11.3 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1081

Sıla-i Rahim (2) (Akrabalarla İlgilenmek)

İslam dini sıla-i rahmin terkedilmesini (kat-ı rahimi), yani akrabalık bağlarını koparmayı, onlara karşı ilgisiz ve alakasız kalmayı büyük günahlardan saymıştır. Nitekim Yüce Allah mü’minleri akrabalarla alakayı kesmekten sakındırmıştır: “…Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının…”(Nisâ, 4/1)

Başka bir ayet-i kerimede ise, akrabalık bağlarını koparmak bozgunculuk yapmakla bir tutulmuş, böyle yapanların da Allah’ın lanetine uğrayacakları bildirilmiştir:“Demek, başa geçtiğinizde yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve akrabalık bağlarını koparacaksınız, öyle mi? İşte bunlar, Allah’ın lânetleyip, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir…”(Muhammed, 47/22-23)İslam âlimleri bu ayet-i kerimeden, akrabalarla alakayı kesmenin münafıklık vasfı olduğu manasını çıkarmışlardır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) sıla-i rahimin, rızkın bereketine, ömrün uzamasına sebep olduğunu bildirmiş (Buhârî, Edeb, 12)ve akrabalık bağının korunmasının Allah’ın ihsan ve rahmetine vesile olduğunu belirterek;“Rahim (akrabalık), Allah’ın rahmetinin eserlerindendir. Kim bu bağı korursa, Allah ona merhamet eder. Kim onu koparırsa, Allah da ondan ihsan ve rahmetini keser” (Buhârî, Edeb, 13) buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuşlardır: “Akrabasıyla ilişkiyi kesen (cezasını çekmeden veya affedilmeden) Cennet’e giremez” (Buhârî, Edeb, 11) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), sahabe-i kiramdan,“Beni cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir ameli haber verir misiniz?diye soran birine; “Allah’a ibadet eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaz, namazı doğru kılar, zekatı verir, yakınlarını ziyaret edersin” diye tavsiyede bulunmuş, o kişi uzaklaşırken de arkasından “Emrolunduğu şeyleri yaparsa, cennete girer”(Müslim, İman, 4)buyurarak sıla-i rahimin ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.Bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden akrabasını görüp gözetsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun.”(Riyâzu’s-Sâlihin, Birr’ulValideyn, 312)

Sıla-i rahim sadece küçüklerin büyüklere karşı vazifesi olarak görülmemeli, büyük küçük herkes tarafından yerine getirilmelidir. Ayrıca sıla-i rahim karşılık beklemeden yapılmalıdır. Yani bu vazifeyi yerine getirmeyen akrabalara karşı bile sıla-i rahim yapılmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Akrabadan gelen iyiliğe misliyle karşılık veren kimse, tam manasıyla akrabasına sıla etmiş değildir. Gerçek sıla, kendisiyle ilgiyi kesenleri görüp gözetmektir”(Buhârî, Edeb, 15), “Faziletli işlerin en üstünü senden ziyareti kesen akrabanı ziyaret ederek ilişkiyi sürdürmendir”(Ahmed, III, 438) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), akrabalarını ziyaret ettiği halde onların kendisine gelmediklerini, onlara iyilik ettiği halde onlardan kötülük gördüğünü söyleyen bir sahabeye, böyle davranmaya devam ettiği sürece Allah’ın yardımının kendisiyle beraber olacağını söylemiştir. (Müslim, Birr, 11)

Akrabalar arasında zaman zaman çeşitli sebeplerle ufak tefek kırgınlıklar olabilir. Ancak böyle durumlarda hoşgörülü davranmalı, meseleleri çok fazla büyütmemeli ve akrabalık bağını koparmamaya özen göstermeliyiz. Her fırsatta, özellikle de bayramları, mübarek gün ve geceler ile Cuma gününü fırsat bilerek birbirimizi ziyaret etmeli, sevinç ve mutluluklarımızı paylaşmalıyız.

Sıla-i rahim, sadece ziyaret olarak anlaşılmamalıdır. Sıla-i rahim, aynı zamanda hısım ve akrabalarımıza ihtiyaçları halinde maddî olarak yardım etmek, hizmetlerini görmek, onlara daima şefkat ve sevgi göstermek, iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmaktır.

Yeni yetişen neslimizi son zamanlarda meydana gelen sosyal, kültürel ve ahlâki yozlaşmadan korumalı ve onlara sıla-i rahimin önemini öğretmeliyiz. Akraba ziyaretlerine çocuklarımızı da götürmeli, onlara hısım, akraba ve dostlarımızı tanıtmalıyız.   Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda “Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin; zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır”(Buhâri, Edeb, 12; Tirmizî, Birr, 49)buyurmaktadır.

Öyleyse dinî bir vazife ve toplumsal bir sorumluluk olan sıla-i rahimi asla ihmal etmemeli, akrabalarımızla olan münasebetlerimizi güçlendirmeye, hatta birlikte yaşadığımız toplumun diğer kesimleriyle de iyi ilişkiler içinde olmaya gayret göstermeliyiz.

Van Depremi ve Düşündüklerim

1972 yılı mezunu İnşaat mühendisiyim.1968-1972 yılları arasındaki mühendislik eğitimim esnasında proje yaparken deprem hesabını nasıl yapacağımı öğrettiler. Önceki yönetmelik tek istikamette yanal yüklerle yapılan deprem hesabını yeterli bulurken, sonraki yönetmelik çift istikamette yanal yüklerle yapılan deprem hesabını gerekli görüyordu.

O yıllarda zemin etüdünü inşaat mühendisleri yapıyordu. Okulda zeminin üzerine yükleme tablası koyarak, üzerine belli zaman aralığı ile birer torba çimento yükleyerek inşaat yapılacak zeminin 15-20 cm altının taşıma gücünün pratik olarak nasıl bulunacağını öğrettiler.Mevcut zeminin elle ufalanarak eldeki tablolardan zemin cinsinin nasıl bulunacağını öğrettiler.

Böylece elde edilecek zemin değerlerinin binaların statik hesaplarında zemin taşıma gücü değeri olarak kullanılabileceğini öğrettiler. Zemin sıvılaşması, zemin periyodu, kaya zemin üstünde yumuşak zemin oluşumu, zemin içinde boşlukların varlığı, aynı bina zemininde hem sert hem de yumuşak zemin olabileceği kavramlarını öğretmediler. Pratik hesap tabloları ile taşıma gücü hesaplarını öğrettiler.

Deprem esnasında bina periyodu kavramını öğretmediler. Bu hesaplarla yaptığımız projeleri mühendisler odası da harcını alarak tasdik etti. Aynı şekilde oda tasdikinden geçmiş projelerin üzerine ” hesaplardan  dolayı sorumluluk kabul edilmez” diye mühür basarak belediyelerde bu projeleri onayladılar. Ruhsat verdiler. Uygulamaları hiçbir şekilde denetlemediler. Bilahare yapıların çoğuna gitmeden Yapı Kullanma İzni(iskan) verdiler.

Bütün bu işlemler ilgili bakanlığın bilgisi ve izni dahilinde oldu. İnşaatların nasıl yapıldığını gerek belediyeler, gerek meslek odaları gerekse ilgili bakanlık yakından biliyordu. İnşaatta Betoniyer kullanan inşaat yapıcısı ( bunlara müteahhit deniliyordu ama ben demiyorum) lüks inşaat yapıcısı idi.

Özel inşaatlar genellikle dere yakınsa dereden, deniz yakınsa denizden getirilen çakılın yapı önüne dökülerek üstüne o günkü kabul edilen oranda çimento çuvallarının atılıp, kürekle torbaları yırtılmak sureti ile çakıla katılarak bir miktar su ile karıştırılmak sureti ile elde edilen betonla yapılırdı.

Çimento 1975-1978 yılları arasında ihtiyaç oranında üretilemiyordu. Bu nedenle siyah çimento en yakın yer olan  Romanya’dan, beyaz çimento ise Hollanda’dan ithal ediliyordu. Romanya – İstanbul arasında gemilerle Karadeniz’i geçen toz çimento, gemilerin ambarında nemden dolayı donuyordu. İstanbul limanında gemilerin güvertelerine öğütme makineleri konularak taşlaşan çimentolar öğütülüp güvertede yeniden torbalanıyordu.

Demir ise karne ile veriliyordu. Karabük Demir Çelik Fabrikası grevler nedeni ile  talebe yetişemediğinden  Romanya’dan, Bulgaristan’dan, Arnavutluk’tan hurdadan çekilme sert, kırılgan ve yassı demirler ithal edilerek piyasaya sürülüyordu.

Çoğu şehirlerde su sıkıntısı vardı. Bilhassa yaz aylarında hat safhaya çıkan su sıkıntısı nedeni ile dökülen betonlar çoğunlukla menşei belli olmayan taşıma su ile hazırlanıyor, dökülen betonlar belediyelerden temin edilen ve içinde ne suyu olduğu belli olmayan arazözlerle sulanıyordu.

Belediyeden temin edilen bir arazöz suyun bedeli çok yüksek olmakla beraber temin etmekte kolay değildi. Herkese sıra ile ve belli miktarda su verildiğinden sadece döşeme tablasının sulamasına yeten su nedeni ile kolonların sulanması ihmal ediliyordu. Hiç kimsenin kontrol etmediği, tamamen ustaların (ki eline keseri alan ben inşaat ustasıyım dediği bir dönemde) insafına kalmış olan 1975-1980 yılları arasında yapılan yapılardan nasıl bir performans beklenebilirdi. Hesaplarından imalatına kadar bir sürü eksiklik, hata, ihmal ve hile bulunan bu yapıların, içlerinde barındırdıkları insanları 1999 yılı 17 Ağustos gününe kadar sağlıklı olarak muhafaza etmeleri bile bir mucize idi.

