Ülkücülüğü de milliyetçilik gibi iki kısımda ele almak gerekir
A -)Genel manada ülkücülük
Din dil irk ve renk ayrımı yapmaksızın hedefine kilitlenen her insan
kurum kuruluş iktidar muhalefet ve devlet yöneticileri ülkücüdür
Buna küresel ülkücülükte denilebilir
Burada Müslüman olmak gibi bir zorunluluk söz konusu değildir
B – ) Özel (İslami manada) ülkücülük
Daha ziyade ülkücülüğün özeli üzerinde duracağız
Ülkücülük ideal olmayı gerektirdiği gibi dindar olmayı da gerektirir
Ülkü: amaçtır, idealdir, hedeftir.
Varılmak istenen nihaiyi noktadır.
Bir önceki yazımızda milliyetçiliğin vatanı ve milleti sevmek olduğunu
belirtmiştik
Ülkücülük ise Milliyetçilik düşüncesinin hayata geçirilmiş halidir.
Teorinin pratiğe dönüşmesidir
İnsanlar çeşitli meşrep ve mezheplerde olabildikleri gibi, çeşitli
meslek ve işkollarında da olabilirler.
Yâda sade bir vatandaş, yani vasıfsız elaman olabilirler.
Sade vatandaştan başlayalım
Sade vatandaşın ülküsü nasıl olmalıdır.
Aldatmayan istismar etmeyen kandırmayan zarar vermeyen dürüst, güvenilir olmak.
Elinden geldiği kadar çevresine yardımcı olabilmektir.
Unutmayınız ki zararsız insan faydalı insandır.
Bir meslek gurubuna dâhil olan insanlarında mesleğini yâda sanatını en
iyi şekilde yapmaya çalışmalarıdır
Mesleğinin yâda branşının en iyisi olma gayreti içerisinde olmaları halidir
Öğrenci ise en iyi üniversitelerin en iyi bölümlerini hedefleyip kazanmaları
Öğretmense öğrencilere bu ideali aşılayıp, azami derecede faydalı
olmaya çalışması
Avukatsa hakkı ve haklıyı savunup müvekkilini satmaması
Doktorsa parası olmayana da insan muamelesi yapması
Bunu hayatın her alanı için bu şekilde çoğaltmak mümkündür
Tabi birde devleti yöneten ve yönetmeye talip olan siyasi partilerimiz var.
Onların ülküsü ve ülkücülüğü nasıl olmalıdır.
Dikkat ederseniz ben milliyetçiliği ve ülkücülüğü parti programı
olarak ele almıyorum.
Zarfa değil mazrufa bakıyorum
Beni şekil değil içerik ilgilendirir.
Ülkemiz açısından bakarsak
Muhalefet partileri milletimizin karnının doyup yüzünün gülmesi için,
Ülkemizin muasır medeniyet seviyesine çıkıp hatta bir adım daha öne
geçebilmesi için kafa yoruyor ciddi ciddi projeler hazırlıyorlarsa,
Emperyalizm edebiyatını bırakarak, emperyalizmden kurtarmanın
çarelerini arıyorlarsa,
Sorunları kaşımayıp çözüm önerileri sunuyorlarsa
İşte o parti ve partiler milliyetçi vede ülkücüdürler.
Eğer söylenenlerin içerisi doldurulamıyorsa vatan millet adına proje
ve icraatınız yoksa
Bilinmelidir ki ‘lafla peynir gemisi yürümez’.
İktidar açısından milliyetçilik ve ülkücülük ise,
Öncelikle vatandaşların iş ve aş meselelerini çözerek karnını doyurup
yüzünü güldürmektir.
Ortak akılla hareket ederek varsa muhalefetin önerileri onları da
dikkate alarak muasır medeniyet seviyesini yakalamaktır.
3,5 milyon nüfuslu İsrail’e hot demenin yanında, hattini bildirmek
için ensesine de bir tokat atabilmektir.
Evet, bilim adamlarımız ne kadar milliyetçi, siyasilerimiz ne kadar
ülkücü takdirini millet yapar.
Şunu da unutmamak gerekir ki vatan sevgisi beraberinde insan sevgisini
de gerektirir.
Çünkü insansız toprak vatan olmaz.
İnsanı sevmeyen vatanı sever mi?
Önce insan sonra vatan
Unutmamak gerekir ki; “millet devlet için” den ziyade devlet millet içindir.
Şöyle bir çevremize bakalım birbirimizi ne kadar seviyoruz.
Siyasiler birbirini ne kadar seviyor
Sevdikleri için mi? birbirlerinin ümüğünü sıkmaya çalışıyorlar
Aynı parti içerisinde olan insanlar bir birlerini ne kadar seviyorlar.
İnsanları sevmedikten sonra toprağı sevseniz ne işe yarar.?
Şu işe yarar,
Etrafını çevirir mülkiyetinize geçirirsiniz
Üzerine gecekondu yâda villa yaparsınız.
Evet, milliyetçilik bir hedef
Ülkücülükse o hedefin gerçekleştirilmesidir.
İdealiniz kadar milliyetçi
Gerçekleştirdiğiniz hedef kadar ülkücüsünüz
Gerisi?
Gerisini de siz söyleyin
Milliyetçilik ve ülkücülük bir partiyle sınırlandırılacak kadar dar
kapsamlı değildir
Düşüncelerimi en samimi bir biçimde yazıya aktardım
Gerçekleri yazarken de itidalli olmaya gayret ettim
Buna rağmen sürçü lisan ettiysem affola
Dostluk akıntıya kürek çekmekten değil,
Doğruları söylemekten geçer
Ülkücülük Üzerine Farklı Bir Yaklaşım
Adalet Sistemi Kamu Vicdanını Rahatlatmalıdır
Yeni sivil bir anayasa yapma çalışmalarının yapıldığı bir dönemde kanunların anayasaya uygunluğu prensibi esas alınarak yapılacak yeni anayasa mevcut kanunların (ceza hukuk idari) da yeni anayasaya uygunluğu yeniden gündeme gelecek belki yeni anayasaya bu kanunların uydurulması için birçok kanun değişikliğine de gidilmesi zorunda kalınacaktır. Bu sebeple yeni anayasa ve buna paralel olarak hazırlanacak yeni kanunlar kamu vicdanını rahatlatacak şekilde olmalıdır. Hiç kimse bu anayasaya şüphe ve endişeyle bakmamalı bütün vatandaşlar güven ve emniyet altında olduğunu hissetmelidir.
Hukuk sistemi insanoğlunun 4000 yıldan daha uzun bir sürede ortaya koyabildiği bir düşüncedir. O düşüncenin ortaya konması çok zor olmuş, uğrunda ağır bedeller ödenmiştir. Acaba ortaya konan hukuk sistemi bütün dünyada yaşama geçirilmesi çok zor mu olacak? Gene ağır bedeller mi ödenecek.
Hukuk sisteminin “efradını cami, ağyarını mani” bir tanımının ortaya konmamış olduğunu görüyoruz. 4000 yıl öncesinden ortaya konulan yasaların birinci amacı kralın egemenliğini güvence altına almaktı. Başlangıçta Mezopotamya, Mısır, Çin, İNKA uygarlıklarında krallar yasa koyarken ne istemişse Roma, Avusturya, İngiliz, Fransız, Fransa, Rus Kralları ve Osmanlı Padişahları da aynı şeyi istemişlerdir. Egemenliklerini korumak.
Tarih krallara bir şeyi çok iyi öğretmiştir. Adalet sistemini kamu vicdanını rahatlatmalıdır. O nedenle gelmiş geçmiş bütün yasalar güçsüzü güçlüye karşı koruyor görüntüsü verirler. Bu ilke yok olduğunda toplumsal çalkantılar başlar.
Tarihin en eski ve en iyi korunmuş yasası M.Ö 1760 yıllarında Babil kralı HAMMURABI tarafından yazılıp bir taş üzerine Akatça dilinde çivi yazısı ile kazılan 282 maddelik yasadır. Egemen sınıfın ekonomik çıkarlarını aşırı gözeten bu yasa bile fakirleri, yetimleri ve dulları koruyor görüntüsünü vermektedir.
Magna Carta (“Büyük Özgürlükler Sözleşmesi”) insan hakları kavramının ilk belgesidir. Ancak bu belge yurttaşlara özgürlükler vermekten çok toplumun üst sınıfları ile kral arasında bir denge kurmayı amaçlar. Kralın sınırsız yetkilerini kilise lehine sınırlar. Magna Carta’nın 39. maddesi şöyle der; ” özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” (Hammurabi Yasaları No: 5 M.Ö. 1792-1750)
Eğer bir yargıç bir davaya bakar ve bir karara varırsa verdiği hükmü yazılı olarak takdim eder; Daha sonra verdiği kararda bir hata ortaya çıkarsa onun tarafından kararlaştırılan para cezasının on iki katını öder. Ve halka ilan edilerek yargıçlık makamından el çektirilir. Ve bir daha asla yargıçlık icra edemez.
Bu ilke günümüzün hukuk sisteminin temellerini attığına ve insan haklarının ilk belgesi olduğuna inanılır.
Hukuk sistemi yönünde atılmış önemli adımlardan birisi 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerikan kongresi tarafından kabul edilen, bağımsızlık bildirgesinde yer alan şu sözlerdir.
“Bütün insanların eşit yaratıldıklarına, yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz”
14 Temmuz 1789 Fransız İhtilalı dünyada tanrı adına yasa koyan krallıkların çöküşlerinin ve eşitlik, hürriyet adalet, demokrasi kavramlarının yaygınlaşmaya başlamasının ateşleyicisidir.
Dünyada en yaygın geçerliliği olan insan hakları, ilkeleri, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği insan hakları Evrensel beyannamesinde yer alan haklardır. Bu beyannameyi ülkemiz 6 Nisan 1949 tarihinde Bakanlar Kurulunun 9119 sayılı kararı ile kabul etmiştir.
İnsan hakları Evrensel beyannamesinin 8. maddesi yurttaşların hak arayabilmelerinin yolunu açar.
“Herkesin Anayasa’da yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.
Hukukun üstünlüğünün var olduğu devletlerde güçlerin ayrılığı ilkesi evrensel sayılabilecek tek hukuk ilkesidir. Yasayı koyan, yasayı yürüten ve o yasalara dayalı adaleti dağıtan güçlerin birbirinden bağımsız oluşları insanoğlunun 4000 yılda elde edebileceği üstün bir değerdir. Kuvvetlerin ayrılığı ilkesi hukuk sistemleri arasında insan haklarını güvenceye alabilen bir sistemdir.
Bu gün insan hakları üçayaklı bir masanın üstündedir. O masanın ayakları yasama, yürütme, yargıdır. Bu üçayaktan birisi kırılırsa, masa devrilecek ve eşitlik, adalet, özgürlük, demokrasi deyimleriyle ifade edilen insan hakları yerlere serilecektir.
