16.6 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1064

Sarkozy Açılımı ve “Aşırı Uçlar”

Hayali ve ispatlanamayan sözde Ermeni soykırımı iddiaları yine başımızı ağrıtıyor.  Ermeni militanları, 2015 yılında 100. yıl dolayısıyla saldırılarını arttıracaklardır.  Herhangi bir mahkemeden çıkmış kanıtlayıcı bir karar olmamasına rağmen, Fransa Senatosundan böyle bir kararın çıkmış olması, her şeyden evvel hukuk dışıdır.  Konu Fransa Senatosunun işi de değildir.  Bu karar insan haklarını düşünce ve fikir hürriyetini katletmiştir.  Hayali sözde soykırımı inkar edersen hapis ve para cezası var.

Ancak Fransa’ yı ve konuyu tamamen çirkin bir iç politika ve seçim malzemesi yapan Sarkozy’ i de suçlamak ne ölçüde doğrudur? Türkiye, bilhassa son on senedir uyguladığı daha doğrusu bize uygulatılan Ermeni politikası ve Ermenistan ile mutlaka ilişki kurulması dayatmaları yanlışlarla doludur.  Bugüne kadar çözüm diye ele alınan açılımlar, fiyasko ile neticelenmiştir. Ermeni açılımı diğer açılımlar gibi gereksiz tavizlerle ve kendi kendini inkârla doludur.  Ermeni açılımından rahatsız olmayanlar, Sarkozy’ nin açılımından niye rahatsız oluyorlar?  Bu yolu biz açtık ve onlara fırsat verdik.  Bir AKP İstanbul milletvekilinin iddiaları kabul edici ve özür dileyici beyanına ne demeli? Yerli Sarkozy’ler o kadar fazla ki…

* * *

Siyasi tarihimizde aşırı uçlar olarak düşünülebilecek güç mücadeleleri, sosyal yapımız üzerinde devamlı etkili olmuştur.  Aşırı uçlar deyince bunu sadece sağ-sol kutuplaşması olarak düşünemeyiz.  Siyasi tarihimizde asker-sivil mücadelesi, tayin edilmişlerle seçilmişler arasındaki sürtüşmeler, laik-antilaik ikililiği, 1960’lı yılların gerici-ilerici ayırımı son dönemde yapay etnik ayrıştırmalar ve tuzaklar, ülkemizdeki ikilemlerin ana örnekleridir.  Bu kısır güç çatışmaları, ülkeye çok pahalıya mal olmuştur. 

Ülkemizde iki güç kaynağı arasındaki tarihi iktidar mücadeleleri hep dikkat çekmiştir.  Bu mücadelelerde iki taraf vardır:

  • 1- Aşırı laikçi, pozitivist, Batıcı yabancılaşmanın mimarı, seçkinci ve teslimiyetçi, halktan uzak olumsuzluklarına rağmen; milli devlet, milli kimlik ve Cumhuriyet konularında doğruları olanlar ve olumlu tavır alanlar. Cumhuriyetin akılsız dostları…
  • 2- Halkın değerleri ile bütünleşmiş veya öyle görünmeyi siyaseten doğru bulan, halkla muhafazakârlık yarışına giren, yerine göre liberalliğe özenen; milli devlet, milli kimlik, milliyetçilik ve Cumhuriyet konularında yeterli hassasiyetleri oluşmamış, Batıya temelde karşı ama küreselleşmeye açık olanlar. İç politika mücadelelerinde dış desteği tehlikeli bir şekilde kullananlar.

Bilhassa yaşadığımız dönem aşırı uçlardan ikincisinin siyaset sahnesinde at oynattığı bir dönemdir.  Hukuk devletinin parti devletine dönüştürüldüğü, milli bayramlarla anlaşılmaz bir şekilde oynandığı, garip gerekçelerle karşı çıkıldığı bir talihsiz dönem yaşanmaktadır.  Bu yanlışlarla geleceği kurtarmak ve bir yere varmaya çalışmak mümkün değildir.  Siyasetçilerin başlarını kaldırarak bu gerçeği görmeleri ve dünden rövanş alma mücadelelerinden uzak durmalarını beklemek hakkımızdır.  Milli Mücadele ile Anadolu’dan kovduğumuz istilacı güçleri mutlu ve ümitli kılmak devlet adamlığı ile bağdaşmaz.

 

Gençlerin Politika İle İlişkisi

Türkiye nüfusunun çok önemli miktarını gençler oluşturuyor. Siyasi partiler ve siyaset yapmayı düşünenler bu nedenle projektörlerini gençlere çevirmek zorundalar.

Çocuklarımız dünyaya gözlerini açtıktan sonra hangi ortamda yetişiyor, kişilikleri nasıl şekilleniyor ve gelecekten beklentileri neler… Bütün bunları ve burada zikredilmeyenleri, siyasetçilerimiz; eğer başarılı olmak istiyorlarsa iyi bilmelidir. Artık siyasetçilerin, kendilerini gençlerin yerine koyarak empati yapmaları bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Gençlerimizi anlamayan, onlara hitap etmeyen ve gençlerin gelecekteki beklentilerini karşılayacağına dair ümit vermeyen, siyasetçilerin ve siyasi partilerin başarılı olması mümkün değildir.

Türkiye ve dünya artık eskisi gibi değildir. Gelişen bilişim ve iletişim teknolojisi dünyayı ufaltırken insanın düşünce yapısına da değişik etkiler yapmıştır. Bu nedenle dünyayı ve Türkiye’yi eskisinden çok daha iyi bir şekilde mercek altına alarak tanımaya çalışmalı ve gençleri iyi anlamalıyız. Bunu yapamayan siyasi partilerin ve siyasetçilerin başarılı olması bir rüyadan ibarettir.

Gençleri; eskimiş fikirlerle, edebi sözlerle ve sloganlarla kolayca kazanmanın yolları artık tükenmiştir. Bu yolla ve duyguların sömürülmesi ile elde edilecek gençler, hiçbir zaman siyasi partilere iktidar olmak için yeterli olmayacaktır.

İçine interneti de alan yazılı ve görsel medya, toplum üzerindeki psikolojik oyunları icra eden çok önemli bir araç haline gelmiştir. Gençler nüfusumuzun medya ile ilgilenen en önemli kesimini oluşturmaktadır. En azından internet iletişimi gençler arasında azımsanmayacak ölçüde çok yaygındır. Artık gençlerin eli her türlü bilgiye kolayca ulaşabilmektedir. Onları yönlendirmek, aldatmak ve fikir empoze etmek eskisinden çok daha zorlaşmıştır. Ancak eğitimsiz, işsiz, güçsüz ve siyaset üzerinden geçinmek isteyenleri kolayca elde edebilirsiniz.

Yönetim azınlığın çoğunluğu idare etmesi şeklinde belirir ama günümüzde bu azınlık sayısal olarak artmaktadır. Bu sebeple gençlerle, eskisinden çok daha güçlü bir şekilde el ele tutuşmak ve buna anaokullarına giden çocukların siyasetçi, babası, amcası, dayısı, dedesi gibi idolü olmaya kadar indirmeyi başarmak zorundasınız. Gençleri çocuk yaştan itibaren yönetici azınlığa dahil etmediğiniz sürece artık başarı mümkün olmayacaktır.

