11.4 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1060

Öğretilmiş Lümpenlik ve Halkı Adam Etme Senaryoları – II

Kerizlerin parası yenir, buna diş kirası denir.

Evi Hanoi‘de kalmış Slovakyalı salyangozlarımız bizim.[1] Boğaz tokluğumuzun askıntıları, dışkılarımıza zahmet bağırsak parazitlerimiz ha bunlar.

Seni şuursuz mukallit, ruhsuz ve asılsız insan sureti. Ve seni lümpen oğlu lümpen!

Levanten topuklu, yaban dudaklı, sülâle boyu kabuklu.. Çekiçle, çiviyle konuşuyorsunuz bu bizim içli milletin kelebek kalbiyle.

 Kelimeler, kavramlar ve anlamlar sizde. Çizin ve sıraya dizin. Alın ulan izin.

 ‘Abi bu halk adam olmaz, lümpen bunların hepsi yav. Daha sınıf şuuruna bilem erememişler, fakirler ve ağızlarıayakları kokuyor.’

Çamurdan ürkmüyor ve şehri terletmiy­orlar. Düzenli bir iş sahibi değiller ama işporta mafyası el­lerinde.

Bilinç ve davranış olarak ne yaptıklarının farkında değil gibiler.

Popüler kültür –bazen arabesk bazen parabesk– tek gıdaları.

Kimin eseri lan o öğretilmiş lümpenlik ve yozluk? Bu ne zırtapozluk!  

Hiç anlamaya çalıştığınız bir an oldu mu onları? Varsa yoksa siz ve sizin o lânet mühendisliğiniz.[2] De gidin!

Her gün Çiçek Pasajı‘nda meze yapıp yediğiniz kalbi­mizin kıvrımlarıdır.

Gazozuna hap attığınız, BMW‘lerle çiğnediğiniz, hapse düşürdüğünüz, yoldan döndürdüğünüz, onuruna çamur sıçrattığınız ve anasından doğduğuna pişman ettireceğiniz / ettirdiğiniz hep bizdik, bizimkilerdik.[3]

Komprador komitacılar sizi!

Kadınlarınızın, dünyanın en eski mesleği dediğiniz haltı günlük hayatın her anına taşıyan histerik rahatlık ve her daim hazırlık yetmedi, bizim kadınlarımızı emsal kurban istiyorsunuz.

Bir ayının armuda karşı hisleri, sizin soymayı başardığınız körpelere karşı duyduklarınızın tıpkısı.

Sizi medenî domuzlar ve pezevenklik kutsayıcısı tezekler!

Siz bir akrepsiniz bayım; gelin bunları Ahmet Arif‘ten tanıyalım:

“Bunlar engerek, bunlar çıyandır,
Bunlar ekmeğimize el koyanlardır;
Tanı oğlum bunları,
Tanı da büyü.”
[4]

 


[1] İsmet Özel

[2] Toplum mühendisliği

[3] Lânetli Sınıf’tan mülhem (İdris Özyol)

[4] Hasretinden Prangalar Eskittim

Hürriyet ve Nizam

0

Son zamanlarda  “Hürriyet”  ve  “Nizam”  mefhum ve kavramları, Türkiye’de yanlış anlaşılmaya ve yorumlanmaya başlanan ıstılah ve terimlerdendir. Ne hikmetse bizde ser-azadlık / başıbozukluk / serserilik ve sınırsız serbestlik; Hürriyet sanılsın istenmektedir. Yine Nizam, İntizam ve Düzen içinde olmak da Esaret havasına sokulma yolundadır. Oysa hayat, ancak nizamla kaimdir.

Lokomotif kırk vagonu arkasına takar ve çeker. Ama rayda gitmek şartıyla. Raydan alıp, herhangi bir yola koyarsanız, apışıp kalır. Artık yol alamaz. Üstelik tepetaklak olur.    Lokomotifin rayda gitmesi, onun nizamıdır. Bu nizam onun hürriyet çerçevesidir. Hayatta kalmasının da, yegane şartıdır. Tren, raydan usanıp da, şayet kırk yılın başı, bir kerecik olsun, ray dışında yol katetmek istese. Ne olacağı malum. Yani hürriyetini rayın dışında araması serserilik. Raya uymaması ise hürriyet değil esarettir.

Demek, biraz kendi başıma buyruk olayım diye raydan çıkar ve bunu hürriyet sanırsa, aslında hürriyet sınırlarını tesbit eden kendi nizam ve düzenini çiğnemiş olur. Ki bu onun kendi varlığına bir hatime çekmekten başka bir şey değildir.

Halbuki kainatta nizam dışı bir şey yok. Hakikaten hürriyetler nizamdadır. Yani çizilen çerçeve içindeki serbestlik helal / meşru daire olup, ancak bu muayyen ve belli mekanlarda namütenahi / sınırsız serbestlik sözkonusudur. İşte ancak bu manada helal dairesi geniş olup, her türlü keyfe kafidir.

Hürriyet sanılan keyfilik ve nizamsızlık ise;  aslında esaret ve düzensizlikten başka bir şey değildir. Oysa düzensizlik  adem ve yokluktur. Sadece felaket getirir. Hürriyet nizam ve vücud yani var olma halidir. Çünkü vücud, nizamı; nizam ise vahdeti / birliği / bir elden çıktığını gösterir. Klasik ifadeyle:

“El-vahidü la yasduru illa ani’l-vahid.” / “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vahidden, bir elden suduur edebilir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tabiat Risalesi, Envar Neşriyat, İstanbul – 1991, s.11)

Zira bir elden suduur etmeyen, çıkmayan, birinin tasarrufunda bulunmayan bir şeyde birlik olmaz, nizam bulunmaz. Nizam olmayınca faaliyet gösteremez. Bu ise hayatiyet gösteremiyor demek olup, ademe / yokluğa eş bir durumdur. Oysa nizamda Bir’in tasarrufu ortaya çıkar. Ki bu da varlık alametidir.

Yukarıdan beri bütün bu sayıp dökdüklerimiz; hürriyeti sınırsızlık, nizama tebaiyyeti / bağlılığı / uymayı esaret sanmak gibi yanlış bir anlayış ve yorum tarzına açıklık getirmek içindir.     Mesela Yüce Allah bile, Zat’ını düşünmemizi men’ ediyor / yasaklıyor. Çünkü mahluk, Haalıkı ihata edemez. Yaratılmış olan Yaratan’ı, yapılan Yapan’ı kavrayamaz. Bu hududu aşmak istediğimiz takdirde, akli dengemizi kaybedeceğimiz muhakkaktır. Çünkü Ziya Paşa’nın dediği gibi:

“İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez
Zira terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

Velhasıl, kainatta herşey kayıt kuyut altında. Yani nizam içinde. Hürriyet ise, bu nizam dahilindeki hareket ve faaliyetimizden ibaret.

292

İşte bu mübarek vatanda nizama başkaldırmak hürriyet; nizam içinde bulunmak esaret sanılsın diye, suret – i haktan görünerek, sinsi bir şekilde haince çalışanlar var!

Hiç adam öldürmenin, yangın çıkarmanın, zarar vermenin, yakıp yıkmanın, kısaca Vatan’a,

Millet’e ve Devlet’e ihanetin hürriyeti olur mu?

Veya insanı kendisine, başkalarına, Vatan, Millet ve Devlet’e zarar vermekten men’ edecek zecri tedbirler almayı, bunun için kısıtlamalara gitmeyi, yasaklar getirmeyi esaret mi telakki etmeli?

Yoksa bütün bunları, varlık ve birliği hep birlikte ve hep beraber; bizleri yarınlara  ulaştıracak hürriyet çerçevesi, uyulması gereken nizam olarak mı değerlendirmeli?

Toparlarsak, Türkiye’de bir kaos / bir karışıklık peşinde koşanlar; hürriyet ve nizam mefhumlarını, asli mecrasından saptırmak isteyenler var.

Vatanın birliği, dirliği ve istikbali / geleceği ise bunlara fırsat vermemekten geçer.

 

 

 

Eşitlik Üzerine

0

Türkiye’mizde kavramlar kargaşası yaşanıyor. Bazı konuları, sanki konuşamaz olduk! Mesela tarihimizden bahsetmek ırkçılık sanılıyor! Bir milleti övmek, başkasını kötülemek manasında algılanıyor! Nizam esaret. Serserilik, hürriyet kabul ediliyor! Adalet, zulüm. Zulüm, adalet addediliyor / sanılıyor, sayılıyor! Eşitlik mefhum ve kavramı da bu yanlış anlaşılanlardan sadece biri. Nitekim:

Vapur’da Yolcu da var, Kaptan da. Uçak’ta Yolcu da var, Pilot da. Ordu’da Er de var, Subay da. Herkes Müslüman, Hz. Ali de. Dere de su akıtır, Nil de. Vagon da Tren, Lokomotif de. Meşrubat da İçecek, Su da. Birçok şey de Yiyecek, Ekmek de. Hz. İbrahim de Peygamber, Hz. Muhammed de. Papatya da Çiçek, Gül de. Sinek de Böcek, Arı da. Eşek de binek hayvanı, At da. Velhasıl, bu misal ve örnekler uzayıp gider.

Şimdi düşünelim: Yolcu’yla Kaptan. Yolcu’yla Pilot. Er ile Subay. Bir Müslüman’la Hz. Ali keyfiyet ve içerikçe birbiriyle eşit midirler? Dere ile Nil’in çevresine verdikleri feyiz ve bereket aynı mı? Lokomotif tek, vagonlar onlarca. Biri önder, lider ve kılavuz. Ötekiler peşi sıra ona bağlı. Bu durumda Lokomotif Vagonlarla eş değerde mi?

Her İçecek; daimi olarak içildiği takdirde bıkkınlık verirken, Su vermez. Üstelik çeşitli İçeceklere zaman zaman, fakat Suya her zaman muhtacız. Her Yiyecek; sürekli yendiğinde usanç verirken, Ekmek veriyor mu? Çünkü “İhtiyaç tekerrür (ve tekrar) ettikçe, lezzet ziyadeleşir.” Kaldı ki, çeşitli Yiyeceklere vakit vakit, fakat Ekmeğe olan ihtiyacımız her an. Suyu ara sıra içerken, Havayı her saniye alıp veriyoruz.

Hz. Yakub’un on iki oğlu arasında, Hz. Yusuf’un yeri bambaşkaydı. Nitekim: “Kardeşleri (Yusuf’a): ‘Allaha yemin ederiz ki, Allah seni bizden üstün kıldı…’ dediler.” (Yusuf: 91)

Resulullah: “Ali, Arab’ın efendisidir.” Diye buyurunca Hz. Aişe: “Arab’ın efendisi Sen değil misin?” der. Bunun üzerine Hz. Muhammed: “Ben Türk, Tatar, Hind, Arab ve Acem milletlerinin ve bütün İslam Ümmeti’nin efendisiyim. O, Arab’ın efendisidir.” (Şeyh Şemseddin Es-Sivasi, Menakıb-ı Çehar-ı Yar-ı Güzin, Sadeleştiren: Mehmet Hocaoğlu, İstanbul – 1983, s. 256) cevabıyla üstün keyfiyet farkını belirtir.

Hz. İbrahim dininden biri: “Ya Muhammed! Bütün Peygamberlerin en üstünü Benim diyorsunuz. Halbuki Allah, İbrahim’e ‘Halilim’ demiştir” deyince, Resulullah: “Allah, İbrahim’e ‘Halilim’ dedi ise, Bana da ‘Habibim’ demiştir. Kişinin dostu mu ona yakındır, yoksa sevgilisi mi?” (a.g.e. s. 275) diyerek, o kimseyi ilzam etmesi / mantıken susturması, yine yüksek keyfiyet farkına güzel bir delildir.

Görüldüğü üzere, kainatta eşitlik yok. Adalet var. Hayat Eşitlik’le değil, Adalet’le mümkün. Gerçi bazı eşitlikler var. Fakat bunlar da “Adalet” mefhum ve çerçevesinde düşünülmeli. Nitekim: Bahar’da sadece Papatya mı, yoksa bütün Çiçekler mi açsa? Yeryüzünde tek bir maden mi, yoksa birçokları mı bulunsa? Dünya’da sadece Kadınlar veya Erkekler mi, yahut her ikisi de mi olsa? Şehir’de herkes Fırıncı mı, yoksa kimi Fırıncı, kimi Terzi, kimi de Ayakkabıcı mı olsa, tabiat daha güzel ve hayat yaşanır olur?

Öyle ya, Ordu’da herkes Er veya Subay. Fabrika’da herkes İşçi veya Ustabaşı. Okulda herkes Öğretmen veya Öğrenci veyahut Hademe olsa işler yürümez. Dünya’da hep Gece veya Gündüz, sırf Kış veya Yaz, sadece Ova veya Dağ olsaydı, hayat çekilmez ne kelime; mümkün bile olmazdı.

Gerçek şu ki: Kainat Eşitlik üzere değil, Adalet üzere kaim / ayakta. Eşitlik monotonluk. Adalet ise hareket, canlılık ve hayat emaresi taşıyor. Çünkü Adalet; herkesi ve herşeyi layık olduğu yere koymak; onlara ancak ihtiyacı olan şeyi vermektir.

Fakat ne hazindir ki: Türkiye’mizi yıllardır huzursuz eden çalkantıların baş sebeplerinden biri de, işte bu yanlış Eşitlik ve Adalet anlayışı ve bundan doğan sosyal ve hukuki çıkmazlardır.

Demek ki: Hükümet ve Devlet’ten -Yargı dışında- Eşitlik değil, Adalet istenmeli. Çünkü: “El-Adlü esasü’l-mülk.” Yani Mülk’ün temeli Adalet’tir.

 

 

294- 295

Hiç Olmazsa Hukuktan Bahsetmeyin

MİT Müsteşarı ile ikisi eski dört MİT mensubunun, KCK soruşturması kapsamında “şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırılması” derin sarsıntılara yol açtı. Dahası sarsıntının nerelere, hangi şiddette uzanacağını bugünden tahmin etmek çok zor. Mahkeme ifadeye gelmeyen dört kişi hakkında yakalama emri çıkardı. Hükümet acele bir kanun değişikliği ile soruşturmayı Başbakan’ın iznine tabi kılarak, Savcılığın yetkisini kısmak için harekete geçti.

Bu arada soruşturmayı yürüten Özel Yetkili Savcı bu görevden alındı. Birkaç gün önce de KCK soruşturmasını yürüten Terörle Mücadele ve İstihbarat Müdürleri görevden alınmıştı.

Bugün MİT Müsteşarı ve diğer görevliler hakkında şüpheli sıfatıyla ifade vermeye çağrılmasını eleştirenlerin söyledikleri, Genelkurmay Başkanı, komutanlar, bilim adamları, gazeteciler vd sanıkların yargılama usulü hakkında yazıp söylediklerinin tam zıddı. Oysaki bu soruşturmanın ve önceki davaların savcılığı, mahkemesi ve uyguladığı usul aynı.

