15.5 C
Kocaeli
Salı, Ekim 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1062

Öğretilmiş Lümpenlik ve Halkı Adam Etme Senaryoları – I

 

                                                                                                                                                                                                          “Siz bir akrepsiniz bayım..” [1]

Gülizar ilk defa ‘Şeher‘e gelmiştir. Her nasılsa yolu Boğaz‘da bir yalıdaki partiye düşer. Onu gören mini etek­li pon-pon kızlar ve cicili – bicili oğlanlar şalvar ile eşarba bakıp kıkırdarlar.

 Bir defasında Şaban lük(ü)s bir restorana gider. Kuru fasulye ve soğan ısmarlar. Ekmeği büyük bir lokma yapıp suyuna banar. Soğanı eliyle bi güzel kırıp cücüğünü çıkarır. Istakozlu beyler, şampanyalı hanımlar; herkes yemeğini bırakmış, gizli bir işbirliğiyle ona bakıp gülmektedir.

 Bir başka defa Ramazan döner kapıya takılır. Bayram, yanlışlıkla p(i)laja girer. Emine otobüste tacize uğrar. Döndü hâlâ Gayseri ağzıyla konuşmaktadır.

 Bir başka, bir başka..

 Sığınmacı hayvan(!)lar,[2] Lümpen gurbetçiler, despot toprak ağaları,[3] dedikoducu teyzeler, aklı uçkurunda amcalar, envaî kötülük hacılar / hocalar,[4] su katılmamış yobazlık ve çağdaşlığa genetik karşı çıkma alışkanlığındaki adam olmaz halk.

 Alaturka ve kahretsin tüm çabalara rağmen Türk gibi yaşamaya iyi – kötü devam eden o ilkel sürü.

 Onları onlara rağmen kurtardığımız / kurtaracağımız için her şeyi hak ediyorlar. Köylü, yoz, câhil, kıro, ma­ganda, zonta, vs. vs.

 Ağzı lahmacun kokan, gecekonduda oturan, geri kafalı yoksul ve düşkün, lümpen proleter yada homoarabescus.

 Birileri suyun başına oturmuş ha babam senaryo uyarlıyor. Hem de alafranga aparmalarla..

 Astıkları astık, kestikleri kestik. Cellâdınıza ‘az kibar ol‘ deseniz kafanıza demediğini bırakmıyorlar.

 Bunlar suyun başına taharetsiz oturarak suyu da pisletip bulandırdılar. Nihat Genç‘in tari­fiyle; “Bunları tanıyorum; bir koyun sürüsü mağaralardan inip medya köşelerine geçti, hepsi bu.

Bunlar var ya bunlar; ‘Ah Şu Bizim Karabıyıklarımızdan bile iğrenerek Demir‘li, Taş‘lı kitapları karalamışlardır.

 İnce Memet‘li bardaklara doldurdukları Thilda şarabıyla Yaşar‘lar. Genelde onların Adı Kırmızı‘dır. O bir Âtıf filmidir ve ahlâkın apışarası ağdalanmıştır.

 Beyoğlu‘nda kanyakla karışık şiirleri vardır. En sevdikleri mısra “Yüzyıllarca namussuzluk yapmaktan bıkmadın mı namus?“tur.[5]

 

 


[1] Mevzuat Ötesi Düşler’den (Süleyman Pekin)

[2] Otobüs filmi

[3] Yaşar Kemal romanları

[4] Vurun Kahpeye romanı

[5] Sezen Aksu

Füze Kalkanı

0

Amerika Savunma Bakanlığı Pentagon “ABD tarafından NATO’ya tahsis edilen erken uyarı radarının Türkiye’de konuşlandırılacak olmasından memnun olduğunu, Türkiye’ye yerleştirilecek olan AN/TPY-2 Radarının balistik füze savunma sistemiyle donatılmış Amerikan Donanması’yla entegre olacağı, radara ev sahipliği yapma kararı alan Ankara’nın bu sayede ABD ve NATO’yla ilişkilerini güçlendireceği” açıklamıştır. Zaten ABD yıllardan beri bu projeyi hayata geçirerek, başta İsrail olmak üzere Ortadoğu’daki çıkarlarını daha iyi korumak istemektedir. Önce eski doğu bloğu ülkelerini kullanmak isteyen ABD, Rusya’nın tepkisiyle karşılaşınca rotayı Türkiye’ye çevirmiştir. İlkin hedef olarak “Suriye ve İran’ı” gösteren ABD, Türkiye’yi ikna edebilmek için anlaşma metinlerinden bu iki ülkeyi çıkarmıştır. Bu durum Türk tarafınca kamuoyuna büyük bir zafermiş gibi lanse edilmiş, ancak Sarkozy “biz kediye kedi deriz” diyerek; Batı Dünyası’nın gerçek niyetini ortaya koymuş ve ilk günden beri amacın İsrail’i muhtemel İran saldırılarından korumak olduğu anlaşılmıştır. Zaten anlaşma metninde ülke ismi geçmemesinin hiçbir anlamı yoktur. Neticede; NATO’nun 2010 Lizbon Zirvesi ile Türkiye bir kez daha “batının ileri gözcü karakolu” olmayı kabul etmiştir. ABD Radar Sistemini “NATO kılıfı giydirip, Türkiye gibi Müslüman bir ülkede” konuşlandırarak; hem küresel tepkileri azaltmış, hem de Bush’un “Haçlı Seferleri” sözlerini yumuşatmıştır. Ancak ABD-AB-İngiltere ve İsrail açısından olumlu olan bu durum, bizim açımızdan şimdiden ciddi sıkıntılar doğurmuş ve akla “Batılı Ülkelerin, Türkiye’nin İsrail’e karşı bu kadar sertleşmesine, füze kalkanı projesi hatırına göz yumduğunu” getirmiştir. Çünkü Türk Halkı hala “Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın dahi karşı çıktığı Radar Sisteminin ülkemiz yerine; İran Füzeleri’nin menzili dışındaki bir NATO ülkesinde konuşlandırılmadığını” anlayamamıştır.

Türkiye’nin “başta ABD olmak üzere Batılı Ülkelerin baskısı ile” Libya’ya düzenlenen harekâta müdahil olması, sert açıklamalarla Suriye’nin üstüne gitmesi ve Malatya-Kürecik Beldesine NATO’nun füze erken uyarı sistemini (Füze Kalkanı için radar) kurması; hem İran ve Suriye gibi komşu ülkelerle ilişkileri germiş, hem de Çin ve Rusya’nın kurduğu Şanghay İşbirliği Örgütü ile bizi karşı karşıya getirmiştir. Türkiye “tarih bir tekerrürden ibarettir, hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi” sözlerinden ders almamış, Batı ile Doğu arasında kalmış, muhtemel bir 3. Dünya Harbinde safını çok erken belli ederek husumeti üzerine çekmiş ve iki gemi yüzünden 1. Dünya Harbine giren Osmanlı gibi “dünyada kutuplaşmalara neden olan” iki radar yüzünden savaşın eşiğine gelmiştir. Rusya bu gelişmeleri Batı Dünyası’nın kendisine karşı bir “çevreleme harekâtı” olarak görmüş ve Suriye krizinden sonra Akdeniz’e Uçak Gemisi göndererek tepki vermiştir. İran Füze Kalkanı’nın kendisine karşı kurulduğunu iddia ederek Türkiye’yi sert açıklamalarla uyarmıştır. Sonuç itibariyle komşuları olan Rusya ve İran’la “enerji, ticaret, güvenlik vb.” birçok konuda çalışmak zorunda olan Türkiye, son derece zor bir durumda kalarak sandviç olmuştur. Elbette bu gelişmelerden yine İsrail karlı çıkmıştır.

Bu süreçte Hükümet, Halkı “Füze kalkanı bir NATO projesidir, biz de NATO’nun kurucu üyesi olarak bu projeye katkı sağlamak zorundayız” diyerek ikna etmeye çalışmıştır. Ancak soğuk savaş yıllarında Rus Rüzgârına karşı, ABD Duvarı olarak kurulan NATO’nun, artık pek fazla kıymeti harbiyesi kalmamıştır. Dolayısıyla şimdiden ciddi sıkıntılara neden olan “Radar Sistemi” bir an önce kaldırılmalı ve güvenliğimizi tehlikeye atacak bu denli önemli bir konu “Anayasa gereği” TBMM’nde görüşülerek, halk oyuna sunulmalıdır. Çünkü Anayasanın 92. maddesine göre “yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi” TBMM’ne aittir. Kamuoyuna yeterince bilgi verilmeden, oldu bittiye getirilerek ve meclisten kaçırılarak imzalanan Füze Kalkanı Anlaşması; Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmemekte, güvenlik ihtiyaçlarına cevap vermemekte ve dış politikada taviz verildiği izlenimi doğurmaktadır. Türk Milleti’nin muhtemel bir füze saldırısından zarar görüp görmeyeceği de bilinmemektedir. Zaten bu konuda teknik bir güvence verilemeyeceği de açıktır. Ayrıca füze kalkanının insan sağlığına zararlı olduğu da, bilimsel çalışmalarla ispatlanmıştır.

Sonuç itibariyle komşularla sıfır sorun diye yola çıkan Türkiye “işbirliği ve dayanışmayı arttırarak bölgesinde istikrar ve barış alanı yaratma hedefi yerine” Batı ve NATO eksenine iyice kaymıştır. Türk dış politikasındaki bu hızlı değişim; Türkiye’nin güvenirliğine ve bağımsız bir güç olduğu imajına büyük zarar vermiştir. Batılıların Arap Baharı devamında “Suriye’ye harekât düzenleme ve askeri tampon bölge oluşturma” niyetleri de çok tehlikelidir. Batılı Ülkeler veya destekledikleri Türkiye gibi bölgesel bir güçle yapılacak bir dış müdahale; Suriye’yi iç harbe veya parçalanmaya sürükleyebilir ve ALLAH korusun Ortadoğu’yu karıştırarak 3. Dünya Harbine neden olabilir.

Türkiye dünyanın kaosa sürüklendiği bu sancılı dönemde milli ve dik bir duruş göstermeli, Emperyal Güçlerin taşeronu ve NATO’nun çöplüğü olmamalı, batı güdümlü politikaları ivedilikle terk etmeli, kutuplaşmalara neden olan Radar Sistemi ile İncirlik Üssü’nü kapatmalı, Afganistan-Lübnan ve Filistin’de görev yapan Barış Güçlerini geri çekmeli, Avrupa’nın PKK’yı destekleyen-Fransa’nın “Ermeni Soykırımını inkar edenleri cezalandıran” hasmane tavırlarından ders alarak NATO ve AB’nden çıkmalı, bölgesel ittifaklara önem vererek etrafında güvenli bir çember oluşturmalı, Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu ve Orta Asya’yı içine alan bir coğrafyada Türk Ortak Pazarı kurmaya çalışmalı ve önümüzdeki süreçte tarafsız kalarak; Batı ile Doğuyu barıştırma gayreti içine girmeli ve muhtemel bir 3. Dünya Harbini önlemeye çalışmalıdır.

Yeni Anayasa Yapılması Yeni Cumhurbaşkanı Seçilmeden Mümkün Değil

Yeni Anayasa hazırlıklarının bir netice vermesi mümkün mü? Kanaatimce Türkiye seçimle gelecek ilk Cumhurbaşkanını belirlemeden bu mümkün olamayacak. Bu sonucu çıkarmamın gerekçelerini paylaşınca belki siz de bana hak verirsiniz.

DIŞ ŞARTLAR: Füze Kalkanı projesi kapsamında Malatya Kürecik‘te radarlar konuşlandırılırken yeterince tartışma ortamı yaratılmadı. Gelişmeler konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olmakta.

Füze Kalkanı sisteminin düğmesi Almanya’daki NATO hava üslerinde olacakmış. Radarların sağlayacağı istihbaratın ne kadarının diğer ülkelerle paylaşılacağı konusunda Türk makamları bilgilendirilecekmiş.”

Bu sistemin İran füzelerine karşı İsrail‘i korumak için yapıldığı sır değil. Haberde geçen “diğer ülkelerle paylaşım” konusu, herhalde radarlardan elde edilen bilginin öncelikle İsrail ile paylaşılmasını ifade ediyordur. Bu ifadeden benim anladığım şu: NATO, diyelim ki bu bilgileri İsrail’e vermek istedi, bunun için Türkiye’nin onayını almayacak ve hatta görüşünü bile sormayacak, sadece işlem bittikten sonra bilgi verecek.

