11.9 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1056

Uğursuz ve Onursuz Yöntemler

“Temiz amaçlar temiz araçlar gerektirir.   
Ahlak dışı yöntemler amacın saygınlığını hiçe indirir.”       

Makyavel (Niccolo Machiavelli 1469-1527), “amaç araçları mübah kılar” diyerek, siyasetle ahlakın birbirinden ayrılmasına dayanan siyasi düşünceyi formüle etmiştir. “Hükümdar” adlı eserinde: “Ülkenin selameti söz konusu olduğunda ne adalete, ne adaletsizliğe, ne merhamete ne de merhametsizliğe bakmak gerekir.” “Hükümdar, ülkesini kadife eldiven giymiş demir bir elle idare etmeli, gerektiğinde yumuşak, gerektiğinde sert davranmalıdır.”görüşündedir.  

Tarih boyunca ihtiras sahipleri, daima haklarından fazlasını istemişler ve bunun için her yola baş vurmuşlardır. Nefsaniyetin icabı olan bu hırslı yönün kontrol altına alınması ancak yüksek bir iman derecesinde mümkündür.. İnsanın eline fırsat geçtiğinde Allah korkusu ile yanlış yapmaktan kaçınması insanlık asaleti ile davranması gerekir. İnsan evladı dünyada daimi bir deneme içindedir; asiller ile reziller kendi seçimleri ile ortaya çıksın diye ona yeterli bir özgürlük verilmiştir.

“.. ta ki mahvolan açık bir delille mahvolsun, yaşayan da açık bir delille yaşasın”(8/42) hükmü ile anlaşılıyor ki, insana verilen özgürlük, sorumluluk getiren  bir özgürlüktür.

Ahlak dışı yollarla yöntemlerle elde edilen hiçbir şey hayır getirmez. Lanet er geç hedefini bulur.

Fatih Sultan Mehmet ve oğlu Sultan II. Bayezid’in Çağdaşı olan Rönesans (15. yüzyıl) olumlu ve olumsuz yönleri ile ilginç açılımlar getirmişti. Bir tarafta bilim ve sanatta Leonardo da Vinci gibi dahiler muhteşem eserler verme imkanı bulurken diğer taraftan Yunan hedonizmi (zevkperestliği) ve ahlaki zaafların her çeşidi kontrolden çıkmış, salgın bir hastalık gibi toplumu istila etmişti. Avrupa’nın karanlık orta çağının fanatizminden kurtulmak isteyenler, özgürlüğü sorumsuz bir başıboşluk ve keyfilik zannetmişler, toplumu koruyan bütün ahlaki bariyerleri toptan yıkmışlardı. Böylece bir aşırılıktan başka bir aşırılığa kaymış oluyorlardı.

Parçalanmış İtalya’da ücretli askerler göstermelik, zayiatsız savaşlar yapıyor, daha çok para verene savaşı kazandırıyorlardı. Hasımları ortadan kaldırmak için zehirin bin bir çeşidi geliştirilmişti. Fatih Sultan Mehmet tam sefere çıktığında esrarengiz bir şekilde zehirlenerek hayatını kaybetmiştir. Tarihçiler o asrın geleneklerine uygun olarak Yahudi başhekimin eli ile uzun tesirli bir zehirle ortadan kaldırıldığını tahmin ediyorlar.

Fatih’in son seferinin muhtemel hedefi İstanbul’dan sonra Roma idi. Talihsiz oğlu Cem Sultan saltanat kavgaları yüzünden çaresizlik içinde Rodos Şövalyelerine iltica etmiş, siyaseten kullanılmak üzere rehin olarak bir müddet gezdirildikten sonra, hiçbir paha mukabilinde Hıristiyan olmayacağı anlaşıldığı için, bir rivayete göre de ağabeyi II. Bayezid’in gönderdiği külliyetli bir rüşvet mukabilinde zehirlenerek öldürülmüştür. 

Kapitalizm çağında Avrupa devletlerinin çoğu (İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda, Belçika ve sonradan onları takip eden Rusya) teknik üstünlükleri sayesinde ulaştıkları her yeri ele geçirdiler. Ateşli silahları ile yakıp yıkıyor, kılıçla doğruyorlardı. Köle haline getirdikleri yerlileri madenlerde ve tarlalarda ölesiye çalıştırdılar. Gasp ettikleri altın ve gümüşü eriterek kalıplar halinde gemilerle yıllarca Avrupa’ya taşıdılar. Hala onlardan fırtınada batan bazıları denizin dibinde kıymetli yükleri ile bulunuyor. Avrupa’nın sermaye birikiminde bu korkunç yağmanın etkisi olduğu şüphesizdir.

Tarihin bu korkunç sahifelerini batılı devletler hep unutturmak istemişlerdir. Günümüzde Katoliklerin ruhani reisi Papa Benedict: “Kızılderililerin kendi arzuları ile hıristiyan olduklarını” söyleyince, bu utanmazlık karşısında Venezuella’nın Kızılderili cumhurbaşkanı H. Chavez’den : “Atalarımızın kan ve ateş içinde nasıl zorlandığını bilmez değiliz” cevabını almıştır. Bu sevimli Başkana İspanya kralı da “çeneni kapa artık” diyerek kanlı geçmişin hatırlatılmasına tahammülsüzlük göstermiştir.

Tarihte çok kere devletlerin amaçlarını gerçekleştirmek için din ve  ideolojileri araç olarak kullandıklarını görürüz. Menfaate dayalı reel bir politika izledikleri halde “suret-i haktan “görünmüşlerdir.

Batılıların “ilkelleri uygarlaştırmak”, “hıristiyanlığı yaymak” adına yaptıkları iffetli Hz. Meryem’i, merhamet timsali Hz. İsa’yı utandıracak mahiyettedir. Onlar mübarek isimleri kullanıyor, manayı katlediyorlardı. Esas amaçları Haçlı seferlerinde olduğu gibi “yağma ve “sömürü” idi. Günümüzde de Amerika’nın “özgürleştirme” ve “demokrasi getirme” adına Irak’ta ve Afganistan’da katlettikleri 1 milyon günahsız sivil insan ve devam eden facianın gerçek sebebi Petrolü kontrol etmektir.

İslam adına terörist faaliyetlerde bulunmak ve sivil halka zarar vermek de “İslam’ın ruhuna” ihanettir. İslam, barış, manevi hastalıklardan salim olmak, Yaratıcı’ya teslim olmak gibi huzur dolu anlamlar taşırken fanatik grupların teröre karşı terörle karşılık vermeleri, güzel dinimizin yanlış algılanmasına sebep olur. Hem suçlu hem güçlü, hukuk tanımayan,”haydut devletler”in yaptıkları terörün ta kendisi iken, aynı silahı kullananları terörist diye suçlamaları ibret verici bir çelişkidir. İngilizler, işgal ettikleri yerlerde, yıldırmak üzere  Amerika yerlilerinin  kafa derilerini yüzüp, uzun saçlarını kemerlerine asarlardı. Yerliler de misli ile mukabele ettiler. Tabii ki suçlananlar yerliler oldu.

Esma (isimler) ile mana (anlam)’ın birbirine uyması gerekir yoksa her şey lafta kalır.    

Her idealist yolun samimileri olduğu gibi haramileri de vardır.                   

