8.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Ekim 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1080

Atasözlerimiz

Her ulusun atalarının uzun deneyimler ve denemeler sonucu edindiği özlü sözleri vardır. Yüzlerce yılı geride bırakarak bize ulaşan bu özlü değişlere atasözleri diyoruz.

Atalarımız, yaşadıkları coğrafi bölgelerden, yaşama biçimlerinden, inançlarından, âdetlerinden, törelerinden ve geleneklerinden etkilendikleri olayları değerlendirerek, bizlere atasözleriyle mesaj vermişler ve öğütlerde bulunmuşlardır.

Bu yüzden atasözleri ait oldukları milletlerin kendilerine özgü simgelerini, ortak değerlerini ve renklerini taşırlar. Bir anlamda yaşantılarına da tanıklık ederler.

Atasözlerinin belli bir sahibi yoktur. Kimin tarafından ve ne zaman söylendiği de bilinmez. Ancak, çok güçlü anlatıma sahip, az sayıda sözcüklerden oluşan cümle kalıplarıyla ifade edilirler. Gene de içerikleri ve mesajları çok açık ve nettir. Örneğin; “vakit nakittir” ya da ” gül dikensiz olmaz” gibi.

Ancak hızla geçen zaman ve günümüz dünyasının sürekli değişen yaşam koşulları sonucu, toplumlarda oluşan yeni değer kabulleri, bazı atasözlerimizin yıpranmasına ve günümüz değerleriyle ters düşmesine neden olmuştur.

Kısaca bazı örneklerini vereceğim atasözlerimizin, günümüz  kamuoyunda pek sıcak karşılanmayacağı düşüncesindeyim. Bu örneklerin sayısı bir hayli çoktur.

Uzman ve ilgililerin konu üzerinde gerekli çalışmaları yaparak uygar toplum anlayışına uymayanları gündemden düşürmeleri uygun olacaktır.

Devletin malı deniz, yemeyen keriz.

Parayı veren, düdüğü çalar.

Varsa pulun, herkes olur kulun.

Rağbet, zengin ile güzele olur.

Şık şık eden nalçadır. İş bitiren akçedir.

Körle yatan, şaşı kalkar.

Topalla gezen, aksak olur.

Sağır duymaz, uydurur.

Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.

Saçı uzun, aklı kısa.

Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün.

Eti senin, kemiği benim.

Hocanın vurduğu yerde gül biter.

Kızını dövmeyen, dizini döver.

Yukarıda örneklerini vermeye çalıştığımız atasözlerimizin ilk grubu, para sahibi olanların sanki özel bir hukukları varmış da, her şeyi yapmakta özgürmüşler gibi  algılanmaktadır. Ancak bu anlayış doğru ve etik olmayacaktır.

İkinci grup atasözümüz ise, engelli vatandaşlarımızı en hafif ifadeyle fevkalâde üzecek anlamlar taşımaktadır.  Bunlar da doğru değildir. Çünkü günümüz dünyasında, olağanüstü başarılarla bizlere yeni ufuklar açan pek çok engelli insanlar vardır.

Bir de çok değerli analarımız, bacılarımız yanı sıra  bugün erkeklerle her sahada omuz omuza çalışan üretimden hizmete, eğitimden sağlığa pek çok alanda üstün başarı sahibi kadınlarımız vardır. Onlarla ilgili söylenmiş, günümüze kadar ulaşmış fevkalâde yanlış deyişler vardır ki varlıklarını kabul etmek mümkün değildir.

Günümüz değerlerine uymayan, son grup atasözümüz de çağ dışı olmuş bir yöntemi, yani dayağı ve fiziksel şiddeti önermektedir. Elbette, böyle bir görüşü kabullenmek ve buna uyum sağlamak olanaklı değildir.

Sergilediğimiz bu tip örnekleri çoğaltabiliriz. Ne var ki, yaşadığımız zaman kesitinin gerçekleri ışığında, yanlış önermelerde bulunan bu tip atasözlerimizi uygulamadan kaldırmalıyız.

Ancak bu işlemin, ilgili uzmanlarımız ve bilim insanlarımız tarafından gözden geçirilmesi lazımdır. Yapılacak inceleme sonucunda yaşam koşullarımıza ters düşen atasözlerimiz gündemimizden arındırılmalıdır.

 

Sağlıkta Dönüşüm Programı ve Hasta-Hekim Memnuniyeti

2002 yılında iktidara gelen Ak Parti hükümeti ile sağlık hizmeti sunumunda ve halkın sağlık hizmeti alımında köklü değişiklikler olmuştur. Sağlık sistemi 1961 de çıkan sağlık hizmetlerinin sosyalleşmesi kanunu ile sağlık evleri, sağlık ocakları, ilçe ve il hastaneleri şeklinde uygulanmaya başlanmış ve buna daha sonra SSK hastaneleri eklenmiştir. Özel hastaneler çok az sayıda olup, kamuda çalışan hekimlerin bir kısmının ve tam gün bağımsız hizmet veren muayenehane hekimliği sağlık hizmet sunumun ana unsurları idi.

2003 de uygulamaya konulan sağlıkta dönüşüm süreci ile:

1. Sağlık hizmeti sunan hastane ve kurumlar birleştirildi.

2. İlaç alımında eczane hizmetleri kolaylaştırıldı.

3. Aile hekimliğine geçildi.

4.Dal Merkezleri-Tıp Merkezleri ve özel hastanelerin SGK ile anlaşma imkanı getirilerek halkın istifadelerine açıldı.

5. Ağız ve diş sağlığında, kamu hastaneleri bünyesinde, ağız ve diş sağlığı merkezleri kurularak bu alanda da önemli hizmetler verme imkanına kavuşturuldu.

6. Kan temininde,  Kızılay’a yeni yetki ve sorumluluklar verilerek, önemli gelişmeler sağlandı. 2002 de 250 bin ünite kan toplanırken bu gün bir milyon üniteyi aşan kan toplanmaktadır.

7. 112 acil hizmetlerinde de sayı ve kalite olarak önemli iyileştirilmeler sağlandı.

8. Hastanelerde çalışan hekimlere muayenehane açma yasağı getirildi.

 ……

Böylece:

  • 1. Hastaların hekime ulaşma imkan ve kolaylığı artırıldı.
  • 2. Vatandaşın ilaç temini kolaylaştırıldı.
  • 3. Acil ve yoğun bakım hizmeti alma imkanları artırıldı.
  • 4. Aşı ve aşılama uygulamalarında da daha çok sayıda hastalıklara karşı koruma sağlandı. Bu durum bebek ölüm oranlarında düşme sağladı.
  • 5. Aile hekimliği uygulamalarıyla daha kolay, çabuk ve kontrol edilebilir sağlık hizmeti alımı hedeflendi.
  • 6. Acil sağlık hizmetlerinde, özel sağlık kurumları da bu hizmetlerde görevlendirilerek bu ihtiyacını temininde önemli gelişmeler sağlanmıştır.

     ……

Bu değişikliklerin getirdiği iyileşmelerin sürdürülmesi ve vatandaşlarımızın daha da iyi hizmet alması, daha ekonomik ve katma değer üreten hale getirilmesi gerekir. Ayrıca bu süreçte oluşan veya gözden kaçan eksikliklerin, yanlışlıkların bulunup, değerlendirilip düzeltilmesi gerekir. Bu uzmanlık gerektiren bir çalışmadır.. Konu ile ilgilenen bir hekim olarak, Kocaeli’ den görünen şekliyle göze çarpan tespitlerimi şöyle sıralayabilirim. Sistemi kademe kademe  irdelersek:

Aile Hekimliği: Aşırı bir evrak yüküyle karşı karşıyadır. Evrak takibi ve yazışmalardan neredeyse hastalarına hekimlik yapacak zamanları kalmayacaktır. Sağlık ocakları sisteminde hekimlik reçete yazma sekreterliğine dönüşmüştü. Şimdi buna birde yoğun evrak takibi sorumluluğu eklenmiştir. Ayrıca ‘Vatandaş her zaman haklıdır.‘, ‘Bir başka aile hekimine giderim ha!‘ yaklaşımı,  hekime iyi bir hekimlik hizmeti vermekten ziyade vatandaşı nasıl memnun ederim yaklaşımına sokmaktadır.

Devlet Hastanesi Hekimliği: Hekimlerin özlük haklarında düzeltmelere ihtiyaç vardır. Performans  ek gelir getirmektedir. Ama zaruri bir sebeple çalışamayan hekim ve sağlıkçı maddi gelir yetersizliği ile karşı karşıya kalmaktadır. Şu anki uygulanan performans kriterleri, temel ve önemli sağlık hizmetlerini veren kesimi memnun edememektedir. Sağlık hizmetinin bilgi-beceri-zahmet gerektiren unsurlarını yeterli bir dengede karşılayamadığı iddia edilmektedir. Bir genel cerrahın, bir kadın doğum uzmanının, bir beyin cerrahının v.s. özellik arz eden sağlık hizmeti sunumlarının yeterli hakkaniyette karşılayamadığı düşüncesi vardır. Puanlamaların bu ve benzeri sorunları çözecek şekilde düzeltilmesi beklenmektedir. Bu konudaki düzenlemelerle hekim memnuniyeti artırılmalıdır. Hekimler tabi ki hastalarına karşı sorumludurlar. Ama hastalarda hekimlere karşı gerekli saygıyı göstermeli ve  bu kutsal mesleğe itibarını vermelidir.. Haksız suçlamalar ve şikayetlere karşı sağlıkçı korunmalıdır.

Tıp Fakülteleri: Fakülte hastaneleri hocalarının muayenehane açma ihtiyacına düşmemeleri gerekir. Hocaların bilgilerini öğrenci ve asistanlarına öğretmek yanında özellikli hastaların teşhis, tedavi ve takip hizmetlerinde de kendilerinden nasıl istifade edilebileceği hususu mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu konuda yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğu düşüncesi vardır.

Özel Sağlık Hizmetleri:

Özel hastaneler sağlık hizmetleri sunumları ile kayda değer hizmetler vermektedirler. Hedeflerinin SGK’ya hizmet vermek yanında sağlık turizmiyle ülkemize katma değer üreten kurumlar olması yönünde teşviklerle desteklenmelidirler. Bu kurumlarında paket ücretlendirme, kadro alabilme, sık yönetmelik değişmesi vs. gibi sorunları vardır.

Dal Merkezleri, Tıp Merkezleri bir rekabet unsuru olarak korunmalı ve desteklenmelidir.     SGK ya hizmet satan bütün bu kurumlarda, sistem çok sayıda hasta bakma mecburiyeti yarattığından teşhisi kolay ve basit, tedavisi çabuk olan hasta kesimi üzerinde hasta memnuniyeti artmıştır.. Ama çok sayıda hasta bakımı  mecburiyeti, döner sermayedeki vaka başı puanlama, bazı müdahalelere verilen puanlama şekli, hekimliğin özen ve dikkat gerektiren vasfı ile uyuşmamaktadır. Bu durum karmaşık vakalarda teşhis gecikmesi ve tedavi gecikmelerine yol açmaktadır. Vatandaşın daha çok kurum gezmesine ve sağlığın pahalılaşmasına sebep olmaktadır. Döner sermayede karşılığı olmayan veya çok az olan muayene-tetkik ve tedavilerden uzaklaşılırken, primlendirilmiş hizmetler, meslek ilkeleri göz ardı edilerek, ilmi ve etik olmayan bir şekilde çoğalmaktadır.

Muayenehaneler: Yalnız muayenehanelerinde hekimlik hizmeti sunan bu kesim maalesef bu dönemde cezalandırılmaktadır. Bu dönemde muayenehaneler günah keçisi ilan edilmiştir. Kapanan muayenehane sayısı sistemin başarısı gibi takdim edilmektedir. Hekimler ve hekimlik mesleği maalesef vatandaşlar nezdinde itibar kaybettirilmiştir. Tabii ki her kesimde olduğu gibi bu alanda da yanlışlar olabilir. Özellikle hastane-muayenehane ilişkisinde kabul edemeyeceğimiz doğru bulmadığımız yanlışlar vardı. Bu sebeple yapılan bu değişiklikler vatandaş nezdinde de şimdilik kabul görmüştür. Ama muayenehanelerinde doğru hizmet veren ve yalnız muayenehane hekimliği sunan hekimlerimizin durumu yeterince değerlendirilmemiştir. Bu şekilde çalışan hekimlerimiz maalesef mağdur edilmiştir. Bilgi ve sanatın birlikte etkili olduğu bu mesleğin en doyurucu, özgün ve özgürce sunulduğu bu hizmet yerleri kapatılmaya zorlanmaktadır. Halbuki SGK ile anlaşma halkasına alınarak bu hizmet birimlerimizin de yaşatılması lazımdır. Buralar, özel ve kamu kurumlarından tatmin olmayan, vatandaşların doyurucu hizmet aldıkları yerlerdir. Önemli bir rekabet unsuru olarak yaşatılmalıdırlar. Hekimler için de, yeri geldiğinde bağımsız çalışabilme imkanı ile,  mesleki motivasyon yerleridir. Muayenehaneler, butik sağlık hizmeti sunan, ayaktan teşhis, tedavi, takip hastalarında önemli hizmet verirler. Vatandaşın teşhisinden şüphelendikleri hastalıklarla karşı karşıya kaldıklarında özel ve devlet hastanelerindeki hizmetleri kontrol ettirdikleri güvenli kapılar olarak yaşatılmalıdırlar. Bunun için muayenehane ve bağımsız laboratuar yönetmeliklerinin uygulanabilir bir özellikte ve bu şekilde çalışmak isteyen hekimlere caydırıcı vasıfta değil teşvik edici şekilde olmalıdır.