Emniyetin KCK operasyonları esnasında elde ettiği delillere göre, MİT görevlileri bazı MİT görevlileri Öcalan’ın “terör yapın” talimatlarını PKK yetkililerine ulaştırmış. KCK yapılanması MİT’in gözetiminde tamamlanmış. PKK saldırı talimatlarını önceden öğrenen MİT bu saldırıları önlemek için harekete geçmemiş. Örgüte verdiği taahhütler gereği olarak güvenlik güçlerinin PKK’ya karşı operasyonlarını önlemek için çalışmış ve bu konuda örgüte rapor vermiş.

Oslo’da yürütülen görüşmeler Savcılık makamı tarafından “devletin bütünlüğü ve anayasal düzenin değiştirilmesi konusunda siyasi mahiyette görüşme yaparak anlaşmaya çalıştığı” şeklinde yorumlanmış.

Olay neresinden bakılırsa bakılsın vahim. İddialar da, ülkenin istihbarat teşkilatının tepe yönetiminin böyle ağır iddialarla şüpheli konumunda olması da vahim. Emniyet, Yargı ve İstihbarat teşkilatları arasındaki çatışma da vahim. Bazı kişileri yargının elinden almak için özel kanun değişikliği yapılması da vahim.

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da “terör örgütü kurmak” gibi vahim iddialarla tutuklanmıştı. Bu tutuklamaya itiraz edenler “emrinde 600 bin kişilik ordu bulunan bir komutan neden bir terör örgütü kursun?” sorusunu sormuştu.

Ceza Muhakemesi usulü açısından durum şöyle idi: Anayasa’nın 148. Maddesinde, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divanda yargılanırlardenilmektedir.

Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) 250/3. Maddesi şöyle: ” … belirtilen suçları işleyenler sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun bu Kanunla görevlendirilmiş ağır ceza mahkemelerinde yargılanır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile savaş ve sıkıyönetim hâli dâhil askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır. Özel yetkili mahkeme ise ilk cümlenin geçerli olduğu görüşüyle İlker Başbuğ‘u tutuklamıştı.

Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un özel yetkili mahkemede tutuklu yargılanmasını bir kesim büyük memnuniyetle karşılayarak destek verdi. “Sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun” ibaresinin sırf bu yüzden konulmuş bulunduğunu, “demokrasilerde kimsenin dokunulamaz olamayacağını”, eski Genelkurmay Başkanının yargılanmasının demokrasimizin ve hukuk devleti uygulamasının geldiği üst seviyeyi gösterdiğini söylediler, yazdılar.

30 Ocak’taki “Ulusa Sesleniş” konuşmasında Başbakan şöyle demişti: “Yargıya millet eli değdi. Yargı, bir hizbin, dar bir anlayışın, bir grubun arka bahçesi olmaktan çıktı, milletin yargısı haline geldi…”

Şimdi aynı kişiler “büyük resme bakılmasını” tavsiye ederek savaş işaretlerinin görüldüğü bölgemizde MİT Müsteşarının bu gibi meselelerle uğraştırılmasının mahzurunu hatırlatmakta. Müsteşarın “görevi ile ilgili ve görevi esnasında” yaptıklarıyla ilgili suçlanırken dikkatli olunması gerektiğini ifade etmekte. “Canları pahasına görev yapan kamu görevlilerinin terör örgütü mensubu olmak gibi suçlamalarla yargılamanın doğru olmadığına” dair makaleler döşenmekte. “Bağımsız yargı” laflarının yerine, “jüristokrasi” (yargıçlar yönetimi) ve “yargının sivil darbesi” kavramları kullanılmakta.

Bazı komutanların, yine bölgede karışıklık varken, terörün en azgın zamanında, tatbikat veya operasyon yönetmekte iken tutuklanmalarını zil takıp oynayarak kutlayan ve sevinçlerini “hukukun üstünlüğü” kavramı ile açıklayanların çifte standardı iyice açığa çıktı.

Komutanlar hakkında “görevleri esnasında” işlendiği iddia edilen suçlar için, “görevleri ile ilgili olmayan” eylemler olması sebebiyle özel yetkili mahkemeler yetkilidir deniliyordu. “Darbe görevle ilgili olabilir mi?” diye soranlar, savcılıkça şüpheli MİT mensuplarına isnat edilen suçların da (Apo’nun “saldırın” talimatını örgüte iletmenin de) görevle ilgili olmadığını dile getirmesi gerekmez mi?

Ergenekon, Balyoz, Oda TV tutuklamaları hakkında “bu işlerin yürütmenin değil, bağımsız yargının kararıyla” olduğunu ve herkesin saygı göstermesi gerektiğini söyleyenlerle, bugün yargının kendi yetki alanını aştığını söyleyen, “şüpheli” MİT mensuplarının ifade vermeye gitmemesi gerektiğini savunan ve de “yargının elinden adam kurtarma yasası” çıkarılacak olmasıyla rahatlayanlar aynı kişiler.

Demek ki taraf olunca ileri sürülen bütün değerler tersine yorumlanabilmekte imiş.

Bizim gibi “eğer suç ve suçlu varsa hukukun temel değerleri ve ülkenin güvenliği gözetilerek tarafsız ve bağımsız bir yargılama ile ortaya çıkarılsın. Burada ana ölçü hukukun üstünlüğü ilkesi olsun” diye düşünen saf vatandaşları aldatmayı bırakın.

“Özel yetkili yargınınmahzurlarını anladıysanız, hiç olmazsa “bu mahkemelerin genel yetkili hale getirilmesini” isteyin ve sistem bütünüyle rahatlasın. Çünkü esas problem budur.

Sadece MİT Kanunu 26. Maddesini değiştirmekle, Müsteşar Hakan Fidan için başlatılmış işlemlerin geri alınması ve soruşturulması için Başbakanlık izni gerekenler kapsamına alınması mümkün olmayabilir. Ayrıca “zaten bu bilindiği için olsa gerek, savcı bu soruşturma görevinden alındı” ithamından hükümet kurtulamaz.

“Biz geçmişin mazlumları olarak rövanş duygularımızı tatmin ederken, hukuk ayağımıza dolanmasın. Bize yakın olanlara dokunan yargıya da haddini ve gücün kimde olduğunu göstermeyi biliriz” derseniz, sizin yaptıklarınıza değil ama dürüstlüğünüze saygı duyarız. Yeter ki hukuki kılıf aramayın.

Ancak kamu vicdanı “adalet” duygusuyla programlanmıştır. “Güçlünün yanında değil, haklının yanında olmak” ister. Ey eli kalem tutan, ağzı laf yapanlar, ey muktedirler “Adalet devletin temeli” ise ve “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözlerine iman ediyorsanız gereğini yapın, bize güç değil dürüstlük gösterin.

Çifte standart uygulayacaksanız bari hukuktan bahsetmeyin.

 

 

Hangi Atatürk, Hangi Demokrasi?

 

Birileri, ölümünden 74 yıl sonra Mustafa Kemal Atatürk ve kurduğu düzenle hesaplaşıyor!

“Mustafa Kemal bir diktatördü!

Zorla Laikliği dayattı!

Zorla şapka giydirdi!” diyorlar!

Kimileri daha da ileri gidiyor;

“İşgal altında olsaydık, onlar da Mustafa Kemal’in yaptıklarını yapardı!” diyebiliyor!

Akılları tutsak edilmiş, kimi çobanların uysal köleleri haline gelmiş, kimi gencecik insanlar; “Humeyni’yi seviyorum, Atatürk’ü sevmiyorum” diyor. Öylesine akılları alınmış ki, “93 Harbi kahramanı Nene Hatun’u alıp, Kurtuluş Mücadelesi’nin kahramanlarından Sütçü İmam’ın yanına getiriyorlar!

Gençliğe Hitabe, Onuncu Yıl Marşı, 19 Mayıs, hatta en büyük ulusal bayramımız Cumhuriyet Bayramı batıyor birilerine!

–   ABD stratejik ortağımız olamaz;

–   Emperyalizmin silahlı gücü haline gelen NATO’dan çıkmalıyız;

–   Müslüman komşularımıza saldıran ABD’nin yanında olamayız; diyenler bir bir tutsak ediliyor!

Hizbullah’ın eli kanlı katilleri salınıyor, kaçırılıyor; terör örgütü militanları dağdan inip aramıza karışıyor ama Türk Ordusu’nun kimi subayları “terör örgütü kurma” iddiaları ile demir parmaklıklar arasına konuyor!

“12 Eylül’den hesap soracağız” diye, Referandum yoluyla Yargı erki ele geçiriliyor ama 12 Eylül düzeninde bakanlık yapmış olanlar yok sayılıyor!

Bu ülkede -sözde- “İLERİ DEMOKRASİ” vaat ediliyor ama küresel düzenin dünya ölçeğinde oynadığı demokrasi “trajikomedisi” sahneleniyor!

“Yeni Kölelik Düzeni” dünya insanlığını tutsak ediyor!

Kaç insan farkında?

– Uzayda yüzbinlerce uydunun gözetimi altındayız!

– Yaşadığımız her alanda Mobese Kameraları ile izleniyoruz!

– Cep telefonları, ev telefonları dinleniyor!

– Bilgisayarlarımızdaki yazışmalarımız takip altında! Kimi zaman usta eller giriyor ve diledikleri düzeni kurup, “delil” sayıyorlar!

– Vatandaşlık numaraları ile takip altındayız!

– Kimlerin ne zaman, evimize, işyerimize, kaldığımız otele kamera yerleştireceğini, sonra da ustalıkla kayıtları gelip alacağını ve bu kayıtların nerede ne zaman yayınlanacağını bilemiyoruz!

Ne özel yaşamımızda, ne ticari yaşamımızda, ne sosyal ne de siyasal yaşamımızda ÖZGÜR değiliz!

Toplumu “Cemaat Düzeni” ile bölüp parçalamışlar, böylelikle “sürü-çoban ilişkisi” kurmuşlar! Çobanlarla anlaşıp sürüye demokrasi oyunu oynatıyorlar!

Aslında, ulusal ve uluslar arası sömürünün efendilerinin zincirsiz köleleri haline gelmişiz!

Kimileri farkında ama sürüye katılanlar “demokrasi masalları” ile uyutuluyor!

21. yüzyılda, küresel köle pazarının tutsaklarıyız.

Öylesine yıkanmış ki -kimi- beyinler; bu tutsaklığı görmeden 1920’lerin Mustafa Kemal’i ile hesaplaşma cüretini gösteriyorlar!

Tarih sahnesine çok sonra çıkan Hitler’i, Mussoloni’yi, Salazar’ı, Franco’yu, Pinochet’i, El Beşir’i, Arabistan Kralını, Arap Şeyhlerini, her biri diktatörüne göre değişen “sözde şeriat düzenlerini”, küresel sermayenin Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Tunus ve Mısır’da “Demokrasi Getiriyoruz” diye yaptıklarını görmüyorlar!..

Şimdi Türk ordusunu komşumuz Suriye’ye müdahaleye zorluyor emperyalizm!

21. yüzyılda “demokrasi” diye küresel sömürüyü azgınlaştıranlar, Mustafa Kemal’i bu toplumun gözünde aşağılamaya çalışıyorlar!

Buna tek kelimeyle yanıt verilebilir; insaf!..

 

 

 

 

 

Sırtıma Sokulu Hançer

 

Bilmem biliyor musunuz?  2012 yılı 1.5 milyon insan ve 168.000 kilometrekare toprak kaybettiğimiz Balkan Savaşları’nın 100. yılı.  Dile kolay  1.5 milyon insan…

Amerikalı akademisyen Justin Mc. Carthy,  Balkan Savaşları’nda 632.408 Müslüman Türk’ün öldüğünü söylüyor.  Hadi onun dediklerini kabul edelim.  Bu kadar çok insan katli bile bir soykırım değil midir?

Ya toprak kaybımıza ne demeli?  Tamı tamına 168.000 kilometrekare.  Mukayese edersiniz diye yazıyorum;  bu günkü sahip olduğumuz toprak parçasının %20’sinden fazla.

Eğer Türk Ordusu toparlanıp,  karşı bir taarruza geçmeseydi,  bugün Edirne, Tekirdağ, Kırklareli toprakları;  Yunanistan ile Bulgaristan arasında pay edilmiş olacaktı.

1912 – 2012 arasında 100 yıllık bir süre geçmiştir.  Bu süreçte facianın üstü birileri tarafından örtülmüş ve Türk Milletinden gizlenmiştir.  Balkanların “Türk Yurdu” olduğu bilerek unutturulmuştur.

Kara Tahsin Paşa ve onu Selanik’i tek kurşun atmadan teslime zorlayan hainler perde arkasına atılmış, Edirne’yi aç bilaç emrindeki kahramanlarla müdafaa eden, Şükrü Paşa gibiler ise hatırlatılmamıştır.

Rumeli’nin kaybını kaleme alan Mahmut Muhtar Paşa, bu felaketin tek bir sorumlusunun bulunduğunu ve onun da başına gelecekleri önceden sezip tedbir almayan Türk Milletinin, kendisi olduğunu yazmaktadır.  Mahmut Muhtar Paşa ne yazık ki; haklıdır. Bu günde, Türk Milleti aynı haldedir.

Balkan Savaşları öncesinde,  Osmanlı Türk İmparatorluğunun içinde bulunduğu;  sosyal,  siyasal, ekonomik,  kültürel ve askeri sorunların;  sebep – sonuç ilişkisi bakımından iyi incelenmesi ve ortaya konulması gerekir. Böyle yapıldığında görülecektir ki;  o gün içinde bulunduğumuz sıkıntıların ve karşı karşıya olduğumuz tuzakların,  benzerlerini bu günde yaşamaktayız.

O nedenle, Balkan Savaşları’nın 100. yılını, özellikle Balkan Muhacirleri başta olmak üzere milletçe çok iyi bir şekilde anmalı, başımıza gelen felaketin boyutlarını öğrenmeliyiz.

Böyle yapmazsak, tarih tekerrürden ibaret olduğu için Balkan Savaşları gibi yeni facialar yaşar ve Allah göstermesin toprak kaybederiz.

Günümüzde nasıl gafiller, işbirlikçiler, hainler var ise Balkan Savaşları zamanında da aynı tip insanlar aramızdaydı. Gaflet ve ihanet o boyuttadır ki;  kapitülasyonlarla yabancıların kontrolüne girmiş olan Osmanlı Demiryolları aracılığı ile,  karşımızda savaşan Balkan Devletlerinin ordularına,  Osmanlı toprağından silah taşınır!

Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun yıkıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar kendi bünyesinden gördüğü inanılmaz boyutta,  bir ihanet vardır.

Merak   ediyorsanız,  Selanik’i tek kurşun atmadan teslim edenleri,  Çanakkale’de yevmiye ile İngilizlere siper kazanları,  Simav’da Yunan Ordusunu davul – zurna ve çiçekle karşılayanları bir araştırında, öğrenin…

Anadolu’nun işgali ve Yunan Ordusunun İzmir’e çıkışı, Balkan Savaşlarının devamı mahiyetindedir. Aslında Yunanlıların, Polatlı önlerine kadar giden ve üç yıldan fazla süren Batı Anadolu’yu işgal günlerinde gerçekleştirdikleri Türk Soykırımları da, ayrı bir araştırma konusudur.

