12.9 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1084

Bürokrasiden İlginç Hikayeler

 

Devlet Kurumlarında İşler bambaşka bir mantık ve çoğu zaman da bambaşka hesaplarla yürütülür. Tabii, Devlet’te Kurumlarında Çalışan, son derece yetenekli, çok akıllı, çok zeki, çok çalışkan ve fedakar bir sürü insan vardır.

Zaten onlar olmasa Devlet Düzenin devam etmesi tehlikeye girer.  Devleti yürüten, yücelten, ayakta tutan, sırtlayan, onlardır.

Ama bunun yanında bir yığında asalak vardır. Devletin kanını emen, işleri güçleri Devleti Soyma hesapları yapmak olan bir sürü şerefsiz de vardır.  Ve işin fenası Devletin böyle yürüdüğünü, yürütüldüğü düşünen ve bu düzeni kabul eden, sessiz kalan birçok iyi niyetli, hatta saf insan da vardır.

İşte böyle bir ortamda, Devleti kollayacak ve Devlet Malını talan ettirmeyeceksiniz. Yıldırım AKBULUT’un söylediği gibi DEVLET MALININ PEŞKEŞ ÇEKİLMESİNE GÖZ YUMMAYACAKSINIZ.  Ve bu yüzden işiniz zorlaşacak.  Savaş vereceksiniz.

Bu savaşın da onurlu bir yanı var, gurur duyacaksınız. Bir şey yapamasanız da birileri sizi görecek ve takdir edecektir.  Bu sizin teselliniz olacaktır.

Ballıca Sigara Fabrikası Makinaları İTHAL edilecek..

Normal prosedürü içinde ihale çalışmaları yapılıyor.  İlgili birim İhaleyi sonuçlandırıyor.

  • Satın alınacak olan, SİGARA GRUP ÜRETİM Hattı MAKİNE SAYISI ALTI  Adet;
  • İlk gelen FİYAT DM: 140 Milyon.
  • Büyük Çabalar ve Pazarlıklar sonucu inilen fiyat 98 Milyon DM.
  • İlk bakışta büyük bir indirim gerçekleşmiş, ne var ki;
  • Olması gereken fiyat NE ÇOK KIRK MİLYON DM.. (Neden böyle? Zira bir yıl önce aynı türden (16) adet Üretim Hattı Satın Alınmış ve 99 Milyon MARK. Ödenmiş. (Kaldı ki bu rakam da yüksek diye soruşturma açılmış ve fakat bir sonuç alınmamıştı.) Şayet bu ilk fiyat uygun ise -yüksekliğini bırakanız uygun ise- basit bir orantı hesabı ile bu son grubun yani (6) adet üretim hattının, 37 Milyon ve Taş Çatlasa 40 milyon filan olması gerekirdi.  Sonradan iddia edildiği gibi bu makinalar bazı nüansları ile farklı olsa bile, 45-50 Milyon Alman Markını geçmemesi gerekirdi. Oysa son fiyat bunun iki misli olarak kesinleşecekti. 
  • İşte buna itiraz ettik.
  • Normalin 2-3 Misli Bir Fiyatla İhale yapılıyor ve üstelik bu ihalenin; “UYGUNDUR” görüşü ile YÖNETİM KURULUNUN ONAYINA SUNULMASI görevi de bana veriliyordu.  Göz göre göre DEVLETİ Üç misli ÖDEMEYE MAHKUM edeceksiniz.

Muhalefetimize rağmen bu ihale ONAYLANDI.

Sonra sözüm ona soruşturma açıldı.  Ve sonuç çıkmadı..

VE İlgili BAKAN’a beni şikayet ettiler; BU ARKADAŞ, Samsun BALLICA’ya Sigara Fabrikası Yapılmasını istemiyor.. Dediler.

Bizzat Bakana cevap verdik, biz sigara fabrikasına karşı değiliz, üstelik SAMSUN bizim Memleketimiz, PARİS’imiz, ama biz, Devletin bu vesileyle soyulmasına kaşıyız. Dedik.  Dedik ama sonuç alamadık.

……………………………………

Benzer bir olayda, SİGARA Üretiminde olmazsa olmaz ham madde SELÜLOZ ASETAT, TOW (Filtre Hammaddesi) için açılan ihalede, klasik hikaye yine fiyat İKİ MİSLİ Yüksekti. Ve bu; her yıl fazladan (25) Milyon Dolar ödenmesi demekti. 

Brezilya kökenli ucuz ürün için önce ilgili birim Uygunluk Raporu vermedi, direndi, oyaladı ve bu raporu tam (8) ay sonra verdi. (İhale yapıldıktan sonra)

Bu arada söz konusu madde için; en ucuz teklifi (4,89 yerine 3,25 olarak veren Japon Firmayı kendi taraflarına çektiler ve teklifi yükselttirdiler.  (Ne var ki; bu firmanın Japonya’daki merkezi, muhtemelen menfaat karşılığı olan bu mutabakatı anlamlı buldu ve yöneticiyi, önce Japonya’ya çekti sonra da görevden aldı. ) Ne var ki olan olmuş, ihale yapılmıştı.   

Anlaşma hazırlandı ve imza için bize geldi.

  • Önce;  BİZ BUNU İMZALAMAYIZ dedik. Anında cevap geldi;  İhtişamla; Genel Müdür diyordu ki;
  • Ya İMZALAR Ya da GİDER…
  • Cevabı hemen verdik; İMZALAMIYORUM ve GİTMİYORUM da. Varsa gücü olan göndersin.  

ANLAŞMA METİNLERİ her ne hikmetse bize geliyordu. İlla ki, olaya,  bu tür olaylara  bulaşmamız isteniyordu. Olayın içinde olmamız ve sesimizi kesmemiz isteniyordu. .

 

  • Ticaret Dairesi Başkanlığının hazırladığı metnin altına özene bezene;  ” UYGUN DEĞİLDİR ”  Bu fiyat yüksektir.  Yaklaşık normal fiyatının en az İKİ KATI yüksektir. Yazarak Yönetim Kuruluna sunuyoruz.  

Bu defa da kıyametler kopuyor. .

                 

  • Bir Genel Müdür Yardımcısı ARKADAŞIM geliyor bir akşamüzeri ve bana ŞUNU TEKLİF ediyor: 

“.. ŞİMDİ SEN BU ANLAŞMAYI İMZALAMAM dedin ya, tamam burada imzalama İTALYA’YA GİT, BERABER GİDELİM ORADA İMZALA..kimse görmesin…” 

  • Bak, dedim MUZAFFER BEY, bunu SEN SÖYLEMEMİŞ OL ve BEN DE DUYMAMIŞ Olayım. Bunun anlamı büyük ve bunu ben yapmam.  BEN BUNU YAPMAM ARKADAŞ, Allah işini rast getirsin.  Hadi BAKALIM..

Arkasına bakamadan ODAMDAN ÇIKTI… . 

                    

  • Ortalığı Derin bir sessizlik kapladı. Birkaç gün geçti. Anlaşma yapılamadığı için, müteahhit firmanın da işbirlikçilerine güvenerek işi ağırdan alığı için Teminat YANMIŞ OLDU.  

Ve görüş bildirdik,       “İHALENİN Yenilenmesi gerekir.”

Zira mevzuat bunu emrediyor.  Hayır, yenilemediler,  İKİ MİLYON MARKLIK Teminat İRAT KAYDEDİLDİ ve İŞ devam ettirildi.

 İğrenç bir TEZGAH hep devam ediyor ve siz hiçbir şey yapamıyorsunuz.

Aslında bir şey yapıyorsunuz, belki biraz daha dikkatli ve korkarak hareket ediyorlar.

Ama sonunda yine siz kaybediyorsunuz.  Aslında DEVLET KAYBEDİYOR.

Ve maalesef bu çark hep dönmeye devam ediyor.

Bütün bu olanları, üst Makama anlatıyorsunuz, bakıyorsunuz ki; sizin üstünüz zaten bu olayların içinde, merkezinde.. Daha üstlere gidiyorsunuz, önce heyecanla dinliyorlar, ama bir süre sonra tavırları değişiyor. Anlıyorsunuz ki işin içinde iş var, birileri karışmış ve sizi aşıyorlar.  Daha üste daha üste çıkıyorsunuz, düşünüyorsunuz ki, artık o üst en üst makam gereğini yapacaktır.  Fakat o da nesi, sizin o üst en üst Makamla olan ilişkileriniz giderek soğuklaşıyor.  SİZ onlara PROBLEM GETİREN oluyorsunuz, oysa onları problem getiren değil problem yok edenlere ihtiyacı var.

Yargı yolunu deniyorsunuz, bir bir kademeleri aşıyorsunuz ve bir gün; bir yüce Mahkemede BUNU HAYKIRIYORSUNUZ, Başkan yargıç size diyor ki;

  • “Doğan BEY, siz bunları filan YARGIYA anlatın, bu onların işidir. Şimdi bizim konumuz BAŞKA..
  • Efendim, siz bunu İHBAR kabul edin ve siz aktarın diyorsunuz, sizi duymuyor bile..

(Bu konuyla ilgili, DANIŞTAY 5. DAİRESİNE Hitaplı SAVUNMA metni bu kitabımızın son bölümünde ek olarak verilmiştir.)

Dedik ya, sonunda yine siz zarar görüyorsunuz, CEZA veriyorlar, emre itaatsizlik için. 

Bu cezayı gerekçe gösteren bir başka karar, görevden alınmanızla ilgili itirazınızı dinlemiyor.

İKİ yıl sonra, bir başka mahkemede, ADALET Tecelli ediyor ve size yapılan BU HAKSIZLIK Mahkeme KARARI ile tescilleniyor.  