Sonuçta bütün bu olumsuzlukları 17 Ağustos Marmara depremi affetmedi. On binlerce insan öldü. On binlerce insan yıkıntı altından sağlam veya sakat çıkarıldı. Mahkemeler açıldı. Bu depremin bir çok suçlusu olmasına rağmen, gerek kamu gerekse sivil toplum kuruluşları kendilerini akladılar. Ünvanlı olan bilirkişiler genellikle raporları bütün bu olumsuzlukları bilmeyen  yeni mezun genç asistanlarına hazırlattığından verilen raporlarla  İnşaat Mühendislerinin bir kısmı ile,Yapımcıların bir kısmı cezalandırıldılar.

Üst üste yapı yönetmelikleri değişti. Standartlar değişti. Yapı denetim firmaları kuruldu. Anma etkinlikleri düzenlendi. Konuşmalar yapıldı. Geleceğe dönük vaatler verildi.Aradan 12 yıl geçti.

“Unutmadık,unutturmayacağız” dendi. Sadece acısı olanlara acılarını hatırlatmaktan öteye gidilemedi. Afet kanunu çıktı. Kamu kurum ve kuruluşları afet planları yaptılar. Her kurum  BEN HAZIRIM dedi. 2006 yılından sonra bir kez dahi kapsamlı AFET TATBİKATI YAPILAMADI.

Her kurum ben hazırım diyerek kendini avuturken 6 Kasım 2011 de 7.2 büyüklüğündeki Van depremini yaşandı. Marmara depreminden deneyimli olanlar kısa zamanda Van’da görev aldılar. Bir çok bakan Van’da toplandı. Van Valisi deprem konusunda tecrübeli olmakla birlikte Bakanlara refakat etmekten görevini yapmaya fırsat bulamadı.Van’da ki bir çok resmi görevli sık sık gelen protokole hizmet etmek zorunda kaldı. Bu nedenle asıl işlerini zamanında  yapamadılar.

Vali yardımcılarının yeterli deneyimleri yoktu. Olaya zamanında ve gereği gibi müdahale edemediler. Depremin ilk günlerini sağlıklı olarak yönetemediler. Hükümetin yetkili Bakanı Van’a gelir gelmez ilk fırsatta  Kızılay’ı suçladı. Zaten Marmara depreminde de günah keçisi Kızılaydı. Afet yasasına göre çadırı temin etmek Kızılay’a aittir. Çadır kenti kurmak Kızılay’a aittir. Çadırları dağıtmak Kızılay’a ait değildir. Çadırların dağıtımındaki aksaklıktan sivil toplum kuruluşu olan Kızılay sorumlu olamazdı. Çadırların yağmalanmasından sorumlu olamazdı. Çadırların uygunsuz gurupların eline geçmesinden sorumlu olamazdı. Ama maalesef oldu.

Türk Kızılayı’nın afetlerdeki hizmetleri uzun soluklu bir hizmetler zinciridir. Barınma, ısınma, iaşe hizmetleri birkaç gün içinde tamamlanan hizmetler değildir. Depremden sonra azami on gün içinde Van’dan bir çok gurup görevlerini tamamlayıp ayrılmıştır. Halen Kızılay oradadır. Uzun bir sürede orada kalacaktır. Ayrıca bu hizmetleri devletin kurumlarıyla müştereken yapmadan tek başına Kızılay’ın karşılaması da düşünülemez.

!7 Ağustos 1999 dan sonra Türk Kızılay’ı bireysel çadır konseptini Çadır kent olarak değiştirmişti. Mevlana evleri imal ettirmişti.Van ve Erciş’in yerleşim ve sosyal yapısı dolayısı ile Çadır kent konsepti başarılı olmadı.Çünkü köyler mezra şeklinde olduğundan, gelişi güzel toplanıp üst üste konulan taşlardan yapılmış yapıların yerle bir olması dolayısı ile aralarında 500-1000 metre mesafe bulunan 5 er ve 10 ar lı yapı kümelerinden müteşekkil mezraların sahipleri çadırlarını bu yığıntıların yanına kurup,hayvanlarını burada beklemek istiyordu. Basının haber adına en küçük bir yakınmayı ekrana taşımaları dolayısı ile Van’a giden yardımlar hesaplanamaz hale geldi.

Marmara depreminde tüketilen çadır kadar Van’a çadır gittiği halde Van’da ki ihtiyaç bir türlü karşılanamıyor.Yıkılan ev sayısı belli olduğu halde kışlık mont ve bot ihtiyacı şaşırtıcıdır. Daha önce bu insanlar ne giyiyorlardı. Marmara depremi ile Van depremi arasındaki yıkılan bina oranındaki ciddi fazlalığa rağmen Kış ve Yaz farkının ihtiyacı artırmış olması da dikkate alındığında her zaman olduğu gibi bazı konularda abartıların had safhada olduğu kanaatindeyim.

Depremden sonra Van için yapılan ve yapılacak olan deprem yatırımının 1/3 ü ile depremden önce Van ıslah edilebilirdi. Bunu ifade etmekle önce yapılan  yatırımın sonra yapılan tamirat ve tadilatdan ucuza geldiğini anlatmak istiyorum.

Marmara Bölgesinde beklediğimiz depremler şayet yakın zamanda olursa depremzedelere verilecek çadır ve diğer malzemelerin stokları yoktur. Depolar boşalmıştır.

İstanbul gibi bir mega kentin deprem sonrasındaki, barınak ve diğer afet ihtiyaçlarının karşılanması mümkün değildir. Van depremi bunun yakın örneğidir. Sadece ceset torbası stokları bile ihtiyacı karşılamaya yetmeyebilir.

Deprem öncesi kadere terk edilen yapıların deprem sonrası enkazını temizlemek bile bazen imkansız hale gelebilir.

ÖYLE İSE NE YAPMALI !

Daha önce olduğu gibi Afet Yasası kapsamında da afetzedelerin  barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması Türk Kızılayı’na verildiğine göre Türk Kızılayı, kanunlara yapılacak ilavelerle yasal yollardan hem maddi hem de yaptırım yönünden güçlendirilmelidir. Türk Kızılayı na röntgen filmlerinden elde edilen gelirlerin katkı payları, oyun kağıtlarından elde edilen gelir payları, spor ve eğlence vergi payları iade edilmeli, belediyeler gibi gelirden pay ayrılmalıdır.

Afet fonu teşkil edilmeli, bu fonda biriken paralar Türk Kızılayı’na aktarılmalıdır. Hamisi Cumhurbaşkanı olan ve Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine intikal eden tek dernek olan Türk Kızılayı’nın protokoldeki yeri yeniden düzenlenerek Cumhuriyetin ilk yıllarındaki saygınlığına kavuşturulmalıdır.

Her şehirde Afet acil durum müdürlükleri ve Belediyelerle (Büyükşehirlerde Büyükşehir belediyeleri ile) müşterek lojistik merkezleri oluşturulmalıdır. Deprem esnasında Karayollarının felç olabileceği tamamen aşikar olduğuna göre en emin müdahale yolunun deniz yolu olduğu görülmektedir.Denize kıyısı olan şehirlerde afet lojistik depoları deniz kenarında veya  denize bağlantısı olan yerlerde olmalıdır.

Depolarda stoklanmak üzere kısa zamanda sökülüp takılabilen, üst üste katlanabilen, ayarlı ayakları ile eğimli ve engebeli araziye kurulabilen hafif ve yanmaz malzemelerle imal edilen ısı geçirmeyen,uzun süre kullanılabilen  “modül ev” tipi barınaklar yapılmalıdır. Şimdilik geçici bir çözüm olarak sunulan konteynır sistemi afetler için bir çözüm olamaz.

Zira stoklanması için çok geniş depolama alanlarına ihtiyaç vardır. Dış hava şartlarında çürüme ihtimali yüksektir. Ayrıca Türkiye de imal edilen konteynırların genellikle zemininde izolasyon yoktur. Yan duvar izolasyonları da zayıftır. İçinde elektrikli soba yakıldığında dahi(havayı kurutur) izolasyon zafiyetinden dolayı duvarların iç kısmı rutubetlenmekte, gece duvara asılan elbiseler sabaha ıslak hale gelmektedir.

Ayrıca yangına dayanıklı değildir. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde evimin bahçesine konteynır satın alıp koyduğumda aynı sorunla karşılaştım. Bir yılda romatizma ve bel fıtığı oldum. Oysa Alman Kızılhaçı’nın 17 Ağustosta bize gönderdiği konteynırlar izolasyon bakımından mükemmeldi. Yabancı ülkeler hibe diye bize adi malzemeleri göndermediler. Oysa bazılarımız  kendi yurttaşımıza bile en kötü ve berbat giysileri göndermeye uğraşıyor.Yardım adı altında gardıroplarını temizliyorlar.

Deprem, günler önce haber vererek gelen bir misafir değildir.

Deprem olmadan önce gereken tedbirleri almalı,sonradan yara sarmaya uğraşmamalıyız.