Diş hekimliği hizmetlerinde de serbest çalışmak isteyen hekimlerimiz SGK sistemi içine alınarak desteklenmelidir. Bu özel hizmet yerleri, farkı vatandaş tarafından karşılanan bir ücretlendirme ile yaşatılmalıdır.

Eczaneler: Elektronik reçete ile kırtasiye yükünden de kurtarılmalıdırlar. Muvazaalı eczane sorunları devam etmektedir. Fiyat ayarlamalarında üretici firma ile oluşan sıkıntılarına  çare bulunmalıdır.

Sağlık sistemimizde aşı, serum, biyolojik ürünlerin ve diğer tıbbi sarf malzemelerinin üretiminde yeterli iyileşmelerin yapılamadığı düşüncesindeyim.

Bu ve benzeri konular uzman ekiplerce değerlendirilmelidir. Böylece sağlıkta dönüşüm programı ülkemizin ve halkımızın çok daha fazla yararına iyileşmeler ve yeniliklere kavuşacaktır.

Selam ve saygılarımla

Bir Gönül Adamı Aydınımız

Nevzat Bayhan’a gönül adamlığının yanında, önemli bir kültür adamı da diyerek pekiştirebiliriz. Ankara’da iken İstanbul’daki kültürel etkinlikleri takip etmeyi adeta kendimi mecbur hissetmiştim. Başkent ile mukayese götürmüyor üstelik kültür atılımları İstanbul’un.

Tümüne yakınının altındaki marka genelde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bunun lokomotifi de Kültür AŞ Genel Müdürü Nevzat Bayhan’dı. İstanbul’a ve kültürümüze dair ne varsa repertuvarındaydı.  Miniatürk, 1453 Panorama Tarih Müzesi,  Yerebatan Sarnıcı yaşanmazsa olmazlardandı. Prestij yayıncılıkta da liderliği hiç bırakmadı. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi tiryakiliği sadece akademisyenlerin değil, “İslambol” sevdalılarının da yüreğindeydi. Gönül telimizi titretti notaların sesiyle İstanbul dizisi. Belgesel Kuşağında İstanbul ise bir ayrıcalıktı. Çocuklarımız ve torunlarımız Kültür AŞ ile büyüyor.

Kültür Dereden Okyanusa Aktığında

İstanbul’un bütün köşelerinde neredeyse hergün bir sohbet toplantısı, bir konferans, bir film gösterisi veyahut bir panel, açık oturum da kaymaklı ekmek kadayıfıydı üstüne. Bütün bunların yanında da bir mütevazi Nevzat Bayhan var ki adeta Mehmet Akif ahlakıyla ahlaklanmış, şairin Asımın Nesli dediği insan.

Nevzat Bayhan’ı daha politikaya soyunmadığı bir günde İlesam’ın Beyazıd Devlet Kütüphanesi’nde düzenlediği sohbet toplantısında dinlemiştim. O gün aldığım notlarıma baktım ve bakınız Nevzat Bayhan neler demiş;

“-Keşke “hars” gibi yeni bir kelime bulabilsek kültürümüze. Kültür insanın olduğu her yerde vardır. Kültür dereden başlar, okyanusa akıp ulaştığı zaman medeniyet oluverir. Kültürel yayılmalara baktığımızda tütünde Amerika Birleşik Devletleri, makarnada İtalya ve yoğurtda da Türkiye önde.

-Sincan ile Pekin arası 24 saatten 12 saate düşünce Çinliler “Boş zamanımızda ne yapacağız” diye serzenişte bulunmuşlar. Cep telefon teknolojisini hemen almamız da bizim için bir örnek. Kimse hiç bir bilgi almadan ve katkı vermeden sahip oldu cep telefonuna.

Balkonda Kümes Kurmak

-Trafik sıkışıklığı bir kültürel olaydır. Bu kültürel geçikme bize erken gelemedi. Hala da telafi edemiyoruz. Cep telefonundaki yüklenen müzikle sokakta halay çekenleri görüyoruz. Üsküdar’da köy hayatı, köyde şehir hayatı yaşanmıyor. Ama balkonda tavuk yetiştirenler yok değil. Kültürel şoklar yaşanabiliyor köyden kente gelindiğinde.

-Kültürel emperyalizmin çoğumuz farkında bile değiliz. İnsanlar robotlaşıyor. Artık her odada bir televizyon var. Reklamlar da bu konuda bir araç.  Avatar filmi 15 milyon, Da Vinci Şifresi 5 milyon dolar gelir getirebiliyor.

-Kültürel yozlaşma bunun bir başka boyutu. Halk kültürü yaşayan bir kültürdür. Evlerin birbirine yemek göndermesi geleneği mesela veyahut hasta ziyaretleri. Popüler kültür ise en güzel örneği ile varoşlardır, araba sevdalarıdır.

-Seçkin kültür, krema üstü krema gibi. Aynı salonu ve markayı kullanmazlar. Ancak kültür seçkin olmalı da, seçkinlerin olmamalı.

Hamaset İle Kültür Gelişir mi?

-Kahvelerimizdeki sohbetler sözlü kültürdür. Önemlidir. Sözü dinlenenler, sözü olacaklar ancak konuşur ve dinlenirler. Ancak yansıması yeterli değildir, orada kalıverir. Yazılı kültür ise tam tersine kalıcıdır, korunabilir.

-Kültür insan için ulusal, medeniyet toplum için evrenseldir ve küresel boyutu vardır. Hamaset ile kültür gelişmez, gelişmiyor.

-Kültür kurumları kamu(devlet) desteği alır, bir şey yapmazlar.

Nevzat Bayhan burada bir de Temel Hikayesi anlattı; “Temel camide vaaz edecek. Cemaatten paralarını yazılı alıyor. Vaazını verdikten sonra da kürsüden inerek parayı iade ediyor. Cemaat soruyor tabii “Temel Hoca, paraları yazılı aldın, sonra geri verdin, nedir bu iş, anlat bakalım!” Temel hazır cevaptır ” Cebimde para olunca daha rahat konuşuyorum.”

Dikkat; Kültürün de Genetiği Değiştirildi

Nevzat Bayhan kültür sohbetini sürdürdü;

-Sanat insan içindir. Kavramları iyi bilmemiz gerekir. Kültürden kar etmek, para kazanmak, kasaya girdi sokmak mecburiyetindeyiz. Hat, minyatür, tezhip, resim kursları gibi.

-Almanya kömür ve demir-çelik ocakları ünlüydü. Ama teknoloji değişti, şimdi bu ocaklar sanat galerisi yapıldı. Reklamlarını kültür başkenti diye yapıyor Essenli yöneticiler. Budapeşte de öyle.

-20 yıl sonra sokaklarımızda büyüyenler ülkemizi yazacaklar. Sokaklarımızın adından tutun işyerlerine kadar hepsi önemlidir. “Sokak kültürü” diye bunu da yozlaştırmamak gerektir. Gerektiği gibi ifade edilir ve kullanılırsa sokak kültürü de icab etmektedir.

-Genetiği değiştirilmiş kültür oldu. Sabır, hoşgörü, tolerans, sevgi ve saygı, hatta yardım istek, duygu ve heyecanları azaldı. Sağduyumuz kayboldu. Bu sorunlara çare bulmalıyız.

-Kitap okuyanımız azaldı. Türkiye’de 24 saatte 16 saniye kitap okunuyor! İç dünyamızı terk ettik. Komşularımızın isimlerini değil ama, televizyon proğram ve dizilerinin adları ezberimizde.

Günahları Kapatmak veya Tozu Halının Altına Süpürmek

-Süper ülkeler kültürleri de zengin ülkeler olacaklardır. Newyork Times, “İstanbul çok kültürle birarada yaşadığı için herkes burayı gezmek istiyor” diye yazdı. Türkiye süper liğde. Rakiplerimiz de kültürel takımlar.

-Bir Hadis-i Şerif’te sizi sokan akrebi haber veriyor. Yapıcı eleştiriler her zaman olmalı. Bundan sarfı nazar edemeyiz. Biri kardeşinin kusurunu görürse haber etmelidir. Eleştiri diri tutar, eksikliğimizi ortaya çıkarır. Günahları kapatmayın, kaldırın. Yani tozu halının altına süpürmeyin. Eleştirilebileceğinizi hatırlayın.

Nevzat Bayhan görme özürlüler için sesli bilgilendirme yaptıklarını, 21 kitap yayınladıklarını anlattı, mutlu oldum. Demek okumak özür kabul etmiyor. İstanbul’un tanıtımını öne çıkardıklarını mevcut üç müzeye ek olarak Preveze Deniz Savaşı’nı, Çanakkale Destanı’nı da  1453 İstanbul’un Fethi Panorama Müzesi gibi gerçekleştirerek, İstanbul’a kazandıracaklarını belirtti. Müthiş bir şey olur gerçekten. Bunun örneklerini ben Belçika’da Vater Loo ve Ukrayna-Kırım Sivastopol’da görmüştüm. Esasında geç bile kaldık. Ama Nevzat Bayhan gibi düşünen aydınlarımız, kültür adamlarımız var şükürlyer olsun.

Pörsümeyen Yeni Bir Medeniyetin İnşası

Bunlar kültürel zenginliğimizi bütünleştiren etkinliklerdir. Ayrıştırmayan etkinliklerin sayısı artırılmalı ki daha fazla dikkat çekilsin. Nevzat Bayhan’ın anlattığına göre Fatih Sultan Mehmet demiş ki ” Bu şehri yaşanılır yapmak, yaşayanları da mutlu etmek gerek.” Galiba “Adım Adım İstanbul-Avrupa Kültür Başkenti-İstanbul’un en kapsamlı rehberi” adlı  Kültür AŞ’nin yayınladığı bu eseri bir kere daha okumaktan öte hıfzetmemizi hatırlatıyor, yaşamamızı öneriyor.

Nevzat Bayhan bu kitabın önsözünde ” Bir semtini sevmek..için bir (ömrün) kafi gelmediği İstanbul, her dem tazeliğini biraz da bu (ihata) edilmezliğine borçludur. İstanbul’u tanımak, bilmek, yaşamak ve bütünüyle kavramak müşkül bir iştir.” dese de ben yine inatla üzerine gitmeliyim İstanbul’un.

Parlamentoya Adıyaman’dan aday adayı oldu Nevzat Bayhan, listeye alınmadı ama yine de memleketinde kalarak çalışmalar yaptı. Seçim sonrası İstanbul’a döndü, eski görevine dönemedi! İstanbulluların büyük beklentisi kabineden kültür hayatımıza yeni harita çizmesi, pörsümez yeni bir medeniyetin inşası ve ihyası için gayret göstermesiydi. Kırmızı plaka o’nun umrunda bile değildi. Telefon ile sordum halini hatırını, İstanbul Büyükşehir’de Başkan  Danışmanı olarak hizmet vereceğini anlattı. Odası yoktu, sekreteryası yoktu ve ulaşmak kendisine eski cep telefonuyla ancak gerçekleşebiliyordu. Birkaç gün önce de Sami Özey meslektaşımızın medatörlüğünü yaptığı Dostlar Meclisi’mizin Topkapı’daki yemekli toplantısında görüştüm, hasret giderdim ayak üstü Nevzat Bayhan ile. Herkes aynı merakına cevap arıyordu bu kültür adamımız için!

Siyaset ve Kültürü Örtüştürmek Vakti           

Siyaset günlük hayatımızı her şeyden fazla meşgul ediyor. Oysa hayat sadece politikadan ibaret değil. Onu besyen damarlardan en önemlisi kültürtür. Yoksa genetiği değiştirilmiş kültür gelir sizi teslim alır, kanınıza girer. Siz  farkında bile olmazsınız. İşte büyük şehirlerimizdeki kitle taşıma araçlarındaki fotoğraf bunun en güzel örneği. Otobüslerdeki ön koltuklarda “gazilere, sakatlara, yaşlılara, hamilelere ve çocuklu hanımlara ait ” dense de kafasının içi ve dışı ne olursa olsun kimsenin umrunda değil.

