10.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1059

İki Muamma: İktidar ve Devlet !

Yaşadıklarımıza bakıp, hem bireysel hem de toplumsal açıdan karamsarlığa düşmemek imkansız. Çünkü nasıl olduğunu pek anlayamadığım uzun süreli bir istikrar (!) da var. Daha ne olacak? Yüzde elli oy  almış bir parti, ezici çoğunlukla tek başına iktidar. Her şeyin kontrol altında ve düzenli olması gerekirken bu olayların cereyan etmesi, insana ister istemez “Hangi iktidar? Hangi devlet?” ve “Nerede bunlar?” diye sordurtuyor.  

Bana göre; Türkiye’nin kurumlarını sarsan, bölücülüğü azdıran, topraklarımızı yabancılara pervasızca satan, madenleri peşkeş çeken, enflasyonu artıran, işsizliğe rekorlar kırdırtan, dar ve sabit gelirliyi ezen, köylüyü ve çiftçiyi perişan eden, hukukta güçlüyü haklı çıkartan ve nihayetinde “Türkiye’de kaç devlet var?” dedirten bir istikrar var.

Böyle bir istikrardan nemalanan fakir, zengin birçok insanın da, bu duruma garip bir rızası ve bundan kaynaklanan suskunluğu bulunuyor.

Son günlerin merakla izlediğimiz gelişmeleri, devletin en önemli kurumu olan Milli İstihbarat Teşkilatı üzerinden yürüyor. Bu kurum; Türk Milleti ve Devleti ile ilgili oyunları bozmak ve geleceği iyi olacak şekilde lehimize kurgulamakla görevlidir. Bu sebeple bireysel ve toplumsal varlığımız açısından çok önemlidir.

Bu istikrar abidesi iktidar zamanında, Türkiye’mizin zayıflatılmayan, itibarsızlaştırılmayan ve güçsüzleştirilmeyen kurum ve kuruluşu kalmamıştır. Şimdi sıranın MİT’e geldiği anlaşılıyor. Ve bütün bunlar, bu kurumları yönetenler üzerinden yapılıyor.

Yargı kurumları, silahlı kuvvetler, muhalefet partileri, medya üzerindeki tasarruflar, yerel yönetimler üzerindeki baskılar ve nihayet MİT Müsteşarının ve bazı MİT görevlilerinin yargı önüne getirilmek istenmesi… Acaba birileri bu kurumlara, bu kurumların çalışanlarına ve Türk Milletine birbirinden değişik mesajlar mı vermeye çalışıyor? Eğer böyleyse herkesin payına düşen mesajı iyi okuması gerekiyor.

Kanaatimce Türk Milletine verilmek istenen mesaj şudur : “Biz öyle bir gücüz ki; sizin her şeyinizle oynarız. Bize makam ve mevki sökmez. Ha bir emekli Genel Kurmay Başkanı ha bir MİT Müsteşarı… Ya dizinizi kırıp oturacaksınız ve sesinizi çıkartmayacaksınız ya da emdiğiniz sütü burnunuzdan getireceğiz.”.

Şimdi size bazı sorular soruyorum:  Yüzde elli oy alarak iktidar olmuş AKP muktedir midir?  Eğer muktedirse bu yaşananlar nasıl izah edilmelidir? Ülkenin kurum ve kuruluşlarının bu kadar yıpratılması bir istikrar göstergesi midir? Bana göre sıradan her vatandaşın, bu ve benzeri soruları cevaplandırması gerekir.

Türkiye’de “Müslümanlar iktidar olsun” diye en küçük yerleşim birimi olan mezra, köy ve mahallelerden başlayarak halkın dini duygularını istismar eden imam, müezzin, şeyh, mürit, öğretmen, muhtar, esnaf vs. şimdi içine düştüğümüz bu vahim durum karşısında, eğer biraz vicdan sahibi iseler Türk halkını uyandırmalıdır.

Odalar ve Borsalar Birliği başta olmak üzere iş dünyasının TÜSİAD, MÜSİAD gibi temsilcileri ile kendini liberal, komünist, muhafazakar, demokrat olarak tanımlayan herkes içinde bulunduğumuz bu durum hakkında bildiklerini ve öngörülerini Türk Milleti ile samimi olarak paylaşmalıdır.

Aysel Tuğluk “iç savaş” a vurgu yaparken, bu iktidarı desteklemiş olan bütün yerel güçlerin ve samimi vatandaşlarımızın, içine düştüğümüz bu durum karşısında vicdanları hiç mi sızlamıyor?

Bu nedenle yaşadıklarımız, bize, MİT Müsteşarının hangi nedenle olursa olsun, aleniyet içinde bir savcı tarafından şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılması bu ülkede “hangi devlet” veya “kaç tane devlet” sorularını sormamıza sebep oluyor. Bu soruları sorma aşamasına gelmemiz ise tüylerimizi diken diken ediyor.

Bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan R.T Erdoğan’ın düştüğü pozisyon onlar açısından talihsiz olduğu gibi her şeyini devletin varlığına bağlamış benim gibi sıradan vatandaşlar için çok vahimdir. Hele TBMM’ye bu konu ile ilgili yasal bir zırh oluşturmak üzere kanun tasarısı sevki ve ardından soruşturmayı yürüten savcının görevden el çektirilmesi gelecek bakımından korkularımızı daha da artıran hususlar olmuştur. Böyle uygulamalar, anayasadaki eşitliğin kağıt üzerinde kaldığını ve güçlülerin hukukunun egemen olduğunu gösteriyor.

Bütün bu gelişmeler; AKP iktidarının gerek iktidara gelmek gerekse iktidarda kalmak için, kendisini iktidar yapan iç ve dış güçlere verdiği tavizler nedeniyle, Türkiye’nin kurum ve kuruluşlarında oluşan zararlar, bizlere gelecekte Türk Milletinin ödeyeceği faturanın bir hayli kabarık olacağını göstermektedir.

Türk Milletinden oy alarak başta ABD olmak üzere küresel güçlerin desteğiyle iktidarını sürdüren AKP iktidarı hem kendisi gelişmeler karşısında şok yaşamakta hem de bizleri şoka sokmaktadır. Artık iktidar da 10 yılını tamamlamış olan AKP’nin mağdur edebiyatına sığınma olanağı da kalmamıştır. Vatandaşlarımız acil değerlendirmeler yapıp, geleceğimiz hakkında doğru kararlar almalıdır. Yoksa sahip olduğumuz topraklar üzerinde birbirinden müstakil ve birbirleri ile çatışan ve bize “kim devlet” diye sordurtan gelişmeler oluyor.

Bizim bilmek isteğimiz şey ise “tek devlet”in olduğu ve adına da “TÜRK” denildiğidir.