Kesinlikle deprem karşısında sınıfta kalacak yapılarımızı ne pahasına olursa olsun yenilemeli veya güçlendirmeliyiz.

Şimdiden kent merkezleri ve yoğun  yerleşim yerleri dışında yeni yerleşim yerleri yaparak hem yoğunluğu yaymalı, hem de yapıları güvenli yerlere taşımanın yolları aranmalıdır.

Bir müddet için tasarruf seferberliği yapılarak ve halkın katkısına müracaat edilerek elde edilecek imkanlarla zayıf yapıların yerine yenileri imal edilmelidir.

Ayrıca mevcut zayıf  yapıların taban alanı katsayılarını veya kat adetlerini artırarak bu yerlere müteahhitler vasıtası ile  sağlamlarının yapılmasına imkan sağlanmalıdır.

Sonradan müdahalenin önceden müdahaleden birkaç misli pahalı olduğu aşikardır.

Önceden müdahale canlıyı kurtardığı halde,sonradan müdahale cansızı çıkarmaktadır.

Resmi yapılar, okullar, toplantı salonları, spor yapıları,  en güvenli yapılar haline getirilerek geçici iskan mahalleri olarak tercih edilmelidir.

Ayrıca toplu sığınaklarda depremlerde geçici barınma alanları olarak kullanılabilmektedir.

Mevcut yapılardaki gerek eşya ve gerekse aksesuarlar deprem esnasında tehlike arz etmeyecek hale getirilmeli, kanunla denetlenmelidir.

1999 depreminden deneyimli bir ülke olarak nüfusu 600.000 olan bir şehirde deprem karşısındaki vaziyetimiz dikkate alındığında, daha büyük şehirlerdeki felaketler karşısındaki oluşacak durumumuz göz önüne alınarak çalışmalar buna göre düzenlenmelidir.

Afetlerde hırsızlık, gasp, soygun, yağma, dalavere ve buna benzer suçlar karşısındaki cezaları caydırıcı olabilecek şekilde artırmak gerekmektedir.

Bütün bunlar zor işler değildir.

KARARLILIK VE TATBİKAT ÇÖZÜMÜN TEMELİDİR.

Saygılarımla

 

 

Nasıl Bir Milletiz? (3)

0

 

8 Ocak 1996 günü, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Nihat Bayşu Konferans Salonu’nda, genç bir ilim adamımız tarafından faydalı, güzel bir konferans verildi. Sayın Arş. Gör. Abdullah Emin Çimen, resmen görevli olarak gittiği ve bir süre kaldığı Mısır’dan dönmüş ve ayağının tozuyla izlenimlerini, slayt gösterisi eşliğinde, dinleyicilerine sunmak istemişti.

Mısır’da bulunduğu süre içinde, fırsat buldukça Mısır’ı, Nil nehri boyunca kuzeyden güneye, adeta arşınlamış, dünüyle bugünüyle, alıcı bir gözle tanımaya çalışmış, hemen hemen, bütün tarihi yerleri görerek ve ta Asuan Barajı’na kadar giderek ve hatta Tur Dağı’na çıkarak, bugünkü mekanların -tayy -ı zaman ederek- tarihi olaylarını yeniden yaşamış, bizlere de aynı havayı teneffüs ettirmek iştiyakını duymuş.

Bunun üzerine “Mısır’daki önemli eserler, günlük hayat ve Türk eserleri” konulu bir konferans verdi. Zevkle dinlediğimiz konferansından, bazı tespitlerini naklediyorum.

Genç arkadaşımızın dikkatini çeken önemli hususlardan biri, “Her şey, zıddıyla anlaşılır, bilinir.” hükmünce, Türkiye’mizin, cennet vatanımızın,  nazlı bayrağımızın, şanlı tarihimizin ve güzel insanlarımızın yani birbirimizin değerini -ne yazık ki- güzel ve şirin yurdumuzdan, ayrı düşünce anlamış olması.

Nitekim, Mısır’daki Türk öğrencilerin, kaldıkları odaların duvarlarını, vatan hasretini dile getiren kocaman Türk bayrakları ve rengarenk Türkiye haritalarıyla süslemiş olduklarını görmesi. Türk talebelerin kaldığı binanın girişinde bile Türk bayrağının asılı bulunması.

Sayın Abdullah Emin’in, enteresan addettiği, bir diğer gözlemi ise, başka milletlere ait öğrencilerin kaldığı, bu çeşit yerlerde, böyle milli duyguların sergilenişine rastlamaması!     Bir başka tespiti , – diğer ülkelerde olduğu gibi – Mısır’da da, azımsanmayacak sayıda, Türk asıllı Mısırlıların varlığı. Ve bunların elit / aydın tabakayı teşkil etmeleri ve – yeri gelince – Türk asıllı olmalarından sitayiş ve övgüyle bahseder oluşları.

Osmanlı’nın asırlarca kaldığı, adaletle idare ettiği ve maddi – manevi derin izler bıraktığı Mısır’da, Türklere karşı samimi bir teveccüh / sevgi emaresi ve alakanın ber-devam oluş keyfiyeti de, genç arkadaşımızın ayrı bir gözlemi.

Gerçekten, Güneş balçıkla sıvanmıyor. Bir buçuk asırdan beri Batı; Türk’e Arap, Arab’a Türk düşmanlığı aşılamaya çalıştığı ve bunda kısmen muvaffak olduğu halde, yine de sevad-ı a’zam / asıl çoğunluğun yani İslam’ın, birbirine Halef – Selef  kıldığı, bu iki büyük milletin arasını açmayı başaramamıştır.

Velhasıl, Mısır’da da “Türk’e hasretin alev alev” olduğunu, genç seyyahımız, heyecanla müşahede etmiş ve gözlemlemiştir.

Mısır’da kaldığı süre zarfında, resmi bir hüviyet taşıdığı halde, gezerken, dolaşırken, fotoğraf çekerken, kendini tedirgin hissetmesi, hep gözetlenme ve takip edilme ve tevkif edilme endişe ve korkusunu taşıması. Mısır’da bir kısım Mısırlıların (Bu husus, Mısır’ın iç meselesi olup, Mısır hükümetinin haklı haksız oluşu, konumuz dışındadır.) bu nevi bir atmosfer ortamında, kuşkulu ve endişeli yaşayışlarının, kendisinde bıraktığı menfi bir tesirle, kendisini bir türlü rahat hissedemeyişi.

Ve tabii Türkiye’deki hür ve emin havanın farkına varması ve bu vesileyle “Türkiye’mizin her cihetçe kıymetini bilelim.” mesajını vermesi.

Bir diğer tespiti ise, Mısır’da da halkın Türklere ve Türkiye’ye lider gözüyle bakması.

Nasıl bakmasınlar ki, Alemi İslam’da – her şeye rağmen – Jeo-Stratejik konumu, nüfus potansiyeli, teknik üstünlüğü, Cihan Devleti Osmanlı’nın varisi olması ve dünyanın idare edilebileceği bir şehir olan “Dünya Cenneti İstanbul”a sahipliği v.b. gibi sebepler ve dünyanın gidişatı, Ahir zaman’da Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretleri’nin de, gayb-aşina işaretleriyle   

308

( Muhyiddin İbn-i Arabi’nin Edirne Kütüphanesi’nde bulunan ve “Efrani” tarafından tercüme edilen Şeceretü’n – Numaniyye fi’d-Devleti’l-Osmaniyye adlı kitabından naklen: Abdullah Aymaz, Kader, İzmir-1983 s.17), İslam’ın yeniden yükselişinin sinyallerini vermesi; bu inkişafın, yine Türkiye’nin önderliğinde gerçekleşeceğini göstermektedir.

Nitekim, eski Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem’e, 1975’de Estergon Kalesini gezerken, bir ressam tarafından, heyecanla: “Türk, çok büyük bir şeydir! Çok büyük! Keşke Estergon’dan gitmeseydiniz de Macaristan’da hala adalet hüküm sürüyor olsaydı.” denmesi.

1989 yılında Romanya Kültür Bakanı Andrei Rleşu, Türk gazeteciye: “Türkler zamanında dedelerimiz refah içinde yaşamışlar. Keşke Çavuşesku ve Krallık Devrini göreceğimize Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetinde kalsaydık.” ( Servet Kabaklı, Cüneyd Özlen Bükreş’ten Bildiriyor, Türkiye Gazetesi 24 Ocak 1990 ‘dan naklen: Türk’e Hasret Alev Alev, Mehmet Ozan Semerci, Tarih ve Medeniyet, Sayı: 20; Ekim 1995 s.31) diye hayıflanması.

Yine Polonyalı piyanist Pederevski’nin: “Türk atlıları, ne zaman Vistül’den su içerse, Polonya ancak o zaman hürriyetine kavuşur!” ( Mehmet Ozan Semerci, Türk’e Hasret Alev Alev, Tarih ve Medeniyet, Sayı: 20; Ekim 1995 s.31) diye temennisini dile getirmesi.

Kudüs Müftüsü Sadeddin Alemi’nin: “Osmanlı’yı arıyoruz! Osmanlı idaresinde Filistinliler en mutlu, en güzel günlerini geçirdiler. Mescid-i Aksa’nın koruyucusu Osmanlı idi. Şimdi Osmanlı’nın torunları nerede?” ( Şeref  Özata – Selami Çalışkan’ın Haberi, Türkiye Gazetesi, 20 Kasım 1990’dan naklen: Mehmet Ozan Semerci, Türk’e Hasret Alev Alev, Tarih ve Medeniyet S: 20; Ekim 1995 s.33) diye sorması.