Bugün Türk Milleti açısından, Balkan Savaşlarının hakkıyla anlaşılması, geleceğimiz bakımından çok önemlidir. Türk Milleti, Mustafa Kemal’in önderliğinde kötü gidişe “dur” demiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile Türk Milleti asli sahibi olduğu haklarına yeniden kavuşabilmiştir.

Onun için, Türk Milletinin düşmanlarınca;  andımız,  gençliğe hitabe ve Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsında Türk Milletinin varlığı tartışmaya açılmaktadır. Atatürk’ün bizi hangi uçurumun kenarından çekip aldığı, Türk Milletince iyi anlaşılırsa bazılarının tükürük yağmuru altında kalacağından zerrece kuşku yoktur. Ancak bu, türlü oyunlarla engellenmeye çalışılmaktadır.

Bizlerde Balkan Savaşları’nın 100. yılını Türk toplumunun önüne getirmeye çalışıyoruz. Ancak görüyoruz ki; bundan rahatsız olanlar var. Şu ana kadar Türk Milleti ve devleti açısından pek ehemmiyet arz eden bu konu, gündeme taşınabilmiş değildir.  Ben bu hususta her bir Türk evladından katkı bekliyorum.

Bu süreçte biz “Türk Milleti, Türk Milleti” dedikçe sıkıntılanan ve birbirine kaş göz oynatanlar var. Bunların medyadaki temsilcileri ardı ardına köşelerinden Balkan Muhacırlarına saldırıp, onları ürkütmeye ve korkutmaya çalışıyor.  Bu saldırıların cemaat ve tarikatlardaki boyutu ise “cehennem korkusu” ile insanları Türk milliyetseverliğinden ısrarla uzak tutmak oluyor.

Bu sebeplerle; Türk Milletini “sırtına sokulan hançer”le yaşamak zorunda kalan bir insana benzetiyorum. Evet!  Sırtımıza sokulu bir hançer vardır. Ve ben bu hançerle yaşamak istemiyorum.

Balkan Savaşlarını ve devamı niteliğinde olan İstiklal Mücadelemizi iyi incelersek; andımıza, gençliğe hitabeye ve Atatürk’e sahip çıkmanın bayrağımıza sahip çıkmak demek olduğunu göreceğiz. Her bir Türk evladı, elbette bayrağı yere düşürmeyecektir.

 

 

Evlilikte Çiftler Arası İletişim “Tencere Yuvarlanır, Kapağını Bulur”

0

 

Her insanın yaşamındaki hedeflerinden biridir doğru insanla doğru zamanda bir birliktelik kurup mutlu olmak.. Ancak bu her zaman da böyle olmaz. Evliliğe adım atan çiftler aynı çatı altında bir araya gelmenin, bir evi ve bir hayatı paylaşmanın ne denli zor olduğunu fazla zaman geçmeden fark ederler.

Zorlukların üstesinden gelmenin ve mutlu bir beraberliği sürdürmenin belkide en önemli yolu açık ve doğru iletişimdir. Eşinizle yaptığınız tartışma ve konuşmalarda dikkat edilecek birkaç noktanın adeta evliliğinize dokunan bir “sihirli değnek” etkisi yarattığını göreceksiniz.Çok önemli birkaç nokta şu şekilde özetlenebilir:

Her şeyden önce eşinizle arkadaş olun. Aşkın ateşi zaman içinde küllense de arkadaşlık bakidir.

İyi bir dinleyici olun

Konuşurken sen dili yerine ben dili kullanın

Kendinizi eşinizin yerine koyun

Olumsuz eleştiride bulunmayın

Nasihat veya talimat vermeyin

Tam olarak neyi kastettiğinizi açık ifade edin

Ön fikirli olmayın

Bir seferinde sadece bir konuyu tartışın

Tepki değil cevap verin

Anlayışlı olun!!

Her tartışmanın altında pozitif bir isteğin gizli olduğunu unutmayın

Falcılık yapmayın,lafı dolandırmayın,ara sıra işi şakaya vurun

Evlilikte Çatışma

Evliliğinizde yaşanabilecek anlaşmazlıkların üstesinden gelmenin önemli bir yolu da  en başından bazı alanlarda anlaşmaya varmanızdır.Bu alanlar şöyle sıralanabilir:

Kim hangi işi ne ölçüde yapacak?

Bütçeyi kim düzenleyecek?

Taraflardan biri çok sinirlendiğinde kim kimi avutacak?

Evliliğin yükünü kim omuzlayacak?

Yakın çevrede kimlerle görüşülecek?

Kuralları kim koyacak?

Çocuk eğitiminde hangi konularda nasıl uzlaşmaya varılacak?

Bu konularda açıklık sağlanamaz ve eşler uzlaşmaya varamazsa çatışmalar başlar. Evlilik bir güç ve kontrol yarışına dönüşebilir. Ayrıca tarafların birbirine karşı ilgisizliği, reddedilme korkusu yaşama ,sadakat, eş tarafından kabul görme ve fark edilme isteği gibi faktörler çatışma nedeni haline gelebilir.

“Mutlu çiftler; çatışmayı çözmek yerine doğru ve açık iletişim kurmakta başarılıdırlar.”

Evlilikte Yaşanan İletişim Sorunları

-Yıkıcı eleştiriler yapmak:

“Zaten bana ayıracak hiç vaktin olmadı ki. Hep  işin vardı”
 -Genellemelerin davranıştan öte kişiliğe yönelik olması:

“Sen hep böyle bencilsin”

 -Akıl okuma

“Aklından ne geçtiğini biliyorum”
-Geçmişi, tartışma anına taşımak

“Evliliğimizin ilk yıllarında annenin yaptıklarını asla unutmadım”

 – İşi yokuşa sürme

“Şimdi çaba gösteriyorsun ama çok geç bunu 10 yıl önce yapmalıydın

 – Kendini haklı eşini tamamen haksız gösterme

“Evliliğimiz boyunca bütün problemlerin nedeni sen oldun”

 Anlamak yerine çözüm bulmaya yönelik girişimler

“Sana zamanında söylemiştim dediğim gibi davransaydın bunlar başına gelmezdi”

 Mantığı silah olarak kullanmak
“Şu isteğin için mantıklı bir neden göster”

 Sergilenen davranışla ilgili sorumluluk almama
“Beni öfkelendirdiğin için saldırgan oluyorum”

 – Eşlerden birisinin öğretmen ya da terapist rolüne soyunması
“Sizin bize söylediklerinizin aynısını ben yıllardır karıma söylüyorum”

Mahşerin Dört Atlısı:

Dünyada ve Avrupa’da  verdikleri eğitimlerle ve eşler üzerinde yaptıkları araştırmalarla bilinen John ve Julie Gottman evliliği bitiren dört etkeni şöyle sıralamışlardır.

  • 1- Eleştiri
  • 2- Aşağılama
  • 3- Savunmada kalma
  • 4- Görmezden gelme (içine kapanıp iletişimi kesme)

Eğer çiftler arasındaki iletişimde  bu dört faktör varsa ve çok yoğun olarak yaşanıyorsa bu evliliğin yürümesi mümkün değildir görüşünü belirtmişlerdir.

Evlilikte  Yaşanan İlk Problemler!!

Mutlu başlayan evliliklerde 2. yıl ilk dönüm noktasıdır.  Artık balayı etkisi bitmiş, evlilikte duyguların yoğunluğu azalmış ve yaşam bir rutine girmiştir. Bu süreçte eşler birbirlerini daha yakından tanımışlar ve adeta farklılıklarını fark etmişlerdir. Bu yıllarda bebek sahibi olarak ebeveynliğe geçiş yapan eşlerin hayatlarında çok farklı bir dönemin başlaması, fazla sorumluluk, uykusuzluk ve yorgunluğu da beraberinde getirmiştir. Artık hayatlarına bebek bezleri, pudralar, uykusuz geceler ve eşlerin ailelerinin bebekle ilgili yoğun duygu ve ilgileri girmiştir. Sonuç olarak eşler bu yoğunluğun içinde bedensel ve duygusal olarak uzaklaşma yaşarlar. Doğru ve açık iletişim eşlerin bu zor dönemi hasarsız atlatmalarına yardımcı olacaktır.

Peki Ne Yapmalı ?

Her çiftin aynı sorunları yaşadığını bilin

Bebeğinizle birlikte zaman geçirmenin keyfine varın

Tartışmalarınızın sakin geçmesini sağlayın

Aranızdaki paylaşımın ve arkadaşlığın eksilmemesini sağlayın

Cinsel yaşamınıza özen gösterin

Baba-bebek ilişkisinin yakın ve sıcak olmasını sağlayın

İlişkiyi zenginleştirecek yenilikler geliştirin

UNUTMAYIN BEBEĞİNİZE VEREBİLECEĞİNİZ EN BÜYÜK HEDİYE ;

İKİNİZ ARASINDA YAKIN VE MUTLU BİR İLİŞKİ SAĞLAMAK OLACAKTIR! 

Dilovası, kitap ve belgeselle Dünya’ya tanıtıldı

 EMITT Fuarını her yıl  sürekle  gezip belgesel çekimleri yapıyorum. Dünya’nın en büyük turizm fuarları arasında gösterilen Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı’na (EMITT ) 2011 yılında olduğu gibi  Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu ve Yalova illerini  MARKA Ajans  ortak  bir stand da  buluşturdu. Bu kez MARKA’nın  fuar organizasyonu   geçen yıla göre  çok güzeldi. Gebze Belediyesi’nin satandı  ziyaretçi akınına uğradı.

Gebze standında   bölgemiz çok iyi tanıtıldı.  Gebze Belediyesi mehteran  takımı EMİT fuarına adeta mührünü vurarak,   fuara gelen yerli ve yabancı binlerce  ziyaretçiyi  coşturup Gebze’yi dünyaya  tanıttı. Gebze standında   geçtiğimiz yıl  Gebze Belediyesi  kültür hizmeti olarak hazırlayıp  bastığımız ” GEBZE TARİH KÜLTÜR REHBERİ KİTAP VE  BELGESELİ” ile Kültür  müdürlüğü standında    Dilovası Belediyesi’ne hazırladığımız  Dilovası   Kitap ve belgesel    fuar  ziyaretçilerine  hediye edildi.
*DEVR-İ ALEM  BELGESEL  PROGRAMI TARİHE NOT DÜŞTÜ
Devr-i Alem TV belgesel programı olarak bir kez daha  tarihe  not düşüp zamana noterlik yaptık.  Dilovası belediyesi, Dilovası’nı dünyaya farklı bir  şekilde  tanıtmak için harekete  geçmişti. Bizde  bu tanıtım olayına  belgesel ve kitap hazırlayarak katkıda bulunmak istedik. Cumartesi günü   belgesel yayıncılık ekibi olarak  EMİT fuarına gidip  hem  belgesel çekimi yapmak ve hem de  hazırlanmasında büyük emeğimiz olan  Dilovası kitap ve belgeselinin  dağıtılıp tanıtımına   katkı sağladık.
Kültür’den sorumlu  Kocaeli Vali Yardımcısı, Kültür  Turizm il müdürü  ve eski Gebze kaymakamlarından  Ankara Vali yardımcısı Yıldırım Uçar’a,  Dilovası  kitap ve belgeselini bizzat  kendimiz takdim ettik.    Belediye ve Kaymakamlık işbirliği ile  Dilovası ile ilgili  önemli  kültür ve tanıtım çalışmaları yapılması sevindirici. Sanayi kenti olarak anılan Dilovası’nın bir Kültür  turizmi kenti de olduğunu  göstermek  için  Dilovası Kültür ve Tarih kitabı ve  Dilovası belgeseli  önemli bir boşluğu dolduracak.
160 sayfalık  kitap ve  bir saatlik belgesel  6 aylık  uzun  bir araştırma ve çalışmadan sonra hazırlandı.  Dilovası belgesel ve kitabı  ilk kez Emitt Fuarında  tanıtılarak medya mensuplarına ve  seyahat acentelerine  dağıtılarak Dilovası kültür tarihinde de bir ilk gerçekleşmiş oldu. Kocaeli Kültür ve Turizm Müdürlüğü standında  kitap ve belgesel  fuarı ziyarete gelen yerli ve yabancı katılımcılara verildi.   Dilovası Kitap ve belgeseli  büyük ilgi gördü.
DİLOVASI BELGESELİ TGRT BELGESEL TV’DE YAYINLANIYOR
Daha öncede bu köşede yazdığım gibi   Dilovası’nın 35 yıllık geçmişine  canlı şahitlik yapıyorum. Dilovası İlçesi’nin tarihi geçmişi, kültürel değerleri, coğrafyası, sanayi potansiyeli en  önemlisi Dilovası ile ilgili devlet  arşivlerindeki  belgelerin yer aldığı Dilovası  belgeseli nihayet yayına hazır hale geldi.  Bugün    TGRT belgesel TV kanalında   değişik saatlerde  5  kez  yayınlatarak  Dilovası’nın sadece   sanayi kenti  değil bir Kültür Turizm kenti olduğunda göstereceğiz.  Dilovası belgeseli bugün  sabah saat 07, 11.30, 14,  19 ve 23.30  saatlerinde  yayınlanacak  Dilovası  Belgeselinde    Dilovası bölgesi başta olmak üzere, tarihi Tavşancıl  beldesi, Çerkeşli, Demirciler, Köseler ve Tepecik köyleri ile ilgili ayrıntılı bilgilerde  yer alacak.  Dilovası Belgeselin de Kocaeli Valisi Ercan Topaca, Dilovası Kaymakamı Hasan Göç, Belediye Başkanı  Cemil Yaman, Organize sanayi bölgesi başkanları, vatandaşlar’ da  Dilovası ile ilgili  konuşmalar yapacak. 1 saatlik  belgeselde  Dilovası  dünyaya  tanıtımına    büyük katkı sağlayacak.  Dilovası belgeselinin  önümüzdeki günlerde başka TV kanallarında da yayınlatarak  35 yıllık geçmişimiz olan  Dilovası’na  vefa borcumuzu da ödemiş olacağız..
 *EMITT FUARINA  GEBZE  DAMGASI
EMITT Fuarını her yıl  sürekli  gezip belgesel çekimleri yapıyorum. Dünya’nın en büyük turizm fuarları arasında gösterilen Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı’na (EMITT ) 2011 yılında olduğu gibi  Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu ve Yalova illerini  MARKA Ajans  ortak  bir stand da  buluşturdu. Bu kez MARKA’nın standı çok güzeldi.
İstanbul’dan ve Türkiye’nin her bölgesinden gelen ziyaretçileri
ağırlayan Gebze standını Gebze İlçe Kaymakamı Salih Karabulut ile
Dilovası Belediye Başkanı Cemil Yaman ve Gebze Kent Konseyi Başkanı
İbrahim Güngör de ziyaret ederek tanıtım çalışmaları hakkında Gebze
Belediye Başkan Yardımcısı Nilay Ayran’dan bilgi aldı.
60 ülke ve Türkiye’den yüzlerce il ve ilçenin stand açarak tarihi ve
kültürel değerlerini tanıtma fırsatı bulduğu EMITT 2012
organizasyonunda Gebze’nin de yer almasının kendisini mutlu ettiğini
ifade eden Gebze İlçe Kaymakamı Salih Karabulut, “Gebze’mizin ülkemiz
insanına ve dünyaya sunabileceği Anibal Anıtı, Eskihisar, Fatih Sultan
Mehmet’in otağ kurduğu  Hünkar Çayırı, Çoban Mustafa Paşa Külliyesi
gibi önemli turizm değerleri var. Gebze’nin böylesine büyük bir turizm
organizasyonunda temsil edilmesi ve tarihi ve turistik değerlerimizin
ziyaretçilerin dikkatine sunulması ilçemizin tanıtımı açısından
oldukça yararlı olmuştur” dedi. 
Üst üste iki yıldır EMITT Fuarına katılan Gebze Belediyesi ‘nin  bu yılkı  çalışmaları daha da güzeldi. Özel  çaba harcanan tanıtım çalışması başarılı geçti. EMITT fuarını gezmeyenler gerçekten  çok şey kaybettiler.   Emitt fuarına   iki yıldır katılan ve  Mehteran bölüğü ile  Gebze’yi dünyaya  tanıtan Gebze Belediye Başkanı sayın Adnan Köşker ve  Başkan Yardımcısı Nilay hanım’ın şahsında  emeği geçenlere  şükranlarımı sunuyorum.
İSMAİL KAHRAMAN’IN KALEMİNDEN DİLOVASI’NDA  DEVR-İ ALEM
BELGESEL TADINDA DİLOVASI  KÜLTÜR TARİHİNE YOLCULUK…