Üst Mahkeme bu kararı gerekçe göstererek, daha önce verilen haksız kararın artık gerekçesinin kalmadığını ispatlıyor.  Bu gelişme üzerine  kararın İPTALİNİ İstiyorsunuz ve YÜCE MAHKEME ne diyor biliyor musunuz;

“Evet iki yıl önce bu gerekçeyle karar vermiştim ama, şimdi  bu gerekçe kalmamış olsa bile ben bu defa yeni bir gerekçeyle ve havadan bir gerekçeyle iki yıl önceki kararımın arkasında duruyorum. Ben karar verdimse doğrudur.

Diyor. İki yıl geriye dönüyor ve şimdi bulduğu mesnetsiz gerekçeyi iki yıl geriye dönerek o kararında ısrar ediyor.  Gerekçesi ORTADAN KALKSA NE ÇIKAR, Karar karardır işte..”   Koca mahkeme iki yıl geriye dönük tutarsız bir karar veriyor. 

Bir YÜCE MAHKEME  bile bu mantıksızlığa bu çelişkiye düşebiliyor. 

Kime güvenelim?    

ORİJİNAL MAHKEME KARARLARI VE SON OLARAK

“YÜCE TÜRK MİLLETİNE”

Başlıklı isyan dilekçemiz, İbret BELGEMİZ, sanal bir dilekçe olarak, bu kitabın sonun da verilmiştir. .  Artık başvuracak Mahkeme kalmayınca ŞİKÂYETİMİZİ TÜRK MİLLETİNE YAPIYORUZ.  “YÜCE TÜRK MİLLETİNE”

 xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

                  

TEKEL, AYDIN BEGİTER’in TESİSLERİ satın Alınıyor.

Eskişehir’in ileri gelen isimlerinden, İŞ ADAMI Aydın BEGİTER, İZMİR Menemen yakınlarındaki TUĞLA ve KİREMİT ÜRETİM TESİSİNİ Satıyor.  

Görüşmeler yapılmış, niyet karaları verilmiş, hatta satın alma kararları verilmiş ve son noktanın konabilmesi için olaya birisinin de müdahil olması gerekmiş ki; TEKEL Yönetim Kurulu Bir Karar alıyor.

“Bu tesisin satın alınması için Nihai Pazarlığı Yapmak ve işi bittirmek üzere bize yetki veriliyor.”

Yönetim Kurulu Üyesi Fuat ÇİLİNGİROĞLU; bizi çağırdı ve Yönetim Kurulu Kararını anlattı.. Bize güvendiğini de söyledi. Zaten ertesi gün de bu görev Yazılı olarak Genel Müdür tarafından tebliğ edildi.  

Beş kişilik bir heyetle, İzmir’e gittik önce tesisi gördük, sonra çalışmaların detayını anlayabilmek için bazı belgeleri  de inceledik.

  • Yer için talep edilen fiyat (34) Milyon Dolardı.
  • Değer Tespit Komisyonu, Defterdarlık vb birim temsilcileri ve halk temsilcilerinden oluşan özle bir komisyon da DEĞER TESPİTİ için bir çalışma yapmış ve (35) Milyon Dolar olarak DEĞER Belirtilmişti.
  • Aslında her şey hazırdı. Alelusul bir pazarlıkla, bu yeri 30-35 milyon Dolara da alsanız, hiçbir şey gerekmezdi.
  • Arkadaşlarımızla bir ön görüşme yaptım.
  • Bu yer için YARI FİYAT Teklifini önerdim. (Yani 17 Milyon Dolar)
  • Dr. Gürbüz ÇAPAN gibi bunu çok olumlu bulanlar da oldu. İşin bu fiyata bitmeyeceğini ve fiyasko ile sonuçlanacağını savunanlar da…

Banka Müdürlüğümüzden gelen tecrübeyle, Aydın BEGİTER ve arkadaşlarımızı alarak ilk toplantıyı yaptık. Yeri birlikte biz kez daha görmeye karar verdik. Bütün detayları inceledik.   Ve Aydın BEGİTER’e Satın Alma Fiyatımızı deklere ettik.           

  • SADECE (15) MİLYON DOLAR..

Bir an Aydın Bey’in kriz filan geçireceğini sandım. Kızardı, Bozardı, SARARDI. Ve Toplantıyı TERK etti.   Bizde O geceyi geçireceğimiz TEKEL Tesisine geçtik.  İzmirli Yöneticiler ve grubumuzla güzel bir YEMEK Oldu. 

APK Daire  Başkanı ve Heyette  benim sağ kolum Dr. Gürbüz ÇAPAN, kulağıma eğilerek;

  • EFENDİM ÇOK İYİ YAPTINIZ, dedi. Aydın Bey, Ya doğrudan İstanbul’a gitti Ya da birilerini etkili birilerini aradı. Yarın bu görevi bizden alabilirler.
  • Çok iyi olur Gürbüz. Dedim. Biz de bu pis işten kurtarırız.
  • İnşallah efendim. Dedi.

Ertesi gün, Aydın BEY; saat 10.oo da beni aradı, görüşmelere devam edelim dedi.   Anlaştık ve Öğle üzeri yeniden Masaya Oturduk. Bu arada, Gürbüz ÇAPAN da, ben de;  birileri tarafından aranacağımızı ve bizden fiyatın arttırılmasını isteyeceklerini düşünüyorduk. Böyle olmadı.  Kimse aramadı. Toplantıda Aydın BEGİTER, ilk sözü aldı,

  • YERİN DEĞERİNİ ANLATTI.. Fiyatın UCUZLUĞUNU ANLATTI, Bu yerin bizim için çok yararlı olacağını söyledi.
  • Bunları bildiğimizi söyledik.
  • Ama dedi Fiyatı arttırmanız gerekir. Kestirmeden yanıt verdik.
  • Hayır Aydın Bey, Bu olmayacak, buna yetkimiz de yok.. Aydın Bey, tekrar kıvrandı, kalktı ve
  • Bana biraz müsaade eder misiniz dedi. Biz salonda kaldık o çıktı ve 45 Dakika sonra geldi.. Morali son derece bozuktu.
  • 25 olsun. Dedi…
  • 15 Aydın Bey dedik. Kıvrandı, o koca gövde küçüldü, eridi, kalktı ve
  • YİRMİ dedi. SON YİRMİ Olsun.
  • Hayır Aydın Bey, 15 dedim. O anda yığıldı ve (17 Borcum VAR. BİR KURUŞ İNEMEM. Dedi. Gürbüzle birbirimize baktık.
  • Tamam Aydın BEY, (17 Milyon) dedim. BEŞ PEŞİN, kalanı her yıl DÖRT DÖRT Üç Taksit daha. Başka hiç olamaz Dedim ve Dosyayı kapattım.
  • Elini uzattı. El sıkıştık.

Güzel bir alışverişti, o kadar güzeldi ki; Bu Tesisi TEKEL, bir iki ay sonra İZMİRLİ TÜTÜN İHRACATÇILARINA (18) Milyon Dolara İKİ YIL için KİRAYA Vermişti,.    

Yani TESİS bize, SIFIR BEDELLE Hatta BİR MİLYON DOLAR da ÜSTE Alarak geçmiş oldu.

Ve altı ay sonra HÜRRİYETTE BİR BAŞLIK;

“TEKEL, AYDIN BEGİTER’i  KURTARMAK İÇİN TESİS ALDI”

Bakan Nafız KURT bizi ÇAĞIRDI ve GAZETEYİ FIRLATTI..

  • Bu Haberi SEN SERVİS etmişsin.
  • Sayın BAKAN Ben APTAL değilim, Birilerini kötülemek için bu haberi kullanmam, bu satın almada TEKEL SIFIR Maliyet ve üste PARA Almıştır. Kötülemek için ONLARCA Başlık VAR.. Çok daha kötü işler daha pis alışverişler var. Ben istesem, ben yapsam onları kullanırdım. Dedim ve OLAYI Anlattım.

Kalktı Masaya YUMRUĞUNU VURDU ve  ;

  • – 15 gün sonra seni GENEL MÜDÜRÜ YAPACAĞIM. Dedi.

Teşekkür ettim.  

Çok (15) günler geçti. Ve Sonunda BAKAN da gitti..  Her şey unutuldu.       

Ve  Bu Sayın NAFIZ KURT’un bana İKİNCİ defa verdiği SÖZ’dü;

“GENEL MÜDÜR Yapmak..”           

Bakanlar verdikleri sözü unutuyorlardı. BU sözü başkalarından da almıştım.

Onlara bunu unutturan mekanizmalar vardı. 

Belki;  Takip etmek, ASILMAK gerekiyordu.  Bu anlamda DEVLETİ öğrenemedim.

Devleti Öğrenemedim.

Ve BİR MARANKİ HİKAYESİ; 

Kitabımızın sonunda bir Fotoğraf var.  CUMHURBAŞKANIMIZ TURGUT ÖZAL, karşısında BEN varım. Bir de Arkası dönük bir insan.

Prof. Ahmet BEY, Ya da NAZIM İBRAHİMOV…  Ve Kesinlikle AHMET MARANKİ Değil,  O fotoğrafta AHMET MARANKİ yok..  Belki Fotoğrafı çeken Ahmet MARANKİ olabilir. Fotoğrafın orijinali bende.  Ne yazık ki bu fotoğraf, Kendisini, benim yerime koyan; Prof. AHMET MARANKİ diye  TANITAN ve TURGUT ÖZAL, ona özel ziyarete gelmiş gibi gösteren, bir insan tarafından kendi kitabına alınmış ev altına da;

CUMHURBAŞKANIMIZ TURGUT ÖZAL BİLİMLER AKADEMİSİNDE BİZİ ZİYARETE GELDİ.  Şeklinde bir fotoğraf altı yazılmıştır.

