14.8 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1068

Efsane ve Kahraman Lider Denktaş

Hayatını Kıbrıs davasına adayan efsane ve kahraman lider, KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Allah’ın rahmetine kavuştu. Kendisini Türk olarak hisseden herkesin başı sağolsun.

Rahmetli Denktaş, Kıbrıs Türkünün var olma ve insan gibi yaşama mücadelesinin her safhasında imzası olan bir mücahitti. Defalarca ölümle burun buruna geldi. Bütün zorluklara, hatta engellemelere rağmen, iyi bir hukukçu ve siyaset ustası olması sebebiyle davasını cesaret ve liyakatla kucakladı.

Kıbrıs Türkünün azınlık ve Rum’a esir değil ; bağımsız ve egemen bir devlet olarak şeref ve haysiyetiyle yaşamasından yanaydı. Bu bakımdan, Denktaş’ı anlamak milli bağımsızlığı anlamaktır. O, dış telkin ve desteklerle siyasete paraşütle indirilmiş liderlerden değildi. Halkıyla bütünleşebilen halktan biriydi. Bilgiliydi, yürekliydi, örnek ve gerçek bir lider nasıl olur sorusunun cevabıydı. Ondan her siyasetçinin alacağı dersler vardır. Denktaş’ın çizgisinden uzaklaşanlar, milli davalarından taviz verenler, hayali vaatlere kananlar milletlerinin geleceğini de başkalarına teslim ederler.

Rahmetli Denktaş, sadece KKTC’nin değil; Türk Dünyasının lideriydi.  Kıbrıs mücadelesinde Kıbrıs Türk Milli Mukavemet Teşkilatını kuran üç dört kişiden biriydi. Kıbrıs Türklüğünün varlığını ve çıkarlarını korumak için yeminliydi.

Türk Milletinin bir bütün olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Anadolu’da verdiği Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın anlamını ve değerini en iyi bilen ve takdir edenlerdendi. Bunu sık sık dile getirir, neden oyuna gelinmemesi, bağımsızlıktan ve egemenlik haklarından niçin vazgeçilmemesi gerektiğini açıklardı.

Denktaş’la ters düşenler, Kıbrıs sorununu hayali AB üyeliği önünde engel gibi görenler yanıldıklarını herhalde bugün anlamışlardır. Tarih Denktaş’ı haklı çıkarmıştır. KKTC’yi Türkiye’nin önünde engel görenler Türkiye’nin asıl engelleridir. Sözde dost ve müttefiklerimizin Kıbrıs’ta KKTC aleyhine nasıl propaganda yaptıkları ve paralar dağıttıkları unutulmamalıdır. Kıbrıs’ın stratejik önemini kaybettiği iddiaları da…

ABD’de Kalp ameliyatı olduğu sırada hasta yatağında Annan Planını imzalatmak için dönemin bazı bakanlarının yaptıkları çirkin baskılar da unutulmamıştır.

Şakacı, esprili, güler yüzlü , dik duruşu, düşündürücü cevapları ile dikkat çeken Rahmetli Denktaş, endişelerini ve fikirlerini acıka ve mertçe ortaya koyardı. Elinden düşürmediği fotoğraf makinesi ile resim çekmekten zevk duyardı.

Bir dönem Aydınlar Ocağı’na konuşmacı olarak gelmeyi kabul etmişler ve Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezinde Kıbrıs sorununu ele almışlardı. Aydınlar Ocağı kendisine şeref üyeliği vermiş, kendileri de kabul buyurmuşlardı. O toplantı vesilesiyle Atatürk Kültür Merkezinin önünde trafik tıkanmıştı. Rahmetli Denktaş, Trabzon’da düzenlediğimiz Aydınlar Ocakları şurasına teşrif etmiş ve konuşma yapmıştı.

Davasını usanmadan, bıkmadan, yorulmadan her zaman ve her zeminde anlatırdı. “Allah kimseyi vatansız, bayraksız ve devletsiz bırakmasın” sözü hep hatırlanan cümlesidir.

Vefatından bir süre önce Rum liderine adeta duyurur gibi haykırdığı şu cümle dikkat çekici ve düşündürücüdür: “KKTC bağımsız ve egemen bir devlettir.” Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

Kavimden Millete

“Millet nedir?” konusunda birçok makale yazdım. Bunun üzerinde çok durdum. Yeri ve zamanı gelince yine duruyorum. Ve zaten durmak da lazım. Çünkü hayati bir mevzu.

Aynı konuda, çok güzel bir yazı kaleme almış sayın Ahmet Selim. Çok güzel, çok yerinde ve tam zamanında yazmış. “Millet” mefhum ve kavramını güzelce izah edip açıklamış. Somut misaller vermiş.

Zevkle okudum. Okuyucularımla paylaşmak istedim. Fikir ve görüşlerini sütunuma taşımaktan büyük haz aldım.

Sayın Ahmet Selim’in bu sözleri, bu misalleri ve özgün açıklamaları teksir edilerek çoğaltılsa yeridir. Tüm yurt sathına yayılsa ne güzel olur. Özellikle gençlerimiz, eğitim ortamında olanlar, keşke dikkatle okusalar. Onların bu çeşit yazıları okumaları, şüphesiz çok faydalıdır. Böylece “Millet” mefhumunu doğru bir şekilde kavramaları gerçekleşir.

Bu şekilde hem genç dimağların yanlış yönelimleri önlenmiş olur. Hem de onlara yanlış yön çizenlerin; kim bilir belki de kafaları dank ederek, akılları başlarına gelir. Gömüldükleri saplantılardan kurtulurlar. Milletin ne olduğunu doğru şekilde anlayıp algılarlar. Hem kendilerine hem gençlere, hem de millete, en büyük iyiliği yapmış olurlar.

Sayın Ahmet Selim, özetle diyor ki:

“Millet” kavramı, siyasi özellik ve iddia taşıyan bir kavramdır. “Toplum” ve “halk” öyle değildir. “Millet” farklıdır. Etnik olgu daha da ayrı bir konudur.

Babam, Rumeli (Kumanova) doğumluydu. Derdi ki: “Bir ihtida (müslüman olma) olayı vuku bulursa (olursa),’ Müslüman oldu.’ demezler,’ Türk oldu.’ derlerdi.”

Niçin böyle diyorlardı acaba? Osmanlı’nın siyasi, askeri varlığı bir yana, dini hüviyeti bile “Türk” kelimesiyle nasıl özdeşleştiriliyor? Babamın anlattığı seneler, 1915’ler 1920’ler…(Yani daha düne kadar durum bu merkezdeydi.)

Osmanlı, Türk kökenli olmayanlara, hatta Müslüman bile olmayanlara yöneticilik görevi verebilen bir gelenekten, bir birikimden geliyor. Böyle olduğu halde bu kavram ve bu tanım nasıl kök salmış, düşünmek lazım.

“Osmanlı geliyor.” değil, “Türkler geliyor.” deniliyor. Müslüman olana “Türk oldu.” deniliyor. Buradaki “Türk” kelimesi etnik ve ırki bir darlığa sığdırılabilir mi?