Sayın Enver Ören’in Ocak 1986’da Tunus, Mısır ve Katar’a yaptığı gezi sonucunu: “Her İslam Ülkesi’nde, hasreti çekilen bir baba, bir ağabey muhabbeti ile karşılaştık. Lider olmak Türkiye’nin iddiası değil.” ( Enver Ören, “Mısır, Tunus ve Katar ziyaretleri”, Türkiye Gazetesi, 4 Şubat 1986’dan naklen: Mehmet ozan Semerci, Türk’e Hasret alev alev, Tarih ve Medeniyet, Sayı: 20; Ekim 1995, s.33) şeklinde değerlendirmesi.

Velhasıl, Birinci Dünya Savaşı esnasında, Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa, Medine’yi müdafaa eden Fahrettin Paşa’nın kuvvetlerine kurşun sıkarak, Türk Ordusu’nun İngiliz’e mağlubiyetinde önemli rol oynadığı halde, sonraki günlerini “Ben, velinimetine ihanet etmiş asi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü. (Nitekim) bu bizim başımıza gelenler ve (daha da) gelecek (olanlar), ekmek kapımız (velinimetimiz), koruyucumuz ve asırlar boyu Efendimiz olan Osmanlı Devleti’ne karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların ilahi bir cezasıdır!” dediği Osmanlı (Türk) idaresindeki mutlu günlerin hasretiyle geçirmesi ve ömrünü “Türk olmadan İslam Dünyası, sadece bedbaht olur!” diyerek kehanet-vari bir tespitle tamamlaması ( Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 yıl, 1.cilt, 2. baskı, Ankara-1987 s. 125-126; Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, c: 3, İstanbul-1985 s. 291-292; İlhan Bardakçı, Tercüman Gazetesi, 30 Mayıs 1982’den naklen: Mehmet Ozan Semerci, “Türk’e Hasret Alev Alev”, Tarih ve Medeniyet, Sayı: 20; Ekim 1995, s: 32) Türklerin nasıl bir millet olduğunu, somut bir şekilde kanıtlayan, canlı delil ve misallerdir.

Günün Kutlu Olsun Öğretmenim

0

Millet hayatımızda ‘öğretmen’ hep vardı ama batıdan esinlenip hayatımıza kattığımız “Öğretmenler Günü” yeni sayılır.

12 Eylül İhtilalinin Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Sağlam’ın tasarruflarından olan bu gün, Harf İnkılâbının yapıldığı 24 Kasım 1928 tarihine denk getirilmiştir.

Hep yararsız taraflarına dikkat çektiğimiz 12 Eylül’ün öğretmenlere yönelik bir başka yararlı hizmeti, ‘Öğretmen Evleri’dir.

Yurdun dört bir yanına kısa zamanda yayılan bu evler, öğretmenlerin hayatında sosyal, kültürel ve ekonomik manada devrim niteliğinde değişiklik sayılmasalar da, öğretmenleri kahvehanelerden alan, şehirlerarası seyahatlerinde onlara uygun şartlarda konaklama imkânı sunan, statülerine katkı sağlayan önemini inkâr edemeyiz.

Öğretmenler Gününün tıpkı Anneler Günü gibi bir tüketim yaratmaya yönelik olduğunu söylemek zor. Buna rağmen öğretmenlerin toplumdaki statüsünü yükseltmeye katkı sağladığını da şimdiye kadar görmedik.

Gün kutlamaları bizde maalesef rahmetliyi anmak şeklinde gerçekleşir. Kutlamalar, o konuda bir yıl boyunca yapılan çalışmaların somut sonuçlarının kamuoyu ile paylaşıldığı günler olarak algılanmaz.

Daha ziyade canına okuduğumuzun gününü kutlamak şeklinde ve övücü ifadelerin bolca kullanıldığı demeçlerle geçiştirilir. Hiç şüphesiz bu gün de öyle olacaktır.

Birkaç övücü söz, birkaç mısra dökülecek dillerden ve sonra her şey aynı hamam aynı tas…

Esasında öğretmen deyince orada durup düşünmek lazım; toplumun, aileden sonra esas mimarı olan bu güzide meslek mensuplarının, her Öğretmenler Gününde, bir sorunu halledilseydi, ilk kutlamadan bu güne ortada sorun diye bir şey kalmazdı.

Bir öğretmen olarak bu mesleğin nankör bir meslek olduğunu söyleyemem, 35 sene önceki öğrencimden kusursuz saygı ve sevgi görüyorum. 45 sene önceki öğretmenime sevgi, saygı ve vefalı olmada kusur etmiyorum.

Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, sorun çözecek yüksek bürokratlar hepsi birer öğrenciydi ama öğretmenlerin sorunları ortada…  Bu toplumda vefasız olanlar mı yükseliyor diye insan sormadan edemiyor!

Altın pahalıdır, demir ucuz. Her iki maddenin fiyatını belirleyen ana unsur birinin azlığı, diğerinin çokluğudur ve çok olan ucuza gidiyor.

Türkiye Cumhuriyeti 700 bin askerle savunmasını karşılıyor, eğitim ordusunda 700 bin öğretmen var.

Sorunların temelinde kamu ekonomisinin yattığını söyleyebiliriz ama ekonomik sorunlar içinde kaderine terk ettiğiniz öğretmene, toplumu imar etme görevini verdiğimiz gerçeğini ne yapacağız?

Öğretmenlerin sorunlarının sürüncemede kalmasında, kendilerinin sorumluluğunu inkâr edemeyiz. Her mesleğin bir meslek hastalığı var. Öğretmenlik mesleğinin meslek hastalığı; ‘verici olmaktır’. Beyin programlarının hepsini öğrenciye tahsis ettiklerinden kendilerine ne lazım geldiğini sorgulamıyorlar. İnanmıyorsanız, önünüze ilk çıkan öğretmene; öğretmenlerin başlıca beş sorununu sayar mısınız diye sorun. Bir çırpıda asla düzgün bir cevap alamazsınız. Çünkü onlar bu soruyu kendilerine hiç sormadılar ki…

Bunu meslek örgütlerinin yapması gerekir ama hatırı sayılır şekilde örgütlendikleri söylenemez. İdeolojilerin ahtapot gibi kuşatma altına aldığı öğretmenlerin, meslek örgütleri de ideolojik esaslara göre farklılaşırlar.

Bizde ideoloji, bilimden ve hayatın gerçeğinden önce geldiği için öğretmen sorunları da bilimsel olarak ele alınmaz. Çözümüne bilim desteği bulamayan sorunlar, bu yüzden ve daima siyasilerin vaatlerini süsler.

Bir öğretmen sendikamız, öğretmenlerin sorunları hakkında yaptığı çalışmada öğretmenlerin sorunlarını;

% 47 sinin mesleğinde mutsuz,

% 93 ünün emeğinin karşılığını alamadığına inandığını,

% 93 ünün öğretmenlik haklarına ilişkin düzenlemelerden şikâyetçi olduğunu,

% 86 sının MEB’nın adil olmadığına inandığını,

% 65 inin ev ve arabası olmadığını,

%55 inin 5 bin TL den fazla borcu olduğunu,

% 82 sinin okulların derslik, donanım, temizlik ve güvenliğinden şikâyetçi olduğunu,

% 7 sinin eğitim sisteminin gelecekte daha iyi olacağına inandığını açıklıyor…

Oysa bunlar esas sorun değil, esasın doğurduğu sonuçlar… Bunun bile farkında değiliz.

Günün nasıl kutlu olsun istersin? Öğretmenim! (Nasipse bundan sonra ‘Eğitim ve Öğretmen’ konusunda birlikte olacağız.)