Madem insan endeksli politika üretemiyor veya uygulayamıyoruz o zaman mevcutları değerlendirelim. Kültür adamları fazla yetişmiyor, kadri kıymetini bilmek bir özellik ve güzelliktir. Kimse kızmasın ve gücenmesin! Nevzat Bayhanlara kültür ve medeniyet hayatımız için çok ihtiyacımız var.

Hollandalı Türk Öğretmenin Feryadı

Avrupa’ya Türk işçilerinin gönderilişinin 50. yılı dolayısı ile birçok tören düzenlendi.  Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül ve Başbakan Sayın Erdoğan Avrupa’ya gidip toplantı ve törenlere katılmadı. TRT Avrupa trenini düzenleyerek göçün anısına tren seferi düzenleyerek canlı program yaptı.

 Yapılan toplantı ve çalışmalara Avrupa’da yaşayan ve her geçen gün asimile olup yok olan Türk çocuklarına yönelik ciddi hiç bir çalışma yapılmadı.  Son iki ay içinde iki kez Avrupa’ya gidip belgesel çekme imkânım oldu. Hollanda’da ve Almanya’da Türk gününü festivaline katılıp belgesel çekimi yaparak Türk çocuklarının durumunu yerinde görme imkânım oldu.

 Hollanda’da doğmuş ve Hollanda Devlet Okullarında öğretmenlik yapan Betül Hanım ile Hollanda’da görüştüğümüzde Türk çocukları ile ilgili  önemli bilgiler vermişti. Fransa’da öğretmenlik yapan bir başka eğitimci adeta feryat ederek, çocukların her geçen gün  Türk dilini  unuttuğuna  dikkat çekmişti.  Hollanda’da Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Akalın ile görüşüp, Türk çocuklarının dilini unutmamaları ile ilgili önemli bilgiler almıştım. Almanya’da bir grup baba  ” Babalar Grubu ” kurup çocuklarına nasıl sahip çıkacakları konusunda çalışma yapmaya başlamaları önemli.

 Evet, Türk çocukları  Avrupa da  gerçekten büyük sorun ve sıkıntı yaşıyor. Almanya’da 500 bin ilkokul  seviyesinde  eğitim  gören  Türk çocuğu her geçen gün dil ve dininden uzaklaştırılıyor. Sizlere önce Hollanda’dan mail yazan Betül öğretmenin yazdığı mesajdan bir bölümü paylaşıyorum. Birlikte okuyalım.
 * Hollanda’ dan  Betül Öğretmenin feryadı…
… ” İsmail Bey gazeteci ve TV belgeselcisi olan Sizin dikkatinizi çekebilecek önemli bir konuya da değinmek istiyorum. Hollanda da çocuklarımıza iyi bakılıyor. Çocuğuna en ufak şiddet uygulayan anne ve babalar kontrol altında tutuluyor ve eğer bir değişim olmazsa velilerde çocuklar  anne ve babadan alınıp çocuk esirgeme kurumuna benzeyen bir yere yerleştiriliyor. Maalesef bu kurumda Müslüman çocukları da oluyor. Koruyucu aileler bu çocukları alıp büyütme evinde yaşatma imkânına sahipler. Ve yine ne yazik ki bu koruyucu ailelerin çoğunluğu Hıristiyan uyruklu, Hollandalılar.  Ve buda demek oluyor ki bizim Müslüman çocuklarımızda bunlara teslim ediliyor. Anne ve baba hiç bir şey yapamıyor bu duruma karşı. En büyük sorun Müslüman koruyucu ailelerin olmaması. Burada yasayan Müslümanlarımız ya bilgisizlikten ya da istemediklerinden koruyucu aile olmuyorlar. Yani yanlış anlaşılmasın koruyucu aile olduğun zaman bir çocuğu ne kadar süreliğine almak istediğini kendin belirliyorsun.  Bu sadece bir ayda bir kez bir hafta sonu da olabilir. Ama nedense bizim Müslüman aileler bu işe yanaşmıyor.  Ve bu durumda birçok Müslüman çocuğumuz Hıristiyan koruyucu aileler tarafından alınıp götürülüyor.  Onları alıp Pazar günleri kiliseye götürenler bile var.  Bu durum beni çok üzüyor.  Müslümanlarımız arasında koruyucu aile olmayı teşvik etmek için kampanyalar başlattık.  Hatta Hollanda hükümeti bile bu konuda bizi destekliyor.  İnşallah başarılı oluruz.  Çünkü bizim çocuklarımızın o ailelerin yanında bulunması barınması bizim ayıbımız diye düşünüyorum.  İşin içinde çocuklar olduğu zaman benim için akan sular durur.  Bu konu beni çok derinden etkilediği için sizinle paylaşmak istedim. Belki olur ya bir gün sizde bu konuya değinir haber yaparsınız..  Betül Keskin  (Hollanda Türk Öğretmen ).

Betül Keskin hanıma duyarlığından dolayı çok teşekkür ediyorum. 7 Ekim 2011 tarihinde Almanya dönüşü bu köşede yer alan  ” Almanya’da Baba Olmak” yazımı sizlerle paylaşıyorum.

 *ALMANYA’DA BABA OLMAK

 Almanya’da birçok sivil toplum örgütümüz var.  Büyükelçiliklerimiz,  Başkonsolosluklarımızın yanı sıra sivil toplum örgütleri, dernekler, vakıflar, camiler, kültür merkezleri, Türklere hizmet veriyor.  Bu hizmetler çok önemli.  Bugün kültür merkezleri,  cami ve derneklerle ilişkisi olan aileler dilini ve dinini korumaya çalışıyor. Çocuklarına milli ve manevi kültürünü öğretmek için camilere ve kültür merkezlerine gönderiyorlar.

Ancak her şeye rağmen aileler Almanya’da çocuklarının geleceğinden endişeli.  Çocuklarının milli ve manevi kültürünü korumaları ve Türkçeyi unutmamalarını, dini bilgilere sahip olmaları için fikirler üretiyorlar.  Alman devletine ait okullarda 14 yıldan beri okul aile birliği başkanlığı yapan kültür adamı ve gönül insanı Mücahit Batırlık Bey ile özel söyleşi yapıyoruz. Mücahit bey “BABALAR GRUBU” kurduklarını,  bu grubun zaman zaman toplanarak çocuklarına nasıl sahip çıkabilmek için fikir alış verişinde bulunup,  toplantılar düzenlediklerini, toplantıya akademik seviye de insanlar davet ederek konferanslar düzenlediklerini söyledi.  Gerçekten çok güzel bir girişim.  Türkiye’den de babaların örnek alacağı bir çalışma, kendisiyle çok güzel bir söyleşi gerçekleştirip, önemli fikirler aldık.
ALMANYA’DA TÜRK ÇOCUKLARININ EĞİTİMİ

Almanya devleti Türkçe eğitimini ders olmaktan çıkarıyor. Entegrasyon adı altında türleri asimile etmek için değişik yöntemlere başvuruyor.  Türkçe’nin ders olmaktan çıkartılması, Türkçe’nin unutulmasına sebep olacak. Alman devleti baştan beri Türklerin birlikte yaşadığını, aynı mahallede ve aynı semtte yaşamasını bir türlü içlerine sindiremiyorlar.  Entegrasyon kelimesinin arkasına sığınarak Türklerin nasıl asimile etmenin plan ve hesabını yapıyorlar. Türkiye bu nokta da ciddi bir çalışma yapmalı.  Dilin unutulması,  Türkçe’nin Almanya’da zorunlu ders olarak devam etmesi için mutlaka baskı yapmalı.  Acı ama gerçek Türklerin yeni yetişen gençlerinin büyük çoğunluğu Türkçe konuşmuyor.
ALMANCA DİN DERSİ KİTABI

Başta Türkler olmak üzere Almanya’da milyonlarca Müslüman yaşıyor. Ancak İslamiyet Almanlar tarafından resmi din olarak tanınmadığı için Müslümanlar birçok sorun ve sıkıntı yaşıyor. Türklerin işçi olarak gelişinin 50.yılı olmasına rağmen Alman okullarında ilk kez din dersi verilecek. Emeği ile gelişip büyüyen Almanlar, Türk işçilerinin en temel insan hakkı olan dini inançlarına bir türlü saygı göstermemiş, nihayet yeni bir karar alarak din dersinin 5. ve 6. sınıfta okullarda okutulması için karar almış. Din dersi kitabı ise Almanca olarak basılmış, Almanca basılan din dersi kitabını inceleme fırsatım oldu. Din dersi kitabının en başında “Yahudilerle ilgili bölümler çıkartılmıştır.” ifadesi yer alıyor. İşe sakat olarak başlanmış. Din dersi Kur’an’ı Kerim de ne ise o verilmelidir. Baştan tahrif olarak yapılan bu hareket din dersinin de nasıl verileceğinin de göstergesi.  Ama her şeye rağmen önemli bir gelişme. Temennimiz Alman devleti İslam dinini de resmi din olarak da kabul eder.
BOŞANMALARDA BÜYÜK ARTIŞ VAR

Almanya’da Türkler büyük bir dram daha yaşıyor. İthal damatlar ve ithal gelinlerle de tanışıyoruz. Almanya’da ki Türk işçileri Türkiye’den damatlar ve gelinler almaya devam ediyorlar. Bugün Türkiye’den gelin ve damat olarak giden on binlerce insanımız var. Milli gelin ve milli damat dense de daha çok ithal gelin ve ithal damat olarak anılıyorlar. Kameramızı bu insanlara da yöneltiyoruz. Bir söyleyip bin ah işitiyoruz. İthal gelin ve ithal damatlarda boşanma oranı yüzde yetmişlere dayanmış. Bu aile birleşmesi olarak yapılan evlilikler bugün aile ayrışması haline dönmüş.  Boşanmalar yüzünden on binlerce Türk çocuğu büyük sorun ve sıkıntılar yaşıyor. Hiç yüzünden yapılan boşanmalar da en çok mağduriyeti Türkiye’den giden ithal gelinler yaşıyor.  İthal gelinler adeta ölüm kalım mücadelesi veriyorlar. Ayrıca dışlandığı için sıkıntılı ve kötü hayat içerisindeler.  İthal damatlar ise onların dramı bir başka.  Birçokları çoktan pişman olmuş,  keşke çocuklarımız için evliliğimiz devam etse diye de konuşmadan geçemiyorlar.  Almanya’da yetişen gençler ise yaşanan bu boşanmaları görünce evlilikten vazgeçiyor. Türk gençlerinin büyük bir çoğunluğu bugün Almanlar gibi yaşayarak evlenmiyorlar.

Evet, sonuç olarak Hollanda’dan yazan Türk öğretmeni Betül Keskin Hanımefendi’nin mesajı ile Almanya’da bir gurup baba’nın kurduğu   ” Almanya’da Baba Olmak ” yazımı bugün sizlerle paylaştım. Sadece Avrupa’da değil her yerde çocuklarımıza sahip çıkalım.  Bu konuda Türkiye devletini yönetenler başta olmak üzere herkese  büyük görev düşüyor.

 

 

Yer Demir, Gök Bakır

0

Bilhassa geçmiş tarihimiz konusunda maalesef ifrat ve tefritten yakamızı kurtaramıyoruz! Geçmişe ve şahıslara aşırı sevgimizden dolayı hata ve yanlışları; ya hiç görmüyor veya aşırı nefretimizden ötürü her şeyi ve herkesi yerin dibine batırıyoruz!

Meselelere ya kuyu dibinden bakıyor veya minare tepesinden müşahede ediyor; tabiatıyla hükümlerimiz de birer ucube olup çıkıyor.

Bir de hadise ve olayları siyasete alet ediyor; yine ifrat ve tefrite düşüyor yani ya aşırı ileri gidiyor ya da aşırı geri kalıyoruz!

Böylece hakikat nazarımızda garip bir hal olup çıkıyor.

X

Olayları ele alırken, her iki taraf da belgeler ileri sürerek hükümlerine dayanak arıyor; muhatabı da susturmuş olacağını sanıyor.

Bilelim ki belge çok şeydir. Ama aynı zamanda hiçbir şey!

Belge / Vesika kutuplardaki Aysberglere benzer. Deniz yüzeyinde görünen kadarı çok küçük. Su altında kalan görünmeyen kütlesi ise olağanüstü büyük mü büyüktür.

Aysberg’i görünenden ibaret sanmak çok yanıltıcıdır.

İşte belge de gerçeğin bir yönüdür. Ama hakikatin tümünü ifade etmez. Belge elbette hesaba katılacak. Ama her şeyi ona yüklemek; hakikatin onun altında ezilmesine sebep olur. Bu haliyle hakikat; kullanılmaz bir hal alır.

X

Olayları tenkit edip irdelerken “Es-Sebebü ke’l-fail.” / “Sebep olan yapan gibidir.” sırrını asla gözden ırak tutmamak da gerekir. Hani: “Ölende mi kabahat yoksa öldürende mi?” diye bir halk deyimi vardır ya, hiç de yabana atılacak cinsten değil.