(Ya bizde kimi aydınların kendilerini Türk milletinden bir türlü sayamamalarına ne demeli? Oysa “Türk” kelimesi; tarih süreci içinde, Türk idaresi  ve kanadı altında hür ve serbest yaşamış ve yaşayan her kavmin ortak millet ismidir. – M.B.-)

Hem ki Rumeli’dekilerine yerli yersiz “Arnavut, Boşnak, Pomak” çok denilir. Evlad-ı Fatihan (yani buralardan oraya gidilmiş olması) gerçeği herkesin bilgisinde değildi.

Annem  “Arnavutuz adam!”  derdi gülerek. Babam  “Sen o kadar bilirsin!”  diye kızardı. “Ben Arnavutça kadar Sırpça’yı da, Bulgarca’yı da bilirim. Ama Osmanlı Türkçesi’nin okur yazarı ve gerçek konuşanıyım. Ruhum da, inancım da, hayatım da, onunla yoğrulmuş. (İşte “Millet” oluşun; doğuştan ziyade oluşa dayandığının somut örneği. -M. B.-) Aslen coğrafya harmanından da buna aykırı bir şey çıkmaz. Tarihi kitaplar biraz geç yazar…” Hep bu minval üzere (bu doğrultuda) konuşurdu.

X

Millet olmak hukuki ve sosyolojik anlamıyla, siyasi bir çerçevede, birleştirici bir tarih mayasının; bir topluluğa kimlik ve kişilik sahibi olabilme kıvamını kazandırmasıdır. Bunu ancak tarih yapar; toplum mühendisleri değil.

Tekrar vurgulayayım: Hukuki ve sosyolojik açıdan böyledir. Günlük dilde, avami söyleyişte,

çok farklı kullanımlar vardır. Ayrıca bunu anayasa hukuku (yahut siyaset bilimi) açısından bir

“siyasi cemiyet” biçimi ve merhalesi gibi de görenler olabilir. Fakat, hiçbir istihale ve gelişme bu muhtevanın özünü ve öz değerlerini yok etmez.

Tarihin süreçleri için, birkaç yıldan değil, asırlardan söz etmek gerekir. (İşte Türk milleti; yüz yıllar süren süreç içinde, Türklerin önderliğinde kavim ve kavimlerden, millet statüsüne yükselebilmiş bir oluşumdur. -M. B.-)

Kaldı ki ifade biçimleri ve yorum farklılaştırmaları, o süreci, kolay kolay etkileyemez. Öyle zannedilirse de, öyle değildir. Ne zorla olur, ne de biçimsellik oyunlarıyla.

(Ama ne yazık ki) özeleştiriyi bindiğimiz dalı kesme noktasına kadar vardırdık…”Bizim zaten geleneğimiz, tarih köklerimiz bozuktu” demeye gelen oryantalist telakkileri (düşünce ve anlayışları) baş tacı ettik.” (Ahmet Selim, “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak” AKSİYON, 15 Ağustos 2005, s. 38 – 39)

X

Maalesef kimileri, millet oluştan vazgeçmeye doğru, geri adımlar atmaya kalkışıyor. Oluşu bir kenara bırakıyor, sırf doğuşa değer veriyor; “millet” oluşun kıymetini bilmiyor. Yok oluşa götürecek adımlar atmaya yelteniyor.

Oysa  “millet”  aynı doğuşta olanlarla, özellikle aynı oluşta olanların birlikteliğinden meydana gelen bir sentez, bir terkip; artık ayrılmaz, parçalanmaz bir bütündür. Asla mozaik değildir.

Bu, böyle biline! Ve yine biline ki, Türkiye ya 72 milyon olarak vardır…Ya da 72 milyon olarak yoktur. İnşallah 72 milyon; giderek artan nüfusuyla, var olmaya hep devam edecektir.

Kimse, bunun aksini düşünerek boş hayaller kurmasın!

Kimse, abuk sabuk düşüncelere kapılmasın!

Çünkü:

Bu asil milleti bölmeye, kimsenin gücü yetmez.
Zira: “Bir şem’a ki, Mevla yaka; üflemekle sönmez.”

 

Kafa Karışıklığı Nereye Varacak?

Türkiye, değişik şekillerde milletleşmeden ve milli devlet anlayışından  uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Milletleşmeyi reddedip sosyolojik anlamda kalabalık olmaya aday olduğunuzda “Biz” olamazsınız. Biz olamayınca da Orta Doğu’da ve Balkanlar’da siyasi ve kültürel etkinliğinizi artıramaz, küresel rüzgarlara teslim olmuş bir sonbahar yaprağı gibi dolaşıp durursunuz. Bunun sonucunda da her türlü iddia ve hedeflerinizden uzaklaşırsınız.

Kaldı ki son yıllarda Dünya’yı küreselleştirmek isteyenlerin iddialarına ve küresel dayatmalara rağmen, milli devlet gerçeği daha da öne çıkmaktadır. Bölünen milli devletlerden yine milli devletlere geçilmektedir. Milletleşememiş, milli devlet olamamış bazı Orta Doğu ülkelerinde ise; Irak’lı veya Suriye’li olmak yerine yan (alt) kültür ve kimlikler öne çıkarılır. Milletleşemeyen topluluklarda milli kimlik değil, mezhepler ve etnik sıfatlar öncelikli olabilir. Irak’ta Irak’lı olmak, Irak devletinin vatandaşı olmaktan çok; Şii veya Sünni olmak, Arap ve Kürt olmak bundan dolayı öncelik taşır.

Milli devletler çökmüyor, küresel güç tarafından önü açılmış olanlar çöktürülmeye zorlanıyor. Milli devletin ve milli kimliğin zaafa uğradığı yapılarda küreselleştirici emperyalizme yeni istismar alanları açılmakta, yeni malzemeler kullanılır hale gelmektedir. Gerek bazı İslami kesimlerden, gerek küreselleştirmenin liberalleştirdiği, devşirdiği döneklerden milli devlet ve milli kimliğe karşı ortak bir ses çıkmaktadır. Türkiye’de milli kimlikle mücadele ederek ve onu Anayasadan kaldırarak dünün Osmanlı beşeri coğrafyasında ve Türk Dünyasında etkili bir Türkiye yaratılamaz. Küreselleşmenin olumsuz etkilerinden şikayet eden bir çok ülke ve topluluk, Türkiye örneğine kanarak emperyalizmin kucağına itilmiş olur. Bu bakımdan, milli kimlik ve milletleşmeyi ırkçılık aracı olarak görenler, şuurlu veya şuursuzca emperyal güçlere hizmet etmektedirler.

Son günlerde ülkenin gerçekten yeni bir Anayasaya ihtiyacı var mı sorusu tartışılmaktadır. Burada önemli olan bizim ihtiyaçlarımız değil; Orta Doğu resminde nasıl bir Türkiye’nin küresel güç tarafından kabul edilebileceğidir. Üniversiteler, kurumlar ve şahısların yeterince görüş bildirmediğinden dolayı TBMM Başkanı şikayette bulunmaktadır. Durumu kurtarmak için lise öğrencilerinden bile Anayasa teklifi istenmektedir. Oysa akıl sahibi herkes, Türkiye’ye belirli bir modelin dayatıldığının farkındadır.