O Fotoğrafta AHMET MARANKİ yoktur. Ahmet MARANKİ O günlerde, PROF, Dr, HİÇ BİR ŞEY DEĞİLDİR. Ne zaman olduğunu da bilemem. Biz onun, YALVARMALARI,  ISRARLARI, karşısında AZER TEKEL Sigara Ortaklığında görev verilmesine karşı çıkmadık ve BU YOLLA AZERBAYCAN’a gitti.   Komünist Yönetimin boşalttığı, TERK ettiği bir OKULDA, görev aldığını söyledi.  Israrları karşısında; ben o eğitim kuruna gittim. Dershane bozuntusu o yerde ne öğrenci gördüm, ne de başka bilim adamı… Sadece kendisi vardı. Ona bu imkanı işte fotoğrafta arkası dönük olan Ahmet Bey sağlamıştı.

Ne zaman Prof. Olduğunu, Ne zaman Doktora yaptığını BİLEMEM.  Bildiğim ve kesin olarak bildiğim TEK ŞEY, Turgut ÖZAL’ın kendisini TANIMADIĞI ve bahsettiği O AKADEMİYE filan da gitmediğidir.  Fotoğraftaki YER AKADEMİ FİLAN DEĞİLDİR.    Fotoğrafta bu insan, MARANKİ,  kesinlikle yoktur.  YER BAKÜ SANAYİ FUARIDIR. ÖZAL’ın karşısındaki insan BEN, Tekel Genel Müdür Yardımcısı Doğan SOFRACIOĞLU ve ARKASI DÖNÜK olan da MARANKİ ile asla ilgisi olmayan Başka Birisi, Başka bir AHMET BEY’ ya da NAZIM İBRAHİMOV’dur.  

 Ama insan bunu kulanmış ve ÖZAL, özel olarak kendisini ziyaret ettiği şeklinde yazmıştır.  Bu beyanın GERÇEKLE ASLA İLGİSİ YOKTUR.

İşte DEVLET bu ise BEN DEVLETİ Asla Öğrenemedim.

O fotoğrafta ÖZAL’a BAKÜ’de TEKEL’in Ürettiği İSTANBUL MARKA SİGARA gösterilmiştir.

ÖZAL; bu durumdan çok etkilenmiş, girişimi ve bize hitaben,

“Dönüşte ÇANKAYA’da GÖRÜŞELİM..”   demiştir.

Bir bu görüşme talebinin ÖZAL’dan gelmesini bekledik ve kendilerini aramadık. Oysa bizim aramamız gerekirmiş.  İşte bu nedenle yine diyorum ki;

“BEN DEVLETİ ÖĞRENEMEDİM.. “

Öğrenenler var.  Bununla MARANKİ’yi de kastetmiyorum. O daha başka şeyler öğrenmiş.  Herkesin öğrenmesi kendine.. Ne diyelim, İLMİN, BİLİMİN de HAYIRLI Olsun MARANKİ.  Ama benim Fotoğrafımı düzelt lütfen. O SEN DEĞİLSİN, Orada SEN  ASLA YOKSUN  ve ORASI Bilimler AKADEMİSİ FİLAN da  DEĞİL, BAKÜ SANAYİ FUARI’nda TEKEL STANDI.   Bu düzeltmeyi bekliyorum.   

ÇEŞMEDE  Otel Odası  Boşaltılamıyor.  

Çeşme’de,  ULUSLAR ARASI TÜTÜN ÜRETİCİLERİ BİRLİĞİ’nin Yıllık Toplantısı yapılacaktı. Toplantının ev sahipliğini; bu BİRLİĞİN Doğal Yönetim Kurulu Üyesi olan TEKEL, Tütün, Tütün Mamulleri Tuz ve Alkol İşletmeleri Genel Müdürlüğü yapacaktı. TEKEL adına, Bu Kuruluşta Yönetim Kurulu Üyesi olarak Temsil Görevimiz de bulunması nedeniyle de organizasyon görevi, Genel Müdür tarafından bize verilmişti.  APK Dairesi ilgilileri ile birlikte,  ÇEŞME TURBAN (Şimdiki Sheraton) ile temas kurduk. Gerekli rezervasyonu yaptırdık.  Toplantıda iki gün önce de biz Otele geldik..

100’ü aşkın Ulustan Temsilcilerin kalacağı bütün odaları, toplantı salonlarını, restoranı kontrol ettik, bir aksaklık olmaması için yetkilerle bütün detayları masaya yatırdık. Tek tek gözden geçirdik. Hemen her şey tamamdı.

Küçük bir problem vardı. Süitlerden biri halen boşaltılamamıştı.  Bir DEVLET Oteli Olan tesiste yöneticiler adeta kıvranıyor, herkes birbirine bakıyordu.

Sonunda olayı öğrendik, Kral Dairelerinden birinde bir Sayın Bakanın Annesi, iki aydır kalıyordu ve Otel Yönetimi bu kişiye ÇIKINIZ diyemiyordu.  Nedeni ise bu Hanımefendi BİR SAYIN BAKANIMIZIN ANNESİ idi.

Genel Müdüre sordum,

  • – SÖYLEDİNİZ Mİ? Dedim.
  • – Hayır efendim Söyleyemiyoruz.. Diye cevap aldım.

Hemen Sayın Bakanı aradım, nazik bir ifade ile olayı anlattım. Bu Odanın Rezerve Edildiğinin ve Misafirimiz olan Yabancı Konukların Kalacağını söyledim.

Sayın Bakanımız son derece üzüldü.  Hemen o akşam Odayı Boşalttılar. Ve işin fenası; BAKANIMIZIN Bu olaydan haberi yoktu.  Daha doğrusu Annelerinin Bu OTELDE BU ODADA Kalmaya devam ettiklerinden haberi yoktu.

Sayın Bakanın Samimiyetine İNANIYORUM. Etraftaki YAĞCILAR,  menfaatçiler, bu mizansenleri rahatlıkla hazırlıyorlar ve aileyi de zor durumda bırakabiliyorlardı.     

Benzer bir durumu Sevgili Kurtcebe ALPTEMOÇİN Bakan olduklarında görmüştüm.

Bakan olmadan önce, Sayın ALPTEMOÇİN’e  asla yüz vermeyen BANKALAR, Devlet Bankaları, her gün tesise geliyorlar, BİR İHTİYAÇ OLUP OLMADIĞINI soruyorlar, Kredi Musluklarını sonuna kadar açıyorlardı.  Bakanın böyle bir talebi yoktu. Ama onlar adeta rahatsız edercesine KREDİ VERMEK için yarışılıyorlardı.

İşte bu DEVLETİ Öğrenemedim. Asla ÖĞRENEMEDİM.

Bürokrasiden ilginç hikâyelerimize, TEKEL’den anılarla devam etmek istiyoruz.  

ALTINCI Gün ALTI MİLYARLIK İstihkak GELİYOR,

İnşaat İşleri Bize bağlı değildi. O nedenle de Genelde BU PİSLİKTEN Uzak kalıyorduk.

Ama dönüp dolaşıp, bize bulaştırmaya çalışıyorlardı. Özellikle UYGUNSUZ bir Konuda ONAY vermemiz isteniyordu.  Bu amaçla da ilgili ve yetkili arkadaşımız, belki üst yönetimin de desteğini alarak,  ne yapıp ediyor, bir görev, bir seyahat bahane ediyor, bu tür karmaşık onayların çok masun bir işlem gibi bize pas edilmesini sağlıyordu.

Bunlar nelerdi, Örnek olarak Fiyat FARKI İSTİHKAKLARI.. Uygunsuz ödemeler.

Bir gün böyle bir İSTİHKAK ONAYI geldi. % 30 Fiyat Farkı talep edilmişti.  Firma yetkilisini çağırdım; bu talebin nereden kaynaklandığı hakkında açık bilgi istedim.  Cevaplar ilginçti. Mesela, proje üzerinde bazı kapıların yeri değiştirilmişti. Ne Fark Eder? Diye sorduğumda şaşırdılar, kem küm ettiler. Talebi reddettim.

Yine bir fiyat farkı talebinde, KARO DÖŞEMELERİN Ebadı Değiştirilmişti.  20×20 Karo yerine 40×50 Karolar döşenecekti. Bu da fark etmezdi. Hatta İşçilik daha da UCUZ olmalıydı. Reddettim.  

Bir ilginç İstihkak Talebi Normal HAFRİYAT Olarak gelmişti. Rakamın büyüklüğü dikkatimi çekti. İhale tarihi daha bir hafta bile olmamıştı. Tam (6) gün öncesine aitti. Altı günde, İhalenin alındığı saatte bile başlansa Birmilyonbeşyüzbin Metreküp Hafriyatta söz ediliyordu.  Ben Mühendis değilim ama bu büyük bir iş olmalıydı. Öyle ALTI GÜNDE Filan yapılamazdı. Sordum,

  • – YAPTIK EFENDİM dediler..
  • – Kesin olarak bu kadar iş yaptık bakabilirsiniz. .

İnşaat Manisa’daydı, İZMİR Rakı Fabrikası Müdür Ali GÖK Beyi aradım, yanına bir

Mühendis daha alarak inşaat mahalline gitmesini ve yapılan hafriyat işini hemen ölçtürmesini istedim.  Akşamüzeri Ali Bey aradı;

  • – Efendim İnşaata gittim, Filan Mühendisle de beraber. Gördük, EVET O KADAR İŞ YAPILMIŞ EFENDİM.
  • – Ali Bey, 1.5 Milyon Metreküp Hafriyat ve (6) günde Öyle mi?
  • – Efendim, 1,5 Milyon Metreküp DOĞRU Ama (6) günde değil (45) Günde yapmışlar. O Şantiye İKİ AY ÖNCE KURULMUŞ.
  • – Ali Bey bu ihale (6) gün önce yapılmış.
  • – Evet Efendim biz de öğrendik. Çalışanlar da biliyor. Ama patronları (45) gün önce işi başlatmış ve durmaksızın çalışmışlar.
  • – Vay canına Adamla müneccim mi? İhaleyi Alacaklarını NASIL GARANTİ Etmişler?
  • – Etmişler Efendim.
  • – Ali Bey teşekkür ederim demekten başka ne yapılabilirdi. Güldük ve

vedalaştık.