X

Mesela Yunan askerinin geride bıraktıklarının başına gelenleri görerek, dul kalan eşleri, yetim kalan çocukları düşünerek; perişan olan aile efradını göz önüne getirerek; Türk Ordusu, Yunan Ordusu’nu hezimet ve yenilgiye uğrattığı için, Yunan Askerleri Türk erleri tarafından öldürüldüğünden dolayı, bu perişan ve acınacak durum meydana geldi mülahazasıyla; Türk Ordusu suçlanıp, Milli Mücadele olmasaydı; bütün bunlar olmazdı diyerek; Türk İstiklal Savaşı kötülenebilir mi?

Oysa bu neticeler; istenmeyen, yürek burkan sonuçlardır. Bunların asıl sorumlusu “Sebep olan yapan gibidir.” hükmünce Anadolu’yu istilaya kalkanlar ve kalkıştıranlardır. Geride kalanlar mazlum ve masum olup onların işi Allah’a kalmıştır. O ise Erhamü’r-Rahimin ve Ahkemü’l-Hakimin’dir.

Hadiselerin bu yönüne bakarak ahkam ve hüküm yürütenler; asıl gerçeği örtmüş ve ayaklar altına almış oluyor!

Kaldı ki, küçük şer ve kötülükler meydana gelecek diye, büyük hayırlardan vazgeçmek; istenmeyen şeyler olmasın diye, sırf hayır olan fiil ve eylemlerden geri durmaktır. İşte asıl şer ve zarar bu olup, böyle düşünmek ve böyle hareket etmektir.

Bu, tıpkı yağmur yağınca ıslanmamak için, bağ ve bahçeleri yararlandıracak olan yağmurun yağmasını istememek gibi bir şey!

Vatanın tehlikeye düşmesi; yılanın ısırması ve sonuçta zehirleyip öldürmesi gibi bir durum karşısında; sineklerin ısırmasına haydi haydi razı olmak lazımdır. Bunu mesele etmemek gerekir.

İşte ifrat ve tefrite başka bir misal: Ya her şey dış güçlere yükleniyor veya dış güçler hiç gündeme gelmiyor!

Unutulmasın ki, Şeytan’ın ilk işi; kendisini unutturmak ve kendisini hiç akla getirtmemektir!

3569

X

Bu toprakların netameli oluşu unutuluyor!
Dünyanın gözü bu topraklarda!
Herkesin gözü üstümüzde!
Herkesin eli cebimizde!
Rahat bırakılmadığımız için rahat olamıyoruz!

X

Adeta yer demir gök bakır şeklinde bir durum
Bunlar arasında yaşamaya olmuşuz mahkum

İşin doğrusu denmeli yalnız doğruya doğru
Eğriye eğri deyip söylenmeli yaş ve kuru

His ve duyguları bırakarak bir kenara hemen diyelim
Hakim olmalı gerçeklere başka değil ancak aklı selim

 

 