Aile İçi Şiddet – 1

0

İnsanlık tarihindeki ilk kurum aile müessesesidir.
Allah(cc) Hz Âdem(as) yaratıp dünyaya gönderince
Hz Havva’yı da O’na eş olarak yarattı.
Ve bunları bir aile yaptı.
Hz Âdem Hz Havva’da huzur bulacak
Hz Havada Hz Âdem ile mutlu olacaktı.
Evliliğin sebebi de huzurlu ve mutlu bir hayat sürmek değil midir?
Aile toplumun çekirdeği, yani tohumudur.
Tohum ne kadar sağlam ve kaliteli olursa üründe o kadar değerli olur.
Tohum bozuk yâda GDO’lu ise o zaman tehlike var demektir.
Evet, burası Dünya
Burada Âdem ile Havva olacak ama
Unutmayalım ki; Şeytanda olacak.
Âdem ile Havva birbirlerinde huzur ve mutluluğu ararken şeytanda boş durmayacak.
Ama insanda akıllı olacak şeytana kanmayacak.
Buraya dönmek üzere bir nokta koyalım.
Son devrin İslam âlim ve mütefekkirlerinden Sait Havva der ki:
Müslüman Dünya, Müslüman aile ile gerçekleşir.
Müslüman aile, Müslüman cemiyeti oluşturur.
Müslüman cemiyet, Müslüman devleti oluşturur.
Müslüman devlette Müslüman dünyayı oluşturur.
Biz buna bir kelime ilave ederek günümüze ve konumuza uyarlayabiliriz.
Şöyle ki;
Huzurlu Müslüman aile
Huzurlu Müslüman cemiyet
Huzurlu Müslüman devlet
Huzurlu Müslüman dünya
Görüldüğü üzere aile dünyanın temeli ve çekirdeğidir
Aile bozulunca ne olur?
Hani meşhur bir söz vardır ya:
Yerden göğe küp dizseler
En alttakini çekseler
Seyreyle sen gümbürtüyü
Sonuç tam bir felaket
Yani günümüzde olduğu gibi
Şu an toplumdaki yaşadığımız sıkıntıların kaynağı
Aile içi huzursuzluklardır
Aile içi şiddet
Koca terörü
Bıçaklamak
Kurşunlamak
Sakat bırakmak
Ailesine bu şekilde davranan insanların
Diğer insanlara karşı sevgi ve saygı çerçevesinde davranması
Hürmetkâr olması, hakka hukuka riayet etmesi beklenebilir mi?
Burada erkeğin yaptığı kesinlikle yanlıştır.
Hoş görülemez
Ama şunu da sormak gerekir
Tek suçlu erkek midir?
Kadın yada kadınlar sütten çıkmış ak kaşık mıdır?
Ailelerdeki intiharların cinayet ve şiddetlerin önlenmesinde
Kadının çok büyük rolü ve önemi vardır.
Yıllar öncesinde babam anlatmıştı
Bu vesile ile O’nu da saygı ve hürmetle yâd edeyim.
Tanıdığı ve sevdiği bir İŞ ADAMI zaman içerisinde iflas eder.
Her şeyini yitirir.
İş adamlığından işçiliğe
Villadan zemin katta kiracılığa düşer.
Bu durum kolay alışılabilecek hemen atlatılabilecek bir durum değil.
Ciddi manada intihar etmeyi düşünür
                                                                 Devam edecek

İrtica – Mürteci

21. Asır reklam asrı, devir moda devri, kelimeler bile bu kaidenin içindedir. Bazı kelimeler yerli yersiz ağızlarda çiğnene çiğnene kokusu kaçmış Amerikan çikletine döndü. “İRTİCA” ve “MÜRTECİ” neredeyse demode olacak. Fakat bir kısım laikçi softalar bu kelimeleri ısrarla söylemeye devam etmektedirler.

“1982” anayasasının 2. maddesi “Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Bu anayasa kuralları herkes tarafından benimsenmiştir. Bunda bir sorun yoktur. Ancak Türk Milletinin inançlarına saldırmayı kendilerine görev kabul eden bazı çevreler bu iki kelimeyi devamlı kullanmakta hatta bazıları bu konuda doktora tezi gibi kitaplar yazmaktadır.  

Şimdi diyeceksiniz ki, isteyen istediği kelimeyi kullansın size ne evet bize ne ama Türk Milleti bu kelimeler üzerinden gerici yobaz nitelemeleriyle itham edilmektedir. Dini bütün insanlar bu yersiz saldırılardan rahatsız olmaktadırlar.

Memlekette demokrasi, demokraside yazı, söz ve düşünce hürriyeti vardır.  

İstikbalde memleket yükünü taşıması gereken Türk gençlerini din ve dini duygulardan uzaklaştırmak için özel çalışmalar yapmaktadırlar. Bu kişiler irticai ve mürteci kelimelerinden birçok tehlikeler tespit etmişlerdir. Bu kişiler bir gözlerine siyah öbürüne yeşil camlı gözlükler takıp dindarlara böyle bakmışlar. Sağ gözden kapkara irticanın horlayıp akın ettiğini, sol gözdende yeşil sarıklı derviş kılıklı mürtecilerin aziz yurdumuzu işgal ettiğini sanmışlar, her fırsatta laiklik aşkına nutuklar çekip laikliğin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk adına konuşma cesaretini kendilerinde görmüşlerdir. 

Biz bu laikçilerin laikliği sakat ve ters anlayışlarına bağlıyoruz. Bu memleketin istikbal hudutları ne toz pembedir, ne de semalarında beliren irtica bulutlarıdır. Türk Milletinin inandığı İslam dininde zorlama yoktur. Bu sebeple de dinini kendi hür iradesiyle kabul eden milletimiz her zaman laik demokratik bir hukuk sisteminden yana tavır koymuştur. İrtica ve Mürteci kelimelerinin Türk Milletinin lugatında yeri yoktur.  

Milletimiz öğrendiği dini bilgilerle saygı, hoşgörü ve vatana bağlılığı kendisine şiar edinmiştir. Ancak insanların inançlarına saldırarak gençlerimizi meyhane kültürü ile yetiştirmeye çalışan bu yobaz kafaların yaptıkları ahlak ve mukaddesatın iflasına sebep olarak ne varsa medeniyet adına gençlerimize enjekte etmeye çalışmışlardır.  

Türk insanının kalkınmasına medar olacak tek inançları kalmış senelerce unutturulmak istenen Allah korkusu ve ibadetlerden vazgeçilen dinin terbiyesi buna irtica deyip yıllarca milleti öz değerinden uzaklaştırmaya çalıştılar.  

Laik düzenden yana olanlar ve İslam Dininin Türkiye’yi geri götürdüğüne inanan kişilerin özleminde de Türkiye, istikbalin, şerefin hatta ailenin bir sözle bağışlandığı yuvarlak masalar. Karının kocaya boynuz taktırdığı kocanın karıya yaldız döktürdüğü salonlar dağdaki eşkıya ya taş çıkartan son asrın kravatlı, pantolonlu masa başı soyguncuları hazineyi, devleti haraca bağlayan kasa hırsızlarıdır.  

İşte bütün bunlar ve sayılamayacak kadar çok karışık bulutlar semalarda heyula halinde dolaşıyor. Varlığı uğruna can koyduğumuz bu şerefli milletin tepesinde biriken zulmet dalgalarını görmemek milletin aziz bildiğimiz mukaddesatını, inancını hedef alan şimşekleri sinesinde saklayan bu keşif bulutları fark etmemek vatan toprağına damla damla düşen yağmur belasının bir gün sağanak olacağına ihtimal vermemek en hafif manasıyla gaflet olur. Gaflet ile hıyanet arasında ise bir bıçak sırtı yol vardır. 

Bütün bu sayılanlar hayal bir bedelin muhtemel dertleri değil öz yurdumuzun içinde öz milletimizin başında dolaşan musibetlerden bir kaçıdır.

İrtica ve mürteci diye saldırdıkları zihniyet on senedir Türkiye’yi yönetiyor. Ne irtica Türkiye’yi işgal etti nede mürteciler sizin korktuğunuz düzeni getirdiler.

Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti bütün kurum ve kuruluşlarıyla işlemeye devam ediyor. Bundan sonrada devam edecektir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir çadır devleti değildir. Tarih yapan, tarih yazan, çağ kapatıp, çağ açan bir milletin devletidir.    

Dersim Üzerine Bir Başka Ders

0

Her açıdan politik bir amaca yönelik olduğu açık olan ‘özürlü özrün’ üzerinden dersler başlığı altından ahkâm kesilmektedir. Siyasî iktidar ve yandaşlarının bahsettiği dersin adı: Dersim Faciasıdır. Dersin adı böyle olunca yaşanan bütün olumsuzlukları cumhuriyetin kurucuları üzerine yüklemek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş esaslarına karşı saldırıya geçmek kaçınılmazdır. Fakat dersin adını: Cumhuriyet’e İçeriden Dış Destekli Saldırılar ve Karşı Önlemler, koyarsak durum değişir. Yaptığınız yorum, iki başlıktan hangisinin öğretmeni olduğunuza bağlıdır. Dersim olaylarından dolayı Başbakan’ın devlet adına dilediği özürde bu çerçevede anlam kazanır.

Meseleye ‘insanî duygular, beklentiler ve temenniler’ açısından bakılırsa Dersim olaylarının sevimsiz ve insanî duyguları inciten içerikte olduğu kesindir. Zaten hiç kimse yaşanan olayların iyi olduğunu söylemiyor. Fakat meselenin bu yönü yaşanan hadisenin bir yüzüdür. Eğer meseleye başka bir açıdan bakar ve konunun adını doğru koyarsak yaşanan olayın mahiyetini kavrayabiliriz: XVII. Yüzyılın başından itibaren kendini savunan ve egemen devletlerin işgali altında kalan ve ölüm kalım mücadelesi sonucunda yeni bir devlet kuran kurucu aklın daha işin başında etnik ve dinsel ayrımcılık üzerinden başkaldıran bir hareketle karşılaşması devletin tavrının keskinleşmesine yol açmıştır. Zira ortada açık bir isyan vardır. Böyle bir durum karşısında devletin ‘futbol maçındaki ihtilafa’ benzer tavır göstermesi gerçekçi bir yaklaşım değildir. Siyasî otorite yeni bir siyasî yaranın açılmaması ve oluşturulmak istenen toplumsal dokunun parçalanmaması için gereken her türlü önlemi almış ve tavrını koymuştur.

Eğer meseleye böyle bakılmazsa dersimizin gereği olarak karşımıza iki mesele çıkar:

(a) İsyan meşrudur, isyana karşı yapılan her türlü önlem ve savunma batıldır.

(b) Dersim’de hiçbir kalkışma hareketi olmamıştır. Devlet masum insanları öldürmüştür. Karşımıza sorun olarak çıkan her iki çıkarım da boş ve anlamsızdır.