Devr-i Alem, geçmişi kültür ve medeniyet tarihimiz de 13. yüzyıl erenlerinden Yunus Emre’nin dizeleri kadar köklü olan, medeniyetler beşiği bir yere götürüyor sizleri…
Öyle bir yer ki burası, bin yılları, beş bin yılları devire devire bu günlere gelmiş, kökleri tarihin derinliklerine uzanan koca çınar. Adım başı tarih. Adım başı geçmişten izler taşıyor. Adım başı doğal güzellik yurdu burası. Adım başı kültür, adım başı yaşam. Her an yeniden keşfedilmeye hazır.    
Devr-i Alem, Yunus Emre gibi sevmek tanımakla başlar diyor Anadolu’nun, binlerce yıllık kültürlerine beşiklik yapmış olan Dilovası’nı daha iyi tanımak ve anlamak için yollara düşüyor.
Geçmişten  kopmadan  bugünlere gelen Dilovası  badirelerde atlatır. Ancak atalar der ki “Pırıl pırıl gökkuşağını görmek için önce yağmur ve fırtınaları yaşamak gerek.”  Yağmur ve fırtınaları çoktan geride bırakan Dilovası için  artık gökkuşağı zamanıdır.
Dilovası koskoca adımlarla şimdiden yarınlarda ki yerini almaya hazır.
Umutla ve özlemle uzatıyor elini bizlere…
Geçmişi ile bugünü  ile  uzatıyor…
Bir selamımızı almayı, bir çayını içmemizi bekliyor…
Bir de kulak verin yeşil örtülü, başı dumanlı bu bereketli ovaya, bizlere neler söylüyor…
Ben  Dilovasıyım…
Ben,  Tepeköy  dağlarının süsü,
Anadolu kültürü ile  kaynıyor içim
Ben, sanayi ovası’nın  yeşil örtüsü,
Duman duman olup savrulacağım

Ben  tarih ve  kültür kenti Tavşancılım,
Ben organize sanayilerin  beşiği
Adını tarih ve tabiatın güzellğinden alan
Sanayi, tarih ve kültür şehri Dilovasıyım..
Dağları filizlerle bezeli yaşlı bir çınarım.Her gün yeniden doğuyorum.Geçmişim tüm kültürleri kucaklar…Adım ne olursa olsun binlerce yılın kültürlerinin birikimiyim.Ben  dünyaca  meşhur meyveleri ile Tavşancıl’ım…Diliskelesi’yim…Çerkeşliyim…DİLOVASI’yım…
Ben Anadolu kültürlerinin  birleşkesi, yolların kavşak noktası  Dilovası ilçesiyim.
………………………………………………
Tarih, kültür ve turizm  değerleri ile birbirinden güzel ilçere sahip Kocaeli’nde 2008 yılında Gebze’den ayrılarak ilçe haline getirilen Dilovası’nı daha iyi anlamak, tanımak ve sevmek için  öncelikle bu bölgeyi yakından tanımak gerekiyor. Binlerce yıllık tarihi geçmişi olan ilimiz  Kocaeli  bölgesini tanımalıyız.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kara, deniz, hava ve demiryolu ulaşımıyla Türkiye’nin en önemli geçiş noktalarından birisidir Kocaeli. Sanayi, Bilim, Teknoloji, Ticaret, Kültür ve Turizm kenti Kocaeli Marmara Bölgesi’nin merkezi konumundadır. İzmit, Derince, Körfez, Gebze, Gölcük, Karamürsel, Kandıra, Başiskele, Kartepe, Çayırova, Darıca ve Dilovası ilçeleri ile Kocaeli, İstanbul’dan sonra Türkiye’nin ekonomik güce sahip ikinci ilidir. Kocaeli şairlere ilham kaynağı olarak üzerine şiirler yazılıp şarkılar bestelenmiştir.
Dünya’nın önemli yollarının kavşak noktası durumunda olan İzmit 5000 yıllık tarihi geçmişe sahip. İzmit şehrini 2000 yıl önce inşa ettiren Büyük İskender’in Anadolu’yu zapt etmekle görevli kralı Nikomedes, şehre eşinin ismini verir.
11.yy’ın sonlarında ise Nikomedia Selçuklular tarafından fethedilir. I.Haçlı Seferi’nde geri alınan Nikomedia bir süre Latinlerin işgalinde kaldıktan sonra tekrar Selçuklulara geçer. Orhan Gazi zamanında, Adapazarı ve Hendek yörelerinin valisi, Akçakoca Gazi bölgeyi Osmanlı topraklarına katar. Başlangıçta İznik’in yan komşusu anlamında İznikmid olan bu şehrin adı, zamanla İzmit’e dönüşür. 1888 yılına kadar İstanbul’a bağlı kalan İzmit bu tarihten sonra ayrı bir vilayet haline gelir.  Kocaeli’nin tarihi geçmişi, kültürel birikimini  bilmek  için İzmit müzesini  gezmek yeterli  sanırım.
İstiklal Harbi öncesi İngiliz ve Yunanlı kuvvetlerin işgalinde kalan İzmit 28 Haziran 1921’de kurtarılarak, Cumhuriyetin ilanından sonra da Kocaeli vilayetinin merkezi olur. Bugün Kocaeli, doğal güzelliklerinden plajlarına, yaylalarından Kartepe kayak merkezine, sanayisinden insanlarına ve tarihi eserlerinden Karadeniz ve Marmara Denizi’ne olan kıyılarına kadar ticaret, kültür ve turizm açısından da ayrı bir önem taşıyor.
………………………………………………
Bilim, teknoloji, sanayi, ekonomik ve insan potansiyeli ile Kocaeli’nin 12 ilçesi içinde Dilovası ayrı bir  konuma sahip. Marmara Bölgesinin doğusunda İzmit Körfezi’nin kuzeybatısında yer alan Dilovası  zengin bir tarihî geçmişe sahip, ekonomisi sanayi ve ticarete dayalı, Türkiye’nin hızla gelişen ve büyüyen bir ilçesi. Diliskelesin’de bulunan tarihi kalıntılar bölgenin tarihi geçmişini yansıtmakta. Diliskelisi-Hersek burnu arasında zamanında sallarla deniz taşımacılığı yapılırken, tarihi Eynerce iskelesinden de deniz taşımacılığı yapılmaktaydı. Bölgeye adını veren Dilbaba türbesi ile Dilburnu hanı da Diliskelesi mahallesinde bulunuyordu. Bu tarihi eserlerle ilgili görgü şahitleri ile konuşuyoruz.
22 Mart 2008 tarihi Dilovası için  önemli bir milad olmuştur. Gebze bu tarihte dört ilçeye bölünerek, Gebze, Çayırova, Darıca  ve Dilovası ilçelerine ayrılır.  Gelin şimdi  sizi, sanayi ile tarihin, kültür ile tabiatın birbirini kucakladığı, sımsıcak Anadolu insanın yaşadığı  Dilovası  ilçesine götürelim.
………………………………………………
Dilovası     
 Ülkemizde doğu ile batının,  Anadolu ile İstanbul’un arasında köprü görevi gören Kocaeli ilimizde sanayisi ve tarihi ile geçmişten aldığı emaneti geleceğe taşıyan öyle bir yer vardır ki, TEM otoyoluyla İstanbul-Ankara arası yolculuk yapanlar ne yazık ki biraz iç kısımlarda kalan, tarihi ve tabii güzelliklere sahip bu yerden habersiz geçip giderler. İşte habersiz ve selamsız geçilen bu yer deyim yerindeyse şirin mi şirin, çiçeği burnunda nadide bir ilçemiz olan Dilovası’dır. İstanbul’un Anadolu’ya çıkış noktasının ilk adımıdır Dilovası. Bir de gündemde ki Dilovası-Hersek Burnu arasında yapılan Körfez köprüsünün ulaşıma açılması ile  dünya ulaşım  üssü olarak cazibe merkezi  olma yolunda hızla ilerlemektedir. 
………………………………………………
Hızla  gelişen ve gücüne güç katan Dilovası’nın bugünlere nasıl geldiğini  anlamak için   tarihi belgelerin ışığı altında tarihe  yolculuk yapmalıyız.Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarının üretim yaptığı Markalar şehri  Dilovası’na girerken sizi  Kanuni Köprüsü karşılar. Mimar Sinan tarafından yapılan bu muhteşem taş köprü Dilovası’nın manevi tapu senedi  ve geçmişin nazlı yadigârıdır.
Dilovası, antik dönemde Bitinya bölgesine ve bir dönem Roma İmparatorluğuna başkentlik yapan Nikomedya’nın batısında yer alır. Antik dönemde Nikomedya Krallığına bağlı bir yerleşim yeri olduğu tahmin edilen ve tarihte değişik isimlerle anılan Dilovası’nın en çok bilinen adı ise Libyssa’dır.
Dilovası’ndan başka körfezin kuzey kıyısında 5 tane daha bilinen antik yerleşim yeri bulunmaktadır. Bunlar;
Dakibyza(Gebze), Ritzion(Darıca), Niketiaton(Eskihisar), Charax(Hereke), Philokrene (Bayramoğlu)
Tarihi çok eskilere dayanan Dilovası, Gebze’nin doğusunda yer alan en eski yerlerden biri olan Nicomedia’ya bağlı bir kıyı kentiydi. Bu antik kentte yapılan  kazılarda çok sayıda tarihi eser kalıntısı  bulunmuştur.
………………………………………………
Bu yerleşimlerin her biri geçmişte olduğu gibi bugünde Körfeze hakim pozisyonlarda kurulmuş yerleşim birimleri olma özelliğini hala sürdürüyor. Bu yerleşim birimlerinin kuruluş mevkilerine bakılacak olursa, hepsinin İstanbul’dan Anadolu’ya ve Avrupa’dan Asya’ya açılan yol güzergâhı üzerinde önemli noktalarda kurulmuş oldukları görülür.
Bugün  anıt mezarı Gebze TÜBİTAK içinde bulunan ünlü komutan Anibal,  bazı  tarihçilere göre   gerçek mezarı Dilovası’nda olduğu  açıklanmakta. Dilovası, Anibal, M.Ö. 247 ile M.Ö. 182 yılları arasında yaşamış Kartaca’lı komutandır. Anibal, bütün zamanların en büyük askeri dahilerinden birisi olarak kabul ediliyor. Romalılarla yaptığı 2. Pön savaşında ki başarılarıyla tanınıyor. Romalılar Kartaca’ya saldırınca, Romalılarla son kez savaşır ve yenilir. Romalılardan kaçan  Anibal, kuzey-batı Anadolu’da  bugün  Kocaeli’nin bulunduğu Nikomedya krallığına sığınır ve bir süre Dilovası’nda ikamet eder. Ancak Romalılara teslim edileceğini anlayınca yüzüğünde taşıdığı zehiri içmek suretiyle intihar eder. Bugün bazı  tarihçiler  bilimsel çalışmalarına devam  etmekte ve Anibal’ın geçek  mezarının  Diliskelesi bölgesinde  olduğunu  tarihi belgelerle ispat etmeye çalışmaktadır. Dünyaca meşhur  askeri strateji uzmanı Anibal’ın mezarı ister Dilovası, ister  Gebze’de olsun, biz buradan Tunus’un Kartaca kentine gidiyor ve sizleri Anibal’ın  komutanlık yaptığı Kartaca’ya götürüyoruz.
14. yüzyıla geldiğimizde Dilovası artık Osmanlı toprakları içindedir. Dilovası, karşı kıyıda bulunan  Osmanlı’nın ilk donanma merkezi Karamürsel yakınlarında ki  Hersek Burunu ile Dilburnu  arasında deniz geçişinde kullanılıyordu. Dilovası, Hersek’te bulunan Helenopolis kentiyle birlikte körfeze geçişlerin kontrolünü sağladığı için stratejik bir öneme sahipti. Yakın tarihimizde de çok önemli bir yere sahip olan Dilovası’nın, kurtuluş savaşı yıllarına değinmeden geçersek tarihimize vefasızlık olur.
………………………………………………
Kurtuluş Savaşı Yıllarında Dilovası    
Dilovası’nın Yunan ve İngiliz kuvvetlerinin işgaline uğradığı  acı yıllar unutulmamalı..İngilizler Gebze’yi işgal etmek için Dilovası’nda çıkartma yaparlar. Savaş yıllarında bu bölgeler çok badireler atlatır, çok savunmalara tanık olur. Yunan askerlerinden oluşan düşman birlikleri Dilovası tren istasyonuna kadar ilerleyerek, hala ayakta olan bu istasyonu kullanırlar. Tavşancıl ve Çerkeşli gibi tarihi yerleşim yerlerinde yaşayan yerli halka baskı ve zulüm yaparlar.
Genel Kurmay Başkanlığı kayıtlarına baktığımızda, 13 Temmuz 1920 tarihinde İngiliz kuvvetleri topçu ateşinden sonra Gebze’ye taarruz ederek, Dilovası’na çıkarma yaparlar ve Gebze’yi işgal ederler. İşgal altında olan Gebze’yi savunan “Osmancık Taburu” üstün İngiliz kuvvetlerinin taarruzu karşısında Gebze’yi boşaltırlar ve 15 km. kuzeye çekilirler.
Arşiv kayıtlarında Yunan birliklerinin  18 Kasım 1920′  de Dilovası’ndan hareket ederek Tavşancıl  nahiyesini abluka  altına aldığını  yazmaktadır. İşgal yıllarında  Muallim, Çerkeşli ve Demirci köylerinde yaşayan masum insanlar Yunan mezalimine  maruz kalırlar. Tarih bilinci açısından  gençlerimiz  işgal yıllarını  unutmamalı. Tarihten ders ve ibret alarak  düşmanlık değil dostluk çıkartarak   tarih bilincine sahip olmalı. Tarih  bilincine sahip olmak her şeye sahip olmaktır diyerek Dilovasındaki tarih yolculuğumuza devam ediyoruz. 
 Dilovasında  Sanayileşme
1955 yılında yapılan E-5 karayolunun bu bölgeden geçmesiyle Dilovası  değer kazanır. 1960 yıllar  Dilovası’nda sanayileşme hareketinin ilk yılları olur. 1980’ler ise nüfusun hızla artarak  çarpık kentleşme ve plansız  sanayileşmenin başladığı yıllar olur. O yıllar aynı zamanda dünyada ve Türkiye’de isim yapmış birçok sanayi tesisinin Dilovası’nda faaliyete girmesinin başlangıcıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında mahalle halkının geçim kaynağı tarıma dayalıydı. Sanayileşme ile birlikte Anadolu’dan  Dilovası’na  göçler  başlar. Dilovası ve çevresini sanayi ile  konutun iç içe  girdiği  bör  bölge  haline gelir.
Çerkeşliye bağlı  Dilovası artık bağlık bahçelik değil, bir zamanlar Çavuş  Üzümü ve Napollon  kirazın yetiştiği bağlarda   artık sanayi  kuruluşları yükselmektedir. Dilovasın’da bir dönem sona ermiş, yeni bir dönem başlamıştır. Dilovası’nda Devr-i Alem yaparak Dilovası Belediye Başkanı Cemil Yaman’la Eynerce deresi ve  bir zamanlar  üzüm ve kirazların  İstanbul’a taşındığı  Eynerce İskelesinin bulunduğu  muhteşem vadiye yapılan  belediye hizmetlerini konuşuyoruz.
………………………………………………
Dilovası İlçesi’nin bugünkü ekonomisi sanayiye dayalıdır. İlçe sınırlarında  5 adet OSB ve 1 adet sanayi sitesi mevcuttur. Dilovası’nda faaliyet gösteren sanayi kuruluşlarından bazıları Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları sıralamasında ilk sıralarda yer almaktadır. Uluslararası birçok markanın da üretim yeri  olan  Dilovası artık  Dünya Markalarının üretildiği  Markalar  şehridir.
………………………………………………
Yatırımcıların  Dilovası’nı tercih etmesi ile Dilovası’nın taşı toprağı altın olmuştur. İstanbul’dan Anadolu’ya geçiş hattında bulunan bu bölge sanayi üretimi yapmak için çok büyük avantajlar sağlıyor. Bunlar İstanbul’a yakınlık, su ve enerji gibi imkanlar ile yetişmiş işgücünün bulunması, her türlü ulaşım zenginliği bu bölgedeki sanayi yatırımlarını destekleyen birer itici güçtür. Dilovası  bölgesinin  liman ve ulaşım merkezlerine yakınlığı depo ve antrepoların bölgede yoğun olarak bulunması, su, haberleşme, altyapı, elektrik,  karayolu, demiryolu, havayolu ve limanlara sahip olan  Dilovası   sanayicinin buluştuğu  yolların kavşak  noktası  dünya  ulaşım ve lojistlik üssüdür.
Dilovası ilçesinde kurulan organize sanayi bölgeleri binlerce  hektarlık sanayi alanını kapsamaktadır. Sadece Dilovası OSB de  yüzlerce sanayi kuruluşu ve binlerce  çalışanı ile ülke ekonomisine önemli katkıda bulunmaktadır.
Organiza sanayi bölgelerinin kalbinin attığı Dilovası ilçesi,   Dilovası organize bölgesi DOSB, İstanbul makine imalatçıları organize sanayi bölgesi, İMES ,Mermerciler organize  sanayi bölgesi,  Kömürcüler  Organize Sanayi  bölgesi ve  Kimya organize sanayi bölgeleri’nin  tam kapasite ile   üretim ve ihracata başlaması ile   Dilovası    Türkiye  organize sanayi bölgeleri  başkenti olarak da haklı bir üne sahip olacaktır..
………………………………………………
Dilovası’nın sanayi tarihinin yanında maddenin manaya erdiği, bedenin ruhla hemhal olduğu gibi Dilovası’nda şimdi de kültür ve manevi tarihimize de göz gezdirip, yüz değdiriyoruz…Tarih ve maneviyat kokan sokaklarında mili ve manevi duygularla geçmişi hatırlayıp derin derin nefes alıyoruz.. Tarih ve kültür mirasının yanında en önemlisi  gelenek ve göreneklerini  koruyan Anadolu kültürlerin harman olduğu  güzel   insanlar diyarı   Dilovası  ilçesi ve köylerine  yöneliyoruz. Yahya Kaptan gibi bir devrin kahramanlarını sinesinde barındıran bu toprakların beşiği İstanbul ile Anadolu yol güzergahında yolculuk yapanlar ne Tavşancıl evlerini, ne Kuva-i Milliye Komutanı Yahya Kaptan’ın anıtını, ne tarihi Mimar Sinan köprüsünü, ne de Çerkeşli ve Demirciler köylerinde yetişen  ve padişah sofralarını süslemiş ünlü üzüm, zeytin ve kiraz bağlarını göremez ve yiyemezler…Tüm bu güzelliklerin olduğunu bir  bilseler Dilovası’na, Tavşancıl’a ve  Çerkeşli’ye uğramadan, misafirperver Dilovası insanının  evine  konuk olup çayını  içmeden  geçemezler..
Biz geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer diyor ve binlerce yıllık kültür ve medeniyet tarihimizin izlerini araştırmak ve gün yüzüne çıkartmak için Dilovası’nda tarih ve kültür yolculuğumuza devam ediyoruz.
 DİLOVASI  İLÇE OLUYOR..
 2008 yılı Kocaeli’nin idari yönetim   tarihi açısından çok önemlidir. Dilovası 1987 -2008  arası  küçük bir belde belediyesi iken  22 Mart 2008 de  ilçe olur. Kocaeli’nin idari yapısı  bu tarihte tümü ile değişir. 45 olan belediye  sayısı 12’ye iner. 7 olan ilçe sayısı da 12’ye çıkmıştır.
Tarihi Tavşancıl  beldesi  ilk kademe belediyesinin tüzel kişiliği kaldırılarak, Tepecik, Çerkeşli, Köseler ve Demirciler köylerinin mahalleleri ile birlikte Dilovası ilçesine bağlanır. Dilovası merkez olmak üzere  köyler ile Kocaeli iline bağlı Dilovası ilçesi  geleceğe emin ve güvenilir adımlar atar.
Kocaeli Yarımadası’nın güney kıyı şeridinde yaklaşık 2000 hektarlık bir alan üzerinde kurulan Dilovası ilçesin de kaymakamlık, belediye binası bünyesinde kurulur.