“İbadet samimi inançla,  İlim hikmetle, ilmi hayra kullanmakla

 Toplum adalet, saygı ve terbiye  ile ayakta durur.”

İnsanlık onurunu kazanmadan bir davanın takipçisi olunamaz.

  

 

Türk Dünyası

Türk Dünyası, 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılda dünyanın değişik bölgelerinde ve değişik devletlerin insanları olarak yaşayan bütün Türkler için kullanılan coğrafi ve kültürel bir kavramdır. Bu devletleri; Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan olarak belirtmek gerekir. Birçok kişi, Fars / İran kökenli olduğu iddiasıyla Tacikistan’ı Türk cumhuriyetlerinden saymamaktadır. Tacikler, Farsça konuşan Sünni Müslüman’dır. Bu yönleriyle İranlılardan ayrılırlar. Taciklerin İslamiyet’ten önce, günümüzdeki İran topraklarında yaşayan Sâsânilerin torunları oldukları ve Sâsânilerin Türk olmadıkları iddia edilmektedir. Sâsânilerin Türk oldukları da olmadıkları da ilmî olarak ispatlanabilmiş değildir. Muhtemelen onlar, Kuşanlar gibi Farslaştırılmış Türklerdir. Uzun yıllar Türklerle bir arada yaşamışlar, tarihin bir döneminde de Türklerle savaşmışlardır. 579 yılında ölen Birinci Hüsrev’den sonra Sâsâni Devleti’nin tahtına oturan Dördüncü Hürmüz’ün annesi bir Türk Prensesi idi. Bu sebeple 4. Hürmüz, ‘Türkzâde’ olarak anılır.
Sâsâni İmparatorluğu’nda; Yahudiler ve Hıristiyanlar olduğu gibi Türkler de yaşıyordu. Günümüzde de Tacikistan vatandaşı olup Türk olduğunu söyleyen pek çok insan vardır. Farslaştırılan Taciklerin yakın ilişkiler sonucunda asıllarına döndürülmesi ve Türkleştirilmesi mümkündür.
Tacikler, uzun yıllar Çarlık Rusya ve Sovyetler Birliği zulmü altında Türklerle aynı ortak kaderi paylaşmışlardır. Onları ‘bizden’ kabul ederek kazanmamız gerekir.
Yunanistan, Batı Trakya’da yaşayan Türklerin, ‘Müslüman Yunanlı’ Sırbistan, Makedonya’daki Türkleri, ‘Türkçe konuşan Sırplar’ olarak tanıtıyorlar. İran, işgali altında bulundurduğu Güney Azerbaycan topraklarında yaşayan Türklerin Türk olmadığını Azerî olduğunu iddia ediyor. Onların iddialarının hiçbir ilmî dayanağı yoktur. Bizim, Taciklere sâhip çıkmamızı gerektiren pek çok sebep vardır.  
Türk Dünyası, bütün Türk soylu insanları kapsayan bir kavramdır. Bazı araştırmacılar sadece Orta Asya için bu kavramı kullanır. Türkistan kavramı ile eş anlamlı kullanıldığı da olur. Ancak ‘Türk Dünyası’ isimlendirmesi, batılıların ‘Orta Asya’ olarak andıkları ‘Türkistan’ kavramlarından daha geniş bir alanı ifâde eder. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, Müslüman olmasa da, çeşitli sebeplerle Türkçe konuşamasa da, tek bir kişi olsa Türk’ün bulunduğu her yer Türk dünyasının bir parçasıdır. Türk dünyası Avrupa’ya, Kafkasya’ya, Orta Doğu’ya kadar yaygın, geniş bir bölgedir. Bu bölgede 350.000.000’a yakın Türk yaşamaktadır.
Türk dünyası’na dâhil coğrafî bölgeleri şöylece sıralayabiliriz: Altay Dağları,  Anadolu, Balkanlar, Balkaş Gölü ve Çevresi, Başkurdistan, Baykal Gölü ve çevresi, Çuvaşistan, Deşt-i Kıpçak, Dobruca, Gobi çölü, Hazar Denizi ve çevresi, Horasan, İdil-Ural Boyları, Kafkasya, Karakum Çölü, Kıbrıs, Kırım, Kingan Dağları, Batılıların Türk adını unutturmak maksadıyla ‘Orta Asya’ olarak isim verdikleri, bizim ise ‘Türkistan’ demek mecburiyetinde olduğumuz topraklar, Orta Doğu, Irak, Suriye, Selenga Nehri boyları, Seyhun – Ceyhun Nehri arasında kalan ve Araplar tarafından Mâverâün Nehr’ olarak adlandırılan bölge, Sibirya, Taklamakam Çölü, Tanrı Dağları, Tataristan, Türkistan ve  Yakudistan.
TÜRK BİRLİĞİ
20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaş gören dünya, yaşanan felaketlerden ders alarak ikinci yarısından itibaren birleşme yollarına girdi. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, OECD, NATO ve AGİK gibi çeşitli organizasyonlar kuruldu. Bu organizasyonların asıl maksadı, savaş tehlikesine karşı birbirlerini korumak, kollamaktı. Ekonomik kalkınma ikinci plandaydı.
1990’lı yıllarda Komünizm taraftarı Doğu Bloğu ülkeler bir bir dağılmaya başladı. Ve genişlemek isteyen Avrupa Birliği bu ülkelerin birçoğunu kayıtsız şartsız birliğe dâhil etti. Doğu Avrupa’daki devletlerin birliğe girmesiyle gelecekleri teminat altına alınmıştı. Oysaki 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan, gibi Türk Cumhuriyetleri yalnız bırakılmak istendi. O halde Türk Dünyası 350.000.000’u bulan nüfusuyla Türkiye’nin sorumluluğu altındadır. Türkiye üzerine düşen görevi yapmakta fakat bu süreç çok yavaş ilerlemektedir. Türk Birliği ile ilgili ilk atılımlar başlangıçta bütün Türk dünyasında sevinçle karşılansa da, bu organizasyonun kurulumu henüz netlik kazanmamıştır.
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in bağımsızlığın ilanından sonra İstanbul’da yaptığı konuşma, Türk Cumhuriyetleri’nin bu beklentisini ve geleceğe yönelik umutlarını yansıtması bakımından son derece önemlidir: ‘Ancak bahar sellerini ne kadar engellemeye, önüne bentler çekmeye çalışırsanız çalışın, su yine de kendi yolunu açacaktır. İşte tarih nehri ile de aynısı olmuş ve soğuk savaş engelini yıkan tarih, insanlık kanunlarıyla belirlenen esas yatağına dönmüştür… Halklarımız arasında karşılıklı anlayış ve güven duygusu oluştu. Dostluk etkili bir işbirliğinin en güvenilir garantisidir. Bu durum bizi umutlandırıyor.’ Gelişmeler çok yavaş seyretse de ümitlerimiz devam ediyor.  
TÜRKMENSAHRA
İran’ın kuzey doğusunda Türkmensahra bölgesinde yaşayan 2.000.000 Türkmen, hem Sünni mezhebi hem de Türklüğü ile İran’ın mezhebi-etniği azınlıklarının arasında yer alır. Türkmenistan’ın güney sınırının ötesinde yaşayan Türkmensahralı Türkmenler, Türkmenistan ile ortak tarih ve kültür ve dil ve lehçeye sahip olsalar da, bugün İran’ın toprak bütünlüğü ve Anayasası’na saygı göstererek, kendi gelenek ve kimliklerini korumaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, İran içinde Türkmenler kendi geleneklerini koruyabilen en asil azınlık olarak bilinmektedir. Hatta Türk dünyasını gezen bazı araştırmacılara göre, bu bölge gelenekleri ve elbise ve dil ve folkloru ile Türk dünyasının en asil bölgesi olarak bilinmektedir.
Ancak Türkmensahralı Türkmenler azınlık olmanın sıkıntılarını da çekerler.  Bu sıkıntı üst düzey makamlara ulaşmada, istihdamlarda, bölgede fabrikalar ve iş merkezleri kurdurmakta, seçimlerde büyük problem olarak kendini gösterir.
İran sahasında birinci vatandaş sayılmak, etniği-mezhebi ayrımcılıkları ortadan kaldırmak, kimliklerini koruyarak kendi dillerinde çocuklarına eğitim vermek, bölgede iş imkânları oluşturarak işsizlik oranını azaltmak, Türkmenlerin İran hükümetinden istedikleri önemli konulardır.
Hatemi’nin 1997’de reformcuların adayı olarak seçilmesi, Türkmenler arasında yeni ümit ışığı yakmıştı. O tarihten sonra, Türkmenler şehir şurasını kendileri seçip, Türkmenler arasından belediye başkanı belirleyebilmişler ve kendi dillerinde gazete ve dergi çıkartabilmişlerdir. Ancak meclis seçimlerinde, yanlış seçim bölgeleri yüzünden Türkmensahra’dan Türkmen vekil meclise göndermekte problem yaşanmaktadır. Seçimlerde Türkmenler ve gayrı Türkmenler arasında yaşanan rekabetten de Türkmenler hiç memnun değillerdir. Türkmenler, Türkmen şehirlerinin Fars şehirlerinden ayrı seçim havzalarına bölünmesini istemektedirler.
Türkmenler reformcuların tutumlarına umut ile bakarak problemlerinin çözülmesini arzu edip seçimlerde çoğunlukla reformcuları desteklemektedirler.
