sinema akımı böyle başladı.

Yücel Çakmaklı’nın sevdası karasevdaya dönüştü. Projeler hazırladı beş parasız. İstanbul’un hayırsever işadamlarından Horoz Şirketler Grubunun Sahibi Mehmet Üretmen’e film hazırlıklarını anlattı ve borç istedi çekeceği film için. Daha sonra tahsil edilmeyen ve yırtılan bir senet imzalayarak filmin masraflarını karşılayan Yücel Çakmaklı, Birleşen Yollar için kolları sıvadı. Türkan Şoray’ı ikna etti. Sonra İzzet Günay’ı. O gün için fıstık-leblebi gibi tüketilen Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı adlı romanı Birleşen yollar olarak Yeşilçam arşivlerine taşınacaktı.

Armağan Tekin ve Türban

Yücel Çakmaklı ikinci olarak Fatih Bali Paşa Caddesi üzerindeki ANKA Modaevi yöneticisi Armağan Tekin’e gitti. Yücel Çakmaklı gibi Armağan Tekin de sivil ve muhafazakar toplumun batılı tarzdaki modalardan, kendi modasını üretmek ve tarihi geleneksel giysilerini güncelleştirmek için çalışıyordu. O da parasız pulsuz bu işe ihtiyaçtan soyunmuştu. Ancak eleştirilerin de ardı arkası kesilmiyordu; İslamda sinema mı vardı, yoksa moda mı?! Din acaba yozlaştırılmak mı isteniyordu?

Daha sonra genç yaşta rahmete kavuşan Armağan Tekin Osmanlı giysileri üzerine ünlü mankenlerle defileler yaptı. Bir anda yoğun bir ilgi topladı. Siparişler aldı. Gülhane Parkı’nın yanındaki eski bir İstanbul Konağı’na taşındı. Birleşen Yollar filmin başoyuncusu Türkan Şoray’ı Armağan Tekin giydirdi. Filmin hoppa ve hırçın kızı, sonunda hakikat ile yüzleşerek kendi öz kimliğine kavuşuyordu. İlk işi de başını örtmek ve ibadete başlamak oldu. İşte türban ilk defa Armağan Tekin’in girişimiyle bu filmde görüldü. Milli Sinema hikayesi de böylece başlamış oldu. MTTB Sinema Kulübü lokomotiflik görevi üstlendi.

Yücel Çakmaklı çok film çekti. Sonra Televizyona dizileri yaptı. Mesut Uçakan da öyle. Mehmet Tanrısever’in Hür Adam Bediüzzaman Said Nursi filmi ilk defa hasılat ve seyirci rekoru kırdı(2011)

İrlanda’ya Şair Bir Lider

Bugün gelinen noktada bir gelişme yakalanmış durumda. Mesela “Dinle Neyden” bir olaydı. Özellikle kostüm ve müzik çok önde göründü, bir yenilik getirdi Muhteşem Yüzyıl’dan çok önce.

Bugün 12 kadar ulusal, 40 kadar da lokal yayın yapan muhafazakar televizyon var. Radyoların ve mahalli gazetelerin sayısı bunların karekökü kadar yüksek. Ancak muhafazakar kesimin sanat, kültür ve medeniyet iddiası acaba ne kadar ve nerededir?

Bunlar da nereden aklıma geldi derseniz anlatayım. İrlanda Cumhurbaşkanlığına şair Micheal Higgins seçildi de ondan gündeme taşıdım. Michael Higgins’in üç şiir kitabı yayınlanmış ve Filistin Halkları konusundaki İsrail karşıtı söylemleriyle tanınıyor. Avusturya’nın bir önceki cumhurbaşkanı da yazar ve sanatçıydı.

Eyvah Eyvah Birinci Oldu

Buna bir yana koyalım ve devam edelim. Box Office Türkiye istatistiklerine göre 2011’de 42 haftalık dönemde geçen yıla göre daha az sinemaya gidilmiş. İzleyici sayısı 1 milyon 160 bin azalmış. Ata Demirer ve Demet Akbağ’ın oynadığı Eyvah Eyvah filmi 36.678.019 TL hasılat elde etmiş ve 3.947.988 kişi de bu filmi izlemiş.

İlk onda sıralama şöyle devam ediyor; Aşk Tesadüfleri Sever, Kurtlar Vadisi: Filistin, Karayip Korsanları; Gizemli Denizlerde, Şirinler, Hür Adam Bediüzzaman Said Nursi (7.304.622 TL hasılat, 952.405 izleyici), Ya Sonra, Harry Potter ve Ölüm Yadigarları 2, Kolpaçino: Bomba ve onuncu olarak da Arabalar 2.