 ………………………………………………
2009 yerel seçimlerinden sonra da Dilovası’nın Belediye Başkanlığına Cemil Yaman seçilir. Dilovası Belediye Başkanı Cemil Yaman Türkiye’nin en genç belediye başkanlarından biridir. Dilovası’nı “zorunlu bir yaşam alanı” olmaktan ziyade, “tercih edilen bir yaşam alanı”  haline getirmek için yola çıkan Başkan Cemil Yaman bizlere makamında Dilovası hakkında düşüncelerini, hizmetlerini ve projelerini anlattı.
………………………………………………
Dilovası, ilimizin kuzeybatısında yer alan, denizin, yeşilin ve sanayinin iç içe olduğu bir ilçemiz.Kuzeyi ve batısı Gebze ilçesi, doğusu Körfez ilçesi, güneyi İzmit körfezi ile çevrili olan Dilovası, Gebze’ye 8 km, İzmit’e 25 km uzaklıkta. Tavşanlı deresi de denilen Dilderesi yaklaşık 12 km uzunluğunda olup Dilovası sınırları içinden geçerek buradan İzmit Körfezine dökülür. Dilderesi, muhteşem güzelliklere sahip Ballıkayalar tabiat parkını da sinesinde barındırıyor. Dilovası’nın merkezine yakın bir nokta da bulunan bu güzelim tabiat parkını gezmeyi de unutmayın…
Sanayi ovası Dilovası’na, adını veren dil kelimesini merak ettiğinizi duyar gibi oluyoruz. O zaman hemen söyleyelim Dilovası’nın bu ismi nereden aldığını. Üç tepenin arasındaki bir ova da yer alan Dilovası, adını hem bu ovalardan hem de Diliskelesi sahilinde karanın denize doğru yaptığı dil şeklindeki çıkıntıdan almakta.
Diliskelesi’nin en önemli özelliği İzmit Körfezi’nin karşı kıyıya en yakın iki yerinin burada olmasıdır. Hersek burnu ile Diliskelesi arasındaki deniz mesafesi çok kısa olduğu için Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorlukları zamanında önemli yerleşim yeri olan, Bursa ile İznik’e en kısa ve hızlı yoldan ulaşım bu noktadan sağlanıyordu. Artık günümüzde Dilovası-Hersek burnu arasında dünyanın sayılı köprülerinden biri olacak Dilovası Körfez asma köprü yapılıyor.
Sanayide  marka şehir  olan Dilovası  dünya ulaşım  ve lojistik üssü olma yolunda hızla ilerliyor. Dilovası bugün Anadolu’nun İstanbul’a, Balkanlara ve Avrupa’ya açılan önemli kapılardan birisidir. Dilovası limanların, demiryollarının, D-100 karayolu ve TEM otoyolu gibi ulaşım yollarının geçtiği  kavşak  noktasıdır. Sadece sanayi mi? Elbette hayır…. Sanayi ile birlikte insanların yurt yuva kurduğu, Anadolu kültürlerinin birleşip kaynaştığı bir yerleşim yeri haline gelen Dilovası, gelecekte kültürler başkenti olarak da anılmaya fazlasıyla layık bir yer.
………………………………………………
Geniş bir coğrafyaya sahip Dilovası bugün yaklaşık 45 bin nüfusa sahip. Km2‘ye yaklaşık 361 kişi düşen Dilovası, fabrikaların yanı sıra  sivil mimari yapılarıyla da günümüzün önemli yerleşim yerlerinden bir olma özelliğini hala koruyor. Dilovası gerçekten buralardan yeşili ve sanayisi ile bereketli bir ova görünümü arz ediyor. Buralardan ilçe bir başka seyir ziyafeti sunuyor.
DİLOVASI’NA BELEDİYE NE ZAMAN KURULMUŞTU ?
Dilovası, bugün tarihi Tavşancıl, Demirciler, Çerkeşli gibi yerleşim yerleri, merkezdeki mahalleleri, sahili ve tarihi değerleri ile bir bütünlük içinde. Sivil mimari yapıları ile dikkat çeken ilçe de ayrıca, milli mücadele yıllarının meşhur isimlerinden Yahya Kaptan’ın anıt mezarı da Dilovası Tavşancıl’da bulunuyor.
Otoban ve D-100 karayolu, deniz yolu, hızlı tren, Körfez geçiş köprüsü, sahilindeki limanları ve Kurtköy havalimanı ile ekonominin ana merkezlerinden biri olduğu kadar aynı zamanda Türkiye’nin  ulaşım üssüdür.
Türkiye’de 5 organize sanayi bölgesi ve yüzlerce sanayi kuruluşu ile sanayinin kalbi Dilovası’nda atar. İzmit Körfez şeridi ile İstanbul-Ankara karayolu üzerinde yer alan ve hızla gelişmekte olan bir yerleşim yeri.
Dilovası’nda kuzey-güney doğrultusunda uzanan vadi tabanına oturmuş olan sanayi tesisleri İzmit, İstanbul hatta Türkiye’nin önemli tesislerindendir. Ulaşım imkanlarının, ticaret merkezleri ile her yönden bağlantı kurmaya uygun olması, ilçenin hızla gelişmesine sebep olmuştur. İlçe, içinde barındırdığı büyüklü, küçüklü sanayi tesisleri ile adını Türkiye’ye duyurmuş, bu itibarla hızla göç aldığı için köy statüsünde gelişime cevap verememiş ve 1987 yılında Dilovası’na Belde Belediyesi kurulur. Dilovası düzlüğünün dolması sonucu kent, kuzey, kuzeydoğu ve kuzeybatı yönüne doğru gelişirken batıda Gebze ilçesine doğru da genişlemektedir.
Dilovası Belediyesi’nde hizmete talip olurken “yönetim anlayışımızın temelinde insanı sevmek ve işi sevmek vardır” diyen Başkan Cemil Yaman Dilovası’nın en acil ve temel ihtiyaçları olan elektrik, su, doğalgaz, ulaşım gibi alt ve üst yapıda birçok yeniliği halkın ayağına götürdüklerini ifade ediyor.”Halk efendi, biz hizmetkarız” şiarını kendine ilke edinen Başkan Cemil Yaman halkı için çok amaçlı kültür salonu, modern bir hastane, kapalı spor salonları, Tavşancıl sahil projesi ve tarihi evler restorasyonunu çok yakın zamanda hayata geçireceklerini anlattı.
………………………………………………
Dilovası’nda Yerleşim ve Sosyal Hayat   
Tarihsel süreç içerisinde bir çok imparatorluğa ve medeniyete coğrafi konumundan dolayı stratejik noktalarda ev sahipliği yapan bir bölgemizdir Dilovası. Bugün, tarihi, tabiatı ve en önemlisi insanı ile  Dilovası merkezde, muhteşem manzaraya sahip Adatepe’de, tarihi Tavşancıl mahallesinde, Çerkeşli, Tepecik, Demirciler ve Köseler gibi tarihi köylerinde yaşam hala tüm hızıyla devam etmektedir. Bizde tarihin izinden giderek Dilovası’nın güzelim mahalle ve köylerine misafir olacağız. Dilovası’nın tarihi eserlerini, kültürünü ve insanlarını daha yakından tanımadan önce gözlerimizi  Dilovası’nın muhteşem güzelliklerini kuş bakışı gören Adatepe’ye çeviriyoruz. Dilovası, Adatepe’den bir başka güzel görünüyor. Dilovası’nın bir tarafta sanayisi ve mahallelerini, bir tarafta sahili ve köylerini bu tepeden görmek mümkün. Başkan Cemil Yaman, bu bereketli topraklarda çocukluğu ile birlikte büyüyen umutlarını, projelerini bir bir anlatıyor.
Biz bu güzellikleri yaşaması için herkesi buralara davet ediyor ve Adatepe’den Dilovası’na selam ederek, Dilovası’nın güzelliklerini daha yakından tanımak, sevmek ve insanlarıyla kaynaşmak için sanayi ve yeşilin iç içe olduğu bu bereketli ovanın sokaklarına iniyoruz.
Dilovası, tarih boyunca bir çok medeniyetin ulaşım kolaylığını sağlayan ve geçiş noktası olarak görüldüğünden, seksenli yıllardan sonra bölgedeki sanayileşme hızla artar, bu artış beraberinde Dilovası’na Türkiye’nin dört bir yanından insanların gelmesine sebep olur. Ağırlıklı olarak Doğu Anadolu Bölgesi, Karadeniz Bölgesi, Marmara Bölgesi olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanından insanlar gelir Dilovası’na. Günümüzde, kültürel yapılaşma olarak Türkiye’nin küçük modeli diyebileceğimiz bu insanlar Dilovası’nda bir arada yaşamlarını devam ettiriyorlar.
Dilovası İlçesi’nin Tarihi  Eserleri
Tarihi kaynaklara baktığımızda Dilovası tarihinin çok eskilere dayandığı söylemiştik. Dilovası, bugün sanayisi ile olduğu kadar geçmişten bugüne taşıdığı tarihi eserleri ile de göz doldurmaktadır. Biz geçmişten bize kalan bu nadide emanetleri görüntüleyip gelecek kuşaklara aktarmak için Dilovası’nın tarihi duraklarında gezmeye devam ediyoruz. Şimdi ilk durağımız Osmanlı Devleti zamanında Dilovası’nda inşa edilen önemli tarihi köprülerden biri olan Mimar Sinan Köprüsü.
Mimar Sinan Köprüsü
Bu tarihi köprü 16. Yüzyılda Diliskelesi mevkiinde bulunan Dilderesi üzerinde, Kanuni Sultan Süleyman tarafından  Koca Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Köprünün mimarının Mimar Sinan olmasından dolayı da halk dilinde Köprüye Mimar Sinan Köprüsü de denilmektedir. Üç gözlü olan tarihi köprü’nün ayakları ortasında boşaltma gözleri vardır. Uzunluğu ise yaklaşık 20 metre kadardır. Şaşırtıcı olan ise köprü hiç onarım görmeksizin günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.
Dilovası Kalesi ve Dil İskelesi
Diliskelesi’nde zamana meydan okurcasına ayakta kalan bu muazzam köprüden geçerek, bir rivayete göre adını Dilbaba’dan alan Diliskelesi’ne doğru yol alıyoruz.
Dilovası’nda yaşayan imparatorlukların bıraktıkları eserlerden Dilovası Kalesi ve Dil İskelesi bugün Dilovası’nın en büyük mahallesi olan Diliskelesi’nde bulunmaktadır. Geçmişte belirsiz, küçük Libyssa kasabası olarak adlandırlan Diliskelesi tek ününü ev sahibi Bithynia Kralı’na ihanet ettikten sonra Romalılara teslim edileceği belli olan Hannibal’in, intihar ederek öldüğü ve gömüldüğü yer olarak kazanır. Geç Antikite’de Nikomedia ana kara yolu üzerinde bir istasyonuydu Diliskelesi. Kültür ve medeniyetimizin izlerini araştırmak için geldiğimiz Diliskelesi’nde bizi bir yanda balık tutan insanlar, bir yanda da tarihi tren istasyondan geçen yolcu treni karşılıyor. Buralar gerçekten geçmişin nazlı yadigarı. Öyle ki 1950’lili yıllarda aş için iş için Karadeniz’den gelerek Diliskelesi istasyonunun yanında, yurt yuva kurmuş gelinlerin evine misafir oluyoruz.Şimdilerde 55-60 yaşlarında olan o zamanların canlı şahidi bu gelinler bakın bizlere neler anlatıyor.
Diliskelesi Canlı Şahidi ile Röportaj girecek
Diliskelesi, Gebze’nin 12 km doğusunda yer alan en eski yerlerden biri olan Nicamedia’ya bağlı bir kıyı kenti olduğu sanılmaktadır. İsterseniz burada bir parantez açarak, Başbakanlık Osmanlı arşivlerine bakmak faydalı olacaktır. Dilderesi’ne bağlı olarak Diliskelesi adını alan ve tarih içinde Osmanlı topraklarına 1419’da 3 kez katılan bu yöre karşı kıyıda bulunan Hersek’e geçişlerde iskele olarak kullanılmıştır. Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde araştırmalar yaparken,  ünlü gezginimiz Evliya Çelebi’nin  seyahatnamesinde  yazdığı  Diliskelesi hakkında ilginç bir ayrıntıyı da öğreniyoruz. Zamanı durdurup Evliya çelebiye kulak veriyoruz.
” Bir gün  Horasan ereni  bir gezgin  derviş, Orhan Gazi zamanında  Diliskelesi’nin karşı  kıyısındaki  Herseke”e gelir   ve    gemicilere;
“Oğullar beni karşı taraftaki  Dilovası’na   geçirin” der.
Gemiciler dervişi karşı tarafa geçirmeyip giderler. Gönlü yaralı, bilgin ve ârif-i billah derviş hemen eteğine toprak doldurup;
“Biz karşıya Allahü Teala’nın emriyle böyle geçeriz” diye eteğinden toprağı denize döktükçe deniz kara    olup yürüyerek geminin ardı sıra yürür. Gemiciler bu hâli görüp;
“Meded sultanım boğazı doldurup ekmeğimize mâni olup İstanbul’dan İzmit’e gemiler geçmez olur. Lütf edip gemimize girin” diye rica ederler.
O zât da 12.000 adım kadar denizi dil gibi doldurduktan sonra gemiye girerler. Hâlâ onun için Hersek’teki yarım adaya  dil derler ve  dil gibi  sivri bir kumsal  körfeze  girmiş gibi  durur.
Ve derviş hazretleri karşı tarafa geçip keramet gösterip halini açığa vurdukları için derhâl temiz ruhlarını Hakk’a teslim eder. Osmanlı arşiv kayıtlarında adı geçen bu zatın Osmanlı’nın ilk Kaptan-ı Deryası olabileceği de bir başka önemli  bir ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor. Bugün ise Diliskelesi hanı yakının da   Deniz feneri’nin  yakınında Dilbaba Dede medfundur ,Bölge halkı  Dilbabanın kabrinin  bölgede açıl