Türkiye’ye, Lozan’la tayin edilen dini azınlıkların yanısıra, İslami azınlık dayatılıyor. Etniklik tahrik edilip yönlendirilerek eşit vatandaş yerine; bazılarına imtiyazlar tanınmak, milli egemenlik hakkı paylaştırılmak, kollektif haklar verilmek isteniyor. Bunlar ileri sürülerek milli kimliksiz ve adsız bir millet düşünülüyor. Bu, aslında milletleşme sürecinden geriye, kalabalıkların birlikteliğine dönüştür.

Oysa Dünyada geçerli olan, etniklilikleri uluslaştırıp bütünü ufalamak, farklılıkları kutsallaştırmak, devlet içinde yeni devletler yaratmak değildir. Hiç bir devlet buna müsaade etmez. Devletin yapısı, hukuku hatta varlığı değiştirilerek özgürlükler arttırılamaz. Hedef, herkese eşit temel hak ve hürriyetlerin tanınmasıdır. Türkiye’ye dayatılan yanlış ve federal yapıya dönüştürücü yol hangi ciddi devlet tarafından kabul edilebilir? Almanya Almanca’ya, Fransa Fransızca’ya rakip  ortak bir dil ve kültürün doğuşuna müsaade edebilirler mi? Buna müsaade edilmeyeceğine en büyük şahit, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızdır.

Belki aşırı bir örnek olacak ama; Hollanda’nın Flaman Bölgesinde, itfaiyeyi Fransızca konuşarak çağıran birinin bu talebi Flemenkçe konuşmadığı için dikkate bile alınmaz ve evleri göz göre göre yanar.

 

 

Türkiye’de Gelinen Nokta (2)

“Bugünlerde yabancıların Türkiye ekonomisine gösterdikleri  ilgi olağanüstü düzeyde. Gün geçmiyor ki, bir yabancı sermaye grubu veya şirketin, bir bankamız ya da bir kuruluşumuzla ilgilendiğini duymayalım!

“Asıl dikkat çeken ise, yabancı yatırımcıların yeni bir tesis kurma konusundaki gönülsüzlüğü. Yapılanların büyük çoğunluğu kurulu bir şirketin veya tesisin sahipliğinin el değiştirmesi. Ek bir istihdam ve doğrudan bir katma değer artışı söz konusu değil.” (Baran Tuncer, Radikal, 28. VIII. 2005, s. 13)

X

Hazıra dağ dayanmaz. Gün gelir sattığını alamaza düşer.
Malını kaptıran; gün gelir sattığı malı, gece gündüz düşler.

X

Yurdumda, yabancılar oluyor, isteğimizle Efendi!
Şark’ı yeniyor yine masada, Batı’nın açık göz fendi!

X

Kendi elimizle peşkeş çekiyoruz Ecnebi’ye yurdu!
Unuttuk galiba, vatanı ecdat; ne pahasına kurdu!

x

İstiklal Marşı’mızı sonuna kadar tam olarak doğru dürüst söyleyemez durumdayız! Bu zaaf yetmezmiş gibi, bu işin dahası da var: Yavaş yavaş kimileri İstiklal Marşı’nı okumayı züll addeder / züll sayar hale geldi! Bazı toplantı ve açılışlarda, söylenmesi şiar ve düstur olan İstiklal Marşı terk edilmeye başlandı.

Oysa Osmanlı Devleti’nde  “Mehter”  neyse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde  “İstiklal Marşı”  odur.

Ne yazık ki, bu vatanda yaşayan, bu bayrağın gölgesinde barınan, bu devletin sayesinde hayatlarını devam ettiren kimi Türk vatandaşları, İstiklal Marşı’na karşı tavır koyuyor. Onu söylemek zorlarına gidiyor. İstiklal Marşı’na karşı dudak büküyorlar!

“Böyle gecenin, hayır umulur mu seherinden?” denirse de, böyle demiyor ve bunlara “muvakkat  / geçici arızalar”  demekle yetiniyorum.

X

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yetkili ağzı tarafından:  “Bizi arkadan hançerliyorlar!”  diyerek tepki gösterilen ve biraz da bu yüzden iptal edilen, daha doğrusu ertelenen sözde  Ermeni soykırımı toplantısı nihayet yapılıyor. Üstelik devlet yetkilileri bu toplantıya seve seve katılacaklarını ifade ediyor. (H. Tercüman, 25. VIII. 2005)

Aslında bu, kendi haklı milli davalarını savunamayanların sergiledikleri acz görüntüsü değil midir?

X

Kime yaranmak istiyor bazılar, durup bir düşünseler
Aç canavara sevgi, onu hiç durdurur mu? Bir bilseler

X

Devletin bölünmez bütünlüğü için yani  “Bölücülük”  propagandası suçuna üç yıla kadar ağır hapis  cezası öngören  TMY  (Terörle Mücadele Yasası)  8, AB Uyum Paketleri kapsamında 2003 yılında yürürlükten kaldırılmıştı. (Hilal Köylü, Radikal, 25. VIII. 2005, s.7)

2225

Fakat terörün yeniden canlanması ve gittikçe azması üzerine, kaldırılan kanunların yeniden konması gündeme gelince:

Dışişlerinden hükümete şöyle bir uyarı geldi: “Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesi geri gelirse, uyum süreci riske girer. Terörle mücadele hak, ama Avrupa normlarına uymakla da yükümlüyüz!” (a. g. m.)

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!

X

Türkiye batmış batacakmış, onların gözünde ne önemi var?
Yeter ki, AB normlarına halel gelmesin hiç, değil mi baylar?

X

Dört PKK teröristinin Trabzon’un Maçka ilçesini kana bulamasına ramak kalmıştı!

X

Polis’i saymamak, Polis’i adam yerine koymamak  – ki bu aslında, devleti küçümsemek, devleti ayaklar altına almak, devleti; kendi devleti olarak görmemekle eş anlamlıdır-  çok tehlikeli bir gidişatın ayak sesleridir.

Keza, yavaş yavaş askere de direnmeye başlanılması, onun da yıpratılmak, vazife yapamaz hale düşürülmek istenmesi, çok tehlikeli gelişmelerin öncüsüdür.

Nitekim çok yakın geçmişte, polisin ve askerin elinden suçlular alınmış; polis ve askerin ve onların şahsında devletin itibarı iki paralık olmuştu.

Aslında ne polisimiz, ne de askerimiz aciz ve güçsüzdür. Ama AB’ye Uyum Paketleri peyderpey / arka arkaya açılarak polis ve askerimizin eli ayağı bağlanmak istenmiştir.     Dünyanın hiçbir yerinde, suçlunun bu kadar kollandığı, hırsızın bu derece kayırıldığı, mazlum ve masum halkın ise bu denli nefsini evinde bile savunamayacak hale getirildiği ülke her halde zor bulunur. Bununla beraber ben yine de: “Böyle gecenin hayır umulur mu seherinden be dostlar?” Demeyeceğim.

Çünkü biliyor, inanıyor ve bekliyorum ki, bu böyle devam etmeyecek!