ADALETLE İLGİLİ SÖZLER:
-Adaletle zulüm bir yerde olmaz,
-Faziletin temeli adalettir.
-Adalet satmak, vatan satmaktır.
-Mahkeme kadıya mülk olmaz
-Küçük hırsızlar asılır, büyük hırsızlar serbest dolaşır.
-Adaletsiz bir memleket güneşsiz bir dünyaya benzer
-Adalet olmayan yerde sefalet olur.
-Hekimin paraya, hakimin politikaya tapması kadar korkunç bir şey düşünemiyorum. ALİ FUAT BAŞGİL
-İyi hükmetmek kanunlara göre hükmetmektir. Bunu içinde kanunları bilmek lazımdır. FENELON
-İnsanlığın en güzel vazifesi, adalet dağıtmaktır. VOLTAİRE
-Adalet milletler için daimi bir gıdadır. Zira adalete doyulmaz. CHATEUBRİAND
-Bir millete baş olmanın ilk ve en büyük vasfı adil olmaktır. HZ. ÖMER
-Siyaset mahkeme salonlarına girdiği anda adalet oradan çıkmalıdır. GUİZOT
-Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir. EFLATUN
-İyi bir kanun koyucu, suçları cezalandırmanın değil önleminin yoluna bakar. MONTESKİO
-Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanamayan kuvvet zalimdir. PASKAL
-Bir saatlik adalet bin saatlik ibadetten hayırlıdır. HZ. MUHAMMET
“Demokratikleştirme Projesi” Kan Kusuyor
Demokratikleştirme projesine dâhil edilen bütün coğrafyada kan akıyor. Daha önce üretilen otoriter yapılarla 1990 sonrası süreçte üretilen yeni dini-siyasî örgütler arasında çatışmanın alanı genişliyor. Demokratikleştirme projesinin ilk örneği olan Irak mezhep çatışmasına doğru gidiyor. Bazı bölgelerde yapılan saldırılar ve çağrılar bir çatışma planının uygulanmaya konulduğunu gösteriyor. Siyasî alanda mezhep hassasiyetini yansıtan tutuklama ve sığınma gibi gelişmeler Sünni-Şii çatışmasının başlatılmak istendiğini göstermektedir. Son bir ay içinde ölenlerin sayısı mezhep çatışmasının devreye sokulduğuna işaret etmektedir.
Demokratikleşme projesinden bahsedenler şimdi nerede? Irak işgalini “demokrasi geliyor’ diye müjdeleyenler şimdi mezhep çatışmasını önlemekten bahsediyorlar. ABD askerlerine dua edenler şimdi bütün basın yayın mahfillerinde ve araçlarında “Biz yapmadık, onlar yaptılar’ numarası çekiyorlar. İslâm’ı siyasî dille okuyan çevrelerin yayınlarını bu günlerde ibret olsun diye okumak çok yararlı olur. Bir medeniyetin dini, kültürel değerlerini emperyalizmin sunağında kurban edenlerin hala dinden, imândan bahsetmeleri ne kadar acıdır.
Irak’a müdahalenin demokratikleşme ile hiçbir alakası yoktur, bu bir işgaldir, diyenleri küçümseyenler şimdi mızrağa çuval arıyorlar. Gerçekten merak ediyorum. Sürekli İslâm’a atıf yapan ve Irak’a müdahaleyi ‘demokrasiye geçiş zırvasıyla meşrulaştıranlar’ kanlı çatışmanın içine atılan Irak tablosundan utanıyorlar mı?
Irak; içinden çıkılması zor hesapların, gerilimlerin ve iç dengeleri aşan politik baskıların kucağına atılmıştır. ABD güçleri içinden çıkılması zor bir kaosu üretmiş ve istikrarsızlık içinde her gün bir adım daha mezhep çatışmasına sürüklenen Irak’ı seyretmeye başlamıştır. Çünkü jeo-politik düzenleme ve demokratikleştirme projesi altında geliştirilen ve uygulamaya konulan stratejik plan, anılan coğrafyayı baştan sona kana bulayacak niteliktedir.
Irak’a müdahale etmeye gerekçe yapılan unsurların tümü boş çıkmıştır. Boş çıktığı bizzat müdahaleyi yapan güçler tarafından ifade edilmiştir. Bu durum, müdahaleye itiraz etmeye kapı açtığı halde, Türkiye’nin bölgede yükselen güç olduğunu söyleyen siyasî iktidarın “Irak’ta mezhep çatışması çıkmasın diye ABD güçlerinin kalmasını istedik’ demesi çok acıdır. Böyle bir siyasî duruşu açıklayacak hiçbir kavram yoktur.
İslâm tarihinin klasik döneminde mezhep; hem itikâdi hem de siyasî modeldir. İslâm mezhepleri modern zamanlarda siyasî boyutlarını önemli ölçüde yitirmişlerdir. Fakat 1990 sonrası dünya sisteminde din yeniden geri dönerek siyaseti belirleyen bir unsur olarak karşımıza çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz çağda din ve bunun yorumu olan mezhepler siyasî bir unsur olarak önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle Ortadoğu’nun jeo-politik tanzimi din üzerinden yapılmaktadır.
Böyle bir tablo karşısında Irak dağınıktır. Etki alanı giderek genişleyen İran, oluşturulan Sünni-Selefi ağın kendisine yönelik olduğunu düşünmekte ve oyunun kurallarını buna göre oluşturmaktadır. Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye içinde bulundukları projenin gereği olarak Irak üzerinde etkili olmak istemektedirler. Topraklarımızda İran’a karşı konuşlandırılan Füze Kalkanı, ABD-Suudi Arabistan ekseni durumu daha hassaslaştırmaktadır. Irak üzerine yoğunlaşan bu baskı ve siyasî-stratejik hamlelerin bir mezhep çatışmasına doğru seyretmesi kaçınılmazdır.
Müdahale sürecinde Sünni kesim eski gücünü önemli ölçüde yitirmiştir. Irak, fiilen üçe ayrılmıştır. Fiilen üçe ayrılan Irak’ın kuzeyinde yarı bağımsız bir devlet, Maliki ve Ben-i Sadr desteğinde yükselen ve önceki döneme karşı öfke duyan Şii kesim, dağılmasına rağmen dış desteğe sahip olan Sünni kesim var. Sünni-Şii kesim arasında bir çatışma potansiyeli giderek artmaktadır. ABD’nin ve ortaklarının getirdiği demokrasi: Kontrolden çıkan Irak’ta kanlı bir hesaplaşmanın zeminini oluşturmuştur.
Eli ve diliyle bu sürecin yanından olanların demokrasiden bahsetmeleri gülünçtür. “Demokratikleşme paketi” kan kustuğu halde medeniyetler arası ittifaktan ve diyalogdan bahsedenler sadece aklımızı değil, vicdanımızı aşağılıyorlar. İslâm’ı siyasetin ana unsuru yapan aydınların ve siyasîlerin “Biz değil, o yaptı”, ya da “Biz, demokrasi gelsin diye dini-siyasî örgütleri destekledik” veya “Zalim idarecilere karşı tavır aldık” şeklindeki gerekçelerle iç çatışmaya çekilen coğrafyada yapılan katliamı meşrulaştırmaları zulme bahane üretmekten başka bir şey değildir.
Meşru bir hedefe, gayr-i meşru bir yolla ulaşılamaz. Ulaşılsa da bu meşru olamaz. Haçlı tasalluta kurban edilen bir coğrafyadan hiçbir hayırlı netice elde edilemez. Aksini iddia eden varsa biliniz ki o, bu coğrafyayı kana bulayan aktörlerin ve ortakların sözcüsüdür.
Aç Canavara Muhabbet
“Her insan, kendi vücudunun mahvolması ile müteellim (elemli) olduğu gibi, hanesinin harab olması ile de elem çekiyor. Ve vatanının bozulması ile gayet müteessir (üzüntülü) oluyor. (Hele) tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevi bir Cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.
“İşte, aklı başında her bir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartiyle bilecek ki:” (Said Nursi, Emirdağ Lahikası I-II, Envar Neşriyat, İstanbul- 1992, Emirdağ II, s.120)
Vatan hükmünde olan ev, herkesindir. Aile fertlerinden birinin bir odayı, sırf kendine mal ederek, diğerleriyle irtibat ve ilişkiye son vermesi, öbürünün başka bir köşeyi gözüne kestirmesi, aile reisinin harekete geçmesine yol açar ve bu duruma dur diyerek, olaya el koyar.
Güneş’e sahiplenmek gibi, evin tümüne malik olmak varken, böyle bir hareketle tamamından mahrum kalacağını düşünmemek neyse, vatanı da bu şekilde parsellemeye kalkışmak aynı şeydir. Oysa Güneş hepimizin olduğu, hepimize yettiği, hepimizin istediği şekilde tasarrufa imkan verdiği halde, bu hür ve keyfi faydalanış, her ferd için mümkün iken, yersiz ve faidesiz davranış biçimleri sergilemek akıl karı mıdır?
(Üstelik) PKK’nın katliamları halkı bezdirmiş. İnanın artık halk kendisi eline silahı alıp örgütçü avına çıkar olmuş. PKK psikolojikman düşmüşken. Askerlerin bilinçli bir şekilde, PKK üzerine gitmesiyle onu çökertmiş, halkı da kazanmış. – Çünkü halk PKK’nın korkusundan ne yapacağını şaşırmıştı. Desteklemese öldürülüyordu! – Örgüt -sayı önemli değil- psikolojik olarak kaybetmişken. Halkın yanında orduya laf etmek, PKK’yı övmeye kalkmak büyük tepki doğururken. Devlete büyük bir bağlılık görülürken. Örgütte belli bir yeri olan en eski örgüt elemanları bile, bu savaşın niçin yapıldığını hala anlamış değilken, teorik olarak var olan ideolojinin pratiğine bakıldığında teoriyle hiçbir ilgisi bulunmadığı ortaya çıkmış, ölen ve öldürenler ve kaybedenler aynı millet olduğu anlaşılmışken. Öcalan’la konuşmak istenilmesi, bölge halkının moralini bozarken. (Ürperten İtiraflar, – PKK komutanı Sami Demirkıran’la yapılan – Röportaj: Arslan Tekin, Türkiye, 15 Eylül 1996)
“Kan üzerine politika PKK’nın sonunu getirmişken, halk hem PKK’nın kan dökücülüğü, hem de ordunun kararlı tutumu sebebiyle devletin yanında yer alıyorken.” (a. g. röportaj, Türkiye, 16 Eylül 1996)
PKK’nın dinsiz, marksist bir örgüt olduğu anlaşılmışken, bölgede -son dönemlerde- PKK’ya katılma oranı Batı’ya göre çok düşmüşken. PKK bölge halkının temsilcisi değilken, PKK ile dolaylı da olsa bir masaya oturma, iç savaş çıkmasıyla eş anlamlıyken. (Kısaca vaziyet bu merkezdeyken) siyasilerin PKK ile mücadelenin metodunu açık bir şekilde belirleyememeleri! Kiminin de diyalog kurmaya kalkışması! Siz PKK’yı çökertmişken devlet yetkililerinden (bazıları) çıkıp da örgütle anlaşma yolu araması! Öcalan’ı dinleyenlerin hepsi siyasi çözümcü olurken! Öcalan propaganda amaçlı konuştuğu halde, bizim ‘Siyasi çözümcü’ gazetecilerimizin de hayran hayran onu dinlemeleri! (a. g. röportaj, Türkiye, 15 – 16 Eylül 1996)
“CHP Bahçelievler, Bağcılar, Bakırköy ve Güngören ilçe teşkilatlarının düzenlediği ‘Kürt Sorununa Barışçıl Çözüm’ panelinde, Türkiye’nin Apo’yu muhatap kabul etmesi(nin istenmesi)! “Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesinin değiştirilmesi konusunda CHP(nin)…’Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’nü tartışmaya açmak (istemesi)!