Günümüzdeki iktidar, ülke genelinde yerel yönetimlerdeki başarısını 18. yıla taşımıştır. AKP zihniyetince İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerinin kazanıldığı yıl doğan çocuklar, bugün seçmen olma yaşına erişmişlerdir. O günden bu yana, bu çocuklar siyasette iktidar olarak hep R.T.Erdoğan, A.Gül, B.Arınç, C.Çiçek gibi figürleri görmüşlerdir. Bu siyasetçiler, onların bugüne kadar geçen ömürleri süresince önlerinde bulunan etkili siyasetçilerdir. İktidar okullara ve üniversitelere hakim olmuş, ders kitaplarına girmiş, devlet bütçesini ve iktidar imkanlarını gerektiğinde oportünist kararlarla kullanmış ve ne kadar kendisine yandaş olunursa o kadar imkana kavuşabileceği imajını gençlere vermiştir.

Böyle uzun süreli ve güçlü bir halk desteğine sahip iktidara karşı başarılı olunmak isteniliyorsa, mutlaka gençleri anlamalı, onlara dönük politikalar oluşturulmalı ve gençlerle birlikte siyaset yapılmalıdır. Böyle bir siyaset anlayışı; ülkemizin, milletimizin ve devletimizin geleceği açısından da büyük önem taşımaktadır. Çünkü aktif siyasete kazandırılacak veya desteği alınacak gençler yarınlarda ülkemizin siyasi kadrolarını veya seçmenlerin çoğunluğunu oluşturacaktır.

Kabul edelim ki; bir insan için yaşamsal sorunların çözümü ve daha iyi bir hayat beklentisi öncelik taşır. Çoğunluktan idealizm beklemek, insanın ve hayatın gerçeklerine ters düşer. Onun için gençlerin aş, iş, okul, konut, sosyal yaşamla ilgili taleplerini karşılamak gerekir. Bu hususlardaki karamsarlık ve ümitsizlik onları siyaseten başka mecralara sürükleyebilir. Günümüzde yaşananlar bunun en iyi örneğidir.

Siyasi partilerimiz ve siyasetçilerimiz ortalama vatandaşın ve yarının ortalama vatandaşlarının tercihi olma mücadelesini vermelidir. Eğer siyasette başarı ve siyaset sahnesinde uzun süre etkili aktör olunmak isteniyorsa gençlerle olan bağ kuvvetlendirilmelidir. Günümüz iktidarı bunu yapabilmek için her yöntemi kullanmaktadır. Bunu yapmaz ya da yapamazsanız kendi çöplüğünde öten horoz olmaktan öteye gidemezsiniz.

Siyasetçiler gençleri kazanmak için onlara karşı samimi olmak zorundadır. Çünkü gençler artık doğru ile yanlışı kolayca anlayabilecek düzeydedir. Eğer kendilerini kullanmak için yaklaştığınızı ve doğrulara yönlendirmediğinizi hissederlerse, sizden hemen uzaklaşmaktadırlar. Birde gençlerle paylaşmak gerekir. Daima onları kullanmak veya onlara kullanıldıkları duygusunu vermek, gençlerle siyasetçiler arasındaki bağı koparmaktadır. Bu nedenle siyasetçiler ve siyasi partiler gençleri asla bir hamal gibi görmemelidir.

Uzun lafın kısası, ülkemizdeki genç nüfusu anlamayan ve onlara hitap etmeyen ve de onların desteğini kazanmayan siyaset anlayışları başarısız olacaktır. Gençleri siyasete; siyasetçi veya seçmen olarak doğru bir şekilde adapte etmeyen siyasi partiler ve siyasetçiler ülkemizin, milletimizin ve devletimizin geleceğini tehlikeye atıyor demektir. Siyaseti dizayn edenler benim bunları niçin yazdığımı çok iyi biliyor. Birde halkım bilse, zincirleri nasıl kıracağımızı işte o zaman herkes görecek.

 

 

İslam’da Sorumluluk

Sorumluluk; bir insanın görevlerini yerine getirip getirmediği, iman, amel, fiil, söz ve davranışlarının doğru olup olmadığı konusunda hesaba çekilmesi demektir. Yani, kişinin kendi istek ve iradesi ile yaptığı ve yüklendiği işlerin hesabını vermesi, bundan dolayı hesaba çekilmesidir. Yüce dinimiz İslam, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bu iradesini kullanmak suretiyle yapacağı işlerin tamamından sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar ve özellikle Müslümanlar, yapacakları her işte, söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar.  (Şamil İslam Ansiklopedisi)

Kur’an-ı Kerim varlıklar içinde sadece insanın, Allah’ın sorumluluk teklifini kabul ettiğini bildirmiştir: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72) Ayet-i kerimede sorumluluk ve yerine getirilmesi gereken yükümlülükler “emanet” tabiri ile ifade edilmiş, Allah’ın insanlardan yapmasını istediği tüm fiiller bu emanet kapsamında değerlendirilmiştir.

Yüce Rabbimiz, insanın yüklendiği bu emanet/kulluk vazifesinin ne kadar çetin, ne kadar ağır bir görev olduğunu şöyle bildirmektedir: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr, 59/21)

Allahu Teâlâ, kullarına yüklediği sorumluluklarla beraber onlara bir takım haklar ve yetkiler vermiş, bütün kâinatı onların emrine amade kılmıştır. İradelerinde ve davranışlarında serbest bıraktığı insanlara, kitaplar ve peygamberler göndererek emir ve yasaklarını bildirmiştir.

Bütün bunlara karşılık Kur’an-ı Kerim, insanın sorumlu bir varlık olduğunu, başıboş bırakılmayacağını (Kıyâme, 75/36); dünya hayatında kendisine verilen nimetlerden ve yaptıklarından dolayı hesaba çekileceğini haber vermektedir: “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz” (Tekâsür, 102/8),   “Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir” (Enbiya, 21/23), “Rabbine and olsun ki, onların hepsine yapmakta olduklarını mutlaka soracağız.” (Hicr, 15/92-93)

Cenâb-ı Hak, sorumluluklarını yerine getiren, iyi ve güzel davranışlar içinde olan kullarını mükâfatlandıracak, yükümlülüklerini unutarak yanlış davranan, O’nun nimetlerine karşı nankörlük ederek ömrünü günahlarla heba edeleri de cezalandıracaktır. “O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal, 99/6-8)

Peygamberler, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara hakkıyla tebliğ edip etmediklerinden, insanlar da peygamberlerin tebliğ ettiği emir ve yasaklara, helal ve haramlara, öğüt ve tavsiyelere uyup uymadıklarından sorgulanacaktır. Kendilerine peygamber gönderilenlere mutlaka soracağız ve peygamberlere de soracağız” (A’râf, 7/6), “De ki; Allah’a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz. Eğer itaat ederseniz doğruyu bulursunuz.” (Nûr, 24/54)

Hz. Peygamber (s.a.s.) insanın sorumluluklarını şöyle ifade buyurmuşlardır: Kıyamet günü insan, beş şeyden sorulmadıkça bırakılmayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden; ilmi ile amel edip etmediğinden; malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve bedenini nerede yıprattığından.” (Tirmizi, Kıyame, 1)

Bir başka hadis-i şeriflerinde ise; “Hepiniz yöneticisiniz ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz. Devlet başkanı yöneticidir ve yönettiklerinden sorumludur. Erkek, eşi ve çocuklarının yöneticisidir ve onlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinde yöneticidir ve yönettiğinden sorumludur. Hizmetçi/çalışan sorumluluğundaki malın ve işinin yöneticisidir ve yönettiğinden sorumludur” (Buhari, Ahkam, 1; Tirmizi, Cihad, 27) buyurmuşlardır.

Hülasa; her insan Yüce Yaratıcısına karşı ve üstlendiği görevlerden dolayı diğer insanlara ve topluma karşı sorumludur. Bu görevlerini hakkıyla yapıp yapmadığından ahiret hayatında hesaba çekilecektir.