 

 

Gaydırı Gubbak Suriye’m

Biz bize yaşarken geldik oyuna. Ortadoğu’da yakan top oynardık; ne Suriye vardı ne Irak ne de bir başkası. Amerika süper lige daha yeni çıkmış, iç transferde büyük ataklar yapmış ve birçok siyahî topçusunu hayat dışı bırakmıştı. Bizim kümede Almanya seri başı, İngiltere çıbanbaşı, Fransa ve Rusya’da ise şike iddiaları almış başını yürümüştü. Ha bir de turnuvaya İtalya yerine giden Yunanistan…
Trablusgarp’a fitne çoktan girmiş, Balkanlar intihar etmişti. Osman babamızı hiç sormayın. Yataklarda perperişan, enkaz-ı viran, cümle yalan dolan… Hanemiz fakir, halimiz garip, ocağımız soğuk, huzursuz ve umutsuz. En uzun güneş tutulmasının şaşkınlığı ve endişesi içerisindeki ehli iman ve ehli vatan bir rüzgar beklemekte; tarihin en büyük ihanet şebekesi Batı Sevenler Derneği ise çifte tellide.
Atatürk’ün sağlam temeller üzerine inşa ettiği ve ömrü boyunca da neşvü nema bulması için büyük gayret gösterdiği Türkiye ile beraber Batı’nın sezaryen doğumlu çocukları Suriye, Irak, Arabistan ve diğerleri… Küvezlerde yaşatılan Kuveyt, ara sıra kalp masajı yapılmak zorunda kalan Pakistan ve yıllar önce elinden tutarak yürümesini öğrettiğimiz Libya… Büyük bir konağın apartmana dönüştürülmüş birer dairesi bile olamadık biz.
İçimizdeki direniş sensörlerini, cihada susamış gönüllerimizi ve zalime olan nefretimizi hep Sovyetler’e nişanladık, tetik düşürdük. Şartlı reflekslerimizi harekete geçiren zillerdi Afganistan işgali, Çeçen direnişi ve Kafkaslar’da her kımıldayan yaprak.
İkiz Kuleler aşkına önce viraneye, sonra da uyuşturucu tadında divaneye dönen Afganistan; El Kaide ile körebe oynarken patlayan bombalar, sıkılan kurşunlar ve akıtılan oluk oluk kan tarihin bir onur savaşıydı(!) sadece. Sovyetler Birliği karşısında efsaneler dozunda mücahit, ABD kurşunlarına hedef olduğunuzda ise hain damgası yeme talihsizliği de taraf olma noktasında önemli bir dersti payımıza düşen.
Halepçe’de beş bin kişinin katili olma ve nükleer tehdit oluşturma suçuyla aranılan Saddam’ı yakalayabilmenin faturasını, bir buçuk milyon insan ve binlerce ırzına geçilmiş kadına ödetmek, adaletin tecelli etmesi adına önemsenmeyecek bir bedeldi diye düşündüğümüzden olacak ki yüreğimizde iman, duvarımızda Kur’an, dilimizde zikir ve elimizde tespih üşümedi, titremedi ve acımadı, acıtmadı; ekmek nimet çarpmadı bizi.
Demokrasi adına yedi ceddi katledilen ve kendisi de taciz edilerek, sürüklenerek, +13 filimleri heyecanında yavaş yavaş öldürülen Kaddafi de gittikten sonra şunun şurasında demokrasiye varmaya ne kaldı? Kim kaldı?
Tabii ki Suriye…
Her gün Suriye’de muhaliflerin verdiği bilgiler üzerinden ölü sayılarının dökümünü yapanların, demokrasi adına verdikleri bu mücadeleyi Irak’tan bir tutam namus, bir testi kan; Libya’dan bir varil petrol ve Afganistan’dan bir sarım otla kutsuyorum.
Heyy gidi dünya!
Yiğit düştüğü yerden kalkar uykularında yeni Osmanlı rüyaları görenlerin, sabah uyandıklarında elbette bir baş ağrısı; elbette Kadim dünyanın “Esatirul evvelin” algılamasıyla dış politika üretmenin hesabını soracak, ümüğünü sıkacak bir Muhammedî direniş, bir Bedir ve Uhud yakındır.  
“Gökyüzünün başka rengi de varmış. Geç fark ettim taşın sert olduğunu” bilgeliğine henüz otuz beşinde ulaşan şair Cahit Sıtkı’yı minnetle anarken suyun insanı boğduğunu ve ateşin yaktığını hâlâ anlayamamış olanlara selam olsun
Her kuşun eti yenmez cinsinden bir lakırdı ve eski aşkların yeni versiyonlarından bir mırıltıyla sözü bitirelim:
Gaydırı gubbak Suriye’m
Nasıl nasıl edelim biz bu işi.
Nikâhımızı kıysın
ABD-İsrail lobisi

Sosyal Yapıya Dikkat!

