10.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1057

Fetih’ten Kurtuluşa Karadeniz Bölgesi

Tarihimizin önemli kilometre taşlarından birisi  Trabzon’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesidir. Son günlerde Türk sinemacılık tarihinde 1453 İstanbul’un fethi filmi tartışılıyor. İstanbul’un fethi kadar Trabzon’un Fethi de önemlidir. Geçtiğimiz yıl Trabzon’un Fatih tarafından fethinin 550. yılıydı. Maalesef hiç bir ciddi etkinlik olmadı ve Trabzon’un fethinin 550. yılı unutuldu.

24 Şubat 1918 Trabzon’un Ruslar tarafından işgalden kurtuluş yıl dönümüdür. Trabzon’un işgalden kurtuluş yıl dönümü dolayısıyla çeşitli etkinlikler yapılıyor. Toplantılar, paneller, şenlikler düzenleniyor. Ancak işin gerçeğinden çok uzaklaşılıyor. Tıpkı Fetih unutulduğu gibi Karadeniz bölgesi ve Trabzon’un Türk Kurtuluş Savaşı tarihinde önemi fazla gündeme getirilmiyor.

Bir çok insanımız Trabzon’un 24 şubat 1918’de kurtulduğunu maalesef bilmiyor. 1918’de henüz Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a çıkmamış, Erzurum kongresi yapılmamıştı. Atatürk ve silah arkadaşlarının Anadolu’yu kurtarmak üzere bizzat Padişah Vahdettin Han’ın desteğiyle Samsun’a çıkışı bir tesadüf değildir. Şayet Karadeniz bölgesi 24 Şubat 1918’de düşman işgalinden kurtulmasaydı Kurtuluş savaşı zor başlardı. Erzurum Kongresi zor toplanırdı. Trabzon delegeleriyle birlikte Erzurum Kongresi toplandıysa bunun en önemli nedeni Trabzon ve Karadeniz Bölgesi’nin 24 Şubat 1918’de Rus işgalinden kurtulmuş olmasıdır.

Fetihten Kurtuluşa Trabzon ve Karadeniz Konferansı
Trabzon ve Giresun’da Fetihten Kurtuluşa Karadeniz Bölgesi ve Trabzon Konferansına konuşmacı olarak katılmak üzere Trabzon ve Giresun’dayım. Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencilerinin organize ettiği, “Trabzon’un fethinin 551. yılı ve Trabzon’un düşman işgalinden kurtuluşunun 94. yıl dönümü” dolayısıyla düzenledikleri fetihten kurtuluşa Trabzon konulu toplantıda konferans vereceğim. Ayrıca çektiğimiz belgeselin bir anlamda galası da yapılacak.

Giresun’un Espiye ilçesinde ise İmam hatip Lisesi tarafından düzenlenen Sarıkamış harekatı ve Şehitlere vefa konulu toplantıya katılarak konuşma yapacağım. Okul Müdürlüğü tarafından organize edilen toplantıda eğitimci, yazar ve yönetici Fahri Şirin beyin yazdığı Sarıkamış şehitleri konulu tiyatro oyunu da sergilenecek.
Fahri Bey okul müdürlüğü ve belediye başkanlığı yapmış bir isim. Kültür bakanlığınca kitapları yayınlanan bir yazar. Kendisini tarih araştırmalarına adamış bir isim. Fahri Bey ile birlikte Karadeniz Bölgesinde kültür tarihimizle ilgili araştırmalar da yapacağız. Sizlerin selamını Karadeniz’e götürüyor ve Karadeniz’de yaptığımız çalışmalar ve belgesel çekimlerini daha sonra sizlerle paylaşacağız.
Trabzon’un Fethinin 551.Yılı Anısına
Trabzon’un fethiyle ilgili çok önemli araştırmalar var. Bu konuda yazılar kaleme alan ve araştırma yapan değerli yazar, tarihçi ve araştırmacı Ömer Faruk bey ile değerli akademisyen Doç.Dr Kenan İnan beyin yaptığı araştırmalardan oluşan Trabzon’un Fatih sultan Mehmet tarafından fethiyle ilgili araştırma yazılarını buradan okuyabilirsiniz.
Trabzon’un Osmanlılar Tarafından Fethi
Doç. Dr. Kenan İNAN
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi

Anadolu tarihinde meydana gelen en köklü ve kalıcı değişiklik Anadolu’nun Türk-leşmesi ve İslâmlaşmasıdır. 1071 Malazgirt Savaşı akabinde Anadolu Müslüman Türkler tarafından fethedilerek bugüne kadar devam eden Türk Devletleri zincirine sahne olmuştur. Bu devletler zincirinin en önemli halkalarını Büyük Selçuklu, Türkiye Selçukluları ve Osmanlı Devleti oluşturmakta olup, kurucuları 11. Yüzyıldan itibaren kendilerine Türkmen de denilen Oğuzlardır. Türkiye tarihinin yerli kaynaklarında adı ilk önce anılan Oğuz boyu muhtemelen Çepniler olup, Karadeniz kıyılarının fethinde önemli rol oynamışlardır. Fatih 1461’de Trabzon seferine çıktığında Giresun’dan itibaren Karadeniz kıyıları Trabzon tekfurlarının elinde olmakla birlikte bu toprakların güneyinde ve yaylalarda uzun zamandan beri büyük bir Türk yerleşimi mevcuttu. Fatih’ten önceki dönemde de Osmanlılar Trabzon ve çevresindeki siyasi gelişmelere kayıtsız kalmamışlardır. Rum tekfurlarının Osmanlı aleyhtarı milletler arası bir ittifak kurma çabaları Orta, Doğu Anadolu ve Karadeniz’de sürekli hakimiyet kurmak isteyen Fatih’in dikkatini çekmiştir. Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerinin ortaklaşa yürüttüğü seferle Trabzon Türk idaresine alınarak Bizans’ın Anadolu’daki son kalıntıları temizlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Çepni Türkleri, Trabzon Seferi, Anadolu’nun Türkleşmesi
Doğu Karadeniz bölgesine yerleşme hadisesi çok eski tarihlere uzanmaktadır. Araştırmalar bölgeye ilk olarak M.Ö.III. bin ile II. bin yılları arasında Oğuzlar’ın öncü kollarından biri olarak kabul edilen “Gas/Kas” ve “Gud/Gutiler” in, M.Ö. 675 yılından itibaren Kimmerler’in yerleşmeye başladıklarını ve bunların Anadolu ve Azerbaycan’da ilk Bozkır kültürünü yaşayan Proto-Türkler olduğunu göstermektedir. Trabzon şehrinden ilk olarak bahseden müellif Xenophon’dur. O’nun verdiği bilgilere göre M.Ö. 400 yılında Doğu Karadeniz’de yaşayan kavimler Kolhlar, Driller, Mossinoikler, Haibler ve Tibarenler olup, Faruk Sümer’e göre bunlar kesin olarak Yunan asıllı değillerdi. Doğu Karadeniz bölgesine Kimmerlerden sonra İskitler, Medler, Persler hâkim olmuştur. Bu hâkimiyet Makedonya kralı İskender’in M.Ö. 334 yılındaki doğu seferine kadar devam etmiştir. M.Ö. 312 -280 tarihleri arasında bölge İskender’in komutanları hâkimiyetinde kalmıştır. Bölge M.Ö. 280-63 yılları arasında Pontus Devleti idaresi altında kalmıştır. M.Ö. 63 – M.S. 395 yılları arasında Doğu Karadeniz, Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girmiştir. M.S. 394-1204 yılları arasında bölge Roma’nın devamı olan Bizans’ın denetiminde kalmıştır. Bu dönemde Bizanslılar tarafından mağlûbiyete uğratılan Bulgar Türklerinden bir kısmı Trabzon havalisine yerleştirilmiştir. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı : 14 Yıl : 2003/1 (71-84 s.)
Maksadımız Kale Fethetmek ve Servet Kazanmak Değildir!
Ömer Faruk Yılmaz
Trabzon çok eski bir yerleşim merkezidir. Bizans devrinde İslam orduları Trabzon’u fetih için geldilerse de Trabzon’u alamadılar. Bu zamanda Trabzon limanı Müslümanlar için de çok mühimdi. Eski İslam tarihçilerinin eserlerinde Karadeniz’in bu kısmına “Bahr-i Tarabazunda” adı verilmekte idi.
Yine Bizans devrinde Selçuklu akınları neticesinde de Trabzon alınamadı. Trabzon’un, Melikşah zamanında, 1080 yılında bir ara Selçukluların eline geçtiği, fakat kısa bir müddet sonra buranın valisi Theodos Gabras tarafından geri alındığı bilinmektedir.
Anadolu Selçuklu Devleti, Trabzon’u adeta abluka altına almıştı. 1194 tarihinden itibaren Samsun limanının bir kısmı Selçukluların eline geçince, Trabzon’un İstanbul ile münasebeti zorlaştı. 1204’teki 4. Haçlı Seferi sırasında Latinler İstanbul’u zaptedince buradan kaçan Bizanslılar, biri İznik’te diğeri Trabzon’da olmak üzere iki imparatorluk kurdular. Trabzon Rum İmparatorluğu, kurulduktan hemen sonra genişleyip bütün Karadeniz’e yayıldı.
Sultan Birinci İzzeddin Keykavus, Trabzon İmparatoru Birinci Alexius’u yenip esir aldı (1214). Trabzon İmparatorluğu, Sinop’u Selçuklulara terk ettiği gibi, vergiye de bağlandı.
Bu arada yeni imparator olan I. Andronikos, Selçukluların tahakkümünden kurtulmak için harekete geçti ve Sinop’a saldırdı. Selçuklu donanmasını tahrip ettirdi. Bunun üzerine Birinci Alaaddin Keykubad, denizden ve karadan Trabzon’u kuşattı.
Selçuklu ordusu Bayburt ve Maçka’yı fethetti. Trabzon Kalesi’ni abluka altına aldı. Türk askerleri burçlara tırmanmışken, çıkan şiddetli bir fırtınayla bu kuşatma neticesiz kaldı. Trabzon imparatoru her sene vergi vermeyi ve Selçuklu sultanına istediği zaman teçhizatlı bin asker göndermeyi kabul etti.
Trabzon’un Fatih Sultan Mehmed Han Tarafından Fethi
Trabzon’un yalçın ve sarp dağ silsilesiyle Anadolu’nun iç kısımlarından ayrılması ve Trabzon Kalesi’nin savunmaya müsait oluşu sebebiyle Selçuklular bu şehri alamadılar. Böylece Trabzon fethi 400 sene gecikmiş oldu. Selçuklu kumandanları Çoruh havzası ve bütün Doğu Karadeniz bölgesini fethetmişlerdir.
Bundan sonra İlhanlılara, Timurlulara ve Akkoyunlulara vergi veren Trabzon, Fatih Sultan Mehmed Han devrinde Osmanlı Devleti’yle karşı karşıya geldi.
Osmanlı Devleti’nin rakibi olan Akkoyunlular, kız alıp vererek akrabalık bağları kurdukları Trabzon Rum imparatorlarını koruyorlardı. Bu münasebetlerde Osmanlı Devleti’ne en çok zararı, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan veriyordu.
Trabzon Rum İmparatoru Kalo İoannes, bir taraftan Osmanlılara vergi vermeyi kabul ederken öte taraftan da Uzun Hasan’la münasebetlere girişmişti. Uzun Hasan, imparatorun kızı ile evlenmek karşılığında Trabzon’u Osmanlılara karşı koruyacağını vaat etmişti. Kalo İoannes bununla da yetinmeyerek yine Anadolu beyliklerinden İsfendiyar ve Karamanoğulları ile de anlaşarak Osmanlıları Anadolu’dan çıkarmak istiyordu.
Kalo İoannes’in ölümü üzerine yerine geçen David Komninos ise daha da ileri giderek Osmanlılara karşı büyük bir ittifak kurma yolunu tutmuştu. Uzun Hasan, Papa, Gürcistan ve daha birçok Avrupalı devletle büyük bir ittifakı gerçekleştiren David Komninos, Osmanlı’ya ödemekte olduğu vergiyi vermemesini temin maksadı ile Uzun Hasan’dan Osmanlı padişahına elçi göndermesini istedi. 1460 yılında Uzun Hasan, İstanbul’a elçi göndererek, hem Trabzon’un vergisinin kaldırılmasını istemiş,  hem de Osmanlıların Akkoyunlulara olan vergi borcunun verilmesini talep etmişti.
Uzun Hasan’ın bu isteklerini padişaha bildiren elçilerin sözlerini dinleyen Fatih Sultan Mehmed Han, elçilere: “Haydi siz şimdi rahatça gidiniz; gelecek sene bizzat ben kendim gelir, borcumu öderim!” demişti.
Uzun Hasan’ın Trabzon’u himaye etmek istemesi yalnız Rumlarla olan ittifakının bir neticesi değildir; o, göz dikmiş olduğu bu sahillerin Osmanlıların eline geçmesini istemiyor ve Osmanlıların bu şekilde güçlenmesine mani olmak istiyordu. Bundan dolayıdır ki, sebepli sebepsiz devamlı olarak Osmanlı topraklarına saldırıyordu.
“Umarım Hakk Teâlâ Bu Zayıf Kuluna Kuvvet Verir”
Uzun Hasan, saldırılarından birinde Koyulhisar’ı zaptetmişti. Fatih Sultan Mehmed Han, bu işin bir an önce halledilmesi için bir divan toplamış ve burada uzun uzun müzâkerelerde bulunmuştu. Sultan, bu hususta Mahmud Paşa’ya:
“Benim birkaç niyetim vardır. Umarım ki Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri ben zayıf kuluna kuvvet verip bunları nasip eder. Biri İsfendiyar vilâyetidir ki Kastamonu ve Sinop’tur ve diğeri Koyulhisar’dır. Benim huzurumu bunlar bozar.” demişti.
Uzun Hasan bu şekilde hareket ederek Osmanlıları geri çevirebileceğini düşünüyordu. Fakat Fatih Sultan Mehmed, Trabzon’dan önce Uzun Hasan tehlikesini ortadan kaldırmayı planladı ve hazırlamış olduğu ordusu ile sahilden gitmek yerine Sivas’a yöneldi. Uzun Hasan’ın işgal ettiği Koyulhisar’ı üç günlük bir muhasaradan sonra fethetti.
Padişah, Uzun Hasan’la karşılaşmak üzere ordusu ile Erzincan’a yürüdü ve burada Yassıçemen denilen yerde ordugah kurdu. Uzun Hasan’a yazdığı ve ağır sözlerle dolu mektuplarıyla her defasında onu savaş meydanına davet etti.
Fakat Uzun Hasan, durumun ciddiyetini anlamış olduğundan Fatih’e bir elçilik heyeti gönderdi. Heyetin içinde Uzun Hasan’ın annesi Sare (Sara) Hatun da vardı. Fatih Sultan Mehmed Han’ın çok itibar ettiği Sare Hatun, oğlunun affedilmesi için adeta padişaha yalvardı. Sözlerinde “Oğlum, büyük padişahımızın kapısına yüz süremediği için bin bir özür beyan etmektedir” dedi.
Fatih, Sare Hatun ve heyetine, oğlunun bir daha Osmanlı memleketlerine tecavüz etmemek ve Trabzon imparatoruna yardımda bulunmamak şartıyla şimdilik affedildiğini bildirdi ve bunu bir anlaşmayla da tasdik etti.
İşte Fatih Sultan Mehmed Han, bundan sonra kuzeye dönerek asıl maksadı olan Trabzon’un fethi işine girişti.
Sefer Devam Ederken
Fatih Sultan Mehmed, Uzun Hasan’la yaptığı anlaşmayı bildirmesi için heyetten bir kişiyi geriye göndermiş, kalanları da yanında alıkoyarak yoluna devam etmişti. Bunu yapmasındaki asıl sebep, Uzun Hasan’ın anlaşmaya rağmen sözünde durmayacağını bildiği için, annesi Sare Hatun’u yanında tutmaktı.
Buna rağmen Fatih, Sare Hatun’a “ana” diye hitap etmekte idi. Fatih, Sare Hatun’a:
“Oğlunuz Uzun Hasan Bey, devletimin kapısının hizmetine gelip, gaza sevabından mahrum kaldı ve benim ihsanlarımdan nasipdar olamadı. Bari validesi muhteremeleri bizimle beraber olsunlar.” diyerek gönlünü aldı.
Uzun Hasan’a yazdığı mektubunda da, annesi ve heyetini Trabzon’un fethinden sonra geri göndereceğini bildirdi.
Erzincan civarında istikamet değiştiren Osmanlı ordusu çok büyük zorluklarla yoluna devam ediyordu. Şimdi yolsuz, izsiz bir bölgeden, sarp kayalıklardan ve yüksek dağlardan geçmek mecburiyetinde idi.
 Hele Trabzon yakınlarında bulunan büyük ve kayalıklarla dolu bir dağı geçmek pek güç oluyordu. Burada at değil, insanlar bile çok zor ilerliyordu. Çok büyük tehlikeler atlatıldı. Onun için padişah bilhassa burada uzun müddet yaya yürümek mecburiyetinde kaldı. Kaynaklarda burada çekilen zorluklar hakkında şunlar kaydedilmektedir:
“Filhakika, gayretli ve fedakâr padişah, dağın zorluğunu görünce hemen atlarından inip, elbiselerini bellerine kadar toplayıp, dağa tırmanmaya başladı. Bazen elleriyle kayalara tutunuyor ve bazen de büyük uçurumlardan atlayarak ilerliyordu!”   
“Maksadımız Sadece Kale Fethetmek ve Servet Kazanmak Değildir!”
Bu dağda çok zahmet çeken padişahın bu halini gören Sare Hatun, padişaha: “Ey oğul, Trabzon nedir ki, ondan dolayı yüce padişahlığınızı paralarsınız, kendinizi yıpratırsınız!” demişti. Padişah, biraz da hışım ile Sare Hatun’a bakarak:
“Ey ana, bizim gayemizi anlamamışsın. Elimizde tuttuğumuz İslam’ın kılıcıdır. Bu taraflara gelmekten maksat yalnız kale fethetmek ve servet kazanmak değildir. Buraları Müslümanlara vatan yapmak, aynı zamanda Hazret-i Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmak içindir. Eğer bu zahmetlere katlanmaz isek, bize gâzi demek revâ mıdır? Bundan dolayı çektiğimiz sıkıntılardan daha fazlasını da çeksek yine azdır!” dedi.
Ve Fetih…
Fatih, çok zorluklar çekilen bu sefere devam ederken toplardan ve hatta süvari kuvvetlerinden mühim bir kısmını geride bırakmak durumunda kalmıştı. Malzemeden yapılan fedakârlık, donanma ile takviye edilerek Trabzon önlerine getirtilmişti. Donanmada çok miktarda demir, güherçile, bakır, barut vardı. Önden gönderilen Mahmud Paşa, Rumeli askeri ile birlikte padişahtan önce Trabzon’a gelmişti. Burada Gelibolu Valisi Kâsım Bey ile denizcilerden Yakub Bey’in idaresindeki Osmanlı donanması Trabzon’u denizden kuşattı.
Bu donanma, kara ordusundan yaklaşık bir ay kadar önce buraya gelmiş ve yer yer karaya asker çıkarmıştı. İmparator ise donanmaya karşı müdafaada bulunuyordu. Onun asıl fikri, donanmanın denizde uzun zaman dayanamayıp gideceği yolunda idi. Bu sırada kara ordusunun dağlardan inerek Trabzon’u muhasara edebileceğini düşünemiyordu. Fakat Mahmud Paşa’nın idaresindeki ordu, Trabzon önlerinde görününce imparator ve ordusunun morali fena halde bozuldu.
Ardından Fatih Sultan Mehmed Han ve ordusu surlar önünde görüldü. Muhasara 40 gün kadar sürdü. Hâmîsi olan Uzun Hasan’dan yardım gelmeyeceğini anlamış olan İmparator David Komninos, Fatih Sultan Mehmed Han’ın yanında bulunan Sare Hatun’un aracılık etmesini istemişti. Sare Hatun, sultana Trabzon’u kendisine bağışlamasını ve muhasarayı kaldırmasını rica etti. Fakat Fatih, bu istek karşısında hiddetlendi ve cevap vermedi. İmparator hiçbir ümidin kalmadığını düşünmeye başlamıştı. Son çare olarak şehri anlaşma ile teslime razı oldu. Fakat Sultan Mehmed Han, şartsız teslim teklifini kabul etti. Şehir teslim alındı. Fatih, Trabzon imparatoru ve ailesini İstanbul’a gönderdi.
Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra hisar ve sarayı gezmiş, buradaki kiliseyi camiye çevirmiştir. Yeni Cuma Camii ismini alan bu yerde ilk Cuma namazını kılmıştır.
Sultan, Trabzon hazinesinin değerli mallarından Sare Hatun’a vererek onu oğlunun yanına gönderdi. Trabzon’un idaresini Gelibolu Sancakbeyi Kâsım (Kâzım) Bey’e verdi. Doğu Karadeniz Bölgesi, Rum eyaletine tâbi bir sancak halinde teşkilatlandırıldı. Trabzon bu sancağın merkezi yapıldı.
Fatih Sultan Mehmed Han sahil yolundan geri döndü. Dönüş yolunda da birçok sıkıntılar çekilmiş, açlıktan ve yorgunluktan birçok insan ölmüştü. Bu yoldan Canik’e, oradan da İstanbul’a dönüldü.
Böylece iki yüz elli yedi sene devam eden Trabzon Rum İmparatorluğu, bir rivayete göre 15 Ağustos 1461, diğer bir rivayete göre ise 26 Ekim 1461’de tarihe karıştı. Böylece Bizans kalıntısı olan son Rum imparatorluğu da tarihten silinmiş oldu.
Kaynaklar: Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman; Neşrî, Tarih, II; Rûhî Târihi; Müminzâde Hâsib, Silkü’l-Leâlî-i Âl-i Osman, Sül. Ktb., Halet Ef. Ks., nr. 596; Solakzâde, Tarih, İstanbul 1297; Dursun Bey, Târih-i Ebu’l-Feth; Kıvâmî, Fetihnâme-i Sultan Mehmed; Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, I; Selahattin Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve askeri Faaliyeti, TTK, Ankara 1999; M.C. Şehabeddin Tekindağ, “Trabzon”, İA, MEB, Eskişehir 1997, s. 455-477; Reşat Ekrem, Osmanlı Muâhedeleri, İstanbul 1934.
Cuma Camii: Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra ilk Cuma namazını kıldığı Cuma Camii
Zağnos Köprüsü: Trabzon’da fetihten sonra birçok köprü yapılsa da bunlardan pek azı günümüze ulaşmıştır. Bunlardan en önemlisi olan Zağnos Köprüsü, Trabzon’un dördüncü valisi Zağnos Mehmed Paşa tarafından 1467 yılında yaptırılmıştır.
Gülbahar Hatun Camii ve Türbesi: Ayşe Gülbahar Hatun, Yavuz Sultan Selim’in annesi ve İkinci Bayezid Han’ın eşidir. Türbe, oğlu Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmıştır. Burada bulunan imaret, medrese, hamam ve mektepten oluşan külliyeden geriye sadece türbe ve cami kalmıştır.

