0.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 102

Ötüken Neşriyat’tan Hacmi Küçük, Muhtevâsı Dolgun İki Kitap 1-Bildiklerim: Kilisli Muallim Rifat Bilge 2-NASIL ÖLDÜLER: Vecdi Bürün

1-BİLDİKLERİM: Kilisli Muallim Rifat Bilge

Kültür Serisinin 1127 numaralı kitabı 12 X 19,5 santim ölçülerinde, 167 sayfadır. Kilisli Muallim Rifat Bilge’nin Yeni Sabah gazetesinde 30 Eylül 1945 ile 24 Mart 1946 arasında 34 bölüm hâlinde tefrika hâlinde yayınlanan hatıralarını bir araya getirmektedir.                                                                                          

Yazarı, arka kapak yazısında kitabı ve kendisi hakkında şu bilgileri veriyor:

Âdet olmuştur: Büyükler büyük işlere dâir ‘hâtırat’ yazarlar; hem de bu hâtırat ekseriyetle siyâsî işlere dâir olur Bu bir güzel âdettir, fakat büyüklere tahsise ne hâcet! Küçüklerin de küçük işlere dâir yazmasına ne mâni var?

Küçük görünen bir iş, bâzen büyük bir işi tashih eder yahut bir noktasını olsun aydınlatır. Binaenaleyh ben de kendimi bildiğim günden beri nerede okudum, kimlerden okudum, neler gördüm, kimlerle görüştüm, ne gibi hâdiselere şâhit oldum; bütün bunları yazmak istiyorum.

Şu kadar var ki ‘Hâtıratım’ yerinde ‘Bildiklerim’ kelimesini istimal ediyorum. Gördüklerim, işittiklerim de buna dâhildir. Çünkü her görülen, işitilen şey de bilinmiş sayılır.

İlme, kitaba hizmetim daha çok geçtiği için iptida ilim sâhasındaki hizmetlerimden ve bu alandaki müşâhede ve kararlarımdan bahsedeceğim.

Kitapta yer alan yazıların başlıkları:

*Dîvânu Lügati’t-Türk ve Emiri Efendi. *Dede Korkut Kitabına Dâir. *Mâniler, Türküler, Destanlar. *Bir Târih Tercümesi Üzerinde Çalışmalar.  *İki Eser İle Bir Seyahatnâme. *Ferhengnâme-i Sa’di. *İbn Mühenna. *Rıhle-i Rumiye Yahut Mekke’den İstanbul’a Geliş Dönüş. *El-Vâfi Bi’l-Vefeyât. *Evliya Çelebi. *Ahkâm-ı Kur’ântab’ı.  *Bir Arapça Sarf Kitabının Hazırlanışı. *Otuz Ders Yahut Yeni Nahv-ı Arabî. *İki Güzel Eser ve Bir Mısırlı Münevver.  *Satılık Kütüphaneler. *Hâlis Efendi Kütüphânesi. *Rıza Paşa Kütüphânesi, *İşkodralızâde Celâl Paşa’nın Kütüphanesi, *Adliye Nâzırı İbrahim Bey’in Kütüphânesi. *Bağdatlı Vehbi Bey’in Kütüphânesi. *Hoca İsmail Saib Efendi’nin Kütüphânesi. *Kaçırılan Kütüphaneler. *Bağdatlı İsmâil Paşa’nın Kütüphanesi. *Güzel Ciltli, Güzel Yazılı Kitaplar. *Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zunün’u. *Hazine-i Evrak Tasnif Komisyonu. *310 Zelzelesi ve Maarif Nâzırı Paşa. *Rauf Yektâ’nın Tetebbu Tarafı.  *Eski Devirlerin Üç Tipik Şahsiyeti. *Arapların Hayran Kaldığı Bir Paşa. *Adliye Nâzırı Abdurrahman Paşa.   *Yemen’e Gitmiş Bir Muallimin Hâtırâsı. *İran Elçisi ve İran Mekteb-İ Rüşdiyesi.  *Beşiktaş Mülkiye Rüşdiyesi. *Darabanı Aşk Sâhibi İhya Efendi. *Dil Kurumu. *Hidiv Hazretlerinin Türklüğe Meyli. *Kolağası Resneli Niyazi Bey İstanbul’da. *Karadağ’da Bir Türk Müstantiki. *Mahkeme-i Cinâyet Reisi Hilmi Bey. *Devr-i İstibdatta Midilli Adasını Ziyâret. *Yakın Mâziden.