Futbol sahalarından spor salonlarına, trafiğe ve kadınlara karşı işlenen cinayetlere kadar, toplum terör ve şiddet kıskacına alınmıştır. TV ekranlarında bilhassa dizilerin çoğunda argo, şiddet, vurdu-kırdı görüntüler, yaralamalar, akan kan ve insanların birbirine nasıl kazık atacağı öğretisi ve talimi vardır. Çocuklarımıza kitap değil; altın, tabanca ve tüfek hediye ediyoruz. TV görüntülerinde gayri meşru ve sapmalar, meşru olarak takdim ediliyor. Sonra da millet olarak şiddetten ve terörden şikâyetçi oluyoruz.
Ortadoğu kan ve barut kokuyor. Ülkenin birçok sorunu var, ama ülkeyi yönetenler “Andımız”, “Gençliğe Hitabe”, 19 Mayıs ve milli bayramlara anlam kaybettirmekle uğraşıyorlar. Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerin çoğuna savaş açılıyor, altı oyulmaya çalışılıyor. Bütün bunlara yapanlara bir de muhafazakâr etiketi takılıyor.    
Bir ara AB yetkilileri duvarlarda asılı duran Atatürk resimlerinden rahatsız olmuşlardı. Lozan’ı reddeden sözde dost ve müttefiklerimiz artık Kemalizm’in modasının geçtiğini, yeni Türkiye’nin kurulmasını, ülkenin onların isteklerine göre dönüştürülmesini bize tavsiye etmişlerdi. Bunun kitabını bile yazdılar.
Ortadoğu’da olup bitenleri gördükçe, farklılıklar üstü kalmak, onların üstünde birliktelik arama geleneğimizle öğünüyoruz. Bizim, acı sonuçlar doğuran ve doğurmaya da aday mezhepçi ve etnikçi ayrıştırma ve çatıştırma özelliğimiz olmadı. Bütüncü yaklaşım “tevhid” anlayışı, sadece dini değil; milli bir özelliğimizdir. Prof. Dr. A. Tabakoğlu güzel bir tespitte bulunuyor ve tevhid inancının siyasete akseden yanının “üniter devlet” olduğunu söylüyor.
Türkiye’nin sosyal yapısı üzerine çalışırken intihar ve boşanmalar dikkatimi çekti. Her iki alanda da önemli artışlar var. Türkiye’de intihar sebepleri öncelik sırasına göre şöyledir: 1.Hastalık, 2.Aile geçimsizliği, 3.Geçim zorluğu, 4.Ticari başarısızlık, 5.Hissi ilişki ve istediği ile evlenememe, 6.Öğrenim başarısızlığı. Bu sebeplere rehbersizleşme, maddeci, fertçi ve faydacı ilişkiler, gayesizlik, yalnızlaşma, işsizlik, manevi zayıflama, geleceğe olan beklenti ve güvenin sarsılması da ilâve edilebilir.
En yüksek intihar oranı yüz binde 3.7 ile Ege Bölgemizdedir. Onu, 1.8 ile Karadeniz Bölgesi izlemektedir. En yüksek intihar ilkokul mezunları arasında, cinsiyet bakımından erkeklerde ve evlilerde görülmektedir.
İntiharlar, 1982’den sonra artış göstermiştir (yüz binde 2.4). 2001 sonrası ise, büyük oranda yükselmiştir (yüz binde 3.8). Halen artış yükselerek devam etmektedir.
Aynı yükseliş boşanma oranlarında da vardır. Boşanma oranları 1994-2002 yılları arası %82 artarken, 2000-2008 artışı %186 olmuştur. Gerek intihar, gerek boşanma bütünleşme ile değil; çözülme ile ilgilidir. Türkiye çözülmeye uğraşılıyor. Etnik ırkçılık ve her konuda ayrıştırma marifet sayılmakta ve demokrasinin bir gereği gibi zannedilmektedir.
Asıl sorunlarla ilgilenmek yerine, yeni sorunlar üretmek, insanları birbirine ötekileştirmek, milli kimlikle ve Cumhuriyetle kavgalı olmak herhalde doğru bir çözüm değildir. Öyle görünüyor ki, sandık genelde çözüm getirirken, bu defa sorunlar yumağı ortaya çıkarmıştır.
NOT: 11. Ölüm yıldönümünde Ahmet Kabaklı Hocamızı ve Hocalı katliamı şehitlerini rahmetle ve saygıyla anıyoruz.

Türkiye Yarın Suriye Olur Mu?

Türk hükümetinin başbakanı R.T.Erdoğan, Suriye’deki gelişmeleri, görevi icabı yakından izliyor ama sınırları zorlayarak fazla müdahil oluyor.
Son “men dakka dukka” konuşması da bunun bir göstergesi.
Bir ülkenin güvenlik ve sosyal refahının yüksek seviyelerde olmasında, dış politikanın büyük rolü vardır. Ancak dış politika, karşılıklılık esasında dengeler korunarak yürütülmelidir. Bunu yapamazsanız izlediğiniz dış politika bir “bumerang”a dönüşerek kendinize zarar verebilir.
Türkiye ne yazık ki dış politika da, çok fazla ABD ve küresel güçlerden yana güdümlü bir yol izlemektedir. Bazen de kısa zamanda keskin manevralar ve gerçekliğe aykırı davranışlar yaptığı için, uluslararası kamuoyu nezdinde gülünç duruma düşmektedir.
İş sadece komiklikle izah edilebilecek olsa gülüp geçersiniz. Ama devletlerarası ilişkilerde geçerli olan kural ve teamüller hiçte öyle gülüp geçilecek şeyler değildir.
Kanaatime göre, AKP’nin izlediği dış politika Türkiye’yi sadece ABD’ye değil birçok küresel güce, gelecekte Türk Milleti ve devleti aleyhine zararlı sonuçlar doğuracak bir şekilde, bağımlı hale getirmiştir.
İktidarlar gelip geçicidir ancak milletler ve onun oluşturduğu siyasal yapı olan devletler kalıcıdır. Bu sebeple bu iktidarın faturasını “gidin onlardan tahsil edin” diyemezsiniz. Bugün izlenen tüm politikaların, müspet ya da menfi sonuçları; Türk Milletinin ve devletinin üzerine kalacaktır. Tıpkı Osmanlı – Türk Devletinin borçlarının, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kaldığı ve 1970 yılların ortalarına kadar ödendiği gibi.
Bu nedenle dış politikada atılacak nutukların ve adımların, kılı kırk yararak belirlenmesi icap eder.
Türk hükümetinin, Suriye konusunda izlediği politika yarın ters tepebilir. Unutulmamalıdır ki; haçlı hıristiyan dünyası, Türk devletine uzun yıllardır masa başında bir zırnık bile koklatmamıştır. Onun için “ben masaya koyduğumdan fazlasını alırım” anlayışı Türk dış politikası için doğru bir hedef değildir. Hele bu tavrı; tarihi, dini, kültürel geçmişinizin köklü olduğu toplumların yaşadığı devletlere karşı yaparsanız, büyük bir imaj ve güven kaybına uğrarsınız. Türk bayrağının halen, bazı coğrafyalarda büyük prestijinin olmasının ana sebebi, ecdadımızın haktan, hukuktan, mazlumdan ve mağdurdan yana tavır sergilemelerinden dolayıdır. Onun için maşa olmak bize bir şey de kazandırmaz ve yakışmazda…
Bizler iman ve inanç noktasında kendimizi güçlü olarak nitelendiririz. Bu sebeple, etme bulursun anlayışında inançlarımızdan gelen bir kanıya sahibizdir. Bu nedenle bugün bana yarın sana, tahta tabak hikayesi ve men dakka dukka günlük konuşmalarımızın içinde çokça geçer.
İşin ikinci noktası ise realite yani gerçekliktir. Bu nedenle Beşar Esad’a bunları söylerken kendimizinde hem yaşam felsefemiz hem de gerçeklik açısından “men dakka dukka”dan uzak durmamız gerekir.
Türkiye’de, PKK’nın şehirlerde birçok insanı silahlandırdığı, PKK ile MİT arasında yapılan görüşmelerde de teyid edildi.   Bu silahlandırılan kişiler, yarın Türk Ordusuna ve polisine, Türk bürokrasisine saldırmaya kalksa, buna mukabele edilmeyecek midir? Türkiye’ye böyle bir silahlı kalkışma tuzağı kurulamaz mı? Bunlar birilerinin eline, bizi Suriye konumuna düşürme fırsatı vermez mi?  Ya da yeryüzünde kurulu hangi devlet, kendisini yıkmaya ve rejimi değiştirmeye yeltenenlere karşı kaba kuvvet uygulamaz? Bunun geçerli bir meşruiyeti yok mudur? Sorularına doğru cevaplar verilmelidir.
Yarınlarda Türkiye Cumhuriyeti böyle bir durumla karşı karşıya kalsa, bir sınır komşumuzun başbakanı kalksa “Ya dostum, men dakka dukka” dese, konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde görüşülse (ki; biz Rusya ve Çin gibi yanımızda olacak daimi üye ülke bulamayız, çünkü bu ülkelerin komünizm sürecinde Suriye ile ilgili kuvvetli ilişkileri var ve bu açıdan bu iki ülkeyi tutarlı davrandıkları için kutluyorum) ve Türkiye’ye karşı Libya örneğinde olduğu bir müdahale kararı alınsa, ne yaparsınız?
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin yarınlarda bir Suriye pozisyonuna düşürülmeyeceğini kim söyleyebilir ve garanti edebilir. Çünkü Türkiye’nin de Büyük Ortadoğu Projesi’ne dahil olduğu ve sınırlarının Büyük Ermenistan ve Kürdistan projeleri kapsamında değiştirilmek istendiği sağır sultanın bile bilgisinde olan bir husus.
Onun için Büyük Ortadoğu Projesinin amacı bilinirken ve bu ABD eski Dışişleri Bakanı Condolezza Rice tarafından bölgede sınırların değişeceği açıklaması ile ikrar edilmişken; adı ve makamı kim olursa olsun, kimsenin Türk Milletinin ve devletinin; güvenliği ve geleceği ile oynamaya hakkı yoktur.