 

Baskı Altında İnsan Karakteri

“Her kötülük zayıf karakterden doğar” Seneca 

(Dalkavuklar, teslimiyetçiler, putlaştırılmış şahıslar, isyan duygusunu kaybedenler,  Stockholm Sendromu, tarihte bazı sendrom örnekleri, sömürge hastalıkları, özgüvenini kaybedenler, baskıya karşı akıllı bir direniş, normal insan ölçüsü )

Baskı altında kalan insanlar, karakter yapılarına, fizik ve moral güçlerine, inançlarına göre değişik tepkiler gösterirler, zulüm ve baskıya açıkça, yapamazsa gizli olarak karşı koyarlar. Moral güçlerini kaybedenler ise bir takım psikolojik bozukluklara uğrarlar.

Hz. Peygamber : “Mümin kötülüğe karşı eli ile (fiilen), dili ile (söz ve yazı ile) savaşır, bu ikisini yapamıyorsa kalbi ile düşmanlık besler. O da yoksa iman yoktur” buyurmuştur. Bu sağlıklı, karakterli bir insanın ilkesel tavrıdır.

Baskı darbelerine dayanamayıp kendilerini dağıtanlar, hayatlarını ve çıkarlarını korumak için araziye uyanlar, riya ve dalkavukluk yolunu seçenler, işbirlikçiler, Stockholm Sendromu’na uğrayanlar (baskıcıya karşı duygusal bağlarla bağlananlar) sado- mazoşistler (eziyet yapmaktan ve eziyet görmekten mutluluk duyanlar) de görülür. Baskı uzun sürdüğü zaman bir çeşit karakter haline gelir.

Şu da bir gerçektir ki en kötü baskılar altında bile insan ruhu özgür düşünebilir, özgür bir geleceğe olan inancını kaybetmeden yaşayabilir. Stalin zamanında Moskova’da, imanını kalbinde gizleyerek yaşamak mümkündür. Bu bir insanlık sınavıdır. Felaketler güçlü ruhları daha da güçlendirirken, zayıfları ezip parçalar.

Dalkavuklar – Şahsa Tapanlar

Peygamberimiz buyurur ki :

“Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı gerçekleri söylemektir.”

“Tamah ebedi bir köleliktir.” Hz. Ali      

Güçlü insan bencil hırslarını kontrol edendir. Zayıf karakterler, zorba insanlara yaklaşarak çıkarlarını korumak isterler, baştakilere veya günün partisine “gelen paşam giden ağam” diyerek, efendileri yerlerinde kaldıkları sürece aynı tempoda devam ederler, çıkarları kalmayınca terk ederler. Politik mobilizasyon (akışkanlık), iş bitirici bürokratlarda ve parti adamlarında bir marifet sayılır.  

Yine de dalkavuk hiçbir efendi için güvenilir bir köle değildir. Efendisi her an ondan şüphe eder. Hem evliyaya hem de şeytana mum yakan münafıklar herkese şirin görünme gayreti içindedirler. Amaçları işlerini halletmektir.

“Ölü bir arslandan, yaşayan bir köpek olmak daha iyidir” diyerek kral ya da diktatörlere  zelilane itaat edenler bilmelidirler ki, firavunların vebali yanında, kölelerin de sorumluluğu vardır.

Tarih boyunca insanların, hükümdarlarına, kahramanlarına, atalarına duydukları abartılı saygı ve yüceltme duygusu, çok defa putperestliğe yol açmıştır.. İskandinav mitolojisinde Odin bir kahramandan bir ilaha dönüşmüştür. Nuh kavmi zamanındaki putlar aslında topluma hizmet etmiş değerli kişilerdi. Hatıralarını yaşatmak için heykelleri yapılmış, anma törenlerinin yerini zamanla putperest ayinleri almıştır.. (Yüce Kur’an’ın Tefsiri, Nuh suresi 71/23 Prof. Dr. Süleyman Ateş)

Büyük İskender Mısır’ı fethedince firavunlar geleneğini takip eden Amon rahiplerince tanrı Amon’un oğlu ilan edilmiş ve tapınılması istenmişti.

“Şeyh uçmaz müritleri uçurur ” derler. “Beşerin ne gariplikleri var, putunu kendi yapar kendi tapar” diyen Tevfik  Fikret insanın bu zaafına işaret ediyordu.

Hz. İsa’nın nasıl ilahlaştırıldığını, aslında zamanın hak dini olan Hıristiyanlığın pagan adetlerinin katılımı ile Hz. İsa ve Hz. Meryem’e tapınma törenlerine dönüştüğünü tarihi kayıtlar ve Kur’an-ı Kerim bize bildirmektedir:

“Hani Allah Meryem oğlu İsa’ya: Sen mi insanlara Allah’ı bırakarak beni ve annemi iki mabut edinin, demiştin. İsa “Haşa Seni tenzih ederim, hak olmayan bir sözü söylemek bana yaraşmaz, söyledimse malumundur elbet, içimde olanı Sen bilirsin. Onlara yalnız bana emrettiğini söyledim: Tanrım ve Tanrınız olan Allah’a tapın dedim” (Maide 119-120)

Hz. Peygamber en sade ve doğru bir şekilde şöyle ifade eder: “Hıristiyanların Meryemoğlu İsa’yı uçurdukları gibi siz de beni uçurmayınız. Ben ancak bir kulum, bana Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz.”

Modern çağlarda, şefler ve diktatörlerde nasıl olağanüstü özellikler vehmedildiği görülmüştür. Hitler, Mussolini ve Stalin heykelleri adeta eski zaman Tanrılarının yerini almışlardır. Çarlık zamanında bayramlarda gezdirilen ikonaların yerini devrim kahramanlarının Lenin ve Stalin’in resimleri ve gösterişli heykelleri almıştı. Anlatıldığına göre Stalin törenlerde en az 10 dakika alkışlanıyor, yoldaşlar suçlanmamak için sonu gelmez alkışı devam ettiriyorlardı. Ta ki büyük şef alkışa doyup da elini kaldırana kadar… Kuzey Kore Diktatörü Kim İl Sung ölünce, (bir sene ölümü gizlenmiş ve dublörü ile idare edilmişti) stadyumlarda halk toplandı, cemaatle ağlama törenleri yaptırıldı. Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ağlamayı ilk kesen olmamak için fark ettirmeden yanındakine bakıyor, devrimci cemaatin gereklerine titizlikle uyuyordu. Oğlu Kim İl Jong de tapınılma sırasının kendisine geldiğini biliyordu.

Allah’a kul olmayı reddeden, Tanrı tanımaz komünizmin nasıl imtiyazlı yeni bir sınıf yarattığı,  liderlere ve şeflere kulluğa dönüştüğü ibretle hatırlanmalıdır.

Asya, Afrika ve Güney Amerika’da darbelerle gelen diktatör taklitleri görülmektedir.. Toplumların az gelişmişliği ve buhranlar, vatan kurtarma heveslilerini teşvik etmiştir. Sağlıklı, kültürlü, ileri ülkelerde demokratik mekanizmalar iktidarların normal seçimlerle değişimini sağlayarak bu tür kişilere fırsat vermemiştir. Global ilişkiler de günümüzde diktatörleri yalnızlığa itmektedir.