Bu arada ABD’nin Irak’a müdahalesinin öncesinde yaşanan senaryoya benzer gelişmelerle dünyada İran’a karşı bir kamuoyu oluşturma çabaları devam ediyor.

Washington Post gazetesi yazarı David Ignatıus (Davos’ta “van minut” çıkışına sebep olan moderatör) ABD Savunma Bakanı’nın “İsrail’in İran’ı nisan, mayıs veya haziran’da vurma ihtimalinin çok güçlenmesinden endişe ettiğini, ABD’nin bu müdahaleye karşı olduğunu” yazdı. ABD Savunma Bakanı Panetta bu yazıda verilen bilgiyi yalanlamadı. Böyle haberlerin bilinçli bir sızdırmayla yazıldığından şüphem yok.

Milli Görüş’ün önemli ismi Oğuzhan Asiltürk de “ABD İran’ı işgal edecek, TSK içinde bu işgale karşı çıkacak vatansever askerleri Ergenekon operasyonu ile tasfiye etti” açıklamasını yaptı.

İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak‘ın “İran nükleer tesislerini dağlara oyulan sığınaklara gizliyor. Dünya askeri seçeneğe hazırlanıyor. Yaptırımlar başarısız olursa harekete geçmeyi düşünmek gerekir” şeklindeki beyanatını da eklerseniz bölgemizin çok kızışmakta olduğunu anlarız.

Bölgemiz dedim, çünkü Suriye ve Irak‘ta da durum vahim. Suriye’de karışıklığı artırmak için dış destekler olanca yoğunluğuyla devam ediyor. Türkiye de muhalif güçlere çok ciddi destek vermekte. Ancak Rusya ve Çin, Esad yönetiminin yanında. Esad yönetimini kınayan BM Kararı Rusya ve Çin‘in vetosu yüzünden çıkamadı. Ayrıca İran, Irak’lı Şiiler ve Lübnan Esad’ın tarafında.

ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra dengelerin yerine kolayca oturmayacağı, İran’ın üzerinde çok etkili olduğu Şii Araplar ile ABD güdümündeki Sünni Kürtlerin arasında ihtilafların bir çatışmaya dönüşmesi bir kıvılcıma bakmakta. Türkmenler arada kıskaçta.

Füze Kalkanı Projesi tamamlanmadan ABD’nin İran’la bir savaş başlatması bana mantıklı gelmiyor. Füze kalkanının karadaki füzesavarları 2015’de Romanya’ya, gelişmiş durdurucuların ise 2018’de Polonya’ya yerleştirilmesi öngörülüyor. Gerçi bu ara dönemde Malatya Kürecik radarıyla, Akdeniz’deki füze sistemi taşıyan ABD donanması entegre olarak, muhtemel füze saldırısına karşı devrede olacakmış. ABD seçim sürecini de dâhil edersek kara füzesavar sistemi tamamlanıncaya kadar, İran’a bir müdahale olmaz gibi görünmekte.

Büyük Ortadoğu Projesi‘nin bir yapbozun parçalarının birleştirilmesi gibi teker teker aşamalı olarak yürütülmekte olduğunu, bunun ABD’nin bir devlet politikası olduğunu ve iktidarlara göre değişmeyeceğini hesap etmek lazım. Zamanlama konusunda bilinmezlik olsa da Suriye, Irak ve İran’da bir şeyler yapılacağı muhakkak. Acaba Türkiye için düşünülen ne?

Türkiye’nin Sevr şartlarına döndürülmesinin ABD ve AB’yi yönetenlerin bir kısmının hayali olduğuna şüphe yok. Lozan‘ı onaylamamış ABD ile kerhen imza atmış AB ülkelerinde bölünmüş ve küçülmüş bir Türkiye arzulayanları göz ardı edemeyiz. Kısa vadede bölmek mümkün olmasa bile ülkemizin Güneydoğusunda, Irak’ın kuzeyindeki Barzani yönetimine benzer “özerk” bir “federe devlet” kurmak isteniyor. BDP’li yöneticilerin beyanatları bile bu kesimin böyle bir oluşum için ne kadar cesaretlendirildiğini göstermeye yeter.

Böyle bir ortamda Türkiye “Yeni Anayasa” yapabilir mi?

İÇ ŞARTLAR: Bu dış şartların yanında iç şartları da düşünmek zorundayız. Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmek istiyor. Gönlünde, seçimle gelen ilk Cumhurbaşkanı olmak, ilk turda seçilmek ve karizmasını da kullanarak partisindeki ağırlığını da muhafaza ederek çok güçlü bir Cumhurbaşkanı olmak hevesi yatıyor olmalı. Bir siyasi için normal ve insani bir tavır bu.

Yeni Anayasa’da tartışmalı olan mevcut Anayasa’daki ilk üç maddenin değişip değişmemesi.

AKP içindeki bu maddelerin korunmasını isteyenlerin ikna edilmesi Tayyip Bey için çok zor olmayabilir. Ancak bu maddelerin değiştirilmesi için CHP ile anlaşması zor, anlaşsa bile CHP ile işbirliği yapılmasına karşı çıkacak muhafazakâr ve milliyetçi kesimden Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy alması riske girecek.

MHP ile işbirliği yaparak bu değişikliği yapmayı başarması kendisi için en risksiz durum. Ancak bu konuda MHP’nin taviz vermesi ve ilk üç maddenin değiştirilmesine onay vermesi mümkün değil.

Başbakan Erdoğan, MHP’nin tamamının, CHP’nin büyük kısmının muhalefetine rağmen, BDP ve CHP’den bazı milletvekillerinin desteğiyle hazırlanacak Yeni Anayasa‘yı referanduma götürmek, oradan alacağı bir güçle Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmek isteyebilir mi? Bu tam bir kumar olur.

Erdoğan‘ın böyle konularda karar verirken kamuoyu anketlerine ne kadar itibar ettiğini de unutmamalıdır. Anayasa’nın ilk üç maddesinin de değiştirilerek bir özerk Kürt Bölgesi oluşumuna imkân verecek Anayasal altyapıya karşı, halktan bir tepki görmezse bu riski göze alabilir mi?

Kanaatimce Başbakan Erdoğan da bir özerk Kürt Bölgesi oluşumunu istemez. Ayrıca “bu meselenin başka türlü bitmeyeceğine” dair propagandanın etkisiyle yaptığı açılımların, meseleyi çözmek yerine azdırdığını da gördü. Ancak Apo’yu tecrit etme, terörle mücadeleyi etkinleştirme ve KCK operasyonlarındaki kararlı tavırları, bir köklü politika değişikliği mi, yoksa pazarlık gücünü artırma gayreti mi henüz net değil.

Bu halde en akılcı yol böyle konuları zamana bırakmaktır.

Bu durumda Başbakan Erdoğan’ın “Yeni Anayasa” konusunda “muhalefet kaçtı” diyebileceği bir ortam yaratması, bu konuyu Cumhurbaşkanı seçildikten sonraki şartlara göre değerlendirmek istemesi kuvvetle muhtemeldir.

 

 

Prof. Dr. MEHMET İNBAŞI Osmanlı’nın Iskân Politikasını, Fetihlerin Kültürel ve Siyasî sebeplerini konuştuk

Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. MEHMET İNBAŞI İle Tarih Sohbetinin İkinci Bölümünde; Osmanlı’nın Iskân Politikasını, Fetihlerin Kültürel ve Siyasî sebeplerini konuştuk