Türkmensahra Türkmenleri, Türk dünyasında iyi tanınmamaktadır. Türkiye’de de daha yeni yeni araştırmacılar arasında tanınmaya başlamıştır. Kendi milliyet ve dil ve geleneğine çok değer veren bu halk, Türk dünyası ile daha fazla ilişki ve bağlantıya geçerek dünyadaki Türk soydaşlarının varlıklarından ve içerdeki olaylarından haberdar olmasını istemektedir.
( HYPERLINK “http://www.efrasyap.org” www.efrasyap.org sitesinden alınmıştır.)
IRAK TÜRKMENLERİ ARASINDA YETİŞEN ÂBİDE ŞAHSİYETLER
Irak Türklerinin tarihine baktığımız zaman medenî, insan sever, hoşgörülü, töresine bağlı, sanatkâr, edebiyatçı insanlardan oluşan bir millet görürüz. Irak Türkleri, ‘Âbide şahsiyet’ olarak anılacak üstün vasıflı pek çok insan yetiştirmiştir.  
Fuzuli, Nesimi, Dede Hicri, Mehmet Sadık, Garibi, Ata Terzi başı, Ali Maruf, Mevlit Taha Kayacı, Mehmet Hurşit Dakuklu, Mehmet İzzet Hattat, Muhsin Behçet Şakır, Dr: Suphi Saatçi, İzzettin Kerkük. Dr. Nefi Demirci, Aziz Kadir Samancı, Sıdık Bende Gafur, İzzettin Nemet, Mustafa Kalayı, Abdulvahit Küzeci, Abdurrahman Kızılay, Kerkük KızıZehra Bektaş, Hacı Cemil Kapkapçı, Mehmet Ahmet Erbilli, Satıh Köprülü, Doç. Dr. Necdet Koçak, Ata Hayrullah, İhsan Hayrullah, Kasım Neftçi, Mehmet Avcı, Selahattin Avcı, Nihat Emel Muhtar Dr. Rıza Demirci, Abdullah Abdurrahman, Âdil Şerif, Mehmet Korkmaz, Rüştü Muhtaroğlu, Aydın Mustafa ve diğerleri…
BULGARİSTAN’DAKİ TÜRK KÜLTÜR DERNEKLERİ
TEK BİR ÇATI ALTINDA TOPLANIYOR
Kültürel Etkileşim Derneği’nin düzenlediği ‘Bulgaristan Türk Edebiyatının Geleceği’ adındaki konferans sonunda dernek temsilcileri ve genel sekreterleri bir araya gelerek federasyon kurma fikrini benimsedi. Fikri açıklayan Kırcali Ömer Lütfi Kültür Derneği Genel Sekreteri Müzekki Ahmet, ülkedeki Türk derneklerin bir çatı altında toplanma zamanının geldiğini söyledi.
Ruse (Rusçuk) Türkiye ile Kültürel İlişkiler Derneği Güneş, Kırcali Ömer Lütfi Derneği, Varna Türk Kültür Merkezi, Burgaz Recep Küpçü Kültür Derneği, Razgrad Deliroman Edebiyat Derneği bu federasyonun çekirdeğini oluşturacak.
Konferans sonunda söz alan Kültürel Etkileşim Derneği Başkanı İbrahim Yalımov, bilgi şölenini başarılı olarak değerlendirdi. Bulgaristan’daki Türk azınlığının kendine özgü edebiyatının olduğunun ortaya konulduğunu belirten Yalımov, ‘Türk edebiyatının sadece var olduğunu değil, ileride de yaşayabileceğini ispatlamış olduk. Biz konferans esnasında geriye baktık, fakat bunu ancak ileriye adım atabilmek için yaptık. Kanaatimce bu konferansta, eski kuşakla yeni kuşak arasında köprü kuruldu. Köprünün üzerinde ne kadar genç neslin geçeceği üzerinde durmak lazım, ama ilk adımlar atılmıştır. Bundan sonra gençler bu yolda yürüyeceklerdir.’ Dedi.
Türk kültürünün ve aydınların üzerindeki başlıca problemin, kimliğin korunması ve geliştirilmesi olduğunu vurgulayan Yalımov, bu kimliğin ortak noktasının kültür olduğunu belirtti.
Sabancı Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Aziz Şâkir, ‘1990-2010 arasında yetişen yeni nesil Bulgaristan şairleri’ adlı konuşmasında günümüzde yerli şairlerin birçok zorluklarla karşı karşıya geldiğini belirtti. Bulgaristan’daki her 10 gençten sadece birinin edebiyatla ilgilisini devam ettirmek istediğini belirten Şakir, ‘Eğer Orhan Pamuk, Bulgaristan’da doğup yetişseydi, Nobel ödülünü almak şöyle dursun, eserini yayınlamakta ve ikinci bir eserini yazmakta zorluk çekerdi.’ ifadelerini kullanarak yerli yazarların en büyük kayıplarını şiir alanında verdiklerini belirtti.
İki gün süren programa ülke genelinden yerli aydın ve Türkçe öğretmenleri iştirak ederek, konuşmacı olarak Türkiye’den de misafirler katıldı.
 BEYNUR SÜLEYMAN (Kırcaali Haber Gazetesi)
TÜRK DÜNYASINI AYDINLATAN MEŞALELER:
 Ordinaryüs Prof. Dr. ZEKİ VELİDİ TOGAN
Türk bilim tarihinin devlerinden ve Türkçülüğün önderlerinden Ord. Prof. Dr. Zeki Velidî Togan Başkırdistan Muhtar Cumhuriyeti’nin Sterlitamak Köyü’nde 10 Aralık 1890 tarihinde dünyaya geldi,
26 Temmuz 1970 tarihinde 80 yaşında iken İstanbul’da vefat etti.
Daha ilkokul tahsilini yaparken özel Rusça dersleri aldı. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrendi.  1902 yılında orta tahsil için Ütek’te bulunan dayısı Habib Neccar’ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça bilgisini ilerletti,  dil bilgisini geliştirdi.
1908’de köyünden kaçarak Kazan’a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye Medresesi’ne, Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi öğretmeni oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı ‘Türk ve Tatar Tarihi’ adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti’ne üye seçildi.
1913’te Fergana’ya, 1914’te Buhara’ya araştırmalar yapmak için gönderildi. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetlerinin yayınladığı dergilerde yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov’un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye’ye gönderilmesine vesile oldu.
Daha sonra Rus Millet Meclisi Duma’da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg’a gitti. İlmî çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik İhtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti.
Bolşevik İhtilâli’nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917’de Başkurt ilinin muhtariyeti ilan edildi. Örenburg’u 18 Şubat 1918’de işgal eden Sovyetler O’nu tutukladılarsa da 7 Haziran’da hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, Harbiye Nâzırı oldu. Bundan sonra Başkırdistan’ın bağımsızlığı için Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüştü fakat olumlu sonuç alamayınca Türkistan’a çekilip orada mücadeleye karar verdi.
1920-1923 yıllarında Türkistan’da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Basmacı Hareketi’nin içinde bulundu. Türkistan Millî Birliği’nin kurucusu ve ilk başkanıdır.
Paris, Londra ve Berlin’deki birçok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura’nın gayretleriyle Türkiye’den dâvet aldı.
20 Mayıs 1925’te geldiği Türkiye’de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni’ne tâyin edildi. O zamanki Ankara’nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun’u Türk Tarihi Müderris Muavinliği’ne tâyin edildi.  Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat 1932’de Birinci Türk Tarih Kongresi’nde tıp doktoru Reşit Galip’in sunduğu Orta Asya’da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932’de istifa ederek Viyana’ya gitti.
1935’te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi’nde, 1938’de Göttingen Üniversitesi’nde ders verdi. 1939’da Millî Eğitim Bakanı’nın dâveti üzerine tekrar Türkiye’ye geldi. İstanbul Üniversitesi’nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü’nü kurdu.
1944 yılında Türkiye’de Sovyetler aleyhine faaliyet ve ‘Irkçılık-Turancılık’ adı verilen dâvâ kapsamında tutuklanıp mahkeme edildi. 10 yıl hapse mahkûm edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti.
1948’de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951’de İstanbul’da toplanan 21. Müsteşrikler Kongresi’ne Başkanlık etti. Bu onun ilmî alandaki şöhretini çok daha artırdı.
Eserleri:
İlk eserini 20 yaşında iken yayınladı. Türk Kavimlerinde Dört Mısralı Şarkılar isimli kitaptı. Türkistan Tarihi (1939),  Umumî Türk Tarihine Giriş  (1946), Türkçülüğün Mukadderatı Üzerine (1971), Hâtırâlar (1969).
TURAN İÇİN YOLUMUZ VAR
Hedefe yol var daha bak,
Bu dava hem gerçek hem hak,
Niyet halis alınlar pak,
Turan için yolumuz var.