Stockholm Sendromu

“Haksızlığa karşı çıkmayanlar hakları ile beraber şereflerini de kaybederler”

Hz. Ali

(Rehinenin rehin alan zorbaya karşı duygusal bağımlılığı, celladını seven kurbanlar)

(Uzun zaman baskı altında kalan bazı kişiler savunma mekanizmalarındaki zayıflık sebebiyle özel bir psikolojik bozukluğa (sendroma) uğrarlar, baskı yapan zorbaya öylesine bağlanırlar ki onun her yaptığını meşrulaştırmaya ve onu dünya’ya açılan tek kapı olarak görmeye başlarlar.)

Stockholm Sendromu’nun ortaya çıkış hikayesi de şöyledir;

23.8.1973 tarihinde Jan Eric Olson’un soyguncu çetesi Stockholm’de bir bankanın personelini 6 gün süre ile rehin almış ve polis zehirli gaz kullanmıştır. Bu sert tutuma karşı rehineler soyguncuların yanında yer almışlar. Bu olay üzerine psikolojide rehine ile rehine alan arasındaki yakınlaşmaya Stockholm Sendromu adı verilmiştir.

1974’de A.B.Devletleri’nde büyük gazete patronlarından birinin kızı olan Patricia Hearst nişanlısı Steven Weed ile birlikte S.L.A (Symbionese Liberation Army) Birleşik Özgürlük Ordusu adlı solcu örgüt üyeleri tarafından        kaçırıldı. Gazete Patronu olan babası fidye olarak istenen 6 milyon dolar yiyecek yardımını gönderdi. Örgütün fakirlere yardım sağlamak için rehin aldığı Patricia, yiyeceklerin son kullanma tarihinin geçmiş ve bozuk oluşu karşısında derin bir hayal kırıklığı ve aldatılma duygusu yaşadı. 3.4.1974 ‘de S.L.A. ‘ya katıldığını açıkladı ve serbest bırakılmayı reddetti. Örgütün tertiplediği banka soygunlarına katıldı. 1975 yılında polis baskını sırasında bir apartman dairesinde yakalandı. 15. 1.1975 tarihinde mahkemede avukatı, kızın kaçırıldıktan sonra gözlerinin bağlandığını ve beyninin yıkandığını iddia etti. Banka soymaktan 35 yıllık cezası 7 yıla düşürüldü. Bill Clinton tarafından affedildi. Hapisten çıktıktan sonra normal bir hayat yaşadı, evlendi 2 kızı oldu.

Bu tür olaylarda kurbanların kafa karışıklığına uğradıkları ve ciddi bir tedavi görmeleri gerektiği tıp otoritelerince kabul edilmektedir. Psikolojik travmalar nedeniyle düşüncelerin tam tersine dönmesi sıklıkla rastlanan bir durumdur.

İşbirlikçiler 

“Girme şu zalimin hizmetine / Konma sinek gibi pislik üstüne

İslam’ı kullanma bir koltuk için / Yazık kutsal dinin inceliğine” Ö. Hayyam

Muhalif liderleri ve insan hakları örgütleri mensuplarını suikastlarla öldürterek rejime olan sadakatını ispat eden işbirlikçilerin davranışları milletini koruma içgüdüsünün ötesinde marazi bir anlam taşıyor. Onlar artık dönüşsüz bir yolda olduklarının farkındadırlar, hayatta kalabilmelerini tuttukları rejime borçlu olduklarını bilirler. Rejim de onları maddiyatla doyurarak, lükse boğarak ve kesenin ağzını açarak milletin isyan duygularını yatıştırmaya çalışır. İşbirlikçiler din de dahil her şeyi kullanmaktan çekinmezler.  

Zalimlerin bu tür adamlara hep ihtiyacı olmuştur. Onlar sömürgecilerin taktiği ile” hep en kötüleri kullanarak en iyileri ezmişlerdir.”

Dış dünyadan soyutlanmış durumdaki gönüllü işbirlikçinin ölüm korkusu arttıkça hayatta kalma isteği de artar. Efendisinin karşısında gittikçe acizleşir. Onun en küçük bir lütfunu bile gözünde büyütür. Ve abartılı bir minnet duyar. Olayları onun gözünden görmeye başlar.

Rehinelerde, savaş esirlerinde, aile içi şiddet mağdurlarında görülen hayatta kalma içgüdüsü, baskıcılara karşı duyulan marazi hayranlık Stockholm Sendromu ile ilgilidir.

İnsan olarak kalabilmek bazen çok zordur.  

“Geçme namert köprüsünden ko su aparsın seni

Yatma tilki gölgesinde ko arslan yesin seni” (1. Murat Han Hüdavendigar ) Akıllı Bir Direniş

“Hayatta başarılı olmak iyi bir ele sahip olmak değil kötü bir eli akıllıca oynamaktır.” Denis Waitley

Zulme direnmek yürek ister. Ancak zafere giden yolda akıllı hamlelere ihtiyaç vardır. Milli varlığını ezdirmemek için cesaretle beraber tedbir de gerekir.   Silahlı mücadelenin mümkün olmadığı durumlarda dinine, milli kültürüne sımsıkı sarılarak geleceğe hazırlanmalıdır. Fırtınalar elbet bir gün geçip gidecektir. Bir nehrin önünü kapayabilirsiniz, ama o birikim gücü ile engelleri aşar ve yoluna devam eder.
“Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, tamamı terk edilemez.”
İdeal olan asıl hedefi göz önünde tutarak, mevcut şartlarda somut adımların atılmasıdır. İnsanoğlu daima reel politika ile ideal politika arasında gider gelir. İnsanların bir bölümü gerçekçi davrandığını öne sürüp reel politikaya bakarlar, içinde bulundukları şartlar, neyi emrediyorsa onu yerine getirirler. Bu çerçevedeki gerçeklik sorgulanmalıdır. İdealden kopmuş gerçeklikler insanı ve toplumu gayri iradi tercihlere, kör şartlara boyun eğmeye zorlar. Kimileri de saf idealizm içinde, içinden geçtiği maddi ve toplumsal gerçekleri kale almazlar, idealleri peşinde atacakları küçük adımları önemsemezler. Oysa en uzun yolculuklara bile küçük adımlarla başlanır.  

Kainatta herşey Allahın varlığına kıyasla hiç hükmündedir. Yerde ve gökte ne varsa (tav’an) isteyerek veya (kerhen) istemeyerek O’na itaat eder. Yaratıcı sorumlu tutabilmek, sınamak için insanı belirli sınırlar içinde özgür kılmıştır.

Tevhid, insanın özgür, onurlu ve gururlu yaşamasını sağlar. Yalnız Yaratıcıya itaat etmek Onun gösterdiği doğal ve temiz yolda ilerlemek, bütün iyiliklere ve güzelliklere evet demek ne güzeldir. İman yani (Kalp ile tasdik) ancak özgür bir düşünce ve seçimle olursa makbuldur.

Normal İnsan Ölçüsü

“Erdem sağlık, erdemsizlik hastalıktır.” F. Petracco

Normal insan:

1. Sağlıklı

2. Zekaca düzenli

3. İradeli, heyecanlarını kontrol eden

4. Hatalarını bilen, özeleştiri yapan

5. Çevresi ile uyumlu

6. Doğruluk ve güven duygusuna sahip

7. Kendine ve çevresine faydalı

8. Sevdiği bir işi olan (Çalışma fizik ve ruh sağlığı getirir.)

9. Hayattan ders alan

10. Olgunlaşan ve geleceğini planlayan bir kişiliğe sahiptir.

“Normal insan problemlerine normal çözümler bulan bir insandır.”

Bir takım yoksunlukları da olsa Yaradan’a inanç ve güveni tamdır. Belirli bir amacı ve yolu olan insan huzurlu ve mutludur.