BOP Çerçevesinde Suriye Hadiseleri ve Türkiye

0

Kapitalizmin bir üst evresi olan küreselleşmeye geçmeye hazırlanman Emperyal Güçler; Ulus Devletleri “etnik, dini ve mezhepsel ayrılıkları kaşıyıp iç harbe götürerek” parçalamak ve uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda “sınırları kaldıran, aynı dil ve parayı kullanan” tek kutuplu yeni bir dünya düzeni kurmak istemektedir. Çünkü Ulus Devletlerin “bayrak, resmi dil, para, eğitim, sınır, hukuk, gümrük, kota, vergi vb. ulusal düzenlemeleri, milli-dini ve kültürel değerleri ile hedef ve ülküleri” küreselleşmeye engel olmaktadır. Bu yüzden hedef ülke üzerinde “BM, NATO, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF vb. uluslararası örgütlerle” hâkimiyet kurulmakta, demokrasi yalanlarıyla oluşturulan teslimiyetçi yönetimler ile egemenliği paylaşılmakta, toplum mühendisliği uygulamalarıyla milli refleksleri kırılmakta ve yer altı ve üstü kaynakları sömürülmektedir.

BOP veya Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi; tek kutuplu dünya arayışının, Avrasya ve Ortadoğu’yu terbiye etme ve dönüştürme projesidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkenin fiziki sınırlarını değiştirmeyi amaçlayan bu projenin bölge haritaları, Afrika’dan-Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Şimdiden; Kore-Rusya-Yugoslavya-Çekoslovakya-Gürcistan-Azerbaycan ve Sudan bölünmüş, Lübnan ve Afganistan kan gölüne dönmüş, Güney Afrika-Filistin ve Irak işgal edilmiş, Litvanya turuncu devrimle karıştırılmış, İran nükleer program bahanesiyle tehdit edilmiş, Somali bombalanmış, Vietnam-Küba-Pakistan ve Hindistan karıştırılmış, Libya-Fas-Tunus-Cezayir-Moritanya-Mısır-Arabistan-Bahreyn-Ürdün-Umman-Yemen ve Suriye Arap Baharı ile iç harbe sürüklenmiş ve Türkiye bölünmenin eşiğine getirilmiştir.

İslam Alemini Sünni-Şii olarak ayırmaya çalışan Siyonist-Haçlı İttifak, Türkiye’yi geri dönüşü olmayan tehlikeli bir oyuna çekmektedir. Batılılarca Suriye’ye yönelik dezenformasyon kampanyası yürütülmesi (Beşşar Esad resmine secde ettirilmeye zorlanan birine ait video, Apo’nun Şam’da olduğu döneme ait fotoğraflar, Hacı otobüsünün kurşunlanma görüntüleri, Mevlid Kandilinde katliam yapıldığı haberleri vb.) ve ülkenin El Kaide sahaya sürülerek Sünni-Şii iç harbine sürüklenmesi, Irak’ın mezhep temelli bölünmesi, Mısır ile İran’ın üstüne gidilmesi ve eşzamanlı olarak Türkiye’de Dersim Hadisesinin kaşınması; çok fazla provokasyon kokmaktadır.

Elbette Türkiye ile Suriye arasında; Hatay, PKK, Ortadoğu Politikalarından kaynaklanan liderlik, su vb. siyasi-ekonomik-sosyal sorunlar vardır. Diktatörlükle yönetilen ve Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye suikast düzenlediği iddia edilen Suriye “Hatay-Şanlı Urfa ve Gazi Antep İllerini kendi sınırlarında gösteren, Türkmenlere eziyet eden, bazı Arap kökenli vatandaşlarımıza ticari avantajlar ile ücretsiz eğitim hakkı sağlayan ve sınıra yakın yerlerde (özellikle halk oylamasında kaybettiği Hatay’da) arazi aldıran, 1. Dünya Harbinde İngiltere ile bir olup bizi arkamızdan vuran, Yunanistan ile aleyhimizde askeri antlaşma yapan, Apo’yu barındıran ve PKK’yı destekleyen” güvenilmez bir ülkedir. Apo ifadelerinde “Suriye’de ilk yerleşimin 1982’de Filistin Kimliği ile ev tutularak başladığını, Şam’da Karargahı olduğunu ve örgütü oradan yönettiğini, Şam’da Kürtçe Okul açtıklarını, bu okulun yanında matbaaları olduğunu ve gazete-dergi bastıklarını, Cemil Esad ile görüştüklerini, siyasi-askeri-finansal-sahte kimlik-sınır geçişi vb. destek aldıklarını, El Muhaberat İstihbarat Teşkilatının kendilerinden Suriye’deki faaliyetlerine göz yumma karşılığı Türkiye’de yoğun eylem yapılmasını istediğini” beyan etmektedir.

Ancak Suriye “PKK yüzünden ilişkiler iyice gerilince” Türkiye ile olası bir savaşı göze alamadığından Apo’yu ülkesinden çıkarmış ve 1998 Adana Mutabakatı ile terör örgütünü desteklemeyeceğini taahhüt etmiştir. Soğuk savaşın bitmesi, Demirperde Blok’unun dağılması, Rusya’nın zayıflaması ve ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra; bölgesel işbirliğine yönelmiş, Türkiye’ye yakınlaşmış ve rol-model almaya başlamıştır. Türkiye’de olumlu adımlar atmış ve iki ülke arasında ortak bakanlar kurulu toplantısı ile gümrüklerin kaldırılmasına varan sıcak ilişkiler kurulmuştur. Fakat Türkiye’nin Arap Baharı ile başlayan isyanlardan sonra çark ederek “ABD-İsrail-AB ve Arap Birliği ile aynı cephede yer alması, sert açıklamalarla Suriye’nin üstüne gitmesi, Suriye’den kaçan rejim muhaliflerini çadır kentlerde barındırması, Suriye’de illegal sayılan Müslüman Kardeşler Örgütü’nün basın açıklamasına göz yumması, Suriye’de kurulan sözde hür orduya silah ve cephane temin ettiği iddiaları nedeniyle” ilişkiler yine gerilmiştir. Beşşar Esad, Ahmet DAVUTOĞLU’na “Suriye’ye nasihat ve tavsiye verebilirisiniz, ama başkalarının buyruklarını tebliğ edemezseniz” demiştir. Bölgede yalnız kalan Suriye; Rusya, Çin ve İran’a yakınlaşmış, Hizbullah ile Hamas’ın desteğini almış ve çıkan isyanları kanlı bir şekilde bastırma yoluna gitmiştir. Bu süreçte önce ABD, sonra Rusya Akdeniz’e uçak gemisi göndermiş ve sular ısınmıştır. ABD’nin BM nezdinde Suriye’ye karşı girişimleri de, Rusya ve Çin’in vetosuna takılmış ve gerilim iyice artmıştır.

Suriye’de rejim değişikliği için yapılan gösteriler, Ortadoğu’da demokrasi isteyen halk ile otoriter yönetimler arasındaki mücadeleyi tetikleyerek; bölgenin güç dengelerini bozacak noktaya gelmiştir. Durumun ciddiyetini anlayan Arap Birliği Suriye’ye baskı yapmış ve hükümet tarihin en büyük siyasi-hukuki-sosyal reformlarını yaparak demokratikleşme süreci başlatmıştır. Ancak uluslararası kamuoyu tüm bunları “rejimin varlığını korumak için yapılan ve inandırıcı olmayan yetersiz hamleler olarak algılayıp” görmezden gelmiştir. Suriye’nin 2012’de çok partili siyasi yaşam için seçimlere gitmesi bu algıyı yıkabilir ve Ortadoğu’nun otoriter yapıdan, demokratik sisteme geçişinde önemli bir köşe taşı olabilir. Devlet-toplum ilişkisinde; din, mezhep, ırk, aşiret, aile vb. bağların yoğun olduğu ve bireysel özgürlükler ile modern vatandaşlığın gelişmediği ülkelerde; bu tür dönüşüm süreçlerinin sancılı olacağı ve rejim yıkılsa bile yeni kurulacak sistemde “Irak’ın işgalinden sonra oluşan parlâmenter düzen gibi” bu bağların etkinliğini devam ettireceği aşikârdır. Bu yüzden Küresel Güçler demokrasi ve reformun “şiddet ve savaşla değil” diyalog ve işbirliğiyle sağlanabileceğini görmeli ve acele ederek Suriye’yi Irak’ın durumuna düşürmemelidir. Batılıların “Suriye’ye harekât düzenleme ve askeri tampon bölge oluşturma” niyetleri tehlikelidir. Suriye’ye “Batılı Devletler veya destekledikleri Türkiye gibi bölgesel bir güçle” yapılacak bir dış müdahale; iç harbe, parçalanmaya ve Ortadoğu’yu karıştırarak 3. Dünya Harbine neden olabilir.

Zaten Batılıların Ortadoğu Halklarını düşündüğü ve demokrasi, insan hakları ve özgürlükler için uğraştığı, tarihi bir yalandır. Bölgenin kalkınmasını hiçbir zaman istememişler ve emperyal planları için çıkardıkları isyan ve savaşlarla, masum insanların katledilmesine yol açmışlardır. Bazı Devlet Adamları, Aşiret Reisleri ve Siyasiler “güç ve itibar elde etmek için Batılılarla işbirliği yaparak” kendi ülkelerini kana bulamışlardır. Emperyal Güçler “kurak bir coğrafyası olan, feodal yapı ve tarım toplumu nedeniyle gelişmeyen, fakir-eğitimsiz ve cahil insanlardan oluşan ve bilgi çağının gerisinde kalan” bu bölgede, toplum mühendisliği uygulamaları ile kaos yaratmışlar ve önümüzdeki süreçte küresel hedefler için yine birçok masumun öldürüleceğini belli etmişlerdir. Dünyanın hiçbir döneminde etnik-dini-mezhepsel ayrılıklar bu kadar gündeme gelmemiş ve insanlar kimlikler ön plana çıkartılarak bu kadar rahatsız edilmemiştir. Bu hayâsız saldırıya karşı uluslararası işbirliği yapmak ve Ortadoğu’nun barış ve istikrarı için; bölge dışı müdahaleleri önlemek ve bir refah alanı oluşturmak elzemdir.