Oğuz Çetinoğlu: Osmanlı Devleti, Anadolu’dan Rumeli’ye nüfus iskânı yaparken yerli halkın durumu ne idi?
Prof. Dr. Mehmet İnbaşı: Osmanlı fetihleri devam ettiği sürece şehirler dışında yaşayan Hıristiyan halk, Balkanların daha iç bölgelerine ve dağlık kesimlerine doğru hareket etmişlerdir. Fütuhat sırasında köy ve kasabalarını terk ederek başka bölgelere kaçanların yerlerine, Anadolu’dan büyük ölçüde Türkmen unsuru nakledilmiştir. Bu göç harekâtı daha ziyade Bulgaristan’a doğru olmuştur. Köylü nüfusunu ayrıntılı olarak veren mufassal tahrir defterlerinde (*), Doğu Balkanlarda, Varna’dan Tuna’ya kadar uzanan bölgede Yörük köylerini, yerli Hıristiyan Bulgar köylerinden ayırt etmek kolaydır. Her şeyden evvel aslı Anadolulu olan Türk köylerinde, köy adları, baba-oğul adları, Müslüman-Türk adlarıdır ve bu köyler, yerli Hıristiyan-Bulgar köylerine göre genellikle daha ufak ve fakir köylerdir. Bulgar köylerinde birkaç Müslüman haneye rastlanmaktadır. Bunların İslâmiyet’i yeni kabul eden yerli Bulgarlar olduğu, baba adının Abdullah yazılması ile anlaşılmaktadır. Genel olarak Müslüman olan Bulgarlar, yine kendi köylerinde yaşamaktadırlar. Türklerin bölgeye göçleri ve yerleşmesi, Balkanların nüfus ve ekonomik şartları sebebiyle hızlı bir şekilde gelişmiştir.
Çetinoğlu: İskân politikasının ekonomik boyutu düşünülüyor muydu?
İnbaşı: Osmanlı Devleti’nde devletin gelirlerini artırmak amacıyla ve eski bir idarecilik ananesinin tecrübelerine dayanan basit ve pratik usullerle reayayı (*), en verimli sahalarda ve rasyonel bir şekilde çalıştırmak maksadıyla yapılan tehcir (*) ve iskânların yanında, yeni fethedilen harap bir memleketi şenlendirmek, askerî sevkıyatı ve erzak tedarikini kolaylaştıracak şekilde, yollar boyunca köyler ve kasabalar kurarak nakliyat ve seyahati teşkilâtlandırmak ve nihayet yabancı bir memlekette diğer düşman unsurlar arasına yerleştirecek Türk ve Müslüman muhacirler ile, siyasî ve askerî emniyeti sağlamak gibi gayeler ile de, devletin sürgün usulüne sık sık müracaat ettiği görülmektedir. Rumeli’nin iskânı hususunda alınmış olan tedbirlerin içinde en dikkati çekeni, bu bölgeye daha ilk günlerden itibaren külliyetli konar-göçer unsurların aktarılmış olmasıdır.
Çetinoğlu: İskân edilen nüfus üzerinde devletin gözetimi söz konusu mudur?
İnbaşı: Osmanlılar, Balkanlara nakletmiş oldukları bu gruplarla, yakından ilgilenmişlerdir. Eski Osmanlı kroniklerine (*) göre, Süleyman Paşa (*) tarafından Gelibolu ve havalisine yerleştirilen Türkmenler daha ziyade Karesi (*) bölgesinden getirilmiştir. Balkanlara adım atan Osmanlıların hızlı bir şekilde ilerlemesini kolaylaştıran sebep, coğrafî olduğu kadar siyasî olaylardı. Tuna vâdisi boyunca Osmanlıların ilerlemesi kolay olmuş ve kısa sürede Eflak ve Moldovya’ya kadar fetihler uzanmıştır. Bunun yanında Bizans’ın gücünü kaybetmesi, Bulgar kralları arasındaki saltanat mücadelesi ve Duşan’ın ölümünden sonra Sırbistan’ın Balkanlardaki nüfuzunu kaybetmesi gibi siyasî olaylar, Osmanlı ilerlemesini hızlandırmıştır.
Çetinoğlu: Fetihlerin yalnızca askerî güçlerle gerçekleştirilmediği, başka etkenlerin bulunduğu iddialarını değerlendirir misiniz?
İnbaşı: Balkan yarımadasındaki hâkimiyetin hızlı gelişmesinin sosyal, kültürel ve siyasî sebepleri vardır. Zira Osmanlı Devleti, Bizans ve Haçlıların getirdiği feodal (*) toprak rejimi ortadan kaldırarak araziyi mîri (*) esaslar dâhilinde işletmeye koymuştur. Ortodoks halka geniş imtiyazlar tanımıştır. 16. asra kadar Balkan yarımadasındaki halkın çoğunluğu gayr-i Müslim idi. Ama bu yapıya rağmen ideolojisi İslâm’dı ve İslam için savaşıyordu. Nitekim Balkanların Boşnak ve Arnavut gibi iki önemli grubu 15. Yüzyılın ikinci yarısında İslam dinine geçtiler.
Çetinoğlu: Dinî faktörlerin rolü oldu mu?
İnbaşı: Balkanların fethinden sonra bir tarafta doğu Müslüman ve Grek Ortodoks dünyası, diğer tarafta batıda Katolik dünyası olmak üzere aralarında çok güçlü bir rekabet vardı. 14. yüzyılın ikinci yarısından beri, bilhassa bu bölgeleri kontrolleri altında tutan Katolik güçler, Osmanlı yayılması ve yerli halk ile birleşip bütünleşmesi karşısında şaşkına döndüler. Bu şartlara göre Balkan Hıristiyanlarının Osmanlılarla barışı ve yakınlaşması politik bir durumu da ortaya çıkardı. İslamî kurallara göre sadece Müslümanların değil, Batı Hıristiyan dünyasının üç ana kolundan birisi olan Ortodoksların da bu birlikte yer alması, Osmanlıların Avrupa’daki yayılmasında etkili olmuştur. Fatih’in kendisini Ortodoksların hâmisi ilan etmesi ile bu politika, daha da güç kazandı.
Çetinoğlu: Bosna’daki Hıristiyanların özel bir durumu vardı…
İnbaşı: Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı Üsküp’te (*) Grek Ortodoks kilisesinin yanı sıra, Yahudiler ve Katolikler de bir arada yaşamaktaydılar. Nitekim Bosna’da bulunan Fransisken Papazlarına temel insan haklarını veren ve onların Bulgaristan’da faaliyetine hoşgörü ile yaklaşan Fatih Sultan Mehmed Han idi.
Çetinoğlu: Rumeli fetihleri, Osmanlı gelişmesine nasıl tesir etti?
İnbaşı: Osmanlıların Avrupa’ya çok erken geçip yerleşmeleri, devlet bünyesinin kuvvetlenmesinde büyük bir âmil oldu. Boş ve zengin topraklar bulup buralarda yerleşmek maksadıyla birçok göçebe unsurlar, fakir köylüler, Rumeli’nin zengin topraklarını elde etmek isteyen sipahiler, Orta Anadolu’dan ve Karesi (*), Saruhan, Aydın ve Menteşe gibi sahil beyliklerden Trakya’ya geldiler. Böylece Osmanlı Devleti Rumeli’den aldığı güçle sürekli kuvvetini artırdı.
Çetinoğlu: Osmanlı’nın Rumeli’de hızla yayılmasını sağlayan özel sebepler var mıydı?
İnbaşı: Osmanlı fetihlerinin Balkanlarda bu kadar hızlı yayılmasının diğer bir sebebi de, bunun gerçekleşmesinde önemli rol oynayan tarikat şeyhleri ve halkla daha yakın temasta bulunan dervişlerin faaliyetleridir. Bu dervişlerin rollerini üç noktada toplamak mümkündür:
1-Fetihteki rolleri; Bu insanlar geçimlerini sağlamak için gönüllü olarak sefere katılıyorlardı. Bunlar Osmanlı Beyliği’ne gelerek bey ile ilişki kurup yanlarındaki, bazen 50-60 bazen de 150-200 kişilik derviş gruplarıyla beraber Bizans topraklarında birtakım fetihlere katılıyorlardı. Bunun en güzel örneklerinden birisi Geyikli Baba’dır. (*)
2-Türkleştirme ve İslamlaştırmada etkin rol oynuyorlardı. Bu dervişler geçimlerini temin ederken yerleştikleri yerlerde zaviyeler kuruyorlardı. Bu zaviyeler, ya kendileri tarafından veya beyler tarafından yaptıkları fetihlere karşılık olmak üzere, toprakları kendilerine vakfediliyor ve bu şekilde orada yerleşiyorlardı.
3-En önemli fonksiyonları ise, Osmanlı hâkimiyetinin meşrulaştırılmasıdır. Bu insanlar maiyetlerindeki dervişlerin dışında çok büyük kitlelere hitap ediyorlardı. Hatta Osmanlı yüksek bürokrasisi, yüksek askerî erkânı içerisinde de bunların müritleri olan kişiler vardı. Bu şeyh ve dervişler, Balkanlarda kurmuş oldukları zaviye ve tekkeler vasıtasıyla bölgenin gayr-i Müslim halkını etkiliyor ve âdeta Osmanlı ordusunun gelip bölgeyi fethetmesinden önce bir anlamda, halkı psikolojik olarak fethe hazır hâle getiriyorlardı.  Bu zaviye şeyhleri, dindeki müsamahalı tutumlarından dolayı Hıristiyanların daha kolayca ihtida (*) etmelerini sağladıkları gibi, fetih hareketlerine de katılıyorlardı.
Çetinoğlu: Fetihler, Türk-İslam kültürünün yayılmasını sağladı mı?
İnbaşı: Osmanlılar tarafından iskâna tâbi tutulan Türkmenler, Anadolu’dan Rumeli’ye dillerini ve kültürlerini de getirdiler. Bunların çoğu yeni isimler altında, yeni köyler ve yerleşim birimleri kurdular. Bu yönüyle Osmanlı fetihlerinin geçici macera ve çapulcu hareketi değil, kesin bir yerleşme ve yurt tutma gayesini hedeflediği aşikârdır. Dolayısıyla Balkanların fethi sırasında buradaki bazı muayyen bölgeler, yoğun bir göç ve iskân hareketine sahne olmuş, kurulan iskân birimleri ile boşalmış topraklar şenlendirilmiş ve işlenmeye başlanmıştır. Buralara iskân edilen Türkmenler, zamanla buralarda han, hamam, köprü, medrese, zâviye (*), imaret (*), tekke, cami ve mescit gibi Türk-İslam eserleri inşa etmişler ve böylece Balkanları bir Türk yurdu haline getirmişlerdir.
Sultan Birinci Murad’ı müteakiben Yıldırım Bâyezid döneminde Rumeli’nin Türkleşmesi amacıyla daha büyük ölçüde Türkmen unsurun nakledildiği bilinmektedir. Bu nakil sırasında, devlet tarafından kendilerine zengin topraklar verilmek, bütün akrabalarıyla göçecek olanlara yurtluk (*), toprak, tımar (*) gibi imtiyazlar tanınmak suretiyle muhaceret teşvik edilmiştir. Yıldırım Bâyezid devrine ait ilk iskân kaydı 1400-1401 yıllarında tuz yasağına uymayan aşiretlerin nakledilmesi ile ilgilidir. Bu hususta Âşıkpaşazâde’de; (*) ‘…Saruhan ilinin göçer halkı var idi. Menemen ovasında kışlarlar idi. Ol iklimde duz yasağı varidi. Anlar ol yasağı kabul etmezler idi. Bâyezid Han’a bildirdiler. Han dahi Ertugrıl’a haber gönderdi kim. Ol göçer evleri her ne kadar var ise iyice düzene alasın. Yarar kullarına ısmarlayasın. Filibe (*)  yöresine gönderesin. Ertuğrıl dahi atasının sözlerini kabul etdi. Ol göçer evlerü gönderdi. Geldi Filibe (*)  yöresine kondurdular. Şimdiki dem de Saruhan Beğlü dedikleri anlardır. Paşa Yiğit Beğ (*), o kavmin ulusu idi. Ol zamanda anlarun ile bile gelmiş idi.’ şeklinde bir kayıt vardır. Bu bölgeye yapılan iskân neticesinde, 1516 yılına bir Tahrir Defterinde (*) merkezi Tatarpazarı olan nahiyenin Saruhan Beyli adıyla kaydedilmesi, kuruluş aşamasında buraya yoğun bir Türk unsurunun yerleştirilmiş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yıldırım Bâyezid, Rumeli’nin Türkleşmesinde büyük gayret sarf etmiştir. Nitekim Üsküp (*) ile Niş arasındaki araziye Müslüman Türkleri yerleştirmiştir. Timur’un Anadolu’yu istilasından sonra da göçler yoğunlaşmış, fetret devri (*) sırasında kuvvetli ve nüfuzlu Türk unsurlarını kendi yanlarına çekmek isteyen taraflar vasıtasıyla da, Rumeli’ye Türkmenler sevk edilmişlerdir. 1397’de Mora’da Argos’un fethinden sonra Anadolu’dan bir kısım Türkmen ve Tatar göçmenleri getirilerek Üsküp (*) ve Teselya civarına yerleştirilmişlerdi. Rumeli’ye nakledilenler arasında Tatarlar da bulunmaktaydı. Nitekim Kırım’da iktidar mücadelesini kaybeden Aktav Han / Aktay Han, kendine tabi akraba ve kabilesi ile Tuna’yı geçip Sultan Bâyezid’e iltica etmiş ve onun tarafından Filibe (*) havalisine yerleştirilmişti. Speros Vryonis bunu ‘tipik bir askerî fetih, fakat sayıca oldukça fazla etnik bir göçebe hareketi’ olarak yorumlamaktadır.
Çetinoğlu: Osmanlı’nın iskân politikasının özelliklerinden söz eder misiniz?
İnbaşı: Osmanlıların Balkanlardaki faaliyetleri ile ilgili olarak, meşhur tarihçi Lorga’nın ‘şaşılacak kadar hızlı tempolu’ dediği ilerlemesine, o çağların en önemli sosyal belirleyicisi olan din açısından bakılacak olursa, devletin topraklarında Avrupa’ya nazaran tercih edilecek bir hoşgörünün bulunduğu görülebilir. Nitekim Osmanlılara esir düşen Selanik başpiskoposu Grigorios Palamas, mektuplarında bâzen kendi girişimi ile önde gelen devlet ve din damları ile yapmış olduğu dinî tartışmaları anlatır. Bu tartışmalara hoşgörü ve uzlaşma havasının egemen olduğu görülür. Kaynaklardan anlaşıldığına göre, 14. yüzyılın ortasından beri Osmanlı Beyliği’nde hüküm süren atmosfer, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında uzlaşmacı ilişkilere bütünüyle elverişlidir ve Palamas tarafından resmedilen ortamı da doğrulamaktadır. Nitekim Balkanlar’daki şehirleşme sürecinin temel faktörünü, büyük Balkan tarihçisi Konstantin Jirecek; ‘Osmanlı rejiminde, küçük Balkan devletleri arasındaki sınırlar kalkmış, dolaşım ve ticaret kolaylaşmıştır.’ şeklinde ifâde etmektedir. Osmanlının kendi egemenlik iddiası dışında bu milletler için istediği ortak bir din, dil, kültür iddiası olmamıştır. Eğer Balkanlarda Hıristiyan topluluklarda İslamlaşma, kültür bakımından Osmanlılaşma olmuş ise, bu süreç bir zorlama yahut devlet politikası sonucu değildir. Bu hoşgörü, müellifler tarafından istimâlet olarak isimlendirilmektedir.
Çetinoğlu: Fetihler yalnızca kılıç zoru ile mi gerçekleştirildi?
İnbaşı: Osmanlı yayılışında kılıç kadar, belki ondan da ziyade istimâlet politikası denilen bir uzlaştırıcı politika, temel bir faktör olarak hesaba katılmalıdır.
Çetinoğlu: Konunun uzağında olanlar için, ‘istimâlet politikası’ kavramının açılımını sizden öğrenebilir miyiz?
İnbaşı: Osmanlı kaynaklarında siyasî bir terim olarak kullanılan istimâlet, kendine meylettirme, kendi tarafına kazanma anlamına gelir. Osmanlı Sultanları bir memleketi kendi ülkelerine ilhak etmeden önce başlıca iki yöntemle hareket ederlerdi. Bir taraftan uç dedikleri serhat bölgelerinden uç beylerinin önderliğinde yapılan gazâ akınları ile hudut ötesi halkını yıldırırlar, direnme gücünü kırarlar, sonra o devlet veya halkı istimâlet yoluyla kendilerine yaklaştırırlardı. Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan ve Yunanistan’da yerli askerî sınıftarı Osmanlıya sâdık kalmış olan unsurlar, Osmanlı askerî kadrolarına alınır, onların fetih öncesi dönemde tasarruf ettikleri pronia (*) ve baştinaları (*), Osmanlı idaresince kendilerine tımar (*)  olarak verilirdi. Böylece yerli askerî sınıf, Osmanlı hizmetine alınırdı. Bu da istimâlet politikasının, idârece askerî sınıflara teşmili anlamına gelirdi. Böylece fethedilmemiş yerlerin askerî sınıfları, bu gibi garantilerle Osmanlı egemenliği altına girmeye teşvik edilirdi. Bu şekilde Osmanlı askerî kadrolarına girmiş olan yerli elemanlar, birçok sancakta Hıristiyan tımar (*) erleri olarak 15. yüzyıl tahrir defterlerinde (*) sık sık rastlanmaktadır. Bundan başka Balkanlardaki Osmanlı egemenliğini kabul etmiş olan topluluklar, madenci, tuzcu, derbendci (*), çeltikçi (*) vb. gibi çeşitli görevleri de yapmaktaydılar.
Çetinoğlu: Osmanlı’nın fetih ve istimâlet politikasının çok başarılı olduğunu görüyoruz. Başarıda zirveye ulaşılan dönem olarak hangi zaman dilimini göstermek doğru olur?
İnbaşı: Her dönemde başarılı idi. Bu fetih ve iskân politikası, Sultan 2. Murad Han ve Fatih Sultan Mehmed Han döneminde de başarıyla devam ettirilmiştir. 1453’te İstanbul’un fethiyle birlikte Balkanlardaki Ortodoks halk tam manasıyla Osmanlı teb’ası durumuna gelmiştir. Yine Fatih Sultan Mehmed zamanında, Kastamonu ve Sinop’un fethinden sonra, İsfendiyaroğulları Beyliği’nin başında bulunan İsmail Bey de, bütün cemaati ile birlikte Filibe (*) havalisine iskân edilmişlerdir.
Çetinoğlu: Rumeli’deki iskân politikası hangi tarihe kadar devam etti?
İnbaşı: Rumeli’deki bu nüfus artışı, 16. yüzyılda da devam etmiş ve yüzyılın başında 37.435 nefer daha bölgeye nakledilmiştir. 1520-1530 yılları arasında Balkanlardaki 77.268 olan göçebe sayısı, 1570-1580 yıllarında % 51 artarak 116.219’a yükselmiştir.
17. yüzyıldan itibaren ise savaşların uzaması ve devletin Balkanlardaki kontrolünün zayıflaması, iskân edilmiş olan Türkmenlerin yüzyılın sonlarına doğru, bu defa tersine olarak, iskân edildikleri bölgelerden ayrılmalarına, Balkanların doğusuna hareket etmelerine sebep olmuştur.
Çetinoğlu: Hocam, Balkanlar tarihini özetlediniz. Çok teşekkür ederim. Sonuç yerine kısa bir değerlendirme lütfeder misiniz?
İnbaşı: 1352 yılında Rumeli’ye adım atan Osmanlılar, 20. yüzyıl başlarına kadar, bu bölgede en etkin devlet olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Mübâdele Kanunu ile Balkanlara yerleştirilmiş olan Türkmenlerin bir kısmı tekrar Anadolu’ya gelmişlerdir. Buna rağmen günümüzde Makedonya, Arnavutluk, özellikle Bulgaristan ve Yunanistan’da pek çok soydaşımız varlıklarını sürdürmektedirler.
(İKİNCİ BÖLÜMÜNÜN SONU. ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜMDE DİPNOTLAR VERİLECEKTİR.) 