X

Bu milletin var değeri indallah, Kıyamet’e kadar
Bu millete bir şey olursa, bütün dünya O’nu arar.

x

Velhasıl diyorum ki: “Allah bizimle olsun. Zira dikkat edin; millet olarak biz ne zaman huzurlu isek dünya tarihi huzurlu. Biz darda isek
dünyada huzur  yok! Son yüzyıla bakın ne dediğimizi gayet iyi anlarsınız.” (Mehmet Kaplan, Yeni Asya, 7 Ocak 2012)

 

 

Yolum Amasya’ya Düştü

Ülkemizin dört bir köşesinde; memleket meselelerine duyarlı ve değerlerimize sevdalı kardeşlerimiz var. Gezdikçe gördükçe bu insanların varlığından, mutlu oluyor ve yarınlar için daha çok umutlanıyorsunuz.

Bizimde yolumuz memleketimizin inci tanelerinden biri olan Amasya’ya düştü. Amasya’yı kimimiz şehzadeler şehri olarak seviyoruz kimimiz ise 22 Haziran 1919 tarihinde açıklanan “Amasya Tamimi” ile hatırlıyoruz. Elma denilince yine akla ilk gelen bu tarihi kentimiz oluyor. Ortasından ise Yeşilırmak nazlanarak akıyor. Kral Mezarlarını da söyleyeceğim ama esas Türk kültürünün eşsiz mimari güzelliklerini taşıyan camileri, medreseleri, mescidleri,  köprülerini,  evlerini ve kalesini unutmamak lazım…

Ancak bu güzelliklerin yanında Amasya’yı esas var eden;  Amasyalıların insani tavırları ve bunun sonucunda milli ve manevi değerlere olan bağlılıkları. Bunu kısa bir gözlemle hemen anlıyorsunuz. Ayrıca heykeltraş Tankut Öktem’i de burada rahmetle anmak istiyorum. O da birçok yerde olduğu gibi Amasya’da yaptığı heykelle hem İstiklal Mücadelemizi nefis bir kompozisyonla anıtlandırmış hem de Amasya’nın tarihine de ölümsüz yeni bir sayfa eklemiş.

Amasya, turizm açısından da inanılmaz güzel bir yer. Bu özelliğinin bugüne kadar değerlendirilebildiğini  söylemek ise çok zor.  Eğer Amasya’mız, turizmi sektör haline getirmiş ülkelerin elinde olsaydı, emin olun ki; para basan bir işletme olurdu. Daha geç değil yeter ki turizm odaklı düşünelim.

Amasya’da yetişerek, Türk Devlet tarihine mührünü vuran padişahlarımız arasında Yıldırım Bayezid,  II. Murat,  Fatih Sultan Mehmet,  II. Bayezid vardır.  O dönem Amasya’da bulunan medreselerde yabancı dilde eğitim yapıldığı da anlatılıyor. Bu da bize değerli devlet adamlarının hangi iklimde yetiştiğinin bir göstergesidir.

Amasya Tamimi ise Türk Milletinin gidişatının çerçevesinin çizildiği belgedir. Bu metinde mutabakata varılırken en önemli noktalar;  vatanın bütünlüğü ve milletin istiklalinin tehlikede olduğu, İstanbul Hükümetinin aldığı sorumluluğu yerine getiremediği, milletin istiklalini yine milletin azim ve kararlılığının kurtaracağıdır. Sanki bugün gibi!

Milli irade, Amasya Tamiminde bu şekilde ete kemiğe bürünürken, bugün Saraydüzü Kışlasının duvarlarında yazılı olduğu şekilde, Amasyalıların Ebedi Başkomutan Mustafa Kemal’in emrine girdiklerini ifade etmeleri de bana göre ayrı bir tarihi olaydır.

Memleketimizin her yeri ayrı bir Amasya’dır. O köşelerde hep benzer şeyler konuşulur. Ummadığınız kadar duyarlıdırlar. Tarihten gelen bir milli şuur ve bunun oluşturduğu bir gelecek perspektifine sahiptirler. Yurt içinde ve dışında kim ne adım atıyor ve söz söylüyorsa,  şaşmaz terazilerinin kefelerinde hep bunları tartıp dururlar.

İşte bizim bu toprakları ve bu toprakların üzerinde yaşayan insanları yalnız ve umutsuz bırakma hakkımız yoktur. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, ülkemizin dört bir tarafında bulunan insanlarımızla bir “gönül seferberliği” anlayışında bir araya gelmeyi başarmalıyız. Bunu yaptığımızda birbirimizden güç alacak, iman tazeleyecek ve kararlılığımız daha da pekişecektir.

Onun için gelin siz yolunuzu Amasyalara düşürtün, insanlarımızla kucaklaşın,  ümidinizi tazeleyin, umudunuzu artırın, ne kadar büyük bir millet ve ne kadar büyük bir devlet olduğunuzu bir defa daha hatırlayın, şanlı tarihi ve eşsiz kültürü yeniden keşfedin…

Bizlere pompalanan çaresizliği ancak Büyük Türk Milleti ile kucaklaşarak yenebiliriz. Milletimiz kucaklaşmak için evlatlarını bekliyor. Haydi sizde durmayın, koşun milletimizle buluşmaya…

 

 

İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak (Emr-i Bi’l-Ma’ruf, Nehy-i Anı’l-Münker)

Yüce Rabbimiz, en güzel surette yaratıp yeryüzüne gönderdiği insanı başıboş bırakmamış, peygamberler göndererek iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı kısaca dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıracak yolları göstermiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’den sonra nübüvvet kapısının kapanmasıyla birlikte insanları hayra ve iyiliğe davet etme vazifesi Müslümanlara geçmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.”(Âl-i İmrân, 3/110) buyrularak, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymanın, Müslümanları diğer insanlardan daha hayırlı bir konuma yükselten önemli bir özellik olduğu belirtilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde iyiliği emretmek kavramı “emr-i bil ma’ruf” ve kötülükten sakındırmak da “nehy-i anilmünker” tabiriyle ifade edilmiştir.

Ma’ruf sözlükte; bilinen, tanınan, iyi muamele, tatlı dil, ihsan ve İslam’ın hoş gördüğü her şeydir. Dinî terim olarak ma’ruf; İslam’ın hükümleri, genel prensipleri ve emirleri uyarınca yapılması ve söylenmesi gereken her söz ve fiildir. Sözlükte; çirkin, kötü, yadırganan şey anlamına gelen münker, dinî bir kavram olarak, Allah’ın razı olmadığı, İslam’ın çirkin, kötü, kabahat, günah ve haram olarak bildirdiği davranışlardır. Münker, ma’rufun zıddıdır. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay.  Sh. 408, 497)

Mü’minler kardeşlik hukukunun gereği olarak daima birbirlerinin iyiliğini isterler, kötülüklerini ve sıkıntıya düşmelerini de asla istemezler. Bunun için de kardeşlerini yanlış şeyler yapmamaları, özellikle de Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma konusunda uyarmayı en başta gelen vazifeleri olarak görürler.  Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/71)

Müslüman, çevresinde olup bitenlere karşı duyarsız kalamaz, işlenen kötülükler karşısında “neme lazımcı” olamaz. O, toplumun huzuru, bütün Müslümanların iyiliği ve tüm insanlığın hidayeti için çalışmak zorundadır. Zira Müslümanlar, iyilikleri teşvik edip toplumun her tarafına yaymak ve kötülüklere mani olmakla sorumludurlar. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede; “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır”(Âl-i İmrân, 3/104) buyuruyor.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de bir haksızlık ve kötülük gören Müslümanın, buna mani olması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Sizden biriniz çirkin bir iş görürse, onu eliyle değiştirsin; eğer buna gücü yetmezse, diliyle uyarsın; buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.”(Müslim, İman, 20)

Allah Resûlü (s.a.s.), “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkeri de yasaklarsınız veya Allah’ın katından umumî bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul edilmez”(Tirmizi, Sünen, Fiten, 34/9 (IV,  468) buyurarak, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i anı’l-münker”in ne kadar önemli bir görev olduğunu, yerine getirilmediği takdirde ne kadar ağır sonuçları olacağını çok açık bir şekilde ifade etmişlerdir.