 

İş Hayatında Başarlı Olmanın Sırları

İş hayatında başarılı olmanın tek sırrı çalışmak ve çok çalışmaktır. Bunu hepimiz biliyoruz.  Ama böyle değil işte, çalışmak yetmiyor.  Dürüst olmak da yetmiyor.

Başka hünerler gerekiyor.  Özel Sektörde ve Devlet’te başka başka hünerler gerekiyor.

Bunları şöyle bir sayalım;  önce ÖZEL SEKTÖR’de;

  • – Asla Patrona yakın olmayacaksınız. Daha doğrusu bu yakınlığı iş arkadaşlarınız bilmeyecekler ve görmeyecekler. Onlar bunu görürlerse ne yapar ne eder sizi çileden çıkaracak mizansenleri yaratırlar ve bu yakınlığı bozarlar.
  • – Asla çok üstün çok belirgin başarılar elde etmeyeceksiniz. Vasat olacaksınız. Bu kural Devlet’te de geçerlidir.
  • – İnsanlar kendi başarıları ile değil, başkalarının başarısızlıkları ile hataları ile prim yapmaya çalışacaklardır. Onlara fırsat vermeyeceksiniz. Hoş onlar illaki bir aksayan taraf bulurlar ya..
  • – Özellikle Devlet’te ZOR ULAŞILAN birisi olacaksınız. Herkes size kolayca derdini anlatamayacak.

Bizim Mümtaz, Mümtaz YÜCEL;   TOSYA Belediye Başkanıydı bir zamanlar. Ve çok sevilen çok da başarılı bir Başkandı. Derken seçimleri kaybetti.  O günlerde seçimlerden bir iki ay sonra Tosya’da Çarşı Esnafı ile görüştüm. Bazılarını tanıyordum. Onlara sordum; Neden MÜMTAZ’ı seçmediniz? Dedim. Cevap bulamıyorlardı.  Ama şimdiki Başkandan da yaka silkiyorlardı.  Bir tanesi Vallahi dedi GALİBA BİZE RAHATLIK BATTI dedi.

Sonra bir gün Mümtaz’la görüştük. Ona da sordum. Elinde bir Amerikan Yazarının Kitabı vardı. Kitabı Şöyle kaldırdı:

  • – BAK DEDİ BURADA YAZILI, ADAM OTUZ YIL ÖNCE YAZMIŞ, DAHA ÖNCE OKUSAYDIM BELKİ DE BU SEÇİMİ KAYBETMEZDİM. Bak ne diyor: “Biraz ERİŞİLMEZ OLACAKSIN.” İşte ben bunu yapamadım. Kapım ardına kadar AÇIKTI. Sıradan işler için insanların bana gelmelerine gerek bile yoktu. Başkatip Hallediyordu. Ben onlar için BİZİM MÜMTAZ OLDUM. Şimdi bak Önceden Randevu Almadan, Sekreterden Sıraya Girmeden, Kapıyı Vurmadan BAŞKAN’la görüşemiyorlar. Bu Başkan daha bir KIYMETLİ Onlar için.
  • – Çok doğru söylüyorsun MÜMTAZ dedim. Sen onlar için erişilmez Belediye Başkanı değil Bizim BAŞKAN, hatta Bizim MÜMTAZ idin.