Prof. Dr. MEHMET İNBAŞI’nın kısa özgeçmişi:

1964’te Kayseri’de doğdu. 1987’de Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. 1995’te ‘Osmanlılar Zamanında Üsküp Şehr’ başlıklı tezi ile doktorasını tamamladı. 2003’te Doçent, 2008’de Profesör oldu. Halen Balkan şehirleri ve tarihi konusunda çalışmalarını sürdürmektedir.
Yayınlanmış Eserleri:
1- 17. Yüzyıl Kayseri Avârız ve Cizye Defterleri, Kayseri 2011
2- 1500 Tarihli Kayseri Sancağı Mufassal Tapu-Tahrir Defteri, Kayseri 2009.
3- Osmanlı İdaresinde Tortum Sancağı (1549/1650), Yeditepe Yayınları, İstanbul 2008
4- Balkanlarda Fetih ve İskan / Balkanlar El Kitabı Cilt 1, Ankara 2006,
5- Ukrayna’da Osmanlılar; Kamaniçe Seferi ve Organizasyonu (1672), Yeditepe Yayınları, İstanbul 2004
6- Yörükleri (1544/1672), Erzurum 2000
7- 26. Yüzyıl Başlarında Kayseri, Kayseri 1992.
Verdiği Dersler:
Osmanlı Sosyal ve İktisat Tarihi, Lisans, Edebiyat Fak. / Tarih Bölümü
Türkiye İktisat Tarihi, Lisans, Edebiyat Fakültesi /Tarih Bölümü
Avrupa Tarihi, Lisans, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Lisans Üstü, Sosyal Bilimer Enstitüsü
Osmanlı Sosyal Tarihi, Lisans Üstü, Sosyal Bilimer Enstitüsü
Balkan Tarihi (16-X7. Yüzyıl), Lisans Üstü, Sosyal Bilimer Enstitüsü
Osmanlı Kurumları Tarihi, Lisans Üstü, Sosyal Bilimler Enstitüsü

 

Sarkozy ve 142 Âkil Parlamenter

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ” Ermeni Soykırımını İnkâr Edenleri Cezalandırma Yasası” Anayasa Konseyi’ne gönderildi. Yetmiş yedi senatör ve altmış beş milletvekili imzasıyla yapılan bu girişim, Mösyö Sarkozy’yi yeniden hareketlendirdi.

Cumhurbaşkanı Sarkozy, Fransa ermenilerine hoş görünme ve oylarını alma aşkına, bu yasayı ısrarla çıkarmaya  devam edeceğini açıkladı. Anayasa Konseyi tarafından, anılan yasayı iptal kararı alındığı takdirde, yeni bir inkâr yasasını tekrar gündeme getireceğini ilân etti.

Aslında Sarkozy’nin önderliğini yaptığı bu acaip ve çağ dışı tutkunun gerçek nedeni, Fransa’daki bazı aymaz kesimlerde hâlâ devam eden,  İslâm ve Türk düşmanlığıdır ki, kökleri tarihdeki  Haçlı Seferleri’ne  kadar dayanır.

Papa II. Urbain, Türk ve Arap müslümanlara karşı düzenlenen sefere katılacak olanların, bütün günahlarının hiçbir cezaya ve kefarete gerek kalmadan af olacağını ilân eder.

Papa Urbain 1040 yılında  Fransa’nın Reims kentinde  doğmuştur. Ailesi de kilise mensubudur. 1088 yılında Papa olmuştur.

Türk ve Arapların ülkelerine sefer düzenlemek istemesi aslında, gün geçtikçe sür’atle yayılan müslümanlığın önünü kesmektir. Çünkü bu sıralarda, Alparslan öncülüğünde Selçuklular da Anadolu’ya girmişlerdir (1071).

Ayrıca, bilim ve buluşlarla hızlı bir gelişmeye sahne olan Orta Doğu bölgesinden yararlanmak ve sefere katılacakların  bu bölgenin taşınabilir zenginliklerini elde ederek, yurtlarına getirebilecekleri vaadleri,   bu tuhaf yürüyüşe katılmayı cazip hale getiriyordu.

O tarihlerde Fransa’da uygulanan ceza ve günâhlarının bedeli olan  dayağı yemekten veya parayı ödemekten perişan olan halk, doğunun efsane zenginliklerine kavuşmak için sefere gönülden katılma sabırsızlığındaydı.

Papa II. Urbain, altı yüze yakın papazı, 1095 yılında Clermont Konseyi  diye tarihe geçen toplantıya çağırır. Burada sefer kararı alınır.

Para düşkünü asiller ve keşişlerin önderliğinde aç, sefil, haydut, manyak, sadist, çapulcu, arsız, yüzsüz ve gözleri dönmüşlerin çoğunlukta olduğu altı yüz bin kişilik bir “sürü” doğuya doğru hareket eder.

Sefere katılanlar geçtikleri her yeri yakıp yıkıp, döküp kırıp  perişan ediyor ve insanlık dışı her türlü eylemi gerçekleştiriyorlardı.  Bu serserilerin,  açlıktan kanibalizm ( yamyamlık) örnekleri bile sergiledikleri  yaygın bir tarihi tespittir. 

Ancak Anadolu’da büyük tepki görürler. Suriye’ye sadece yüz bin kişi varabilir. Beş yüz bin kişi ise Anadolu topraklarında ölür.

Sekiz kere tekrarlanan bu barbarlar akını, XIII. yüzyıl sonuna kadar devam etmiş ve insanlık tarihinin yüz kızartıcı savaşlar zincirinin, en berbat halkalarından bir silsileyi oluşturmuştur.

Tarihin bu olumsuz kesitini tekrar gündeme getirmemizin nedeni,  son zamanlarda özellikle,  Fransa Cumhurbaşkanı  Sarkozy’nin başını çektiği siyâsi girişimlerdir. Anlaşılması güç bir akıl tutulmasıyla, sürekli  ülkemizi olumsuz önerilerle  hedef alan Sarkozy’nin, çağımızın aydın ve özgürlükçü Fransa imajını da zedeleyen  politikalarıdır.

Geçmişin tarihi olaylarının nedenlerini iyi bilmeden ve bilenlere de sormadan, şahsi çıkarları, emelleri için istismar ederek tekrar gündeme getirmek hangi ırktan ve hangi dinden olursa olsun  çağdaş ülke halkları arasındaki huzur ve barışı bozmak, erdemli siyaset adamlarının izleyeceği politikalar değildir.

  

 

 

Eski İstanbul’u ve Camilerini Gezerken

 

Bir iş ve eğitimi toplantısı sebebi ile 3 gün kaldığım tarihi İstanbul’u gezerken, birde camileri ile yeniden tanımak istedim. Toplantımız tarihi İstanbul’un Beyazıd-Laleli bölgesinde idi. Otelimiz İstanbul’daki ilk beton, çok katlı ve lojman olarak yapılmış 4 bloktan oluşan Teyyare Lojmanları idi. Bu 4 blok tarihi özelliklerine uygun olarak restore edilmiştir. Çok güzel bir mimari çalışma ile bloklar arası açık alanlarda otele eklenerek bölgeye hizmet veren güzel bir mekan haline getirilmiştir.

Crown Plaza adı altında 5 yıldızlı otelcilik hizmeti veren bu mekan hizmet ve imkanları ile müşterilerine takdire şayan bir ev sahipliği ile hizmet vermektedir. Ortaklarından birisinin Karamürselli bir hemşerimiz olması bizler için ayrı bir sevindirici husus olmuştur. Gerek restorasyon gerekse hizmet kalitesi sebebi ile kendisine tebrik ve teşekkürlerimizi iletirim.Gönül arzu eder ki böyle konusuna vakıf ve  becerikli bir hemşerimiz olan Eyüp Tarcan, otelcilik hizmetlerinin geliştiği ve eksiğimiz olan bu alanda şehrimizde de hizmet verirler. Bu otel Laleli Camii’nin hemen karşısındadır.

Toplantılar dışındaki zamanlarda bu bölgedeki camileri gezerek daha yakından tanımak ve dini vecibelerimizi de yerine getirirken bu mekanları yeniden gözlemleme imkanı bulduk.

Önce otelimizin karşısındaki Laleli Cami’ ini ziyaret ettik. Bu cami 18.yy’da inşa edilmiş (1760-1763 Padişah 3.Mustafa tarafından), külliyesi de olan minare külahları farklı özgün bir tarihi eserdir.  Ertesi gün sabah namazında Eyüp Camiine gittik. Verilen bilgiler camiinin ezan saatlerinde bile dolduğu yönünde olduğu için ezandan yarım saat önce orada olacak şekilde programımızı yaptık.