53 yerli film, 185 sinemada gösterilmiş, ilk ona üç yabancı film girebilmiş. Mehmet Tanrısever’i tanımıyorum. Ama kutlarım.  Esas mesleği sinemacı olsun veya olmasın rizikoya girerek bir başarıya imza atmış, sevinmek gerek. Filmi izleyemedim. Üç saat falan dediler. Dilerim ecnebi ülkelerde de vizyona girsin, ülkemize döviz girdisi kazandırsın. Ne güzel olur?

Yoklar Sıralamasındaki Yoklar

Muhafazakarlar iş dünyasında, siyasette, bürokraside ve diplomalı eğitimde gerçekten ciddi mesafe aldı, çoğu yerde başarılı oldular. Ancak sanat, kültür, edebiyat, yayıncılık gibi konularda ve medeniyet iddiasında aynı şeyi söyleyemeyiz. Hatta geçer not bile alamadığı öne sürülerek tartışmaya açılabilinir. Bu sektörlerde kolaycılık seçildi birkaç gönüllü ve fahri kişiyle kuruluşlar dışında.

Muhafazakar belediyeler iyi ki Antalya Altın Portakal Yarışması gibi etkinlik programlamıyorlar. Bizim Hababam Sınıfı’mız, Neşeli Günler’imiz, Züğürt Aga’mız, Susuz Yaz’ımız, Sevmek Zamanı’mız, Gelin’imiz, Düğün’ümüz, Diyet’imiz, Gurbet Kuşları’mız,  Adı Vasfiye’miz, Anayurt Oteli’miz, Eşkıya’mız, Babam ve Oğlum’umuz yok.

Dahası Ömer Lütfi Akad’ımız, Metin Erksan’ımız, Halit Refiğ’imiz, Ömer Kavur’umuz, Zeki Ökten’imiz, Nuri Bilge’miz, Reha Erdem’imiz, Semih Kaptanoğlu’muz ve Devriş Zaim’imiz de yok.

Müzik’te iddiamız ise düşünülemiyor bile. Mesut Uçakan ve Mehmet Tanrısever yaşasın işte. İki veya biraz daha fazla Deli Dumrul’umuz var ya yeter de artar bile.

İstanbul’u Fethedecek Yaşta Olanlar İçin

Medyadan takip ediyorum Beşiktaş Kültür Merkezi’nde Yılmaz Erdoğan’ın “Çok Güzel Hareketler Bunlar” 332 bin seyirciye ulaşmış, twitterde 125 bin takipçisi var! Sanat adına alkışlanacak bir gelişme, siz yapmazsanız, yapamazsanız bir yapan bulunuyor demek. Seversiniz veyahut hoşlanmazsınız Yılmaz Erdoğan ses getiren sinema filmleri çekiyor, tiyatro oyunları sahneliyor, stand up’lar sergiliyor. 17 yıl sonra Beşiktaş Kültür Merkezi nerede olacak değerlendiriliyor.

Yılmaz Erdoğan başarının sırrını perde arkasındaki gizemli ortağı işadamı Necati Akpınar için bakın ne diyor ; “Necati tevazu kelimesini utandıracak kadar tevazu sahibidir. Gücümüzü onun sakinliğinden alıyoruz.” İşte bu kadar.

Bir grup müthiş para kazanmayı bilmiyor, oy’unu artırmasını beceremiyor ama gündemi etkilemeyi, toplumu değiştirmeyi ve insana yatırımı çok iyi biliyor. İşte bu da sanata, kültüre hakim olmayı doğuruyor. Kolaycılar ise bir müddet daha hamaset yapmayı sürdürecek, miras yedi konumlarını muhafaza edecekler gibi görünüyor. Eski çağı kapatıp, yeni bir dönemi başlatmak Fatih Sultan Mehmet’e ait. Bundan sonra anaların Şair Fatihler, Yavuzlar ve Kanuniler doğurmasını bekleyeceğiz ister istemez. Merhum Arif Nihat Asya’yı gel de anma?! Ne dersiniz?

Er ya da Geç Atatürk’e Varacaksınız

Kartvizitimizdeki sıfatlardan biri de tarihçilik. Biraz gezdik, okuduk, yazdık. Genelde de moda / hâkim kanaate rağmen doğruyu, yalnızca doğru bildiğimizi seslendirdik bir ömür. Zira doğru tek hakikattir.

Afrasya kitabımızda Türklerdeki devlet kurma kudretini 380 adet misâlle verdik. Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 büyük devleti / imparatorluk adedini bile Türk’ün teşkilatlanma sayısı 24‘e yükselttik.