İslam’da Hoşgörü

 

İnsanların hem dünyada hem de ahirette mutluluğunu hedefleyen yüce dinimiz İslam, toplumun düzen ve huzurunu sağlamak için insanlar arasındaki münasebetleri sevgi, saygı, kardeşlik ve hoşgörü temeline dayalı olarak düzenlemiştir.

İslam’da hoşgörünün çok büyük önemi vardır. Çünkü hoşgörü; birçok kötülüğün önlenmesine, insanlarla samimi ilişkiler kurulmasına ve güzel dostlukların oluşmasına sebep olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur.”(Fussilet, 41/34)

Hoşgörü (müsamaha);farklı görüş ve davranışları tahammülle karşılama, önemli olmayan hata ve kusurları bağışlama anlamına gelen bir terimdir. Bizden olmayan veya bizim gibi olmayan başkalarına karşı güçlük çıkarmama,onlara müdahale ve baskıda bulunmama ve onların ufak farklılık ve kusurlarını görmezden gelme demektir. (Şamil İslam Ans. Müsamaha Md.Sh. 80)

Hoşgörü genelde hatalara, kusurlara göz yummak ve aldırmamak demektir. İslam, prensip olarak affı, sevgiyi, hoşgörüyü ve uzlaşmayı tercih etmiştir. Müslümanın kendisi, ailesi ve çevresiyle uyumlu olması esastır. (…) İslam’ın hoşgörü anlayışında aşırılık, haksızlık, zulüm olmadığı gibi, tabiî hakkından vazgeçmek ya da gerçek değerlerinden ödün vermek de söz konusu değildir. (DİB. Dini Kavramlar Sözlüğü, Sh. 262-263)

Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadis-i şerifinde “Müsamahakâr (hoşgörülü) ol ki sana da hoşgörülü davranılsın” (Ahmed b. Hanbel, I. 248)  buyurarak hoşgörülü olmayı tavsiye etmiş ve böyle bir davranışın aynı şekilde karşılık göreceği de açıklamıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), dünyada Allah’ın kullarına hoşgörüdavrananlara Allah’ın kıyamette görevli meleklerine hoşgörülü davranmalarını emredeceğini(Ahmed b.Hanbel, I, 5) haber vermiş, başka bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmuşlardır: “Allah katında din, hoşgörüye dayalı İslam dinidir.”(Buharî, İman, 29) Yani İslam, inanç konusunda insanlara kesin, tam bir hürriyet tanımış; hiçbir zaman zor kullanarak kendi düşünce ve prensiplerini kabul ettirmemiştir. Nitekim Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de; “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır” (Bakara, 2/256)buyurmuştur.

Hoşgörü, insanî ilişkilerde her türlü iyilik kapılarını açan, kin, nefret, düşmanlık ve kötülük kapılarını kapayan bir anahtardır.İnsan kalbinden kin, nefret gibi kötü duyguları atar da yerine sevgi, saygı, merhamet ve hoşgörüyü yerleştirirse her şeyi güzel görmeye, herkes hakkında iyimser düşünmeye başlar. Neticede hem kendisi huzurlu ve mutlu bir insan olur, hem de çevresine huzur ve mutluluk saçar.

Müslüman, Allah’ın yarattıklarına Yunus’un,“Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü”dediği gibi Allah için sever. İnsanlara karşı hoşgörülü davranır, şahsına karşı işlenen kusurları affeder, asla kin gütmez. Bir insanın, diğer insanlara karşı gösterebileceği en büyük fedakârlık, hoşgörüdür.

İnsan hoşgörüyü evvela yakın çevresine, iş arkadaşlarına, dost, akraba ve diğer bütün kardeşlerine göstermeli özellikle aile içinde son derece hoşgörülü olmalıdır. Anne-baba çocuklarına müsamaha göstermeli ve bu konuda örnek olmalı, çocuklar da anne-babalarına yumuşak ve hoşgörülü davranmalıdır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler vardır. Onlardan sakının. Ama hoş görür, kusurlarını affeder ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Teğâbûn, 64/14)

Peygamber (s.a.s.) Efendimiz son derece hoşgörülü bir insandı. İslam dinini tebliğde, aile fertlerine karşı davranışlarında,  inanan-inanmayan bütün insanlarla olan münasebetlerinde daima hoşgörülü olmuştur. İnsanların kusurlarını affetmesi, onlara yumuşak davranması ve en azılı düşmanlarına karşı bile müsamaha göstermesi nedeniyle birçok kişinin iman etmelerini sağlamıştır.

Allah Resûlü hiçbir zaman nefsi için öfkeye kapılmamış, intikam almamıştır. Ancak Allah’ın yasaklarının çiğnenmesine ve adaletin bozulmasına da müsaade etmemiştir. (DİB. Dini Kavramlar Sözlüğü, Sh. 262-263)O’nun bu anlayışı ve hoşgörüsü Kur’an-ı Kerim’de şöyle övülmüştür: “O vakit sen Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet: bağışlanmaları için dua et.” (Âl-i İmrân, 3/59)

Hoşgörü, Müslümanların en önemli özelliklerindendir. Bizim inancımızın temelinde, kendi tarih ve kültürümüzde hoşgörünün en güzel örnekleri vardır. Sevgi ve hoşgörü abideleri Mevlana ve Yunusları yetiştiren işte bu kültürdür. Asırlarca Osmanlı diyarında Müslümanlarla gayr-i Müslimler bir arada barış içinde yaşamışlardır. Bugün de aynı hoşgörüyle yaşamaktayız. Bundan sonra da yine Peygamber Efendimizi ve Müslüman ecdadımızı örnek almalı, aramızda sevgi, saygı ve hoşgörüyü hâkim kılarak, birlik ve beraberliğimizi korumalıyız.