Hakikaten o erken saate rağmen insanlar grup grup bu mabede doğru gidiyorlardı. Eyüp Sultanın manevi zenginliği camiye ve cemaate yansımıştı. Camii lebaleb dolu idi. Eşimin verdiği bilgiye göre hanımlar bölümü de dolu imiş. Namaz öncesi okunan Kuran-ı Kerim, hoca ve müezzinin vazifelerine uygun bir sorumluluk duygusu ile icra ettikleri hizmet, ibadetin güzellik ve manevi hazzını artırıyordu. Namaz sonrası yapılan dua da cemaate, o mabede o saatte gelmeye değer dedirtecek manevi lezzetleri hissettirecek kadar güzeldi.

Ayasofya’nın bir bölümünde artık namaz kılınabiliyor. Böylece Fatih Sultan Mehmet´in vakfına tam olmasa da uyulmuş oluyor. En büyük açıklı kubbe ünvanlı bu muhteşem eser müze olarak kullanılmaktadır ve yoğun bir ziyaretçisi mevcuttur. Rehberimizin anlattığına göre Aya İrini’den sonra kubbe tarzı inşa edilmiş ikinci mabetmiş. Bu eser tuğla malzemelidir.  Mimar Sinan’ın yaptığı payandalarla sağlamlaştırılıp minare kazandırılmıştır.

Ayasofya’dan Topkapı’ya geçtik. Esasında iyi bir rehberle 1-2 gün zaman ayrılarak gezilmesi gereken bir mekandır Topkapı Sarayı. Ama biz iki saatlik kısa bir tur ile Büyük Cihan Devleti’nin yönetildiği bu mekanı şöyle bir görmüş olduk. Öncelikli niyetimiz dini mekanları görmek olduğu için buradaki kutsal emanetler bölümü ziyaret saatimizin önemli bir kısmını almıştır. Bu mekanda canlı olarak sürekli Kuran-ı Kerim okunmaktadır. Buradaki eserler ve kutsal emanetler İslam Tarihi bilgisi ışığında değerlendirilerek görüldüğünde ziyaretçilerine çok önemli şeyler vermektedir.     .

Akşam, yakındaki Beyazıt Camii genç cemaati ile dikkatimizi çekmiştir. Mavi Camii de denen Sultan Ahmet de ise ancak bir saf cemaat mevcuttu. Ertesi gün sabah namazını Süleymaniye Camiinde ve daha sonra öğle namazını Şehzade Camiinde kıldık. Her ikisi de Mimar Sinan’ın eseridir. Edirne Selimiye Camii Mimar Sinan’ın ustalık eseri olup bunlardan birisi çıraklık, diğeri kalfalık eserimdir dediği rivayet olunur. Bu eserler çevresindeki ekleri ile (mezarlık, türbeler ve diğer unsurlar…) dünden bugüne bırakılmış önemli tarihi miraslardır.

Bu ziyaretimde gördüm ki bu tarihi miraslarımıza yöneticilerimiz sahip çıkmaktadırlar. Gerek temizlikleri gerek gelen-gidenlerin kontrolleri iyi yapılmaktadır. Resmi kıyafetli görevliler giriş-çıkışları takip ederek herhangi bir olumsuzluğun olmamasını ve çevre temizliğini sağlamaktadırlar. Bu hassasiyet teşekküre değer bir hususdur.

Bu camilerimizdeki din görevlilerimizin giyimlerine dikkatleri, dini vazifenin ifasındaki ses ve okuma güzellikleri, yaptıkları dua ve okumalarda gösterdikleri itina gelenler için ayrı bir güzelliği tatmalarına vesile olmaktadır..Bu durum buralarda görev yapan görevliler için doğru ve yerinde bir görevlendirme yapıldığını göstermektedir..Nitekim bir tarih kitabında okumuştum, Padişah camilerine, buralardaki din adamları dini temsil eder düşüncesi ile daha önceden de dil bilen, yakışıklı,  evli ve hanımı güzel, hitabeti ve sesi iyi seçme imamlar görevlendirilirmiş.

Ama bu büyük camilerimizin bazılarında cemaat dikkat çekici kadar az idi. Halbuki bu camilerin dolu dolu olması gerekir. Süleymaniye’de yarım saf, Sultan Ahmet’de zoraki bir saf, Şehzade Mehmet Cami’inde yarım saf cemaat, İstanbul gibi bir şehre ve bu camilere yakışmamaktadır. Dolayısı ile insanların bu mekanlara ziyareti ve cemaati artırıcı unsurlar bulunmalıdır. Din görevlilerimizin, yerel yöneticilerimizin, sivil toplum örgütlerimizin ve insanlarımızın bu güzel miras eserleri bilmesi, tanıması ve ziyaret etmesini sağlayıcı teşvikler bulmalıyız.

Camilerimizde namaz öncesi ve sonrası küçük ikramlar yapılabilir (İzmit Pişmaniyesi, Koska Helva Tatlıları, Kastamonu Lokumu, Adana cezeryesi, Bolu Çikolatası, Gerede Şak-Şak Helvası vs… ). Bu konuda yerel unsurlar tercih edilmelidir. Sivil Toplum Kuruluşları aracılığı ile insanların buraları ziyaret etmesi programlanabilir. Şehirlilik bilincini oluşturmak ve artırmak adına yerel yönetimler bu programlara katkı verebilir.

Dini mekanlara aykırı olmayacak sanat etkinlikleri (dini müzik, hat sergileri, ebru sergileri, el sanatları uygulama çalışmaları vs.) bu alanlarda da yapılarak mabet ve toplum bütünleşmesi artırılabilir. İzmit’teki bir din adamımızın mahallesinde uyguladığı  gibi “mahalle huzur komisyonu” adı altında cami ve bölge insanını ibadet dışı alanlarda da hizmet vermesi sağlanabilir.

Turizm acentalarının İstanbul’a gelen ziyaretçileri buraları da gezdirmesi yönünde tanıtıcı ve teşvik edici çalışmalar yapılabilir. Bu çalışmalar dini ve tarihi turizmi de teşvik edecektir. Bu ve benzeri çalışmalar ile bu tarihi ve dini mekanların da şehir hayatına canlılık katması mümkün olacaktır.

Selam ve saygıyla

 

 

 

Karşı Devrim

Birinci Dünya Savaşı sonunda SEVR Antlaşması ile ne güzel paylaşmışlardı topraklarımızı!

Halife-Padişah İstanbul’a zincirlenecek ve gerektiğinde İslam alemine karşı kullanılacaktı!

Ama, Mustafa Kemal adında bir oyunbozan çıktı karşılarına!

Halkın kanına girdi!

Anadolu halkıyla birlikte kurtuluş mücadelesi verdi ve kazandı.

LOZAN’da barış imzalandı.

Düşündüler ki; “Bir gün borç isteyecekler, o zaman yine elimize düşecekler!” ( Lord Curzon)

Üstelik, Osmanlı’nın borçlarını da yüklediler!

Türkiye Cumhuriyeti bu koşullarda doğdu.

Bu bir DEVRİM idi.

Yeni düzenin sahibi de efendisi de HALK olacaktı.

Osmanlı borçları nedeniyle yabancıları eline geçen limanlar, demiryolları, telefon-elektrik-ulaşım şirketleri ve REJİ ( Yaprak tütün işletmeleri) bir bir, bedeli ödenerek geri alındı.

Yeni fabrikalar kuruldu; Sümerbank, SEKA, Etibank, Şeker fabrikaları…

Mustafa Kemal’in yaşayabildiği ilk 15 yıl, dünyayı şaşırtan bir gelişme ve kalkınma süreciydi.

1938’de O’nun bedensel ölümüyle birlikte “karşı devrim süreci” başladı!

Amerikan emperyalizmi, 1947 Marshall Yardımı ile girdi topraklarımıza!

Üstler kurdu, eğitim düzenimize el attı!

Çıkarına uygun “işbirlikçiler” buldu!

Demokrasimizin güdükleşmesi ve halkın sindirilmesi için “Darbeler” yapıldı üst üste!

Üstelik, bu darbelerin “Atatürkçülük” adına yapıldığı yalanları söylendi!

1980 yılı 24 Ocak tarihinde, İMF’nin dayattığı bir “ekonomi-politika” uygulamaya kondu. “Türkiye’yi sömürgeleştirme siyaseti” buydu!

Mustafa Kemal’in zamanında kurulan ve yabancılardan geri alınan tüm ULUSAL VARLIKLAR yeniden yabancılar ve işbirlikçileri arasında bölüşülecekti!

Ama, demokrasi düzeninde, hele hele TİP ve DİSK gibi kurumlar varken bu iş zordu!

Bu yüzden “faili meçhul” cinayetler işlendi.

Etnik ve mezhepsel farklılıklar kullanılarak kitlesel katliamlar düzenlendi.

12 Eylül 1980 Faşizmi böyle geldi.

ABD ve Çok Uluslu Sermaye mutluydu!

24 Ocak Kararları’nın teknisyeni Turgut Özal, Cunta Hükümeti’nin “Ekonomiden sorumlu” Başbakan Yardımcısı oldu!

24 Ocak Kararları artık rahatlıkla uygulanıyordu…

Küresel düzen, kendi çıkarlarına uygun siyasal iktidarları belirleme olanağına sahipti. Karşı Devrimci güçler “işbirliğine” hazırdı!

Demokrasi şalı altında, kimi cemaatlerin taşeronluğunda “sürü-çoban ilişkisi” kuruldu!

ABD nasihatleriyle belirlenen eğitim sistemi, “bilgi hamalı, bu bilgiyi yaşam pratiğine dönüştüremeyen, yorum yapma-düşünme yeteneği törpülenmiş, mesleksiz insanlar” üretti!

Halk, “vatan-millet, din-iman” yalanlarıyla uyutulup uyuşturulurken, Mustafa Kemal’in yoktan var ettiği SEKA, SÜMERBANK, ETİBANK, TEKEL başta olmak üzere tüm ulusal varlıklar yağmalandı!

“Ne komünist ülkeymişiz! Sat sat bitiremiyoruz!”diye yakındılar. ( Kemal Unakıtan)

Limanlarımıza da böyle girdiler!

Telekom’u böyle ele geçirdiler!

Şimdi sıra, Mustafa Kemal’in adını silmeye geldi!

Üniter Devlet, Andımız, Gençliğe Hitabe, laik eğitim sistemi, birilerine batmaya başladı!

Ezcümle; bindirildik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!

Farkında mıyız?

Sonuçlarına razı mıyız?

 

 

Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet İnbaşı; Evlad-ı Fâtihan Diyarı Balkanları anlatıyor