Bakınca tarihe 5 bin yıllık bir film şeridi gözümün önünden geçer. Biraz hüzün hissederim, çokça da sürur. En büyük hüznüm ise Türkiye Cumhuriyeti ile onun kurucusunun üvey evlât muamelesi görmesidir.

Hani bazen istenmeyen çocuklar vardır; ya kazara olmuşlardır ya da kaza dışı olmuşlardır. Ömürleri boyu kendilerine çevrilen bakışlardaki manaları ve yüzlerdeki ifadelere katlanmak durumundadırlar.

Mustafa Kemal Atatürk’ü esaretten kurtarıcılık ve devlet kuruculuk cihetinden Kutluk Kağan’a, kültür ve medeniyet hamlesi yönünden Uygurlara , kalıcı sistem oluşturuculuğu bakımından da Mete Han’a benzetirim.

Fakat sahipsizlik noktasında onu benzetebileceğim bir tarihi şahsiyet yoktur. O kalabalıkların arasında yalnız adamdı, sonrasında da sevenleri arasında en az anlaşılandı. Sanki içinden çıktığı millete birkaç boy büyüktü.

Putin‘i dağılma sendromu yaşayan Ruslar için en büyük şans görürler. 2 dönem başkanlık, 2 dönem başbakanlık ve yine dönüşümlü başkanlık. Yani 20 yıl, 30 yıl diyorum. Milletlerin kaderinde 15 yılın önemini görmek isteyenler 1923 ile 1938 arasına baksınlar.

Osmanlı gibi bir koca çınardan sonra gelmesi genç Türkiye fidanının suçu değil. Kendi fukara ama zihni ihtişam esâtiriyle dolu millet yeni dönemde kursağına sıcak aş girse de zihinsel  mütevaziliğe alışamadı. AKP iktidarının sırrı da budur.

Tayyip Erdoğan devletçiliğini ve milliyetçiliğini ilan etti. CHP’lilere göre 6 okun 4’ü tamamlandı. Merhum Erbakan, Atatürk için “Yaşasaydı Refahçı olurdu” derdi. Ben de diyorum ki Refah geleneği er ya da geç Atatürkçü olacak.

Zira tek yol; aklın yolu. Ve akıllı adamlar yani aklı rehber edinenler alışkanlıklarıyla yaşayanlarca tenkit edilmiştir. Cahiliyyenin her çağa bakan bir tarafı ve her devrin Ebu Cehil’i vardır.

Herkesin çöktüğü bir demde dik durmak, herkesin umut kestiği bir hengâmede kazanmak, herkesin imkânsız bulduklarını başarmak ve sonradan herkesin abartılı iltifatlarını kaale almamak her kişinin harcı değil. Böylelerine lider deniliyor.

MGV ve NAO ekolü, 10 Kasımlardaki saygı duruşu ve Atatürk büstü önündeki törenlere kafayı takmıştı. Yazıcıoğlu ve Erbakan rahmetli oldu; bu kez onların resimleri toplantıların en önündeki boş koltuklardan, isimleri de takipçilerinin her konuşmada dillerinden düşmez oldu.

İkincileri anlıyorum da birinciye neden bu kadar insafsızsınız? Diğerlerinin hizmeti vatan kurtarmak ve sıfırdan bir devlet kurmakla kıyaslanabilir mi? İş dine hizmetse ben yine Atatürk‘ün hepsinden daha fazla emeği olduğu kanaatindeyim.

Dizi seyretme kabiliyetim yoktur ama isterseniz Muhteşem Yüzyıl dizisinin bir de İslâmî açıdan inceleyin. Nasılsa Osmanlıyı inceleyin desem yemez.

Kar – buz o kadar çok ve açılan iz o kadar derin ki gidecek başka yol gözükmüyor. Bunun anlamını en iyi küresel sömürgenler bilir.

Ondan Allah razı olsun.

Muğlalı Paşa Şimdi Öldü

 

Nihayet Mustafa Muğlalı Paşa’nın adı, Van’daki askeri kışladan kaldırıldı.

Birileri bu karardan çok mutlu olmuştur. Hatta aralarında kına yakan veya zil takıp oynayanlarda vardır. Ben kahrından ölen Mustafa Muğlalı Paşanın akıbetini Yakup Cemil’in akıbetine benzetiyorum. Ama bilirim ki; bu devletin tarihinde nice Mustafa Muğlalılar ve Yakup Cemiller vardır.