İstihkak Sahiplerini kovaladım. Aldılar Evrakı gittiler, Peki O İstihkakı ALMADILAR MI?   Elbette Aldılar. Başkaları onayladı.

İhale 45 gün sonra yapılacak, sen işi 45 gün önce garantileyecek,

işe başlayacaksın.

İşte ben BU DEVLETİ ANLAYAMADIM.

Hacı Bülent Atasayan ile sohbet

Önceki akşam Kocaeli ve Gebze Siyasetinin duayen isimlerinden Bülent Atasayan’ın evine konuk oldum. Bülent Atasayan Gebze siyasetinin duayen isimlerinden birisi. 3 dönem Milletvekilliği, Anavatan partisi Genel Başkan yardımcılığı ve Gebze Belediye başkanlığı yapmış olan Bülent Atasayan geçtiğimiz günlerde eşi Oya hanım ile birlikte Kutsal topraklara giderek Hac görevini yerine getirdi. Hacı olan Atasayanlar evlerinin kapılarını bizlere açtı.
Bülent Atasayan ile dostluğumuz çok eski yıllara dayanır. 1970’li yıllarda tanıdığım Atasayan ile bugüne kadar çok güzel bir dostluğumuz oldu. Kendisiyle sadece bir defa telefon görüşmesinde münakaşa yaşamıştık ve onun dışında hiçbir olumsuz olayımız, tartışmamız, kavgamız yaşanmadı. Bülent beyin evine en son yaklaşık 26 sene önce, 1985 yılında bir yılbaşı akşamı gitmiştim. Bülent bey o zamanlar başka bir gazeteci daha olduğu halde beni evine misafir etmişti. Beraber oturup vakit geçirmiştik. O zaman gittiğimde şimdikinden çok farklı bir Atasayan vardı.
Bülent bey evine gittiğimizde bizi eşi Oya hanım ile birlikte ihram içinde kapıda karşıladı. Sıcak bir karşılamayla bizi evine kabul eden Atasayan’ı oldukça dinç gördüm. Ben 40 yaşında Hacı olduğumda çok büyük bir yorgunluk vardı üzerimde. Ancak Atasayan’ın üzerinde yorgunluktan eser yoktu. Bir çok insanın zorlanarak gerçekleştirdiği hac görevini rahat bir şekilde yaptığını söyleyen Bülent Beye imrendim doğrusu.
Bülent bey ile olan sohbetimizde kendisine hacı olmanın, Kutsal topraklara gitmenin nasıl bir duygu olduğunu sordum. Bu duyguyu kelimelerin ifade edemeyeceği, sözcüklerin kifayetsiz kaldığını belirten Atasayan bunun ancak yaşanılarak anlaşılabilecek bir duygu olduğunu söyledi. Henüz Hac görevini yapmamış kişilere seslenen Atasayan, gitmeyenlerin mutlaka gitmesi gerektiğini söyledi.
Umre yapmadan Hacca gitmeyi tercih eden Atasayan bunun nedenini sorduğumuzda ise bize, “Ben Umreye gitseydim eğer şu an aldığım tadı alamazdım. İlk aşkı, ilk defa görmeyi tercih ettim. İyi ki de öyle yapmışım. Çok güzel duygularla geri döndüm.” Dedi. Dili, örfü, rengi farklı milyonlarca insanın Kabe’de aynı anda secdeye varmasının muhteşem bir duygu olduğuna dikkat çeken Bülent bey, Kabe’yi görür görmez yaptığı duayı da bizlerle paylaştı. Kabe’ye gözleri kapalı vardığını ifade eden Bülent bey, “Allahım bundan önce ettiğim duaları ve bundan sonra edeceğim duaları kabul et.” Dediğini belirtirken, Kabe’yi görür görmez ise çok farklı duygular içinde kaldığını söyledi.
Şu an 71 yaşında olan Bülent Atasayan 65 yaşından beri hacı olmayı istediğini ve ilk kez geçtiğimiz yıl başvurduğunu, ancak hacı olmanın kendilerine bu yıl nasip olduğunu dile getirdi. Bülent beyin milletvekilliği döneminde namaza başladığını ve Kuran-ı Kerim okumayı öğrendiğini ifade eden eşi Oya Atasayan ise uzun yıllardır hacca gitmeyi istediğini, bu duygunun hep içinde olduğunu belirterek böyle kutsal bir görevi gerçekleştirdikleri için binlerce kez şükrettiğini ve çok mutlu olduğunu söyledi. Duygulu anlar yaşayan Oya Hanım da bile yorgunluktan eser yoktu.
Gebze Kaymakamımız Salih Karabulut ve Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun da ziyaretine geldiği Atasayan çiftinin bizlere gösterdiği ilgiye de çok müteşekkirim. Bizlere kutsal topraklardan getirdikleri birkaç çeşit hurmalardan ve zem zem suyundan ikram edip yüzük hediye eden Atasayan ailesi sıcak ve yakın davranışlarıyla örnek bir misafirperverlik gerçekleştirdiler.
Bülent Atasayan önemli bir isim. Türk solunun kilometre taşlarından biri olan Bülent Atasayan’ın böyle önemli bir dini vecibeyi getirdikten sonra o anları yaşayarak anlatması, içinde ki o heyecan ve coşku gerçekten görülmeye değer. SODEP’in kurucuları arasında yer alan Bülent Atasayan 1982 yılında SODEP’ten Gebze Belediye Başkanlığına adaylığını koymuş ve SODEP’in ilimizde seçim kazanan tek belediye başkanı olmuştu. Daha sonra Anavatan Partisine geçerek üç dönem vekillik yapan ve Genel Başkan Yardımcılığına kadar yükselen Atasayan, siyasi arenadan kenara çekilse de hafızalarda önemli izler bırakmış bir isim.
Evet Atasayan ailesiyle böyle güzel ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Atasayan çiftinin haclarının kabul olmasını dilerken, henüz gitmek nasip olmayanlara da kutsal topraklara bir an evvel gitmelerini diliyorum.

 

 

Milli Takım, Milli Kimlik ve Yargı

Günümüzde spor ve özellikle futbol küresel çapta ilgi odağı haline gelmiştir. Spor, farklı meslek ve statüdeki fertleri, sınıf ve tabaka farkı gözetmeksizin katılma ve paylaşma sağlayan, endüstrisi oluşan bir sosyal faaliyettir. Forma ve giyim kuşamdan, slogan ve tezahürat şekillerine, dayanışma ve ortak tavır ve davranışlara kadar bir bakıma çağımızın yeni bir cemaatleşme örneklerinden birisidir. Bu “cemaatleşme” keskinleşir ve belirli bir kulüp dairesini aşamazsa; Milli Takım taraftarlığı da zayıflar. Milli Takım’daki oyuncular kulüp ölçeğinden ele alınır. Başarıları ve başarısızlıkları bu açıdan değerlendirilir. Milli kimliği yıpratılmak, dışlanmak istenen ve anlaşılmaz bir şekilde tartışmaya açılan bir ülkede, Milli Takım taraftarlığı da zayıflar. İstanbul’da oynanan Türkiye-Hırvatistan maçında ortaya çıkan bazı istenmeyen olayları belki bu şekilde yorumlayabiliriz.

Anayasa üzerindeki tartışmalar ve çalışmalar sürüyor. Özellikle yargının siyasallaştırılması ve yürütmenin emrine verilmesi, hukuk devletiyle bağdaşmamaktadır. Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını kaybetmesi, ehliyet ve liyakati esas almayan bir sonuç doğuran mevzuatın ortaya çıkardığı çarpıklık; görüştüğümüz bütün hukukçuları rahatsız etmektedir. Ehliyet ve liyakat bir tarafa atılmış, Türkiye’yi çok tehlikeli bir sürece sokacak “benim hakimim, senin hakimin” anlayışı, hukuku objektif kriterlerden uzaklaştırmaktadır. Mahkemeye değil de dava kazanabilmek için iktidar partisinin ilçe başkanına başvurulmaya başlanan, Güneydoğu’da devletin egemenliğini sarsacak şekilde örgüt yandaşlarının sözde adalet dağıttığı bir ortam acaba hukuk devleti midir?

Hukuk devletini parti devletine dönüştürmek, hakimin, atayana karşı bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayamayan bir anlayış ülkenin geleceği için büyük bir tehlikedir. Yargıcın kendine karşı bağımsızlığını koruyabilmesi kadar kendisini atayan makama karşı da bağımsızlığını sürdürebilmesi adaleti her türlü şaibeden kurtarır. Türkiye’de ters işler olmaktadır. Hakim ve savcı tayinlerinde objektifliği sağlayabilmek için önemli bazı mahkemelere belirli bir havuzdan kurayla hakim atanması herhalde uygun olabilir.

Yine anayasa çalışmalarında anayasanın başlangıç kısmına mutlaka “Milli Devlet ve üniter yapının korunması” ilave edilmelidir. Ülkenin bölünmez bütünlük ilkesi ve Devletin 6. maddedeki egemenlik haklarının savunulması devlet olmanın bir gereğidir. 