Bir toplumda işlenen günah ve kötülüklerden sadece onları yapanlar sorumlu olmazlar. O günah ve kötülüğün işlenmesine göz yuman, gücü yettiği halde mani olmayanlar da bunlardan mesul olurlar. Toplumsal huzursuzluğun en başta gelen sebeplerinden biri de “neme lazımcılık”tır. Bu yanlış davranış konusunda Kur’an-ı Kerim’de mü’minler şöyle uyarılmıştır: “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (topluma sirayet eder ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.”(Enfâl, 8/25)

İyiliklerin yaygınlaştırılıp, kötülüklerin önlenerek toplumda huzur, sükûn ve mutluluğun sağlanması için gücümüz nispetinde çaba sarfetmeliyiz. Böylece Kur’an-ı Kerim’de, “…İyiliği emredip, kötülükten alıkoyan ve Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyan mü’minleri müjdele” (Tevbe, 9/112) buyrularak övgüyle söz edilen ve müjdelenen mü’minlerden olmaya gayret göstermeliyiz.

 

 

Büyük Doğu Aksisedası

Yazar Mustafa Miyasoğlu dostum anlattı; “Necip Fazıl Kısakürek hep sigara içti. Hekimi Prof. Dr. Süleyman Yalçın üstada demiş ki (Sizin tıbben yaşamamanız gerekir! Ama öyle değil. Siz istediğinizi yapabilirsiniz!” Üstad da istediğini yaptı ve 79 yıl yaşadı(1904-1983). Mekanı cennet olsun.
Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde “Necip Fazıl Kısakürek; Buzdağını Eriten Deha” adlı sempozyumla Üstad 2011 son baharının bitimini, kışın başladığını yakalayan güzel bir güneşli günde anıldı. Bu program İstanbul Bahçelievler Belediye Başkanı iken üstadın adını bir konferans salonuna veren müellif, gönül dostu, iflah olmaz Büyük Doğucu, sanatçı başkan Muzaffer Doğan’ın koşturmasıyla gerçekleşti. Bu toplantı için de Muzaffer Doğan bir sürpriz yaparak “Buzdağını Eriten Deha; Necip Fazıl” adında bir kitap çalışması da gerçekleştirmişti. Bin adet kitap o gün kapış kapış gitti, dağıtıldı. Ben de alamadım Buzdağını Eriten Deha’yı, çok sayıda aydın da. Necip Fazıl imzalı Büyük Doğu Yayınları’nın birkaç o kadar yayını da o gün bu promosyon dağıtımından nasibini aldı. Tutanın elinde kaldı kitaplar. Neden çantalı, poşetli izleyici o gün çoktu nedenini öğrenince anladım.
Bedavayı Sev, Okumayı Değil Dinlemeyi Tercih Et (Mi)!.
İlgilisinin “Lütfen birer tane kitap alın” demesi hiç etkili olmadığı gibi, salon istihabından çok fazla dinleyici konuk edince zaten bedava dağıtılan kitapların yetmesi mümkün de değildi. Necip Fazıl deyince daha işin başında akan sular duruluyordu. Bir de bunun üzerine aralardaki ikramı eklerseniz yağlı ballı ekmek olacak damak keyfi için. Çoğu izleyici o gün bedava mini Necip Fazıl Kütüphanesi kurdu dersem abartmamış olurum. Bir kısmı ise yaya kaldı.
Salon erkenden dolduğundan merdivenlere bile oturulmuştu. Bir o kadar da ayakta dinleyici hiç ayrılmadan takip etti toplantıyı. Üniversite öğrencilerinin ve gençlerin toplantıda olması bittabi sevindiriciydi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Başkanlığı’nın bu tür etkinliklerdeki katkısı bir hayli fazla ve çok önemli.
Muzaffer Doğan açılışta bu toplantıyı düzenlemek isterken söz konusu günde böyle bir etkinliğe alakanın olup olmayacağını çok tartıştığını, tereddütler geçirdiğini, ancak böyle bir neticeyle sempozyumun başlamasının had safhada sevindirici olduğunu belirtti. Gerçekten söz konusu sempozyum tarihi ne Necip Fazıl’ın, ne de Büyük Doğu’nun herhangi hususu ile örtüşmeyen bir gündü. Ancak surda açılan gedik büyümesini sürdürüyordu.
İki Profesör Üstadın Ayaklarını Yıkıyor
Sempozyumda Avukat Numan Güzey de hem coştu, hem coşturdu. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş üstadın bir kahraman olduğunu, tefekkür hayatımızı canlandırdığını, sanatçı ve dava adamı ayağıyla yere iyi bastığını belirterek “Necip Fazıl gibi müstakil düşünen aydınların kaderleri maalesef hep cezaevi oldu!” dedi. Bana göre Prof. Dr. Yalçıntaş’ın asıl bundan sonra anlattıkları önemli; “Necip Fazıl okuduğu Deniz Harp Okulu’ndan değil, tahsil için gittiği Paris’ten daha fazla etkilendi ve çok şey öğrendi. Ben Necip Fazıl’ı orta mektep öğrencisi iken bir kese kağıdında görerek okuduğum yazısından tanıdım, etkilendim ve Büyük Doğu’ya abone oldum.
Üstad DP döneminde gazetesi için kredi almıştı. Birgün Cağaloğlu Yokuşunda hapishaneden yeni çıkan ve borçlarını ödemek için para arayan Serdengeçti Necip Fazıl’la karşılaşıyor. Serdengeçti derdini anlatıyor. Üstad kredi paralarını yere serpiyor ve “Para nedir ki ayağının kiri, işte para” diyor. Serdengeçti dehşet içindedir.
Necip Fazıl hayatını bir kahraman gibi yaşadı. Yemeği valelere soruyordu. Aristokrat semtlerden olan Çamlıca’da oturuyordu. Sonra Erenköy’de. Prof. Dr. Süleyman Yalçın ve Prof. Dr. Ayhan Songar ile birlikte evine gittiğimizde, ayakları yara olmuştu. İki hekim profesörümüz leğen getirterek Necip Fazıl’ın ayağını yıkadılar, parmak aralarını ovdular, tedavi ettiler.”
Fikir ve Hıncı Harmanlayan Sanatçı
Prof. İsmail Kıllıoğlu üstadın 1971’e kadar hikaye, sonra iki roman yazdığını, malzemelerinin sınırlı olduğunu, ancak kendi öykü anlayışını kurduğunu, yazılarında Cinnet Müstatali kitabında olduğu gibi hayatından alıntılar yaptığını, bazen de hurda malzeme kullandığını söyledi.
Dursun Ali Taşçı’ya göre, Necip Fazıl dininin adamıydı, din adamı değildi, edebi metinlerdeki dinin sesiydi, çağdaş islamı anlatan da o’ydu.