Çünkü ‘İsyan meşru ve ona karşı devleti savunma batılsa’ sizin PKK ve KCK’ye yönelik aldığınız önlemlerin ve savunmaların adını koymanız gerekir? Bize göre devlet, milletimizin birliğine ve bütünlüğüne saldıran bir örgüte karşı mücadele vermektedir. Yoksa siz ‘Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i her türlü saldırıya müstahaktır’ anlayışına sahipsiniz de oyun mu oynuyorsunuz. Eğer oyun oynamıyorsanız, adı farklı ama mahiyeti aynı olan bir konuyu gündelik siyasetin parçası yapmazsınız. Kaldı ki tarihî, sosyolojik ve hukukî değerlendirme yapmadan bir isyan hareketine yönelik olarak yapılanlardan özür dilemek barışın kapısını açmak değil, isyanı meşrulaştırmak ve önünü açmak anlamına gelir. Böyle bir siyasî bağlamdan iktidarın topluma şöyle bir çağrıda bulunduğu sonucunu çıkarmak mümkündür: Cumhuriyetin kurucu aklını oluşturan şahsiyetlere ve cumhuriyetin kuruluş esaslarına yönelik her başkaldırı ve saldırı meşrudur. Söylem-iktidar ilişkisi açısından takınılan siyasî tavır son derece sakıncalıdır. Çünkü bu tavır kısa bir zaman içinde çağrı niteliğine bürünebilir ve her türlü başkaldırı hareketini meşru görmenin yolunu açar.

Bir eylemin amacı ile sonucu arasındaki bağı koparan her yorum, meselenin bir parçasını esas aldığı için içeriğini boşaltır. Tarihî durumun kendine özgü hassasiyeti, kalkışma hareketine bağlı olarak siyasî otoritenin aldığı önlemleri, kullandığı araçları ve yaptığı fiilleri bir facia olarak nitelemenin götürdüğü sonuç şudur: Dersim’de hiçbir kalkışma hareketi olmamıştır. Devlet masum insanları öldürmüştür. Böyle bir iddia açık bir çarpıtmadır. Fakat bu iddia, sadece çarpıtma ve tahrifatla izah edilemez. Çünkü kalkışma hareketi bütün tarihî kayıtlar ve raporlarla tespit ve tescil edilmiştir. Söz konusu iddiayı dile getirenler ve kalkışmaya masum gösterenler kurucu aklın temsilcilerini öteki kalıbına yerleştirenlerdir. Uzun süredir bu algıyı üreten ve bunun üzerinden toplumu iğfal edenlerin derdi, Dersim’de ölenler değildir. Sevimsiz ve üzücü bir tarihi olayı, üretilen algıyı tahkim etmek için kullanmak siyasî istismardır. Zaten basın ve yayın organlarında yapılan yorumlar ve nitelemeler gerçek amacın ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Üretilen ötekine karşı nefret ve kini derinleştirme operasyonu, siyasî gücü yaymak ve tahkim etmektir. Çünkü ülkemiz, av mevsiminden hasat mevsimine doğru evirilme sürecine girmiştir.

Meselenin adı farklı olsa da illet ve hüküm itibariyle aynı olan bir kalkışma hareketine karşı alınan önlemler ve bastırma hareketinden dolayı özür dilemek, önümüzdeki süreçte PKK ve KCK’ye karşı verilen mücadeleden özür dilemenin kapısını açmaya zemin oluşturmaktır. Böyle bir siyasî duruşun ucu oraya gider. Kaldı ki siyasî iktidar bırakın kalkışma hareketini kendine muhalefet eden birçok kimseyi sorgusuz, sualsiz tutuklayıp hapiste tutmaktadır. İnsanlar intihar etmekte ve hastalanarak ölmektedir. Tablo ortada olduğu halde sesini çıkartmayanların Dersim meselesine gelince hassaslaşmaları ‘biçimsiz çelişkilerin kozmik evreninde seyyah olmaktan’ kaynaklanmıyor. Bu üzerinde düşünülmüş siyasî planın gereklerine uymanın sonucudur. Söylenmek istenen şudur: Özgürlüğünüz, öteki ilan ettiğimiz şahsiyetlere ve anlayışlara saldırmakla orantılıdır. Bu amaç için her aracı kullanmak mubahtır. Dersim dersinin bize söylediği budur.

 

Bedelli Askerlik, Vicdani Ret ve Profesyonel Ordu

0

Memleketin imkânlarından en çok istifade eden sosyal kesim oldukları halde, her Türk Erkeği’nin namus borcu olan Askerlik Hizmetini dahi Fakir-Fukara ile Garip-Guraba’nın üstüne yıkmaya çalışan Varlıklı Kesimlere müjde. Anayasada herkesin eşit olduğu vurgulanmasına ve 72. maddede “Vatan Hizmetinin her vatandaşın hakkı ve ödevi olduğu” belirtilmesine rağmen “Bedelli Askerlik” dördüncü kez çıkıyor.

30 yaşından gün alan ve aslında 28 yaşından itibaren kaçak olan kişiler, 30.000TL “yarısı başvuruda peşin, diğer yarısı 6 ay sonra” vererek, daha önce uygulanan 21 gün temel eğitimi dahi yapmadan, askerlikten muaf olacak. Yurtdışında yaşayanları ilgilendiren dövizli askerlik de yumuşatıldı ve 38 yaş sınırı kaldırıldı. Onlarda 10.000 Euro vererek, daha önce uygulanan 21 gün temel eğitimi yapmadan, askerlikten muaf olacak. Çok şükür şimdilik vicdani redde geçit yok!

1987 ve 1992’de bakaya kalanların sayısını azaltmak, 1999 da ise Marmara Depremi hasarlarını sarmak için çıkartılan Bedelli Askerlik; bu milletin evlatlarına yapılan büyük bir haksızlık ve zulümdür. İş başında olan hükümetlerin sabit ve dar gelirliler ile muhtaç insanları saf yerine koyarak, zengin ile güçlüden yana olmasıdır. Atamalı Milletvekillerinden oluşan TBMM’nin sesini çıkarmadığı bu karar “Seçim Sistemi ile Partiler Kanunun değişmesini ve halkın seçme ve seçilme özgürlüğüne kavuşmasını” zorunlu kılmaktadır. Ver paranı canın sağ olsun, ver canını vatan sağ olsun mantığı yanlıştır. 1.000 yıldır nice Kınalı Kuzuları Şehit ve Gazi vererek ayakta kalmayı başardığımız bu zor coğrafyada, Vatan borcunun bedeli olmaz. Hükümet kamu vicdanını yaralayacak bu adaletsiz uygulamayı Resmi Gazete’de yayınlanmadan durdurmalı ve yapılan hatadan çok geç olmadan dönmelidir.

AB istiyor, AİHM diretiyor, entel-dantel takımı ile dönmeler-devşirmeler ve bölücüler bekliyor diye ülkenin gündemine sokulan “Vicdani Ret” ise; 25 yıldır terörle mücadele edilen bir zeminde çok sakıncalıdır ve TSK’ni tasfiye etmek demektir. Bir taraftan gençler PKK’nın dağ kadrosuna çıkmasın diye uğraşılırken, diğer taraftan vicdani ret ile bu yolu açmak büyük sıkıntılar doğurur. Ülkeyi yöneten hiçbir hükümet bu tuzağa düşmemelidir.

Terör ve suç örgütleri ile bazı cemaat ve tarikatların baskısıyla, belirli etnik-dini ve mezhepsel gruplara mensup insanlar “vicdani retçi” olabilir ve hem İslam Dininde hem de Türk Kültüründe kutsal olan askerlik görevinden kaçmak isteyebilir. Vicdani ret düşünmeyen insanlar da bu durumdan olumsuz etkilenerek askerlikten soğuyabilir. Bu durum profesyonel orduyu zorunlu kılarak TSK’ni zayıflatır, Türkiye üzerinde planları olan emperyal güçlerin iştahını kabartır, devlet ile milleti ayırır, ayrılıkçı hareketleri artırır ve ALLAH korusun ülkeyi bölünmeye sürükler. Unutulmamalıdır ki, bu ülkede yaşayan herkes doğumundan-ölümüne kadar Türk Ordusunun sağladığı güven ortamından faydalanmaktadır. Dolayısıyla nasıl adaletin verdiği cezayı, maliyenin aldığı vergiyi kimse ret edemiyorsa, anayasal bir kamu görevi olan askerliği de hiç kimse ret edemez.

Profesyonel Ordu ise; İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinde görevi “Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak” olan TSK’ni; Emperyal Ülkelerin emrinde savaşacak bir Lejyon Ordusu yapacağından, çok tehlikelidir. Hiç kimse dünyanın en eski ve köklü ordusu olan TSK’ni Özel Güvenlik Şirketi gibi görmemeli ve onu milletin canını-malını ve namusunu koruyacak son kale olmaktan çıkarak “para için savaşan bir kurum” olmasına geçit vermemelidir. Bu kapsamda sözleşmeli subay ve astsubaylar ile uzman erbaş ve erler de sorgulanmalıdır.

Ordunun hiyerarşik piramidi düzelsin ve küçük rütbeli personel açığı kapatılsın diye başlatılan uygulama, sözleşmeli erle profesyonel orduya doğru götürülmektedir. Bazı birliklerin tamamı profesyonel hale getirilmiştir. Alınan bu personelin yaşı ilerleyince kadrosuzluktan ötürü sözleşmesi yenilenmeyecek ve kıdem tazminatı verilerek ilişiği kesilecektir. Peki, emekli maaşına hak kazanmayan ve askerlikten başka bir şey bilmeyen bu insanlar, sivil hayatta tutunamazlarsa ve geçim sıkıntısına düşerlerse ne yapacaklardır?