Geçenlerde “Taraf”ının ne olduğu belirsiz bir gazete de Nurettin Paşa dillerine dolanmıştı. O da Ali Kemal’i, Yunan ordusunu Türk kanı içmekle kutsayan İzmir Metropolitini ve nihayet zamanın bölücülerini katletmekle suçlanıyordu. Dedim ki; şimdi sıra Nurettin Paşa’ya gelmiş. Merak etmeyin yakında onun ismini  de menfi manada parlatırlar.

TBMM’deki tartışmalara bakılırsa, sıra yavaş yavaş İsmet İnönü’ye ve Mustafa Kemal Atatürk’e gelecek. Çünkü artık o döneme laf atılmaya başlandı.

Türk Milleti; süratle başta Mustafa Muğlalı, Yakup Cemil, Nurettin Paşa, İsmet İnönü ve başta Atatürk olmak üzere, bu insanların kim olduğunu ve neler yaptığını öğrenmeli ve sorgulamalıdır. Bunların arasına TBMM’de ilk milli şehit olarak ilan edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Beyi ve şehitlerin anısına Türkiye’de ilk Çanakkale Anıtını diken Urfa Mutasarrıfı Yanyalı Nusret Beyi de ekleyin isterseniz.

Bugün bölücübaşını, ABD ve AB’nin isteği üzerine asamayıp İmralı’da besleyen Türk Devletinin bir öncesi olan Osmanlı – Türk Devleti;  ermenilerin ısrarı ve İngiliz ile Fransızların isteği üzerine vatansever ve milliyetsever Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyi hukuka aykırı ve suçsuz olarak teamüllerin hilafına öğle saatinde Beyazıt Meydanında asmıştı. Heyhat!  Şimdi de İstiklal Mücadelesinin kahraman subaylarının isimleri, kışlalardan, o mücadeleyi yapan Türk Ordusunun rıza göstermesi ile indiriliyor. Acaba Mustafa Muğlalı ismini oraya koyarken mi yoksa kaldırırken mi hata yaptık?  Birileri Türk Milletine çıkıp bunu anlatmalıdır.

Gerçi yurtseverliğinden ve milliyetseverliğinden zerrece şüphe edilmeyen Yakup Cemil’i de yargılayıp kurşuna dizdik ve sonra da ailesine şehit maaşı bağladık. Demek ki bu topraklarda bunlar oluyor. Devlet geleneğimizde bunların örnekleri şaşırtıcı olsa da var.

Şimdilerde adı çok sık gündeme gelen Korkut Eken’in gazetelerde yer almış olan “gün gelecek roller değişecek Türk Milleti dağa çıkmak zorunda kalacak” sözleri hafızama öylesine kazınmış ki;  söküp atmak mümkün olmuyor. Acaba gidişat oraya mı?

“Yeni Anayasa” tartışmaları bizi haklı çıkartan söylemlere sebep oluyor.  En son silinecek isim olan “Atatürk” en başta yeni anayasadan silinerek, bütün iş toptan halledilmiş olacak gibi duruyor.

“Çarşambanın gelişi perşembeden belli olur” deyişi halkımız arasında kullanılan ve gerçekten büyük doğrular içeren bir atasözüdür.  Gelişmeler bize şimdiden nelerle karşılaşacağımızı, üç aşağı beş yukarı göstermektedir.

Türkiye’ye dört koldan büyük bir saldırı vardır. PKK ile Türkiye’deki bölücü ve mikro milliyetçi hareketler bizim için sinek vızıltısından ibarettir. Karşımızda dış güçler ve küresel sermaye bulunmaktadır. Verdiğimiz mücadele bunlara karşı verilen bir mücadeledir. PKK, bunun sadece bir bölümünü üstlenmiş bir taşerondur. Eğer Türkiye ve çevresinde,  homojen ve adı “Türk” olan bir millet olmasaydı;  1768’lerden itibaren başlatılan “kürtçülük ve bölücülük” hareketlerinin çoktan aleyhimize sonuçlanması gerekirdi. Ancak Van Depremi’de göstermiştir ki;  sadece Türkiye coğrafyası değil uzak coğrafyalarda yaşayan insanlarla da aynı milletten olduğumuz kesin bir sosyolojik hakikattir.

Türk Milletine mensubum diyen her insanımız bilmelidir ki;  günümüzde başta TBMM olmak üzere birçok kurum ve kuruluşta milli irade vücud bulmamaktadır.  Mustafa Muğlalı Paşa’nın adının Van’daki Kışladan silinmesi ve benzer hadiselerin sirayeti bize bunu göstermektedir.