Dindar bir insan bütün kalbi ile inanır ki:

“Kafir ve münafıklara de ki, elinizden geleni yapın ben de bildiğim gibi yapacağım, yakında rezil ve rüsvay edecek azabın kime geleceğini anlayacaksınız.” 39/4

“..Allah her şey için mukadder bir vakit tayin etmiştir” 65/3 .

“Allah’ı hiçbir şey aciz kılamaz, çünkü O gerçekten her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.” 44/35

“Ve la galibe illallah: Allahtan başka galip yoktur.”

İstanbul’un İşgali ve Siyah Bayraklar…

“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, Yok mu kurtaracak bahtı kara maderini”

                                                                                                                                                 Namık Kemal

Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde ve mahkeme tarafından verilen kararı da protesto etmek amacıyla, kırk bin civarında “ERMENİ”nin İstanbul’da yürüdüğüne şahit olduk.

Bu Ermeniler arasında; PKK’lı, marksist, liberal, İslamcı ve kapitalistler başta olmak üzere her görüşten insan vardı. Demek ki bu Ermeniler, bunca yıl çok çalışmışlar, eğitime önem vermişler ve bir görüş etrafında toplanmaktansa her tarafa dağılarak kim iktidar olursa olsun hep iktidar olmuşlar. Bu topluluğa bakınca bunu hemen anlıyorsunuz.

Merhum Hrant Dink’in öldürülmesinin arkasında gizli örgüt arayanlar, öyle pek uzağa bakmasınlar. Dink’in ölümünün ardından dakikalar sonra, onbinleri Taksim’den Harbiye’ye doğru yürüyüşe geçiren ve her görüşten kırk bin Ermeni’yi bir araya toplayan güç, ülkemizdeki en büyük gizli güç ve örgüttür diye düşünüyorum. Çünkü bu millet, vatanı için şehit olanların ardından bile 40 bin kişi ile toplanmayı başaramamıştır. Onun için bu kadar topluluğu bir araya toplamayı başaranların savcılarımız tarafından mutlaka tahkiki gerekir.

Bu kadar çok Ermeninin yürüyerek bir nümayişte bulunması, Erdoğan Aslıyüce’nin kulakları çınlasın, bana bu güne kadar ortalıkta nedense pek konuşulmayan, İstanbul’un işgalini hatırlattı. Oysa İstanbul, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal edilmiş ve 6 Ekim 1922’de Türk Ordusu tarafından resmen yeniden geri alınana kadar işgal altında kalmıştır. Bu dört yıllık süre, İstanbul ve İstanbullular için çok önemlidir. Bu dönemin bütün olan bitenle ve tüm açıklığıyla, günümüzde bilimsel bir hipnozla derin uykuya sokulmuş olan Türk Milletince, iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bunu hemen İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan, İ. Hakkı Sunata’nın “İstanbul’da İşgal Yılları” adı altında çıkan kitaptan temin ederek, yapabilirsiniz. Sunata; pek fazla görmeye alışık olmadığımız tarzda bir günlük tutarak, İstanbul’un işgalinde yaşananları gün gün yazmış. Kitapta bugün yaşananları da yorumlayabileceğiniz ilginç tespitler var.

Örneğin “Dünkü gazetelerin yazılarından sezdiğim idare kısırlığı, bütün kabinede tamı tamına mevcut. Ama böyle zamanlarda kabinenin idare kabiliyetsizliği çok esef verilecek bir şey ise, onun böyle zayıf idaresini isteyenler de o derece nefrete layık. Hakikaten bu memleket, iyi idarecilerden tamamen mahrum. Önümüzdeki zamanlar pek karanlık. Çalışılsa, milli istiklal elde edilse bile adamsızlık, yine bu memleketi felaketlere sürükleyecek” gibi… Geçtiğimiz günlerde yürüyen Ermenilere bakınca onların adamsızlık sıkıntısı yok. Sıkıntı her daim bizde…

Yazar, İstanbul’un işgalini protesto için yapılan Sultanahmet Mitingi’ni anlatırken ” Tayyare Şehitleri Anıtı’na bakan cephedeki balkona baştanbaşa siyah bir örtü örttüler ve arkadan kırmızı rengi siyaha çevrilmiş beyaz ay yıldızlı bayrakları çıkararak astılar. Daha konuşma başlamadan, pek çok kimse bu siyah bayrakları görünce, hele kadınlar “Ah …ah… bunu da mı görecektik böyle…” diye ağlaşmaya başladılar. Benim bile gözlerim yaşarmıştı. Bir teessür uğultusu geliyordu halktan. Hiçbir konuşma yapılmasa, yalnız bu gösteri, halkın acı duygusunu anlatmaya yeterliydi.” diye söylüyor. Peki bu siyah bayrakların asılmasında ekalliyetlerin İngiliz, Fransız, İtalyan işgal kuvvetleri ile olan yakın ilişkilerinin bir rolü var mıydı?

Yine Sunata’nın günlüğünden okumaya devam edelim “14 Temmuz, Fransızların milli bayramı. Rumlar ve Ermeniler bu neşeli bayram şerefine mağaza ve dükkanlarını kapatarak milli bayrama katılmışlar. Gece şenlikleri, hava fişekleri, ışıklandırılmış uçaklar İstanbul göklerini kapladı.” 19 Mayıs Bayramımızı halktan kaçıran ve 23 Nisan, 30 Ağustos ve 29 Ekim’i de sıraya sokan anlayışı ben anlıyorum da, bu satırlar size onu anlatabiliyor mu?

Her türlü melaneti Atatürk’te arayan ve Osmanlı – Türk İmparatorluğunu yücelten Gayri Türk unsurlara bir cevapta, bu hatıralarda Süleyman Nazif’ten geliyor “Süleyman Nazif… bilhassa İstanbul’u zapt eden Fatih’ten bahsederken, onun büyük bir yanlışlık yaptığını, Rum Patrikliğini ve İstanbul Rumlarını geniş imtiyazlarla yerinde bıraktığını ve bunun bugünkü neslin başına büyük dertler açtığını ve Fatih’in bu hatasının asla affedilmeyeceğini kendine mahsus taşkın heyecanla anlatırken, Veliaht Abdülmecit Efendi “bugünkü torunları bu hatayı düzeltecektir” manasına gelen bir cümle sarf etti ve şiddetle alkışlandı.” Kim demiş efendim? Veliaht Abdülmecit Efendi ve şiddetle alkışlanmış. Demek Fener Rum Kilisesi ve başpapaz Osmanlı içinde bir rahatsızlık sebebi imiş…

Fransız yönetici Clemenceau o zaman yaptığı bir Londra seyahatinde Lloyd George’la ile görüşür ve Türklerin İstanbul’dan tamamen çıkarılması fikrinde iştirak ederler. Sonra da milletlerarası bir kontrol altında bulunmak şartıyla İstanbul’da bırakılmalarına razı olurlar. İstanbul’la ilgili günümüzde yapılan tartışmalarla bu yazdıklarım size bir şeyler çağrıştırıyor mu?

“Hepimiz Ermeniyiz” diye tozu dumana katan Ermenilere de son cevabı; rahmetli Reha Oğuz Türkkan’ın 1977’de yani tam 35 yıl önce yazdıkları ile verdirelim “Fikir, ciddi ve masum bir ilim konusu kılığındadır. Halbuki altında yatan maksat siyasidir. Siyasinin de ötesinde milli ihanet niteliğindedir. Yaygınlaştırılmağa çalışılan fikir, Türkiyeli Türk’ün aslında Türklükle az bir ilişkisi olduğudur. Bu iddiaya göre, bugünkü Türkiyeliler; Selçuklu yani Orta Asya Türklerinden çok, Hititlerin, Friklerin, Helenlerin, Asurluların torunlarıdır! Yani “Anadolu Halkları”nın devamıdır. Sadece dilce ve biraz da kültürce Türkleşmişlerdir.” Görüyorsunuz değil mi? Bu oyun bugün Türkiye’yi yönetenlerce, Türk Milletinin 36 etnik parçadan olduğu yalanı ile sürdürülmektedir. Yıllar ve yüzyıllar geçiyor oyunun senaryosu hiç değişmiyor. Ne dersiniz sayın Ermeniler, haksız mıyız?