Nitekim şimdi TOSYALI’lar bunu fark etmişti.  Fark etmişti etmesine ama Mümtaz Başkan da gitmişti.

Evet, Devlette ZOR Ulaşılan birisi olacaksın. Ne derler Fazla Tevazu yaramıyor.

Bunu ben de yaşadım. Tekel Genel Müdür Yardımcısı iken,  AYVALIK Yazlık Kampında yemek sırasına girmiştim. Herkes bir yadırgadı bunu adeta rahatsız oldular. Onların tutumlarından ben de rahatsız olmuştum.

Önümdeki insanlar büyük bir saygı tezahüratı ile yanlara çekilip yer veriyorlar beni sırada bekletmek istemiyorlardı.  Restoran Yöneticileri Koşup geliyor “AMAN EFENDİM LÜTFEN BUYURUN BİZ ALIRIZ” diyorlardı.

Israrlar iki gün yemeği sırada aldım sonra bir yaşlıca mensubumuz masama geldi.  Bira ezile sıkıla biraz da Karadeniz Şivesiyle;

  • – MUDURUM dedi, Musadenlen Bir ŞEY DİYECEĞUM Saa.
  • – De Bagalum. Gel otur MEHMET ÇAVUŞ gel otur dedim.

Masanın kenarına ilişti. Şöyle etrafına baktı, başkalarının duymasından endişe eder bir tavırla;

  • – MUDURUM dedi, HA BU YEMEK İŞİNİ DEYRUM, Sıraya Kirmesen Deyrug Daa.
  • – Peki ama ne sakıncası var. Diyecek oldum.
  • – Mudurum dedi, SEN Şimdi GENEL MUDUR’sun daa. Olmay, oyle..
  • – Neden olmasın Mehmet Çavuş, bak burada hep beraber tatil yapıyoruz.
  • – Oyle da.. Sen oyle yapunca ne diyler bileymusun? HAA BU ÇAYLAK Deyler.
  • – Bırak desinler canım.
  • – Yok mudurum Biz seni çok seveyruz. Yapma bunu daa. Sende bizu seveysen yapma bunu da..
  • – Tamam dedim Yapmayacağım. Ve bir daha sıraya filan girmedim.

İnsanlar bunu istiyorlar. Daha doğrusu onların kafalarında bir yönetici tipi var.  Ulaşılamaz, Ciddi, Vakarlı.. Onu bozmak yıkmak istemiyorlar.

Bunu başka türlü de çok yaşamışımdır.  Şimdilerde pek kalmadı ama bir yirmi yıl önce belli bir Memur-Müdür tipi vardı. Giyimi belli, davranışı belli, genelde takım elbiseli ve kravatlı.

Siz bunu yıkamazsınız.  Yıkamazdınız.  Ve bu tiplemeye uymak zorunda idiniz. Yıllar yılı Müdürlük Yöneticilik yaptığımız şehirlerde çoğu kez tatillerde bile belli bir kıyafette olma zorunluluğunu duymuşumdur.

Demek ki bir kural daha vardı:

Vatandaşın sizi MEMUR OLARAK GÖRMEK İSTEDİĞİ Kılık Kıyafetin Dışına da çıkamazdınız.

Şimdi biz, daha çok iç bünyedeki davranış tarzlarını konuşacağız.

Evet Özel Sektörde PATRON’a yakın olmayacaksınız. Olacaksınız ama bunu göstermeyeceksiniz.

Oluşan kliklerden, gruplardan birine mensup olacaksınız. Bu alt seviyelere doğru gidildikçe şu demektir. SİZ DE BİRİNİN ADAMI OLACAKSINIZ. Sadece çalışmanız yetmez, sadece çok dürüst olmanız yetmez hele boyunuz -yani pozisyonunuz- biraz küçükse mutlaka birinin adamı olacaksınız.

Öyle kuru kuruya ADAMI OLMAK yetmez, onun için bir şeyler yapıp kendinizi kanıtlayacaksınız. Ve başkalarına da yakın olduğunuzu ONA asla göstermeyeceksiniz.  O sizi ara sıra bağlılık sınavına çeker, bu sınavları da geçeceksiniz.

Şimdi bütün bunların sadece küçük gruplarda filan olduğunu düşüneceksiniz değil mi?  Alakası yok büyük küçük her grupta hatta koca koca holdinglerde bile vardır bunlar.

Haa Holdinglerde ve Devlet’te bir şey daha vardır. Küçük gruplarda zaten var olan çok önemli bir şey, çok ÖNEMLİ BİR ŞEY:  Patron.

Patron Elbette önemlidir. Ama bu her şeyi bilen patrondur. Büyük Küçük fark etmez Şirketini Grubunu tek başlına yöneten Üstün Yetenekli Patrondur.  Çoğu zaman tahsili filan da yoktur ama o doğuştan büyük bir kabiliyettir.

Şimdi, küçük şirketler hadi neyse büyük gruplarda büyük, büyük; kocaman yöneticiler bile PATRON’a rağmen bir fikir ileri süremezler.

Bir konuda PATRON’un ne düşündüğü biliniyorsa ve sizin fikriniz onun paralelinde ise, bunu rahatlıkla ifade eder hatta Sevgili Patron SİZ ZATEN EN İYİSİNİ BİLMİŞSİNİZ Filan da diyebilirsiniz.

Yok Eğer sizin görüşünüz Patronun Görüşünün aksine ise bunu asla söyleyemezsiniz. Zaten Patronun görüşünün aksine bir görüş olabilir mi ki?  ASLA.

Haa olabilir, bunları söylersiniz de, bir süre sonra bakarsınız ki, dışlanmışsınız. Gerçek Patron olmayan Patronların da kendi görüşlerine aykırı görüşler duymak asla hoşlarına gitmez.

N e var ki, kendi görülerine aykırı görüşleri de dinleyen ve bunları tartışabilen GERÇEK PATRONLAR, kurumlarını gerçekten büyütürler. 

Ancak Genel Kaide PATRON ile aykırı görüşe sahip olmamaktır.  Bunu yaparsanız, sıradan memur ve sıradan yönetici olarak senelerce makamınızda kalabilirsiniz.  Hatta şirketinizi PATRON’la birlikte KAPATABİLİR, tasfiye de edebilirsiniz.  BU zaten kaçınılmazdır.

Bir de AKRABA Yöneticiler vardır.  Oğullar, Evlenmemiş Kızlar, Damatlar, Halamızın Oğulları filan. Bunlar dizginleri ele almışsa ve o yeteneğe sahip değillerse -ki genelde değillerdir-  o zaman yandınız işte.

Size birilerini çok rahat harcatırlar.

Önceleri çok dürüst görünürler, ama Onların da zaafları olduğunu onların da alışılagelmiş usullerle çıkar sağladıklarını, Patronlar çok sonra öğrenirler. Bunlar sadece klasik metotlarla çıkar sağlamazlar, sisteminizi kökünden yıkarlar da göremezsiniz.

Patronlar, özellikle büyük düşünemeyen patronlar, maliyet de düşünerek,  her dönemde bunlara sarılmışladır ve sarılacaklardır. Bu gerçeği kabullenmek gerekir.  Bu yakınlar bazen faydalı da olabilirler, onları hem gruba hem de kendilerine kazandırabilmek de ayrı bir hünerdir.  

Eve Devlet’te başarılı olabilmenin en başta kuralı İktidara yakın olmaktır. Daha doğrusu yıllar yılı böyleydi.  Hatta sadece yakın olmak değil İktidarın adeta militanı olmak gerekiyordu.

Siyasilerin nasıl bürokrasiye yenik düştüğünü anlatmıştık. Bürokrat, zaten yapacak olduğu normal bir işi bile Siyasilerin isteği doğrultusunda yapmış olmayı ister ve bunun mizansenini hazırlardı.

Bakan veya Milletvekili Bürokrattan iş isteyecek tekrar isteyecek, yine isteyecek ve o da itirazsız yapacaktı. Daha sonra isteme sırası bürokrata gelecek ve o da Siyasilerden Bakandan Milletvekilinden isteyecekti.

Sonunda; Siyasi güç isteyecek atanmışlar yapacak ve atanmışlar isteyecek Siyasi Güç Yapacaktı. Ve Başarılı Bürokrat Siyasinin kendisinden en çok iş iste3diği ve yaptırabildiği Bürokrat olacaktı.

Ölçüler ne kadar değişiyor, görüyor musunuz?.