Necip Fazıl çekmiş çile,
Çektiğini yazmış bile,
Zindanlarda koymuş dile,
Turan için yolumuz var.

Adsız ağam sen çok yaşa,
Turan yazdın dağa taşa,
Ne çiçeler geldi başa,
Turan için yolumuz var.
Serdengeçti yanındaydı,
Damarında kanındaydı,
Başbuğumun yanındaydı,
Turan için yolumuz var.

Dündar Taşer erden idi,
Vatan için serden idi,
Türk olunan yerde idi,
Turan için yolumuz var.

Tahir Kutsi Makal varmış,
Reha Oğuz Türkan varmış
Tevetoğlu paşa varmış,
Turan için yolumuz var.

Atılmışlar vatan için,
Şehit olup yatan için,
Evet Kürşat atan için,
Turan için yolumuz var.

Başbuğuyla çıkmış yola,
Türklük için vermiş mola,
Demiş rabbim kolay ola,
Turan için yolumuz var.

Üç mayıs seçilmiş günmüş,
Umut ekildiği günmüş,
Yiğit seçildiği günmüş,
Turan için yolumuz var.

Tabutluğa konmuş başbuğ,
Verilmemiş ona bir tuğ,
Bizden gitsin ona üç tuğ,
Turan için yolumuz var.

Unutmam Başbuğ unutmam,
Ben gülümü hiç kurutmam,
Davan sözünü unutmam,
Turan için yolumuz var.

Kırkdört’lerin hareketi,
Olmuş Turan işareti,
Bulacaktır isabeti,
Turan için yolumuz var.

Cennet olsun mekanınız,
Unutmaz biz ahvadınız,
Ülkü ile şanlandınız,
Turan için yolumuz var.

Börçetine Asenalar,
Tüm dünyaya ün salalar,
Toylar kursun tüm balalar,
Turan için yolumuz var.

ÜMİT GÜNGÖR

 

Merhum Erbakan Hocamızı Anarken

Allah sağlık sıhhat ve uzun ömürler versin.

Babamdan işittiğim bir dua ile başlayalım.

Ya Rabbi!

Sevdiğin,

Sevdirdiğin,

Sevindirdiğin kullarından eyle.

Merhum Erbakan hocayı anma haftası düzenlemek

Çeşitli sosyal ve kültürel etkinlikler yapmak

Elbette ki doğru  ve güzel işlerdir.

Fakat yetersizdir.

Başta birinci derecede yakınları olmak üzere

İş ve siyaset arkadaşları,  öğrencileri, etkili ve yetkili kişilere merhum hocamızla ilgili somut

önerilerim var.

Hocanın adını kıyamete kadar yaşatmak

İnsanlığın bu fikirlerden istifade etmesini istiyorsanız

Bu konuda da samimi iseniz,

Hocanın adına ve anısına 3 tane Üniversite kurmalısınız

1-İstanbul’da Prof Dr Necmettin Erbakan bilim ve teknoloji

üniversitesi kurulmalıdır.

2-Konya’da milli görüş Üniversitesi kurulmalıdır.

Konya Milli görüşün doğduğu yerdir

3-Ankara’da Adil düzen Üniversitesi kurulmalıdır.

Ankara yönetimin merkezidir.

Bilim ve Teknoloji üniversitesini AK PARTİ iktidarı hocalarına vefa borcu olarak kurmalıdırlar.

Hoca bir bilim adamıdır.

Hocanın anısında böyle bir üniversite yakışır.

Adil düzen ve milli görüş üniversiteleri saadet partili yöneticilerin ve milli görüşe gönül veren iş adamlarına düşer.