 

İki Dillilik!

Neşe Düzel’inTürkiye’nin en yetkin siyaset bilimcilerinden ve anayasa hukukçularından olan, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ergün Özbudun’la yaptığı konuşmadan bazı alıntılar:

– Resmi dairelerde iki dillilik bu anayasada  yer alabilir mi peki?

– Yer alabilmesi için Kürtçenin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi lazım. Çünkü resmi dil nedir? Kamu dairelerinde ve devlet işlemlerinde kullanılan dildir. Her kamu dairesinde ve kamu işleminde Türkçenin yanında Kürtçenin de kullanılması, pratikte Kürtçenin ikinci resmi dil olması demektir. Türk toplumunun çoğunluğunu ikna ederlerse bu olabilir ama çoğunluğun böyle bir talebi kabul edeceğini sanmıyorum. Şahsen ben de buna taraftar değilim.

– Niye?

– İki resmi dili kabul eden ülkeler var. Mesela İsrail. Arapça ikinci resmi dil. İsrail parlamentosunda Arap milletvekilleri var ve Arapça konuşabilirler. Ama Amerika’da on milyonlarca HİSPANİK var ve İspanyolca ikinci resmi dil değil. Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerin yerel yönetimlerde, belediyelerin ve il idarelerinin işlemlerinde iki dillilik kabul edilebilir. Bu, üniter devlete  mani değildir. Mesela İtalya’da bir resmi dil var ama Avusturya sınırındaki Alto Adige bölgesinde çoğunluk Almanca konuşuyor ve orada yerel yönetimlerde İtalyanca’nın yanında Almanca da kullanılıyor. Ama İtalyan parlamentosunda Almanca konuşma yapamazsınız, mahkemelerde Almanca kullanamazsınız.

– Türkçe bilmeyen Kürt vatandaş kendisini nasıl savunacak? Vatandaşın kendisini anadilinde savunabilmesi temel bir hak değil midir?

– Orada mesele çarpıtılıyor. Bizim Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, eskisinde de yenisinde de, taraflardan birinin Türkçe bilmemesi halinde ona tercüman sağlanması gerekliliği var. Ama sizin benim kadar iyi Türkçe bilen birinin, ben Kürtçe savunma yapacağım diye ısrar etmesi, bir nevi Kürtçenin resmii dil olması anlamına gelir ki, o zaman Meclis’te de Kürtçe konuşma hakkı olsun. Sadece Kürtler değil, Arap kökenli vatandaşlar da Meclis’te ve mahkemelerde Arapça konuşsun. Türkiye’deki tek dil azınlığı da Kürtler değil! Çerkesler, Boşnaklar da kendi dillerini konuşsunlar. İşte bu, fiilen iki resmi dil anlamına gelir.

– İki resmi dile sahip Avrupa ülkeleri hangileri?

– Belçika. Ama Belçika yapay bir devlettir. 1815’te Almanya ile Fransa arasında tampon bir devlet oluşturmak için kuruldu. Belçika’da Fransızca konuşan Valonlar ve Hollandaca konuşan Flamanlar var. Belçika’nın dışında Avrupa’nın hemen hiçbir devletinde iki resmi dil yok. Sadece bazı devletlerin bölgelerinde iki dillilik var. Ama Türk toplumunun çoğunluğunu ikna edici bir argüman ileri sürebilirlerse iki dillilik düşünülebilir. Dayatmalarla gerçekleşmez bu.

(Neşe Düzel, Taraf, 21 Kasım 2011)

 

“Ana Dil’de Eğitim”

Neşe Düzel’in Türkiye’nin en yetkin siyaset bilimcilerinden ve anayasa hukukçularından olan, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ergün Özbudun’la yaptığı konuşmadan bazı alıntılar:

– Kürt siyasetinin, “anadilde eğitim” gibi en temel insan hakkı talebi de var bu talepler arasında. Kürtlerin istediği anadilde eğitim hakkı ve özerklik bu anayasada yer alabilecek mi?

– Bunların makul olanları yer alabilir. Makul ve meşru talepler üzerinde geniş bir konsensüs oluşabilir. Ama anadilde eğitimi ikiye ayırmak lazım. Eğer anadilde eğitimden kasıt, Kürtçenin ve diğer anadillerin talep üzerine seçimlik olarak okutulmasıysa, bu meşru bir taleptir. Anayasa değişikliğine gerek kalmadan bugün dahi gerçekleştirilebilir bu. Çünkü Anayasa’nın 42. Maddesi, Kürtçenin ve gerekiyorsa diğer anadillerin devlet okullarında seçimlik okutulmasına engel değil. Arzu ederse siyasi irade bunu yarın dahi başlatabilir. AMA  BAZI KÜRT  ÇEVRELERİNİN  VE  ONLARIN  TALEPLERİNİ  SEMPATİYLE  KARŞILAYAN  BAZI  KÖŞE YAZARLARININ  ANADİLDE  EĞİTİMDEN  ANLADIKLARI  SANKİ  BUNDAN  FARKLI.

– Evet…benim anladığım da bundan farklı. Anadilde eğitim hakkına kavuşmak demek, okullarda Kürtçenin öğretilmesinin ötesinde, aynı yabancı kolejler gibi, mesela fizikten müziğe çoğu dersin İngilizce okutulduğu Amerikan liseleri gibi, eğitim dili Kürtçe olan okulların da açılabilmesi değil mi?

 – KİMSE  KUSURA  BAKMASIN  AMA  MATEMATİĞİN   VEYA  FİZİĞİN  KÜRTÇE  OKUTULMASI KÜRT  GENÇLERİNE  NE  FAYDA  SAĞLAYACAK?

 – Fayda sağlayıp sağlamayacağına anadili Kürtçe olanlar karar verebilmeli, öyle değil mi?

– GÖSTERMELİK  BİRKAÇ  SAAT  TÜRKÇE  TAKVİYELİ  BİR  EĞİTİM,  BİRBİRİYLE  İLETİŞİM KURAMAYACAK,  BİRBİRİNİ  ANLAMAYACAK   İKİ  TOPLUM  YARATIR  NETİCEDE  TÜRKİYE’DE. BUNUN  DOĞRU  OLDUĞUNA  KANİ  DEĞİLİM.

– Doğru olduğunu düşünmüyor olabilirsiniz ama bunun bir hak olduğuna kani değil misiniz?