Bu yüzden devlet sözleşmeli personel sayısını abartmamalı, bu kişilerin ordudan ayrıldıktan sonra terör ve suç örgütlerinin ağına düşmemesi için gereken tedbirleri almalı ve kamu kurum ve kuruluşları ile özel güvenlik şirketlerinde öncelikle istihdam edilmeleri için yasal düzenleme yapmalıdır. 

Eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin dahi özelleştirildiği ve ücretler ile istihdam dâhil hiç bir konuda eşitliğin kalmadığı ülkemizde; hiç olmazsa Peygamber Ocağı olarak görülen Türk Ordusunda adalet olmalıdır. Maddi durumu iyi olup bedelli ve dövizli askerlik yapan Mehmet Efendilere, okuma imkanı bulup 6 ay kısa dönem askerlik yapan Mehmet Beylere ve vicdani retçi olup hiç askerlik yapmayalım diyenlere; 15 Ay askerlik yapan Mehmetçikler ile onların aileleri ve yakınları ne diyeceklerdir?

Elbette çifte standart yaratacak bu kanunlar çıktıktan sonra faydalananlara bir şey denilemez. Ancak TSK’ni özel sektör gibi gören bu kapitalist mantık; kamu vicdanını yaralayacaktır. Peki, parayla askerlik yapanların vicdanları; Vatan, Millet ve Bayrak uğruna Şehit ve Gazi olan Kahramanları gördüklerinde sızlamayacak mıdır? Türk Milleti “madem askerliğin bedeli 30.000TL ve bunu ödeyenler yapmıyor, o halde yapanlara niçin bu bedel ödenmiyor” diye sormayacak mıdır?

En doğrusu; bedelli askerlik ile vicdani reddi ülkenin gündeminden tamamen çıkarmak, TSK’ni “sadece devamlılık isteyen kadroları uzman erbaşlarla takviye ederek” yarı profesyonel hale getirmek ve rahatsızlığı nedeniyle askerliğe elverişli değildir raporu verilenlerin dışındaki her Türk Gencinin “Vatan ve Millet için 1 yıl askerlik yaptığı” daha adil, eşit ve makul bir sisteme geçmektir. Böylece askerler için yapılan masraftan 3 ay tasarruf edilecek, devlet bedelliden daha fazla maddi yarar sağlayacak ve kamu vicdanı zedelenmeyecektir.

Akıl ve izan sahibi olan tüm kişi-kurum ve kuruluşlar ile sivil toplum örgütleri, yapılan tüm adaletsizliklere karşı; milli ve demokratik tepkisini göstermeli, iş başında olan hükümetlere baskı yapmalı ve devlet ile milleti sıkıntıya sokacak “bedelli askerlik ve vicdani ret” gibi yanlış uygulamalara engel olmalıdır.

Ekonomide Kıyamet Senaryosu

HİÇ BİR ŞEY SÜRPRİZ OLMAMALI: Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, ekonomik açıdan çok tehlikeli bir dönemden geçtiğimizi net ifadelerle açıkladı: “Hiçbir şey sürpriz olmamalı. Kimse ‘Biz bu kadarını da beklemiyorduk’ dememeli ve tedbiri elden bırakmamalı.” Babacan “Dünyanın son yüzyılın hiçbir dönemiyle mukayese edilemeyecek kadar karmaşık bir dönemden geçtiğini belirterek, “Global krizin vardığı şu noktada hem hükümetin hem tüm devlet kuruluşlarımızın, hem şirketlerimizin farklı senaryolara hazır olması gerekecek. Hiçbir şey sürpriz olmamalı bu dönemde. Şirketler böylesi bir ortamda tedbiri elden bırakmamalı.

Bu dönemde ‘deve adımları‘ ile yürümeliyiz. Deve yürüyüşü çok sağlamdır. Develer çölde, çok uzun ve zorlu yolu bu sağlam adımlarla alırlar, hedeflerine de ulaşırlar. Bizim de öyle gitmemiz lazım” dedi.

TÜRKİYE KÜRESEL EKONOMİYE ENTEGRE: Özal’dan bugüne Türkiye dünya ekonomileri ile entegre hale geldi.  Küresel ekonomik şartlardan bağımsız bir davranış göstermesi mümkün değil.

Son on yılda Türkiye’nin gerçekleştirdiği büyüme rakamları ve fiyat istikrarı, küresel ekonominin yaşadığı olumlu şartların eseriydi. Türkiye 80 yılda yaptığı dış borcun üç katını son sekiz yılda yaptı. Küresel finans bolluğu ve Türkiye’de siyasi istikrar sebebiyle nispeten düşük faizli borç bulmada zorluk yaşanmadı. Bunun üstüne Türkiye’nin en önemli kaynakları ve şirketlerinin yabancılara satılması da gerçekleşti.

Ege Cansen saygın bir ekonomist. 1999 dan bu yana Türk Ekonomisini değerlendirirken özetle şunları anlatıyor:

“2001 krizi sonrasında ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Planı’ hazırlandı ve ekonomi kısa sürede toparlandı.” Kokuşmuş bankacılık sistemi ıslah edildi. “2002 Kasım’ında iş başına gelen AKP enkaz değil büyüyen bir ekonomi devraldı. Lakin bu büyümenin bir garantisi yoktu. AKP bu zemin üzerinde kendi politikalarını uygulayarak bu güne geldi.” Ege Cansen devam ediyor:

KÜRESEL ŞARTLAR: “2000-2010 dönemi gelişmekte olan ülkelerin altın çağı olmuştur.

50 yıldır devalüasyon- enflasyon sarmalından kurtulamayan ve ikide bir krize giren başta Arjantin ve Brezilya olmak üzere Latin Amerika ile Batıya uyum sorunu yaşayan Doğu Avrupa ülkeleri” büyüme ile fiyat istikrarını bir arada gerçekleştirme kıstaslarına göre Türkiye kadar başarılıdır. Oralarda da ünlenmiş siyasi önderler vardır ama ne bir Derviş ne de Erdoğan efsanesi yoktur.

Son 10 yılına damgasını vuran ve Türkiye’nin de çok yararlandığı küresel oluşum Çin’den gelen ucuz sanayi malları ile Batı’dan kaynaklanan ucuz dış finansmandır.”

Eski Merkez Bankası Başkanı (halen Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olan) Durmuş Yılmaz da benzeri bir tespitte bulunuyor: “2001 yılında yaşanan kriz bizim için bir nimettir. Cenab-ı Hakk’ın koruyucu eli bizim üzerimizde olmuştur. Eğer biz bu krizi o zaman değil de bugün yaşasaydık, bugün durumumuz çok daha kötü olurdu. Biz krizi o zaman yaşadık ve dersimizi aldık. 90’lı yıllarda talan ettiğimiz bankacılık sisteminin, soygunun ceremesini ödedik ama sonunda aklımızı başımıza aldık. Bugün geldiğimiz sağlam zemin üzerinde dimdik ayakta durma noktasına geldik” dedi.

CARİ AÇIK VE DÜŞÜK BÜYÜME POTANSİYELİ: Durmuş Yılmaz bu yapısal problemimizi ve çaresini de anlatıyor: “Bizim büyümemiz ile cari açık arasında bir ödünleşme var. Biz büyürsek cari açık artıyor. ‘Cari açık sorun olmasın, düşük, sürdürülebilir cari açık olsun’ derseniz, o zaman düşük büyümeye razı olmamız lazım.”

“Potansiyel büyüme hızımız yüzde 5-5,5 seviyelerinde.   Bu yüzde 9’luk 10’luk büyümeyi sağlayacak bir altyapı değil. Bizim ne yapıp yapıp potansiyel büyüme hızını büyütmemiz lazım.”

“Şu anda 2,5 milyon insan işsiz. Her yıl tarım kesiminden 500 bin insan çıkıyor ve emek kesiminde iş arıyor. (Ayrıca nüfus artıyor.) Dolayısıyla bizim hızlı büyümemiz lazım.”

“Hızlı büyümemiz için de cari açık ile büyüme arasındaki ödünleşmeyi ortadan kaldırmamız lazım. Bunun için ne yapıp yapıp tasarruf oranlarını artırmamız, üretmediğimiz ürünleri üretir hale gelmemiz lazım.”

KÜÇÜK KIYAMET: “Kriz gelecek mi?” sorusu yerine vatandaş mevcut halde ne durumda olduğuna bakmamız daha uygun olacak.

  • Ø “Kredi kartı borçları geçen yıl yüzde 23 artmıştı. Bir yüzde 20 de bu yıl arttı.”
  • Ø Kart sahipleri, son 12 ayda borçlarının yüzde 50’sini ödemede gecikti. Bu da yaklaşık 3.7 milyon kart sahibini suçlu haline getirdi.
  • Ø 2.5 milyon kart sahibi ise, borcunun sadece minimum bölümünü ödeyebildi.
  • Ø Kart sahiplerinin yüzde 6.9’u, borçlarını 90 gün geçirmek suretiyle suçlu olmuş durumda. Gelecek yıl, kredi kartı suçlu oranının yüzde 9’u geçmesi bekleniyor.
  • Ø Kartların faizinin çok fahiş olduğunu, yüzde 29‘a ulaştığını herkes bilmesine rağmen bu ödeme gecikmeleri oldu.