Abdurrahman Şen Nejat Uygur’dan bir anektod anlattı. “Yıl 1949. Vapurla Karaköy’den Kadıköy’e geçiyordum. Necip Fazıl gördü. Yıllar önce Balıkesir’de oynadığım bir temsilde beni izlemişti. Dediki “Balıkesir’deki delikanlı büyüyüp serpilmiş, ünlü olmuşsun!” Beş sene önceki olayı hatırladı. Hem utandım, hem sevindim.”
Şair Vahap Akbaş Çorlu’dan gelerek aktardı: ” Üstad Borazan mizah gazetesini yayımladı. Öfke, mizah ve hiciv Necip Fazıl’da en ağır noktadır. Fikir ve hıncı harmanladı. Amasya’daki bir konferansında rütbeli bir asker itiraz ediyor Necip Fazıl’a. Konuşma bitince Üstad “Kimdi o, ayağa kalksın” diyor. Adam kalkıyor, üstad “yerine otur” diyor adamcağız oturuyor. Üstad konuşmasını sürdürüyor;   “Asker ancak emirden anlar, otur deyince oturur, kalk deyince kalkar. İtiraz hakkı yoktur.”
1950’ye kadar iktidar heykel kampanyası başlatmıştı. Mustafa Kemal’den sonra İnönü de kendi heykellerinin sayısını artırdı. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile bir sohbette Necip Fazıl ” Bu kadar heykel yapacağınıza, burgulu başlıklı heykeller yaptırın, her iktidara göre yeniden daha fazla masraf olmaz, sadece heykelin başını değiştirirsiniz!” deyivermiş.
Başbakan’ın İstemediği Hatip
Prof. Dr. Necmettin Tozlu’nun anlattığı daha değişik ” Necip Fazıl’a göre hapishaneye ilk girildiğinde bıçak ucunda hesap verirsiniz. Batı da kendisi dışındakilere böyle bir demokrasi ihraç ediyor. Her ikisi de öldürücü!”
Kültür eski Bakanı İsmail Kahraman MTTB günlerindeki anektodlarında Necip Fazıl’ı hatırlattı. “Şahlanış mitingi yapacağız, Başbakan Demirel Necip Fazıl’ın mitingde konuşmasına kesinlikle razı değil. İstemiyor. Reddettik, İçişleri Bakanı rahmetli Faruk Sükan aradı ve ” Hiç olmazsa bu sene konuşturmayın Üstad’ı!.” Necip Fazıl bu kadar etkili siyasi irade üzerinde.
Bir gün üstada sormuşlar “Ne kadar kira veriyorsun?” Üstadın cevabı keskin ve kesin ” Necip Fazıl’ın kiracısı olması O’na yetmiyor mu?” Bir gün Ankara’ya gidecektim, Üstad da gelmek istedi. Gazanfer Bilge otobüsünden bilet aldım, sohbet ederek gittik. İlk çıkan Büyük Doğu’da baktım sohbetimiz Hüseyin Arı imzasıyla röportaj olarak yayınlanmış.
Tefekkür Tarihinin Fukaralığı
Prof. Dr. İbrahim Kavas, toplum bir tarafa götürülmek istenirken, Necip Fazıl’ın reaksiyon olarak ortaya çıktığını ve etkili olduğunu söyledi. “Üstad velut, çok eser veren, kendine münhasır ve çok sayıda mahlas da kullanan bir yazar, sanatçı” diye de ekledi Prof. Dr. İbrahim Kavas.
Dr. Necmettin Türinay’a göre de Necip Fazıl ilk döneminde şehirciliğe reddiye yazıyor. Köye, kıra, dağa, ovaya koşmak istiyor. Büyük Doğu idealini ise daha sonra hayata geçiriyor.
Kayseri eski Belediye Başkanı, Doç. Dr. Şükrü Karatepe İdeolocya Örgüsü’nü ilk defa Hilal Yayınları’nın neşrettiğini belirtti. Ben de ilk defa bu esere öylece ulaşmıştım. Sonra Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü yayınladı ve eseri hayat görüşü olarak benimsedi. Necip Fazıl, ideolojilerin hayatın gerçekleriyle bağdaşmadığını savunarak eleştiriyor ve tefekkür tarihimizin fakirliğinden yakınıyor. Karatepe’ye göre üstad devletin resmi kahramanlarına karşı alternatif kahramanlar çıkardı. Bunların başında da Sultan 2. Abdülhamit Han geliyor.
O’na ve O Ki O Yüzden Varız’a Tabiydi
Toplantıda izleyici fazla olunca konuşmacılardan bazıları kolaycılığa ve uca kaçıyor. Bir gönüldaşımız üstadın İdeolojya Örgüsü’ndeki “başyücelik devleti” ‘nden “vahyi düzen” istediğini savundu. Bunun için gayret gösterdiğini ileri sürdü!. Çok da alkış aldı. Necip Fazıl’ın bütün eserlerini okudum, kendisiyle yaklaşık 15 yıl birlikte oldum, çok sık görüştüm. Üstad her şeyi ile Allah’a ve O’nun resulüne tabi olmuştu. Hepsi bu. Büyük Doğu Yayınları’nı okumak öteki klasikleri okumayın anlamına da gelmiyor. Mevlana, Yunus, Bediüzzaman, Yahya Kemal, Peyami Safa, Geothe, Tolstoy, Puşkin, Dostoyevski, Gorki de okunacak.
Üstad gençliğe önem veriyordu. Bir siyasi parti kurarak (Büyük Doğu Cemiyeti daha sonra partileşemedi) siyasi mücadele vermek istiyordu, ancak olmadı. Milliyetçi-muhafazakar siyasilerle beraber hareket etti, onlara arka çıktı fakat yanlışlarını da eleştirmekten hiç geri kalmadı. Bunun için en yakınlarını bile kırdı. Üç başbakan A. Menderes, S. Demirel, N. Erbakan, Başbakan Yardımcısı A. Türkeş ve Milletvekili A. Edibali gibi ekolu olan politikacılar bundan nasiplendi.
Büyük Doğu Gençliğine Yatırım
Necip Fazıl gibi müellif, sanatçı, yazar, şair, kendini sürekli yenileyebilen çağdaş,  tarihini ve insanını keşfetmiş, kültür ve medeniyetinin farkında, sorgulayan ve sorgulanan, düşünen, tartışan, üreten aydınlar yetişmedikçe Üstad’ın mirasını galiba yemeyi sürdüreceğiz. Çünkü en kolay olanı bu. İnsan endeksli politikalar üretmedikçe ve insanımıza “Asımın Nesli ve Büyük Doğu Gençliği için” yatırım yapmadıkça toplantılarda adı ne olursa olsun duayenler, ustalar, hocalar ve hatırlı konuklar gazeteleri sempozyumun yapıldığı sahnenin merdivenlerine sererek üzerine yayılır, bazı gençlerimiz de oturdukları yerden sempozyumu izlerler! Rahat koltuklarını merdivende oturan bu aksakallara ve yorulmuşlara vermezler. Sormazlar, sorgulamazlar.. İsterseniz Mustafa Miyasoğlu’na soruverin!