Mevlevilik ve Sema

Mevlevi Dede’si  NAİL KESOVA ile MEVLEVİLİK VE SEMÂ üzerine konuştuk:
Oğuz Çetinoğlu: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî denilince Mevlevilik, Mevlevilik denilince akla Semâ geliyor. Sizinle bu konuları konuşmak istiyorum. Önce Mevlevilik nedir, kısaca açıklar mısınız?
Nail Kesova: Mevlevîlik sadece yurdumuzda değil Balkanlarda, Arap dünyasında,  Asya ve Afrika’nın birçok ülkesinde insanları yüzyıllarca aydınlatmış ve günümüzde bütün dünya halkını aydınlatmağa başlamış ‘ârif insan / olgun insan’ yetiştirme okuludur diyebiliriz.
Çetinoğlu: Mevlevî Dervişi nasıl olunur?
Kesova: Mevlevî Dergâhına  intisâb etmek isteyen, Mevlevî Dervişi olmak isteyen kişi dergâh tarafından tanınan bir şahıs tarafından getirilir ve tavsiye edilir. Bu bir ön eleme gibidir.  Dinî alt yapısı olan, güzel sanatlara, özellikle müziğe yeteneği olan kimseler tâlib olur veya teklif edilir. (Yabancılar bundan müstesnadır). Çünkü Mevlevî Dergâhları Güzel Sanatlar Akademisi ve/veya Konservatuar gibidir. Aynı zamanda abdest alınacak şadırvanı  ile meydanı, mihrabı ile bir ibâdethanedir. Kabul edilen kişi üç gün süre ile mevlevihanenin mutfağında saka postu adı verilen bir postta 3 gün süreyle oturur.  Seccade büyüklüğünde bir koyun postudur. Abdest v.s. gibi zarurî ihtiyaçları dışında posttan ayrılmaz.  Onun üzerinde ibâdet eder, yer, içer, uyur, düşünür.  Üçüncü günün sonunda kararını bildirir.  Arzu ederse vazgeçebilir. Çünkü önünde 1001 gün gibi uzun bir süre devam edecek olan  ‘çile günleri’ vardır. Dergâhta yatıp kalkacaktır. Dışarıda görülecek hizmetler de olsa fazla oyalanmayacak ve behemehal akşam ezanından önce dergâhta olacaktır. Aksi halde çilesi kırılır yeni baştan başlamak mecburiyetinde kalabilir. 1001 gün sonunda ‘Dede’ olacaktır.  Kararı olumlu ise Dede’ye bildirilir.  O’nun da düşüncesi aynı yönde ise sikkesi (1)  tekbirlenir (2)  ve ‘nevniyâz /yeni öğrenci’, isminin sonuna ‘can’ kelimesi eklenerek çağrılmağa başlanır.  ‘Ali Can, Hasan Can’ gibi.
Dergâhta on sekiz hizmet vardır.  Nevniyâz sırası ile bu hizmetleri görmeğe başlar. Önce Aşçı Dede’nin hizmetindedir. Aşçı Dede; ‘Gel Ali Can, bak biz burada sadece yemek pişirmiyoruz.  İnsan da pişiriyoruz!’. Der.
On sekiz hizmetin bir kaçını söyleyelim:
Ayakçı:  Ayak hizmetlerini görür, gerekli şeyleri getirir götürür. Nevniyaza ilk önce bu görev verilir.
Bulaşıkçı: Kap-kacak, tencere tabak bardak v.s.nin yıkanmasından sorumludur.
Pazarcı:  Sabahları pazara gider, alınacak yiyecekleri satın alır gelir.
Somatçı: Sofraları kurar, kaldırır, yerleri süpürür.
Yatakçı:  Canların yataklarını serer, kaldırır, devşirir.
Süpürgeci: Bahçeyi, etrafı süpürür vesaire…
Çetinoğlu:  Mevlevihâneler ‘Güzel Sanatlar Akademisi gibidir.’ Dediniz bunu açıklar mısınız?    
Kesova:  Burada nevniyâzın yeteneğine göre seçebileceği birçok konu vardır.  Elbette önce semâ… Her derviş semâ meşk eder  ve Mevleviyim diyenin gücüne göre teknik becerisi nisbetinde bir semâ’ı vardır.
Rahmetli semâ dedem Postnişîn Ahmed Bican Kasaboğlu Dede’nin annesi bana bir gün, ‘Nail Bey oğlum Mevlevilik kolay, sabah namâzından sonra sessizce Allah Allah diyerek 18 çark atacaksın’. Bu sözleri bana Yûnus’un bir şiirini hatırlatmıştı. Hakikate,  ma’rifete hangi yoldan gideceğimi öğütlüyordu.
‘Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat ma’rifet andan içerû’
Sonra, başta Ney üfleme, kudüm vurma, ut tanbur, kanun v.s. gibi klasik müzik aletlerinin hemen hemen tümünün yapımı dahil eğitimi veriliyor. Ayin-i Şerif ve ilâhiler meşk ediliyor.  Ayrıca başta hat, ebru, tezhib, kâğıt, ahşap oymacılığı v.s. gibi birçok meslekî çalışmaları yapılıyor.  Bunları hep hücre sâhibi Dedeler (Dedegân) öğretiyor.  Bu duruma göre dervişliğe soyunan nevniyâz, 1001 gün sonunda hücre (küçük bir oda) sâhibi olacak ve öğrendiği konularda yeni talebelere hocalık yapacaktır. Ancak İsmail Dede Efendi gibi çok üstün yetenekler dergahın şeyhi Dede Efendinin tasvibi ile 1001 günden önce de, dede olabilmişlerdir.
Çetinoğlu:  Çile çıkarmadan Mevlevilik olur mu?
Kesova:  Dergâhtaki halka açık faaliyetleri semâları, mi’râciye icrâlarını sâir sohbet, meşk v.s.leri  tâkib eden ve zamanla dergâhın yakından tanıdığı dergâhla ilgilenen  ve Mevlevî olmak isteyen  şahıslar da sikkeleri dedeler tarafından tekbirlenerek mevlevî olabilirler.  Bu kişilere seven anlamında muhib (mevlevî muhibbi) denir.
Çetinoğlu: Okuyucularımızı semâ konusunda bilgilendirir misiniz?
Kesova:  Bugün fizik ilminde var olmanın temel şartının dönme olduğu kabul edilmektedir.  Cismin en küçük parçası olan atomun içindeki elektron, nötron, protondan evrenin atomu olan galaksilere kadar her şey dönmektedir.  Muhiddin-i Arabî (4) Hazretleri onların bu dönüşleri esnasında Allah’ı zikrettiklerini söylemiş ve ‘Ben işitiyorum’ demiştir. Nitekim Allah c.c. ‘Yedi gök ve yer ve içlerinde ne varsa O’nu tesbih ediyor.’ Buyuruyor.  (Kur’anı Kerim, 17. Sûre, 44. Âyet)
Demek ki insan dışında bütün varlıklar ibâdet halinde. İşte, mevlevînin zikri olan semâ ile insan, ‘Allah-Allah’ diyerek dönmekle evrenin toplu zikrine aynı paralelde katılmakta ve ‘Ben kâinata sığmam bir mü’minin kalbine sığarım’ diyen Allah’ı ( c.c.) kalbinde hissederek O’nun etrafında dönmektedir. Huzurunda semâ etmek şerefine nail olduğum Mevlevi Dedesi Mithat Bahari Beytur Efendi Hazretleri bir şiirinde bu durumu şöyle tasvir ediyordu:
‘Sanma beyhude döner vecde gelen âşıklar
Ten-i fâniyi atıp akla veda eylerler
Nay’dan bang-i elestîyi duyup âh ederek
Hakkı âgûşa sarar öyle semâ eylerler’                                                                                                              
Mithat Bahari Efendi bu şiirinde Mevlevî Allah âşıklarının boşuna dönmediklerini ölümlü varlıklarından sıyrılıp aklın ötesinde bir sahaya geçtiklerini ve ney sesinden Allah’ın insanı yaratmadan önce yarattığı  ruhlarımıza hitabını algılayarak (tabiri câiz ise) O’nu kucaklar gibi sararak döndüklerini söylüyor.
Çetinoğlu:  Bir çağrışım (tedâi) oldu, Semâ ibâdet midir?
Kesova: Şüphesiz ibâdettir. Bildiğiniz gibi vakit namazları asli ve farz olan ibadetlerimizdendir. Mevlevî Müslüman’dır önce namazını kılması gerekir.  
Ne diyor Yûnus Emre Hazretleri:
Müslüman’ım diyen kişi
Şartı nedir bilse gerek
Allahın emrini tutup
Beş vakt  namaz kılsa gerek
Bu bakımdan vakit namazlarından sonra semâ edilmektedir. Evvelce semâ ve diğer turûku âli (diğer mânevi topluluklar) zikirlerine (5) nâfile ibâdet denirdi. Nafile kelimesinin iki mânâsı var: birincisi ‘lüzumsuz, faydasız’ demek.  İkincisi ‘gönüllü olarak yapılan’ demek.  Burada ikincisi kastediliyor.  Allah (c.c.), ayakta, oturarak veya yan yatmış durumda O’nu zikredebileceğimizi öğütlüyor (Âl-i İmrân, 191. Âyet). Bu dönerek beni zikretmeyin manasına gelmiyor. O’nu zikretmeyeceğimiz durumların listesi yok ama herhalde biliyoruz. Mevleviler de dönerek zikrediyor ve bu bir ibâdettir.  Semâ’ın gerçekte de bir dans veya bir oyun değil bir ibâdet görüntüsü var. Yeknesak bir dönüş gibi görünse de çok mânâlı bir dönüş ve bir güç gerektiriyor, bir tekniği de var. Semazen her bir çarkta (dönüşte) kalbî olarak Allah’ı zikretmekte, O’nun güzellik ve ihtişamına konsantre olmağa çalışmaktadır. Bu konuda Allah’ın güzel isim ve sıfatlarından (Esmâ ül Hüsnâ) yararlanmaktadır.  
Namaz için ‘mü’minin mi’râcıdır’ buyrulduğu gibi semâ için ‘Mevlevinin mi’râcıdır’ denmiştir. Semâdan kasıt mümkün olduğu kadar Allah’a (c.c.) yakın olmak, O’nda yok olarak (fenâ fillah) O’nunla var olma (beka billah) şuuruna ve zevkine varmaktır. Hz.Mevlana bir rübaisinde şöyle söylüyor:
Başımı koyduğum her yerde, secde edilen O’dur
Dört köşe ve altı bucakta tapılan O’dur
Bağ, bahçe, gül, bülbül, semâ, sevgili
Bütün bunlar hep bahane asıl maksat O’dur
Âşık Yunus’un bir şiirinin son dizeleri bu şuuru ve zevki şöyle tasvir ediyor:
Yunus Emre’m kâmil oldu îmânım
Hazreti Hakka vasıl oldu cânım
Lâmekân şehridir şimdi mekânım
Bekabillah oldum elhamdülillah
Yunus Emre bu şiirinde imânının olgunlaştığını, Allaha ulaştığını, O’nun gibi Mekân’dan münezzeh bir hâle geldiğini ve yok olup Onda var olduğunu söylüyor.
Bu hâller zikir esnasındaki hâllerdir.  Bu namazda olur, nâfile ibâdetler esnasında olur. Allah’ın (c.c.) lûtf-u keremindendir
Çetinoğlu:  Semâ nasıl seyrediyor, anlatır mısınız?
Kesova: Âyin-i Şerif denilen bir beste ile semâ edilir. Ayin-i Şeriflere, ‘Mevlevî Âyini’ de denilir, Dinî Musikimizin en önemli formudur. En uzun eserleridir.  En büyük bestecilerimiz en güzel bestelerini Ayin-i Şerif olarak yapmışlardır, Itri, İsmail Dede Efendi, Sultan Üçüncü Selim Han gibi. Bu bestelere kısaca âyin de denir.  Burada bir hususu belirtmek isterim. Zikir veya ibâdet olarak ifâde ettiğimiz olayın adı Semâ veya Mukabele’dir. Dervişlerin dönüşleri esnasında çalınan bestenin adı âyin’dir. Genelde Hz.Mevlana’nın Allah’a olan aşkını dile getiren şiirleri bestelenmiş ve besteciler o güzel sözlere layık melodiler yazmağa çalışmışlardır. Bendeniz de Rast Makamında bir âyin besteledim.  2007 yılında Almanya’da Berlin Filarmonik Hall’da sergiledik. Çaldık, okuduk, döndük. Çok büyük bir beğeni topladı. Heyecanlı idim. Hz. Mevlana, Yunus Emre, Yusuf Ziya İnan gibi tasavvuf büyüklerimizin şiirlerine ne derece yakışır melodiler yazabildiğimi merak ediyordum. Neticenin olumlu görüntüsü beni de memnun etti. Ülkemizde henüz icra edemedik. İnşallah 2012 yılında bir fırsatımız olur dostlarımıza sunarız, hep birlikte zikrederiz.
Semâ 4 bölümdür. İlallah, maallah, fillah, minallah. Türkçe olarak: Allah’a Doğru, Allah ile Allah’ta, Allah’tan diye söyleyebiliriz. Bunlar Allah’a yakınlık safhalarıdır. ‘İlm el Yakîn, Ayn el Yakîn, Hakk el Yakîn’ olarak da ifade edilir.  
Çetinoğlu: Bu tabirleri açar mısınız?
Kesova: Dört selâm (Dört Bölüm) olan Semâ’ın 1. Selamı, insanın ilim (bilgi) yoluya Allah’ı (c.c.) idrak etmesidir.  Aklı ile de diyebiliriz. Bu İlm el Yakîn safhasıdır.
2. Selâm: İnsanın yaratılıştaki azameti, ihtişâmı, güzelliği, görerek Allahın kudreti karşısında hayranlık duymasıdır. Bu Ayn el Yakîn’dir.
3. Selâm: İnsanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesi aklın ötesine geçişi ve vuslata erişi, fenafillâh oluşu ‘mûtû kable en temûtû / ölmeden önce ölünüz’ sırrına erişidir. Yine Yunus Emre böyle bir hâli, bir mısraında  ‘Ölmeden ön öldük elhamdülillah’ diye anlatıyor.  Başka bir şiirinde de:
‘İsa gibi dünya koyup gökleri seyrân eylerem
Musayı didâr olmuşam ben ‘len terani’ neylerem’
Diyor. Bu hâl Hakk el Yakîn hâlidir. Âşık Yûnus bu şiirinde Hz. İsa gibi manevi âlemde dolaşmakta olduğunu söylüyor.  Hz. Musa’nın Allah’a (c.c.) ‘Seni görmek istiyorum’ dediğinde, kendisine ‘Sen beni göremezsin / len terâni’ diye bir hitab geldiğini ima ederek  ‘ben len terani’yi ne yapayım ki ben gören Mûsâ olmuşum’ diyor.
4. Selâm: Semazenin kulluğa dönüşüdür. Semazen Allah’ın ve kulluğunun idraki içindedir.  Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmesi ve ‘insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ düşüncesi ile daima sâlih amel işlemesi gerektiğinin şuurundadır.  Yani sebebi hilkatini  (yaratılış maksadını) anlamıştır. Allahın bizden istediği O’na kulluk (ibâdet) ve insanlığa hizmettir.  İnsan için en yüce mertebe Allah’a kulluktur. Yüce Peygamberimiz de ‘Abduhû ve Resulühû Allahın (c.c.) kulu ve resûlü’ idi. Biliyorsunuz ‘Ben Allah’ım diyen de olmuştur.’
Çetinoğlu: Hallac-ı Mansur (6) da ‘ene’l Hakk’ (7) demişti.
Kesova: Hz. Mevlânâ, O kişinin ‘ene’l Hakk demesi, ateşe sokulan bir demir parçasının kor haline geldikten sonra Ben ateşim!’  demesi gibidir, diyor.
Çetinoğlu: Bir de ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ buyrulmuş.
Kesova:  Evet, ‘Men arefe nefsehû fekat arefe rabbehû.’  Hadis-i Şerif.  Bizim bu hususta bir özdeyişimiz de var. ‘Kişi kendini bilmek gibi irfân olamaz.’  Mevlevîhâneler için ‘irfân mektepleri’ diyebiliriz. İnsan kendini ne kadar iyi tanırsa Allah’a da o derece ârif olur.  Allah (c.c.) insanı kendisi için, bilinmekliği için yarattı ve kendisine halife kıldı. Evreni de insan için yarattı. Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin Hüseyni Makamında bestelediğim bir şiiri şöyle sona eriyor:
‘Bayram özünü bildi
Bileni onda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni’
Bütün peygamberler Allahın (c.c.) varlığını ve birliğini bildirmek için gönderilmişlerdir.  Onun yarattığı bütün varlıklar fânidir. Huvel Baki / kalıcı olan ancak O’dur.  Evrende var olan, görünen, görünmeyen her şey O’nun isim ve sıfatlarının zuhurundan ibârettir. Ancak zâtına delil insandır:
‘Hüsnünü izhâr eder bunca sıfât
Zâtına insanı bürhân eylemiş’
Niyazi-i Mısrî, yukarıdaki dizelerinde Allah c.c. için ‘Güzelliğini göstermek için (esmâül hüsnâsını) güzel isim ve sıfatlarını (cemîyl, kadiyr, settar, gaffar v.s.) görüntüye getirmiş fakat şahsına (zâtına) delil olarak insanı yaratmıştır.’ Diyor.
Her şey canlıdır. Ancak, Yûnus’un ‘Bir ben var benden içerû’ dediği gibi insan da başka varlıklarda olmayan bir şey var. Ruh. Ruh, ilâhi bir lütuftur.  Allah insana ‘ruhumdan ruh üfürdüm’ buyuruyor. Hz. Pirimiz Mevlânâ,  ‘İnsan içinde kimin misafir olduğunu bilse idi, başka türlü hareket ederdi’ buyuruyor.
Çetinoğlu: Semâ’ın 4. selâmdan ibâret olan esas kısmına girmeden bir takım faaliyetler var.  Onlardan bahseder misiniz?
Kesova: Vakit namazı edâ edildikten sonra dervişler şeyhin kırmızı postunu ve kendi postlarını usulüne uygun meydana (semâhaneye) yerleştirirler.  Bu işi bir iki görevli semâzen yapar.  Önce Mıtrıb Heyeti (Müzisyenler) gelir.  Yerlerini alırlar, sazlarını akort ederler. Sonra semâzenler içeri girer.  Semâzenbaşı öndedir. Birer birer kırmızı postu selamlayarak sağ tarafa doğru yürürler yerlerini alırlar.  Bu esnada Mıtrıb Heyeti de ayağa kalkar.  Postnişin Dede Efendi (Şeyh) içeri girer.  
Postu selamlar.  Semazenler ve müzisyenler de aynı şekilde selam verirler. Yürür, kırmızı postunun önünde durur.  Önce müzisyenlere bakar sonra semazenlere bakar ve başını eğerek onlara da selam verir. Onlarda dedeye aynı şekilde selam verirler ve hepbirlikte secde ederek otururlar.  Müzisyenler önlerinde, ellerinde sazları olduğu için secde etmeden otururlar.  Na’than kalkar, na’t-i şerif okur.  Na’t,  Peygamber Efendimize methiyedir. Büyük bestecimiz Buhurizade Mustafa Itri Efendi tarafından bestelenmiştir.  Bunu takiben ney taksimi yapılır.
Çetinoğlu: Ney ve ney sesi de bir şeyleri temsil ediyor değil mi?
Kesova: Evet, Ney, İnsan-ı Kâmil’in remzidir. (8) Ney sesi de Hakk’ın sesini, nefesini temsil etmektedir. Ney taksiminden sonra peşrev adı verilen müzik parçası çalınır. Semazenler ellerini sertçe yere vurarak secde ederler ve ayağa kalkarlar. Bu hareket öldükten sonra dirilişi (Ba’su ba’d el mevt) temsil etmektedir.  Postnişin denilen Şeyh/Dede de ayağa kalkar selam verir hep birlikte üç kere tekrar edilen dairevî yürüyüşlerine başlarlar.  Bu bölüme Devr-i Veledî denir.  Hz. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Efendimizin ilâve ettiği söylenir. Devri Veledî biter bitmez Ayinhanlar (Okuyucular) Ayin-i Şerif dediğimiz esas besteyi okumağa başlarlar.  Enstrümanlar da aynı şeyi çalmaktadırlar. Semâzenler üzerlerindeki siyah hırkaları çıkarıp öperek yere bırakırlar.  Semazenbaşının işareti ile beyaz tennureleri ile birer birer gelip  Dede’nin elini öperek semâ’a girer ve dönmeğe başlarlar. Bu birinci selamdır.  Okunan âyinin her selamı bitince selam verip kenara çekilirler Dede ortaya doğru yürüyüp dua eder tekrar postuna geri gelir.   Semazenler 2. selama girerler.  Bu böylece devam eder 4. selamda Dede de ortalarında döner. Âyinin sonunda Son Peşrev çalınır ve herhangi bir saz son taksimi yapar.  Dede, döne döne postuna doğru gelir. Postuna ayak basar basmaz dönme sona erer, müzik susar.  Kur’an okunur. Semazenbaşı duasını yapar. Tekbir okunur.  Dede Fatiha çeker. Herkes Fatiha okur. Dede son duayı (post duası) yapar.  Sonunda ‘Hu diyelim’ Der.  Hep birlikte ‘Huuuu’ denir. Dede önce Müzisyenlere, sonra semazenlere ‘Esselâmu aleyküm’ der. Onlarda ‘Aleyküm Selaaaaam’ diye uzatarak dedenin selamına cevap verirler. Semâ sona erer.  Önce Şeyh Dede sonra semâzenler daha sonra mıtrıb heyeti yani müzisyenler sırasıyla Şeyh postunu selamlayarak semâhâneyi terk ederler.
Çetinoğlu: Semâzenlerin dönüşlerinde bir özellik veya sembolik mânâlar var mıdır?
Kesova:  Semazen sağdan sola doğru döner. Kâbe’deki tavaf da sağdan sola doğrudur.  Kolları yukarıdadır. Sağ eli yukarı doğru açık, sol eli aşağıya doğrudur. Hakk’dan alır halka veririz manasına gelmektedir.  Mevlevilerin kıyafetlerinin her bir parçasında, hareketlerinde, konuşmalarında birçok özellik ve sembolik mânâlar vardır.  
Çetinoğlu: En sonda okunan Kur’an-ı Kerimde de bir özellik var mı?
Kesova: Var Efendim.  Özellikle Bakara suresinin 115-117 âyetleri okunur. ‘Doğu da batı da Allahındır ve her ne tarafa dönerseniz dönünüz Allah’ın huzurundasınız… O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Eğer bir şeye hükmederse ol der ve olur.’
Çetinoğlu: Son bir soru.  Hz. Mevlana’nın semâ’ı nasıldı?
Kesova: Hz. Mevlana’nın Şems-i Tebrizî’yi tanıdıktan sonra semâ ettiğini oğlu Sultan Veled’den öğreniyoruz.  Bazı kaynaklarda Şems’in ona semâ etmesini tavsiye ettiği, semâda bir şeyler olduğunu söylediğine rastlıyoruz. Sohbet arkadaşı Şems-i Tebrizî’nin kaybolmasından sonra bir gün kuyumcu Selahaddin’in dükkânının önünden geçerken altın döven çekiç darbelerinin ritminden cezbeye kapılıp dönmeğe başlamıştır. Bazen de ders verirken birden bire cezbeye kapılıp sema’a kalkıyordu.
Onun şu sözlerinde pek güzel semâ tarif ve tasvirleri var, ‘Sema nedir biliyor musun?’ Diye söze başlar:
‘Belî (evet) sesini işitmek, kendini unutup Allaha kavuşmaktır
Dostun hâlini görüp bilmek ve lâhut perdelerinden Allahın sırlarını işitmektir
Varlıktan habersiz olmak ve mutlak fânilik içinde bekâ zevkini tatmaktır
Nefisle savaşmak, yarı boğazlanmış tavuk gibi toprakta kanlı bir halde çırpınmaktır
Yakup peygamberin ilâcını ve Yusuf’a kavuşma kokusunu gömleğinden hissedip koklamaktır
Musa Peygamberin asâsı gibi her dem Firavun’un sihirlerini yutmaktır.
Meleğin sığmadığı ‘li mâ Allah’ sırrına vasıtasız olarak ulaşmaktır
Şems-i Tebrizi gibi gönül açmak ve kudsî sırları görmektir.’      
Çetinoğlu: Nail Bey, çok teşekkür ederim.  Bu sohbetimizi okuma imkânı bulanlar, öyle tahmin ediyorum ilk fırsatta bir semâ törenine gidecekler ve töreni bütün derinliği ile yaşayacaklar, ruhları ilâhi rahmetle yıkanmış olarak, dünyaya neden getirildiklerinin şuuruna varacaklar.  Onları kendilerinden bekleneni yapmağa vesile olabildiysek ne mutlu bize…
Efendim, aşk u niyâz ile…