Ekonomimiz iyiye gitseydi bu oranların artması değil, düşmesi gerekirdi.

Nasrettin Hoca “hanım ölürse küçük kıyamet demek, ben ölürsem büyük kıyamet” demiş. Demek ki bir kesim için “küçük kıyamet” başlamış. Bir kesim sırada. “Büyük kıyamet”ten yani ülke ekonomisinin genel dengelerinin bozulmasından Allah saklasın.

DOĞRU GÜNDEMLE UĞRAŞMALI: Banka borcunu ödeyemeyen insan sayısının artması, hırsızlık, gasp ve dilenciliğin artışıdır. İşsizlik ve ödenemeyen borçlar aynı zamanda fakirlik, sosyal dokunun, aile yapısının ağır darbe alması demek.

Dersim için özür dilemek de, yeni Anayasa tartışmaları da, ABD’nin isteğiyle yapılacak Suriye’ye muhtemel müdahale ve İran ile Türkiye Bankaları arasında ilişkilerin dondurulması da bu gidişi önlemez bilakis hızlandırır.

Ekonomimizin yönetiminde IMF‘nin devrede olmaması bu kritik dönemde iyi. Ülkemizde yeterince yetişmiş uzman olduğu kanaatindeyim.

Yeter ki devletimizi yönetenler geçici siyasal hesaplar uğruna yapılması gerekenlerin zamanında ve tam olarak uygulanmasına engel olmazlar. Doğru gündemle uğraşır, doğru kararların alınmasına yardımcı olurlar.

Ölüm İlanları

Çocukluğumdan bu yana en büyük meraklarımdan biri, Türk medyasının amiral gemisi olan Hürriyet Gazetesi’ndeki ölüm ilanlarını çok dikkatli bir şekilde okumaktır.
Aynı şeyi başka bir nedenle Prof. Yalçın Küçük‘ün de yaptığını duyunca hiç şaşırmadım. Bana göre ölüm ilanlarını takip eden sadece bizler de değiliz.

Hürriyet Gazetesi’nin ölüm ilanlarını okuyunca bir çok çıkarımlarda bulunarak, Türkiye’nin tarihi ve sosyolojik yapısı hakkında bazı sonuçlara ulaşabilirsiniz. Tabii ki; doğru yorumlara varabilmek için elbette tek veri ölüm ilanları olamaz ama yine de ölüm ilanları bu açıdan üzerinde durulması gereken önemli belgelerdir diye düşünüyorum.

Ölüm ilanları okuyana birden fazla şeyi anlatır. Aşkı, vefayı, ölümsüz duyguları, saygıyı, dini ve milli yapıya bağlılığı, nefreti, arkadaşlığı, dostluğu ve bunlara benzer insani yaklaşımları; ölüm ilanlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Bazen kimin kimle akraba olduğunu öğrenmek çok şaşırtıcı ve aynı zamanda düşündürtücü olabilir.

Ayrıca ölüm ilanlarının satır aralarında başkalaşmayı, ötekileşmeyi, değişmeyi ve gizlenmeyi de görürüz.

Bir insan niçin yaşam süresi boyunca başka biri gibi görünmeye, bukalemun gibi renk değiştirmeye veya etnik ve inanç yapısını gizlemeye çalışır? Eğer siz içinde yaşadığınız toplumla kardeşlik hukuku içinde bir dostluk anlayışı ile yaşıyorsanız başkalaşmaya, ötekileşmeye ve gizlenmeye ne gerek vardır?

Ancak içinde yaşadığınız büyük topluluktan farklı ve genel yapının aleyhine bir şeyler düşünüyor ve de yapıyorsanız, o büyük topluluk kendini korumak maksadı ile görünür veya görünmez savunma mekanizmalarını harekete geçirir ve buna karşılık sizde saklanmak zorunda kalırsınız. Bu dünyanın her tarafında yaşam süren toplumlar için geçerlidir. Ölüm ilanları bu saklanmanın sona erdiğini gösteren belgelerdir.

Örneğin ABD’ye göç etmiş Türkler ile AB ülkelerinde yaşayan üçüncü ve dördüncü nesiller, hiç hak etmedikleri halde, gördükleri baskı ve ayrımcılık nedeniyle kendilerini saklar hale gelmişlerdir. Son okuduğum ölüm ilanlarının birinde, uzun yıllar önce Amerika’ya yerleşmiş Türklerden birinin Barbara isimli bir hanımla evlenmiş, çocuklarına Kathryn, John, Amy, Susan, Michael torunlarına da Aaron, Claire, Liana ve Sylvie isimlerini vermiş olduğunu gördüm. Bu ölüm ilanı bana göre başta asimilasyon olmak üzere bir çok şeyi anlatmaktadır. Çünkü gurbet, yalnızlık duygusu, geçim derdi ve din farkı başta olmak üzere bir çok şey, insanı kendi olmaktan uzaklaştırabilir.

Bizim ülkemizde ise binlerce yıldır Türk devletlerinin himayesinde kardeşlik hukuku içinde ve daima Türk’ten daha üstün tutulmak suretiyle yaşayan bazı insanların; dış güçlerin tahriki ile ekmeğini yedikleri Türk milletini arkadan vurması sonucunda baskı görmeleri ve nihayetinde ülkeyi terk etmeyenlerin toplum içinde inanç ve kimliklerini gizlemeleri bilinen bir vakıadır. Fakat her nedense bu durum açığa vurulmamaktadır…

Şimdi her nedense bahsettiğimiz meseleden dolayı gizlenmiş olanların eski hastalıkları depreşmiş olacak ki; Türk devletini ve milletini zayıf görerek dış güçlerden aldıkları destekle eksik kalmış hesaplarını görmeye çalışmaktadırlar. Son yıllardan yaşadığımız olayların, bu açıdan bakıldığında oldukça düşündürücü olduğu anlaşılmaktadır.

Kendilerini ısrarla saklayan sabetayistler, gizli ermeniler, rumlar, süryaniler ve bunların benzeri olan mikro milliyetçiler, Türk ve Müslüman gözükmek sureti ile toplumun büyük kesimini aldatmakta ve yanıltmaktadır.

Hrant Dink, Türkiye’de kimliğini gizleyen Ermenilerin sayısı hakkında “300 bin rakamının abartılı olduğunu düşünmüyorum. Bence daha fazladır. Diasporaya bunu sıkça söylüyorum. Türkiye’de tek kişinin(ermeni) varlığını bilmek, ruh haline yardım etmek yurt dışında alınmış yüzlerce parlamento kararından ehemmiyetlidir.” diyordu.

Düşünceme göre, hangi inanca ve etnik kökene mensup ve Türk milletine karşı hangi ihanet tuzağına düşmüş olursa olsunlar; bunlar bizim insanımızdır. Bu nedenle kendilerini toplumdan gizleyecek hiçbir neden bulunmamaktadır. Türk milleti; kendisine yapılanlardan dolayı asla kin tutmayacak ve af sınırları çok geniş olan büyük bir millettir. Bu sebeple saklanmaya da gerek yoktur.

Ancak üzerinde durulması gereken en önemli nokta; bu insanların bin yıllık Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kendilerini gizleme gereği duymamalarına karşılık günümüzde saklanma ihtiyacı hissetmeleridir. Yoksa bizim bilmediğimiz bir şeyler mi vardır?

Şahsen; Orhanların Ohannes, Samilerin Samuel veya Salamon, Rıfatların Rafi, Yusufların Yosef olduğunu ölüm ilanlarında ve içlerine onlarca yıldır sakladıkları dertlerini Bülbülderesi veya Zincirlikuyu gibi mezarlıklarda gezerken öğrenmek istemiyorum.

Bu insanlar bir kabahat mi işlediler veya halen aleyhimize bir şeyler mi yapıyorlar ki; bizlerden kendilerini gizleme gereği duyuyorlar?

Tekrar ediyorum; bunlara hiç gerek yok. Çıksınlar “şuyum buyum, hıristiyanım, museviyim, yezidiyim, müslümanım”  diye göğüslerini gere gere söylesinler. Ama yapamazlar…

Yaparlarsa takke düşer kel görünür. Türk toplumu üzerindeki etkileri hemen sıfırlanır. Sözlerinin, paralarının, bilgilerinin hiçbir ehemmiyeti kalmaz. Dünyanın dört bir köşesindeki akrabaları deşifre olur. Sermaye hareketleri sırıtır. Statülerini koruyamazlar. Ve böylece maymun gözünü açar. Onun için yapamazlar  ya da yapmazlar…

Ölüm ilanları; bu sırların hepsinin açığa çıktığı ve satır aralarında gizli şifrelerin ve mesajların bulunduğu belgelerdir. Sizlere de ölüm ilanlarını okumanızı tavsiye ederim. Bir müddet sonra zevk almaya başladığınızı görecek ve hem insan ilişkileri açısından hem de yaşadığımız ve de tartışmaya başladığımız olaylar açısından şaşkınlıklar yaşayacaksınız.

Ben bu ölüm ilanlarında, gündemimizdeki Dersim, Alevilik, bedelli askerlik, füze kalkanı, Arap Baharı, Suriye ve diğer meselelerle ilgili ipucu arıyorum. Belki bir şey bulur ve öğrenirim diye…