Van Depremi ve Düşündüklerim

54

1972 yılı mezunu İnşaat mühendisiyim.1968-1972 yılları arasındaki mühendislik eğitimim esnasında proje yaparken deprem hesabını nasıl yapacağımı öğrettiler. Önceki yönetmelik tek istikamette yanal yüklerle yapılan deprem hesabını yeterli bulurken, sonraki yönetmelik çift istikamette yanal yüklerle yapılan deprem hesabını gerekli görüyordu.

O yıllarda zemin etüdünü inşaat mühendisleri yapıyordu. Okulda zeminin üzerine yükleme tablası koyarak, üzerine belli zaman aralığı ile birer torba çimento yükleyerek inşaat yapılacak zeminin 15-20 cm altının taşıma gücünün pratik olarak nasıl bulunacağını öğrettiler.Mevcut zeminin elle ufalanarak eldeki tablolardan zemin cinsinin nasıl bulunacağını öğrettiler.

Böylece elde edilecek zemin değerlerinin binaların statik hesaplarında zemin taşıma gücü değeri olarak kullanılabileceğini öğrettiler. Zemin sıvılaşması, zemin periyodu, kaya zemin üstünde yumuşak zemin oluşumu, zemin içinde boşlukların varlığı, aynı bina zemininde hem sert hem de yumuşak zemin olabileceği kavramlarını öğretmediler. Pratik hesap tabloları ile taşıma gücü hesaplarını öğrettiler.

Deprem esnasında bina periyodu kavramını öğretmediler. Bu hesaplarla yaptığımız projeleri mühendisler odası da harcını alarak tasdik etti. Aynı şekilde oda tasdikinden geçmiş projelerin üzerine ” hesaplardan  dolayı sorumluluk kabul edilmez” diye mühür basarak belediyelerde bu projeleri onayladılar. Ruhsat verdiler. Uygulamaları hiçbir şekilde denetlemediler. Bilahare yapıların çoğuna gitmeden Yapı Kullanma İzni(iskan) verdiler.

Bütün bu işlemler ilgili bakanlığın bilgisi ve izni dahilinde oldu. İnşaatların nasıl yapıldığını gerek belediyeler, gerek meslek odaları gerekse ilgili bakanlık yakından biliyordu. İnşaatta Betoniyer kullanan inşaat yapıcısı ( bunlara müteahhit deniliyordu ama ben demiyorum) lüks inşaat yapıcısı idi.

Özel inşaatlar genellikle dere yakınsa dereden, deniz yakınsa denizden getirilen çakılın yapı önüne dökülerek üstüne o günkü kabul edilen oranda çimento çuvallarının atılıp, kürekle torbaları yırtılmak sureti ile çakıla katılarak bir miktar su ile karıştırılmak sureti ile elde edilen betonla yapılırdı.

Çimento 1975-1978 yılları arasında ihtiyaç oranında üretilemiyordu. Bu nedenle siyah çimento en yakın yer olan  Romanya’dan, beyaz çimento ise Hollanda’dan ithal ediliyordu. Romanya – İstanbul arasında gemilerle Karadeniz’i geçen toz çimento, gemilerin ambarında nemden dolayı donuyordu. İstanbul limanında gemilerin güvertelerine öğütme makineleri konularak taşlaşan çimentolar öğütülüp güvertede yeniden torbalanıyordu.

Demir ise karne ile veriliyordu. Karabük Demir Çelik Fabrikası grevler nedeni ile  talebe yetişemediğinden  Romanya’dan, Bulgaristan’dan, Arnavutluk’tan hurdadan çekilme sert, kırılgan ve yassı demirler ithal edilerek piyasaya sürülüyordu.

Çoğu şehirlerde su sıkıntısı vardı. Bilhassa yaz aylarında hat safhaya çıkan su sıkıntısı nedeni ile dökülen betonlar çoğunlukla menşei belli olmayan taşıma su ile hazırlanıyor, dökülen betonlar belediyelerden temin edilen ve içinde ne suyu olduğu belli olmayan arazözlerle sulanıyordu.