GİRİŞ:
Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol baskısı altında kalması, hudut bölgelerinde bulunan uç beylerine daha serbest hareket etme imkânı sağlamıştı. Bunlardan birisi olan ve Karacadağ, Söğüt, Domaniç havalisinde faaliyet gösteren Kayı Aşireti’nin reisi olan Osman Bey, kısa sürede müstakil olarak hareket etmeye başlamıştı. Faaliyet sahası olarak Bizans’ın Bitinya’daki (*) topraklarını kendisine hedef seçen Osman Bey, elde etmiş olduğu bölgelerde kendi adını taşıyacak olan Beyliği’ni kurmuş ve kısa sürede bu devletin aleyhine topraklarını genişletmişti.
14. yüzyılın başlarında, Osmanlıların büyük bir güç olarak ortaya çıkışı, Anadolu tarihinin önemli olaylarından birisidir. Nitekim bu hususla ilgili olarak çağdaş müelliflerden Nikeforos Gregoras, ‘Bizans İmparatorluğu doğu bölgesini görmezlikten geldiği için, Bitinya (*) bölgesindeki birçok şehir ve bölge, Türklerin eline geçti.’ demektedir.
Bu sırada Osmanlıların bölgede bir güç olarak ortaya çıkmasında, dış şartlar bakımından önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Bunlar; İran ve Anadolu’da hâkim İlhanlı Devleti’nin çöküşü, Türkmen Beyliklerinin yükselişi, Latin koloni devletlerinin 1204-1320 döneminde siyâsi-ekonomik baskısı sonucu Bizans’ın çöküşü ve Rumlar arasında Kantakuzenos gibi Türklerle işbirliği yapmak isteyenlerin ortaya çıkması, Bizans’taki saltanat mücadelesi, 1396’ya kadar batı Hıristiyan âleminde Haçlı Seferi organizasyonunun yapılamaması, Batı Anadolu’daki Türkmen Beyliklerinin özellikle Aydınoğulları Beyliği’nin yükselişi ve Orhan Bey ile temasa geçmesi, Balkanlarda Sırp ve Bulgar devletlerinin parçalanması ve Osmanlıların 1352’den itibaren Venedik ve Latinlere karşı Cenevizlilerle ittifak kurmalarıdır.
Özellikle Moğol etkisinin çok az hissedildiği Antalya-Sinop hattının, başka bir ifadeyle Kızılırmak’ın batısındaki bölgede bulunan ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin etkisini kaybetmesiyle filizlenen Türkmen Beylikleri içinde, Osmanlıların müstesna bir yeri vardır. Nitekim fütuhat bölgesine açık olması sebebiyle, Anadolu’da bulunan gaziler, öncelikle geçimlerini temin etmek, arkasından gazâ hareketlerinde bulunmak maksadıyla, Marmara uç bölgesine yoğun bir şekilde göç etmeye başladılar. Bu durum yeni fetih bölgeleri aramalarına sebep olmuştur.
Prof. Dr. MEHMET İNBAŞI
Oğuz Çetinoğlu: Osmanlıların Rumeli’ye geçiş ve ilk fetihler hakkında bilgi lütfeder misiniz Hocam?
Prof. Dr. Mehmet İnbaşı: Osmanlı kuvvetleri, ilk defa 1321’de Mudanya’yı aldıktan sonra, Marmara Denizi kıyılarına ulaşarak Rumeli ile karşı karşıya gelmişlerdir. Zaman zaman da Bizans’ı tazyik maksadıyla küçük gruplar halinde Rumeli’ye geçiş yapmaları, Türklerin Rumeli’yi görmelerine ve tanımalarına imkân sağlamıştır.
1341 yılında Bizans İmparatoru 3. Andronikos’un vefatı ile tahta geçecek olan oğlu 5. Ionnes Paleologos’un çok küçük yaşta olması sebebiyle, kendisine vasi olarak tâyin edilen Domestik Kantakuzenos, kısa bir süre sonra iktidarı ele geçirebilmek için faaliyete girişmişti. Kantakuzenos ile meşru vâris Ionnes arasında başlayan saltanat mücâdelesinden Türkmen Beylikleri, özellikle de Osmanlı Beyliği istifade etmiştir. Çeşitli beyliklere mensup Türkler, paralı asker veya müttefik sıfatıyla Bizans’ın saltanat mücâdelesinde tam anlamıyla taraf oldular. Kantakuzenos, önce Aydınoğlu  Umur Bey (*), onun da tavsiyesi üzerine Orhan Bey ile temasa geçerek rakiplerine karşı üstünlük elde etmiştir.
Orhan Bey ile olan bu dostluk ve ittifak, Kantakuzenos’un kızı Theodora ile evlenmesiyle daha da artmıştır. 1345 baharından beri Osmanlılar, Kantakuzenos’un müttefiki olarak Balkanlarda faaliyette bulunmaya başlamışlardır. Bu dönemde Karesi Beyliği’nde (*) meydana gelen iç karışıklıklardan istifade eden Orhan Bey, bu mücâdeleye müdahale etmiştir. Böylece 1345’te Karesi (*) ilhakının Osmanlıların Rumeliye geçişini hızlandırdığı, hatta onların Rumeli’de gün geçtikçe ilerleyecek fütuhatlarına önemli bir zemin hazırladığı görülmektedir. Süleyman Paşa (*), Rumeli’ye geçişin gerek hazırlık safhasında gerekse sefer sırasında Karesi Beyliği (*) ümerâsından olup, Osmanlı kaynaklarında Adan Bey’in hizmetinde bulundukları belirtilen Ece Bey (*), Fâzıl Bey (*), Evrenos Bey (*) ve Hacı İlbeyi (*) gibi beylerin yardım ve desteklerini görmüştür.
Çetinoğlu: Osmanlıların Balkanlardaki devletlerle ilk teması ne zaman ve nasıl başlamıştı?
İnbaşı: Osmanlıların Balkanlar’daki devletlerle ilişkileri, 1340’lı yıllara kadar dayanmaktadır. Bu tarihte Bizans İmparatoru’na rakip olarak çıkan Sırp kralı Stephan Duşan, Makedonya’yı elde ettikten sonra İstanbul’u ele geçirmek için Orhan Bey’e bir heyet göndererek anlaşma teklifinde bulunmuştu. Orhan Bey, menfaatlerine ters düştüğü için bunu dikkate almamıştı. Bizans’taki taht mücâdeleleri sırasında Stephan Duşan, çıkarlarına uygun olarak Bizans İmparatoru V. Paleiologos’u, Osmanlılar ise belirtildiği üzere, tahtı elde etmek isteyen Kantakuzenos’u desteklemişlerdir. Böylece 1352’de Rumeli’ye adım atan Osmanlılar, Bizans’ın içinde bulunduğu durumdan istifâde ile kısa sürede bölgedeki faaliyetlerini genişlettiler. Gelibolu Yarımadası’nda şehirlerin etrafındaki bölgelere yerleşen Türk kuvvetlerinin başında bulunan Süleyman Paşa (*) ile ilgili olarak Gregoras, ‘Bir Osmanlı kolonisinde bulunuyormuş veya kendi öz yurdunda imiş gibi davranıyordu.’ Demektedir. Aynı yıl içerisinde, Cenevizliler (*) Türk birliklerini gemileriyle Avrupa’ya taşıdılar. Ekim 1352’de Türkler, Edirne’nin güneyindeki Pythion’da Sırpları yenilgiye uğrattılar. Bu sırada Kantakuzenos’un kuvvetleri arasında Katalanlar (*) ile birlikte Türkler de vardı. Orhan Bey ile Cenevizliler (*) arasında yapılan antlaşmayı Kantakuzenos de kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Osmanlıların desteği ile bu savaşı kazanan Kantakuzenos, tahtı elde etmiştir. Bu hadiseden sonra Sırplar, Osmanlılara karşı bir Haçlı Seferi teşebbüsüne girişmişler, ancak 1355’de Kral Duşan’ın ölümü, bu faaliyeti sonuçsuz bırakmıştır. Böylece Kantakuzenos, kendisine bağlı olmadığını düşündüğü şehirleri gözetmek veya Bulgarlar ile Sırpları tehdit etmek için Türk birliklerini kullanmaya devam etti.
Çetinoğlu: Osmanlılar, Kantakuzenos’u desteklemiş olmalarının karşılığını alabildiler mi?
İnbaşı: Kantakuzenos, Orhan Gazi’nin yardımlarına karşılık Rumeli’de bir üs olarak Çimpe (*), Çimbi (Cinbi) / Tsympe Kalesi ve civarını Osmanlılara verdi. Böylece 1352’de Kantakuzenos’un müttefiki olarak Çimpe Kalesi’ne (*) yerleşen Süleyman Paşa (*), burasını Balkanlarda yayılma için önemli bir köprübaşı olarak teşkilatlandırdı. Anadolu’dan getirttiği kuvvetleri yerleştirdi ve böylece Osmanlı Rumeli’sinin çekirdeği kurulmuş oldu.
Çetinoğlu: Sonraki gelişmeler nasıl oldu?
İnbaşı: Osmanlı kuvvetlerinin Çimpe Kalesi’ne (*) yerleşmesinden sonra, 1-2 Mart 1354’te meydana gelen depremde, surları yıkılan Gelibolu Kalesi ile etraftaki kasaba ve köyler, Türk kuvvetleri tarafından fethedildi.  Kısa sürede Süleyman Paşa (*), Anadolu’dan getirttiği kuvvetleri, boşalan bu yerlere iskân ederek Gelibolu’da önemli bir askerî üs oluşturdu. Gelibolu’nun fethinden sonra Süleyman Paşa (*), Rumeli’de sağ, orta ve sol kolda olmak üzere uçlar teşkil ederek fetih hareketlerini organize etmiştir.
Kantakuzenos, bu Türk ilerlemesi karşısında, Orhan Bey’e haber göndererek elde ettiği yerleri para karşılığında iade etmesini teklif etti. Ayrıca kendisi ile İzmit’te görüşmek istediğini bildirdi.
Çetinoğlu: Orhan Bey teklifi reddetmiş olmalı…
İnbaşı: Orhan Bey, kendisine ittifak karşılığı verilmiş olan Çimpe Kalesi’ni (*) on bin altın karşılığında iade edebileceğini, ancak Gelibolu ve diğer kalelerin kendi kuvvetleri tarafından fethedildiğini, bu sebeple de iadesinin mümkün olmadığını bildirdi. Bu sırada Süleyman Paşa (*), Malkara, İpsala ve Vize taraflarını ele geçirdi. 1357’de Süleyman Paşa (*) vefat etti.
Çetinoğlu: Süleyman Paşa’nın (*) vefatı ile fetihlerde duraklama oldu mu?
İnbaşı: Rumeli fütuhatı bir müddet yavaşladı ise de, Orhan Bey’in diğer oğlu Şehzade Murad ve Karesi (*) beylerinden Evrenos (*) ve Hacı İlbeyi (*) gibi komutanların gayretleri neticesinde, yeniden hız kazanmıştır. Ancak erken dönem Osmanlı Vekâyinâmeleri (*), Rumeli’deki fetihlerde Karesi (*) Türklerinin etkisinden ziyade, Süleyman Bey’in (*) kabiliyetleri üzerinde durmaktadırlar.
Çetinoğlu: Balkan fetihlerinin gelişme dönemleri ne zaman başladı, nasıl hızlandı?
İnbaşı: Sultan Birinci Murad’ın saltanatının ilk yıllarında Edirne, 1361’de fethedildi. 4 yıl sonra da devlet merkezi buraya nakledildi. Osmanlı hükümdarı, Meriç Vâdisi (*) boyunca hareketle 1363’de Filibe’yi (*) zaptetmiş ve Bizans’ı nüfuzu altına almıştı. Edirne’nin fethinden sonra uçlarda biriken Türkmenlerin Rumeli’ye geçişleri hızlandırıldı. Balkanlar’daki Türk ilerlemesine karşı Bizans, Papa’dan yardım istemiş ve 5 Aralık 1366’da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesi ile bir Haçlı Seferi düzenleme teşebbüsüne girişilmiş, fakat bundan bir netice elde edilememiştir. 26 Eylül 1371’de meydana gelen ve İkinci Meriç veya Çernomen denilen muharebede, Sırp kralı ve müttefikleri, Osmanlılar tarafından mağlup edilerek Vukaşin ile Uglyeşa öldürülmüştü. Çirmen (*) Zaferi’nden sonra Batı Trakya’nın, müteakiben Makedonya’nın zaptı da mümkün olmuştur. Buna karşılık Macar Kralı Layoş, Osmanlılara karşı bir Haçlı Seferi düzenleme arzusunu açıkça belirtmesine rağmen bunu, Bulgaristan ve diğer Hristiyan devletleri aleyhine olarak topraklarını genişletme maksadıyla kullanmak istediğinden, sonuç alınamamıştır. 1371’den itibaren Osmanlı tehdidi, batı için tehlikeli bir boyut aldı. Batı Hıristiyan dünyasında papanın öncülüğünde, bir Haçlı Seferi düzenlemek için pek çok görüşme ve pazarlıklara rağmen neticesiz kalmıştır.
Evrenos Bey (*) ve Halil Hayreddin Paşa’nın (*) başarılarından sonra, Vardar Nehri (*) vadileri Osmanlı kuvvetlerine açılmış ve Vardar’ın  (*) doğusu Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. 1372’de Köstendil (*), 1380’de Vardar’ın (*) sol sâhilindeki İştip (*), 1382’de Manastır (*) ve Pirlepe (*) ve 1385’te de Ohri (*) fethedildi. Bulgaristan taraflarında da 1385’de Sofya, 1386’da Niş’in fethinden sonra artan Türk baskısını önlemek için bu dönemde Sırp Devleti’ni yeniden kuvvetlendiren Lazar, harekete geçerek Ploşnik’de önemli bir Türk kuvvetini mağlup etti. 1389’a gelindiğinde bile, Osmanlı tehdidinin ciddiyetinin farkına varmalarına rağmen Batı Hıristiyan âlemi, problemleri ve ticarî kaygıları ile fazlasıyla meşgul, kendi aralarında bölünmüş durumdaydılar. Buna rağmen Ploşnik (*) başarısı, Balkan devletlerini ümitlendirmiştir. Bu sebeple Sırp ve Arnavutların çoğunlukta olduğu Balkan devletlerinden oluşan bir ittifak kurulmuştu.