Almanya’da Alman kimliği, Fransa’da Fransız kimliği milli kimlik olmaktan geriye çekilip etnisite kapsamına sokulabiliyor mu? Bu konuda Türkiye bir istisna teşkil etmemelidir. Milli kimliği etniklik seviyesine indirmek ve etnik çağrışım yaptığını ileri sürmek toplumsal bir intihardır. Bütün ülkeden yana milletvekillerini parti tesanüdü ve çıkarını bir tarafa atarak dıştan kumandalı dönüştürme planına karşı hareket etmeye çağırıyoruz. İnsanları anayasa yoluyla birbirine ötekileştirmek demokratikleşme diye yutturulamaz.

Dün ve bugün bir kimlik dayatmasından kimse bahsedemez. Tam tersine; bir kimliksizlik dayatması ve dışarıya kararsız toplum manzarası verilmektedir. Aydınlar Ocağımız kamu menfaatine hadim cemiyet kapsamına alınmamıştır. Bunun sebebi de tüzüğünde “Türk Milliyetçiliği” ifadesinin geçmiş olmasıdır. 19 Mayıs 1976’da Cumhurbaşkanı Fahri Korütürk milli ve manevi değerlere dayananları “eksantrik” olarak suçlamıştır. 1944’de milliyetçiler işkence görmüştür. 19 Mayıs 1944’de rahmetli İnönü’nün nutku ortadadır. 1954’de Milliyetçiler Derneği kapatılmıştır.

Bütün bunlar Türk kimliğinin dayatılması mıdır?

Dur

Dur! ağına düşürüp kulu imtihan eder.
Merakla kim uğramış ihtiras durağına.
..
Kul ağına düşünce felek hep bayram eder.
Keyifle üfler iblis nefsimin kulağına.

Cumhuriyet Çeşitlemesi (5)

Sakarya Savaşı’nı, 13 Eylül 1921’de kazandı Türk Ordusu

                        Ankara nefes aldı, sevince gark oldu tüm Anadolu, İstanbul ve Türk Ulusu

 

                        Ankara’nın düşmesine kalmıştı ramak, kaybedilseydi Sakarya

                        Kayseri’ye Meclis’in nakli için, alınmıştı göze her angarya

 

                        22 gün 22 gece, boğaz boğaza, kanlı bir süngü savaşı

                        Hallaç pamuğu gibi atıldı top ateşiyle, Sakarya’nın toprağı taşı

 

                        Silah ve ateş üstünlüğüne rağmen, yok edildi tutunacak dalı Yunan’ın

                       Öyle zayiat ki; Türk Ordusu’nda, nerdeyse kalmadı esamisi Zabitan’ın

 

                      “Bu muharebe subay muharebesi oldu” dedi Mustafa Kemal Paşa

                       Çınlayacaktı yer gök daha sonra, denilerek Mustafa Kemal çok yaşa

 

                       25 bini aşkın, bin bir kayıpla, kazanıldı bu zafer

                       Var gücünü ortaya koydu Türk Ordusu, tümü subay ve er

 

                       Kahpe Yunan, yenilgi acısını çıkarttı, yaparak büyük katliam

                       Şehir, kasaba ve köyleri yakıp yıkarak, çevirdi harabeye tam

 

                        Zalim, kalleş, kahpe Yunan askerinin gücü, ancak silahsız halka yetti

                        Fakat acılı günlerin sonu, kıştan sonrası mukadder Cumhuriyetti

 

                       Öyle zulüm yaptılar halka, öyle yıkımda bulundular ki yurt’da

                        Zulümler yankılandı, şaştı kaldı Cümle Alem, Kuş’u da Kurt’u da

 

                        Karar almak zorunda kaldı Meclis, zulüm bilinsin diye Dünya’da

                        Görülmemişti Alem’de, hem suçlu hem güçlü, böyle kepaze A’da

 

                        Ama Batı denen, iki yüzlü Batı’lı Ukala

                        Yunan ne yapsa, bugün de demiyor mu? Oh ne A’la!

 

                         Artık gelindi, yapmak için Yunan’a, son büyük hamleyi

                         Gizli gizli hazırlandı Ordu, vurmak için son darbeyi

 

                          Harp hileydi, verildi düşmana, bambaşka bir meşgale

                          Aziz Yurt’da, son verilsin diye, bin bir türlü işgale

 

                          26 Ağustos’a, büyük gizlilikler içinde gelindi

                          Türk Ordusu, yorgunluktan, sanki yer yarıldı da altına indi

 

                          Yunanlılar, tam da derin bir gaflet içinde dalmışlarken eğlenceye

                          Türk Ordusu, son hazırlıklarını yüklüyordu, karanlık bir geceye

2340

 

                          Nihayet verildi emir 26 Ağustos’ta, o kahraman Ordu’ya

                          Fakat küçük gösterildi harekat, aman Batı engellemesin; harp bu ya     

 

           Türk Ordusu, hem fikren hem maddeten, gösterdi muhteşem kabiliyet

                          Bu temel üstünde yükselecekti beklenen, özlenen Cumhuriyet

 

                          Ay; Hilal halinde bekliyordu, her zamanki hakiki yıldızını

                          Onun uğrunda Türk Milleti, hazırdı vermeye, oğlunu kızını

 

                           Zaten, çok yakışmıştılar birbirlerine, tarih boyunca Hilal-Yıldız

                           İşte bugün, ayırmak isteyenlere rağmen, olmayacaklardı yalnız

 

                           Şanlı Bayrağıdır İ’la-yı Kelimetullah’ın Hilal-Yıldız

                           Yani Türk Bayrağı yükselecek, eski şevkinden alarak hız

 

                           İşte onun sökmüştü, beklediği aydınlık sabahı

                           Alınacaktı onunla, tüm mazlum milletlerin ahı

 

                           26 Ağustos 1922 sabahı, başlar büyük taarruz

                           Kocatepe’den yağdırılan top mermileri, etti Yunan mevzilerini tuz-buz

 

                           Ortalık dönüştü, sanki bir yoğun toz tufanına

                           Sanki yıldırımlar düşüyordu savaş alanına

 

                           1 Eylül 1922: “Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri!”

                            Emrini veren Gazi Mustafa Kemal, müjdeledi zaferler sunan kutsal haberi

 

                            9 Eylül 1922: Girdi İzmir’e, Şanlı Türk Ordusu

                            Çekildi Kadife Kale’ye Türk Bayrağı, gark oldu sevince Türk Ulusu

 

                            Kaçarken Yunan; son alçaklığından kalmadı geri

                            Hiç çekinmedi öldürmekten, kadın ve bebeleri

 

                             Kaçarken, on bine yakın sivil halka kıydı, yaparak onlara işkence

                             Mezarları bile kendilerine kazdırıldı, süngülenilmeden önce

 

                             Kimilerini, petrole bulayarak, gaddarca yaktılar

                             Kimilerinin, topuzlarla beyinlerini akıttılar

 

                             Kimilerinin, korkunç şekilde, derilerini yüzdüler

                             Bu manzara karşısında, insan değil, sanki yüzsüzdüler

 

                             Bazı köy halkını, camilere doldurup, cayır cayır yaktılar

                             Çocukların yanışını eğlence yapıp, İzmir’e dek aktılar

 

                             Sırığa çocuk mu geçirmediler, Kazıklı Voyvoda gibi?

                             Masum-mazlum çocukları mı parçalamadılar kundaktaki?

 

2341 

                             Nice insanları attılar, çoluk-çocuk demeden kuyulara

                             Köy, bağ, bahçe demeyip, verdiler ateşe, kaçarken kuytulara

 

                             Kaçan Yunan askerinin, kalmadı yapmadığı zulüm çeşidi

                             Doğudaki Ermeni zulmünü, hiç aratmadı Yunan askeri

Güzel Ahlak

Dinimizde ahlâkın önemli bir yeri vardır. AllahuTeâlâKur’an-ı Kerim’de “(Ey Muhammed) şüphesiz sen yüksek bir ahlâk üzeresin”(Kalem, 68/4)buyurarak Peygamberimiz (s.a.s.)’i güzel ahlâkı ile övmüştür. Peygamberimiz (s.a.s.)  de şöyle buyurmuştur:“Ben ancak yüksek ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”(Muvatta, Hüsnü’l-Hulûk, 8)

Ahlâkın dindeki bu önemli yeri sebebiyledir ki Hz. Peygamber (s.a.s.)  insanları, Allah’ı tanımaya ve yalnız O’na ibadet etmeye çağırırken ahlâkî esaslara uymayı da öğütlüyordu. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Kâbe’yi ziyaret için gelen Yesrib(Medine)lileri Akabe denilen yerde karşılayıp onlara İslamiyet’i tebliğ ettiği zaman şöyle demişti: “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, kendiliğinizden uyduracağınız hiçbir yalanla kimseye bühtan etmemek, iyi işi işlemekte karşı gelmemek üzere bana biat ediniz (yani bana söz veriniz). İçinizde sözünde duran olursa onun ecir ve mükâfatı Allah’ın üzerinedir…”(Buharî, İman,11)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ahlâkı güzel olup da Müslüman olmayanlarla bile ilgilenir, her fırsatta güzel ahlâklı olmayı tavsiye ederdi. Bir defasında “Allah Teâlâ güzel ahlâkı sever”buyurdu. Orada bulunan EbûBurde b. Yenar(r.a.) ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın Resulü, Allah Teâlâ güzel ahlâkı seviyor mu?” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir kimse cennete ancak güzel ahlakı sebebiyle girer”buyurdu.(İbn Kesir, el-Bidâye, 11/213)

Gerçekten Peygamberimiz (s.a.s.) güzel ahlâka büyük önem verirdi. O (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Benim katımda en sevimliniz ve kıyamet gününde meclisime en yakınınız ahlâkı en güzel olanınızdır. Sizden en sevmediğim ve kıyamet gününde meclisimden en uzakta kalacak olanlar, kibirli kibirli ağız eğerek gösteriş için lügat parçalayan ve çok konuşan kimselerdir.”(Tirmizî, Birr, 71)