Yunus’tan Mülhem Kardeşlik Üstüne

0

“Hakkı gerçek sevenlere
Cümle alem kardeş gelir.”

Diyen Yunus Emre, demek istiyor ki, Mü’minler yani inananlar kardeştir. Doğuş değil, oluş asıldır. Kabil ve Habil, aynı ana-babanın evlatları. Doğuşları aynı ama oluşları yüzünden biri Cehennem’de, diğeri Cennet’te. Nuh’un (a. s.) oğlu Kenan, doğuşu yüzünden değil, oluşu yüzünden dalgalar arasında gark edilip, ebediyyen Cehennemlik oldu. Bilal-i Habeşi/ Köle olan Habeşli Bilal; oluşu yüzünden ebediyyen Cennetlik olduğu gibi. Halen de anılıyor. Kıyamet’e kadar da yad edilecek. Selman-ı Farisi / Farslı Selman, Süheyb-i Rumi / Rum’lu, o zaman ki Bizanslı Süheyb, Ma’ruf-u Kerhi / bir Hristiyan çocuğu ve bu gibi sayısız zevat; oluşlarıyla değil doğuşlarıyla kazandılar.

İslam da aynı doğuşta ve aynı yerde olanların değil; aynı oluşta olanların kardeş olduğunu söylüyor. Bunun içindir ki hitaplar: “Eyyühennas! / Ey nas! / Ey insanlar!” şeklindedir. Bundan dolayıdır ki, asrın büyük alimi: “Din, Dil bir ise, Millet birdir. (Dikkat!) Din bir ise Millet yine birdir.” diyor. Çünkü bütün insanlar Allah’ın kulu, ama Allah’ın rızası, kendisini tanıyanlaradır.

Kaldı ki ancak aynı Birlerin etrafında kenetlenenler gerçek birliği teşkil ederler. Yalçın bir kaya gibi sağlam ve dayanıklı olurlar. Aynı Birlerden mahrum olanlar ise, kum yığını gibidirler. En ufak rüzgarda tarümar olup dağılırlar. Öyleyse nelerdir bizi oluşta birliğe götüren Birler? Denirse, derim ki: Bizim Allahımız bir. Peygamberimiz bir. Kitabımız bir. Mihrabımız bir. Minberimiz bir. Kıblemiz bir. İsimlerimiz bir. Bayrağımız bir. Bayrağımızdaki Hilal bir. Devletimiz bir. Bir bir bir. Sayısız Birler; birliğimizin nişaneleri ve tapuları hükmünde.

İhtilaflarımız arızi, muvakkat ve geçici olup çakıl taşları hükmündedir. Uhud dağı mesabesindeki; bizleri kardeş yapan sayısız Birler; çakıl taşları hükmünde olan şeylere feda edilmez ve edilmemeli. Yoksa  -Allah etmesin-  imamesinden kopmuş tesbih taneleri gibi, dağılır ve indallah mes’ul oluruz.

Unutmayalım ki, toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. Aramıza tefrika girdiği taktirde ise, işte felaket asıl o zamandır. Bu öyle vebali büyük bir tehlikedir ki, büyük islam mücahidi ve ittihad-ı islam’ın en gayur hadimi / en gayretli hizmet edeni Yavuz  Sultan Selim Han; milletin ihtilafa  düşmesinden öyle endişe etmiştir ki, bu acıyı daha ölmeden önce kerametvari bir şekilde-  hissetmiş. Milletin dikkatini birlik ve beraberliğe çeken şu mısraları söylemekten kendini alamamıştır:

“İhtilaf u tefrika endişesi
Kuşe-i kabrimde, hatta bikarar eyler beni
İttihatken savlet-i a’dayı def’a çaremiz
İttihat etmezse millet, dağdar eyler beni.”

Evet Aziz Milletim! Birlik ve beraberliğin kıymetini bilmeliyiz. Çünkü Osmanlı, küffar karşısında muvaffak olmanın ilk ve baş şartı olarak evvel emirde Anadolu’da birlik ve beraberliğin sağlanması gerektiğini görmüş ve bunu ancak iki buçuk asırlık bir zaman zarfında

gerçekleştirebilmiştir. Osman Bey’le başlayan bu gayret ve faaliyet, Mehmet Çelebi’yle devam etmiş, Yavuz’la noktalanmıştır. Nitekim, bugünkü milli hudutlarımız Yavuz’un 1514 Çaldıran ve 1517 Ridaniye zaferleriyle gerçekleşmiştir.

Aziz Millet! Bilirsiniz yapmak zor, yıkmak kolay. İki yüz yılı aşkın bir sürede gerçekleşen

322

ve halen devam eden birlik ve beraberliğimizin kıymetini bilelim. İrtibatsız ittihat olmaz deyip,birbirimizle daha çok kaynaşalım. Koca Yunus’un dediği gibi: “Sevelim sevilelim.” Oluştaki kardeşliğimizi bozarak, düşmanı sevindirmeyelim. Allah’ı da karşımıza almayalım. Çünkü bizzat Allah: “Mü’minler kardeştir.” diyor.

Birbirimize karşı eksiklerimiz, noksanlarımız olabilir. Bunlar arızidir, giderilir. Ama hiçbir şey, hiçbir sebep kardeşliğimizi, oluştaki bütünlüğümüzü bozmak için sebep olamaz, ileri sürülemez.

Aziz Millet! Bizler doğusuyla, batısıyla, güneyiyle, kuzeyiyle yek vücutuz. Şu karışık hadisat dalgaları içinde aynı gemideyiz. Ya hep beraber yaşarız, ya hep beraber batarız. Ortası yok bunun. Fakat ümitsizliğe mahal yok. İnşallah on asır birlikte yol aldığımız, hadisat dalgalarını arşınladığımız bu vatan gemisinde; yine Kıyamete kadar yol alıp, kader birliği edeceğiz.

Benim buna inancım tam. Çünkü bu Devlet ve bu Milletsiz bir dünya düşünemiyorum. İşte dünyanın Kıyameti asıl o zaman kopar diyor ve bu inancımı; Mithat Cemal Kuntay ‘ın şu meşhur beytiyle destekliyorum:

“Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta
Çekmez kürenin sırtı bu tabut-u cesimi.”                    