Haa, bir de şuna şahit olabilirsiniz, KOCA KOCA ADAMLARIN KÜÇÜK ZAAFLARI VARDIR.  Büyük  bir Holdingin Yönetim Kurulu Üyesi Filandır. Ama bedava bir küçük eşyanın ona verilmesine bayılır.

Hatta bazen kendisi bunu almak için mizansenler bile yaratır. Bu tipler Genelde Küçük Beyinlerdir. Bulundukları Pozisyonlar ÇOK BÜYÜK BİLE OLSA Onların Beyinleri Küçüktür.  Onlar tenezzül ederler.  Ve şayet karşılamazsanız bir gün mutlaka acısını çıkartırlar sizden

Doğrusu hem ÖZEL SEKTÖRDE Hem de DEVLET’te bu BAŞARI SIRLARINI anlattıkça sıkıntılar basıyor.  Konuyu değiştirmek istiyorum.

 

 

 

 

 

Türk Düşmanlığı Modası

 

Türk Milletini inkar eden,  Türk kimliğinden rahatsız olan, milli egemenliği ona buna paylaştırmayı ve milli devleti sonlandırmayı demokratikleşme zanneden sapık siyaset anlayışı sürerken;  iddialı ve ismi büyük derneklerimiz acaba neler yapıyorlar? Suya sabuna dokunmayan anma toplantıları ve benzerleri neye yarıyor?  Bir kısım vatandaşlarımız da arabalarını ciple nasıl değiştireceklerini,  alacakları krediyi, cep telefonunu değiştirmeyi ve daha lüks bir hayatı hayal ediyorlar. Bu kadar önemli meşgalelerden dolayı bırakın kitabı, gazete okumaya bile fırsatları olamıyor. Ama tören milliyetçiliği sürüyor. Bunun yanısıra en kolay iş olan birbiriyle uğraşma, iç sahada oynama ve hizipçilik de devam ediyor. Aslında insan bir şey üretemezse başka ne yapabilir ki…

Yeniçağ gibi kaliteli hizmet veren bir gazetenin tirajı istenen seviyeye bir türlü çıkarılamıyorsa; herkes başını ellerinin arasına alıp düşünmelidir. Ülke ve dünya gerçeklerinden haberdar olabilmek, fikir üretebilmek, gerekli bilgilerle donanabilmek kısaca yaşadığını fark edebilmek önce gazete okurluğundan geçmiyor mu?

*   *   *

Aydınlar Ocağı milli hassasiyet ve sorumluluk anlayışı ile hareket eden kuruluşlarımızdan birisidir. Dünya ve Türkiye neyi konuşuyorsa onu konuşur ve tartışır. Bunları da açık oturum konusu yapar. Kimseye hoş dakikalar geçirtmeyi görev bilmez. Değişik tuzaklarla dolu anayasa tartışmaları başladığı günden beri gerek iç bünyesinde, gerek “Vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğüne” sadık kuruluşlarla temas kurmuştur. İstanbul’da yapılan 37. Aydınlar Ocakları Şurası’na Anayasa ilkeler ve teklifler metniyle gelinmiştir. Görüşmelerin ışığında ilkeler ortaya çıkmıştır. Gerek dernekler, gerek şahıslar olarak görüşlerimiz TBMM’ne gönderilmiş ve tekliflerimizin anayasa uzlaşma komisyonunda takdimi talep edilmiştir. Bu talep bu hafta başı yerine getirildi. Ankara’ya giden heyetimiz görüşlerimizi komisyonda dile getirdi ve sorulara gerekli cevapları verdi.

Türkiye, marjinal bazı gruplarca değiştirilmek “Yeni Türkiye” adı altında başkalaştırılmak ve milli devlet olmaktan uzaklaştırılarak bugünkü Irak konumuna getirilmek isteniyor. Türk Milleti buharlaştırılıp etnik ortaklı bir ezogelin çorbasına çevrilmeye çalışılıyor. Türk Milletine karşı açıkça ırkçılık yapılıyor. Uzlaşma Komisyonundaki bir milletvekilinin ve basında iktidar partisinden bir vekilin ırkçı ve etnikçi bir yaklaşımla konuya eğildiklerini gördük.

Gayet tabii birçok çevre gibi ülkemiz için önemli endişelerimiz vardır. Bu endişelerimizin giderilmesi ve ihanetlere set çekilmesi yüce ve gazi TBMM’nin görevidir. Biz bu ümidi korumak istiyoruz. Bazı Kürtçü ırkçılar Patrikten ve Türk Musevi Cemaati Başkanından ders almak durumundadırlar. Milli Kimliği reddedip ırkçı bir bakışla vatandaşlığı ve devleti yorumlamak çağdışı ilkel etnikliktir. TRT Türk’teki bir haber yayınında milli kimliğini vurgulayan Patrik malum bir anayasa profesörü tarafından tenkit edildi. Patrik , “Türkiyeli Rum’um” demeliymiş. TRT’nin spikeri de müthiş(!) bir yorum patlatıyor : “Efendim Patriğe Türk denirse, yarın İskeçe Müftüsüne de Yunanlı denirmiş” anlaşılan tabiyet ve milliyet konusunda kafalar karışık… İskeçe Müftüsü Yunan vatandaşıdır. Tabiyeti Yunanlı olan bir Türk’tür. Yunanlılar ona ısrarla “Yunanlı Müslüman” deseler de…  Patrik de T.C. vatandaşı Rum asıllı bir Türk’tür. Türk’e karşı ırkçılığın hangi boyutlara ulaştığını ibretle görüyoruz. Bazıları sanki zorla vatandaşlıkta tutuluyor.

 

 

Kim Yalan Söylüyor?

 

Türkiye tarihinin en önemli günlerini yaşıyor. İçinde bulunduğumuz durum hakkında, iktidar ve muhalefetin birbirinden çok zıt fikirleri bulunuyor. Bir kesim her şeyi güllük gülistanlık gösteriyor diğer tarafta uçurumun kenarından aşağıya doğru meylettiğimizi söylüyor.

Acaba hangisi doğru? İşin püf noktası bu soruya verilecek cevapta… Bir taraf yalan söylüyor ama hangi taraf? Bunu bulduğunuzda bulmaca kendiliğinden çözülüyor.

Bana göre bu bulmaca Türk Milleti hariç herkes tarafından çözülmüş durumda.

AKP iktidarı tarafından izlenen politikalarla, memleket el değiştirdi ve etnik mikro milliyetçiler, Türk Milletini ve vatanını yönetir hale geldiler.

Yurt sathında meydana gelen gelişmeler ve nihayetinde TBMM’den geçen, MİT’çileri ve Başbakan’ın özel görevlendirme yaptığı kamu görevlilerine koruma zırhı giydiren kanun ve bunun jet hızı ile Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanması, her şeyin üzerine tüy dikmek mahiyetinde oldu.

Böylece ne anayasal düzen kaldı nede hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı… Sadece elimizde içi boşaltılmış bir “demokrasi” var.

Eminim ki; birileri, halen işin farkına varamamış olan Türk Milletinin haline kıs kıs gülüyor. Öyle ya! Bu kadar inanılmaz olay yaşa ve halen başına gelenlerden bir haber ol…

Hatırladınız mı bilmiyorum ama bir müddet önce PKK – Devlet – MİT görüşmeleri, şerefli – şerefsiz tartışmaları vardı. Meğersem iş görüşme safhasında çıkıp protokole imza koymaya kadar gitmiş. Kimsenin çıkıp ta bize yalan söylemişsiniz veya “kardeşim sen bu yetkiyi nereden aldın”  ya da hani “şerefsiz” demiştin diye sorduğu yok.

Kendisini Türk Milletine mensup olarak görmeyenlere bir diyeceğim yok. Ancak Türk Milletine mensup olanlara iki çift lafım var: Birileri size yalan söylüyor, altınızdan çekilen halı misali vatan topraklarınız kayıp gidiyor, ülke üzerinde hakimiyetiniz kalmamış, hala ne ile uğraşıp duruyorsunuz?

TBMM’de her türlü hukuki müktesebatı bir kenara koyarak kişiye özel kanun çıkartılıyor ve böylece her türlü yanlışın üzeri örtülmeye çalışılıyor ve de Türk Milletinden çıt çıkmıyor. Anlaşılan “bir daha, bir daha” nakaratı çok hoşumuza gitmiş.

Bunlar hayra alamet şeyler değil. Eğer başımıza bir şeyler gelecek olursa, bunun tek suçlusu, zamanında varlığına sahip çıkmayan Türk Milleti olacaktır.

Onun için kimse başka suçlu aramaya kalkmasın. Türk Milletine birileri yalan söylüyorsa ve Türk Milleti bu yalanları ucuz menfaatler uğruna görmezden geliyorsa; ne siyaset, ne bürokrasi, ne ordu, ne polis, ne diyanet vs. suçlu olur. Bu nedenle Türk Milleti bir an önce kendisine kimin yalan söylediğine karar vermeli ve bu yalanları onun yüzüne vurmalıdır. Karar ne olursa saygılıyım. Bizde bunu biliriz ve yolumuzu ona göre çizeriz.