İmanın olgunluğu ahlâkın güzelliği ile ilgilidir. Güzel ahlâk, tam ve olgun imanın belirtisidir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İman yönünden müminlerin en olgunu ahlâkı en güzel olanıdır. En hayırlınız da kadınları için hayırlı olanınızdır.”(Tirmizi, Rıda, 11)

İbadetlerin gayesi, insanı ahlâkî olgunluğa eriştirmektir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de, namaz ibadetinden söz edilirken: “Namazı kıl, muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”(Ankebût, 29/45)buyrulmuştur. İslam’ın beş temel ibadetinden biri olan zekât hakkında da: “Onların mallarından sadaka (zekât) al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin.”(Tevbe, 9/103)buyrulmuş, zekâtın insanı günahlardan temizleyeceği ve gönüllerindeki hasisliği de gidereceği bildirilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) de oruç ibadeti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:“Kim ki, yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı bırakmazsa, Allah Teâlâ o kimsenin yemesini içmesini bırakmasına (yani oruç tutmasına) değer vermez.”(Buharî ,Savm, 8)Bir başka hadisi şerif de şöyledir: “Mümin, güzel ahlakı ile nafile oruç tutup nafile ibadet edenin derecesine erişir.”(Ebû Davud, Edep, 8)

Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından ahiret günü kulun amelleri değerlendirilirken, ahlâkın başta yer alacağı haber verilmiştir: “Kıyamet günü mizanda, güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir (nafile) ibadet yoktur.”(Tirmizî, Birr, 62; EbûDâvûd, Edep, 8)

Yine Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor: “Dört şey sende olduktan sonra dünyadaki kaybından sana bir zarar gelmez: Emaneti korumak, doğru söylemek, güzel ahlâk ve helal lokma.”(Et-Tergibve’t-Terhib, III/289)İslam ahlâkının temelini söz, iş ve davranışla başkalarına zarar vermemek, başkalarını incitmemek ve üzmemek teşkil eder. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) Müslümanı tarif ederken “Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların selamette kaldığı (zarar görmediği) kimsedir” (Buhari, İman,4)buyurmuştur.

Güzel ahlâktan söz edilirken Peygamberimiz (s.a.s.)’in Kur’an-ı Kerim’de övülmüş yüksek ahlâkından söz etmeden geçmek mümkün müdür? O (s.a.s.), ahlâkını Kur’an’dan almış, bütün iyilik ve güzellikleri kendisinde toplamıştı. Hz. Aişe (r.a.) validemiz, Peygamberimiz (s.a.s.)’in ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda; “O’nun ahlâkı Kur’an idi” demiştir. (Müslim, Müsafirun, 139)

Son Bozgun

New layer…

Türkiye’nin karşılaştığı meselelerle ilgili yorum yaparken ya da çözüm yollarını gösterirken genellikle bardağın dolu tarafından bakıyoruz. Oysa işin boş tarafları da bulunuyor.

Türk milletine ve devletine ait güzel hasletler olduğu gibi arızalı ve hastalıklı durumlarda var. Onun için duygusal tepkilerden uzak durarak gerçekçi tespitlerde bulunmak zorundayız.

Bu sebeple uğradığımız en son bozgun olan Hırvatistan’la oynadığımız milli maç ve futbol üzerinden bazı çıkarımlar yaparak, Türk milleti olarak bazı şeyleri niçin yapamadığımızın üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum.

Futbol, yüz yılı aşan bir süre boyunca insanlık aleminin en çok ilgisini çeken olgulardan biridir. Bana göre geçirdiği süreç ve geldiği nokta; onu bir spor dalı olarak tanımlamama imkan vermiyor. Benim bu tezimi de Simon Kuper’in “futbol asla futbol için değildir” diye herkesçe bilinen sözü destekliyor.

Futbol kanaatime göre, başlı başına bireyi ve toplumu en iyi ifade eden şeylerden biri. Şeylerden biri diye yazmamın nedeni ise futbolun doğru tanımına henüz ulaşabilmiş değilim. Belki de futbolun gizemi; insanlar üzerindeki büyük etkisi ve her olayda değişkenlikler göstermesi nedeniyle, tanımlanamayacak bir elastikiyeti içeriyor olmasından geliyor. Koskoca bir işadamını tribünde çıldırmış bir taraftar olarak görmek bana her zaman tarifi zor bir durum olarak gözükmüştür. Ya da atılan bir golden sonra “şak” yapan genelkurmay başkanı gibi…

Bu sebeple benim bu gün yaptığım gibi futbolla ilgili birçok şey, günümüze kadar hep tekraren söylene gelmiştir. Futbol; kimi zaman ülkeler arasında savaşı kışkırtan bir neden, kimi zaman da barışı tesis etmede etkin bir unsur olmuştur. Hatırlarsanız bizi önce Yunanistan’la sonra da Ermenistan’la aynı gruba düşürerek futbol üzerinden bir yumuşama diplomasisi yürütülmüştür.

Franco’nun mu yoksa Salazar’ın mı veya Güney Amerikalı bir diktatörünmü olduğunu hep karıştırdığım sözlere göre adamlar ülkelerini faşizm, fiesta yani eğlence ve da illa ki futbolla (üç “f” formülü) yönetmişlerdir.

Bu açıdan bakınca bir ülkede ters giden ne varsa bu tersliklerin ülkenin futboluna da aynen yansıdığını görmek mümkündür.

Şimdi biz de toplum olarak Hırvatistan milli maçı ile en son bozgunu yaşıyoruz. Bu bozgunun sebepleri ile ülkemizin yaşadığı siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlar arasında büyük benzerlikler vardır.

Bu bozgunu yaşayan Türkiye; Hırvatistan’la rakamların dili baz alınarak karşılaştırıldığında, sahip olduğu büyüklük itibarıyla Hırvatistan’la mukayese edilemeyecek bir ülkedir. Peki bu küçük Hırvatistan, bu büyük Türkiye’yi nasıl bozguna uğratabilmektedir? Cevabı aranması gereken en önemli soru budur.

Doğrular keşfedileli çok olmuştur. Onları sanki hiç keşfedilmemişcesine bizim yaptığımız gibi uzayda aramaya hiç gerek yoktur. Türkiye’de doğrular bir çok şey de olduğu gibi futbolda da en baştan beri yapılmamaktadır. Tıpkı binaların Türkiye’de baştan beri depreme dayanıklı inşa edilmemesi gibi. Bunu görmemek için kör olmak lazımdır ve maalesef biz de bir körlük içindeyiz. Deveye sordukları misal gibi biz de sorsak: Türkiye’nin hangi işi tam manasıyla doğru ki, futbolu doğru olsun?

Mesela milli takımın başında Hiddink gibi bir yabancının olması her zaman yaşadığımız kendi insanımıza güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Oysa Hiddink’in aldığı paranın yüzde birine çalışacak ve ondan çok yetenekli yüzlerce insanımızı tanıyorum. Bu başka sektörlerde de karşımıza çıkan bir sorun. Osmanlı yıkılırken Genelkurmay Başkanının Liman von Sanders olması gibi…

Futbol Federasyonlarının göreve getirdiği adamların tamamı ahbap çavuş ilişkisi ile torpilli olarak işbaşına gelmiştir. Yani ehliyet ve liyakat aranmaz. Türkiye’nin dört bir köşesinde benzer şeyleri başka konularda da görmek çok doğal hale gelmiştir.

Futbol ve futbolun alt kurumları, yapılan soruşturmalardan da anladığımız kadarı ile şike, çete, şantaj ve her türlü yolsuzluğun içine batmıştır. Ülkemiz yüzyıllardır futbolun yaşadığı bu pisliklerin benzerlerinin içinde yüzmektedir.

Memleketimizde eğitime önem verir gibi gözükürüz. Ancak bilgi eksikliği nedeni ile bir türlü çağdaş gelişmeyi yakalayamayız. Ama bu konuda çok nutuklar atarız. Bu nasıl bir eğitime önem verme anlayışı? Halbuki Avrupa’daki Türk çocukları iyi bir futbol eğitiminden geçirildikleri için birer yıldız olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ne yazık ki; genç nesillere hak ettikleri değeri ve fırsatı bir türlü veremedik. Ülkemizde her katmanda öncelikle birilerinin nemalandığı bir kast oluşmuş durumda. Bu başarıyı engelleyen önemli bir faktör. Futbolumuzda da bu derebeylikleri çok net olarak görüyoruz. Yolu bu derebeyliklerden geçmeyenlerin futboldan nemalanmalarına imkan ve ihtimal yok. Memleketin dört bir köşesinde de hemşericilik, cemaatçilik, aşiretçilik, mikro milliyetçilik ve particilik gibi yapılanmalar başını almış gitmiş durumda. Onun için futbol deyip geçmeyin. Futbol içinde bulunduğumuz durumu yansıtan bir ayna vazifesi görüyor. Yani illa ki; milli takıma lobisi güçlü takımlardan oyuncu alacaksınız. Ya da milli takımları bu yenilmez armadaların kulisi güçlü eski oyuncularına teslim edeceksiniz. Siyasetimizde aynı durumda değil mi?

Teknik adam, futbolcu, hakem, menajer vs. ne olmak istersen iste yetenekli olman yetmez. İstisnalar olsa da bu Türkiye’de her alanda görülen bir gerçek. Bu sebeple 75 milyonluk nüfus içinden Hırvatistan’ı yenecek bir milli takım çıkartamıyor ve takımın başına bir Türk evladı getiremiyoruz. Sırtımızı da üç dört milyon Türk’ün yaşadığı Avrupa’ya dayamışız. Böyle idare ediyoruz. Avrupa ise üç,  dört milyon Türk’ün arasından Mesut Özil, Nuri Şahin, Hamit Altıntop ve nicelerini yetiştirip Real Madrid’te oynatıyor ve milli takımlarına alıyor. İşin türkçesi; asimilasyona futbol üzerinden de devam ediyorlar. Biz de 75 milyonluk Türkiye’ye masal anlatıyoruz.