“Son CHP kurultayında, ‘Kürt Mes’elesi’nin bütün parti örgütlerinde tartışılmasının, Olağanüstü Hal’in, Bölge Valiliği’nin, Koruculuk Sistemi’nin kaldırılmasının, Özel Tim’in yerleşim birimlerinden uzaklaştırılmasının istenmesi, …Kurultayda kabul edilerek, Genel Başkan Yardımcısı tarafından okunan Kürt Bildirgesi’ndeki ‘Türkiye, yıllardır uyguladığı(!) inkarcı, baskıcı politikayı bıraksın ve Kürt varlığına eşit haklar ve şartlar tanısın’ ifadesinin yer alması!” (Prof. Dr. İsmet Miroğlu, Türkiye, 18 Eylül 1995.)
(Nitekim) CHP kurultayında konuşan Sayın Karayalçın: “Çok yanlış işler yaptık!” demiştir.-a.g. makale-
261
Medya ve sol derneklerin ‘gerilla’ kavramına romantizm katarak gençlerin kendilerini ‘Che Guavera’ gibi görmelerini sağlayarak, PKK’ya Batı’dan katılmalarda büyük rol oynamaları! (Ürperten İtiraflar, Röportaj: Arslan Tekin, Türkiye 16 Eylül 1996.)
-Bu hissiyatla dağa çıkanların, dağda otel arar(!) hale gelmeleri…(a. g. röportaj)
Sık sık “Demokratik çözüm ve barışçı çözüm gibi safsataların” (Altemur Kılıç, Türkiye, 21 Eylül 1996) ileri sürülmesi!
PKK halk desteğini yitirmişken, devlet yetkililerinin sorumsuz hareketleri, örgütle anlaşma zemini aramaları, bazı basın – yayın organlarının PKK’nın çıkarına hizmet eden yayınları. Aşiret reislerini ve halkı dinlemek gerekirken PKK’nın muhatap alınması! Ki bunun halkın karşı çıkarak iç savaş çıkmasına sebebiyet vereceği muhtemelken, PKK ile masaya oturmak gibi şeyler konuşulması, onları cesaretlendirerek, yeniden saldırıya geçmelerine imkan tanımakta ve maalesef onlara güven vermekte (ve bu da tabiatiyle) halkın moralini bozmaktadır. (Ürperten İtiraflar, Röportaj: Arslan Tekin, Türkiye, 15 – 16 Eylül 1996)
Velhasıl, bu tarz sözler sarfetmek, pişmiş aşa su dökmekten farksız olup, insan onlara karşı, ister istemez “Gölge etmeyin başka ihsan istemez!” demekten kendini alamıyor.
Halbuki mes’elenin hakikatini ve Doğu Sorunu’nun gerçek yüzünü eski Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez, Van’ın Bostaniçi beldesinde göçmen vatandaşlar için tespit edilen 258 adet konutun temel atma töreninde yaptığı konuşmada şöyle dile getirir:
(Evet) “Güneydoğu’da bir sorun vardır. Ama bu sorun, bir Kürt sorunu, PKK sorunu değildir. Bu bölgede görülen sorunlar, Karadeniz’de, Orta Anadolu’da, Ege’de ve Akdeniz’de de vardır. Bu bölgenin ihtiyacı Kürtçe televizyon ya da eğitim değildir. Bu bölgenin en önemli ihtiyacı aş, iş ve tapudur.” (İkinisan, 24 Eylül 1996)
Güngörmüş, arif halkımızdan birinin terörü teşhisi ise harikulade: “Erzurum’a doğru yol alıyoruz…Başında beyaz poşusu, nur yüzlü bir dedeyi köyüne kadar götürüyoruz. Sohbet yöreden, terörden ve PKK’dan açılıyor. Kürt vatandaşımız, PKK terörü için şu ifadeyi kullanıyor: ‘Ermeniler intikam alıyor! Bu topraklarda yaşıyorlardı. Yine bu topraklarda gözleri var!’ İrkiliyoruz.” (İdris Gürsoy, Zaman, 27 Kasım 1996)
“Vehham (çok vehimli) olmamalıyız. Korkmakla (vatan) rüşvet verilmez.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat – Tuluat – İşarat, Gaye Matbaası, Ankara – 1976 s.35)
“Bilirsiniz ki, ebedi düşmanlarınız ve hasımlarınız (Vatanın birliğini) tahrip ediyorlar. Öyle ise, zaruri vazifeniz (birlik ve dirliği) ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. (Bunda gevşeklik ve çekingenlik) zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez (durdurmaz), teşci’ eder (cesaretlendirir).” (Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, İstanbul – 1994 s.102)
“Canavar bir hayvana karşı kendini zaif göstermek, onu hücuma teşci’ ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkız (uyanık) davranmalı, ta dostların lakaytlıklarından ve gafletlerinden, (bölücülük) taraftarları istifade etmesinler.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul – 1993, s. 361)
Hasıl-ı kelam: “Aç canavara karşı tahabbüb (muhabbet) merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.” (Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Sinan Matbaası İstanbul-1960, s. 106)
Öyleyse: “Havf (korkman) ve za’fın beyhude, hem senin aleyhinde, te’sirat-ı harici teşci’ eder, celbeder.
“Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat (zaruret) mazarrat-ı mevhume (vehmi bir zarar) için feda edilmez. Sana lazım hareket, netice Allah’ındır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul-1996, s. 718)
262-264
Biat Kültürü mü, Eleştirel Bağımsız Düşünce mi İyi?
GERÇEK BİR BİLİM ADAMI: Kürsüde konferans veren hoca Prof. Dr. Mehmet Kaplan‘dı. 1975 civarıydı, Kubbealtı Cemiyeti‘nin her hafta düzenlediği konferanslardan biriydi. Milliyetçi ve muhafazakâr görüşe sahip öğrencilerin sıkça gittiği bu konferanslar çok önemli bilim, sanat ve siyaset adamlarını dinlediğimiz, ciltlerce kitaptan edinemeyeceğimiz kadar bilgiyi edindiğimiz faaliyetlerden idi.
Türk edebiyatı ve fikir hayatı için çok önemli hizmetleri geçmiş büyük hoca Prof. Dr. Mehmet Kaplan (1915-1986), konuşması esnasında Ziya Gökalp’i bir hususta tenkit eden sözler söylemişti. Konuşmanın sonunda milliyetçi gençlerden biri, “Siz nasıl Ziya Gökalp’i eleştirirsiniz, O’nun yazdıklarını hangi hakla ve hangi cüretle tenkit edebiliyorsunuz, haddinizi aşmayın” tarzı ağır sözlerle itham ettikten sonra Hoca’nın, Ziya Gökalp’in eleştirdiği sözlerine başka bir açıdan yaklaşarak, aslında Hoca’nın Ziya Gökalp’in bu sözlerini yanlış değerlendirdiğini savunan açıklamalar yaptı.
Rahmetli Prof. Dr. Kaplan‘ın, bu sert çıkışa karşılık, oldukça sakin bir ses tonuyla söyledikleri benim hayat boyunca unutamayacağım bir ders niteliğinde idi.
“Evladım, öncelikle bilmeni isterim ki Ziya Gökalp benim için Türk fikir hayatına çok ciddi katkıları olmuş, Cumhuriyeti kuranların fikri altyapısına tesirli olmuş çok önemli ve saygıdeğer bir ilim adamıdır. Ancak ben de bir ilim adamıyım. Ayrıca Ziya Gökalp öldüğünde benim şu andaki yaşımdan daha gençti. Bir ilim adamı olarak benim Ziya Gökalp’in her söylediğini kabul etme mecburiyetim olamayacağı gibi, O’na olan bütün saygıma rağmen tenkit etme hakkım vardır.”
“İlim adamları her konuda yüzde yüz doğruyu bulamayabilir. Hepimiz çalışmalarımızın ışığında, elimizdeki verilere dayanarak bazı sonuçlara ulaşırız. Bu sonuçların bazen başka araştırmalarla yanlış olduğu çıkartılabilir. Zaten bilim de böyle gelişir. Bilim dogmalara ve kalıplaşmış ideolojilere karşıdır.”
“Mesela Ziya Gökalp elindeki imkânlarla ve o günün ulaşılabildiği kaynaklara dayanarak Türk Müziği’nin kökeninin Bizans’a dayandığını söylemişti. Ancak daha sonraki araştırmalar ve erişilen kaynaklar Türk Müziğinin kökeninin Orta Asya’da yaşayan atalarımıza dayandığını gösterdi. Ziya Gökalp’in bir konudaki kanaatinin yanlış çıkması O’nun büyük bir bilim adamı olduğu gerçeğini gölgelemez.”
Rahmetli Prof. Dr. Mehmet Kaplan, aklımda kaldığı kadarıyla mealen naklettiğim bu sözlerinden sonra konuyu şu şekilde bağlamıştı: (Kendisini tenkit eden gence dönerek) “Ben bahsettiğiniz konuda sizin baktığınız açıdan hiç düşünmemiştim. Bu konuyu birkaç gün düşüneceğim. Sizi önümüzdeki hafta fakültedeki odama bekliyorum. Konuyu birlikte müzakere edelim.”
TÜRK MİLLİYETÇİLERİ İÇİNDE BİAT KÜLTÜRÜ GELİŞMEDİ: Türk milliyetçiliği fikriyatını savunan birçok hocadan benzeri sözler duyarak, okuyarak yetişen milliyetçi kesimde bu yüzden bir biat kültürü gelişmedi. Bu kesim herkese ve her olaya eleştirel bir tarzda bakmayı bir davranış şekli olarak benimsedi. Hatta en çok da kendi içinden çıkan, aynı fikriyatı benimsemiş insanların detaydaki farklılıklarına karşı eleştirilerden hiç sakınmadı.