Türk Milletine düşman dış ve küresel güçler;  amaçlarını sadece PKK üzerinden tahakkuk ettirmeye çalışmamaktadır.  Nihai arzuları, ateşi daima uzakta tutarak kendi halklarını huzurlu ve güvenli yaşatmak ve emperyal düşünce ile sömürüyü sürdürecek zemini yaratmaktır. Türkiye ve Türk Milleti,  üzerinde yaptıkları da bundan ibarettir. Bu sebeple tarihin bize yaptığı uyarıcılıkla, saldırının işbirlikçiler eliyle ve dört bir koldan yapıldığını bilmekteyiz. Bugün gördüğümüz tablo, bunun yansımasıdır.

Günümüzde Ergenekon ve Balyoz adı verilen davalar gibi davalarda yüzlerce insan ve asker yargılanmaktadır. Askerlerin bir çoğu kendi ülkelerinde tutsak olduklarını iddia etmektedir. Bu vahim bir iddiadır. Yargılamaların ve tutukluluk sürelerinin uzaması, üzerinde çok durulması gereken bir konudur. Ancak saldırının dört koldan yapıldığını unutmadan sadece bu konuya odaklanmak bizi yanlışa götürür ve aldanmış oluruz.

Onun için iş artık başa düşmüştür. Her bir Türk evladı, ülkemizdeki gelişmeleri yakından izlemeli ve “milli irade”nin tecelli etmesi  için tavrını doğru ve net bir şekilde ortaya koymalıdır. Yoksa bu iş; Mustafa Muğlalı Paşa’nın adının kaldırılması ile sınırlı kalmaz, hepimizin adını kayıttan düşüverirler.  1919’da denediler başaramadılar. Ama şimdi çok değişik bir taktikle geliyorlar bu nedenle dikkati asla elden bırakmayalım.