Hırvatistan’a yenilmekle Barzani’ye “ağbi” demek arasında ben bir fark göremiyorum. Depremler karşısında aciz kalışımızla Hırvatistan karşısında darmaduman oluşumuz arasında da büyük bir bağ var. Hatta Hırvatistan’ın bize yarattığı son bozgunla Balkanları kaybettiğimiz bozgun arasında da sebep sonuç ilişkisi açısından büyük benzerlikler görüyorum.

Onun için inşallah bu “son bozgun” aklımızı başımıza getirir. Her şeyin başına asli cevherinden şüphe etmeyeceğimiz ehliyet ve liyakat sahibi kendi evlatlarımızı koyarız. Gençlerimizi yetiştirip onlara hak ettikleri fırsatı veririz. Milli sermayemizi dışarıya dağıtmadan az para ile çok şeyleri başarırız. Her işin gerektirdiği doğruları yaparsak değil Hırvatistan cümle alem önümüze gelse yener geçeriz. Bir de işin manevi tatmini var. Ay yıldızlı bayrak gücümüz ve kudretimizle dünyanın her yerinde bir nazlı gelin gibi sallansa fenamı olur? Ah aksi şeylerin ne zararlar verdiğini bir bilseniz…

Gelin şimdi anlattığımız futbol ve Hırvatistan mağlubiyeti üzerinden içinde bulunduğumuz durumu tefekkür edin. Bana sorarsanız; ben hiç bozgun yaşamak istemiyorum ama hep tam tersi oluyor. Kabahati Hiddink’e ve Hırvatlara bulmadan nereden hataya yapıyorsak onu bularak, bozgunlara uğramaktan kurtulalım. Yoksa bu bozgunları kader zannedeceğiz…

Milli Eğitim

0

Türkiye’nin en önemli meselesi “Milli Eğitim”dir. Çünkü işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve terör gibi sorunların kaynağıdır. Bilimsellikten uzaklaşan eğitim sistemi “bilgi çağının küresel rekabetine dayanamayacak ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayamayacak” bir haldedir ve devletin bekası ile milletin menfaatleri açısından risk taşımaktadır. Akif’in İstiklal Marşında “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dediği Batı Dünyası ile savaşarak bağımsızlığını kazanan Türk Milleti, eğitim sistemiyle “müstemleke” haline getirilmiştir. İngilizce eğitimle birçok nesil kendi öz kültürüne yabancılaştırılmış ve mensubu olduğu Türk Milleti’nden kopartılmıştır. Milli kimliğini yitirmeyenler ise aileden aldıkları terbiye ile ayakta kalmışlardır. İngilizce öğretime son verilmeli, çocuklarımız yabancı bir dille değil, Güzel Türkçemizle eğitilmeli ve Türkçe düşünmelidir. Yabancı dil dersleri “devletin ve iş dünyasının ihtiyacına göre” müfredat programlarına ayrı bir ders olarak konulmalıdır.

Eğitim hakikaten milli hale getirilmeli ve gençler “kültür emperyalizminden, terör ve suç örgütlerinin kucağına itilmekten ve bazı sapık anlayışların tuzağına düşmekten” kurtarılmalıdır. Öğrencilere ilim ve bilimle beraber “milli, dini, ahlaki ve insani” değerleri de kapsayan iyi bir eğitim verilmelidir. Okullarda; vatanına-milletine ve ailesine faydalı olan, Vatan-Millet-Bayrak ve Ezan sevgisiyle dolan, bağımsızlık aşkıyla tutuşan ve kendisini ilme adayan “fikri hür-irfanı hür” Müslüman-Türk Gençleri yetiştirilmelidir. Bu maksatla Türk Dili-Tarihi ve Edebiyatı ile İslam Dini ve Ahlakı iyi öğretilmeli, musikisi-folkloru-sanat ve mimarisi dahil Türk Kültürü her yönüyle tanıtılmalı, eğitimin her safhasına “sağlam kafa-sağlam vücutta bulunur” özdeyişinden hareketle beden eğitimi konmalı ve misyonerliğe set çekilmelidir. Türk dili-tarihi-edebiyatı-kültürü-sanatı ve sporuyla ilgili tüm çalışmalar teşvik edilmeli, başarılı sanatçı-sporcu ve bilim insanları desteklenmelidir.

İlköğretimde Türkçe okuma-yazma ve konuşmaya önem verilmeli, çocuklara kitap okuma ve ödev yapma alışkanlığı kazandırılmalı, tartışma-münazara vb. faaliyetlerle öğrendiğini anlatma becerileri geliştirilmeli, ezberleyen değil düşünen-irdeleyen ve öz güveni olan sağlıklı nesiller yetiştirilmelidir. İlköğretimde rehber öğretmenler vasıtasıyla tüm öğrencilere IQ testi yapılmalı ve zekâları “matematik-sosyal-sanat-beden vb.” tasnif edilerek orta öğrenim için yönlendirilmelidir. Orta öğretimde uzmanlaşmaya gidilmeli, iş hayatının ara eleman ihtiyacını karşılayacak sanat okullarına ağırlık verilmeli ve mezun olan öğrencilerin meslek sahibi olmaları hedeflenmelidir. Zeka seviyesi yüksek öğrenciler için Fen Liseleri olmalı, ancak mantar gibi çoğalan Düz Liseler ile Anadolu Liseleri sınırlandırılmalıdır. Üniversite öğretimi devletin ve iş hayatının ihtiyaçları doğrultusunda çeşitlendirilmeli, mühendislik programları ile talep olan bölümlerin kapasiteleri artırılmalı, sosyal bilimler ile mezunlarına iş imkanı sağlamayan bölümlerin kapasiteleri azaltılmalı, nazariye ile beraber “çıraklığını yapmadığın işin ustalığını yapamazsın” özdeyişi ışığında staj ve pratik eğitime ağırlık verilmelidir. Yüksek Lisans ve Doktora Programlarına katılacak öğrenciler objektif esaslara göre belirlenmeli ve araştırmaya dayalı tezleri Türkiye’nin önünü açmalıdır. Üniversiteler AR-GE’ye önem vermeli ve ürettikleri projelerle; hem ülkenin, hem de bulundukları şehrin kalkınmasına katkı sağlamalıdır.

Üniversiteye giriş için tek sınav yapılmalı, katsayı vb. adaletsizlikler kaldırılmalı, ailevi-ekonomik vb. nedenlerle liseden sonra okuyamayanlar için fırsat eşitliği sağlanmalı, isteyen herkesin her yaşta girebileceği ve aldığı puana göre dilediği bölüme yerleştirilebileceği bilimsel bir sisteme geçilmelidir. Özel okullar kaldırılmalı, eğitim sistemi ilköğretimden-üniversiteye kadar devlete bağlı olmalı, tevhidi tedrisat anlayışı korunmalı ve Türkçe eğitime devam edilmelidir. Eğitim-öğretim sadece okullarda yapılmalı ve fırsat eşitliğini zedeleyen dershaneler kaldırılmalıdır. (Dil öğrenme, meslek edinme ve sanatkâr olma için gidilen kurslar ile yaz tatillerinde açılan Kur’an Kursları hariç) Okullar ilim-irfan yuvası haline getirilmeli, gençler başörtüsü vb. meselelerle uğraştırılmamalı, konuya devletin halka sunduğu “adalet, sağlık, tapu, nüfus vb.” bir hizmet olarak yaklaşılmalı, şekle değil beyne önem verilmeli ve üniversitelerin kapısı herkese açık olmalıdır.

Orta ve yükseköğretimde okuyan yoksul öğrenciler kamu yurtlarında ücretsiz barındırılmalı ve bu maksatla yurt kapasiteleri artırılmalıdır. Üniversite Öğrencilerine verilen burs ücretleri yükseltilmeli, yurt imkânı sağlanamayanlara ise ayrıca barınma kredisi verilmelidir. Kendi işini kurmak isteyen üniversite ve meslek yüksek okulu mezunu gençler desteklenmeli, projesi uygun olanlara devlet bankalarından faizsiz kredi verilmelidir. Şehit ve Gazi Çocuklarının her kademedeki eğitim harcamaları devlet tarafından karşılanmalı, yüksek öğrenime girebilmeleri için kontenjan ayrılmalı, anne ve babalarının işlerini yapmak isterlerse “gerekli şartları taşımak kaydıyla” bu mesleklere sınavsız doğrudan girmeleri sağlanmalıdır.

Dünyanın en zengin, köklü ve eski dillerinden birisi olan Türkçe; Türk Milleti’nin son savunma hattı ve kültürel mevzisidir. Tevhidi tedrisatın kaldırılması, ana dilde eğitimin önü açılması, çift dilli ve bayraklı bir yaşama geçilmesi gibi hususlar çok tehlikelidir. Çünkü bir ülke çift dilli ve bayraklı hale gelirse sonu bölünmedir. Elbette zenginlik olarak görmemiz gereken etnik ve mezhepsel farklılıklarımız vardır ve herkes günlük hayatında ana dilini özgürce kullanabilmelidir. Ancak devletin görevi ayırmak değil, tüm insanları “milli bir kimlik altında ve dil, din, kültür ve ülkü birliği gibi ortak paydalar etrafında” bir araya getirerek bütünleştirmektir.