Belediyeden temin edilen bir arazöz suyun bedeli çok yüksek olmakla beraber temin etmekte kolay değildi. Herkese sıra ile ve belli miktarda su verildiğinden sadece döşeme tablasının sulamasına yeten su nedeni ile kolonların sulanması ihmal ediliyordu. Hiç kimsenin kontrol etmediği, tamamen ustaların (ki eline keseri alan ben inşaat ustasıyım dediği bir dönemde) insafına kalmış olan 1975-1980 yılları arasında yapılan yapılardan nasıl bir performans beklenebilirdi. Hesaplarından imalatına kadar bir sürü eksiklik, hata, ihmal ve hile bulunan bu yapıların, içlerinde barındırdıkları insanları 1999 yılı 17 Ağustos gününe kadar sağlıklı olarak muhafaza etmeleri bile bir mucize idi.

Sonuçta bütün bu olumsuzlukları 17 Ağustos Marmara depremi affetmedi. On binlerce insan öldü. On binlerce insan yıkıntı altından sağlam veya sakat çıkarıldı. Mahkemeler açıldı. Bu depremin bir çok suçlusu olmasına rağmen, gerek kamu gerekse sivil toplum kuruluşları kendilerini akladılar. Ünvanlı olan bilirkişiler genellikle raporları bütün bu olumsuzlukları bilmeyen  yeni mezun genç asistanlarına hazırlattığından verilen raporlarla  İnşaat Mühendislerinin bir kısmı ile,Yapımcıların bir kısmı cezalandırıldılar.

Üst üste yapı yönetmelikleri değişti. Standartlar değişti. Yapı denetim firmaları kuruldu. Anma etkinlikleri düzenlendi. Konuşmalar yapıldı. Geleceğe dönük vaatler verildi.Aradan 12 yıl geçti.

“Unutmadık,unutturmayacağız” dendi. Sadece acısı olanlara acılarını hatırlatmaktan öteye gidilemedi. Afet kanunu çıktı. Kamu kurum ve kuruluşları afet planları yaptılar. Her kurum  BEN HAZIRIM dedi. 2006 yılından sonra bir kez dahi kapsamlı AFET TATBİKATI YAPILAMADI.

Her kurum ben hazırım diyerek kendini avuturken 6 Kasım 2011 de 7.2 büyüklüğündeki Van depremini yaşandı. Marmara depreminden deneyimli olanlar kısa zamanda Van’da görev aldılar. Bir çok bakan Van’da toplandı. Van Valisi deprem konusunda tecrübeli olmakla birlikte Bakanlara refakat etmekten görevini yapmaya fırsat bulamadı.Van’da ki bir çok resmi görevli sık sık gelen protokole hizmet etmek zorunda kaldı. Bu nedenle asıl işlerini zamanında  yapamadılar.

Vali yardımcılarının yeterli deneyimleri yoktu. Olaya zamanında ve gereği gibi müdahale edemediler. Depremin ilk günlerini sağlıklı olarak yönetemediler. Hükümetin yetkili Bakanı Van’a gelir gelmez ilk fırsatta  Kızılay’ı suçladı. Zaten Marmara depreminde de günah keçisi Kızılaydı. Afet yasasına göre çadırı temin etmek Kızılay’a aittir. Çadır kenti kurmak Kızılay’a aittir. Çadırları dağıtmak Kızılay’a ait değildir. Çadırların dağıtımındaki aksaklıktan sivil toplum kuruluşu olan Kızılay sorumlu olamazdı. Çadırların yağmalanmasından sorumlu olamazdı. Çadırların uygunsuz gurupların eline geçmesinden sorumlu olamazdı. Ama maalesef oldu.

Türk Kızılayı’nın afetlerdeki hizmetleri uzun soluklu bir hizmetler zinciridir. Barınma, ısınma, iaşe hizmetleri birkaç gün içinde tamamlanan hizmetler değildir. Depremden sonra azami on gün içinde Van’dan bir çok gurup görevlerini tamamlayıp ayrılmıştır. Halen Kızılay oradadır. Uzun bir sürede orada kalacaktır. Ayrıca bu hizmetleri devletin kurumlarıyla müştereken yapmadan tek başına Kızılay’ın karşılaması da düşünülemez.