Fakat Aziz Millet! İş bu kadar basit ve kolay değil. Şarta bağlı. Nedir bu şart? Derseniz; hepimiz biliriz ki: Hz. Ömer, Aşere-i Mübeşşere’den. Yani Cennetle müjdelenmiş on kişiden biri. Buna rağmen taat ve ibadetine devam eder! Derler ki: “Ya Ömer! Sen ki, Cennetliksin. Kendini niçin bu kadar harab ediyor; ibadet üstüne ibadet ediyorsun?”  Hz. Ömer: “Ömer namaz kılmazsa, yine Cennetlik mi?” Susarlar. Evet Hz. Ömer Cennetlik ama şarta yani, Cennetlik halini devam ettirmesine bağlı.

Aynen onun gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ber-devam oluş /devam ediş keyfiyeti de şarta bağlı. Yani, bizlerin birlik ve dirliğine. İrtibat ve ittihadına. Nitekim, birlik ve beraberliğimizin kıymetini bildiğimizi; on asırlık beraberliğimizle te’yit etmiş ve doğrulamışız. Bundan dolayı aynı birlik şuuru içinde olduğumuzdan asla şüphe etmiyoruz. Fakat her zaman olduğu gibi, yine birlik ve beraberliğimizin düşmanları var ve pusudalar! Aman fırsat vermeyelim.

Unutmayalım ki, bizim aklımız Kur’an, milliyetimiz İslamiyet. Bizler Yavuzların ve İdris-i Bitlisilerin torunlarıyız. Elbette onların birlik ve dirlik şuurlarının varisleri ve yürütücüleriyiz.

Değerli okur! Beni bu tarz yazmaya iten husus, Yunus’un şahs-ı manevisi. Çünkü Yunus Emre, birlik ve beraberlik için cuş u huruşa gelmiş bir İslam şairi. Ömrünü milletin dünyevi ve uhrevi saadetini kazanması uğrunda harcamış:

“Kasdım budur, şehre varam
Feryad u figan koparam!”

Diyerek, vatanın her tarafını gezmiş, birlik ve dirlik tohumlarını, sevgi tomurcuklarını:

“Gelin tanışık idelim, işin kolayın tutalım.
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz!”

Altın sözleriyle her tarafa saçmıştır. Akif’in Mehmetçik için:

“Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhidi.
Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi.”

Dediği gibi, biz de Yunus Emre için şöyle bir nazire yapabiliriz:

Ne büyüksün ki, sözün kurtarıyor Tevhidi.
Şairlerin şairi ancak bu kadar diyebilirdi.

 

323

 

Hakikaten Mehmetçik, nasıl ki, vatanın maddesini koruyorsa, Yunusçuk da, vatanın manasını koruyor. Kaldı ki, “Tevhid” mefhumunda; hem madde hem de mana içiçe. Çünkü  “La ilahe illallah” demekle Tevhid’e inandığımızı, birlik ve dirlik içinde olmakla da “Tevhid” içinde yaşadığımızı göstermiş. Kısacası, her iki halde de Tevhid’i kıble edinmiş oluyoruz.

Madde ile mana el ele verdikçe, bizi bu yerlerden kim koparabilir?

Yunuslarımız oldukça, manamıza kim dokunabilir?

Fakat bunların olmaması için, Yunus Emre’yi sadece bilmek değil, anlamak da lazım.

KCK – PKK

Hükümet’in son uygulamalarına bakacak olursak PKK konusunda 9 yılda yaptığı başarılı işlerden birisinin, KCK operasyonlarının olduğunu göreceğiz.
Hepimiz hatırlarız Türkçemizde meşhur bir tekerleme vardır, yumurtamı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan çıktı? Bunlar tabiî ki bizleri pek ilgilendirmiyor hangisinin, hangisinden çıktığı. Ama şu bir gerçek ki herkes KCK’yı, PKK nın şehir yapılanması olarak görüyor. Lâkin ben bu görüşlere katılmıyorum, nedenini sizlerinde aşikârane gördüğünüz gibi KCK operasyonları neticesinde gerek kırsal alanda ve gerekse büyük şehirlerdeki terörist faaliyetlerde hissedilir derecede büyük bir azalma ve çözülmeler var buda gösteriyor ki KCK besleyip büyütmez ise PKK nın yaşama şansı yok.
Bunun ana nedenlerinden birisinin, operasyonlar neticesinde tutuklanan KCK’lı lar dan sonra örgütün başsız ve beyinsiz kalmasına bağlayabiliriz. Hatta ileriki günlerde de göreceğimiz gibi bu tutuklananlardan bir kısmı itirafçı bile çıkacaktır. Büyük şehirlerimizde gömülü bulunan silahların çıkarılması bizleri bu konuda maalesef haklı çıkarıyor. Aynı zamanda yapılan baskın ve operasyonlar neticesinde finans kaynaklarına büyük ölçüde darbe indirildiğini hep birlikte şahit olacağız. Bombalar, sigara ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi…
Bundan yirmi sene kadar önce rahmetli Alpaslan Türkeş’te buna benzer ama çok daha detaylı şekilde operasyonlarla PKK nın bitirilebilineceğini söylemişti, fakat o günkü iktidar yetkilileri bunun tam tersini yaptılar. Bu durumda şunu gösteriyor ki hem Türkiye’nin yirmi senesi ziyan, hem de binlerce insanımıza gerçekten çok yazık oldu. Ekonomik olarak kayıplarımızda bu işin cabası.
Yalnız şunu da belirtmemiz gerekir ki eğer bundan sonraki süreç çok iyi ve akıllıca kullanılmazsa inanın ki Türkiye de şartlar çok daha çetin ve vahim olarak gelişme kaydedecek. Hükümetin bu zamana kadar uyguladığı bazı saçma sapan akıl dışı teşebbüs ve yaptırımlar, ülkemizi nerdeyse dönüşü olmayan bir yola sürüklüyordu. Daha birinci kürt açılımı ( Milli birlik, Demokratik açılım!!!) hafızalardan silinmeden Başbakan Yardımcısı sayın Beşir Atalay tekrar açılımlardan bahsetmeye başladı. Halbuki en azından geçmiş süreçten ve gelişen olaylardan bir ders çıkarılmalıydı. Hatada ısrar etmek, belki kişilerin egosunu tatmin eder ama, mevzu bahis memleket meselesi olunca affedilmez ve kaçınılmaz hatalara sebebiyet verebilir…
Şu da bir gerçek ki yapılan her yanlış bir söz, konuşulan her hatalı kelime karşı tarafı aşırı bir şekilde cesaretlendirip, küstahlaştırıyor. Onun için gerek siyasi konuşmacılar, gerekse bürokratlar ağızlarından çıkan söze çok dikkat etmeleri gerekiyor.
Hele, hele suyun ve petrol’ün bulunduğu bir coğrafyada yaşıyorsanız sadece bulunduğunuz bölgeyle değil; iştigal alanınız bütün dünya olmalı…

Sürükleniyoruz (1)

0

Başbakan, Mevlit Kandili akşamı Beşar Esad’ın silahlı güçlerinin Humus kentine yaptığı saldırıyı ve halkın katledilmesini kastederek;” Humus’un hesabı er geç sorulacak” diye haykırıyor.