Yazı başlıklarındaki Arapça kelime ve terkipler kimseyi kitabı okumaktan vazgeçmeye yönlendirmemeli. Yazı metinleri selis bir Türkçe ile kaleme alınmıştır.

141. sayfada, ‘Dil Kurumu’ başlıklı yazının son paragrafı:

Vaktiyle bir gün Hüseyin Kâzım Bey*’i ziyârete gitmiştim. Dedi ki:

Ankara’dan büyük bir zattan mektup aldım, beni dil işi için Ankara’ya dâvet ediyor.’

Ne cevap verdiniz?’ dedim. ‘Cevabım şu’ dedi:

Dil Encümeni, Ankara’da değil İstanbul’da kurulmalıdır. Çünkü dil kaynakları hep buradadır. Hem de ben öyle âzâ olmak, koltuk altında bulunmak istemem. Evet benden yüksek birisi olursa ona hâk-i pay olabilirim. Fakat nasılsa orada mevki almış, malûmatı benimkinden aşağı birisine eyvallah edemem. Ben reis olmak ve istediğim zevatı kendim imtihan ile seçmek isterim. İşte bu şartları kabul ederseniz ne âlâ, yoksa olamaz.’

Ne cevap aldınız?’ dedim. Güldü:

Sükût!’ dedi.

*Hüseyin Kadri Bey: (Hüseyin Kâzım Kadri Bey olsa gerek) (1870-1934) Osmanlı Devleti’nin son yıllarında vâlilik ve nâzırlık görevlerinde bulunmuş devlet adamı ve yazardır. İstanbul’un Beylerbeyi semtinde doğdu. Babası Trabzon valiliği yapmış Kadri Paşa’dır. Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’ni bitirdi. Mülkiye Mektebi’nin idâdî kısmına kaydolmasına rağmen babasının Aydın vilâyeti defterdarlığına tâyin edilmesi üzerine İstanbul’dan ayrılarak ailesiyle İzmir’e gitti. Burada İngiliz Ticâret Mektebi’nden mezun oldu. Özel hocalardan Arapça ve Farsça dersleri aldı; fen bilimleri tahsil etti. Türk Lugatı’nı yazmaya karar verdikten sonra Yunanca ve Latince öğrendi. Merak duyduğu ziraatçılık konusundaki bilgilerini geliştirmek için bir ara Almanya’ya gitti. ‘Türk Lügati’ isimli eseri hazırlayıp yayınladı. Ziraat Nâzırlığı ve Adliye Nâzır Vekilliği yaptı. Âdil ve mücâdeleci bir tavrı vardı. Dil, din, felsefe ve ziraat ile alâkalı makaleleri; Yeni Asır, Tan, Tasvir-i Efkâr, Vakit, İkdam gibi gazetelerde, Servet-i Fünun ve Sebîlürreşad dergilerinde yayınlandı. Din konusunda muhafazakâr, dil konusunda millî görüşe sâhipti. 

Kitabı yayına hazırlayan Eski Türk Edebiyatı dalında Doç. Dr. Güler Doğan Averbek’in Türkçesi hayranlık uyandırıyor.

Bildiklerim’ isimli kitap, Yalnızca ‘Dîvâu Lügati’t-Türk ve Emiri Efendi’ başlıklı yazı için alınıp okunmaya değer. Kültürle alâkalı insanlarımızın vazife aşkı, günümüz bürokratlarının büyük ekseriyetine örnek olacak mükemmeliyettedir.