Bu bir vefa ve hayır işi olmakla beraber aynı zamanda ticari bir iştir

En faydalı yatırım insana yapılandır.

Milli görüşçüler kendi çocuklarını bu üniversitelerde okutsalar yine yeterlidir

Milli görüşün ve Adil Düzenin bilimsel temelleri buralardan genç nesillere aktarılır.

Onlardan da ülkeye ve dünyaya yayılır.

Bunların dışında başta D -8 ÜLKELERİ OLMAK ÜZERE  İSLAM DÜNYASINDA da çeşitli üniversiteler açılmalı ve açılmasına ön ayak edilmelidir.

Yoksa bir Yasin iki nutukla yetinmek zavallı insanların işidir.

Bunun ülkeye de, millete de, hocaya da bir faydası olmaz.

Sadece insanlar egolarını tatmin etmiş olurlar.

Böylece milli görüş sözde kalmayıp icraata da geçmiş olur.

Milli görüş kaal için değil hal içindir.

İcraat gerekir icraat!

Türkiye Üzerindeki Emperyalist Oyunlar

 “HAÇLI ZİHNİYET ” hiçbir zaman, Müslüman Türk’ün Avrupa’daki ve Anadolu’daki varlığına tahammül etmemiştir.  

Doğu Roma İmparatorluğunun merkezi olan İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilip kapıları Müslüman-Türklere açılınca “Haçlı zihniyet kudurmuştur.”

Bu sebepten dolayı kilisenin kışkırtmaları ile tertip edilen “HAÇLI SAVAŞLARI” Türk Milletinin üzerinden eksik olmadı. Saldırı hala şu veya bu biçimde devam etmektedir. Bütün maksatları, Müslüman Türk’ü Avrupa’dan ve Anadolu’dan atmak, kurduğumuz kültür ve medeniyeti çökertmek, zengin, bereketli ve stratejik değeri yüksek olan vatanımızı paylaşmak İslam Dünyasını başsız bırakarak sömürgeleştirmektir.  

“Haçlı zihniyet” karşısında, en büyük engel olarak daima Müslüman-Türk Milletini bulmuştur. Vatanınızı ve Milletimizi bölmek planları içinde hareket eden düşmanlarımız, devletimizi parçalamanın ince hesaplarını yapmaktadır. Bilhassa Ortadoğu’ya hakim olmak isteyen muhtelif renkteki Emperyalistler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu kontrollerine alabilmek için çeşitli entrikalar çevirmektedirler.  

ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın ve Rusya’nın Ortadoğu da menfaatleri çakışmaktadır. 

Rusya “KARAÇAR” deli patronun vasiyeti icabı, mutlaka İstanbul’a, Doğu Anadolu’ya, İskenderun ve Basra Körfezine inmek istemektedir. Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Türk Aşiretlerini “KÜRTLEŞTİRMEK” için elinden geleni yapan Rusya kukla bir Cumhuriyet olan Ermenistan’ın başşehri Erivan Üniversitesinde Kürt Enstitüsü kurmuştur. 

İngiltere vatanımızı bölmek için Rusya ile işbirliği yapmıştır, İngiltere 1800’lü yıllarda Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’ya misyonerler göndermek suretiyle bölücülük faaliyetlerini ülkemizde gerçekleştirmeye çalışmıştır. 

Fransa Orta Doğu’da etkili olmak için Ermeni ve Kürt meselesini en çok istismar eden devletlerin başında gelir. “Ermeni ve Kürt kardeştir” sloganını ısrarla işleyen Fransa Türkiye’nin başına birçok belalar açmış ve halende açmaya devam etmektedir.  

Bu gün meclisinden geçirdiği bir kanunla “Ermeni Soykırımı yoktur diyenleri cezalandıracaktır”. 

ABD’de bölgemizde boş durmamakta ve misyoner faaliyetleri ile yaraları kanatmaya devam etmektedir. 

Çeşitli devletlerin ülkemizi bölmek hususunda ki tertipleri saymakla bitmez. Güneydoğu Anadolu da uydurma bir Kürt devleti kurma planlarının arkasında hep bu düşmanca niyetler yatmaktadır.  

Şimdi biz yalnız propaganda ile yetinmeyen, vatan çocuklarını çeşitli tertip ve oyunlarla kandırıp silahlandıran, silahlı eşkıyalığa iten kahpe bir cephe ile karşı karşıyayız. Ermeni ve bölücü teröristleri açıkça himaye eden, Akan Türk kanına aldırmayan Türk’ün ve İslam’ın gözyaşlarını sadistçe bir zevkle seyreden oyunlar tertip eden sömürgeci emperyalistler apaçık ortadadır.  

Diğer yandan ilmi ve Akademik çalışmalar adı altında gerçekleri gizlemek bölücü ve yıkıcı niyetlere destek sağlamak hala kitaplar yazılmakta, yayınlar yapılmakta bilhassa dıştan desteklenen bu faaliyetler yabancı ideolojiler kanalı ile yarayı büyütmeye çalışmaktadırlar. Bazı ahmak politikacılar, bazı satılmış yazarlar ve çizerler aldatılmış piyonlar milli ve mukaddes değerlere yabancılaşmış kadrolar, ajanlar misyonerler el ele vererek ülkemizi felakete sürüklemek istemektedirler. 

Netice olarak belirtelim ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu her bakımdan Türk Milli Bütünlüğü içinde önemli bir yer tutmakta ve bu bütünlüğün ayrılmaz bir parçası durumunda bulunmaktadır. Bazı menfi durumlara rağmen Türk Devleti bu bütünlüğü her gün biraz daha güçlendirmek için elinden gelen gayreti göstermekte emperyalistlerin oyunlarını bozmak için mümkün olan her tedbiri almaktadır.  

Bu arada Doğulu, Batılı, Kuzeyli, Güneyli her Türk vatandaşının da bu konuda sorumlulukları vardır.  

Evet, uyanık olmalıyız hem de çok uyanık olmalıyız.

Unutmamak gerekir ki Türk Devletinin parçalanması sadece çeşitli renkteki “küfür cephesinin” işine yarayacaktır. Allah korusun böyle bir parçalanma olursa bundan sadece Türklük değil topyekûn İslam Dünyası zarar görür. 

Dikkat; +18 İşareti !

Hemşehrim Deli Mehmut‘un meşhur repliklerinden biridir: “Mamut soğeyi, Mamut soğeyi; soğdurmayın da a………  ……….”

Mazlum – Der Genel Sekreteri olan zatın Üstüne Bol gelen konuşması Tarafgir bir mevkutede yayınlanınca aklıma rahmetli köylüm geldi.

Oldum olası başına vazife olmayan işlere karışanlara, ağzından başka bir organla konuşanlara ve bastırılmış güdülerini din – imanla karşılayanlara gıcığım.

Kürtçülük yapacaksan bile açıktan yapacaksın ki kıymet-i harbiyen olsun. İslâmcılık kisvesiyle Kürtçülük; ümmet, ümmet deyip de millî kimliğin alt unsurlarına, etnisiteye saplanmak demektir. Ve Veda Hutbesi‘nden beri Son Peygamber‘in ayakları altında çiğnenmektedir.

Eskiden askerdeki yürüyüş kararlarını askere yakın konuşlanmış kesimler sivil sivil saydırırdı, imdi durum değişti; millî değerlere saldırılacaksa Müslüman kardeşler yapmalı. Nede olsa dindar geçinenlerle dindarlıktan geçinenlerin 110 metre engelli yarışı bu.