Türkiye; Suriye ile ilişkilerde ihtiyatlı olmalı, mütekabiliyet esasına göre hareket etmeli, bölgesel işbirliği çerçevesinde yakınlaşmaya çalışmalı, fakat Batılılar istiyor diye savaş ilan ederek; Ortadoğu’da kin ve nefret tohumları atılmasına vesile olmamalıdır. Elbette körü körüne Beşşar Esat’tan yana olmak, Suriye’de ki insan hakları ihlallerini yok saymak ve yönetimi ele geçiren Şii-Nusayri grubun, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünnilere yaptığı zulmü görmezden gelmek; doğru değildir. Yanlış olan “komşularla sıfır sorun diye yola çıkan Türkiye’nin” işbirliği ve dayanışmayı arttırarak bölgesinde istikrar ve barış alanı yaratma yerine, Batı ve NATO eksenine iyice kaymasıdır. Türk dış politikasındaki bu hızlı değişim; Türkiye’nin güvenirliğine ve bağımsız bir güç olduğu imajına büyük zarar vermiştir. Türkiye’nin sert açıklama ve müeyyidelerle Suriye’nin üstüne gitmesi ve Malatya’ya Füze Kalkanı için radar kurması; hem bu ülkeyle olan ilişkileri germiş, hem de Rusya-Çin-İran ve Hindistan’ı kapsayan Şanghay İşbirliği Örgütü ile bizi karşı karşıya getirmiştir. Batı ile Doğu arasında sıkışıp kalan Türkiye “tarih bir tekerrürden ibarettir, hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi” sözlerinden ders almamış, muhtemel bir 3. Dünya Harbinde safını çok erken belli ederek husumeti üzerine çekmiş ve iki gemi yüzünden 1. Dünya Harbine giren Osmanlı gibi, iki radar yüzünden savaşın eşiğine gelmiştir.

‘Türk Birliği için Ortak alfabe ve ortak iletişim dili şarttır’

 