Ademi ve Şeytani İki Karakter

0

İslam âleminin kurban bayramını kutlar
Tüm insanlığa barış, huzur ve adalet getirmesini temenni ederim.
Size Âdem(as) ile şeytanın kıssasını uzun uzun anlatmayacağım.
Yapısal özelliklerinden kısaca bahsetmeye çalışacağım.
Biz onlardan hangisine ne kadar benziyoruz.
Önce Âdem’den yani insanlığın atasından başlayalım.
Biliyorsunuz Âdem (as) topraktan yaratılmıştır.
Melekler ise nurdan yaratılmışlardır.
Cinler ve şeytan ise ateşten yaratılmıştır
Her üçününde hammaddeleri farklıdır.
Başlangıçta Âdem ve Şeytanda her ikisi de cennette idiler
Hz Âdem cennette bir günah işledi.
Nihayetinde kendini dünyada buldu.
Demek ki yapısı itibarıyla insanlar hata yapabilir, günah işleyebilir.
Fakat hemen akabinde tövbe etti.
Yani hata ve günahında ısrar etmedi.
İnsan hata yapabilir, günah işleyebilir.
Ama haramı ,yalanı, günahı alışkanlık haline getirmez
Hayatın bir parçası ve vazgeçilmezi gibi görmez.
Hatasında ısrar etmez, inatlaşmaz..
Hata ve günahların farkına varmak erdemdir
Tövbe ederek bir daha yapmamaya söz vermek ise olgunluk ve kamalattır.
Hz Âdem’de nihayetinde öyle yaptı.
Demek ki âdemi karakterin özelliği budur.
Allah’ta büyüklüğü gereği tövbesini kabul etti.
Onu affetti.
Hz Havva’yı O’na eş olarak gönderdi
Âdem yabancısı olduğu bu dünyayı önce çok yadırgadı.
Sonrada sevmeye başladı.
Âdem’in aslı da toprak olduğu için birbirlerine yabancı gelmediler.
Ama asli vatanını da yani geldiği yeride unutmadı
Ona göre dengeli bir hayat sürmeye gayret etti
Demek ki Müslümanların asli vatanı cennettir.
Şimdi gelelim şeytana
Şeytan ne yaptı?
Oda başlangıçta Âdem gibi bir hata yaptı (Âdem’e secde etmeyerek) Allah’a karşı geldi.
Yani bir günah işledi
Başlangıçta ikisi de birer günah işlediler.
Yani eşit durumdalar.
Bundan sonra iş farklılaşıyor.
Şeytan hatasında ısrar etti oysa Âdem tövbe etmişti.
Kendisini haklı gösterecek gerekçeler ileri sürmeye başladı.
Âdemi topraktan yaratıldığı için küçük gördü.
Kendini büyük gördü.
Demek ki şeytani karakterin iki özelliğini görüyoruz.
1 – Karşıdakini küçümser.
2 – Kendini büyük ve önemli görür.
Allah (cc) onu da Âdem gibi cezalandırdı.
Rahmetinden kovdu.
Dikkat ederseniz Âdem’e yapılan işlenin aynısı şeytana yapılıyor.
Fakat Adem utanıp mahcup olup tövbe ederek pişman olmuştu.
Şeytan ne yaptı?
Pişman olup tövbe etmedi.
Adeta Allah ile dikleşti.
Demek ki şeytani karakterde pişman olup tövbe etmek yok.
İnatlaşarak günahta ısrar etmek var.
Mademki sen beni bu Âdem yüzünden rahmetinden kovdun.
Öyleyse bende bu Âdem’in neslini kendimle beraber cehenneme sürüklemek suretiyle onlardan intikam alacağım.
Allah’ın karşısındasın.
Öfkeye kapılarak dikleşmeden vazgeçip tövbe etsene
Ama hırs öfke aklı perdeliyor.
Akıl devre dışı kalıyor
Oysa akıllı davranarak bir tövbe etse iş bitecek.
Olmaz dediğim dedik günaha devam
Demek ki şeytani karakterin bir özelliğide budur.
O gün bugündür şeytan intikam hırsıyla insanları hak ve hakikatten uzaklaştırmak ister
Kendisiyle beraber cehenneme sürükleyerek intikam alma peşindedir
Şeytani karakterin bir özelliğide budur.
İntikam peşinde olmak
Bir soru:
Sizin karakter özelliğiniz hangisine daha yakın?
Bir kıssa
Yorulmuş olsa gerek ki şeytan bir gün bir parkta otururken
Allah dostlarından biri onu görür ve şöyle der.
Hayırdır sen pek boş durmazdın ama neden bu gün burada oturuyorsun?
Şeytan zevkten dört köşe cevap verir.
– Artık benim çokça koşturup yorulmama gerek yok.
– Neden?
– Âdem’in neslinden öyle insanlar (âlimler) türedi ki
Benim yapamadığım işleri onlar gönüllü olarak benden daha iyi yapıyorlar
Hem kendileri sapıyor hem de peşindekileri saptırıyorlar.
– Şimdi onlar çalışıyor ben dinleniyorum.
Olur mu öyle şey demeyin
Günümüzde âlim geçinen ne çağdaş şeytanlar var.
Şeytan bile onların şerrinden Allaha sığınır.
Allah bütün Müslümanları aslının ve fotokopisinin şerrinden muhafaza eylesin.
Şeytanı karakterin bir özelliğide güvenilmez oluşudur.
Şeytanın karakteri adeta karaktersizlikir.
Cehennemde kendisinden şikâyetçi olan dostlarına bile
Eblehler bensize cennet mi vaat ettim.
Siz benim peşimden koşarak gelmediniz mi der?
Hepten de haksız sayılmaz.
Âdemi karaktere sahip olmak temennisiyle

PKK Terör Örgütü İle Uzlaşma Arayanlara Duyurulur

Kurtuluş ve kuruluş döneminden günümüze Türkiye Cumhuriyeti; Türk Milli Devleti için ciddi ve sürekli tehdidi, tehlikeyi milli varlığımızın dayandığı değerlerle ve devletimizin kuruluş esaslarıyla çelişen PKK Terör Örgütü ve bu örgütü uzlaşma yoluyla çökerteceklerine inanan siyasi odaklar vardır.

PKK Terör Örgütünü yumuşak yöntemlerle çözmeye çalışanlar şunu iyi bilmelidirler ki bu örgütün arkasında büyük Ortadoğu projesini gerçekleştirmek isteyen ABD vardır. Güneydoğunun dağlarına roket atarlar, uçak savarlar ağır makineli silahlar bu güç tarafından çıkartılmıştır. Yoksa eşekle, katırla çıkartılacak bir durum söz konusu değildir.

PKK Terör Örgütünü eylemlerinden vazgeçsin diye 27 sene içerisinde tam 47 defa pişmanlık yasası çıkartılmış, terör yasası tam 10 kez değiştirilmiş buna rağmen terör verilen tavizler sonucunda artan şiddetiyle devam etmiştir. Demokratik Cumhuriyet teraneleriyle başladıkları taleplerini federasyona son olarak ta bağımsızlığa varan taleplerle meydan okumaya devam etmektedirler. Bizde Terör Örgütü elebaşları, Terörist Başı ile görüşmeler yapmaya devam ediyoruz. Yöneticilerimiz biz görüşmüyoruz. Devlet görüşüyor gibi açıklamalar yapıyorlar. Kendilerine sormak lazım devlet kimdir, kimlerden oluşmaktadır.