 

 

Türkiye Türklerin (Değil mi)dir

0

“Delinin biri kuyuya taş atar. Kırk akıllı çıkaramaz!” Dendiğini hepimiz biliriz. Bazı sözler       -aynen-  kör kuyuya taş atmak gibidir. İşin yoksa uğraş dur.

Yine derler: “Söylemediğine sen, söylediğine söz hakim olur.” Özellikle yetkili / resmi kişiler, resmi hüviyeti olanlar, milletin başını çekenler; sözlerini sarfetmeden önce  çok  düşünmelidirler. Yoksa hem kendi başları ağrır, hem de milletin istikrar ve düzeni yara alır.

İşte o zaman “Ayıkla pirincin taşını!”  deyişinde olduğu gibi, o kimseler güç durumda kalır. Söylediklerine belki bin pişman olur. Ama artık nafile, söz ağızdan çıkmış. Ok yaydan fırlamıştır. Sonuca katlanmak mukadder ve muhakkaktır.

Hem sözü söyleyen, hem kendisine söylenen halk rahnedar olmuş / yaralanmış / surda gedik açılmış. Millet istemediği bir dalgalanışın içinde bulmuş olur kendini.

X

“Türkiye Türklerindir.” sözü kimilerinin zoruna gidiyor! Başlıyorlar ver yansın etmeye, ağıza alınmayacak sözler sarfetmeye! Böyle demenin Türkiye’yi böleceği şeklinde laflar söylemeye!  Sonra da  “Türkiyelilik!”  bilincinden dem vuruyorlar! Birlik ve beraberliğin bu kavramı kabulden geçtiğine inanıyorlar! Ancak bu anlayış çerçevesinde dirlik içinde olacağımız dile getiriliyor!

Bu telaşlanmanın sebebi, hala millet mefhumunun ne olup ne olmadığı hususunda birleşemediğimiz yüzünden. Sanki  “Türkiye Türklerindir.”  demekle Türk asıllı olmayanlar dışlanmış oluyor! Oysa  “Türk”  adı, Türkiye’de yaşayan menşei / aslı / nesli / kökeni ne olursa olsun hepsini içine alan / hepsini temsil eden / herkesin müşterek millet ismi / ortak millet adıdır.

Türkiye’de yaşayan  -istisnalar dışında-  herkes müslümandır. Zaten müslüman oldukları için Türkiye’de, Türk kardeşlerinin yanındadırlar. Ve asırlarca süren beraberlik sebebiyle Türkleşmişlerdir. Yani kendi öz kimliklerini muhafaza ederken, aynı dinin mensup ve bağlıları olarak Türklerle aynileşmişler. Türkçeyi ortaklaşa kullanır olmuşlar. Onlarla beraber onlar gibi yaşayıp gelmişlerdir bugünlere.

Yarınlara yine Türk kardeşleriyle, aynı safta yer alarak yürüyecekler. Kendi benlikleri yanısıra TÜRKLEŞMİŞ yani İSLAMLAŞMIŞ olarak, geleceğe doğru, el ele Türk kardeşleriyle yol alacaklar. Çünkü tarihen sabit olduğu, özellikle yabancıların belirttiği gibi,  “TÜRK”  demek zaten  “MÜSLÜMAN”  demektir.

Avrupa asırlarca, ta Haçlı seferlerinden beri Anadolu’nun ve onun şahsında İslam ülkelerinin savunulması sırasında karşılarında, başta hep Türkleri görmüşler. Bunun için  “TÜRK”  ve  “İSLAM”  kelimelerini birbirinin yerine kullanır olmuşlar. Türk denince İslam’ı kastetmişler, Türk denince Müslüman’ı ifade eder olmuşlardır.

Türklerin İslamı müdafaaları ve bu hususta başı çekmeleri öyle iz bırakmıştır ki Avrupalılar üzerinde; Türklerin başbuğ ve liderliği / emri altında bulunan ve Türklerin safında / yanında onlarla beraber yaşayan hangi kavim ve milletten olursa olsun hepsini Türk görür, Türk bilir, Türk kabul ederler.

Bundan dolayıdır ki, bugün bile, herhangi bir millete mensup olduğu halde Müslüman olan birine  “Türk oldu.”  demektedirler. Çünkü onlara göre  “Türk”  eşit  “Müslüman”  demektir.

Bu vasfı Türkler liderlik vasıflarının bir sonucu olarak kazanmışlar. Daha doğrusu bu niteliklerinden dolayı, üstelik düşmanları tarafından bütün müslümanları temsil etme şerefiyle taltif edilmişlerdir. Yani Türkler bu imtiyaz ve temsil payesini bizzat kendileri kendilerine vermiş değil. Aksine yabancılar bunu kendilerine layık görmüşlerdir.    
2458 – 2459

 

 

Allah İhsanı Emrediyor

İhsan; genel olarak iyilik ve lütufta bulunmak, bir işi en güzel şekilde yapmak, Allah’a ihlâsla kulluk etmek anlamlarında kullanılan bir terimdir. (…) “başkasına iyilik etmek” ve “yaptığı işi güzel yapmak” şeklinde kısmen farklı iki anlamda kullanılmaktadır. İhsanda bulunan kişiye muhsin denir. Bir insanın gerçekleştirdiği işin ihsan seviyesine ulaşabilmesi için hem neyi nasıl yapması icap ettiğini iyi bilmesi, hem de bu bilgisini en güzel biçimde eyleme dönüştürmesi gerekir. Hz. Ali (r.a.), “İnsanlar işlerini ihsanla yapmalarına göre değer kazanır” derken bunu kastetmiştir. Allah’ın her şeyi ihsanla yarattığını bildiren ayette de (Secde, 32/7)ihsan kavramı bu anlamdadır. (TDV. İslam Ansiklopedisi, C. 21, İhsan Mad.)

Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de;“Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı (iyilik yapmayı), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(Nahl, 16/90)buyurarak kullarına ihsanı emretmiştir. Yine Allahu Teâlâ, “… Şüphesiz Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez…”(Yûsuf,  12/90) buyurarak ihsanda bulunanların mutlaka bunun karşılığını göreceğini; başka bir ayet de ise, ihsan da bulunmanın Allah’ın sevgisine vesile olacağını haber vermiştir: “İyilik edin.Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”(Bakara, 2/195)

İnsanlar açısından ihsan, üç kısımda zikredilebilir: 1) Allah’a karşı ihsan. Bu, şartlarına uygun iman etmek, emir ve yasaklara uymaktır. 2) İnsanlara karşı ihsan. Bu, insanın ana-babasına, eş ve çocuklarına, komşu ve akrabalarına, insanlara iyilik yapmak, iyi davranmak, haklarına riayet etmek ve kusurlarını bağışlamaktır. 3) Kişinin kendisine karşı ihsanı. Bu, iman edip salih ameller işleyerek Allah’ın rızasını, rahmet, mağfiret, nimet ve cennetini kazanmasıdır. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay. Sh. 301)

İhsanın en üst mertebesi, kişinin Allah’ın kendisini gördüğünün, her düşünce ve davranışının O’nun tarafından bilindiğinin şuuruna varmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber  (s.a.s.) meşhur Cibril hadisinde ihsanı Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmek olarak ifade buyurmuşlardır.Allah Rasûlü’ne gelen Cebrail (a.s.), ilk önce imanı, ardından İslam’ı sormuş, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bunlara verdiği cevapları tasdikten sonra da, “İhsan nedir?” diyerek ihsanı sormuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de O’na şu cevabı vermiştir: “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır. Her ne kadar sen O’nu görmesen de, O seni görmektedir.”(Buharî, İman, 37; Müslim, İman, 1)

Allah Resûlü’nün sahabelerinden Muaz bin Cebel (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) devrinde zekât memurluğu yapıyor,  halktan zekât topluyordu.Muaz bin Cebel (r.a.), fakir bir insandı. Fakirlikten bunalan hanımı bir gün şöyle dedi: “Günlerdir çöllerde dolaşıp duruyor, zenginlerin zekâtlarını topluyorsun. Bunlardan biraz da eve getirsen olmaz mı? Kim bilecek, kim duyacak?” Muaz (r.a.), hanımına şu karşılığı verdi: “Bunu nasıl yaparın hanım? Peşimde her an gözcü var. Biri beni gözetliyor.” Bu cevap karşısında hanımı, Hz. Ömer (r.a.)’in Muaz(r.a.)’a güvenmediğini düşünerek hiddetle huzuruna çıkarak kocasının peşine niçin gözcü koyduğunu sordu.Fakat halifeden, kesinlikle böyle bir durumun olmadığını öğrenince, mahcup olarak geri döndü. Bu sefer de kocasına çıkıştı: “Neden yalan söyledin, halife peşine gözcü koymamış.” Muaz bin Cebel (r.a.), hanımına şu anlamlı cevabı verdi:“Hayır, hanım, yalan söylemiyorum. Ben, peşimde gözcü var, biri beni gözetliyor, dedim. Fakat o gözcüyü halife peşime taktı demedim. Peşimdeki gözcü, halifenin değil, Allah’ın gözcüsü idi. Allah’ın Kirâmen Kâtibin melekleri, iyi kötü her şeyi yazıp kaydetmiyorlar mı? Allah her yaptığımız işten haberdar değil mi? O’nun ilminden kaçmak, bilgisinden uzak kalmak mümkün mü? Zerre kadar hayrın da, zerre kadar şerrin de yarın ahirette hesabı sorulmayacak mı?”