‘Türk Birliği için Ortak alfabe ve ortak iletişim dili şarttır.’ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Prof. Dr. METİN KARAÖRS; ‘Bu Mümkündür.’ Diyor.
Oğuz Çetinoğlu: Atatürk; ‘Türk Birliği’ne inanıyorum, onu görüyorum.’ Diyordu. Türk Birliği için önce ‘Dil Birliği’, hiç değilse ‘ortak alfabe, ortak iletişim dili’ gerekiyor. Bu konuda hangi noktadayız? Genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Prof. Dr. Metin Karaörs: Bugün, yıllarca birbirlerinden habersiz olarak yaşamış olan Türk dünyasında ‘derin bir uykudan uyanma’ ve ‘birbirlerinin farkına varma’ gözlenmektedir. Tarihin karanlıklarına gömülmüş veya Kaf Dağı’nın ardına atılmış zannettiğimiz milyonlarca Türk, ışıklı gözleriyle gülümsemeye, tatlı dilleriyle bizlere mahnılar söylemeye başlamıştır. Her gece, her gece yuhularında, ağzı ateş gibi, gözü gökten daha mavi gurdlarla Türk yurtlarını, ana yurt topraklarını dolaşan şairlerimizin rüyaları hakikat haline gelmektedir.
Dünyadaki siyasî, sosyal ve ekonomik gelişmeler, Türk cumhuriyetlerini güçlendirmiştir. Güçlenen devletlerin halkında millî şuur uyandı ve gelişiyor.
Türk toplulukları, dünya üzerinde 20-90 doğu boylamları ile 33-65 kuzey enlemleri arasında, kuş uçuşu olarak doğudan batıya 6-7 bin, kuzeyden güneye 3 bin kilometrelik geniş bir alanda yaşamaktadırlar. Bu kadar geniş sahada yaşayan iki yüz milyona yakın Türk’ü birbirinden farklı gibi gösteren, suni olarak ayıran faktörlerin başında yazı dilleri ve alfabe farklılığı gelmektedir. Bugün, Türk dünyasında üç ayrı kökene dayalı 27 farklı alfabe ve iki büyük yazı diline dayalı 20 yazı dili kullanılmaktadır.
Çetinoğlu: Türkler tarih boyunca hangi alfabeleri kullandılar?
Karaörs: Türkler tarih boyunca birçok alfabe değiştirmişlerdir. Bunların içinde beş büyük alfabe Türk toplulukları arasında tarihte ve bugün en çok kullanılanlarıdır. Orhun ve Uygur alfabeleri, tarihî alfabelerimiz, Arap Rus-Kiril ve Latin alfabelerine dayalı alfabeler, bugünkü Türk dünyasının kullandığı alfabelerdir.
Çetinoğlu: İlk alfabemiz hangisiydi?
Karaörs: Tarihte bilinen ilk alfabemiz 7. asırdan itibaren Göktürk âbidelerinde, Bilge Kağan, Kültigin ve Tonyukuk bengü taşlarında mükemmel örneklerini gördüğümüz, taşların üzerine kazımaya elverişli, bugün Türklerin kullandıkları damga ve savaş aletlerinden gelişerek şekillendiği üzerinde Türkologların ekseriyetle üzerinde anlaşmaya vardıkları, kendi icadımız ve ilk millî alfabemiz olan Göktürk alfabesidir. 10. asra kadar bütün Türk dünyasında kullanılan bu alfabe ile yazılmış mezar taşı, eşya ve kitabelerin sayısı son keşiflerle 300’e yaklaşmıştır.
Çetinoğlu: Bu alfabenin özellikleri nelerdi?
Karaörs: 38 harfli bu Göktürk alfabesinde bitişme yoktur. Her harf ayrı ayrı yazılır. Yazı sağdan sola doğru yazılıp satırlar, yukarıdan aşağıya doğru yan yana tasnif edilirdi. Kelime ve kelime grupları arasında üst üste iki noktanın konduğu Orhun alfabesi ünsüz esasına dayanır. 4 ünlü, 8 yarım ünlü, 26 civarında ünsüzün bulunduğunu Göktürk alfabesinde ünlülerden a-e için bir, ı-i için bir, o-u için bir, ö-ü için bir harf kullanılır, bu harflerin ayırımı ünsüzler sayesinde belli olurdu.
Çetinoğlu: Göktürklerden sonra kurulan Uygur Devleti farklı bir alfabe mi kullanıyordu?
Karaörs: Evet! Sogdak menşeli olan Uygur alfabesi, Hoça, Turfan, Beşbalık gibi Doğu Türkistan şehirlerinde ve Uygur Türkleri arasında kullanıldığı gibi, Karahanlı sahasında da kullanılıp, Hakâniye Türkçesi’nin muazzam eserleri olan Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakâyık gibi eserlerin bazı nüshaları bu alfabe ile yazılmıştır. Bugün dünyanın çeşitli merkez ve kütüphanelerinde yüzlerce sandık dolusu Uygur yazmalarının ancak % 20’si incelenmiş, % 80’i ise gün ışığına çıkmayı beklemektedir.
Çetinoğlu: Uygur alfabesinin de özelliklerinden söz eder misiniz?
Karaörs: Uygur alfabesi, 4’ü ünlü, 14’ü ünsüz 18 harften ibarettir. Sağdan sola doğru yazılan işlek ve bitişik bir yazı olup, yazılması kolay okunması ise oldukça zor olan bu alfabede o ile u’yu, ö ile ü’yü, ayırt etmek zordur. z, s, ş, kalın k, kalın g, h ünsüzleri de bu alfabede birbirine karışmaktadır.
Çetinoğlu: Başka alfabeler de olmalı…
Karaörs: İslamiyet’ten evvelki bazı Türk boylarının, Mani alfabesiyle Mani yazısını, Nastûri-Süryâni alfabesini, Çin ve Tibet alfabe ve yazılarını, Brahmi, Peçenek ve İbrani alfabe ve yazılarını kullandıkları bilinmektedir.
Çetinoğlu: Türkler Arap alfabesini de kullandılar…
Karaörs: Türkler Arap menşeli Türk alfabesini 11. yüz yıldan itibaren kullanmaya başladılar. Batı Türklerinin yaşadığı sahalarda 900 yıla yakın kullanılmış bu alfabeyi bugün Doğu Türkistan, Uygur ve Kazak Türkleri resmî alfabe olarak kullanmaya devam etmektedirler. Ayrıca İran, Irak ve Afganistan’daki Türk boyları da bu alfabeyi kullanmaktadırlar. Sağdan sola bitişik olarak yazılan Arap menşeli Türk yazısında her harfin başta ortada, sonda birbirinden az çok ayrılan farklı şekilleri vardır. 6 harf dışında bütün harfler kendilerinden sonraki harflerle bitişirler. p, ç, ince /g ve j’nin eklenmesiyle Türklerin 28 harften 32 harf çıkardıkları bu alfabede p, ç’yi, b, c’den ayırmak için eklenen noktalar ile, k’yı g’den ayırmak için ilave edilen üç nokta veya keşide çok defa kullanılmıyor, karışıklık meydana getiriyordu. Türkler, ekseriyetle Farsça ve Arapçadan gelen kelimelerin imlasına dokunmadıklarından bu dillerden Türkçeye geçen kelimeler kendi dillerindeki gibi yazıldıklarından uzun zaman çok geniş coğrafyada birlik sağlandı. Türkçe asıllı kelimelerde ise tarih içinde ve coğrafi alanlarda aynı birlik sağlanamadı. Noktalama işaretleri ancak 19. yüz yıl içinde kullanılmaya başlandı. Enver Paşa tarafından 20. yüz yıl başındaki harfleri bitişmeden yazma teşebbüsü (huruf-ı mumfasıla) başarıya ulaşmadı. Kazak Türklerinden Ahmet Baytursunoğlu tarafından geliştirilen ünlü kullanma ve fonetik yazı sistemi kısa bir süre kullanılabildi.
Çetinoğlu: Yazı dilinde durum nasıldı?
Karaörs: Yazı dili, yazıda kullanılan dildir. İlim ve kültür eserlerinde, edebiyatta, yayın hayatında kullanılan dil yazı dilidir. Bir ülkenin aydınları, belirli bir tahsil görmüş okumuşları, konuşurken ve yazarken ortak olan yazı dilini kullanırlar. 7, 8 ve 9. yüz yıllarda merkezi Ötüken olan, ‘Eski Türkçe’ adını verdiğimiz yazı dili, 10 ve 11. yüz yıllarda Kaşgar ve Balasagun gibi şehirlerde de ikinci bir merkez olarak devam etti. Eski Türkçenin Göktürk, Uygur ve Karahanlı devirleri arasındaki dil farkları dinî kelime ve ufak tefek küçük gramer farklılıklarından öteye geçmez. Kaşgarlı bu yazı diline “Hakaniye Türkçesi” adını vermektedir.
Çetinoğlu: Tarihî göçler yazı dilini etkiledi mi?
Karaörs: 13. yüzyıl Türk yazı dili tarihinde ikinci bir yazı dilinin doğduğu asırdır. Orta Asya’daki Türk kütlelerinin Kuzeye ve Hazar Denizi’nin Kuzey ve Güneyinden batıya akması, yeni kültür ve medeniyetlerle temas sonucu, yeni kültür merkezlerinin doğması, Türkçenin içinde uzun zamandan beri kendisini hissettiren gelişme ve tabii değişiklikler, Türk yazı dili birliğini ‘Batı Türkçesi’ ve ‘Kuzey-Doğu Türkçesi’ olmak üzere iki yazı diline ayırdı. 15. asırdan itibaren Kuzey-Doğu Türkçesi, ‘Kuzey Türkçesi’ ve ‘Doğu Türkçesi’ olarak iki önemli kola ayrıldı.
Kuzey Türkçesi, Kuzey Türk bölgelerinde Kıpçak şivesinin ana kaynaklık ettiği yazı dillerini meydana getirdi. ‘Doğu Türkçesi’ ise ‘Çağatay Türkçesi’ halinde 20. asra kadar devam etti ve yerini bugünkü Özbek yazı diline bıraktı. Türk yazı dillerinin en verimlisi olan ‘Batı Türkçesi’ ise ‘Eski Anadolu Türkçesi’, ‘Osmanlı Türkçesi’, ‘Türkiye Türkçesi’ halinde günümüze kadar devam etti. Batı Türkçesi içinde ‘Azerî’ sahası çok az farklı bir daire halinde günümüze kadar geldi.
Çetinoğlu: Bugünkü durum nedir?
Karaörs: Bugün Türk dünyasında Latin, Rus-Kiril, ve Arap olarak üç ayrı kökene dayalı, 27 farklı alfabe kullanılmaktadır.     
Çetinoğlu: Herhalde Rus-Kiril alfabesinin alt grupları ile 27’ye ulaşılıyor…?
Karaörs: Kiril menşeli alfabeler birbirinden farklı 20 çeşittir. Bugün Gagavuzeli, Azerbaycan, Kırım, Başkurt, Nogay, Malkar, Karaçay, Kazak, Kumruk, Karakalpak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Uygur, Tuva, Hakas, Altay, Çuvaş, Yakut Türkleri bu alfabeyi kullanmaktadırlar. Müslümanlık dışındaki Sarı
Uygur, Altay, Tuva, Gagavuz ve Karayim Türkleri (bütün Türkler’in % 1.7’si) hariç bütün Türkler 10. asırdan 1920 yıllarına kadar Arap Harfli Türk Alfabesi’ni kullanıyorlardı.
Çetinoğlu: Türkler neden bu kadar ayrı alfabe kullanıyorlar?
Karaörs: Stalin devrinde Kiril adlı bir papazın Türkleri bölüp parçalayarak ‘ayır ve yut’ siyaseti gereğince icat edip ortaya attığı Kiril alfabelerine Türkler zorla geçirildiler. Bu alfabe parçalama siyasetine Baskakov gibi taraftar olan ve bu sayede Rus kültürünün yükselip cihan-şümûl olacağına inanan Rus aydınları olduğu gibi, Samoylaviç gibi bu siyasete karşı olan Türkleri ve Türkçeyi gerçekten seven bu uğurda sürgün olan Türkologlar da vardır.
Rusya’daki Çuvaş Türkleri 1871’de, Altay Türkleri 1937’de, Kazan, Kırım, Karaçay, Balkar, Nogay, Kumuk Türkleri 1928’de, Abakan ve Yakut Türkleri 1939’da, Kırgız, Kazak, Karakalpak, Başkurt, Özbek ve Azerbaycan Türkleri 1940’ta, Tuvalar 1941’de, Uygur Türkleri 1947’de Kiril kökenli değişik alfabeleri kullanmaya başladılar. Aynı seslerin, her birinde farklı farklı harflerle gösterildiği bu alfabede birlik yoktur.
Çetinoğlu: Arap alfabesi de kullanılıyor demiştiniz…
Karaörs: Bugün Arap menşeli Türk alfabesini İran, Irak, Afganistan ve Çin sınırları içindeki Doğu Türkistan Özerk Bölgesi’nde yaşayan Türkler kullanmaya devam etmektedirler.
Çetinoğlu: Türkiye’de kullanılan alfabe nerelerde geçerli?  
Karaörs: 29 harften oluşan Latin kökenli Türk alfabesi, Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin resmî alfabesidir. Batı Trakya, Yugoslavya, Romanya, Finlandiya, Türkleri de bu alfabeyi kullanıyorlar. 1980-1984 yıllarına kadar Bulgaristan Türkleri de bu alfabeyi kullanıyordu. Irak Türkleri ‘Kardaşlık Dergisi’nin bir bölümünü 1964-1971 arasında Latin harfleriyle çıkardılar. Diğer Türk boylarından çok kısa sürelere Latin alfabesini kullananlar oldu.
Çetinoğlu: Farklılıklar, aynı ırka mensup olmalarına rağmen birbiriyle anlaşamayan grupların oluşmasına yol açmıştır…  
Karaörs: Bütün bu uygulamalar sonunda Türk dünyasında 20 yazı dili meydana geldi: Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Gagavuz Türkçesi, Kazan (Tataristan) Türkçesi, Başkurt Türkçesi, Kırım Türkçesi, Nogay Türkçesi, Karaçay Türkçesi, Balkar Türkçesi, Kumruk Türkçesi, Karakalpak Türkçesi, Kazak Türkçesi, Özbek Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Uygur Türkçesi, Altay Türkçesi, Hakas (Abakan) Türkçesi, Çuvaş Türkçesi, Yakut Türkçesi.
Ruslar da bunu istiyorlardı. Aynı ırkın mensupları Türkler, farklılıklar sebebiyle Türkçe konuşamasınlar, Rusça konuşsunlar ve böylece Rus kültürüne bağlansınlar…
Çuvaşça ve Yakutça Türkçenin en uzak lehçeleri, Türkiye, Azerbaycan, Türkmen ve Gagavuz Türkleri Batı Türkçesi’nin kollarıdır. Diğer 14 yazı dili ise Kuzey-Doğu Türkçesi yazı dilinden doğmuşlardır.
Çetinoğlu: Bu karmaşadan kurtuluş için çalışmalar var mı?
Karaörs: Bütün Türk Dünyası müşterek bir alfabe ve yazı dili kullanmayı arzu etmektedir.
Azerbaycanlı şâir Bahtiyar Vahapzȃde, “Bir halkın alfabesi kaç defa değiştirilebilir? Bir halkın tarihini kaç defa değiştirmek olabilir? Gah Medya’lı olduk, gah da Fars’ın döküntüsü… Gelin kat’i bir şekilde bildirelim ve diyelim ki: ‘Bu halk Azerbaycan Türkleridir.” diyerek alfabe birliği istediğini belirtmektedir.
Kırım Türkleri lideri Mustafa Cemiloğlu ‘Azerbaycan’da Latin alfabesiyle çıkan bazı gazeteleri gördük. Lakin bunlarda bazı farklılıklar var. Bu farklılıkları yok etmek istiyoruz. Türk alfabesinde kullanılmayan bazı harfler var. Kırımlılar, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar hepsi başka harfler koyarlarsa yine olmaz. Dağıstanlılarla bu konuda konuştuk. Millȋ hareket üyeleri razılar. Biz istiyoruz ki Türk Dünyası’nda kullanılan alfabe de hiçbir fark olmasın.’ Sözleriyle alfabe birliğine inandığını belirtirken Romanya Bükreş Üniversitesi’nde Türkolog Enver Mahmut, aynı arzuyu şu sözleriyle dile getirmektedir: ‘Her şeyden önce ortak bir alfabe ve ortak terimler sözlüğü oluşturmamız gerekmektedir. Çünkü Türk lehçeleri arasındaki farkları derinleştiren, zemini oyan, bu iki yapay parazittir.’
Çetinoğlu: Genel bir Türk alfabesi mümkün mü?
Karaörs: Mümkündür. Umumî bir Türk alfabesi ortaya koymanın dört yolu vardır:
1- Eski Türk-Runik alfabesini tekmilleştirmek,
2- Arap alfabesi esasında umumî alfabe oluşturmak,
3- Tamamen yeni, orijinal alfabe koymak,
4- Denenmiş Latin harfleri esasında vahit alfabe kabul etmek
Bütün Türk boyları bu dört yoldan birini müşterek olarak tercih edecek ve alfabe birliğinde anlaşacaktır.
Ortak bir alfabe ve yazı dili bütün Türk boylarının kendi hür irade ve istekleriyle verecekleri kararlar sonunda mümkün olacaktır.
Çetinoğlu: Sizce bunlardan hangisinin uygulanabilirlik şansı yüksek?
Karaörs: Alfabe birliği için teklif edilen yollardan en uygununun ‘denenmiş Latin harfleri esnasında vahit bir alfabe kabul etmek’ yolu olduğu bütün Türk dünyasında gittikçe ağırlık kazanmaktadır.
Latin alfabesi artık dünya milletlerinin gayrı resmî umumî yazı sistemine dönüşmektedir. Bu alfabeden Araplar, hatta Çinliler bile yararlanmaktadırlar. Bu yazı sistemi bütün kıtalarda büyük devletlerin resmî alfabeleri olduğundan dünyanın her yerine yayılmıştır. Türk toplulukları ve Azerbaycan Türkleri umum dünya kültür anahtarlarını yitirmemek için yeni alfabeden istifade etmek durumundadırlar. Bütün müspet ve menfi cihetleri tartışarak Latin alfabesine geçmeyi en doğru yol olarak buluyoruz. Yeni Azerbaycan alfabesi öyle tertip olunmalıdır ki ortak bir Türk alfabesinin yolunu açabilsin.
Çetinoğlu: Bu yönde müjdeli gelişmeler var mı?
Karaörs: İlk safhada Azerbaycan Türklerinin Türkiye Türkçesi alfabesini aynen veya çok küçük farklılıklarla kabul edecekleri anlaşılmaktadır: Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Dr. Anar Rızayef ‘Kiril alfabesinin bırakılacağını bu hususta kararlarının kesin olduğunu’ belirttikten sonra şunları söylemektedir: ‘Ancak bunda aceleci değiliz. Latin alfabesini öğretmeden mevcudu bırakırsak doğacak boşluk edebiyat ve kültürümüzde bunalıma sebep olabilir.
Çetinoğlu: Türk dünyasında kullanılacak ortak alfabe için kurallar belirlendi mi?
Karaörs: Azerbaycanlı âlim Feridun Celiloğlu bütün Türk dünyasında uygulanacak müşterek bir alfabenin bağlı olması gereken kuralları makalesinde açıklamaktadır. 29 harfli Türkiye Türkçesi alfabesi Türkiye’nin fonetiğine en uygun alfabedir. k ve g seslerinin kalın ve ince olarak ayrılmaması Türkiye Türkçesi için problem değildir. Türkçenin ses uyumlarından biri olan “ünlü-ünsüz uyumu” zaten bu meseleyi çözmektedir. Bu uyuma Türkçe kelimelerde ön damak ünlüleri olan e, i, ö, ü ünlüleriyle, ön damak ünsüzleri olan k, g, ğ (yumuşak g), ince l, bir arada, arka damak ünlüleri olan a, ı, o, u ile arka damak ünsüzleri olan k, g, ğ (ğı), h, kalın l bir arada bulunabilirler.
Türkçe kelimelerde kalın k, ince k ile karışmaz. h sesi k’dan türemiştir. Azerbaycan şivesinde çok kullanılmaktadır. Türkçede bulunan normal h’den başka bu hırıltılı h sesini ayrıca alfabede göstermeye lüzum yoktur. Türkiye Türkçesinde mahallî ağızlardadır. Nazal n sesi de mahallî ağızlarda olup normal ağız n’sine dönüşmektedir. Alfabede nazal n için ayrı bir harf koymak bu sesin devam etmesini istemek demektir.
Türkiye Türkçesinin bu hususiyetlerine rağmen, diğer Türk boyları Latin alfabesini geçerken kendi şivelerinin özelliği olarak k, g için kalın ve ince olmak üzere ikişer harf, açık e (a), hırıltılı h (x), nazal n (n), çift dudak v’si (W) gibi sesleri alfabelerine alırlarsa fonetik detaylara girilmiş ve diyalektik özellikler ön plana çıkmış olacaktır. Bu da şimdi uygulanan Kiril alfabesi gibi yine birliği bozup parçalanmalara yol açacaktır.
Çetinoğlu: Sonuç olarak neler söyleyebilirsiniz?
Karaörs: Azerbaycan Türklerinin 29 harfli Türkiye Türkçesi alfabesini kabul etmeleri safhasından sonra muhtemelen Türkiye Türkçesi iki ülke arasında bir ‘üst dil’ olarak benimsenecektir. Daha sonraki kademede bu ‘üst dil’ diğer Türk yazı dillerinden unsurlar alarak zenginleşecek ve daha çok ortak hale gelecektir. Büyük Türk gruplarına ait yazı dilleri, uzun zaman kendileri arasında bir ‘alt dil’ olarak devam ettikten sonra ‘ortak üst dil’in içerisinde eriyeceklerdir. Bu ‘üst dil’de Türkiye Türkçesi’nin diğer Türk lehçe ve şiveleriyle de beslenerek zenginleşmiş ve gelişmiş bir devamı olacaktır. 21. yüz yıl, Türk dünyasında millî şuurun uyandığı, birlik ve beraberlik fikrinin gelişip pekiştiği, şive ve lehçe farklılıklarının ‘aynı dedenin torunları olarak mirası paylaşmaktan ibaret olduğu’, dedenin malı üzerinde birlik ve beraberlik sağlanması gerektiği üzerinde anlaşılan bir asır olacaktır.
Prof. Dr. MEHMET METİN KARAÖRS
1944 yılında Isparta’nın  Uluborlu İlçesi’nde dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Uluborlu’da okuduktan sonra 1962 yılında Kuleli Askerî Lisesinden mezun oldu. 1963 yılında Kara Harp Okulunda öğrenci iken 20-21 Mayıs olayları sebebiyle ayrıldı. Yabancı dil olarak Rusça okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Umumi Türk Dili Sertifikasından Ebu’l-gazi Bahadır Han’ın ‘Şecere-i Türkî’ isimli eserinin bir bölümünü  (metin, edisyon kritik, indeks, sözlük) mezuniyet tezi olarak hazırlayıp 1968 yılında mezun oldu.
1968-1976 yılları arasında orta öğretimde edebiyat öğretmenliği ve idarecilik görevlerinde bulundu. (Burdur Lisesi, Aydın Cumhuriyet Kız Lisesi Müdürlüğü ve Edebiyat Öğretmeni, Aydın Ortaklar Öğretmen Lisesi Edebiyat Öğretmeni ve Müdürü.) 1976 – 1986 yılları arası Bursa Eğitim Enstitüsü daha sonra Bursa Yüksek Öğretmen Okulu Edebiyat Öğretmenliği ve Türkçe Bölümü Başkanlığı görevlerinde bulundu.
1981 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Muharrem Ergin’in danışmanlığında başladığı doktora çalışmasını 1985 yılında tamamladı. Doktora tezi Ali Şir Nevâyî’nin İkinci Divanı Nevadirü’ş-Şebab’ (giriş, dil hususiyetleri, metin) tır. 1986 yılında Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Dili Ana Bilim Dalına Yard. Doç. Dr. olarak tâyin edildi. 1988 yılında aynı üniversitenin Rektörlüğe bağlı Türk Dili Bölümü Başkanlığına da tâyin edilerek bu görevi 6 yıl süre ile yaptı.
1991 yılında önce ilmî bir kongre için daha sonra kendi isteğiyle Kırım’a gidip Kırım Tatar Türklerinin dil ve edebiyatları üzerinde incelemeler yaptı.
1- Eylül 1994’ten itibaren iki öğretim yılı süresince Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunan Hoca Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk Kazak Üniversitesinde Türkiye Türkçesi ve Edebiyatı Öğretim Üyesi ve Bölümün Kurucu Başkanı olarak çalıştı. Ayrıca bu üniversitede görevli olarak bulunduğu sırada 12 Mart 1995 tarihinde girdiği Doçentlik yabancı dil sınavını (Rusça) ve 24 Ekim 1995 tarihinde girdiği Doçentlik Bilim Sınavını kazanarak Doçent unvanı aldı. Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Türkiye Türkçesi Kursları Koordinatörlüğü görevi de yaptı.
2- Kasım 1998’de Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığına tâyin edildi.  Kendi bölümünde Türkiye Türkçesi 1-2, Yaşayan Türk Lehçeleri (Kazak Türkçesi), Türkçe- Rusça Mukayesesi, Çağatay Türkçesi ve Edebiyatı, Türkçenin Yabancı Dillere Etkisi gibi lisans derslerini, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Türkçenin Morfolojisi, Eski Göktürk-Uygur Türkçesi Kazak Türkçesi gibi Yüksek lisans ve doktora derslerini ve Yozgat Fen Edebiyat Fakültesinde Türkiye Türkçesi, Eski Türkçe ve Yaşayan Türk Lehçeleri ve Çağatay Türkçesi ve Edebiyatı  derslerini okuttu.
23 Mart 2001 tarihinde Profesörlüğe yükseltildi.
2002-2003 ve 2003-2004 Eğitim-Öğretim yıllarında Kıbrıs Girne Amerikan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü Öğretim Üyeliği ve Bölüm Başkanlığı, adı geçen üniversitenin Yönetim Kurulu ve Senato üyeliği görevlerinde bulundu.
Eylül 2004 tarihinde Erciyes Üniversitesindeki görevine döndü.
16.07.2006 tarihinde 38 yılı aşkın devlet memurluğu görevinden kendi isteği ile emekliye ayrıldı.
01.09.2008 tarihinde İstanbul Beykent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi ve TDE Bölümü Başkanı olarak çalışmaya başlamıştır. Halen bu görevdedir.
Prof. Dr. Metin Karaörs, akademik çalışma hayatı boyunca; 12 adet yüksek lisans, 2 adet doktora tezi yönetmiş, 142 adet ilmî makale ve bildiri kaleme almış, gazete ve dergilerde 100’den fazla makalesi yayınlanmış, milletlerarası sempozyumlarda oturum başkanlıkları yapmıştır.
Kitap hâlinde yayınlanmış eserleri:
1- TÜRKÇENİN SÖZ DİZİMİ VE CÜMLE TAHLİLLERİ: Erciyes Üniversitesi.  Kayseri,1993  
2- TÜRK LEHÇELERİNDE KARŞILAŞTIRMALI ŞEKİL VE CÜMLE BİLGİSİ: Akçağ Yayınevi. Ankara, 2005  
3- NEVÂDİRÜ’Ş-ŞEBÂB / Ali Şîr Nevâyî: Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 2006
4- TÜRK DİLİNİN SARF VE NAHVİ / Köprülüzâde Mehmet Fuat- Süleyman Sâip: Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara 2006.    
5- KIRIM TATAR TÜRKLERİNİN MASAL VE EFSANELERİ:  Rusça’dan tercüme.  (Basılmaya hazırdır)
6- YAŞAYAN TÜRK LEHÇELERİ:  (KAZAK TÜRKÇESİ)  (2 Cilt hâlinde Ders notu)