Sultan 1. Murad, ordusunun başında İhtiman, Sofya, Köstendil (*), Kratova yoluyla Priştine’ye (*) hareket edip, öncü kuvvetlerin komutanlığına, Gazi Evrenos Bey (*) ile Paşa Yiğit Bey’i (*) tâyin etmiştir. Öncü kuvvetlerini müteakiben esas Osmanlı Ordusu da Priştine’nin hemen güneyindeki Kosova’ya gelerek düşman karşısında tertibat aldı. Tarihlere Birinci Kosova (Kosovo-Polje) Savaşı olarak geçen bu harpte, Osmanlı Ordusu büyük bir zafer kazanarak Sırp Kralı ile müttefiklerini mağlup etmiştir. Sultan Murad, savaş sonunda muharebe alanının gezerken, padişaha bir elçi gibi yaklaşan Miloş Obiliç adında bir Sırplı tarafından şehit edilmiştir.
Çetinoğlu: Birinci Murad’ın şehâdeti sebebiyle fetihlerde yeni bir duraklama dönemi yaşandı mı?
İnbaşı: Daha da hızlandı. Sultan 1. Murad’ın şehadetinden sonra, Osmanlı tahtına oğlu Yıldırım Bayezid geçmiştir. Kazanılan Kosova Zaferi’nden (*) sonra başlayan ve Güney Balkanlar’da genişleyen Türk fetihleri, Makedonya, Sırbistan, Arnavutluk ve Bosna’ya kadar uzanmıştır. Yıldırım Bayezid, 1390 yılının baharında Timurtaş Paşa’yı (*) Lazar ilinin zaptına gönderdi. Aynı zamanda Evrenos (*) ve Paşa Yiğit Beyler  (*) de bölgede fetih yapmakla görevlendirildi. Bu hususta Hadîdî’de (*) manzum bir kayıt bulunmaktadır. Buna göre;
‘Cülus eyledi tahta Yıldırım Han
Atasının yirinde oldu sultan
Karatova gümüş madenlerini
Cevahir toptolu mahzenlerini
Paşa Yiğit Beyi Üsküp’e (*) saldı
Vidin etrafını Firuz Bey aldı.’
şeklinde bilgiler yer almaktadır.
Burada da belirtildiği gibi Üsküp (*), Yıldırım Bayezid zamanında Paşa Yiğit Bey (*) tarafından fethedilmiştir. Osmanlı müellifleri fetih hâdisesinden bahsetmekle beraber, fethin tam olarak tarihini vermemektedirler. Batılı müellifler ise, şehrin fethini 6 Ocak 1392 olarak göstermektedirler.
Çetinoğlu: Fetihler karşısında Hıristiyanların karşı koyma hazırlıkları olmadı mı?
İnbaşı: Batı Hıristiyan âleminde, Balkanlardaki Türk ilerlemesine karşılık, 1396’da yeni bir hareket meydana gelmiştir. Ancak 1396’da Niğbolu’da (*) meydana gelen savaşta, Osmanlıların galip gelmesine rağmen, Konstantinopolis üzerindeki baskı geçici bir süre için kaldırılmış oldu. Osmanlılar, 1402 Ankara Savaşı’nda (*) Timur’a karşı koyamayarak mağlup oldular. Bu sırada Venedik ve Ceneviz gemileri, kalan Türk kuvvetlerini Avrupa’ya taşıyarak güvenliklerini sağladılar.
Çetinoğlu: Osmanlı’da fetret dönemi (*) başladıktan sonra Balkan fetihlerindeki gelişmeler nasıl oldu?
İnbaşı: 1403’te de, Bayezid’in oğlu Süleyman Çelebi ile ittifak kurmaktan ve O’nu desteklemekten geri kalmadılar. Latinlerin ve Hıristiyan âleminin duyarsızlığından yakınan Luttrell bu durumu, ‘Verilen tavizlerin ardından Latinler, Osmanlıları Levanten (*) dünyasının ayrılmaz bir parçası olarak görmeye başladılar ve onu sürekli koruma yolunu seçtiler.’ Şeklinde ifâde etmektedir. Luttrell’in bu şekildeki ifâdesine rağmen, Osmanlıların elde ettikleri arazinin stratejik konumu, Çanakkale Boğazı’na hâkim olmaları ve Karadeniz’e açılan ticaret kolonilerini kontrol etmeleri sebebiyle, Avrupalı Hıristiyan devletler özellikle de, İtalyan devletlerinden Venedik ve Ceneviz, ticarî menfaatlerini, çoğu defa kurulacak bir Haçlı ittifakına tercih etmişlerdir. Bu durum, Osmanlıların lehine bir gelişme olmuştur.Osmanlılar, Balkanlarda üç koldan ilerlemelerini devam ettirdiler. Güneyde Arnavutluk ve Adriyatik kıyılarına, Yunanistan ve Selanik’e, kuzeyde Bulgaristan ve Sırbistan üzerinden Belgrad’a kadar ulaştılar. Balkanların fethi, 14. yüzyıl ortalarından yüzyıl sonuna kadar çok kısa bir sürede gerçekleşti. Şayet Timur tehlikesi ortaya çıkmasaydı, Balkanların fethi çok daha çabuk olacaktı.
Çelebi Mehmed (1413-1421) zamanında Balkanlarda yapılan fetihlerde bir duraklama olmasına rağmen, Sultan 2. Murad, tekrar bu hususa ağırlık vermiştir. Sırbistan, Arnavutluk ve Macarlarla olan mücâdeleler neticesinde pek çok başarılar elde edilmiştir. Bizans’ın ikinci büyük bir kenti olan Selanik bu sırada fethedilmiştir. Varna ve 2. Kosova zaferleri (*) ile artık Osmanlılar, Balkanların en büyük hâkimi olmuşlardı. Fatih’in Bizans’ın merkezi olan İstanbul’u 1453’te fethetmesi, kendisini Bizans’ın meşru vârisi ilan edip önceki Bizans topraklarını ele geçirmek için faaliyete geçmesi, Balkanlardaki hâkimiyeti daha da kuvvetlendirilmiştir. Mora, Bosna, Arnavutluk, Ege adaları ve hatta Belgrad’ın muhasarasına kadar uzanan fetih hareketi, Fatih’in son dönemlerinde Pulya seferi ile İtalya’ya uzanmıştır.
Çetinoğlu: Fatih Sultan Mehmed Han’ın vefatı ile İkinci Beyazıd Han dönemine geliyoruz…
İnbaşı: 2. Bayezid’in Boğdan Seferi ile Osmanlı hâkimiyeti Romanya’ya kadar ulaşırken, Modon ve Koron’un ele geçirilmesi ile Mora’nın fethi tamamlanmıştır.
Çetinoğlu: Babasının yerine Osmanlı tahtına oturan Yavuz Sultan Selim Han döneminde Balkanlarda önemli bir gelişme olmadı değil mi?
İnbaşı: Olmadı. Avrupa’daki Osmanlı hâkimiyeti, Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatı zamanında Rodos ve Belgrad’ın fethi ile yeniden başlamış, Macaristan’ın hâkimiyet altına alınması, Viyana ve Malta muhasaralarına kadar çok geniş bir yelpazede devam etmiştir. 16. yüzyılın sonuna kadar diğer hükümdarlar zamanında küçük çaplı da olsa bazı başarılar elde edilmiştir.
Çetinoğlu: Osmanlı Devleti, fethettiği Rumeli topraklarında nasıl bir iskân politikası uyguluyordu?
İnbaşı: Orhan Bey zamanında Rumeli’de başlayan fütuhat hareketi, Osmanlıların kuracakları imparatorluk için en önemli olaydır. Nitekim Osmanlı cihan devleti bir Balkan devleti olarak doğdu ve gelişti. Türklerin Balkanlara geçişi ile ilgili olarak kaynaklarda verilen bilgiler, günümüz tarihçileri tarafından çeşitli şekillerde yorumlanmaktadır. Bunun sebebi, birincil kaynakların olmamasıdır. İnalcık’ın da belirttiği gibi, bu konuda yorum yapabilmek için Âşıkpaşazâde’nin (*) çok iyi bir şekilde irdelenmesi ve bunun üzerine, Bizans kaynaklarının da konularak toponomi (*) araştırması yapılması gerekmektedir.
Çetinoğlu: Balkanların fethi konusunda İlber Ortaylı’nın ilgi çekici değerlendirmeleri var…
İnbaşı: Evet! Ortaylı; ‘Colin Imber’in Rumeli’ye geçişle ilgili söylediklerinin ilmî bir dayanağı yoktur. Çünkü gerçekle ilişkisi olmadığını tespit için, hakikaten gerçeği nakleden verileri bulmanız lazımdır. Oysa Colin Imber, o sahayı gezmemiştir. Yani vekâyinâmelerdeki nakilleri, dönemleri sınayacak bir saha araştırması yapmamıştır. Yapıldıkça bazı şeylerin doğru olduğu anlaşılıyor Yani Halil Beyin ve öbür genç arkadaşların yaptığı toponomi araştırmalarından vekayinâmelerin (*)  bazı anlattıklarının gerçek olduğu anlaşılıyor… Rumeli’ye geçişle ilgili olarak kaynaklarda yer alan olay, menkıbedir. (*) Bunun da yaşatılması gerekir. Çünkü menkıbe (*), milletlerin tarihinde hoş şeyleridir… Yapılan araştırmalar, Rumeli’ye geçişin hiç de kolay olmadığını, bir dizi olaylara ihtiyaç duyulduğunu, İtalyan şehirleri ile Bizans’taki iç karışıklıklar sonucu gerçekleştiğini, üstelik Gelibolu’da bir depremin lazım geldiğini biliyoruz.’ şeklinde, Rumeliye geçişle ilgili olarak şarkiyatçıların yaptıkları tenkitlere cevap vermektedir.
Çetinoğlu: Osmanlı’da Fethedilen toprakların iskânı meselesi nasıl hallediliyordu?
İnbaşı: Osmanlılar, yeni fethedilen yerlerin güvenliğini sağlamak amacıyla iyi hazırlanmış bir iskân ve toplu sürgün yöntemi kullanmışlardır. Başıboş göçebeler veya bir köyün ve kasabanın problemli halkı, Osmanlı Devleti’nin uzak bir bölgesine kaydırılırdı. Fetihlerin devam ettiği ilk yıllarda Osmanlılar, Anadolu’nun her tarafından akın akın kendi topraklarına gelen Müslüman Türk halkın, Balkanlara gönüllü göçünü sürekli teşvik etmiştir. Nüfus fazlasını yerleştirme amacının yanı sıra, askerî ve malî şartlarda, bu iskân politikasını mecburî kılıyordu. Ordunun büyük bir kısmını  azab (*) ve yaya adlarıyla, şehirlerden ve köylerden askere alınan Türklerin oluşturduğu Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde, Türk nüfusun askerî açıdan büyük bir önem taşıdığı muhakkaktır.
Çetinoğlu: Osmanlı’nın iskân politikası ile ilgili bilgilere kayıtlarda rastlayabiliyor muyuz?
İnbaşı: Süleyman Paşa’nın (*) Gelibolu’ya yerleşmesinden sonra, fethettiği yerlerde emniyeti temin etmek maksadıyla Anadolu’dan Türkmenler getirterek iskân ettirdiği bilinmektedir. Bununla ilgili olarak kaynaklarda benzerlik arzetmekle birlikte pek çok kayıt bulunmaktadır. Bu kaynaklardan ilki olan Âşıkpaşazâde’de; (*)
‘Gaziler geçdi kâfir mülküne hoş
Nice kâfir sarayı etdiler boş
Çün Rumiline geçdi Müsülmân…
Atası Orhan Gazi’ye haber gönderdi kim devletinle himmetinle Rum ili feth olunmağa sebeb olundı. Kâfirler gayet zebundur, imdî şöyle malum ola kim, bu tarafdan feth olunan hisarlara vilâyetlere ehl-i İslamdan çok âdem gerekdir. Bu feth olan hisarlar içün içine komağa ve hem yarar gaziler gönderin. Orhan Gazi dahi kabul etdi. Vilâyetine göçer Arab evleri gelmiş idi. Anları sürdi Rum-iline geçirdi. Birinci zaman Gelibolı nevâhisine sakin oldılar…’ 
Şeklinde yer alan kayıtlardan Süleyman Paşa’nın (*) iskân faaliyeti hakkında bilgi edinmek mümkündür.
Benzer bilgiler diğer kaynaklarda da yer almaktadır. Bunlardan Hadîdi’de;
‘…Bir iki gün içinde daşınub er
İki binden ziyade geçdi leşger, …
Hem alduk Rumeli’nin üç hisarın
Tekturtağı, Gelibolı diyarın,
Gaza içün bize leşger gerekdür.
Hisarın hıfzı içün er gerektür…’
Şeklinde manzum bir kayıt yer almaktadır.
Aynı şekilde Neşrî’de (*) de;
‘…Süleyman Paşa (*) Rum-ili’ne geçti, evvel atası Orhan Gazi’ye haber gönderdi kim devletli sultanımın himmetiyle Rum-ilini fethetmeye sebep olundu. Küffarın gayrette zebunluğu vardır dedi. Ve bu tarafta feth olan hisarlarda konmağa çok âdem gerek. Lütf edip yarar yoldaş gönderesiz dedi. Orhan Gazi dahî bu sözü işitip ferahnak oldu. Karesi (*) vilâyetinde göçer arab olurdu. Göçer evlerle gelmişlerdi. Anda olurlardı. Anları Orhan Gazi sürüp, Rumiline geçirdi. Bir zaman Gelibolu nevâhisinde sâkin oldular… Yevmen fe-yevmen durmadan feth içinde oldular. Ve bu taraftan Karesi (*) vilâyetinin halkı dahi gelir oldular ve gelenler yurt tutup gazâya meşgul oldular…’
Şeklinde yer alan kayıt, Âşıkpaşazâde’nin (*) verdiği bilgilerle hemen hemen aynıdır.
Diğer kaynaklardan Lutfi Paşa, Anonim Tevârih-i Âl-i Osman ve Kâtib Çelebi’de de benzer bilgiler yer almaktadır. Süleyman Paşa’nın (*) 1357’de vefatından hemen sonra da, Rumeli’ye göç devam etmiş, Rumeli’deki uç güçlenmiştir. Orhan Bey’in oğlu Süleyman (*) için Bolayır’da yaptırdığı imarete ait 1360 yılına ait vakfiyede, bu bölgede Türkçe adlar taşıyan birçok köy ve çiftliğin kurulduğu görülmektedir. Yunan kaynakları da bu göçü doğrulamaktadır.
(Prof. Dr. MEHMET İNBAŞI RÖPORTAJININ BİRİNCİ BÖLÜMÜNÜN SONU. İKİNCİ BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.)