– HAK  OLDUĞUNA  DA  KAANİ  DEĞİLİM. Yabancı kolejler istisnai bir durumdur. Çocuğun anadili Türkçedir. Çocuk ailesiyle, arkadaşlarıyla Türkçe konuşur. Türkçe gazete, dergi okur. Ama TÜRKİYE’DE  ON  BEŞ  MİLYON  İNSANIN  NEREDEYSE  ANAOKULUNDAN  BAŞLAYARAK  KENDİ  ANADİLİNDE  EĞİTİM  GÖRMESİNİ  KABUL  EDERSENİZ,  O  ZAMAN  HAKİKATEN  BU  ÜLKEDE  İKİ  TOPLUM  YARATMIŞ  OLURSUNUZ. Bu iki topluma mensup fertlerin…

– Evet…

– Birbirini anlaması çok zor olur o zaman. Meseleler şablonlar halinde ak ve kara terimleriyle ele alınmamalı. Devlet okullarında Kürtçe ve Arapça, Lazca, Çerkezce gibi diğer anadillerin okutulması meşru bir haktır. Üstelik bu Kürtçe dili eğitimiyle de sınırlı kalmamalı, Kürt edebiyatı ve tarihi de okullarda seçimlik bazda öğretilmeli ama TEPEDEN  TIRNAĞA TÜRKÇENİN  DIŞINDA  BİR  EĞİTİM  BİR  HAK  DEĞİLDİR.  TOPLUMU  BÖLECEK,  BİRBİRİYLE ANLAŞAMAYACAK  İNSANLAR  HALİNE  GETİRECEK  BİR  SİSTEM  BİR  HAK  DEĞİLDİR.

(Neşe Düzel, Taraf, 21 Kasım 2011)

X

Aklı evvellerden menkul bir sürü boş keramet
Aklı selim gösteriyor nedir asıl selamet

 

Zatında hak gibi görünen nice a’la şey
Gerçekleşince anlaşılır ki onlar la şey

3571

Birdir akıl için yol
Yeter ki sen dürüst ol

Yorumsuz bir yorum
İşte gerçek durum

Dünyada Genel Manzara

1980’li yıllardan önce Amerika’da Hakkın Tapınağı Tarikatı lideri ve üyeleri hazırladıkları zehirleri içmişler ve bu toplu intihardan 900 civarında insan hayatını kaybetmiştir.             1977 yılında bir gece New-York’ta meydana gelen ve bir saat kadar devam eden elektrik arızası neticesinde karanlıktan yararlanarak başlayan yağmada, şehrin alış veriş merkezlerinden eczanelerine kadar, eczanelerden otomobil galerilerine kadar bir baştan diğer bir başa her şey yağmalandı. Olağan üstü durum ilan edildi. Dünyada bu tür olaylar hep olagelmiştir.

Bunlar toplum bunalımına ait ilginç örneklerdir.

Dünyamızda cinsel devrim sonucu sapık ilişkiler, ırza geçme, fuhuş artmıştır.

Zührevi hastalıklar hızla yayılmaktadır. Tıbbın tedavide aciz kaldığı hastalıklar meydana gelmektedir.

AIDS tehlike yönünden gündemde ki yerini hala korumaktadır.

Çevre kirliliği olumsuz istikamette insan sağlığını tehdit etmektedir.

Alkolizm hızla yayılmakta, buna bağlı bunalım ve kazalar gün, gün artmakta bazı aileler tamamen yok olmaktadır.

Dünya barışını ve huzurunu tehdit eden tehlikeler içinde nükleer silahlanma ilk sırayı alırken bunun hemen arkasından uyuşturucu madde kaçakçılığı ve ticareti gelmekte ve bunu da bölücü terör örgütü yapmaktadır.

İnsanlar arasında dostluk ve sevgi yerini menfaate terk etmiştir.

Anarşi ve terör bütün dünyada yaygınlaşmaktadır.

Boşanmalar git gide büyük bir hızla artmaktadır.

Madde planında cemiyetin en küçük birimi, mana planında dünyanın en büyük imparatorluğu olan aile gün geçtikçe çökmektedir.

Bu gün dünyada, sistemler çökmekte, felsefeler sükût etmekte, mesaj kaynakları kurumaktadır.

Kumar hızla yaygınlaşmaktadır.

Çıplaklar kampına ruhsat veren, eşcinsellerin nikâhına izin veren ve alkışlayan dünyada zulmü tahrik ve teşvik eden ve dünyamızda haklının yanında değil, haksızın yanında yer alarak zulümde Nemrutları, Firavunları, Neronları geride bırakan, böylece hem kendi sonunu hem de insanlığın sonunu hazırlayan zalimler, kendilerinin takip edilmediklerini zannederler oysa bütün medeniyetler, ilimle, imanla, ahlakla, adaletle kurulmuşlar, ilimsizlik, imansızlık, ahlaksızlık ve zulümden çökmüşlerdir. Günümüz medeniyeti göz göre göre çökmektedir de farkında olmuyoruz.

Nefsin sana padişah sende onun kuluysan kurtulamazsın kölelikten, gerçek padişahta olsan.

Darbeyi Sermayeye Dönüştürme Mahareti

0

12 Eylül 1980 İhtilali, İran İslâm Devrimi ve SSCB’nin 1979 Aralık ayında Afganistan’a müdahalesiyle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü bu iki gelişme Türkiye’nin stratejik önemini arttırmış ve Batı, Türkiye’de istikrarlı bir rejime ihtiyaç duymuştur. Siyasî iktidarlar, Batı’nın arzu ettiği istikrarı ve taleplerini yerine getirme konusunda yetersiz kalmışlardır. Bu nedenle Batı, farklı bir arayış içine girmiş ve bu meseleyi askerlerle çözme yolunu tercih etmiştir. Bu irtibat kurulduktan, yani 1979’dan itibaren askerler müdahalenin zamanlaması ve tabiatını konuşmaya başlamışlardır.

Askerler, ilk aşamada politikacıları uyarmışlardır. Ne var ki politikacılar istikrarı sağlayamamışlardır. Eğer amaç iç istikrarsızlığı ve ideolojik çatışmaları gidermek olsaydı, 12 Eylül 1980’den önce bunu yaparlardı. Fakat belirtmemiz gerekir ki bunu yapmamaları şahsî tercihleri değildi. Küresel güç denkleminde Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesi gerektiği için hazırlık geniş planda yapılmıştı. Bu noktada The Guardian gazetesinin Nisan 1979’da verdiği bilgi dikkat çekicidir: “Türkiye, artık sadece NATO’daki güney kanat için değil, tüm Batı için hayatî ve stratejik öneme sahip bir ülkedir.” İran İslâm Devrimi ve SSCB’nin Afganistan’ı işgaliyle bağlantılı olarak yapılan bu yorum, o dönemde Türkiye’ye biçilen rolün ne olduğunu ortaya koymaktadır.

Siyasî liderlerin yönettiği istikrarsız Türkiye, bu role müsait değildi. Türkiye’nin müsait hale getirilmesi yeni durum için şart görülüyordu. Fakat siyasîler hem istikrarı sağlamada yetersiz kaldılar hem de Batı’nın Türkiye’ye ayar verme hamlelerine karşı çıktılar. Nitekim Ocak 1980’de yeni ABD-Türkiye Savunma ve İşbirliği Antlaşması’nın şartları sonuçlandırılırken Başbakan Demirel iki şart ileri sürerek taleplere karşı çıkmıştır: (a) Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki hakları tanınmadan ileride Türk üsleri, Acil Müdahale Gücü tarafından kullanılamaz. (b) Yunanistan’ın NATO’nun politik kanadına dönüşü kabul edilemez. Bu iki tutum nedeniyle Washington, Demirel yönetimindeki Türkiye’nin kendine biçilen bölgesel rolü oynayamayacağına karar vermiştir.