Türk Milliyetçiliği fikriyatını benimseyenlerin yoğunlaştığı siyasi partide de partililer, lider dâhil yöneticilerine ve seçimle işbaşına getirdikleri il başkanı, belediye başkanı, milletvekili gibi kişilere de en ağır eleştirileri yapmaktan geri kalmadılar. Bunlardan bir kısmı o partinin kemikleşmiş oyunu teşkil etse de, bir kısmı yüzergezer oy kitlesi oldular.
BİAT KÜLTÜRÜ İKTİDAR YAPAR, DEMOKRAT YAPMAZ: Oysaki biat kültüründen gelen kesim, kendilerini temsil eden partiyi iktidara taşıyan bir birliktelik içinde kalmış olup, liderlerine ve daha alt kademede seçtiklerine, hatta kendilerine yakın bürokratlara karşı bir eleştirel duruş sergilememekte devam ediyor.
Biat kültürü birlik içinde davranma sonucunu getirdiği için siyaseten avantajlar yaşatmakta. Fakat “hikmeti hükümetten sual olmaz” mantığı içinde olmak ve hiçbir konuda kendilerinden saydıklarını eleştiremez oluş, bazı konularda doğru politikaların bulunmasında bir engel oluşturmaktadır.
“Mademki bizdendir, bir bildikleri vardır” veya “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı, bazen de “belirli menfaatleri riske atmama endişesi” içinde eleştiri yapamıyorlar ve gittikçe kavileşen bir biat anlayışı içindeler.
Bu durum geniş tabanın, tepeden küçük bir grup tarafından (temel değerlerine aykırı hususlarda bile) istenildiği gibi yönlendirilmesini sağlıyor. Bu kesim temel değerlerine aykırı olmasına rağmen, zinanın suç olmaktan çıkarılmasına da, Annan Planı’na da, Ermeni ve Kürt Açılımlarına da karşı çıkamadı.
İlginç olan şu ki bu partideki hem milliyetçi kesimden gelen ve hem de birbirlerini kıyasıya eleştirmeleri ile tanınan sol, sosyalist ve liberal ekolden gelenlerin hepsinin aynı biat kültürü içinde eritilmiş olmasıdır.
KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI’NDA BİR BİLİM ADAMI: Bu düşünceleri aklıma düşüren olay, geçen hafta Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak gerçekleştirdiğimiz konferansta yaşadığımız bir fikri tartışma oldu. Rusya ve Türk Dünyası uzmanı olan Yard. Doç. Dr. Ali Asker sunduğu “Rusya Dış Politikasındaki Son Gelişmeler ve Türk Dünyasına Muhtemel Etkileri” konulu konferans sonrası bir arkadaşımız Hoca’ya şöyle bir soru sordu: “Siz 21. Yüzyıl Enstitüsü‘nün Bilim Danışmanısınız. Bu düşünce kuruluşunun başında bulunan Prof. Dr. Ümit Özdağ‘ın ve bu kuruluşun yayımladığı dergide yer alan bilim adamlarının görüşlerinden farklı görüşler savundunuz. Sizi farklı görüş savunmaya iten faktör ABD kaynakları olabilir mi?”
Yard. Doç. Dr. Ali Asker’ in cevabı Türk Milliyetçisi fikir adamlarının, Prof. Kaplan’dan bu yana izlediğim tavrının benzeri idi: “Benim 21. Yüzyıl Enstitüsünde bilim danışmanı olmam ve Prof. Dr. Ümit Özdağ’a olan saygı ve sevgim, bağımsız düşünmeme ve kendi görüşlerimi ifadeye engel olmaz. Ben kurumsal bir yapının görüşlerini tekrarlayan bir kişi değil, bağımsız düşünen bir bilim adamıyım. Farklı düşündüğümüz konular olduğunu Prof. Dr. Ümit Özdağ da biliyor. Bana ‘bu görüşlerini bir toparla arkadaşlarla birlikte tartışalım’ dedi. Ben ABD hayranı olmadığım gibi, dilini bildiğim, yakından tanıdığım Rusya’nın da peşinen ne düşmanı ne de dostuyum. Beni alakalandıran esas husus Türk Milleti’nin menfaatidir.”
Ben “biat kültürü” yerine bilimin objektif kriterlerine göre bağımsız ve eleştirel düşünen, ülke ve dünya meselelerini “Türk Milleti’nin değerlerinin korunması ve yüceltilmesi” idealiyle değerlendiren insanlarımızın varlığını bu milletin istikbalinin ve demokrasimizin teminatı olarak görüyorum.
Plansız, vahşi kentleşmenin bedelini ödüyoruz!..
Bir yıl öncesine kadar, bütün yaşamım İzmit’te geçti.
Son bir yıldır Büyükderbent’te yaşıyorum.
İzmit’in gürültüsünden, trafik kaosundan kaçtım!
Ne var ki, B.Derbent’te de trafik ve gürültü sorunu hızla büyüyor.
Derbent’in cadde ve sokaklarında TIR araçları eksik olmuyor!
Nusretiye, Balaban, Suadiye, Arslanbey ve Rahmiye’de de öyle.
Çünkü, birinci sınıf tarım alanlarına “sanayi hançerini” saplamışlar!
Bu çevrede meyve bahçeleri var.
Ama; meyve ağaçlarının kuruduğundan yakınıyor insanlar!
Yakın çevreye giren sanayi kuruluşları doğayı katlediyor.
Doğayı ve insan sağlığını korumakla ödevli yöneticiler duymuyor, görmüyorlar!
Yerel gazetelere bakıyorum, hemen her gün şaşılası olaylar yaşıyoruz.
İşte son iki olay;
– “Karamürsel’de taş yüklü kamyon felaket saçtı, bir ölü bir yaralı” ( 18.1.2012)
– “TIR sıkıştı, yol kapandı” ( 27.1.2012)
Yollarda denetim yok.
– Hafriyat kamyonları yollarda tehlike saçıyor.
– TIR araçları mahalle aralarına kadar giriyor, yan yollarda fink atıyorlar!
– Geceleri bir farı yanmayan araçlar özgürce yol alıyor!
Bahçecik’te vatandaş gece yarısından sonra salınan sınai atıkları yüzünden meyve bahçelerinin yok olduğunu söylüyor.
En bereketli topraklara sahip Uzunbey ve Bayraktar’da, yakın çevredeki sanayi kuruluşları yüzünden, topraktan ekmeğini kazanan insanların ekmeğiyle oynuyorlar!
Dünden bugüne bu kenti yönetenlerin günahını masum insanlar çekiyor!
Akla gelen her yerde sanayi tesisi kuruluşuna onay veren zihniyet, doğayı da insanı da tüketiyor!
Giderek bilinçlenen insanlar tepki gösteriyorlar; “Yeter artık” diyorlar.
Sanayi Odası yöneticileri ve aklı başında sanayiciler bile; “Kocaeli sanayiye doydu” diyor, halk istemiyor ama en kirletici ve ağır sanayi tesisleri “halka ve akla rağmen” kuruyor!
Gerekçe hep aynı; “Şu kadar insana istihdam yaratılacak!”
Kocaeli’de çarpık sanayileşmenin ve bunun sonucu ortaya çıkan hızlı göç ve nüfus artışının getirdiği çarpık kentleşme sürüyor…
Güya, Büyükşehir Belediyesi deniz dolgusuna izin vermiyor! Ama, kimi özel limanlar hızla büyüyor, deniz dolgusu insafsızca sürüyor!
Benim çocukluğumda faytonların dolaştığı ana caddelerde en küçük değişiklik yok ama şimdi büyük otobüsler seyrediyor!
Aynı caddelerde yıllarca “akılsızca” araç parkına izin verenler nihayet insafa geldiler de şimdi park yasağı uyguluyorlar!
“Parkometreler sorunu çözecek” diyorlardı! ( 15 Haziran 2005 yerel gazeteler.)
Mühendisler ve meslek odaları uyardılar; ” Bu kadar dik yol yapılamaz” dediler ama inatla “Gazanfer Bilge Bulvarı’nı” yaptılar, kaza üstüne kazalar yaşandı!
Battı çıktılarda her yağmur sonrası araçlar sel suları altında kaldı!
Kaldırımlar çökmeye başladı! ( 13.10.2011)
Ezcümle; plansız, vahşi kentleşmenin bedelini bize ödetiyorlar!
Kanser vakaları hızla artıyor, hastaneler ana baba günü ve hemen hiçbir yaşam alanında huzur yok.
Bize hizmet etmek için yanıp tutuştuklarını söyleyenler, bu kentin insanlarına “örtülü işkence” yapıyorlar!
Üstelik, bir de maaş alıyorlar!
Adalet mi bu?
İdam Edilen Maymunlar
Osmanlı İmparatorluğu’nun on ikinci padişahı ve İslâm âleminin yetmiş yedinci halifesi Sultan III. Murat Han, 4 Temmuz 1546 yılında Manisa’da dünyaya geldi. Babası Sultan II. Selim Han, annesi Nurbanu Hanım Sultan’dır.
Sultan III. Murat Han, şehzadelik döneminde dedesi Sultan Süleyman Han (Kanunî Sultan Süleyman) ve babası Sultan II. Selim Han’ın dikkatli ve ihtimamlı nezâretlerinde çok güçlü bir eğitim görmüştür.
Müzik, hat, resim, şiir ve edebiyat konularında seçkin bir yere ve şöhrete sahipti. Şehzadeliğinden itibaren Arapça ve Farsça dillerinde de ileri noktalarda bilgi sahibiydi. Ayrıca çok iyi bir silahşor, savaş stratejisti ve başarılı bir komutan olarak yetişmişti.
Hocaları devrin alimleri olan Sâdettin Efendi ve İbrahim Efendilerdi.
Sultan III. Murat Han’ın dinî konularda tesiri altında kaldığı imamı ise Molla Abdülkerim Efendiydi. Bu zat çok bağnaz, celâlli ve sert mizaçlıydı.
III. Murat padişah olunca Abdülkerim Efendi’nin de gücü ve nüfusu arttı. Rumeli Kazaskerliği’ne kadar yükseldi.
XVI. yy.’ın en güçlü donanması, Akdeniz’i iç deniz haline getirmiş olan Osmanlı Donanmasıydı. Kalyonlarda gözcü direklerinde, eğitilmiş maymunlar kullanılırdı.
Bu hayvanlar, görme yeteneklerinin çok güçlü olması nedeniyle, eğitilerek böyle değerlendiriliyorlardı. Maymunlar, çok uzak mesafelerden kalyonları fark ederler ve belli ses ve hareketlerle aşağıdakilere haber verirlerdi.
Eğitilmiş maymunlar Azapkapı çarşısında satışa sunulurlardı. Maymun dükkânları bugünkü Unkapanı Köprüsü’nün Şişhane tarafının, Haliç kıyısında bulunan Sokullu Mehmet Paşa Camii kenarındaydı.