Tehlikeli Oyun

 

Hükümetle baş başayız. Elbette başarılı olmasını diliyoruz. İyi niyetle işe başlamış bulunuyor. Şüphesiz milletin yüzünü güldürmesi en büyük temennimiz. Büyük bir aşk ve şevkle kolları sıvamış durumdalar.

Türkiyemizin problemleri çok. İçte ve dışta büyük gayretler gerektiriyor. Türkiye adeta bir ateş çemberi içinde. Yurt içinde ise bunların uzantıları var. En tehlikelisi de bu. Görünüşte, senin benim gibi olan bazıları devleti içten çökertmenin hesabı içinde.

Suret-i haktan görünerek, insanlık havarisi geçinerek, demokrasi havaları çalarak devlet gemisinde gedik açmak için sinsice çalışıyorlar.

İktidar, bütün samimiyetiyle devlet gemisini daha rahat yürütmenin, işleri yoluna koymanın çarelerini arıyor.

Bir süredir iktidarlar, işlerin hafiflemesini, kalkınmanın çaresini  “Devleti küçültmek!” terimiyle ifade eder oldular. Bunu da yerel idarelere daha fazla yetki vermekle mümkün görüyorlar. Muhakkak ki yerel idareler, birçok belediye hizmetlerinde maddi-manevi serbestliğe muhtaçtırlar. Bu manada lüzumlu yetkilerle, serbest hareketini sağlayacak imkanlarla donatılması güzel ve yerinde.

Fakat Türkiye gibi, içte ve dışta rahat bırakılmayan  – tarih boyunca –  daima başı ağrıtılan kilit bir ülkenin, ne kadar iyi niyetle olursa olsun, atacağı adımlara çok dikkat etmesi gerekir.

Bir gazetede (Türkiye, 13 Temmuz 1996) “Belediyelere ‘süper’ yetki” manşetini gördüm.”Hantal devlet işleyişini ortadan kaldırarak yerinden yönetimi güçlendirecek ve problemlerin ‘mahallinde’ çözümüne imkan verecek kanuni düzenleme hazır” açıklamasını okudum. Ve “…Belediyelerin yetkilerini artırmasına yönelik yapılan çalışmalar son safhaya geldi.” izahından endişelendim.

Başbakana sunulan Belediye Kanun Tasarısı’nda iyileştirici ve belediyeleri rahatlatıcı, çok güzel kanuni düzenlemeler yanında “…şehir trafik kontrolünün belediyelere devri,…valilerin yetkilerinin kısıtlanması, belediyelere okul açma ve işletme imkanı getirilmesi…” gibi hususların yer alması, beni derin derin düşündürdü.

Trafik bir şehrin kan damarları sayılan yolları kontrol ve denetlemek demektir. Türkiye gibi, terörün hemen her tarafta uzantısı olduğu bir zamanda, şehirlerin iç-dış ve giriş-çıkış kontrollarını devletin elinden alıp yerel yönetime devretmek, devletin Türkiye çapında kontrol ve denetimi kaybetmesi, en azından zaafa uğraması demektir.

“Valilerin yetkilerinin kısıtlanması”na gelince, vali, devletin o yöredeki gözü, kulağı ve eli demektir. Böyle bir uygulama devletin hakimiyetine gölge  düşürür. İlle de bir şey yapılacaksa, valinin yetkisini kısıtlayarak değil, valinin yetkisini belediyeler lehine inisiyatifini daha çok kullanacak şekilde arttırarak yapmalıdır.

“Belediyelere okul açma ve işletme imkanı” ise, soyut olarak gayet güzel düşünülmüş. Fakat bazan bir şey idealde doğru olsa bile, tatbik edilmesi halinde doğuracağı sonuç bakımından yanlış olabilir. Yani genel uygulamalarda doğru olan çok şey var ki, özel uygulamalarda doğru değildir. Klasik ifadeyle bir hakikatin zatında doğru olması başka, mukteza-yı hale binaen doğru olması yine başka bir şey.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bütün bu kanuni düzenlemeler arasına masumane bir şekilde girmiş olan bu ve benzeri yenilikler, Muhtariyet ve Özerkliğin ayak sesleridir.

Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyenler; bu samimi ve kanuni düzenlemeleri, Türkiye aleyhinde kullanmakta çok ustadırlar.

Velhasıl, bu kanuni düzenlemeler yeniden gözden geçirilmeli. Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü aleyhinde kullanılmaya uygun olanlar tasfiye edilmelidir.

Unutmayalım ki, İslam ve Türk devletlerinin yıkılmaları, hep Tavaif-i Müluk denen Muhtariyet ve Özerkliklerle başlamıştır.

Anlayana sivrisinek saz…

 

 

 

 

Bir Açık Oturum ve Ortadoğu

Geçen hafta Aydınlar Ocağı’nın büyük ilgi gören bir açık oturumu vardı. “Ortadoğu Gerçeği ve Suriye’deki Gelişmeler” konulu açık oturuma iştirak tahminlerin üstündeydi. Hava şartlarındaki zorluklara rağmen, Eminönü Halk Eğitim Merkezi’ni dolduran, büyük bölümü hanım ve gençlerden meydana gelen dinleyici topluluğuna teşekkürlerimizi sunarız.

Teorik yaklaşımların ötesinde, Bölgeyi çok iyi tanıyan uzman konuşmacılara da teşekkürü bir borç biliriz. Prof. Dr. Sayın Özcan Yeniçeri hava muhalefeti dolayısıyla Ankara’dan gelemediler. Gerek Sayın Hüsnü Mahalli, gerek Sayın Banu Avar çok doyurucu bilgiler verdiler ve gözlemlerini anlattılar. Adeta Ortadoğu’nun gelecekteki resmini de ayrıca çizdiler.

Ortadoğu Bölgesi, küresel oyun ve tezgâhlardan etkilenen bölgelerin başında yer alıyor. Bölgede siyasi istikrar, milli devletlerin egemenlik hakları, toprak bütünlükleri ve iktisadi kaynakları tehditlerle karşı karşıyadır. Bilhassa soğuk harp şartlarının değiştiği iki kutuplu dengenin dağıldığı şu günlerde bu tehditler artarak ve açıkça yapılıyor. Demokrasi ve özgürlük getirme vaatleri ile diktatörlükler yıkılıyor.

Yeni işgalci diktatörlükler gitmemek üzere kuruluyor. Ülkeler içerideki işbirlikçilerle birlikte, küresel güce göre dönüştürülüyor. Yasa ve anayasalar dayatılıyor. Oyuncu değiştirir gibi vadesi dolduğuna inanılan uşak liderler yenileri ile değiştiriliyor. Ülkelerine değil de küresel güce hizmet edenlerin sonu çok kötü oluyor. Ortadoğu, ABD çıkarlarına uygun olarak BOP’ne göre şekillendiriliyor. Suriye’den, İran’dan ve Türkiye’den alınacak parçalarla Irak’ın kuzeyi birleştirilip yeni bir İsrail olacak bir Kürt devleti kurulmaya çalışılıyor.

Türkiye buna karşı çıkacakken Barzani ile ve isyancılarla işbirliğine gidiyor. Birden değiştirilen komşular politikası ile adeta ayağımıza kurşun sıkıyoruz. Türkiye Bölgedeki gelişmeleri Ankara’nın gözüyle göremiyor. Taşeronluk iddiasından bazılarının hiç de şikâyetçi olmaya hakları yok. Yakın geçmiş ve bugün yaşananlar kendilerini tekzip ediyor. Uygulanan Ortadoğu politikası ülke çıkarlarına değil, ABD çıkarlarına endekslidir.

Ortadoğu’da etkili bir devlet olmak isteyen bir ülke NOBOCCO projesini devre dışı bırakır mıydı? Güney Mavi Akım Projesi ile Ruslara yeni yıl hediyesi verir miydi? Fransız şirketine imkân sağlanır mıydı? Türkçe yer adları Türkçe olmayan isimlerle değiştirilebilir miydi? Milli çıkarlarını koruyan bir anlayış milli kimliği ile kavgalı olabilir miydi? Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ortadan kaldırılabilir, andımıza ve milli bayramlara karşı savaş açılabilir miydi? Muhafazakâr olduğunu iddia eden bir yönetim, tam ters uygulamalar yapabilir miydi?

Çağımızın iktisadi milliyetçilik çağı olduğunu somut örneklere rağmen, bazıları halen fark edebilmiş değil. Öğrencilik yıllarında kulaklarına fısıldanan Müslümanın milliyeti, milli kimliği, bayrağı ve vatanı olmaz, tekerlemeleri ve safsataları hala bazı beyinleri işgal ediyor.

İstanbul sokaklarında Anti-Türk, Anti-Devlet yürüyüşleri yapılıyor, cinayete kurban giden H. Dink kullanılıyor, meydan okuyup insanlar tahrik ediliyor. Adeta sivil itaatsizliğin antrenmanı yapılıyor.

Bu kargaşa ortamında tehlikeli bir gidiş var. Şii-Sünni çatışması körükleniyor. Aslında henüz etnisite ve mezhep asabiyetini aşıp milli devlet olamayan, milletleşemeyen topluluklarda mezhep ve etnisite odaklı bakış öne çıkar. Çatışma olmalı ve yayılmalı ki küresel gücün yeni işgal ve müdahalelerinin imkanları doğabilsin.