İnsanı aşağılayan, sömüren onursuzlaştıran, yaratıcı gelişmeyi engelleyen, zayıfı ezen her türlü haksızlığa, zorbalığa karşı çıkmak güzeldir. Üretici gücü emeği yüceltme ödüllendirme IRK, DİL, DİN medeniyet ayrımı yapmadan bütün halkımızı kardeş ve halkımızı bir büyük aile kabul eden anlayışla adil bir düzen kurma ve barış ve kardeşlik için özlem duyma ve çaba gösterme gayretlerimize karşılık menfi, şeytani emellere alet edilmedikçe sevgi ve hoşgörü ile karşılanabilirler.

Türk Milletinin değişmez ilkesi bu görüş ve anlayışla adalete dayalı bir hiç huzur, hiç kimseye karşı düşmanlık ve saldırı emeli taşımayan bir güvenlik sistemi vardır.

Devletler ve medeniyetler arasındaki varlık ve üstünlük kavgasında tedbir almakta geciken tedbirlerde ihmal ve hataya düşen milletler sadece savaş alanlarında ölçüsüz şekilde kan sarfına ve serhatlarda toprak kaybına maruz kalmazlar. Daha da önemlisi gönülleri çalınan, hafızaları silinen boş beyinleri yanlışa programlanan hıyanete yönlendirilen mankutlaştırılan zayıf yurttaşlarını, bahtsız evlatlarını dağa çıkarır ve canlı bomba haline getirirler. İşte Güneydoğu da PKK ve Terör hareketi böyle meydana gelmiştir.

Demokratik hürriyetler, demokratik hukuk devletini tahribe kararlı olanlara bu imkanı sağlayacak kadar genişletilemez. Böyle bir ihmal ve müsamaha gafleti aşar, cinayete iştirak olur.   

 

Yasak Meyve

0

Kadim gelenekte Yasak Meyve ayartma veya bilince ulaşma karşılığında kullanılır. Başkasını kendi düşüncene ve arzularına uydurma girişimi bir ayartma yöntemidir. Allah, Hz. Âdem’i ve Havva’yı ‘…Şu ağaca yaklaşmayın yoksa hainlerden olursunuz’ (Bakara 2: 35) şeklinde uyarır. Fakat ‘Şeytan her ikisinin ayağını kaydırdı ve onları içinde bulundukları yerden uzaklaştırdı.” (Bakara 2: 36) Çünkü onları, ‘güzel sözler ve ebedilik vaadi ile aldattı, ayarttı. İkinci anlamı: Hz. Âdem ve Havva yasak meyveyi yediler, kendilerini ve dış dünyayı fark ettiler. Yani bilince ulaştılar.

Yasak Meyve Pazarlama: Ayartma

Sinsi ve şeytanca tekniklerle ‘adam ayartanlara’ yasak meyveyi pazarlayan, yasak meyve satan adı verilir. Mitik anlatımda muhatabı gerçek dışı ve süslü sözlerle ayartma işi ‘şeytanca bir tutum’ olarak anlatılır. Son zamanlarda ülkemizde uygulanan ayartma tekniği sınırlarını aşarak şeytanî bir şekle bürünmeye başlamıştır. Kendilerinde olağanüstü güç vehmeden bir kesim ‘kendi düşünce ve arzularına uymayan herkesi’ özgürlük ve demokrasi düşmanı olarak gösteriyor. Eğer kendi arzularına ve düşüncelerine uygun hareket ediyorsan olguyu ve olayları anlamış oluyorsun. Aksi takdirde onların nazarında basireti bağlanmış şaşkın ördeksin.

Anlam ve edep sınırlarını aşan bu tutum ve yöntem Başbakan’a da uygulanmak istenmektedir. Ayartma ve iğva tekniklerini iyi bilen bu zevat ‘KCK operasyonuna Başbakan’ın ikna edildiğini ve kucağına zehirli hediye bırakıldığını’ iddia ederek şöyle demektedir: “PKK’nın silahlı gücünün bir olgu olarak görülmesi gerektiğinden hareket ederek bunun son bulması için diyalog ve müzakere yolunun seçilmesi gerekir.’ Başbakan’a KCK, senin kucağına atılan zehirli hediyedir’, yani sana yasak meyve yedirildi, ayağın kaydı. Bundan vazgeç, şu dediğimizi yap: Eğer sınır dışı / Irak’ın kuzeyine operasyon yapma, eğer yaparsan Türkiye’nin Afganistan’ı ile tanışırsın. Bu da senin sonun olur.