Abdülkerim Efendi, bir gün maymunlar sapık ilişkilere alet edilir düşüncesiyle, peşine taktığı yüzlerce kişiyle bu pazarı basmış, dükkânları harâp etmiş ve bütün maymunları yakalatıp, toplatıp civardaki ağaçlara astırarak idâm ettirmiştir.
Bu olay sonrasında Abdülkerim Efendinin lâkabı “maymunkeş” olarak kalmıştır.
Halk tarafından hiç sevilmeyen bu fevkalâde asabî, merhâmetsiz ve sert adamın ölümü, İstanbul’da şenliklere vesile olmuştur.
Belgrad’dan Viyana’ya
Tuna’dan Bir Tarih Akar
Belgrad 400 yıl Osmanlı hakimiyeti altında kaldı. Belgrad Kanuni’nin yadigarıdır. Kanuni birtakım oyunlarla saraya tıkalı kalan, farklı bir Padişah gibi gösterilmeye çalışılsa da “Güneş Balçıkla kapatılamaz” bizler bu oyunlara gelmeyeceğiz. Bizzat Avrupalılar tarafından adlandırılan Muhteşem Süleyman’ın fethettiği topraklarda Osmanlı medeniyetinin izlerini araştıracağız.
Osmanlı topraklarından gitmediğim Belgrad kalmıştı.Şimdi de buraya giderek özel bilgilerle dönmeyi umuyorum.Kanuni’nin Osmanlı coğrafyasına kattığı Belgrad’a gidiyoruz. Belgrad’da araştırma yapıp, belgesel çekerken sizleri daha önce gittiğimiz, Macaristan, Bratislava ve Avusturya’nın başkenti Viyana bölgeleri ile ilgili hazırladığımız belgesel metninin senaryo metni ile baş başa bırakıyoruz
Macaristan’ın başkenti Budapeşte eski adıyla Buda ve Peşte… Tuna’nın ikiye ayırdığı iki nazlı şehir… 160 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde huzur ve barış içinde yaşamış bir başkent. Kanuni’nin hayallerini süsleyen Budin kalesi… Estergon, Kanije ve Zigetvar kaleleri… Süzüle süzüle akan Tuna Nehri, Galiçya Türk Şehitliği, Kızılelma Kulesi, Gül Baba Türbesi ve nice Osmanlı Eserleriyle Macar toprakları… Türk Şehitlikleri, kalesi ve Viyana kuşatmasında kilit görevi görmüş, Slovakya’nın başkenti Bratislava… Ve iki kez kuşatıp, on binlerce şehit verdiğimiz, dillere destan savaşların arenası, Viyana… Budapeşte’den Viyana’ya Tuna boyları…
Uçağımız İstanbul’dan Budapeşte’ye doğru havalanıyor. Gökyüzünün mavi derinliğine bakarken içimizdeki heyecanın yerini hüzün alıyor. Biz Gökkube’de rahat koltuklarda yolculuk yaparken, o Gökkube’nin altında fetihten fetihe koşan at sırtındaki ecdat geliyor aklımıza. 2.5 saatlik yolculuğun ardından Budapeşte havalimanına iniş yapıyoruz. Ve işte Budapeşte’deyiz.
Kültür ve medeniyetimizin önemli bir kenti Budapeşte’deyiz. Budapeşte’de tarihi bir yolculuğa çıkıyoruz.
BUDAPEŞTE
Burası Macaristan, burası Macaristan’ın başkenti Budapeşte. Macaristan, Orta Avrupa’da, Tuna nehri havzası üzerinde yer alan önemli bir ülke. Macar kavimlerinden ilk söz eden yazılı tarihi kaynak, 9. yüzyılda Arapça kaleme alınmış. İbn Rüşd ve Gerdizi, Buharalı bir alimden naklederek Macarları, orta Volga boylarında yasayan bir “Türk kabilesi” olarak tanımlıyor. Orta Avrupa’nın ve dolayısıyla Macaristan’ın Islâmiyet’le teması, İslâm’ın batıda Endülüs ve Sicilya’daki varlığının devam ettiği dönemde gerçeklesmeye baslamıstır. 10. ve 12. yüzyıllarda kuzeyden gelen son Türk kavimleri göçü sonucu Tuna nehri boylarında bazı müslüman topluluklar oluştu. Bunlar genelde Türk göçebelerdi. İslâmiyet’i Arap tüccar, alim ve seyyahlardan öğrenmis bu kavimler, Eflak, Boğdan, Sırbistan, Bosna ve Macaristan’a yerleştiler.
10. ve 11. yüzyıllarda müslümanların özellikle askeri alandaki becerileri Macar krallarının dikkatini çekmiş ve onlara Macar ordusunda görev verilmesini sağlamıştır.
Endülüs’ten Macaristan’a göç etmiş ve yüksek düzeyde görev yapmış olan Ebu Hamid el-Girnatî (öl.1170), Tuhfetü’l-Elbab ve Nuhbetü’l-A’cab adli eserinde Macar krallığı sınırları içerisindeki müslümanlardan söz ederken, onları Magribîler ve Harizmîler diye ikiye ayırmıştır. Ona göre, devrin Macar kralı “müslümanları seven hükümdardi.”
Kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Gırnatî, müslümanca bir merakla bu kimselerin İslâm’ı ve Arapça’yı ne kadar bildiklerini tespit etmeye çalısmıştır. Tespitlerini, kıvançla “Bugün itibariyle böyle bir ülkede 10 binden fazla yerde Cuma namazı kılınıyor olması muazzam bir olaydır.” diye tescil eder.
Osmanlılar Rumeli’ye geçtikleri dönemde hep bu Türk Kabilesi ile mücadele etti. 1364 yılında başlayan Osmanlı-Macar savaşları, 150 yıllık büyük mücadelenin sonunda Mohaç Meydanında Macarların ağır yenilgisiyle noktalandı. Bundan sonra Osmanlı bölgede 150 yıl sürecek bir hakimiyet kuracaktır.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında İmparatorluk dağılmış ve gerek bu esnada gerek savaş boyunca Macaristan, topraklarının üçte ikisini kaybetmiş ve sonuçta denizden yalıtılmış, 93,000 km2 genişliğinde bir yüzölçümüyle sınırlanmıştır.
Macar topraklarında gezimize başlarken 150 yıllık Osmanlı hakimiyetini hatırlıyor ve kendimizi Budapeşte caddelerine bırakıyoruz. Budapeşte’de nereye giderseniz gidin bir Osmanlı eseri sizi karşılar. Gürz İlyas tepesinden göz alabildiğine uzanan şehri izlerken bir taraftan tarihi yapıları görüyor diğer taraftan yüzyıllardan beri durmadan nazlı nazlı akan Tuna’yı temaşa ediyoruz. Buda’yı Peşte’den ayıran Tuna bambaşka güzel. Ardından şehri dolaşmaya başlıyoruz. Tarihi yapılar görkemli binaların arasından geçiyoruz.
Avrupa’nın kalbinde 1100 yıllık geçmişin izlerini görüyoruz Macararistan’da. Bozulmamış mimari yapı bize tarihte yolculuk yaptırıyor adeta. Macaristan Etrafı tamamen karalarla çevrili bir ülke. En büyük gölü Balaton. Tarihi bir bina olan Macaristan Parlamentosu Budapeşte’de ilk göze çarpan mimari yapılardan. Avrupa’nın en büyük parlamentolarından birisi. Sovyetlerin yıkılmasından sonra 1990 yılında Macarlar seçim yaparlar. Ve çok partili sisteme geçerler. Aynı zamanda serbest piyasa ekonomisini benimserler. Bu parlamento binası ise Macaristan’ın en çok turist çeken yapılarından birisi.
1 yılda tam 35 milyon turist geliyor bu 10 milyon’luk ülkeye.
Bu hareketli ve canlı şehir bizi ilk başta farklı bir yöne çekiyor. Şehir içinde bir şehir çıkıyor karşımıza. Bu şehir ölülerin şehridir. Burası bir mezarlıktır. Alışageldiğimiz mezarlıkların dışında bir mezarlık. Macaristan’da insanlar isteğe bağlı olarak yakılıp külleri bu şekilde mezarlara konuluyor. Bu raf mezarlarda yakılan ölülerin külleri 30 yıl saklanıyor. 30 yıl sonra ölünün varisleri belli bir ücret verip bu süreyi arttırabiliyor. İlginç raf mezarların arasından geçerek yolumuza devam ederken birden sıcak huşu dolu bir atmosfere giriyoruz. Bir şehitlik burası. Galiçya şehitliği önünde bulurken kendimizi kefensiz yatan binlerce şehidimizi hatırlıyor ve Mehmet Akif’in mısralarını duyar gibi oluyoruz.
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı.
Düşün altında yatan binlerce kefensiz yatanı!”
Akif’in dizeleri dile gelirken duygulanıyoruz. Galiçya’da, Dimetoka’da Şipka’da ve dünya coğrafyasının her bölgesinde din için vatan çarpışan şehitlerimiz.. Yıl 1914 Birinci Cihan Harbi… Savaş virüs gibi tüm dünyaya yayılırken, milletler birbirine asırların getirdiği kin ve nefretle vurmaya başlıyor. Osmanlının son dönemleri. Yurdun her köşesini düşman sarmış. Savaşın çığlıkları gökkubede yankılanıyor. Sanki mahşeri günleri yaşanıyor. Filistin, Kafkasya, Galiçya, Çanakkale. Cephelerde yiğitler var gücüyle çarpışıyor. Her bir cephede Ecdad destanlar yazıyor. Bir yanda destanlar yazılırken diğer yanda ağıtlar yakılıyor. Çanakkale’de 250 bin şehit rabbine kavuşuyor. Galiçya direniyor. Düşmanın sınırlarımızdan ilk gireceği kapılardan biri olan Galiçya göğsünü düşmana siper ediyor. Ve Mehmetçik Galiçya’da ay yıldızlı bayrağa rengini veriyor. İşte Galiçya şehitliğinde şehit Mehmetçiğin Allah Allah nidalarını duyar gibi oluyoruz.