Batı basınıyla paralel hareket eden yerli basın, hep aynı haberleri veriyor ve biz, Esad’ın Humus halkını katlettiğine inan(dırıl)ıyoruz. Bu haberler doğru da olabilir ama neden kandil akşamı?

Mübarek gecede Humus’a ‘saldırmak’ Esad’ın planı mıydı, ‘saldırtmak’ muhaliflerin planı mıydı?

Esad ailesinin geçmişinde kara bir leke olan ‘Hama’ katliamını hatırlayınca, bu saldırı Esad’a yakışıyor.

Saldırının sonuçlarının kime daha çok yaradığına bakınca; ABD, AB, Arap Birliği, İsrail ve Türkiye destekli muhaliflerin özellikle o geceyi seçtikleri anlaşılıyor.

Bu durumda ilk saldıran Esad olamaz, olsa olsa Esad’ın güçlerine saldıran muhalifler, Esad’ı karşı saldırıya mecbur bıraktılar ve Esad bu oyuna geldi veya O, tam bir ahmak!

ABD ve yandaşları bunu hep yapıyorlar. Irak’ın işgal sebebi de Saddam’ın kimyasal silahlarıydı!

Açıkça görülüyor ki, Esad, kendiliğinden gitmeyecek. Kaddafi gibi vuruşacak.

Esad’ın Kaddafi’den farkı; tamamen izole edilememiş olmasıdır. İran’dan ve Rusya’dan açık destek alıyor. Destekçiler arasına BM’de veto hakkını kullanan Çin de katıldı.

Bu durumda Suriye’ye gerçekleştirilecek sıcak harekâtın sadece batılı güçlerin katılmasıyla başarılması çok zor görünüyor.

Başta Türkiye olmak üzere bazı Arap devletlerinin de sıcak destek vermesi gerekecek.

Bunun için Türk halkının ve bölge Müslümanlarının desteğine ihtiyaç var.

Halkın desteği olmadan ne Türkiye böyle bir harekâta katılabilir ne de diğer Müslüman devletler.

Harekâta katılmak demek; yeni vergiler ve tabutlarda yeni şehitler demek ve bunu ancak halk kendi kararıyla göğüsleyebilir. Neticesinde; ‘kendim ettim kendim buldum’ deyip kaderine razı olur, kimseyi suçlayamaz.

O nedenle Türk halkının ve bölge Müslümanlarının iyi bir mühendislik çalışmasıyla isteklendirilmesi gerekiyor.

Humus saldırısının Sevgili Peygamberimizin doğum gününde gerçekleşmesinin ve tek taraflı yayın bombardımanının esbabı mucibesi budur.

ABD, abasının altından gösterdiği PKK destekli Kürt kartıyla Türkiye’yi kendi dümen suyunda bir kan denizine doğru sürüklüyor.

BOP maceramız bize pahalıya mal olacak. Bu macerada Türk Devletinin üstüne daha önce Kaddafi’nin kanı sıçramıştı, şimdi ellerine Esad’ın kanı bulaştırılacak.

Kimse Mübarek, Zeynel Abidin Bin Ali, Kaddafi ve Esad’ı bahane ederek ezilen masum halklar edebiyatı yapmasın. Herkes Saddam’ı götürenlerin Irak’a getirdiği demokrasiyi hatırlasın…

Kaddafi Libya’da çıkarılan bir iç savaş sonunda kendi halkına katlettirildi. Şimdi Libya halkı bir lokma ekmeğe muhtaç ve Kaddafi’yi mumla arıyor.

Libya halkının içine düşt(şürüld)üğü bu acıklı durum, NATO devletlerinin ve tabi Türkiye’nin umurunda mı?

Libya halkı; elektrik, su, doğalgaz, eğitim ve sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanıyordu. Vergi ödemiyor, benzinin litresini 20 kuruştan satın alıyordu. Evlenen çiftlere daire veriliyor ve her aileye ayda 300 Euro yardım yapılıyordu.

Irak’a demokrasi getiriyoruz diye işgal edip milyonlarca Müslüman’ı katledip yüz binlerce Müslüman kadına tecavüz eden işgalciler masum, Kaddafi, Tiran!.. (devam edecek)

 

 

Demokrasi ve İslam – 2

0

Hıristiyanlarca Hz İsa (as) tarafından kutsanmış

Melekler tarafından korunduğuna inanılan İstanbul

II. Mehmet tarafından fethettiği zaman

Hıristiyan din adamları bu Türkler bizim inancımıza ve ibadetlerimize yasak koyar,

Bizi zorla Müslüman yapmaya çalışırlar

Müslüman olmayanları da öldürürler düşüncesiyle

Ayasofya’da toplanıp ağlaşırlarken Fatih (cennet mekân) onlara inanç ve ibadetlerine yasak getirilmeyeceğini ibadet yerlerine dokunulmayacağına dair teminat verir.

Ve de öyle yapar.

İşte bu İslam’ım başka inanç ve düşüncedeki insanlara yaklaşım tarzıdır

Bu anlayışı dini bir davranış olarak görmeyelim

Demokrasi ve demokratlık gereği yönetimde olan, gücü elinde bulunduran insanların kendilerinden farklı değerlere sahip olan herkesime aynı yaklaşım tarzını göstermesi gerekmez mi?

Bizim tarihimiz medeniyet tarihidir

Bu ve benzeri örneklerle doludur.

Günümüzdeki insanların zihin yapısı ne İslam’a nede demokrasiye uyar.

Zaten birine uysa diğerine de uymuş olur

Nasıl mı?

Üniversitede okumaya hak kazanmış bir genç kızın giyimine kuşamına karışmak yasak koymak hangi zihin yapısıyla bağdaşır.

Ülkemizde ve dünyada despotizme karşı bir başkaldırı var

Öyleyse napalım

Hiç bir şey yapmamak olmaz.

Bir cinlik yapalım

Hizmet alan hizmet veren ayrımını getirelim

Okurken serbest olsa bile görev yaparken yasak olsun

Tamamen serbest olursa başörtülü öğretmen, avukat, doktor, hakim, savcı, milletvekili, bakan, başbakan hatta ve hatta cumhurbaşkanı olursa demokrasi memokrasi kalmaz.

Bizim yaşam tarzımıza müdahale edilir.