Türkiye gibi bir ülkenin Başbakanı’nı bir taraftan tehdit ederek, öbür taraftan böyle yaparsan meseleyi çözer ve iktidarını sürdürürsün şeklinde seviyesiz nasihatler de bulunmak her şeyden önce ayıptır. Bu kelimenin tam anlamıyla Yasak Meyve satmaktır. Kendi düşünce ve arzularına aykırı bir duruş sergileyen Başbakan’ı tehdit ve süslü sözlerle ayartma hamlesidir. Meselenin çözümüne yönelik olarak yapılan öneri belirtilen ayartma hamlesini ele vermektedir: “Bu yol, ancak sivil siyaset alanının genişletilmesi ve demokratik iklimin genişletilmesiyle mümkün olabilir.” Eline silah almış, her yerde herkese saldıran bir terör örgütü ortada olduğu halde ‘sivil siyaset alanından bahsetmek’ iğva değilse nedir? Keza ‘her diyalog girişimin sonunda’ taleplerini bir adım daha ileri götüren örgütün mevcudiyeti ortada olduğu halde sivil siyaset ve demokrasiden bahsetmek iğva değilse nedir?

Son günlere kadar belirtilen çerçevede duruş sergileyen numaracı cumhuriyetçilerin milli devletten rahatsız olduklarını düşünürdüm. Fakat Başbakan’ın uygulama yönünde hataları olmakla birlikte terör örgütüne karşı bir tavır geliştirmesi ve özellikle AB ülkelerinin terör örgütüne maddi ve siyasî destek sağladığını ifade etmesini eleştirmek başka bir amaca yöneliktir. Böyle bir eleştiri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin karşısına terör örgütünü bir güç olarak çıkartma çabasından ve kanın akmasını derinleştirmeden başka hiçbir anlama gelmez. Terör algısını abartarak ve yenilmez göstererek, terör örgütüne karşı çıkanları da ‘nesnel müttefik’ olarak tanımlamak bir çatışma alanının oluşmasına katkı sağlamaktan başka ne işe yarar? Bir deprem hadisesinden sonra ‘İran, Suriye ve Türkiye’ uyruklu terörist müttefikin Van’ı kana boyama girişimini hangi sivil siyasetin alanını genişleterek çözeceksin? Bir milleti en acı gününde vurma algısından sonra ‘sivil siyasetten’ bahsetmek Yasak Meyve pazarlamaktır. Sivil siyaset ve demokrasi meşru siyasî zeminin konusudur. Böyle bir zeminin olmadığı ve terör örgütünün en üst saldırılar yaptığı bir ortamda Türkiye’nin Afganistan’ından bahsederek siyasî iradeyi tehdit etmek ‘özgürlük ve demokrasi’ gibi siyasî ve ahlakî değerlere duyarlı olmanın ürünü değildir. Bu tutum, Yasak Meyve pazarlama görevini üstlenmenin ürünüdür.

Yasak Meyve: Bilince Ulaşma

Kadim gelenekte yasak meyveyi yemek, insanın kendini ve dış dünyayı fark etmesi anlamında açıklanır. Uzun süre ‘zihin inşa etme ve yönetme ustalarının’ etkisinde kalan siyasî temsilciler ve bürokratlar işin gerçek mahiyetini görmediler. Terör örgütüyle müzakere ve diyalog yolunu seçtiler. Bu politika nedeniyle Türkiye ağır kayıp verdi. İki ay içinde verdiğimiz kayıplar, şehit sayısı durumun ne kadar acı ve vahim olduğunu göstermektedir. Türkiye, kendinin ve dış dünyanın farkına vararak ‘ayartma ustalarının’ kontrolünden çıkar ve süslü sözlerin büyüsünden kurtulur.

AB ülkelerinin teröre siyasî ve maddî destek sağladıkları üzerinde konuşulmayacak kadar bedihidir. Terör örgütü ve uzantılarının da ‘sivil siyaset ve demokrasi’ gibi bir derdinin olmadığı açıktır. Kana susamış ve kan dökmeyi varlığının gerekçesi sayan bir algı, her türlü insanî değere yabancıdır. Deprem hadisesini dahi ayrımcılığın bir aracı yapan algı hiçbir değer üretemez. Yasak Meyve satanlar her ne kadar ‘kanı, özgürlüğün aracı’ saysalar da gerçek ortadadır. Ayartma ve iğva içerikli meyve yemek: Haramdır, tövbeyi gerektirir.