NAİL KESOVA
1936 İstanbul doğumlu olup, babası Said Efendi Kosova’lıdır.  Yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde İşletme üzerine yapmıştır.  İş hayatında; Türk, İngiliz,  Amerikan, ve Türk/Arap şirketlerinde Kredi Müdürlüğü, Muhasebe Müdürlüğü, Malî Genel Müdür Yardımcılığı gibi üst düzey yöneticilik yaptı.  İngilizce, Arapça bilir, Farsça, İtalyanca ve Almanca’ya aşinadır.
Dindar bir âileye mensuptur.  Annesi Nebîye Hanım tanınmış güzel sesli bir Mevlidhan/Hafız idi.
Nail Kesova; Tasavvufla ilgilendi. Sesi ile Mevlevi Hafız Sadettin Heper’in dikkatini çekmiş ve 1966 yılında her sene Konya’da yapılmakta olan Mevlevi Sema Törenlerinin Mıtrıp (Müzisyenler) heyetine alınmıştır.  Birkaç sene sonra, semâzenbaşı (sonra Postnişin olan)  Ahmed Bican Kasaboğlu’ndan semâ meşk ederek semâzen olmuştur. Yıllar içerisinde bu kültürde ilerlemiş 1982 yılında Milano’da Mevlevî sema töreninde Semazenbaşı olmuş 1994 yılında da Hazreti Mevlânâ’nın 21. kuşak torunu Dr.h.c.Celalettin B.Çelebi’nin icâzeti ile Postnişin / Dede olmuştur. Bir tanesi Rast Makamında Âyin-i Şerif olmak üzere 50 civarında beste yapmıştır. Rast Âyin-i Şerifi 23 Ekim 2007 yılında Berlin Phiharminic Hall’da icra edilmiş, büyük ilgi görmüştür. Ünlü Neyzen Niyazi Sayın’dan Ebru öğrenmiş. Kültür Bakanlığı Beste ve Ebrû yarışmalarında ödüller almıştır. Galata, Mevlevi Musikisi ve Semâ Topluluğu olarak birçok kereler katıldığı, İtalya’nın Genova şehrinde yapılmakta olan Akdeniz Müzik Festivali’nin 20 yılı sebebiyle İtalya’ya davet edilmiş ve kendisine ‘Premio alla Carriera 2011’ başarı ödülü sunulmuştur. Hindistan, Pakistan, Azerbaycan’da, Avrupa’nın bütün ülkelerinde, İngiltere, Amerika, Kanada’da sema törenlrine katılmış, birçoğunu yönetmiştir. Ünlü Fransız Yönetmen François Dupeyron’un yönettiği yılın en iyi filmi seçilen ve filmde bir sûfi başrolü oynayan, ünlü aktör Ömer Şerif’in de en iyi aktör seçildiği MOMO adlı filmde bir sema töreni yönetmiş ve bu film, kültürümüzün tanıtımında önemli rolü olmuştur.  Mevlevi Müziği ve Semâ’nın UNESCO tarafından ‘Masterpiece of the Oral and Intangible Heritage of Humanity / Insanlığın Dokunulmaz Kültür Mirası’ olarak kabul edildiği faliyetler kapsamında, Kültür Bakanlığı ve Milletlerarası Mevlânâ Vakfı”nın çalışmalarına katılmıştır.

AÇIKLAMALAR:
(1) sikke: Mevlevî dervişlerinin başlarına giydikleri külâh.
(2) tekbirlemek: Tekbir; Allah’ın yüceliğini belirtmek için söylenen ‘Allahü Ekber’ sözüdür. Mevlevîlikte tarikata yeni giren kişi için yapılan törende, ‘Allahü Ekber’ sözünün söylenmesi, sikkenin tekbirlenmesi anlamındadır.  
(3) meşk etmek: Müzikte, ebruda, hattatlıkta; çalışmak öğrenmek. Mevlevilikte semâ yapmasını öğrenmek.
(4) Muhyiddin-i Arabî: İspanya’da 1165 yılında doğdu. Şam’da 1240 yılında vefat etti. İslam filozof ve mutasavvıfıdır. Tunus, Fas, İspanya, Mısır, Filistin, Hicaz, Mekke ve Badat’ta yaşadı. 1204 yılında Konya’ya geldi. Selçuklu Sultanı 1. Keykavus tarafından büyük saygı ile karşılandı. Müstakbel sultan 2. Keykavus’a hocalık etti. 1230’da Şam’a yerleşti. Malikî Mezhebine mensuptu. Vahedt-i Vücud felsefesinin kurucusudur. Hz. Mevlana üzerinde büyük tesiri olmuştur.  
(5) zikir: Allah (cc) adının art arda söylenmesi suretiyle yapılan bir nevi dua.
(6) ) Hallac-ı Mansur: Tasavvufun gelişmesine önemli katkıları olan tanınmış bir mutasavvıftır. 858 yılında İran’da doğdu. Üçüncü defa Hac ettikten sonra Hac’da kesilen kurbanlar gibi kendisinin de Allah yolunda kendini fedâ etmek istediğini haykırmaya başladı. Sözleri halk ve ulema arasında huzursuzluğa sebebiyet verdi. Kimileri O’nun şarlatan, kimileri de kerâmet sâhibi bir velî olduğunu iddia etti. Mansur’un; ‘Allah benim içimde, ben O’nunla bütünleştim’ şeklindeki sözleri, ‘Allah olduğunu iddia ediyor’ şeklinde yorumlanmıştı. Muhakeme edilerek hapis cezâsına çarptırıldı. Bir müddet sonra tekrar mahkeme huzuruna çıkarıldı ve bir oldu-bittiye getirilerek idam kararı verildi. 922 yılında idam edildi.    
(7) Ene’l Hakk: ‘Ben Hakk’ım.’ anlamına gelir. ‘Hak’tan gayrı değilim.’ demektir. Cenab-ı Allah’ın varlığının yarattıklarını kapsaması, onlarda yüz bulması ilkesi üstüne kurulu tasavvufî bir yaklaşımdır. ‘Hakk benim içimde, Hakk ile özdeşleştim’  şeklinde de özetlenebilir.
(8) remz: işâret, alamet, belli bir şeyi ifâdee den şekil, sembol.

Bir Rizeli’nin Dersim’e Bakışı (Ya da Dersim’in Kredi Notu)

Bir Rizeli’nin taammüden söylediği sözlerin enkazında kalanlar kurtarılamasa da Erdoğan Bayraktar 5,2’nin şiddetinden kurtarıldı. Allah onu TOKİ’ye bağışladı. Tam Bakan‘ın kellesi isterken İzmit‘te Kartepe Vapuru kaçırıldı – bak Allah‘ın işine – ve konu gündemde düştü. Kaçıran niye kaçırdı, kaçırtan onu niye susturdu? Türkiye‘nin kredi notu düşürülürken bir başka Rizeli Dersim‘de yaşanan katliamdan (!) ötürü Devlet adına özür diledi. Tamam, asıl mevzu halının altına süpürülecekti ama gündem böyle bir anda deprem + tsunami + nükleer çevre felaketiyle birlikte değişir mi? Bir anda olduk Japonya.

Hükümet kredibilitesini düşünürken halkı resmen Devletine karşı kin ve nefret duygularına sevketmiştir. Hem de kimin referansıyla? Necip Fazıl‘ın. Şimdi gelelim fasulyenin faydalarına.. Bir; anne tarafından hemşehri olduğum Tayyip Erdoğan‘la istersem akraba bile çıkarım. İki; üniversite yıllarında en çok etkilendiğim 2 kişiden biridir Necip Fazıl (diğeri Fethullah Gülen).

Başbakan’ın alıntı yaptığı kitap ‘Son Devlerin Mazlumları‘ adeta Millî Mücadele Muarızlarıdır. Devrin APO’su Şeyh Said‘in ve Genç İsyanı‘nı bile 2’inci sıradan mazlum gösterir. Millî Mücadele aleyhine fetvalarıyla meşhur İskilipli Atıf Hoca‘yı ise 4’üncü sıraya koyar.

Herkes bilir ki mesele ne şapkadır ne şeriat. Kurtuluş Savaşı‘nda emellerini işgalcilerin emellerine bağlayanlar yeni Cumhuriyeti buldukları her fırsatta dış destek / iç köstek demeden delme denemelerine giriştiler. Osmanlı‘dan kalma hainliği hoşgörme hastalığına şükür ki genç Devlet düşmedi ve ihaneti affetmedi. Zira Türkiye Cumhuriyeti kuruluş itibariyle çelik bir çekirdektir.

Başbakan dedesinden çok dinlemiş. Neyi dinlemiş? Tavuk kümesine saklandıklarını. Rus işgalini, Rum mezâlimini görmemişler mi; onu kim anlatmış? Rize‘de “Bi cöreyim, adam nasi yuvarlanayi” diye bedavadan bayırda adam vurulduğunu da mı anlatmamışlar? 150 yıllık derebeyleri / kabile savaşlarını ne yapmışlar?

Devlet mübadeleyle homojenize edilmiş fakat vergi vermeyen ve başkaldıranların da Laz, Yörük, Kürt, Alevî, Sünnî, İzmirli, Diyarbakırlı, Rizeli, Tuncelili olduğuna bakılmaksızın kafası kırılmıştır. Ama Başbakan‘ın İbrahim Sadri gibi okuduğu o Dersim terâneleri bir Necip Fazıl uydurmasıdır. Kitaba bakarsanız Erdoğan az bile anlatmış: Yok Kadınların karnı deşilmiş, yok erkekler doğranıp buğday sapları üzerinde yakılmış, yok 1’le 10 yaş arasındaki çocuklar derede katledilmiş… (Toplamış 50 bin)

Eşeğe iz’an demişler, yatıp uzanmış“. Bunları dinlerken aklıma Halepçe Katliamı geldi, Hitler‘in fırınları geldi. Acaba dedim, bunları Yunanistan Başbakanı söyleseydi ne tepki verirdik? PKK tüm gücüyle 2012 – 2013’te Hakkâri‘yi fiilen Türkiye‘den ayırmaya kalktığında bakalım ne Dersim tepkisi vereceksiniz? Seyit Rıza’nın Şerif Hüseyin’den ne farkı var? O aşiretler ne için ve hangi gazla ayaklanmışlar?