Bazı kesimler korkularıyla yaşayarak etrafa korku salmayı seviyorlar

Dikkat ederseniz birinin varlığı diğerinin yokluğu üzerine kuruluyor..

Bu zihniyetin üst tarafında koyu bir kasıt alt tarafında da koyu bir cehalet hâkimdir.

Bu anlayış İstanbul un fethi sırasında kiliselere toplanarak ağlaşan

Hıristiyanların durumuna benzer.

Daha fazla hür daha fazla mutlu olacaklarından haberleri yok.

Dinde demokraside diğerini yok saymaz.

Farklılıkların bir arada beraberce ve dostça yaşamasını ister.

Dinde bir kişi dahi olsa bütün insanların inanç, ibadet, giyim kuşam ve değerleri

Garanti altında olduğu gibi demokrasilerde de aynı olmalıdır.

Aksi düşünülemez ve de savunulamaz

Efendim bizim ülkemizin nevi şahsına münhasır hassasiyetleri var.

Geç bu ayak oyunlarını

Koktu bunlar.

Bizim insanımız her şeyin en iyisine layıktır.

İslam’daki istişare; ehil olan her insanın düşüncesinin dile getirilmesi ve yönetime yansıması olayıdır.

Uhud savaşında meydan muharebesi yapılması fikri Bedir Savaşına katılamamış kahramanlıklarını göstermek isteyen genç sahabelerin görüşü idi ve öyle yapıldı.

Hendek savaşı sırasında hendek kazılması fikri İran asıllı olan Selman’ı Farisi’ye aitti.

Ve öyle yapıldı

İslam’daki istişare parmak kaldır indir ya da parmak sayısına dayalı bir karar alma mekanizması değildir.

Günümüzde olduğu gibi lider sultasına dayalı; isabet buyurdunuz siz en iyisini bilirsiniz mantığıyla da hareket etmez.

İslam’ın insanlara tanıdığı hak ve özgürlükler günümüz ileri demokrasilerin tanıdığı hak ve özgürlülerden çok daha ileridir.

Neden?

İnsan en kıymetli varlıktır, her şeyin en iyisine layıktır.

Farklılıklar zenginliklerimizdir.

Farklılıkların yanında benzerlikleri de görmek lazım.

Allah (cc) zati sıfatları olduğu gibi subuti sıfatları da vardır.

Bu yazıyla batıla hak elbisesi giydirmeye çalıştığım düşüncesine kapılanlar olursa

Lütfen sakın bir kafayla yazıyı baştan sona bir daha okusunlar

Ben katıksız bir Müslüman’ım

Bi iznillah öylede kalmaya niyetliyim.

Biz Müslümanlar olarak dinimizi ve tarihimizi doğru bilirsek

Olayları daha sağlıklı değerlendirir

Yarınları daha iyi şekillendiririz.

Geleceğiniz aydınlık

Kalbiniz iman

Eviniz huzur dolsun

Yinede sürçü lisan etti isek affola

Aydınlık yarınlarda buluşmak temennisiyle

Gençlik ve Manevi Medeniyet

Evim Üsküdar da olduğu için her sabah, akşam vapur seyahati yapıyorum. Çünkü yazıhanem Sultanahmet’tedir.

Bir gün Üsküdar’dan  Eminönü’ne geçerken vapurun arka kısmında oturuyordum. Aynı salonda yaşlı bir bayan ve genç ve güzel kızı ve üniversite öğrencilerinden birkaç kişide aynı salondaydı. Öğrenciler neşeli neşeli konuşuyor, karşılarındaki kıza kendilerini göstermek için habire nükteler savuruyorlar. Eski hatıralarını, lisede derslerden nasıl kopya çektiklerini birbirlerine anlatıp gülüyorlardı. Bir ara sıra okudukları lisenin tenkidine geldi. Bütün hocalar takma adlarıyla anılarak tenkit edildi.

Doğrusu konuşmalarını pek mühimsemedim ama bu arada söze başlayan bir öğrenci “her şeyden evvel manevi medeniyet yüksek olmalı” diyen hocalarını aklı sıra alaya başladı. “Efendim manevi medeniyet de ne demekmiş medeniyetin manevisi de mi olurmuş” diye tutturdu. Bir sürü sözler söyledi. Konuştu da konuştu. Derken Eminönü’ne geldik bu çocukların tavırlarından kurtulduk ama “manevi medeniyette ne demekmiş” sözüne kafayı taktım. Ama çocuklarda vapurdan çıkıp gitmişlerdi. Onlara da bir şey anlatamadım. 

Genç arkadaşların hakkı vardı manevi medeniyet ne demekti son asırlarda bilhassa içinde bulunduğumuz 21. asırda manevi medeniyetten mi bahsedilirdi? Medeniyetin maddesi tıpkı bir kanser urunun üzerinde yaşadığı organizmayı sömürüp yok edişi gibi, medeniyetin manasını çoktan silip süpürmüş alıp götürmüştü.

Eskiden medeniyetin maddesi manası için bir vasıta idi şimdi vasıtalar gaye oldu.

Hanlar, hamamlar, kervan saraylar, şifahaneler aşevleri kuruluş gayesi bakımından medrese ve tekkeler hasta, sakat hayvanların barındığı barınaklar, ibadethaneler, vakıflar daha bir sürü hayırlı tesisler medeniyetin manasıdır dedim. İçimden bir ses itiraz etti. Hayır, hayır bütün bunlar medeniyetlerin manası değil, belki bunları yaptıran zihniyet ve ruh hali medeniyetin manasıdır dedi. Fikir meydanları, hükümet şekilleri üzerinde asırlarca işlenmiş edebiyat milletlerin her türlü zenginliğe imkân hazırlayan lisan zenginliği nihayet din medeniyetin manasıdır dedim.

İçimdeki ses sükût etti. Merhamet şefkat, ince kalplilik, bağışlayıcılık medeniyetin manasının ham maddesi ve çıkış noktalarıdır dedim. İçimdeki ses “belki olabilir” dedi. Medeniyetin maddesi olmadan medeni olunabilir dedim. Aklıma Romen Diyojeni affeden Alpaslan geldi. Medeniyetin manası olmadan sadece maddesiyle vahşi olunur dedim. Aklıma tanklar, tüfekler, atom bombaları, uzun menzilli silahlar geldi.

Medeniyetin manası tababeti, adalet mefhumunu maddesi hidrojen ve atom bombalarını, tankları, zehirli gazları doğurur dedim. İçimdeki ses “evet” dedi. Düşündüm, düşündüm medeniyetin manasını ayıran daha bariz vasıflar bulur gibi oldum. Varlığına inandığım varlığının insanlığa saadet getireceğine iman ettiğim manevi medeniyeti istediğim gibi vapurdaki gençlere anlatamadığım için çok ama çok üzüldüm.