Bir ara Patagonya’nın Sesi Radyosu‘nda “Rezaletü’l- Reklamlar” meşhurdu. Kanal 7 ve Samanyolu‘nda ne zaman reklam seyretsem usuma düşer.

Andımız“a saldırmak sana mı kaldı be mübarek? Andımızı ‘pornografik‘ bulmuşsun; Emmanuelle seyrederken mi aklına geldi a muhterem? Freud‘un çocuğun annesini emmesini cinsellikle izah etmesi senin ilkokul çocuklarının genel geçer ifadelerle and içmesinde porno sahne yakalamanın yanında hafif kalmıyor mu a ihvan?

Merakımdan soruyorum;  ilkokulda ne kadar kez “Andımız”  söyledin ve ergenliğe geçişini ne kadar hızlandırdı? “Andımız“ın toplu söylenmesi sende hangi toplu ritüelleri canlandırdı be efendicağızım. “Türküm, doğruyum“da pornografi keşfetmen ilkokul diplomanı almandan 30 yıl sonra mı, 40 yıl sonra mı aklına geldi a sofi?

Lâf ola, beri gele. Al duvara iğnele. Bir şeye karşı çıkacaksan çık da hiç olmazsa Çarşı Gurubu kadar haysiyetli cümle kurabil.

Allah; mazlum kılıfıyla hakikate tecavüz edenleri, minareci kılıfıyla dinin âlî değerlerini işportaya indirgeyenleri, O‘nun Rabb‘liğini örtüp de eşeğin aklına ‘yasak elma‘ düşürenleri ıslah etsin!

Muhakkak ki nefis kötülüğü emreder.” Derhal tövbe – istiğfar edin aziz cemaat. Bu Ebu Cehil havası, bu Ebu Süfyan ağzı sana kazandırsa kazandırsa “çılgın bir ateş” kazandırır aziz – sıddık kardeşim.

Şekile perestiş eden / tapan kabuk Müslümanlarının, ‘dindar gençlik‘ deyince zihninden geçenleri duble yol şeridi gibi okuyorum.  Sonra sokak çocuklarına Şefkat Eli uzatan bir derneğin bayan temsilcisinin parça tesirli sözleriyle kanamış mı diye kalbimi yokluyorum:

“Dindarlar hiç bizim yanımızda olmadı, tiner kokan harabelerin karanlığında hep Allah’ımızla beraberdik.”

Memura “Toplu Sözleşme Hakkı” ve Maaş Zammı

0

12 Eylül 2010 tarihinde bir referandum yapıldı. Hem referandumun yapıldığı tarih hem de içeriği ülkemizde “ileri demokrasiye” geçişin kıstası olarak ilan edildi. İleri demokrasi söylemi “Memurlar ve diğer kamu görevlileri toplu sözleşme yapma haklarına sahiptir.” (Madde: 53) maddesi üzerine oturtuldu. 12 Eylül 2010’da referandum oylandı ve milletten onay aldı. Ne var ki bu tarihten itibaren “memura toplu sözleşme hakkı” meselesi tırnak içine alındı. O günden bugüne tasarı yasalaşmadığı için 2012’de memura maaş zammı yapılamadı.

İçki müptelası adama sormuşlar: “Namaz kılar mısın?” Hızlı ve bitişik şekilde “Bayramdan bayrama” demiş. “İçki içer misin?” diye sormuşlar. Yavaş ve uzatarak “akşamdaaan akşama” diye cevap vermiş. Siyasî iktidar başta olmak üzere, milletvekilleri kendilerine gelince anında iş bitirmenin bütün tekniklerini ve cilvelerini sergiliyorlar. Fakat kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen işlere gelince mesai tembelliğine tutularak “bayramdan bayrama” kalıbına uygun düşecek tavır sergiliyorlar.

Milletvekili olmayı şahsî çıkarlarını takip etmek olarak görenler, her türlü dalaşmayı ve sataşmayı “Görünüyorum o halde varım.” kalıbından ibaret sanmaktadırlar. Kendileriyle ilgili konularda son derece mahir, milletle ilgili konularda ise son derece ihmalkâr ve atıldırlar. Bunun en somut kanıtı, milletvekili maaşı konusunda “Beni kimse tutamaz!” eşliğinde gösterdikleri heyecan ve hızdır. Hatta paslaşarak, siyasî denge kurarak, “çıkarlarını takip etme faaliyetini ışık hızına dönüştürüp zamana karşı işi bitirdikleri” kayıtlarla müsecceldir.

Toplu sözleşmeyle ilgili tasarının bütçeden önce karara bağlanması gerekirdi. Fakat nerede? Toplu sözleşme konulu tasarı yasalaşacak ki memurlara zam yapılabilsin. Fakat tasarı komisyonlarda “uzun ince bir yoldayım” türküsünü söylüyor. Nitekim Bakan, memur maaşı konusunda tarih veremiyor. Oysa konu, kendileri ve taraftarıyla ilgili olunca zaman faktörü ortadan kalkıyor. Gece, gündüze dönüşüyor. Anında gereği yapılıyor. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı kurtarmak için her türlü hukukî kural altüst ediliyor, muhtemel bir gelişmeyi önlemek için “zaman dışı ve kuralsız işler” yapılıyor. Fakat mesele memura toplu sözleşme hakkı ve maaş zammı olunca yılın başında yapılması gereken, Nisan ayına atılıyor. “Belki Nisan ayına da yetişmez” denilerek daha geriye atılacağı ima ediliyor. Eğer memur maaşına zam Haziran’a sarkarsa zaten yılı yarılamış olacağız.

Söz konusu meselenin çözümü için uğraşan memur sendikalarına benim önerim, “toplu sözleşme ve maaş zammı” meselesini bir şekilde milletvekillerinin şahsını ilgilendiren bir konuyla ilişkilendirin. İnanın mesele anında çözülür. Sözgelimi, “Bu işi Mart ayı içinde yapın, yapacağınız 10 kuruş zammın 5 kuruşu milletvekillerinin sosyal hayatını renklendirmek için bir katkı olarak verilecek!” demek yeterlidir. Böyle bir teklifin ardından iş acayip hızlanır. Emin olun ki 29 Şubat 2012 akşamına yetiştirilir. Komisyondan 12 saat içinde çıkar. Meclis görüşmeleri 24 saat içinde tamamlanır. Bunu doğrulayacak kanıt, “Milletvekili maaşlarına yapılan zammın hızıdır.” Şahsi çıkara dayanan hız, ne alt komisyon ne üst komisyon ne de Meclis görüşmelerini tanır. Alt komisyon raporunu sunar, konu üst komisyonda hemen ele alınır. Tasarı TBMM genel kuruluna getirilir ve karara bağlanır. Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulur. Hemen Resmi Gazete’de yayımlanır.

Eğer mesele özelde siyasî iktidardan, genelde milletvekillerinden kopuk bir şekilde ele alınırsa tasarı komisyonlarda eğlenir, durur. Alt komisyon, üst komisyon sokaklarında kuşa dönüşür. Meclis’te ele alınması ise yıl sonunu bulur. 10 kuruşluk zam eriyip gider. Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk memura yönelik bakışı nefis bir dille özetliyor: “Memurlar bir tiyatro oyununun parçası yapılmaya çalışılmaktadır. Oyunun yönetmenleri üst düzey yöneticileri ihya ederken, kamu hayatının temel yapı taşlarını ikinci sınıf muamelesine tabi tutmaktadır.” Bu tespite ilave edilecek bir şey yoktur.