Sevgiler Sevgi Hanım

Külfette önde, nimette geride olmak” diye bir deyim vardır. Ve bu bazıları için ‘nimette önde, külfette geri olmak‘ şeklinde geçerlidir. Osmanlının son dönemindeki beyzâdelere bakın Cumhuriyetin ilk işadamlarının, ilk sanatçılarının, ilk sporcularının nasıl çıktığını anlarsınız.

Yani diyorum ki birileri işadamı, siyasetçi, sanatçı olmamıştır, öyle doğmuştur. Birilerinin boşta kalanlarına sporculuk, işe yaramazlarına da sanatçılık düşmüştür. Tıpkı lojman tahsis sırası gibi..

Bu efendilerin yalı çocukları Boğaza karşı “Lüküs hayat, oh ne rahat” şarkılarını söylerken biz ve kıraç Anadolu’daDerdim çoktur hangisine yanayım” türküleri söylüyorduk.

Bu tatlısu frenkleri ve etrafındaki beyaz Türkler 90-100 yıl önce biz bir savaştan diğerine atılırken bile piyano derslerini ancak 5 çayı için aksatıyorlardı. Askerlikmiş, işgalmiş; bunlar onlar için yalnızca ticarî alanlardı. Bizimkilerin ise gideni dönmüyor, dönenin hastalığı dinmiyor, yokluktan kimin sonunun ne olacağı bile bilinmiyordu.

İşte o bilinmeye oynamayan adsız kahramanların, isimsiz erlerin, canlarını ‘memleket‘ diye bir yâre adayan neferlerin kanının karşılığıdır bu hayat. ‘Lay lay lom‘cuların vâriyeti, ağababalarının devletle ensest ilişki içerisinde “enzengin olmaya mazhariyeti o civanların terk-i canları sayesinde mümkündür.

Ve işte dededen toruna aktarılan kahramanlık belgeselinden bir kesit: ERENEROL AİLESİ.

1.Kuşak: Papa EftimMillî Mücadele başlar başlamaz Yozgat Keskin‘de bir Miting toplayıp İstanbul Hükümeti’nden değil ancak Mustafa Kemal Paşa’dan emir alacağını ilân eden / 500 kişilik Türk Ortodoks gönüllü taburuyla İstiklâl Harbinde savaşan ve TBMM tarafından İstiklâl Madalyası’yla taltif edilen / Fener Rum Patrikhanesi‘ne karşı Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi’ni kuran ve ibadetini Türkçeleştiren / Atatürk‘ün ‘Baba Eftim‘ hitabıyla “Millî Mücadele’ye bir ordu kadar hizmeti vardır” dediği kahraman adam.

2. Kuşak: Turgut ve Selçuk ErenerolPapa Eftim‘in yolundan giderek Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti için fedakârane çalışan / 1968‘den 2002‘ye kadar sırayla ve zor şartlarda Patriklik yapan/ Kahraman Babanın yiğit çocukları.

3.Kuşak: T.C. Devleti ve Hükümetlerine sadâkati, Türk Milleti’ne hizmeti aziz bir görev bilen torunlardan Paşa Erenerol Bağımsız Patrik olarak / Sevgi Erenerol Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu olarak vazife başındadır.

Ve Sevgi Hanım; 60 küsur yaşındadır, Silivri koğuşundadır. Türkiye’ye yönelik bağımsız Megalo İdea ve Misyonerlik cephesine karşı asaletin savaşındadır. Ve takvimler 4 yıldır tarihe not düşme telaşındadır.

Sevgiler Sevgi Hanım; benim geleneksel kahramanım.

Kur’an’ın Müslüman Tarifi

Kur’an’a göre Müslüman’ın üç temel özelliği vardır.
Bu üç ana vasıf bir araya geldiği zaman Kur’an’ın müslüman tarifi ortaya çıkar.
Yine bu üç temel vasıf bir insanda bulunduğu zaman Kur’an’ın istediği ideal müslüman olur.
Birinci özellik; BİLGİLİ OLMAKTIR.
Peygamberimize gelen ilk vahiy Alak Süresi’nin ilk beş ayetiyle kendini göstermiştir.
“Yaradan rabbinin adıyla oku”
Bu ayetten ne anlıyoruz?
Demek ki müslüman bilgili olmalıdır.
‘Oku’ ayetindeki emir geneldir.
Hem dünyevi hem de uhrevi bilgiyi içerir
İnsan okurken de Allah’ı hatırlayarak okuyacaktır ki bilgisinden diğer insanlarda istifade etsin.
Aksi halde topluma ve millete o bilginin zararı dokunur.
Müslüman okuyan, düşünen, anlayan ve yorumlayan insan olmalıdır.
Geçmişten ibret alan çağı anlayan, geleceğe yön vermeye çalışan insan olmalıdır.
Kur’an böyle istiyor.
Okumayan, düşünmeyen, kafası pas tutmuş ama şeytani işlere gayet iyi çalışan müslüman ideal bir müslüman değildir.
Müslüman taklit eden değil, icat eden olmalıdır.
DÜNYAYI BİLMEZSEN BİR GEMİ ALTIN VERİR BİR GEMİ PATATES ALIRSIN SÖMÜRÜLÜRSÜN.
DİNİ BİLMEZSEN TÜRBELERE ÇAPUT BAĞLAR MUM YAKARSIN.
İkinci özellik; TEMİZ OLMAKTIR.
Müddesir Süresinde emredilen:
“Elbiseni temiz tut” ayetinde görülür.
Demek ki müslüman bilgili olmanın yanında bir de temiz olmalıdır.
Kirli, pasaklı, saçı sakalı birbirine karışmış,
Kokudan yanına yaklaşılmayan bir insandan iyi bir Müslüman olmaz.
İslam dininin temizliğe verdiği önemi Peygamberimiz; “Temizlik imanın yarısıdır.”
Buyurarak da ayrıca ifade etmiştir. Temizlik çok kapsamlı bir ifadedir.
İnsanın duygu ve düşüncelerinden başlar.
Kılık kıyafetiyle, eviyle, okuluyla, işyeriyle, parasıyla, çevresiyle ve soluduğu havaya kadar hayatın her alanını kapsar.
Bunları birbirinden bağımsız görmemek gerekir.
Medeniyet kirletmemektir, kirlenmişse de temizlemektir.
“Aslan yattığı yerden belli olur.”
Atasözüyle ecdadımız temizliğe verilen önemi belirtmişlerdir.
Temizlik aynı zamanda İslam dininin medeniyet boyutudur.
Allah havayı da, suyu da, çevreyi ve insanı temiz yaratmıştır.
İnsan günahla önce kendini kirletir.
Kendini kirletmekle de kalmaz, havayı, karayı ve denizi de kirletir.
Adeta kendi eliyle kendi sonunu hazırlar.
Küresel ısınma, iklim değişiklikleri,  ozon tabakasının delinmesi bu kirliliğin neticesi değil midir?
Allah(cc); temiz olarak yarattığı insanın havayı, suyu ve çevreyi temiz tutmasını istediği için ikinci vahyi bununla ilgili göndermiştir.
Çünkü hava, kara, su tüm canlılar için hayati öneme sahiptir.
Müslüman’ın üç özelliğinden ikisi ortaya çıktı.
Müslüman bilgili ve temiz insandır.
Üçüncü özellik olmayınca ikisi eksik kalır.
Üçüncü özellik; DÜRÜST ve  GÜVENİLİR OLMAKTIR.
Hud Suresinde geçen:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” ayetinde kendini gösterir.
Bu ayet Peygamberimizin yanlışı vardı da düzeltmek için gönderilmedi.
Bize sosyal hayatta nasıl olmamız gerektiğini belirtmek için gönderilmiştir.
Peygamberimiz bu ayetle ilgili olarak:
“Huh Suresi beni ihtiyarlattı.” buyuruyor.
Demek ki Müslüman’ın üçüncü özelliği “dürüst ve güvenilir” olmaktır.
Bu üç özelliği yan yana getirdiğimiz zaman Kur’an’ın müslüman tarifi de Müslüman gibi Müslüman da ortaya çıkar.
Müslüman “Bilgili, temiz ve dosdoğru” insandır.
Bizlerde ve günümüz müslümanlarında bu özelliklerin ne kadarı vardır.
Peygamberimiz peygamber olmadan önce de dosdoğru insandı.
Onun için Mekkeliler O’na “Muhammedül Emin” demişlerdi.
Amcası Ebu Taliple başlayan ticari hayatı Hz. Hatice ile devam etti.
Dürüst ve güvenilir olmak hayatın her alanını kapsayan bir olgudur.
Soruların Konulara Göre
En çok da Müslüman’a yakışır.
En az da Müslüman’da bulunur.
İstisnaları tenzih ederim ama maalesef gerçek budur.