Bosna, Arnavutluk, Makedonya ve Anadolu’nun her köşesinden Mehmetçikler var bu şehitlikte. 1914’te savaş başlayınca Ruslar Galiçya’yı işgal ettiler. Birinci dünya savaşında Galiçya cephesinde 1916-1917 yılları arasında Alman güney ordusuna bağlı olarak görev yapan 15. Türk kolordusu 15 binin üzerinde şehit ve gazi verir. Bu savaşta Türk kolordusu Alman Macar ve Avusturya kuvvetleriyle birlikte Ruslara karşı savaşmıştı. Galiçya ve Macaristan’ın muhtelif yerlerinde şehit düşen kolordu mensuplarından 480 şehidimiz 1926 yılında kurulan Budapeşte Türk şehitliğine nakledildi. Yusuf oğlu Ahmet, Halil oğlu İbrahim ve isimsiz meçhul askerler bugün Galiçya’da. Vatan için çarpışmanın savaşmanın gereğini hakkıyla yerine getirdiler ve şahadet şerbetini içtiler…
Sen ne güzelsin Galiçya. Ecdadın kanıyla sulanmış toprakların, şereflenmiş bağrı yanık çehren Galiçya! Fatihalarla Galiçya’ya veda ederken gözlerimiz buğulanıyor. Yollara koyuluyoruz tekrar. Tuna’ya anlatıyoruz derdimizi Tuna anlatıyor bize derdini. Çünkü Tuna kadim ve vefalı bir dost bir sevgili… Osmanlı coğrafyasının sınır çizgilerinden ve kilometre taşlarından birisi Tuna…
TUNA
Yahya Kemal’in sesine kulak veriyoruz. “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” diyor. Acaba gerçekten öyle mi? Şimdi her şeyi bir kenara bırakarak, sadece şöyle bir Tuna’ya göz atıyoruz. Bizim gönlümüzde neyi var, neyi yok hele bir ağırlığını tartalım, sonra yola revan olup aheste aheste kültür coğrafyamızda bir dolaşalım, Tuna’yı arayalım.
Tuna kimindir, nedendir ona beslenen bu sevgi! Osman paşa’yla anılsa da Tuna bizimdir ve bizim gönlümüzde hep öyle kalacak… Almanya’dan doğan ve denize dökülene kadar Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna olmak üzere toplam 10 ülkeden geçen bu nehir aynı zamanda 4 başkente de hayat verir can verir. Tuna kıyıları misali cennettir. Tazelenip akan suları abı hayattır adeta. Tuna akarken bir tarih akıp gider önümüzden. Tarihi bilmeyen Tuna’yı ne bilsin. Tuna denince Viyana, Mohaç, Estergon, Kanije, Budin gelir aklımıza. Kanuni Sultan Süleyman gelir.. Tuna demek Eflak ve Boğdan demek.. Kanuni demektir. Tuna’yı seyrederken Kanuni Sultan Süleyman’ın adaletiyle dünyayı yönettiği dönem akla gelir. Ebedi âleme göç ettiği Zigetvar hatırlanır ve hüzünlenilir. Koca Balkan Dağları’nın Deliorman, oradan da Eflak diyarlarına doğru uzandığı cenahlarında Tuna, Osmanlı’nın kimi zaman destansı kimi zaman hüzünlü hikâyelerini anlatır durur. Tuna üzerine yazılmış binlerce maznun şiir var. Şair ne güzel söyler:
Tuna boylarında sıra selviler,
Tan yeri estikçe sessiz ağlarmış
Gül bahçelerinde baykuşlar öter,
Şu viranelikler eski bağlarmış…
Bir başka şair Âşık Çelebi de Tuna’ya ruh katarak şöyle yazar onun için:
“kişver-i kafirden iman ehline akup gelür
kıbleye yüz tutmuş yüzünü, bir müselmandır Tuna.”
Evet, Tuna Müslümandır. Tuna bizim Tuna’dır. Tuna demek Osman Paşa demek, tarihe şahitlik eden kalem kaşlı nazlı yar demek… Yeri geldiğinde akmayan, etrafını yıkmayan Tuna; bir nehirden çok ama çok ötesi bizim için. Kenarında dinlenirken tefekkür etmeyi bize bahşeden Tuna Osmanlı’nın bağrından akar, bu tarihi neresinden dinlerseniz onun çağıltısını duyarsınız. Bir nehir üzerinde kurulan bir medeniyetin ihtişamını görürsünüz.
Tuna’yı görür görmez nedense bir hüzün kaplar yüreğimizi. Adına yanık türküler, Marşlar bestelendiğinden midir, yoksa nice kalem oynatıldığından mıdır diyeceksiniz. Hepsi var lakin en çok da yitirdiğimiz coğrafyaya karşı duyduğumuz hüzünden… Bir yabancılaşma derdinden. Sadece Tuna denince mi hüzün duyarız? Elbette ki hayır! Nil’den Tuna’ya kadar uzanan tüm coğrafya yaramızı yeniden kanatır.
Yüreğimizin bir kısmı buralarda kaldı. Buradaki kardeşlerimizde zira… Bir bedenin azalarıyız her birimiz. Başka nasıl olabilir ki? Duyarlı hangi yürek kayıtsız kalabilir ki bu duruma. Nil’den Tuna’ya Osmanlı coğrafyasını gezdiğimizde bir başka atmosferde buluruz kendimizi. Kara bahtlı kıta Afrika’dan doğan Nil bizim medeniyetimizin kilometre çizgisidir. Ve onun kardeşi Tuna ise Avrupa’da bir yetim çocuk. Tuna’nın menbaından abdest alıp su içmek Nil kenarında dolaşmak insana ayrı bir duygu verir.
Nil’den Tuna’ya hangi kaybımıza yansak bilmem ki… Bilenlerin yüreği sızlıyor bu hudutlardan… Bilmeyen yeni nesillerse yabancı ülke addediyor oraları… Önce kendimize yabancılaştık sonra da coğrafyamıza… Zira sevmek tanımakla başlar o coğrafyayı. Beden coğrafyamızda, beden ülkemizde bir sızı olsa tüm vücudumuz aynı sızıyı duymaz mı? Evet, duymaz diyorsak o halde o uzuv yitiktir. Buda ve Peşte’yi birbirinden ayıran Tuna Nehri’nin üzerinde bir köprü görüyoruz. Bu köprüye Macarlar Arslanlı köprü diyorlar. Köprünün giriş ve çıkışında bulunan aslanlardan ismini almış. Aslanlı Köprü Tuna’ya yukardan mağrur bir edayla bakar. Tuna ezilir. Güneş batarken Aslanlı Köprü üzerine bir hüzün çöker. Hele hele akşam karanlığı yeni bastırmışsa ve gökte bir mavilik ortaya çıkmışsa insan bambaşka dünyalara yelken açar Tuna Nehri üzerinde..
Macaristan’da dolaşırken bize yabancı gelmeyen bir Tuna’dır bir de ayakta durmayı başaran Osmanlı yapıları. Bir yabancı turist gibi dolaşıyoruz Macaristan’ı.. Macaristan belki de Avrupa’nın en çok kilisesi olan ülkelerinden birisi. Son bir yılda ülkenin değişik yerlerinde tam 4000 kilise inşa edilmiş. Eskiden cami, medrese külliyeleriyle donatılmış olan bu ülkede bugün kiliseler yükseliyor şehrin dört bir yanında. Tuna bu mağrur şehrin arasından akıp giderken kim bilir eski günlerini özlüyor.
SUNUŞ
GÜLBABA TÜRBESİ
Tuna nazlı nazlı akıyor. O anlatıyor biz dinliyoruz. Biz anlatıyoruz o dinliyor. Yollar uzayıp giderken bir hak dostu ortak oluyor sohbetimize.. Gül babadır bu.. Güller kokan atmosferinde Efendimizi hatırlatan Gül Baba türbesidir bu. Buraya manevi atmosferini veren büyük bir şahsiyet Gül Baba.. Gül Baba Türbesi Budapeşte’de Osmanlı izlerinin en belirgin olanı. Kimilerine göre o dervişliğinin yanında bir akıncı. 15. Yy sonlarıyla 16 yy başlarında yaşamış şair bir Bektaşi dervişi. Asıl adı Cafer olan derviş, sarığında daima bir gül taşıdığından Gül Baba lakabıyla tanınmış bu topraklarda. Peygamber efendimize duyduğu derin saygı ve sevgiden ötürüdür ki gül baba sarığından gülü hiçbir zaman eksik etmezmiş. Ve baş tacı edermiş kendisine.. 1531 yılında Kanuni’nin daveti üzerine Budin’e gönderilmiş ve örnek hayatıyla kısa sürede Budin yani Budapeşte halkının çok sevdiği bir insan haline gelmiş.1541 yılının Eylül ayında Budin’in fethi sırasında şehit düşen Gül Baba, bu mekâna defnedilmiş. Türk İslam kültür ve medeniyetimizin manevi mimarlarından birisi. Buraya manevi atmosferini veren ruhi derinlik kazandıran hak dostlarından. Türbeye girdiğimiz zaman içimiz huzurla doluyor. Bu gönül insanının huzuruna çıkmak bambaşka bir duygu veriyor insana. Gül Baba’nın bulunduğu bu tepeye Macarlar gül tepesi diyor. Osmanlı döneminde ordu sefere çıktığında askerin moralini güçlendirmek için dervişler gönül erleri ve şairler de sefere katılırmış. Mola zamanlarında dualar okunup, destanlar söylenirmiş. Gül Baba da savaşlara katılan ve ordunun maneviyatını arttıran ruh mimarlarından. Kanunî Sultan Süleyman’ın, değer verdiği ve “Gül Baba, Budin gözcüsü olup himmetleri hazır ve nazır ola” ferman buyurduğu rivayet ediliyor. Gül Baba türbesinde bir Fatiha okuyarak yola koyulurken Deliorman ve Tuna sahillerindeki akıncı Türklerinin Gülbaba’ya ithaf ettikleri şu mısralar dile gelir: “Pir Abdal tutar senin yasını, Tuna’ya akseder garip sesini, Resul-ü Erhana sun hak nefesini, Gül nurum, imanım benim Gülbaba” Gül babaya Fatihalar okuyarak buradan ayrılırken onun gibi yüzlerce gönül sultanını rahmet ve minnetle yad ediyor ve Budin kalesine çıkıyoruz.