İhsan, “yaptığını en güzel şekilde yapmak” olarak da ifade edilmiştir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ, bir iş yaptığınız zaman onu sağlam ve güzel yapmanızı sever.”(Beyhakî, Şüabü’l-İman, 4/334)

Yüce Rabbimiz, biz kullarını en güzel şekilde yaratmış, sayısız nimetlerle donattığı kâinatı hizmetimize sunmuş ve en önemlisi de merhametle muamele ederek bizlere ihsanda bulunmuştur. Öyleyse, bizler de öncelikle Allah’a olan kulluk vazifelerimizi O’nu görüyormuşçasına ihlâsla yapmalı; Kur’an-ı Kerim’de, “…Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap…”(Kasas, 28/77)buyrulduğu gibi ana-babamız başta olmak üzere aile fertlerimize, akrabalarımıza ve bütün insanlara iyilikte bulunmalı; her ne iş yapıyorsak, o işi en güzel ve en doğru şekilde ihsan derecesinde yapmalıyız.

“Van’da her çocuğa 1 oyuncak” kampanyasına destek olalım

0

Herkese merhaba. Herkese merhaba. Herkese merhaba.

Yeni gün yeni umutlar demek.

Güneş bugün biraz kararsız.

Elma desem çık, armut desem çıkma der gibi.

Bir görünüp bir kayboluyor.

Afacan bir çocuk misali oyun oynuyor bizimle.

Çocuk demişken aklıma ne geldi biliyor musunuz sevgili okur?

23 Ekim 2011 tarihinde Van’da meydana gelen depremi yaşayan çocuklar.

Deprem görüntülerinde hep başrolde gördük çocukları.

Kimine enkaz altından çıkarılırken, kimine de enkaz altında kalmışken rastladık.

Peki deprem sonrası değişen yaşam koşulları altında ne yapıyor bu çocuklar.

Biz de yaşadık depremi, Van’a kar yağdığını gördükçe benim de Kocaeli’de içim titriyor.

Onlar için birşey yapmalı diye düşünürken güzel bir projeyle karşılaştım. Sizinle paylaşmak istiyorum.

Van’da depremden etkilenen çocukların yaşadıkları korku ve acı dolu günleri arkalarında bırakmaları için sosyal hayata kazandırma çalışmalarının olduğunu öğrenince içime bir parça su serpildi.

Kızılay Çekmeköy Şubesi’nin başlattığı “Van’da her çocuğa 1 oyuncak” kampanyası ile evlerinden ve okullarından uzak kalan çocukların çocukluklarından uzaklaşmamaları hedeflenmiş.

Depremin ardından boylarından büyük acılar ve sorumluluklar yüklenen çocuklar, devam eden yapılandırma çalışmaları içinde çocukluklarını yaşasın diye Türk Kızılayı Çekmeköy Şubesi oyuncak topluyor.

Şube başkanı İlhami Yıldırım ve ekibinin öncülüğünde yürütülen kampanya Maryt ayının ilk günlerinde sona erecek. Bağışçılar istedikleri takdirde Van’a götürülerek, oyuncakların dağıtımında da görev alabilecek.

İyiki varsınız sayın İlhami Yıldırım ve beraberindeki ekip. Fikrinize sağlık.

Ne güzel haber değil mi?

Kampanyaya destek olmak istiyorsanız 0 216 640 19 99 nolu telefonu arayabilirsiniz.

Yok ben hemen destek olacağım derseniz de Çamlık Mahallesi Şehit Şahin Bey Caddesi No: 24 K: 1 Çekmeköy/İstanbul adresine oyuncak yollayabilirsiniz.

Siz ne yapacağınızı düşünedurun ben müsaadenizi istiyorum.

Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin.

En çok beni özleyin. En çok beni özleyin.

Hatta bir tek beni özleyin. Özleyinnnnn.

 

 

” www.bihtergordu.blogspot.com”

Cevap Bekleyen Sorular

Önce Türkiye’yi düşünmek ve ülke çıkarlarına sahip çıkmak bir vatandaşlık görevidir. Kısır siyasi rekabeti ve çıkar hesaplarını aşarak biz olabilmenin ortak paydalarını bulabilmeliyiz. İki kimlikli, onun bunun taşeronu olan bazılarının tuzağına düşmemeliyiz. Duygusallığı aşabilmeliyiz. Ayrıştırıcı, çatıştırıcı, farklılığı kutsallaştırıcı, Türk Milletini kalabalık ve sürü yapacak projeleri demokratikleşme olarak görme yanlışından uzaklaşmalıyız.

Marjinal ve küçük bazı grupların etnik yanı tahrik edilmiş olabilir. Ama ayrımcı ve etnik taassupla hareket ederek Anadolu ‘da hilale karşı haçın malzemesi olunmamalıdır. Bu satırlarımız Kafkas ve Laz diye ortaya çıkmış bazılarına da belki iyi bir düşünme imkânı verebilir. Dün sosyalizmin bayrağını açanlar, bugün Türkiye’ye karşı etnik ırkçılığa sarılmışlardır.

Kurumlar arasındaki çatışmanın hızlandığı,  önemli hayati konuların ve belgelerin birbirine karşı kullanıldığı, malzeme yapıldığı bir kargaşa dönemi yaşıyoruz. Askerin vesayetinden sık sık şikayet edenler, sivil yerli ve hatta yabancı vesayet altına girmemeye dikkat etmelidirler. Yabancıların bu dönemde olduğu kadar iç işlerimize burunlarını soktukları bir dönem olmuş mudur? Çeşitli kuruluşlarımızın birbirine düşürülmesi neyin hazırlığıdır? İhanete karşı direnç zayıflatılmaya çalışılmaktadır.

Devlet yetkilileri silah bırakmamış bir terör örgütü ile görüşüyorlarsa; bu başlı başına bir tavizdir. Hele internette dolaşan Oslo görüşmeleri çok üzücü ve düşündürücüdür. Oslo’da yapılan protokol anayasa değişikliklerinde esas alınmaktadır. Aslında Anayasa kullanılarak Türkiye etnik ırkçılıkla ve insanlar birbirine ötekileştirilerek tanınmayacak şekle dönüştürülüyor.

Deniz Feneri davasında ve son MİT olayında olmadık sebeplerle savcı değişikliğine gitmek hukuk devletinin bir gereği midir? Savcıları, hakimleri, kaymakam ve Vali gibi kamu görevlilerini rahat bırakalım. Onlar iktidar ve partilerin değil; devletin görevlileridir. Hukuk devletini parti devletine dönüştürmeyelim. Bugün Türkiye’de ne ölçüde kuvvetler ayrılığı prensibinin işlediği söylenebilir? KCK’da MİT izinin bulunup bulunmadığı tartışmaları üzüntü vericidir. NATO Genel Sekreteri ve Türkiye karşıtı tavrıyla tanınan Rasmussen’in Malatya’nın Kürecik ilçesinde NATO füze sistemi kurma teklifinin Ankara’dan geldiğini söylemesi, ortalığı biraz daha karıştırmıştır.

Son yıllarda iletişim teknolojisinde dev adımlar, Dünyayı küçülttüğü gibi, bilgi ve haber dolaşımını da son derece hızlandırmıştır. Bu olumlu gelişmelerin bir de arka planı vardır. Bu kanallar kullanılarak istihbari bilgi rahatlıkla ve maliyeti çok düşük olarak elde edilmektedir. Dünya çapında yapılan bazı faaliyetler farklı ülkelerde ortak bir kamuoyu yaratmakta; duygu, düşünce ve davranış birliği sağlamaktadır. Bu faaliyetlerin önemli bir bölümü müzik alanındadır. Eurovizyon yarışmaları Türk Cumhuriyetlerinde Batıcı yabancılaştırma yolunda mesafe alınmasına yardımcı olmaktadır. Avrasya coğrafyası bu yönden de kuşatılmaktadır. Ülkeleri ile kavgalı ve batı çıkarlarına hizmet edebilecek konumda olan sanatçı ve yazarlar öne çıkarılmakta ve ödüllendirilmektedir. Salman Rüşdi ve bizdeki örnekler unutulmamıştır.