Bu şu demektir; bundan sonra tepki vermeyin ve millî refleks göstermeyin. Ermenilerden özür artı iade-i taahhütlü tazminat ve toprak. Sonra Süryanîler, sonra Rumlar, sonra Keldanîler.. Nasturî İsyanı‘nı pardon katliamını da unutmayalım. Gayri siz varken düşmana ne gerek var!

Başbakan sık sık “Biz bakkal dükkânı yönetmiyoruz, Devlet yönetiyoruz” derdi. Şimdi düşünüyorum da bu muymuş? Eğer buysa anamın dayısı rahmetli Hacı Bakkal (Osman Emice) bile daha iyi yönetirmiş.

Her şeyi kredi notuna tahvil edenlere not: Necip Fazıl‘ın bende kredisi kalmadı. Büyük (Orta) Doğu Marşı‘na girmiyorum bile. Yok, çok isteyen varsa onun için de bir sıkımlık yazı yazılır.

Ben okudum – ufledum, o uçti; ha bu Cumhuriyeti kurmak sanki suçti

Hortlayan Irkçılık ve Ötekileştirme

Türk Milleti mümkün olduğu kadar kamplaştırılmaya çalışılıyor. Cumhuriyetçi -Osmanlıcı, Dersimci-Dersim karşıtı, Alevi-Sünni kutuplaştırması gibi örnekler gitgide çoğalıyor. Maksat yeni “ötekiler” yaratmaktır. Alevileri bağlı oldukları Cumhuriyet ve Atatürk aleyhtarı cephenin parçası yapabilmek için oyunlar oynanıyor. Bunun için Dersim kullanılıyor. Devlet adamı ciddiyeti ile bağdaşmayan ucuz ve basit politikalardan uzak durulmalıdır. İhanet dağdan şehre indi ve KCK adını aldı. Küresel patronun uygun bulacağı bir zamanda sokaklarda devlet güçleri ile çatışmalar çıkabilir. “Arap Baharı” devam ettirilebilir. Aslında biz “Arap Baharı”nın birincisini Osmanlının çöküş ve parçalanma döneminde yaşamıştık. Bugünlerde de İkinci Tanzimatı yaşıyoruz.

“KCK ile PKK aynıdır. KCK’dan da özür dilensin” diyen malûm etnik ırkçı partinin başkanı yanlış bir şey söylemiyor. PKK ile KCK aynıdır. Ancak ciddi bir yönetim bu kadar tavizci ve vurdumduymaz olmaz. Barzani ve Talabani gibi yaratıkları arabulucu kabul etmez. Oslo’da örgütle müzakereye oturarak Devletin itibarını zedelemez. Ülkemiz yine masa başında terör örgütünü bize karşı kullananlara, sözde dost ve müttefiklere yenik düşürülmeye çalışılıyor.

Diğer taraftan, bu kadar değerli Osmanlı padişahı varken tavizci ve Batı çıkarlarına hizmet eden, zevk-ü sefa düşkünü Abdülmecit üzerinde duruluyor. Her halde, anma sırası İngiliz Muhipler Cemiyeti Başkanı Sait Molla, ihanet merkezi Ali Kemal ve işbirlikçi Sadrazam Damat Ferit‘e de gelecek. Türkiye’ye hakaret edenler, ihanet edenler nedense hep el üstünde tutulur. Bundan dolayı Nobel kazandırılan bir Pamuk yazarımız Ermenileri ve Kürtleri kestiğimizi söyleyebilmişti.

Son günlerde de Milli Devlet ve Cumhuriyetle yapılan kavga Dersim üzerinden sürdürülüyor. Dersim bir isyandır; başkaldırıdır. Halk bundan zarar görmüş ve bizzat isyancılarca öldürülmüştür; malına el konulmuştur. T.C. de devlet olmanın gereği olarak egemenlik haklarını kullanmış ve gereğini yapmıştır. Bundan zarar gören sivil vatandaşlar da olmuş olabilir. Ama neticede silahlı isyana kalkışanlara devlet karanfil çiçeği sunacak değildi.

Egemenlik hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade eder. Egemen bir siyasi güç kendi yetki alanında herhangi bir üst otoriteye bağlı ve bağımlı olmayan güç demektir.[1] Hiçbir ciddi devlet egemenliği paylaşmaz, paylaştırmaz. Milli egemenliğin tecellisi dış baskı ve dayatmaları dışlayabilme gücüdür. Bu bakımdan, yapılanlar devlet olmanın bir gereğidir. Bakalım yeni Anayasa çalışmalarında devlet olmanın gücünü gösterebilecek miyiz?

Bugün bölücü ve ırkçı terör örgütü ne yapıyorsa; o dönemde de genelde dış destekli büyük toprak ağalarının güdümündeki eşkiya aynı şeyi yapmıştır. Birçok askerimiz de şehit düşmüştür.

Geçen hafta İstanbul’da önemli bir Şûra düzenlenmişti. 37 Aydınlar Ocağı’nı bir araya getiren Aydınlar Ocakları 37. Şûrası sonuç bildirisi ve anayasa ile ilgili tespit ve teklifler internetten izlenebilir. Bu Şûraya, hazırlanan anayasa taslağı ağırlığını koydu. Ekonomik durum (dış borç, cari açık ve bilhassa sıcak para) ve ciddi bir eksen değişikliği yaşayan dış politika konuları üzerinde duruldu. Bedelli askerlik, vicdani ret, vatandaşlarımıza karşı yurt dışında artan ırkçı saldırılar, Devletimizin milli ve üniter yapısını bozmayı hedefleyen yeni anayasa tuzağı ve kadına şiddet ele alındı. Prof. Dr. Turan Yazgan, Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan ve Osman Sınav‘a “Türkiye’nin Ayyıldızları Ödülleri” verildi.

Delegelere 1453 Panorama Müzesi gezdirildi ve Türk Musikisi konserleri verildi.

 


[1] Feyzioğlu, Turhan, “Atatürkçülük ve Millet Egemenliği”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Anakara 1992.

Annem

En güzel huylarda cömerttin boldun,
Sevgiyle çağladın dünyama doldun,
Ruhumdan cennete pencerem oldun.

Ekmeğim tuzumsun dizlerimde em,
Onurum mesrurum canım bir tanem,
Huzurum gururum sevgilim annem.

Kimi gün hicranla ağlarsam gülmez,
Tebessüm etmezsem yüzünü silmez,
Bu ömrüm O’nunla hiç kaygı bilmez.

Gönlümde ecesin müjganda şebnem,
Itırım manolyam misk kokum nanem,
Bademim kaymağım bir lokum annem.

Her halin muhterem zarafet vakar,
Dilinden muhabbet bal şeker akar,
Sırlardan ufkuma lambalar yakar.

Seninle her zaman gizemli hanem,
Dudağında dualar gözlerinde nem,
Nurlardan yorganla örtersin annem.

Büyüdüm gözünde çocuğum yine,
Dersin ki; “gel sarıl özlüyor sine,
Hasretim seninle bir nebze dine”.

Bu nasıl sevgidir söyle ne menem?
Sana da böyle mi yapardı ninem?
Canıma can katan biricik annem.

Saçlarda yıldız var nereden düştü?
Gördün de bağrına gamlar üşüştü,
Uyandır sarmala de ki;”bu düştü”.

Özledim kokunu canım nar tanem,
Şefkatle bas haydi bekliyor sinem,
Hala ben bebeğim seviver annem.

Özledim gül yüzlüm ıslaktır gözler,
Duygular hüzünlü kar etmez sözler,
Ciğerim yanıyor sönmemiş közler.

Geçmiyor aylarım bitmiyor senem,
Kapadım gözümü nerdesin minem,
Sürpriz yap son kere öpüver annem.

 

Dolandırıcı; M.C. ile (90) Günlük Kovalamaca

Refakat Müfettişi olarak görev yaptığımız 1977 yılında, önce Trakya’daki bir şubemizde bir dolandırıcılık olayı teftişe intikal etmiş ve bir Müfettişimiz bununla ilgili rapor hazırlamıştı.

Refakat tetkiki için bana gelen raporda faili tespit edilemeyen olayda, Failin Şube içinden Personelden birisi olabileceği kanaati ileri sürülüyor ve şüpheli tavırlarından dolayı da şube odacısı sanık olarak işaret ediliyordu.

Raporu tekrar, tekrar okudum; tutarsızlıklar tespit ettim. Hemen o günlerde, yakın şubelerden birinde ikinci bir olay daha meydana gelmişti. Aynı Müfettişimiz bu defa da Banka içinden şüpheleniyor, birbirine yakın bu iki şubede aynı odacının veya bir arkadaşının üzerinde duruyordu..

Kesinlikle böyle olmadığı kanaati ile bu soruşturmanın bir başka müfettişe verilmesini istedim.  Kenan Bey, çok sinirlenmişti. Benim söylediklerim mantıklıydı. Ama bu iki raporu da hazırlayan arkadaşımız Kenan Beye yakınlığı ile tanınan bir arkadaştı.

Kenan Bey, bu konularda objektiftir. 

  • – Bu soruşturma SENİNDİR, dedi. YAZ Talimatını..
  • – Tamam efendim.. Dedim ve talimatı yazdım.

O anda da bir üçüncü olay meydana geldi. Önce Tekirdağ, sonra Bandırma ve Şimdi AYVALIK’ta olay meydana gelmişti. Benim tezim daha da güç kazandı.

Olay şöyle meydana geliyordu; Yeni açılan yüksek montanlı hesaplar takip ediliyordu, sonra bir başka şubeden Aynı İsme ait Hesap Cüzdanı ve Hüviyet Cüzdanı kullanılarak, Hesap Sahibi Kendisi Bizzat oraya gitmişçesine para çekiliyordu. 

Hesap sahipleri her defasında değişikti. Ve Para çekilen şubeye asla gitmediklerini söylüyorlar ve bunu ispat da ediyorlardı. Demek oluyordu ki BİRİSİ onların Hesap ve Hüviyet Cüzdanlarını ya da BİREBİR SAHTELERİNİ kullanarak para çekiyordu..

Hesap Cüzdanları ve Hüviyetlerin SAHTE olması olasılığı yüksekti. Ancak görgü tanıkları, hesap cüzdanının çok normal bir cüzdan olduğunu ve Nüfus Hüviyet Cüzdanın da ORİJİNAL RESİMLİ ve de FOTOĞRAFIN tıpatıp Para Çekmeye gelen adam olduğunda ısrar ediyorlardı. 

Demek karşımızda çok profesyonel bir dolandırıcı vardı. Olay da devam ediyordu. Ayvalık, İzmir, Denizli ve Konya sıraya girmiş, dolandırıcılık sayısı 9-10 olmuştu. 

Artık Türkiye Haritası üzerinde YER TAHMİN ediyor ve genellikle de olayın olabileceği yerleri önceden tespit edebiliyorduk, buna rağmen uyarılara rağmen Adam PARA çekmeye devam ediyordu. Hesap ve Hüviyet Cüzdanlarının KOPYALARININ alınması talimatını verdim. Ve gördüm ki; Hesap Cüzdanı da hüviyet cüzdanı da İYİ HAZIRLANMIŞ SAHTE CÜZDANLARDI. 

Konya’dan sonra gidebileceği yer, ANKARA, ADANA ve MERSİN gibi olabilirdi. Ama Adana’ya gitmedi, ara verdi.. Konya’da bu kişinin Bankacılık Sistemlerine çok ta yabancı olmadığı kanaatine vardım. Kişi Adana’ya gitmemişti. Adana’yla irtibatı olabilir diye düşündüm. Polisten ek bilgi istedim. Adana ile alakalı Dolandırıcıları sordum. Çok vardı. Bana (7) tane fotoğraf verdiler. Bunlardan üçü Kapatılan Bankaların Mensupları idi ve Dolandırıcılık olaylarına karışmışlardı. Konya’dan sonra bir zıplama ile SAMSUN’dan ses geldi. Samsunda aynı olay vuku bulmuştu. Ben de Samsun’a gittim..

Amasya’da çok iyi tanıdığım, akrabam da olan,  bir RUH BİLİMCİDEN elimdeki (7) Fotoğraf için bir tahmin yapmasını istedim. Aradığım suçlu bunlardan hangisi idi?   Bir gece sonra cevabını aldım. Şu fotoğraf dediler.

O fotoğraf, ADANA’da kapatılan KREDİ BANKASINDAN atılma bir sabıkalıya aitti; (M.C.)

Hızla GİRESUN ve TRABZON ziyaret edildi. Gidilecek yer belli idi ERZURUM ve ERZİNCAN.

Böyle olmadı sessiz kalındı.. Belli ki şimdilik bu kadarla yetinilmişti. İstanbul’a dönmüş olmalıydı.. Biz de İstabul’a dönmüştük. Bir süre olay olmadı. Bu arada Poliste (M.C.) için epey bilgi topladık. Ünlü bir Banka dolandırıcısı idi. Hesap ve Hüviyet Cüzdanlarını taklit ederek çalışıyordu. Kendileri Banka Dolandırıcılarının PİRİ gibiydi. İzmir Cezaevinde, yaklaşık (40) hükümlüye Özel Ders v ermiş, BANKA DOLANDIRMANIN SIRLARINI da öğretmiş onlara HOCALIK yapmıştı. 