!7 Ağustos 1999 dan sonra Türk Kızılay’ı bireysel çadır konseptini Çadır kent olarak değiştirmişti. Mevlana evleri imal ettirmişti.Van ve Erciş’in yerleşim ve sosyal yapısı dolayısı ile Çadır kent konsepti başarılı olmadı.Çünkü köyler mezra şeklinde olduğundan, gelişi güzel toplanıp üst üste konulan taşlardan yapılmış yapıların yerle bir olması dolayısı ile aralarında 500-1000 metre mesafe bulunan 5 er ve 10 ar lı yapı kümelerinden müteşekkil mezraların sahipleri çadırlarını bu yığıntıların yanına kurup,hayvanlarını burada beklemek istiyordu. Basının haber adına en küçük bir yakınmayı ekrana taşımaları dolayısı ile Van’a giden yardımlar hesaplanamaz hale geldi.

Marmara depreminde tüketilen çadır kadar Van’a çadır gittiği halde Van’da ki ihtiyaç bir türlü karşılanamıyor.Yıkılan ev sayısı belli olduğu halde kışlık mont ve bot ihtiyacı şaşırtıcıdır. Daha önce bu insanlar ne giyiyorlardı. Marmara depremi ile Van depremi arasındaki yıkılan bina oranındaki ciddi fazlalığa rağmen Kış ve Yaz farkının ihtiyacı artırmış olması da dikkate alındığında her zaman olduğu gibi bazı konularda abartıların had safhada olduğu kanaatindeyim.

Depremden sonra Van için yapılan ve yapılacak olan deprem yatırımının 1/3 ü ile depremden önce Van ıslah edilebilirdi. Bunu ifade etmekle önce yapılan  yatırımın sonra yapılan tamirat ve tadilatdan ucuza geldiğini anlatmak istiyorum.

Marmara Bölgesinde beklediğimiz depremler şayet yakın zamanda olursa depremzedelere verilecek çadır ve diğer malzemelerin stokları yoktur. Depolar boşalmıştır.

İstanbul gibi bir mega kentin deprem sonrasındaki, barınak ve diğer afet ihtiyaçlarının karşılanması mümkün değildir. Van depremi bunun yakın örneğidir. Sadece ceset torbası stokları bile ihtiyacı karşılamaya yetmeyebilir.

Deprem öncesi kadere terk edilen yapıların deprem sonrası enkazını temizlemek bile bazen imkansız hale gelebilir.

ÖYLE İSE NE YAPMALI !

Daha önce olduğu gibi Afet Yasası kapsamında da afetzedelerin  barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması Türk Kızılayı’na verildiğine göre Türk Kızılayı, kanunlara yapılacak ilavelerle yasal yollardan hem maddi hem de yaptırım yönünden güçlendirilmelidir. Türk Kızılayı na röntgen filmlerinden elde edilen gelirlerin katkı payları, oyun kağıtlarından elde edilen gelir payları, spor ve eğlence vergi payları iade edilmeli, belediyeler gibi gelirden pay ayrılmalıdır.

Afet fonu teşkil edilmeli, bu fonda biriken paralar Türk Kızılayı’na aktarılmalıdır. Hamisi Cumhurbaşkanı olan ve Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine intikal eden tek dernek olan Türk Kızılayı’nın protokoldeki yeri yeniden düzenlenerek Cumhuriyetin ilk yıllarındaki saygınlığına kavuşturulmalıdır.

Her şehirde Afet acil durum müdürlükleri ve Belediyelerle (Büyükşehirlerde Büyükşehir belediyeleri ile) müşterek lojistik merkezleri oluşturulmalıdır. Deprem esnasında Karayollarının felç olabileceği tamamen aşikar olduğuna göre en emin müdahale yolunun deniz yolu olduğu görülmektedir.Denize kıyısı olan şehirlerde afet lojistik depoları deniz kenarında veya  denize bağlantısı olan yerlerde olmalıdır.