Son dönemde yalnızlaşan, rehbersizleşen, moral tatminsizlik içinde kıvranan,  tek başlarına bırakılan, sosyal bağları zayıflayan aile çevresinden kopan, inancı zayıf ve arayış içinde olanlar gençler hedef alınmaktadır. Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı artmaktadır. Hedef varlıklı aile çocuklarıdır. Her üç semavi dine de karşı protestocu hareketler görülmektedir. Gençlerin dinamizmi protesto ve başkaldırı eylemlerinde kullanılmaktadır. Mesela satanizm isimli grupta bu başkaldırı ve protesto şeytan adına yapılmakta ve şeytana tapılmaktadır. Daha ziyade Yahudi ve Hıristiyan geleneğine tepki olarak ortaya çıkan bu hareketlerin İslam’a tepki göstermesi de anlaşılır ve mantıki değildir.

TV ve internet bağımlılığı, değişik semboller vasıtasıyla kullanılmakta ve adeta cemaatleşmeye gidilmektedir. Büyük şehirlerimizde iyi eğitim görmüş çevrelerde bile muska, büyü ve fal gibi araçlara artan ilgi dikkat çekmektedir.

Yazılanı Oku, Söyleneni Dinle

0

Gezmeye, görmek için çıkmaz mıyız? Araca, yeni yerlere ayak basmak için binmez miyiz? Dinlemek, aynı zamanda yeni şeyler duymak için değil mi? Mevlana hazretleri: “Dün geçti gitti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek gerek.” Anlamında sözler söylemiyor mu?

Bazı şeyleri tekrar tekrar okumaktan maksat yeni havalar teneffüs etmek ve solumak için değil mi? Bunun için denmiştir: Konuşan, bildiğini söyler. Dinleyen bilmediğini öğrenir. Bir bakıma konuşan yerinde sayar. Dinleyen yeni adımlar atmış olur.

Şüphesiz dinlemek, ille de dinlenileni kabul etmek anlamına gelmez. Dinlediğimizi kabul eder veya etmeyiz. Ölçülerimize ters düşerse kalbe girmesine yol vermeyiz. Olur biter. Bu bizim elimizde olan bir şey. Fakat ortaya konulmasına karşı çıkıyorsak; o zaman kimse ağzını açmasın. Kimse bir şey söylemesin.

Bu durumda fikir alış verişi olmaz! Herkes kendi bildiğiyle yetinir. İşte durmak burada başlar. Oysa rahmet eserleri müslümanların farklı fikirleri ortaya koymasından ortaya çıkar, kendini gösterir. Tabii bu farklılıklar esasa ait olmayan fakat esasa götürecek olan metod ve usullere dairdir.

Buradaki farklılık ve yanılgı, insanı ne dinden eder, ne de İslamdan çıkarır. Belki esasa ulaşmakta tercih ettiği metoddan  ötürü, kimilerini isabetli kılar, kimilerini de isabetsiz. Bu ise olsa olsa dünyevi bir yanılgıdır.

Ahiret bakımından insanı sorumlu tutacak bir yönü yoktur. Çünkü isabetli olduysa ne a’la. İsabette yanıldıysa ne gam be dostlar? Şüphesiz isabetli olmak güzel bir şey. Çünkü dünyevi noktadan biraz daha rahat bir hale sokar insanı.

Bundan dolayı benimseyemeyeceği fikir ve sözlerin ortaya konmasından telaş etmemeli. Huzursuz olmamalı. Zaten insan – geçici olmak şartıyla –  biraz septik yani şüpheci olmalı. Sahip olduğu fikirleri sıkı bir elekten geçirmeli, onu tahkiki bir duruma getirmenin yollarını aramalı.

Böylece bildikleri öyle perçinlenmiş olur ki, artık onu bundan sonra hiçbir tenkit veya karşı fikir yerinden söküp atamaz. Nitekim Bediüzzaman hazretleri: “Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir.” Derken bir de bu hususa değinmiş olsa gerek.

Hem zaten müslümanların; inandıkları hususlar hakkında şek ve şüpheleri yok. Farklılık inandıkları esaslarda değil, inandıklarını hayata geçirmekte ileri sürdükleri metod ve usullerde kendini göstermektedir. Bundaki farklılık ise gayet tabii ve normaldir. Çünkü:
“Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı re’y-i ümmetten.”

Terakki ve ilerleme ise telahuk-u efkarla mümkün. Çünkü insan; fıtraten / yaratılıştan medenidir. Zaten insan sosyal bir varlık olup toplum hayatına muhtaçtır, derken de bu kastedilir. Çünkü kişi yalnız yaşayamaz. İhtiyaçlarını tek başına karşılayamaz.

Belki hayatını zar zor ancak idame ettirip sürdürebilir. Bu ise iptidai / ilkel, yarı vahşi bir hayat ve yaşayışdemektir. Böylece gelişme ve ilerlemeye kapalı kalır. Yani günlük hayatını sağlamak zaruretinden fırsat bulamaz ki yeni açılımlar yapabilsin. Yeni gelişmeler sağlayabilsin.

Halbuki insanlar; kubbeyi teşkil eden taşlar gibi birbirine omuz vermek zorunda. Birbirleriyle baş başa olmak mecburiyetindeler.

Öyleyse kişi ve kurumları hedef almadan, fikirlerini soyut olarak ortaya koyanlara karşı çıkmamalı. Yazılanı okuyup, söyleneni dinlemeli. Kabul edip etmemek ise sırf bize ait bir mes’ele. Alırız veya almayız. Bu bizim elimizde değil mi nasılsa? O halde yersiz endişelere lüzum yok be dostlar.

919 – 920

 

 

Arap Kültürü ve İslam

0

İslam’dan önceki Arap kültürünü tanımadan,

İslami bilmeden; doğru tespit yapıp doğru sonuca varılamaz.

Bazı insanlar İslam’a neden Arap kültürü der?

Arap kültürünü iyi bildikleri için mi?

Yoksa İslamı bilmedikleri için mi?

Arap kültürü ile İslamı karşılaştırmalı olarak birkaç örnekle kıyaslayalım.

Önce Arap kültürünün kadına bakış açısını ele alalım.

Arap kültüründe kadınların evlenme, boşanma ve mirastan hiçbir hakları yoktur.

Kız çocuklarının canlı canlı toprağa gömüldüğü görülürdü.

İslam cenneti anaların ayağının altına koyacak kadar kadını yüceltmiştir, ona özel değer vermiştir.

Erkekler için aynı durum söz konusu değildir.

1- Sahabe biri gelerek ‘Ya Resulallah iyilik yapmakta önceliği kime vereyim diye sorduğunda “Anana” cevabını almıştır. Soruyu 2. ve 3. kez tekrarladığında yine anana cevabını almıştır. Ancak aynı soruyu 4. kez sorduğunda peygamberimiz “Babana” cevabını vermiştir. Cahiliye devrinde aşağılanarak, hor görülen kadın İslam ile birlikte onore edilmiştir. Bazı yerlerde de erkeğin önüne geçirilerek adeta geçmişin rövanşını almıştır.

2- Hak hukuk anlayışına bir göz atalım. İslamdan önce güçlü her hakka sahip olandır.

Yağma kültürü hâkimdir. Hatta yağma o kadar ileriye gitmiştir ki, ticaret kervanları artık Mekke’ye gitmeye çekinir olmuşlardır.

İslam insan haklarından öte kul hakkı kavramını getirmiştir. Sadece güçlünün hakkı değil, zayıf ve aciz kişilerin hakları bile savunulmuştur.

Hz. Ömer: Kamu görevi yaparken kamunun mumunu kullanmıştır.

Şahsi işlerini yaparken kul hakkı yerim korkusuyla kamu mumu yakmamıştır.

Kul hakkı İslam’da büyük günahlardan sayılmıştır.

“Diyarı Fırat’ta bir kurt kapsa koyunu

Adli ilahi gelir de Ömer’den sorar onu”

anlayışı ile Arap kültürünü aynı tutmak insanın aklından birazdan öte çokça zoru olduğunu gösterir.

Biraz insaflı ve sağduyu sahibi olmak gereklidir.

İslam Kur’an kültürüdür.

Kur’an kültürü ırkla ilgili değil inanıp inanmamakla ilgilidir

Sadece Araplar için değil inanan herkes içindir.

Kur’an neden Arapça da Türkçe değil derseniz.

Müsaade ediniz de O’nun kararını Allah versin.

Eğitimin, bilimin, mektebin, medresenin olmadığı bir ortamda

İlk vahyin konusunu “Eğitim-bilim” olarak belirleyen bir anlayışı

Arap kültürüyle eşit görmek cehalet değilse kasıttır.