BUDİN KALESİ
Abdurahman Abdi paşanın mezarını ziyaret ediyoruz. “Kahraman düşmandı rahat uyusun” Macarlar son Budin Valisi Abdurrahman Abdi paşayı böyle tanımlıyor. Ve mezar taşına bunu yazmışlar. 1686 yılında 70 yaşında vefat eden bir kahraman… Sadece bizim için değil, düşmanı içinde bir kahraman. Budin Kalesi eteklerinde sadece Abdurahman Abdi Paşa değil, bir işaret fişeği gibi duran akıncı beylerinin mezar taşlarını görüyoruz. Fatihalar okuyoruz. Osmanlı Medeniyetinin güzelliklerini, nakışlarını temaşayla izliyoruz. Ecdat öyle bir Ecdad ki tarihe silinmez mührünü vurarak adeta nakş-ü bend eylemiş. Budin Kalesi bize çok şeyler söylüyor. Tarihe kulak verdiğimizde yüreğimiz ağlıyor. Tarih kitaplarında der ki; böyle bir kaleyi gözler görmüş değildi. Çarsı pazarı zengin ve ferahtı, evleri saray gibiydi, sokakları ise genişti ve mermer döşeliydi. Padişah yürüdü, kral sarayına girdi. Saatlerce seyrettikten sonra dedi ki: “Ah n’olaydı, bu saray İstanbulumuzda, Sarayburnu’nda olaydı! Ve ardından ekledi: “Allah ile ahdim olsun, bu gaza malı ile Kudüs’e ve Medine’ye birer kale yaptırayım ve İstanbul’a kemerlerle su getireyim.” Padişah gezintisine devam ederken şehir halkından biri yanına yaklaştı ve saray dışında bir kısım askerin halka zulmetmekte olduğunu bildirip yardım istedi. Bunun üzerine koca sultan sarayın duvarına kendi el yazısı ile bir beyit yazdı. Beyit, şehir 150 yıl sonra elden çıkana kadar o duvarda durdu. Şu dizeler yazıyordu. “Gâziler meskenidir, bunda bey’im gayrulmaz / Bunda zulmedenin âkibeti hayrolmaz.” Zira adalet karşısında bey de, pasa da birdi, hiç kimse kayrılmazdı ve zalimin sonu kendisi için asla hayırlı olmazdı. Aradan yıllar geçti. Ünlü seyyah Evliya Çelebi bu sarayı ziyaret etti. Hâlâ orada durmakta olan sultan gönlünden ve kaleminden çıkma o beytin altına “Bir saat adalet etmek, yetmiş sene (nafile) ibadetten efdaldir.” hadis-i şerifini yazdı. Kale kültür tarihimizin simgelerinden birisi olan Kızıl Elma Kulesiyle Budin Kalesi idi, padisah da Batılıların Muhteşem Süleyman dedikleri Kanuni Sultan Süleyman idi.
Temeşvarlı Aşık Hasan’ın dizelerinden Budin Türküsüyle veda ediyoruz Nazlı Budin’e…
Geldi düşman bağladı hep cümle rahım, der Budin
Gelmeyen imdadıma çeksin günahım, der Budin
Kalmışım küffar elinde yalnız zarü zebun
Ser çekp burc u bedenden çıktı ahım, der Budin
Olmuş idim bir zaman ben sedd-i İslam’a kilid
Nice canlar din yolunda uğruma oldu şehid
Ta kıyamet haşrolunca kesmezsem Hakk’tan ümid
Bir gün ola açıla baht-ı siyahım, der Budin…
Budin kalesinden ayrılırken gözlerimiz yaşlı Zigetvar’a doğru yol alıyoruz.
ZİGETVAR
Yol uzuyor… Her şehir kendi hikâyesini anlatıyor. Bizde bu hikâyelere kulak verirken birden ihtişamlı bir kale çıkıyor karşımıza. Bu kale dillere destan Zigetvar Kalesi’dir. Kanuni Sultan Süleyman’ın şahadet mertebesine yükselmeden önce son kuşatmasını yaptığı, boynu bükük, mahzun bir kale. Bir Cihan imparatorunun Sultanının şahadet mertebesine ulaştığı yer. Zigetvar aynı zamanda Macaristan’ın Baranya bölgesinde bulunan bir şehir. 39.51 km_’lik bir alana sahip olan Zigetvar, bir dönem Macar ve Sırpların beraber yaşadığı Baranya bölgesinde yer alıyor. Zigetvar, Trabzon’la kardeş şehir. Onları kardeş yapansa Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Trabzon’da doğması ve Zigetvar’da vefat etmesi. Zigetvar Türklerin Balkanlardaki en uğrak yeri. Şanı yüce padişah Sultan Süleyman Han’ın naaşı burada omuzlara alınıyor. Sultan Süleyman, Budin’i fethedip Estergon’u muhasara edip, Viyana üzerine yürüyen muhteşem Süleyman’dır. Sadece cesaretliyle değil bir askeri deha ve stratejist olması itibariyle de bugün dünyanın hayran olduğu bir lider. Tarihin koridorlarında dolaşıyoruz. Zigetvar seferini hatırlıyoruz. Avusturya arşidükü Maksimilyan’ın İstanbul Antlaşması’nı bozması, vergisini ödememesi ve Erdel’e girmesi üzerine, Kanuni Sultan Süleyman’ın hasta olmasına rağmen son seferini yaptığı Zigetvar seferi. Asıl hedef Viyana olmasına rağmen, Zigetvar Kalesi zorlukla alınmıştır. Bu seferde Kanuni Sultan Süleyman vefat etmiş, dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa orduyu yetersiz görüp, kaleyi aldıktan sonra İstanbul’a dönmüştür. Zigetvar, uzun süre Osmanlı hâkimiyetinde kaldıktan sonra 1788 yılında Osmanlı hâkimiyetinden çıktı. Sonraki dönemde, şehirde mimari ve toplumsal açıdan önemli dönüşümler yaşandı. Osmanlıyla birlikte burası bir kültür merkezi haline geldi. Büyük padişah Kanunî Sultan Süleyman’ın Hakkın rahmetine kavuştuğu bu mekân bugün turistik amaçlı kullanılıyor. Burası bugün Macar Türk dostluk parkı. Kanuni Sultan Süleyman’ın doğumunun 500. Yıl anısına bir anıt yapılmış.
Kanuni Sultan Süleyman Han’ın 13’üncü ve son seferiydi Zigetvar. Buralara kadar geldi ve geldiğinde tam 73 yaşındaydı. O muhteşem padişah Kanuni 13 kez gelmişti buralara ve her gelişinde ayrı bir muhteşemdi. Son gelişinde sadece ihtiyarlıkla değil aynı zamanda hastalıklarla da uğraşıyordu. Tanıdık topraklardı defalarca gelmişti buralara. Yeri geldi kendisini öldürmek için yemin etmiş üç şövalyeyi anında yere sermişti. Ordunun en önünde gidiyor beyaz atının üzerinde kefeni andıran beyaz elbisesiyle ölüme meydan okuyordu. Kimi zaman zırhına çarpan oklarla kıl payı ölümden kurtuluyordu. Ama bu sefer farklıydı. O hastaydı. Vücudu onu taşımıyordu. Ve Zigetvar’ın fethini göremedi. Trabzon’da doğan o ünlü padişahı ölüm 6 Eylül 1576’da yakaladı. Pek çoğumuz onun iç organlarının bu bölgede defnedildiğini bilmeyiz. Büyük sultanın temsili mezarının çevresi çok güzel düzenlenmiş. Bu park ise Türkiye Cumhuriyetinin girişimi ve maddi desteği ile Sultan Süleyman’ın 500. Ölüm yıldönümünde kurulmuş. Aslında Kanuni Sultan Süleyman’ın iç organlarının defnedildiği yere Osmanlılar döneminde bir Türbe inşa edilmiş. Bu türbe daha sonraları yıkılarak yerine kilise yapılmış. Bugün büyük sultanın iç organlarının defnedildiği yer biraz uzakta. Bu dostluk parkı ve Kanuni için yapılan temsili mezar ise büyük sultana yapılan vefasızlığı telafi etmek için yapılsa da insanın yüreği kan ağlıyor.
Zigetvar Kalesi’nin içerisinde minaresinin yarısı yıkılmış, boynu bükük, mahzun bir akıncı beyi gibi duran tarihi kale cami karşımıza çıkıyor. Her ne kadar Kanuni Sultan Süleyman buranın fethini göremese de onun adına kalenin göbeğine fetih sonrası 3 hafta içinde bir cami yapılmış. Bugün cami müze olarak kullanılıyor. Caminin 110 basamaklı minaresi yıkılmış üzerine teneke bir koruma konulmuş. Camiyi görünce hüzünleniyoruz. Caminin içine giriyoruz. Kanuni’nin Zigetvar fethi için kurduğu otağ temsili olarak caminin içine konulmuş. Burada otağı izlerken Kanuni’nin Zigetvar seferinde buluyoruz kendimizi. Ve hızımızı alamıyoruz. Vakit ikindi vakti. Bir ezanı Muhammedi okutuyoruz. Kim bilir belki Zigetvar kalesi elden çıktıktan sonra böyle bir ezan görmedi. Allah bize bir daha o günleri gösterir mi bilmeyiz ama biz yine de ümitle güzel günleri bekliyoruz. Ardından namazımızı kıldıktan sonra yola devam ediyoruz. Bir sonraki durağımız ise bir sınır kenti olan Peç şehri.
PEÇ
Zigetvar’dan sonraki durağımız Macaristan sınırları içinde yer alan Sırpça adıyla Peç şehri. Peç şehrinin Osmanlı’daki adı İpekti. Peç şehri yalnızca Osmanlı’dan kalma eserleriyle değil aynı zamanda 1219 yılında Kilisesi’nin patrikhanesinin kurulduğu yer olması bakımından da Sırp tarihinde özel bir önem taşır. Bu nedenle ki Peç, Almanya’nın Essen şehri ve İstanbul ile birlikte 2010 Avrupa Kültür başkenti olarak seçilen üç şehirden biri olma özelliğini taşıyor. Şehrin kalbine doğru girdiğinizde tarihî binalar ve parke döşeli dar sokaklarla karşılaşıyorsunuz. Şehrin hemen merkezinde bulunan bir cami ise, kiliseye çevrilmiş, Gazi Kasım Paşa Camisidir bu. Yeşil kubbeli bu cami bizi derinden etkiliyor. Daha da acısı Kubbenin tepesindeki hilâl üzerine bir haç oturtulmuş. İçeride yalnızca kutsal kitabımızdan bazı âyetler ve Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’den hadisler duruyor. Şehrin en görkemli yapısı olarak yükselen camimiz şu anda kilise olarak hizmeti veriyor. Boynu bükük mihrapsa olup bitenleri sadece seyrediyor.
Şehirde bulunan diğer cami ise, Yakovalı Hasan Paşa Camii. Macaristan’ın en iyi camilerinden birisi. 23 metrelik minaresiyle Camii ibadete açık. Ancak bir zamanlar gökkubbeyi yankılandıran ezanları susmuş. Bakımsızlığı duvarlardaki aşınmalardan belli. Bir zamanlar onu tıklım tıklım dolduran cemaatinden ayrı kalması hüzünlendiriyor onu. Yad ellerde binalar arasına sıkışmış yaşama mücadelesi veriyor.
En zor bulduğumuz camii ise Ali Paşa Camii. Karşıdan bakılınca hiç camiden eser yok gibi görünüyor. Ama elimizdeki adres doğru adres. Acaba burası bir cami değil mi diye caminin çevresini dolaşınca ele veriyor kendini Ali Paşa Camii. Pencerelerinin minaresi kemer yapısı ben camiyim ben Osmanlıyım diyordu. Bu cami de diğer camiler gibi aynı kaderi paylaşıyor. Ama bu camide daha da aşırıya gidilmiş, binadaki tahribat fazla olmuş ve tam bir kilise görünümü verilmiş. 1589 yılında ecdadın yaptığı cami bugün bu halde..