Sonuç itibariyle tarım çağında kurduğumuz medeniyetleri sanayi çağında neden yaşatamadığımız iyi tahlil edilmeli, milli ve bağımsız bir iktisadi program uygulanmalı, kalkınma hamlesi başlatılarak ülkemiz dünyanın ilk on ekonomisi içine sokulmalı, tüketen değil üreten bir toplum oluşturulmalı, eğitime önem verilerek genç ve dinamik nüfusun önü açılmalı, beyin göçü tersine çevrilerek yetişmiş insan gücümüzden azami faydalanılmalı ve Atatürk’ün “muasır medeniyet seviyesini aşma ülküsü” hayata geçirilerek bilgi çağı yakalanmalıdır.

Din ve Özgürlük

Dinden kasıt ilahi dinler
İlahi dinden kasıt ise İslam dinidir
Bütün ilahi dinlerin kaynağı Allah’tır.
Amacı ise Allahın birliğini esas alan tevhit inancıdır.
Tevhit inancı ihlâs süresinde belirtildiği gibi
Allah(cc)a Allah’ın istediği gibi inanmaktır.
Allah’a Allahın istediği gibi değilde
Kafanıza arzu ve isteklerinize göre inanırsanız
İnancı tahrif etmiş olursunuz.
Tahrif edilen inanç sizin çok hoşunuza gitse de
Allah katında hiç  bir geçerliliği olmaz..
İnsanlar kitaplarıyla beraber inançlarını da tahrif edince
Allah (cc) Kur’anda (İhlâs Süresinde) kendini yeniden tanımlamıştır.
Aslında bütün ilahi kitaplar bir önceki kitabın orijinal hale getirilmiş halidir.
Yeni kitap ve yeni dinden maksat eskinin aslına döndürülmüş halidir.
İnancın kurallarını koyma hakkı sadece Allaha aittir.
İnsanlara düşen ise kabul edip etmemektir.
Bu gün insanlar; kabul edip etmemenin ötesinde dinin kurallarını belirleme gayretindedirler.
Dün olduğu gibi.
Müslüman açısından din nedir?
Sorusunun doğru cevabı ise
Allah’a Allah’ın istediği gibi inanmakla beraber
Onun emir ve yasaklarının bütününü de tereddütsüz kabullenmektir.
Bazı insanlar din ile özgürlüğü yan yana getirip birbirine yakıştıramazlar
Din ile özgürlüğün ilişkisi
Ben inanıyor ve iddia ediyorum ki
Dinin insanlara tanıdığı hak ve özgürlüğü
Bu gün dünyanın en gelişmiş medeni ve demokrat ülkeleri bile vatandaşlarına tanımamışlardır.
Ve de tanıyamazlarda
Nasıl mı?
Allah insanı yaratıyor
Akıl, irade, ömür rızk güç- kuvvet sağlık sıhhat veriyor
İnsanın yaşayabilmesi için dünyayı var ediyor.
Hayat için gerekli alt ve üst yapıyı kuruyor
Bunları insana karşılıksız olarak veriyor.
Peki, özgürlük nerede başlıyor?
Allah; insanları yarattıktan sonra onları ahiret dediğimiz sonsuz hayat ile ilgili bilgilendiriyor.
Hülasa insanları her şeyden haberdar ettikten sonra
Kendi kararını kendin ver buyuruyor.
Tercih hakkını insanlara bırakıyor.
Onların kararına müdahale etmiyor.
Kararın neticesinde önüne çıkacak sonuçtan haberdarsan.
Bundan daha büyük özgürlük olur mu?
İnanmadığın,
Yada inanıp gereğini yapmadığın zaman
Ne ömründen kısıyor
Ne rızkından kesiyor
Ne havanı ne suyunu nede güneşini azaltıyor.
Ayrıca bunlar ücrete de tabi değil
Bir soru
Çok sevdiğiniz çocuğunuz
Burs verdiğiniz öğrenciniz
Yardımcı olduğunuz komşu, dost ve yakınlarınız
Sürekli sizi kızdıracak iyiliklerinize karşı kaba ve nankör davransalar
Siz yardım ve iyiliklerinizi ne kadar devam ettirirsiniz
Yâda ettirirmisiniz
Ceviz kabuğunu doldurmayacak meselelerden dolayı
Selamı sabahı kestiğiniz insanların ömrü rızkı size bağlı olsa acaba ne yapardınız
Yâ da neler yapmazdınız ki
Evet dinin insanlara tanıdığı özgürlüğü anne babanın evladına
Devletlerinde vatandaşlarına tanıması mümkün değildir.
Eğer sonucunu bile bile nefis ve şeytana uyarlarsa oda onların aptallığı pardon tercihidir.
İnsanların her türlü tercihine saygı duymak gerekir
Bile bile fosseptik çukuruna düşenlere de acıyıp üzülmemeli.
Oda bir tercih meselesi
Ya rabbi tercihini doğru yapanlardan eyle bizi

Cumhuriyet Çeşitlemesi (4)

                            Hazırlanırken, düşmanı def’ etmek için vatandan, ordu

                            Bir de, isyan edenlerle uğraşmak zorunda kalıyordu

 

                           Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan çok kişiler

                           İsyan eden ve ettirenler, yapıyorlardı ne kötü işler

 

                           9 Ocak 1921’de İnönü Savaşları oldu

                           Yunan Ordusu anladı ki, Türkler sanki demirden bükülmez koldu

 

                           Taşıdığı, ölürsem olur şehit, kalırsam gazi inancı

                          Şaşırttı, dünyanın en sefil ordusunu, üstelik talancı

 

                          Cihana parmak ısırtan, bu şanlı direniş

                          Ettirdi, Bukalemun İngiliz’e serzeniş

 

                          Oldu altüst, dış siyaset planları, destek veren Yunan’a İngiliz’in

                          Londra Konferansı’na çağrıldı Türkiye, çıktı sanki barışa izin

 

                         21 Şubat – 12 Mart 1921 arası, yapıldı konferans

                         23 Şubat 1921: Dinlendi Türkler, gösterilerek tolerans

 

                         Şaşırttı bir an, Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın ettiği teklif

                        “Türk Milleti’ni ancak, Ankara temsil edebilir.” oldu bir direktif

 

                          İstedikleri gibi sonuç alamayan İngiltere, verdi tekrar izin

                          Yunan Ordusu, yeniden Anadolu içlerine daldı, beklemeksizin

 

                         23 – 31 Mart, kazanıldı İkinci İnönü Zaferi

                         Çok zor, kritik ve çetin anlar yaşadı Türk’ün Subayı, Eri  

 

                         İtilaf Devletleri’ni, aldı mı bir telaş!

                         Düşündürdü onları gittikçe, yavaş yavaş

 

                         Yine geldiler bir araya Londra’da, ne yapsak diye?

                         Baş başa verdiler, karanlık emelleri olacak diye

 

                         Yunan hayalleri, kapıldı yine menhus hevese

                         Çünkü, bu tarihi fırsat, geçmezdi bir daha ele

 

                         10 Temmuz 1921: Başladı Eskişehir – Kütahya savaşları

                          Türk Ordusu’na, çekilmek için uygun görüldü, Sakarya’nın doğu yakası

 

                          Sarsıldı Ankara ufukları bu haberle, hüzünle derinden

                          Kara kara, düşünmeye başladı yeni çareler, kederinden

 

2334

                          Yunan, abartarak vaziyeti, zafer çığlıkları attı durdu

                          Dünya umutlandı birden, sanki 1071’in rövanşıydı bu

 

                          Bıçak kemiğe dayanmış, destan yazmanın gelmişti zamanı

                          Topyekun millet, görmüştü, canını dişine takacak anı

 

                          5 Ağustos 1921: Yapıldı Mustafa Kemal Başkomutan

                          Olacaktı bütün emirleri kanun, suçlanacaktı vatanı unutan

 

                          Oldu Tekalif-i Milliye, en önemli kararı, olsa da acı

                          Halk tarafından karşılanacaktı, ordunun her türlü ihtiyacı

 

                           Alındı halktan nesi varsa, iki şeyinden birisi

                           Cepheye sürüldü aralarından, kim varsa irisi

 

                           Bırakılmadı bir şey, elinde avucunda halkın, neredeyse

                           Çünkü, kalmazdı zaten elinde, şayet vatanı elden giderse

 

                           Canını burnuna taktı da halk, yine de gık bile demedi

                           Anasından emdiği süt, sanki fitil fitil burnundan geldi

 

                           Yeter ki diyorlardı, bir an önce kurtulsun  vatan

                           Yeter ki, olsun çocuklarımızın kalbi, hür atan

 

                           Çocuk yaşta askerler, unutup çocukluğu, koştu cepheye

                           Kadınlar, top mermilerini, tercih eder oldular bebeye

 

                           Öylesine şahlandı ki millet, ta yediden yetmişe

                           Geçti harekete Alem-i İslam, bakarak geçmişe

 

                           İşgal altındayken Merkez-i İslam, nasıl olunurdu öyle rahat

                           Neleri varsa verdiler, tek kurtulsun diye, İslam’a olan serhat

 

                           Hindistan, Afganistan, Güneydoğu Asya Müslümanları

                           İngiliz’e kafa tuttu, Hind’in gözü pek kahramanları

 

                           Ya cihangir Asya Türkleri’nin, o günkü mustarip torunları

                           Kalabilirler miydi seyirci, olsun diye Batı oyunları

 

                           Evet, hem Türk Alemi yer aldı yanında, hem de tüm İslam

                           Ederek yardım, durdular kurtuluşu için Türk’e selam

 

                           Darü’l-Hilafe olan İstanbul nasıl kalırdı elinde esir?

                           Edemedi Hind Müslümanlarına İngilizler, bu yolda te’sir

 

                           Geldi hem Rusya’dan, hem Rusya kanalıyla, bir kısım yardımlar

                           Attı Rusya, silah yardımı için, mütevazice adımlar  

                       

2335 – 2336