Yeni stratejik konsepte bağlı olarak Türkiye’nin çok boyutlu dış politika fikri askıya alınıp, yeniden Batı’ya bağlanması gerekiyordu. Ekonomik destek ve uygulamalar, belirtilen planın ikinci ayağı olarak devreye sokulmuştur. Demirel’in kurduğu azınlık hükümetinde ekonomik danışman olarak yer alan Turgut Özal, bu rolü üstlenmiştir. Özal, “Siyasetin, 24 Ocak 1980’de uygulamaya soktuğu ekonomik önlemlere engel olduğunu düşünen bir teknokrattı.” Bu dönemde yurtiçi tüketim yerine, ihracata dayanan yeni bir ekonomi yaratmak ve Türkiye’yi küresel sisteme bağlamak hedeflenmişti. Batı için bu, belirtilen gelişmeler açısından hayatî bir mesele idi. Özal, “Reçetenin başarısı için askerlerden, partilere dayalı politikanın beş yıl süreyle askıya alınmasını istemiştir.” 12 Eylül 1980 askeri darbesi ona, bu imkânı sağlamıştır. (Bkz: F. Ahmed 2010: 181-182)

12 Eylül 1980’nin arka planı budur. O dönemde darbeden yana tavır koyan gazeteciler, şimdi darbecilerden hesap sorulmasını istiyor. Hergün “Darbecilerden hesap sorulsun!” diyen malum cemaatin bir kolunun temsilcisi, “12 Eylül ihtilali Niğbolu zaferi kadar kutsaldır.” açıklamasını yapmış; diğer bir kolunun temsilcisi ise çok satan bir dergide başyazı olarak “Son Karakol” adlı bir yazı döşenmiş ve bu yazıda darbeyi kutsamıştır. ANAP iktidarı ise ihtilalin siyasî hedeflerini gerçekleştirmiştir. Turgut Özal, başından beri bunun içinde yer almıştır. İhtilali kutsayan bütün yapılar da ANAP’ın içinde yer almıştır.

Eğer darbecilerden hesap sorulacaksa belirtilen yapının tümünün sorgulamaya dâhil edilmesi gerekir. Fakat bu yapılmıyor. Neden? Çünkü yeni stratejik konseptin aktörleri, o dönemdeki askerlerin rolünü oynuyorlar. Her iki rol de yeni duruma muhalif olanlardan hesap sormak üzerine kurulmuştur. Coğrafyanın tanzimi için yeni bir model, yeni iktidar tipi ve yeni baskı araçları üretilmiştir. Bunun en somut kanıtı, “sıfır sorunlu dış politikadan, herkesle herşeyle sorunlu dış politikaya geçmek”tir.

Her ne kadar aynı planın farklı aktörleri toplumun gözünü boyamak için darbeyi politik sermayeye dönüştürmek isteseler de hesap sormaya “evet” demeliyiz. Fakat o dönemde ihtilali meşru gösterip şimdi hesap sorma numarası çekenlerin tümünün sözlerini ve resimlerini kentlerden köylere kadar ulaştırmalıyız. Bürokratik resmî dilden uzak durarak meseleyi milletin vicdanına taşımak, uyuşmaz çelişkiler evreninde herşeyi sermayeye dönüştürmeye çalışanların gerçek yüzünü millete göstermek şarttır. Bu konuda o kadar malzeme var ki gereği gibi kullanılsa darbe oyunu oynayanların hiçbirisi evinden dışarı çıkamaz. Darbeyi siyasî sermayeye dönüştürmek isteyenlerin / darbe oyunu oynayanların kurdukları tuzağı bozmak, yeni bir sürecin önünü açacaktır.

Kıbrıs Denktaş’ın Vasiyeti, Girit Tarihin

Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün zamanına ve irtihaline kuşak olarak yetişemedik bari “Kıbrıs’ın Atatürk’üMücahid Gazi Rauf Denktaş‘ın cenazesine yetişelim istedik. Fakat adada O’nun ruhaniyetiyle buluşmaktan ötürü mutmain olmaktan mıdır nedir yazmaya enerjim kalmadı. Hele hele üstüne Yılmaz Özdil‘in “O Gövdenin Yükü Ağırdı” ve Mustafa Atalay‘ın “Kod Adı Toros” yazılarını okuyunca söz mecalimin iyice havası kaçtı.

Bana kala kala med – cezirlik birkaç duygu kaldı: İlkin; Anadolu‘nun karlı / dağlı engebelerini aştıktan sonra Kıbrıs‘ın o güzelim yeşil ovalarıyla karşılaştık. Dedim ki bizim Karadenizliler avuç kadar toprak için adam vururken sizin Karadenizli bunca engebesiz düz araziyi niye vermeye çalışır?

Sonrasında; niye en idealist liderler ve kendilerini bir güdümlü füze gibi davalarına adayanlar Anadolu topraklarının dış kenarlık çizgisinden çıkmaktalar? Rahmetli Atatürk, ömrünün 30’unda elimizden çıktığını gördüğü Selanik‘te doğdu. Rahmetli Denktaş ise İngiliz idaresindeki Baf‘ta doğdu. Merhum Türkeş de Denktaş‘tan 7 yıl önce ve Cihan Harbi ortasında Lefkoşa‘da doğmuştu.

Dahası Azerbaycan Türklüğünün yetiştirdiği bir büyük kahraman olan Ebulfez Elçibey de Azerbaycan toprağına dıştan bağlı özerk Nahcivan‘ın bir köyünde doğmuştu. Elçibey tıpkı Atatürk gibi babasını, Denktaş ise annesini kaybederek hayata başladı. Topraksızlığın, bayraksızlığın, devletsizliğin ve esaretin acısını en iyi onlar bildi. Ve o bilinç üzre inşa ettiler davalarını.

Son olarak; İzmit‘te şerefle misafir ettiğimiz rahmetli Cumhurbaşkanı‘na “Kıbrıs Girit Olmasın” kitabının hediyesine teşekkürle birlikte “Kıbrıs’ı korumak yerine Girit’i geri almakla alakalı bir çalışma var mı?” diye sorduğumuzda önce bir durdu, sonra her yaş ve meslek gurubundan herkese bıkmadan usanmadan anlattığı gibi Kıbrıs davasının serencamını anlattı. Doğrusu Girit‘le ilgili çalışma yapmak, hiç değilse şiirini – romanını yazmak bizim kesime düşüyor.

Gayri söz deneme ustası Atalay‘ın:

Kalbimin ortasındaki Toroslar çöktü. Karşı kıyılarda depremler oluyor, boranlar esiyor. Öksüz  kaldı başı dumanlı Altaylar. Yalnız kaldı Tanrı Dağları, yetim kaldı Kaçkarlar. Toros uçmağa vardı heeeyyy! Kalbini delerken kahpe kılıçlar Türkün, nefsi müdafaanın  ismini Toros koyduk bir zamanlar. Bir zamanlar isyanın bayrağı yüreğimizde büyürken bayrakları Toroslara astık.

Anadolu isyandı, Anadolu işgale karşı susmamaktı. Anadolu emperyalizmin gözüne çöp sokmaktı. Anadolu çelikle etin imtihanıydı. Anadolu mermilerin üstüne Kürşad  gibi yürümekti. Anadolu özgürlüğe ve egemenliğe sevdalı yiğitlerin beşiğiydi. Anadolu kartalların gezdiği dağlardı ve Anadolu, Torosların özgürlük şerbetini içtiği yerdi.

İnsanı insan yapan taşıdığı ruhun büyüklüğü ve ruhuna üflenen büyük hülyalardır. Lefkoşa Lisesi’nde Arif Nihat Asya tarafından bayraklar dolusu ruh üflendi. Bayrak Şairi Kıbrıs’ta bayrak şahsiyetler yetiştirdi. Koca acunun ortasına, yiğitliği bayrak gibi diken delikanlılara yön  verdi, can verdi.

Büyük ruhlu insanda
Büyük büyük dert olur.
Mert olan insanların
Talihi namert olur.”