Macaristan’da Türk hakimiyetine son veren Avusturya’nın Habsburg hanedanı idaresindeki Hıristiyan askerleri cami, mescit ve türbelerin çoğunu yıkıp yok etmişler. Sadece Budapeşte’de 29 cami, 52 mescit, 7 medrese, 16 okul vardı. Bugünse bunların yerlerinde yeller esiyor. Bütün Macaristan genelinde ise 300 camimiz vardı. Ayakta kalanlarsa ne acıdır bir elin parmak sayısını bile geçmiyor.
160 yıl Osmanlı hakimiyetinde huzur ve barış içinde yaşayan Macaristan’ın başkenti Budapeşte’yi, nazlı Tuna’yı, Kanuninin hayallerini süsleyen Budin Kalesini, Zigetvar’ı, muhteşem Süleyman’ı, muhteşem Galiçya şehitlerini ve nice Osmanlı eserlerini arkamızda bırakırken bir başka Osmanlı kültür ve medeniyet şehirlerinde buluşmak üzere yollara koyuluyoruz.
Okumak Mı? (1)
Yüce Yaratanın ilk emri nedir?
Bilgi edin…
Bilgilen…
Bilim al…
Bilgili ol…
Bunun için de verilen ilk emir “İKRA”= “OKU” ise Yaratanın ilk emrini yerine getiriyor muyuz, sorusu gündeme gelir…
Okuyanlar Kur’an’ı ne kadar anlayarak okuyor? İşte işin püf noktası burada…
Anlaşılmadan okunana Kur’an… Çünkü Türkçe mealle okunmuyor, okutulmuyor…
Neden okutulmuyor? “Araplaşmak”…
İncili her Alman Almanca, her Amerikalı da İngilizce okuyup anladığı için dindardırlar ve dinlerini yürekten ve bilerek uyguluyor ve savunuyorlar; yada tersini hakkıyla yapıyorlar…
Peki, Türkiye’de neden Kur’an Türkçe mealle öğretilmiyor ya da okunmuyor?
Din adamı görevini üstlenenleri kast etmiyorum, normal vatandaşlardan bahis ediyorum… Bu sorunun cevabını herkes kendi hesabına verebilir…
**
İlk inen kutsal ayettir “OKU” emri…
Emrin devamında “Yaradan Rabbinin adıyla oku” ifadesi vardır…
Kutsal kitabımızın ilk ayeti, yani Allahın ilk emri…
Resule verilen ilk emir, dolayısıyla tüm insanlığa da verilen emirdir…
Aynı zamanda Resule gelen ilk vahiy…
Neden ilk emir “oku” ile başladı dersiniz?
Çünkü Yaratan önce bilgiyle işe başlanmasını istiyor…
Bilgisiz ve bilimsiz insanların oluşturduğu toplum her zaman bataklıkta çırpınan olur…
Nitekim Âdemi “ilk insan” olarak yarattığı zaman da ona meleklerin secde etmelerini istemesindeki gerekçe, Âdem’in bilgiyle yüklü ya da yüklendirilmiş olmasındandır.
Bu ince noktayı iyi anlamak ve fark etmek gerekiyor…
Diğer bir husus ise; insanın algılama merkezi olarak beyin gücünün kullanımı ve bilginin algılanmasını sağlamak…
Ve en önemli mesajı Yaratanın; insanları aklını kullanma uyarısını vermek istemesidir. Çünkü bilgiyi algılayan beyindir, o bilgiyi kullanan akıldır, saklayıp gerektiğinde hatırlayan ve hatırlatan zihindir, pratiğe uygulamayı sağlayan zekâdır…
Tüm bunlar iç içe olan ve birinin diğerinden ayrılamadığı, ayırt edilemediği, belli anatomik ve fizyolojik sınırları tam anlamıyla çizilemeyen değerler bütünüdür.
Yaradan onun için bu algılamaya hitap edecek bir kaynağı gösteriyor, okumak ve anlamak…
**
Okumak yetmez, anlamak ve kıyaslamak gerek…
Sentez gerek, analiz gerek…
Papağan gibi ezberletilerek okunan her metin sadece beyni uyuşturur…
Bilgi değil, çünkü bilmek önce anlamak sonra da kavramak demek, kavranmadığına göre, anlaşılmadığına göre kavranması beklenemez…
Oku-oku döner aynı şeyi oku yani “okuma hamallığı” yapmış olur…
Okuyan beyin, gören gözdür…
Göz beynin uzantısıdır…
Gözlerin aklin devamı olduğunu söyleyen varsayımları kabul etmem…
Göz her şeyi görür, fakat ona anlam veren, anlamlandıran beyindir…
Evrene yönelik pek çok bilgi şifresini içinde barındıran ve Kutsal kitapta insanlara okumaları için Resul aracılığıyla yollayan Yaratan insanın gözle okumasını, beyniyle anlayıp değerlendirmesini, gönlüyle tasdik etmesini ister…
Böyle hassas beyin ve kalbe sahip olan, aklını kullanan kulun görevi önem kazanıyor…
Birey olarak bu görevi, yani ‘Yaratanın verdiği ilk emri ne kadar yerine getiriyoruz’ sorusuna çok olumlu cevapların verilecek olduğunu sanmıyorum…
Birey olarak herkes bu soruyu önce kendisine sormalıdır…
Ne zaman ki bu sorunun yanıtını olumlu yanıtlarsak; o zaman Kur’an’ın yazdığını da yüreğimizde hisseder, beynimizde değerlendirir, beyazlara dökülmüş harflerin dansıyla yüreklere ses veren cümleler halinde ürüne dönüştürürüz; yetmez bu bilgiyle beynimizde insanlık için nasıl yararlı işler yapacağımızı düşünmüş oluruz…
**
“OKU” emri Yaratanın Resulüne verdiği ilk emir olduğuna göre; bizler fert olarak bu ilk emre, dolayısıyla Allahın emrine ve Resulün sünnetine ne kadar uyuyoruz?
Birazcık öz eleştiri yapalım; bakınız etrafınıza kaç kişi ne kadar ve neyi okuyor?
Allahın verdiği ilk emir unutuluyor, uyulmuyor ona, ama kişilerin sakalının şekline, sarığının rengine, cüppenin tipine bakılarak kişinin Müslümanlık derecesi tayin ediliyor. İslam bu şekilcilikle temsil ediliyor…
Okumayan beyin, hurafeye inanacağı için de zihnini, aklını, dimağını sınırlıyor.
Beyin gücü ya dedikodu ya renkli medya ya da sınırlı gazete sayfalarla kısıtlanıyor, okumayan beyin dimağına ihanet ediyor demektir!
Okuyan beyin bir merkez görevini üstlenir, vücudun tüm organlarını bu esasa göre yönlendirir… Dolayısıyla bedenin tüm organları, okuyucu olur beyinle birlikte!
Bu, müthiş bir varsayımdır…
**
Beden bir bütündür; ayrı görevler yüklenmiş farklı elemanlardan oluşmuş olsa da her bir parça bir bütünün öğeleridir… Her organ kendi başına bir bütünün temsilcisi olarak algılama yapar, diğer bir ifade ile tek organ bütün beden için, bütün beden tek organ içindir.
Tüm organlar bir anlamda kendi başına sadece kendi bütünlüğünü oluşturur.
Nasıl ki el ya da kol eksik kullanıldığı zaman gelişmiyorsa, beyin de bilgi için yükleme yapmazsa körelir zaman içinde…
Yetersiz olan beyin, aslında yeterince kullanıma açık olmadığı için yetersizdir, bu devam ederse zamanla körelir! Yüklendiği görev dolayısıyla ürettiği enerji ve onu üretmek için ihtiyacı olan gıdayla beslenmesi beyni farklı kılar…
O nedenle beyin, en hızlı körelen organdır, sonuçta kullanılmayan beyin düşünmeyen beyindir, düşünmeyen beyin ise ölü demektir! (DEVAMI VAR)
KCK Nedir?
Neşe Düzel’in Türkiye’nin en yetkin siyaset bilimcilerinden ve anayasa hukukçularından olan, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ergün Özbudun’la yaptığı konuşmadan bazı alıntılar:
– KCK operasyonları hakkında ne düşünüyorsunuz?
– Operasyonların yapılması esas itibariyle doğru. Eğer KCK illegal bir örgüt ise ve şiddeti tahrik ve organize ediyorsa, bu operasyonlar yapılmalı. Nitekim operasyonları eleştirenler de dahil, hemen herkes KCK’nın legal bir örgüt olmadığını kabul ediyor. Gerçekten bazı eylemler var ki, bunları ancak PKK’nın şehir örgütü düzenleyebilir. Mesela esnafın kepenk kapatmaya zorlanması, kapatmayanların tehdit edilmesi, bölgede kendileri gibi düşünmeyenleri ikna kamplarına alıp, orada bunların “ikna edilmeye” çalışılması, mahkemelerin kurulması, infazların yapılması, bölgede esnaf ve tüccardan haraç alınması… Bunlar legal faaliyetler değil ve bunları Merih’ten gelen insanlar yapmıyor. KCK’yı masum siyasi faaliyette bulunan bir örgüt olarak telakki etmek mümkün değil.
(Neşe Düzel, Taraf, 21 Kasım 2011)
X
“KCK, PKK’nın Kandil’de Mayıs 2007’de yapılan, Türkiye, Irak, İran ve Suriye’den 213 PKK’lının katıldığı 5. Kongresinde kurulmuş, Birleşik Kürdistan Devleti’nin altyapı örgütüdür… KCK aynı zamanda A. Öcalan’ın Türkiye ile yapılacak müzakereler sonrasında Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesinde kurulmasını planladığı, PKK tarafından denetlenen özerk adı verilmiş bölgedeki devletsel yapının bürokratik teşkilatıdır…
“Oslo Müzakerelerinde PKK, KCK’nın örgütsel yapısının yaşama geçmesini sağlayacak şekilde Türkiye’den taleplerde bulunmuştur. Ancak KCK, bunun ötesinde uzun vadede Suriye, Irak ve İran’daki Kürtleri kapsayacak pankürdist bir devlet projesinin temelini oluşturmaktadır. KCK çatısı altında örgütlenen Kürdistan Barolar Birliği, Kürdistan Doktorlar Birliği gibi yapılar bu pankürdist hedefin sonuçlarıdır…
“KCK, PKK’nın devletidir demek en doğru tanımlamadır…
“Güneydoğu Anadolu’da kentlerde başlayacak…bir ayaklanma sonrasında KCK – PKK, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu’da Cenevre Sözleşmesi’ni çiğnediğini, sivil halka karşı TSK’nın ve Emniyet güçlerinin aşırı şiddet kullandığı iddiasını Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve AB üyesi ülkelerin gündemine getirerek, Türkiye’ye yönelik müdahale talebini savunacaktır. Bu konuda KCK ile Belçika arasında bazı görüşmelerin yapıldığı tespit edilmiştir.” (Ümit Özdağ, Yeniçağ, 18 Ocak 2012)