Adana’da hem çalıştığı dönemde, hem daha sonra İLLERİ vardı.. Onu çok kişi tanıyordu. Belli ki O yüzden Adana’ya gitmemişti.

Bir iki aylık sessizlik, ELAZIĞ’dan bozuldu. Sonraki durak; Erzincan ve Erzurum olmalıydı.  Hemen Erzincan’a gittim. Aynı gün ERZURUM’ la konuştum. Orada da bir Müfettiş vardı ona da söyledim. Ve tam öğle üzeri, ben de Erzincan Şubemizde iken ERZURUM Provizyon istedi.

ERZURUM Provizyon istedi. Ve işte FARE kapana kısılmıştı. Hemen talimat verdik;

“Onu oyalayın ve Şubeye Polis çağırın yakalatın.”

Ne oldu biliyor musunuz?   Adam her zamanki gibi, tam öğle saatinde ve aceleye getirerek provizyon alınmasını istemişti. İşler biraz gecikince bağırıp çağırmaya başladı.

Erzurum Şubesi Teftişteydi. Gürültüyü duyan Müfettiş Kardeşim,

“OLAYA MÜDAHALE ETTİ VE MÜŞTERİYİ ÜZMEMEK ADINA ÖDEME TALİMATINI BİZZAT VERDİ.”

Dolandırıcı parayı aldı ve kaçtı.. Erzurum’da görevli SAÇSIZ Müfettiş kardeşim de, Erzincan’dan olaya hakim olmaya çalışan Müfettiş Sofracıoğlu’nun -pek doğru bulmadıkları onu yakalatın talimatına karşı,

“ÖYLE ŞEY OLUR MU İŞTE DEFTER, İŞTE HÜVİYET”  diyerek, parayı ödettirmişti.

Sadece bu yüzden O Saçsız Müfettiş meslekten atılabilirdi. Olayın üzerinde durmadık. 

İstanbul’a döndüğümüzde,  Genel Müdürlükte bulunduğum sırada bir telefon geldi;  Diyordu ki;

  • – Ben M.C. Beşiktaş’ta CUMHURİYET Kıraathanesinde, bekliyorum. GEL GÖRÜŞELİM. Ve ekledi SAKIN HA POLİSLE gelmeye kalkma.. İyi olmaz..
  • – Tamam dedim. Adres aldım..

Doğruca Kenan Beye gittim. Durumu anlattım. Heyecanla; 

  • – Tamam dedi Polisle tertibat alalım. KISKIVRAK yakalatırız onu.
  • – Olmaz dedim. Adam beni tanıyor. Üstelik o yalnız da değildir. Tehlikeli olur, sonrası iyi olmaz..

Kenan Bey, başını iki yana salladı..

  • – Tamam tamam nasıl biliyorsan öyle yap ama sonunda bana problemle gelme.
  • – Tamam efendim Teşekkür ederim ..

Dedim ve Beşiktaş Cumhuriyet Kıraathanesine gittim. Bakındım, bir iki masa sakin, sakin oyun oynuyorlardı.  Herkes kendi işindeydi, giren çıkana aldıran da yoktu. Kahveciye sordum..

  • – M.C. dedim, tanıyor musunuz?
  • – Hayır tanımıyorum dedi..

Tam çıkmak üzereyken kapının hemen yanındaki masadan;

  • – Müfettiş Bey, diye seslendi birisi.. Döndüm.
  • – Buyurun. Dedim.
  • – Birini mi Arıyorsunuz dedi..
  • – Evet dedim birini arıyorum.. M.C. Siz misiniz?

Masadan kalktı, ötekiler hiç bakmıyordu, o bana yaklaştı ve;

  • – Şöyle oturalım. Dedi. Oturduk ve hemen söze başladı..
  • – Bak, Müfettiş dedi. Akıllı bir adamsın, bana yetiştin… Gülümsedim. O devam etti;
  • – Buraya kadar. Ama artık tamam.. Dedi. ,
  • – Yani?
  • – Yani, artık peşimi bırakacaksın..
  • – Ama paramız? Ne olacak?
  • – Bir bardak Su… Polis ne yaparsa o kadar. Fazlasını bekleme. Dikkat ettin mi? İki yerde çalışmadım.
  • – Birisi ADANA.. dedim.
  • – Evet işte onun için sana akıllı adamsın dedim ya… Öteki de İSTANBUL. İstanbul’da da çalışmam.
  • – Neden? Diyecek oldum.
  • – Sorma orasını.. Hem artık SENİN BANKANDAN da çalışmayacağım..
  • – Nereden bileyim. Sana nasıl güveneceğim..
  • – Güven dedi. Güvenmek zorundasın.. Hem çalışırsam artık biliyorsun. İşin daha da kolay.

Bana güven ve peşimizi bırak DELİKANLI..

  • – Müsaadenizle dedim.
  • – Çay içmeden göndermem dedi.
  • – Ismarlamadın. Dedim. Bir el işareti yaptı, iki nefis çay geldi. Çayları içerken İstanbul’da neden çalışmadığını anlattı, Polis şeflerinden birine söz verdiğini ima ediyordu.
  • – Şimdi de sana söz verdim, ben sözümde dururum. Dedi.
  • – Müsaade eder misin, dedim.
  • – Müsaade senin dedi. Ayağa kalktı elimi hararetle sıktı. Ve tekrarladı.
  • – Bana GÜVEN, Senin BANKADA yok.

Geldim, KENAN BEYE olduğu gibi anlattım.  Hemen Hamit Beye ve NAİM Beye gittiler.   

Bir Süre sonra NAİM Bey çağırdı bizi istediler, Kenan Beyle beraber gittik. Olayı dinlediler. Gelişmeleri açıkladık. Sordular;

  • – Bu paraları Sigortadan alıyor muyuz?,
  • – Evet efendim, alıyoruz.
  • – Devam edecek mi? Tahmininiz nedir? Sanıyorum, BANKADAKİ Yardım ayağını da tespit ettiniz ve kesildi Öyle mi? Kenan Bey devam etti.
  • – Kestik Efendim, Halen izinli, Bu ay atıyoruz. (Bilgilerin MEVDUAT BİLGİ FORMLARININ bir BAYAN aracılığı ile dışarıya aktarıldığından şüphelenerek arama yapmış ve bazı ipuçları da bulmuştuk. O Bayanın hemen yeri değiştirildi. O da zaten istifasını vermişti.) .
  • – Devam etmeyeceğini tahmin ediyoruz efendim.
  • – O zaman bırakın peşini, Polise de intikal ettirmeyin.. Zaten olay Polis soruşturmasında devam ediyor. Bırakınız mecraında aksın.. Fazla üzerine düşmeyin.
  • – Tamam efendim..
  • – Zahmetleriniz ve çalışmalarınız için Teşekkür ederim. Doğan Bey sizi de tebrik ederim. Tamam bırakınız…
  • – Tamam efendim…

Dedik ve olay böylece kapanmış oldu.   

Aradan Yıllar geçti. Ben BURSA şube Müdürü idim.  Alt katta bir olay vardı. DOLANDIRICI yakalanmıştı. Çalıntı bir çekle para çekmeye çalışan birisinden Bayan Şefimiz Şüphelenmişti ve Müdür Muavini Mehmet TOSUN da adamı kıskıvrak kucaklayıp odasına kapatmıştı.

Yakalanan bir garibandı.. Polisteki ifadesinde kendisini para çekmeye, M.C:’nin gönderdiğini ve eğer bu 1500.000.- lirayı alırsa ona içinden 50.000.- lira vereceğini de söylediğini açıklamıştı.

Vay Canına demek M.C: bizi unutmamış yıllar sonra BURSA’ bir selam vermek, kendisini hatırlatmak istemişti. Ama Bayan Şefimizin Dikkati ve Mehmet Tosun’un cesur hareketi sonucu başarılı olamamıştı.

Bu adamı Şubeye gönderen M.C. nin dışarıda yolun karşı tarafında beklediğini söylemişti yakalanan adam.  Tabii Polis araçları SİREN çalarak ŞUBEYE gelince de karşı yoldaki M.C. çoktan Otogarın yolunu tutmuş ve belki de Polisteki sorgu sırasında İstanbul’a bile ulaşmıştı.

Yakalanmadı, sonra da bulunamadı. Yıllar ve yıllar sonra onu HAREM’de gördüm, Arabalı vapurdan indi, Kamil KOÇ gişesine geldi bir bilet aldı ve tekrar aynı vapurla karşıya geçti.  Kamil KOÇ’a sordum,

  • – Az önceki O adam nereye bilet aldı ?
  • – ANKARA’ya dediler..

Demek, o zamanlar 70-75 yaşlarına gelmiş olan M.C. hala bu işlerlin peşindeydi. Karşıda bir şeyler yapacak ve 5-10 dakika sonra da HAREM’den otobüse atladığı gibi ANKARA’nın  yolunu tutacaktı.

Kim bilir hangi POLİS, Hangi Müfettiş yine bu eski BANKACI meşhur dolandırıcı M.C. ‘nin  peşinden aylarca koşmaya devam edecekti!… 

Ve M.C. daha kimleri yetiştirecekti,,,. Ve her zaman yeni yeni M.C .’ler çıkacaktı.

MÜFETTİŞ DEDEOĞLU ile bir kaç anekdot;

Aslında AKBANK anıları ayrı bir KİTAP olmalıydı. Belki ileride daha da geliştirerek bunu da yapar mıyız bilemiyorum, ama Akbank ve Teftiş Heyeti anlatılırken DEDEOĞLU’ ndan bahsedilmeden geçilemezdi. İşte Ondan birkaç anı..

BURSA Merkez teftişi bitmek üzereyken Dedeoğlu gelmişti.  Ragıp Tekin OLDAÇ Üstadımız Bölge Müdürü olarak atanmış ve teftişin sonunda yeni görevine başlamıştı.

Ekibi Dedeoğlu devraldı.  Sadece Kambiyo teftişi yapacaktı ve biz de kendisine yardım edecektik. Bana sordu;

  • – EN Uzun Raporunuz KAÇ MADDE ?
  • – Üstadım dedim Krediler Raporumuz, ve (74) madde..

Dedeoğlu, oturdu, şaka şamata bir hafta kadar çalıştı ve müsvetteleri bana uzattı;

  • – Al Tapaj et bakalım.
  • – Tamam Üstadım dedim. Yazdım bitti Şubeye verdik ve birkaç gün sonra cevapları da geldi..

Dedeoğlu Üstadımız şöyle bir baktı ve hemen bana döndü;

  • – Hani dedi, (74) Madde demiştin.
  • – Evet Üstadım?
  • – Eveti, ne? Bak sizinki (76) maddeymiş.. Benim Rapor (75) oldu.

Meğer Üstadımız EN UZUN RAPORU YAZMAK UĞRUNA havadan sudan maddelerle (75) e gelmiş, biz (74) olsak onun raporu en uzun olacakmış, oysa bu rekor BİZDE KALMIŞ. Dedeoğlu buna çok bozulmuştu..

SETBAŞI Şubesi Teftişine başladık ve üstadımızla harika 5-6 hafta geçirmiştik. Maaşımızı aldığımızda Doğruca Kuyumcuya gidiyorduk. Kendileri, tasarruf için  (10) adet Cumhuriyet Altını alıyorlardı. Bize de (3) adet almak mecburiyeti gelmişti.

Kuyumcudan dönüşte kontrol vardı satın aldığımız (3) adet altını Üstada GÖSTERME mecburiyeti vardı. Her ay gidiyor, (3) adet alıyorduk. Son aylarda paramız yetişmeyince sadece bir adet aldık ve önceki ayın altınları ile üçe tamamlayıp ÜSTADA göstermiştik.

Keşke bunun yerine ne edip yapıp bu sıkı tasarrufa devan etseydik.. Dedeoğlu ZENGİN oldu.

Sadece ALTIN değil, mesela Her teftişe gittiği yerden mutlaka bir de ARSA satın alırdı.  Ve her hafta sonu İstanbul’a dönüşte sebze ve meyve Yalova’dan veya yol boyu köylerinden ucuz, ucuz alınırdı.

Sevgili Üstadımız İngiltere’den dönüşlerinde de dişinden tırnağından artırarak bir Araba getirmişti. Kullanmıyordu. Bu araba O kadar kıymetliydi ki kalın zincirlerle evinin BALKON Demirlerine sıkı sıkıya kilitlenmişti.

Dedeoğlu hikâyeleri başlı başına bir kitap olurdu. Burada sadece anmış olmak için kısa biri iki not alabildim.   Yazlık komşum sevgili üstadı saygıyla anıyorum.