Türkiye’de Gelinen Nokta (1)

Kimi yazar çizer takımı, sözde Türk Aydını; taşıdıkları vasfın aksine, terörün sebebiyet verdiği dehşetli olayları bir kenara bırakıyor. Teröristlerin yakıp yıkmaları, terör estirmeleri, halkta korkuya  yol açmalarını görmezden geliyor. Yaptıkları tahribatı, çıkardıkları yangınları unutuyor. Havaya uçurdukları sayısız trafoları, aklına hiç getirmiyor!

Ama bu ateşi söndürmek, bu kalkışmayı durdurmak, bu isyanı bastırmak için, devletin var gücüyle çalışmasında, istenmeyen hata ve kusurları dillerine dolayarak, vur abalıya kabilinden devleti suçlu ilan etmekten çekinmiyor. “Es-sebebü ke’l-fail.” / “Sebep olan yapan gibidir.” Sırrından  -ne hikmetse-  gafil görünüyor. Asıl mes’eleyi unutturuyor. Dikkatleri teröristin üstünden, devletin üstüne çekmeyi başarıyor. Böylece hem suçlu hem güçlü oluyorlar.

X

Yangına giden itfaiye erleri, hayatlarını da tehlikeye atarak, nice uğraştan sonra, yangını söndürür. Söndürür söndürmesine ama, yangın yeri de, ister istemez  -çok zaman-  harabeye döner. Adeta kullanılamaz hale gelir.

Peki ama söndürülmemeli miydi? Hayır! Elbette söndürülmeliydi. Çünkü yangın, etrafa sirayet ederek, çevreye yayılarak, daha büyük yangınlara yol açabilir. Çok canlar yakabilirdi.

Şimdi bu sonuç üzerine yangın yeri sahipleri, itfaiyeye dava açsa, itfaiyenin verdiği zararın telafi edilmesini / giderilmesini istese, itfaiyeyi, yüklü bir tazminata mahkum ettirse, bu doğru olur mu? Artık o itfaiyeden, doğru dürüst hizmet beklenir mi? Hayatları bahasına da olsa yangını söndürmeleri, onlardan istenebilir mi?

İşte Türkiye’de yapılmak istenen bu! Ve zaten yapılıyor. Terörist; ülkeyi yangın yerine çeviriyor! Devlet ise bunu söndürmeye çalışıyor. İster istemez bazı vatandaşların  ziyana uğraması, kimi masum insanların zarar görmesi kaçınılmaz oluyor.

Bu istenmeyen sonuçlar bahane edilip kılıfına uydurularak; devletin yakasına yapışılıyor! Devletin zarar ve ziyanı tazmin etmesi isteniyor.

Devlet ise kendi eliyle, kendi aleyhine, istismara çok açık bir kapıyı aralamış durumda! Bu şekilde devletin kasaları boşaltılmış olmaz mı? Devlet, çok zaman sözde mağdur olmuş vatandaşın durumunu düzelteyim derken, bizzat kendisi mağdur hale düşmez mi?

X

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı sözde hak iddiasında bulunanlar, kanunları bizzat kendileri çiğneyerek, kendilerini imtiyazlı görüp, gösteriyor; kendileriyle bizzat kendileri tezada düşüyorlar.

Çünkü, bunlara karşı Türkiye Cumhuriyeti kanunları, layıkı veçhile işlemiyor, sanki işlettirilmiyor. Haksızlığı hak iddia ederek yola çıkanlar, üstüne üstlük bir de kanun üstü bir nitelik kazanmış oluyorlar.

 Mesela: “Türk Ceza Kanunu’nun 213. Maddesi suçu ve suçluyu övmeyi, suç kabul ediyor. 35 bin kişinin katili Bölücübaşı’na “Sayın” diye hitap etmek 213. Maddeye göre suç ise, onun posterlerini taşımak ve lehine özgürlük sloganı atmak da, aynı madde kapsamına giren fiil değil midir?” (Sırrı Yüksel Cebeci, H.O. Tercüman, 25. VIII. 2005)

Üstelik bu suç, Türkiye’nin her tarafında pervasızca işleniyor. Millet, bu manzara karşısında kan ağlıyor. Bir volkan olup püsküreceği anı, sabırsızlıkla bekliyor. Gün ola harman ola diyerek, teselli bulmaya çalışıyor.

İşte bu noktada büyük İslam Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, hislerimize en güzel şekilde tercüman oluyor:

“Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda.
Bugün ben, hanümansız bir serseriyim, öz diyarımda.”

 

Korkulan oluyor! Aslında olmasını istemiyoruz! Kimse kendisini devletin yerine koymasın! Koymamalı! Devletin yapması gerekeni; halk yapmaya kalkarsa; ki iç dış mahfillerin istedikleri de zaten budur. İşte o zaman vay haline asilerin! Yer yerinden oynar alimallah!

Türkiye, bomba gibi infilak eder! Patlar! Olacak olur! Bundan da kimlerin nasiplenecekleri bellidir. Kimlerin bunun altında kalacağı ise kimsenin meçhulü değil.

X

Velhasıl, devlete düşüyor, çok büyük bir görev.
 Yoksa, halk, kendi almaya kalkar hakkını, ev ev.

Varmasınlar üstüne Türk Milleti’nin, fazla
Bildirir dünyaya haddini, kalsa da azla