Eğer toplumsal itibar milletvekilleri için geçerli ise “konumsuz ve itibarsız memurun” şahsiyetinin zedelenmesi söz konusu bile olamaz! Fakat biliniz ki totaliter sistemin en kısa ve özlü tanımı, “İnsanların harcanması ve insanlığın gereği olan hakların siyasî oyuna kurban edilmesidir.” Bilmem anlatabildim mi?

 

Taksim Meydanında Hocalı Mitingi

20 sene önce Kardeş Azerbaycan dünya tarihinde eşine az rastlanır bir katliamın acısına uyandı. Ermenistan kuvvetleri 26 Şubat 1992’de  Sovyetler Birliği döneminden kalan Mekanize Alayın desteğinde Hocalı’ya girdi ve inanılmaz bir katliam yaptı.

Hocalı, Yukarı Karabağ’da bir Türk şehri idi. Hocalı’daki katliamda 106’sı kadın, 83’ü çocuk toplam 613 sivil hayatını kaybetti. Karabağ’daki işgal sebebiyle bir milyondan fazla Azerbaycan Türk’ü “kaçgun” oldu, ülkenin diğer bölgelerine göç etmek zorunda kaldı.

Türkiye 20 seneden beri, ülke topraklarının yüzde 20 sini kaybeden, 6 milyonluk nüfusunun bir milyonu “kaçgun” olan kardeş Azerbaycan’ın bu acısını yeterince paylaşmadı.

Hocalı’da inanılmaz vahşet hikayeleri yaşandı. “Sana alçak diyemem, alçaklık bile bir irtifadır. Sana ancak çukur diyebilirim” diyen şair, sanki Hocalı’daki soykırımı yapan Ermenileri tarif ediyor gibiydi.

İnsanlığın “çukur” seviyesinden daha aşağılara düştüğü örnekleri bizzat katliamı yapanlar hatıra olarak yazdı. “Çocukları çivileyip, ağlamasını duymamak için ağzına annesinin memesini keserek tıkayan” Ermenilerin vahşiliği duymadık, duyuramadık.

Hocalı soykırımı şahitlerinin anlattığı çok vahşet hikayesi var: “Ermeniler ‘Bu yerler büyük Ermenistan’ın bir parçasıdır‘ sözlerini söylemediğinden dolayı esir aldıkları bir kadını diri-diri yakmışlar. Esasen esir aldıkları üç Azerbaycan Türkü ve dört Ahıska Türkünün bir Ermeni’nin mezarı başında kurban olarak kafalarını kesmiş, ardından 2 esirin daha diri-diri gözlerini çıkarmışlar…” Bu olaylar ve benzerlerini, dünya duymadığı gibi Türkiye de yeterince duymadı, hissetmedi, tepki koymadı.

Nihayet katliamın yirminci senesinde, en önemlisi Taksim Meydanında yapılan miting olan çeşitli etkinlikler yapıldı. Pazar günü İstanbul ve çevre illerden gelen her görüşten, kadın, erkek, çocuk milli duyguları hala canlı kalabilmiş kitleler Taksim’e Hocalı şehitlerini anmaya ve soykırımı yapanları lanetlemeye koştu.

Kocaeli’den kalkan otobüslerle gitmeyi çok arzu etmeme rağmen, bir gün önceden İstanbul’a gitmemiz gerektiği için, mitinge eşimle birlikte İstanbul’dan katıldık. Kalabalık sebebiyle Kocaeli’den gelenlerle karşılaşmamız mümkün olamadı. Taksim meydanı çoğunluğu Türk ve Azerbaycan bayrakları ve çeşitli pankartlarla bir renk cümbüşü içinde idi.

Beyoğlu İstiklal Caddesi boyunca Galatasaray’dan Taksim Meydanına yürüyen kitleler saat 13.30 dan 15.30 a kadar akmaya devam etti. Bir yanda meydan boşalırken diğer taraftan dolmaya devam etti.

Özellikle Fransa Konsolosluğu önünde polis çok ciddi güvenlik tedbirleri almıştı. Ancak kalabalık içinde hiçbir taşkınlık olmadı. “1915’de Ermeni Soykırımı olmamıştır” diyenleri cezalandıran bir kanun çıkaran Fransa ve Cumhurbaşkanı Sarkozy’e karşı, sadece sloganlarla tepki gösterdi. En ilginç tepkilerden biri de bu toplantı için bastırıldığı anlaşılan Sarkozy marka tuvalet kağıtlarının havalarda uçuşması idi.

Kalabalıkların “hepimiz Ermeniyiz” yürüyüşleri yapanlara da tepkisi vardı: “Madem ki Ermeni’siniz, Türklerden özür dilemelisiniz”

Acı olan şu ki zalim mazlum rolüne bürünmüş, mazlumu dünya vicdanında mahkum ettirebilecek bir ikiyüzlülük içinde ve bu konuda beceriklilik gösterebilmekte. 1915 yılında Ermeni çetelerinin Anadolu’da yaptığı mezalimi gözlerden kaçırarak, güvenlik sebebiyle Ermeni ahalinin bir kısmına uygulanan tehcirisoykırım” olarak kabul ettirebilmekte.

Ermeniler, Hocalı’da yaptıkları bu soykırım için, Birleşmiş Milletler’in 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçlarının Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkındaki Anlaşması”na rağmen cezalandırılmadı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin “Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarını hiçbir ön şart koşmadan terk etmesi gerektiğine” dair 4 kararı olmasına rağmen bu kararlar fiilen yerine getirilmedi.

Soykırımı yapan Ermeni ordusunun komutanı Serj Sarkisyan halen Ermenistan Cumhurbaşkanı. Arap ülkelerini diktatörlerden kurtarma meraklısı “medeni dünyanın”, böyle bir caniye en ufak tepkisi söz konusu olmadı. “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi gereğince uluslararası mahkemede yargılanması gerektiği halde bu yapılmadı.

Daha da vahimi Türkiye, Türklüğü ve Türk Dünyasını bölmek ve hakim olmak maksatlı bu hareketlere karşı yeterince etkin bir politika izlemedi.

Dilerim, milli reflekslerini kaybetmemiş, Taksim Meydanını dolduran on binler bir kıvılcım yakmış olsun. Gelecek sene Hocalı mitingini bir milyon kişiyle analım. Fransa, Ermenistan ve diğerleri Türk’e düşmanlık etmenin bir bedeli olabileceğini hissetsin.

Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Av.Ruhittin Sönmez ve mitinge katılanlar

Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Av.Ruhittin Sönmez ve mitinge katılanlar

Dr. A.Gülden Sönmez ve mitinge katılanlar

Dr. A.Gülden Sönmez ve mitinge katılanlar

Av.Ruhittin Sönmez eşiyle birlikte miting meydanında

Av.Ruhittin Sönmez eşiyle birlikte miting meydanında

Dr. A.Gülden Sönmez

Dr. A.Gülden Sönmez

Mitinge katılanlar

Mitinge katılanlar

Mitinge katılanlardan bir grup

Mitinge katılanlardan bir grup

Mitingde kullanılan Sarkozy marka tuvalet kağıtları

Mitingde kullanılan Sarkozy marka tuvalet kağıtları

Mitinge katılanlar

Mitinge katılanlar

Av.Ruhittin Sönmez Türk ve Azerbaycan bayraklarıyla Taksim Meydanında

Av.Ruhittin Sönmez Türk ve Azerbaycan bayraklarıyla Taksim Meydanında

Miting alanından görseller

Miting alanından görseller

Prof.Dr. Necmettin Erbakan

Zaman olağanüstü bir hızla geçiyor.  Prof. Dr. sayın Necmettin Erbakan beyefendinin ebediyete intikâlinin üstünden bir yıl geçti. Kendilerini saygıyla anıyorum.

Sayın Erbakan hiç şüphe yok ki, yakın siyâsi yaşantımızın en renkli en esprili ve en zeki kişilerindendi.

İzmit Ticaret Odası’ndaki görevim süresince zaman zaman, sayın Erbakan’la görüşme imkânım olurdu. İzmit’i ziyaretlerinde, Refah Partisi İl Başkanlığı’nın davetlerine, icâbet ederek katılırdım. Sayın Pepe ve sayın Ergün, beni hep sayın Necmettin Erbakan Bey’in yanına oturturlardı.

Prof.Dr. sayın Necmettin Erbakan her defasında beni, büyük bir nezâket ve samimiyetle karşılardı. Öylesine beyefendice, gösterişsiz, içten ve zarif bir tavır sergilerdi ki, bu denli olgun alçakgönüllülük karşısında kendisine hayranlık duyardım.

Sayın Erbakan, politik hayatımızda pek az rastlanan, ancak özenilmesi gereken örnek bir zarafete sahipti. Konuşmalarında herkese hoş gelen, sevimli ve renkli ifadelerle bezeli üslubuyla her konuyu ustalıkla anlatırdı.

Geniş kültürü, bilgi ve birikimiyle  konuşmalarını, sevgi dolu gülümseyen gözleri ve aydınlık yüzüyle dinleyenlerini yormadan yapardı.

Sayın Erbakan hiç kuşkusuz değerli bir politikacıydı. Beraberinde görev yapanların olumlu ve  nitelikli siyasetçiler olarak yetişmelerinde pay sahibiydi. Nitekim, kadrosundaki siyâsetçilerin bir çoğu günümüz Türkiyesinde önemli görevlerde bulunmaktadırlar.

Fevkalâde kibar, beyefendi tavırları, ince ve seviyeli nükteleri, renkli söylemleri, güleryüzü ve sempatik davranışlarıyla hatırlayacağımız muhterem Erbakan’a, Hakk’a kavuşmasının ilk yıl dönümünde, Allah’tan bir kez daha rahmetler dilerim.

 

 

Demokrasi ve İnsan

0

Asra yabancılığın, bilgisizliğin ve düşmanlığın olduğu yerde dün Meşrutiyet’in yer edinemediği gibi, bugün de Demokrasi yer edinemez. Yurt tutunamaz. Varlığını gösteremez.

Çünkü bunlar karanlığı, Demokrasi ise ışığı temsil eder. Malumdur ki, iki zıt bir arada bulunamaz. Biri varsa öteki yoktur. Öteki varsa beriki yoktur. Işık varsa karanlık yoktur. Karanlık varsa ışık yoktur. Demokrasi ise ışık gibidir.

Karanlık hükmünde olan bilgisizlik ve düşmanlık hislerinin bulunduğu yerde Demokrasi barınamaz. Çünkü bizim cehlimiz, bilgisizliğimiz, başımızdakileri bize müstebit yapar, tahakküm edici ve hükmedici kılar.

Kimi resmi zevat, hükümet adamları veya memurlar, vatandaşın bilgisizliğinden faydalanır. Tembelliğini fırsat ve ganimet bilir. İşi yavaştan alır. Görevini aksatır. İşi sonraya atar.

Hak ve hukukunu bilmeyen vatandaş ise, bu sun’i ve yapay engele itiraz edemez. Karşı koyamaz. Çünkü kanunu bilmiyor. Bu yüzden hukukunu savunamıyor. İşte bu hal sistem değil, kişilik konusudur. Adeta güneşi örten bulut misali, bazı şahsiyetsiz ve çıkarcı kimseler, o güzel ortamı, böyle karartarak gölge düşürürler. Dün kabahati Meşrutiyet’te buldukları gibi, bugün de Demokrasi’de ararlar.

Öyleyse Demokrasi’nin icaplarını yerine getirmeye çalışalım. Nedir bu icaplar derseniz aziz okur! Bunlar, Demokrasi’nin sağladığı hürriyet imkanlarından yararlanmaktır.

Demokrasi’nin temin ettiği özgürlük havasından istifade etmektir. Demokrasi ortamının sağladığı imkanları, maddi manevi gelişmeler için bir fırsat bilmektir. Özellikle ilmen, fennen ve irfanen gelişmektir.

Medeniyet ortamına iyi hazırlanmaktır. Hür, girişimci birer şahsiyet olarak Türkiye’de layık olunan yeri almaya bakmaktır. Akla dayanmaktır. Akıl ise millet fertlerinin birbirlerini sevmelerini ister. Aralarında sevgi tomurcuklarının oluşmasını arzular.

Demokrasi hisler ile hareket edilmezliği yeğliyor. Hissiyatları fikrin emrine vermenin gerektiğini hatırlatıyor. Ve ancak bu şekilde maddeten ve manen gelişmenin mümkün olduğunu belirtiyor.

Ama bütün bunlar ancak aynı vatanda yaşayarak, aynı vatanı paylaşarak; aynı devleti tanıyarak, aynı devleti paylaşarak; aynı bayrak altında kalarak, aynı bayrağı paylaşarak; aynı marşı söyleyerek, aynı marşı paylaşarak gerçekleşir.

Ancak bu şekilde Demokrasi’nin icapları yerine gelir. Aksi takdirde başarı asla olası değildir. Aksi takdirde birlik beraberlik yara alır.

Dış düşmanların isteği doğrultusunda hareket edilmiş olunur ki, işte bu Hakk’ın gücüne gider. Bundan yer gök titrer.

Bu tavır, yurt içindeki bu menfi kalkınış; ülke içindeki bu olumsuz hareketleniş Hakk’ın sillesinin inmesine de sebep olur.

 

 

 

 

 

 

 

1135 – 1136

Haydarpaşa

Kondüktörün tiz sesi sanki buhar ıslığı
Peronda uyanır mı gurbetin aymazlığı

Kale duvarlarında kuleler mi gördüğüm
Bu mahşeri izdiham her metresi kördüğüm

Ne yüksek bu tavanlar sarmış tütün lekesi
Her köşede bir garip sandım miskin tekkesi

Merdivende ilk şaşkın fotoğraflanmış bakış
Bir adım ötesi ne asyadan bu son çıkış

İskelede intizam sarı bacalı gemi
Her sabaha düşer mi böyle telaşın demi

Aşıp dalgakıranı vurunca akıntıya
Elimden düşen simit neden değmez ki suya

Dağılır sis birazdan martının peşi sıra
Hüzünlü Haydarpaşa ismi artık hatıra..