Depolarda stoklanmak üzere kısa zamanda sökülüp takılabilen, üst üste katlanabilen, ayarlı ayakları ile eğimli ve engebeli araziye kurulabilen hafif ve yanmaz malzemelerle imal edilen ısı geçirmeyen,uzun süre kullanılabilen  “modül ev” tipi barınaklar yapılmalıdır. Şimdilik geçici bir çözüm olarak sunulan konteynır sistemi afetler için bir çözüm olamaz.

Zira stoklanması için çok geniş depolama alanlarına ihtiyaç vardır. Dış hava şartlarında çürüme ihtimali yüksektir. Ayrıca Türkiye de imal edilen konteynırların genellikle zemininde izolasyon yoktur. Yan duvar izolasyonları da zayıftır. İçinde elektrikli soba yakıldığında dahi(havayı kurutur) izolasyon zafiyetinden dolayı duvarların iç kısmı rutubetlenmekte, gece duvara asılan elbiseler sabaha ıslak hale gelmektedir.

Ayrıca yangına dayanıklı değildir. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde evimin bahçesine konteynır satın alıp koyduğumda aynı sorunla karşılaştım. Bir yılda romatizma ve bel fıtığı oldum. Oysa Alman Kızılhaçı’nın 17 Ağustosta bize gönderdiği konteynırlar izolasyon bakımından mükemmeldi. Yabancı ülkeler hibe diye bize adi malzemeleri göndermediler. Oysa bazılarımız  kendi yurttaşımıza bile en kötü ve berbat giysileri göndermeye uğraşıyor.Yardım adı altında gardıroplarını temizliyorlar.

Deprem, günler önce haber vererek gelen bir misafir değildir.

Deprem olmadan önce gereken tedbirleri almalı,sonradan yara sarmaya uğraşmamalıyız.

Kesinlikle deprem karşısında sınıfta kalacak yapılarımızı ne pahasına olursa olsun yenilemeli veya güçlendirmeliyiz.

Şimdiden kent merkezleri ve yoğun  yerleşim yerleri dışında yeni yerleşim yerleri yaparak hem yoğunluğu yaymalı, hem de yapıları güvenli yerlere taşımanın yolları aranmalıdır.

Bir müddet için tasarruf seferberliği yapılarak ve halkın katkısına müracaat edilerek elde edilecek imkanlarla zayıf yapıların yerine yenileri imal edilmelidir.

Ayrıca mevcut zayıf  yapıların taban alanı katsayılarını veya kat adetlerini artırarak bu yerlere müteahhitler vasıtası ile  sağlamlarının yapılmasına imkan sağlanmalıdır.

Sonradan müdahalenin önceden müdahaleden birkaç misli pahalı olduğu aşikardır.

Önceden müdahale canlıyı kurtardığı halde,sonradan müdahale cansızı çıkarmaktadır.

Resmi yapılar, okullar, toplantı salonları, spor yapıları,  en güvenli yapılar haline getirilerek geçici iskan mahalleri olarak tercih edilmelidir.

Ayrıca toplu sığınaklarda depremlerde geçici barınma alanları olarak kullanılabilmektedir.

Mevcut yapılardaki gerek eşya ve gerekse aksesuarlar deprem esnasında tehlike arz etmeyecek hale getirilmeli, kanunla denetlenmelidir.

1999 depreminden deneyimli bir ülke olarak nüfusu 600.000 olan bir şehirde deprem karşısındaki vaziyetimiz dikkate alındığında, daha büyük şehirlerdeki felaketler karşısındaki oluşacak durumumuz göz önüne alınarak çalışmalar buna göre düzenlenmelidir.

Afetlerde hırsızlık, gasp, soygun, yağma, dalavere ve buna benzer suçlar karşısındaki cezaları caydırıcı olabilecek şekilde artırmak gerekmektedir.

Bütün bunlar zor işler değildir.

KARARLILIK VE TATBİKAT ÇÖZÜMÜN TEMELİDİR.

Saygılarımla