KİLİSLİ MUALLİM RİFAT BİLGE: 1874 yılında Kilis’te dünyâya geldi. Memleketinde iken rüşdiye tahsilinin yanı sıra klasik usulde de öğrenim gördü. 1892’de girdiği Dârülmuallimîn’den 1899’da mezun oldu. 1908’de Hukuk Mektebi’ni bitirdi. 1901’de başladığı muallimlik vazifesine farklı müesseselerde 1946’ya kadar devam etti. Bu zaman zarfında Unkapanı Rüşdiyesi, Fevziye Rüşdiyesi, Dârülmuallimîn, Üsküdar İdâdisi, Vefa İdâdisi, İstanbul Sultanisi, Kabataş Sultanisi, Medresetü’l-Kuzât, Gazi Osman Paşa Sultanisi, Dârülmuallimât, Darülfünun ve İstanbul Üniversitesinde vazife îfa etti. Muallimliğin yanı sıra Türk dili, edebiyatı, kültürü, târihi alanında mühim eserleri neşirle meşgul oldu. 1915’te Âsâr-ı İslâmiye ve Milliye Tetkik Encümeni üyesi oldu ve bu sâyede pek çok mühim eseri tespit etti. Ayrıca İstanbul kütüphânelerindeki nâdir eserleri belirlemekle görevlendirilen Kütüphâneler Tetkik Komisyonu’nda görev aldı. 22 Şubat 1953’te Ankara’da vefat etti. Neşrettiği eserler: *Dîvânu Lügati’t-Türk, *Hilyetü’l-İnsân ve Halbetü’l-Lisân, *el-Kavânînü’l-Külliyye li-Zabti’l-Lügati’t-Türkiyye, *el-İdrâk Haşiyesi, *Kitâbu Ahkâmi’l-Kur’ân, *Arznâme, *Bezmü Rezm, *Evliya Çelebi Seyahatnâmesi (7-8. ciltler), *Gülzâr-ı Savâb, *Devhatü’l-Küttâb, *Keşfü’z-Zunûn, *Keşfü’z-Zunûn Zeyli, *Hediyyetü’l-Ârifin, *Kitâb-ı Dede Korkud ala Lisân-ı Tâife-i Oğuzân, *Ferhengnâme-i Sâ’dî Tercümesi, *Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled. Telif eserleri: Otuz Ders yâhud Yeni Sarf-ı Arabî ile Otuz Ders yâhud Yeni Nahv-i Arabî’dir. Bilge’nin mânileri derlediği bir çalışmasının yanı sıra muhtelif tercümeleri ve çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.

2-NASIL ÖLDÜLER: Vecdi Bürün

Ölenlerin ardından yazılan şiirler, vefat edenlerin ardından kaleme alınan rahmet ve anma yazıları, Türk kültüründe önemli bir yere sâhiptir. 

Bu tür yazı ve şiirler ‘Mersiye’ olarak isimlendirilir. Türk edebiyatının en parlak ürünleridir. ‘Mersiye’, vefat edenin kaybı sebebiyle duyulan derin üzüntüleri ifâde etmek için yazılan ağıt şiirlerini adlandırmak için kullanılan edebî bir terimdir.

Mersiyeler genellikle mesnevî ve terkib-i bent nazım biçimlerinde yazılmıştır. Ünlü divan şâiri Bâkî’nin Kanunî Sultan Süleyman Han’ın vefatı üzerine yazdığı Kanunî Mersiyesi, bu türün en güzel örneklerindendir. Divan Edebiyatı klasik çağında orta uzunlukta ve tamamı beyitlerden oluşan bir şiir iken; 8 beyitten ve bunu tamamlayan bendlerden oluşan bir yapıya dönüşmüştür. Arapça ve Farsça kelimeler çok olduğundan dili ağırdır.

Mersiyenin kısa bir bölümünün günümüz Türkçesiyle açıklaması:

Ey şan ve şöhret düşüncesinin tuzağına ayağı bağlı olan kişi, bu kararsız dünyânın işleriyle uğraşma hevesi daha ne zamana kadar sürecek?

Ömrünün ilkbaharının son bulup lâle renkli yüzünün güz yaprağına döneceği o günü düşün.

Sonunda senin de hayat kadehine feleğin elinden bir taş gelecek ve yerin, kadehin son yudumu gibi toprak olacak.

Gerçek insan, yüreği ayna gibi temiz ve lekesiz olan insandır. Eğer sen de insansan, göğsünde bu kaplan kini ne arıyor?

Bâkî, ibret alması gereken gözünde bu gaflet uykusu ne zamana kadar sürecek? Sana aslanpençeli pâdişâhın başına gelen olay ibret alman için yetmez mi?

O, mutluluk ülkesinin usta binicisi pâdişâhın atına, dolaşırken dünyâ alanı dar gelirdi.

Macar kâfirleri onun kılıcının suyuna baş eğdiler. Fransız kâfirleri de kılıcının cevherinin tadını tadıp beğendiler.

Taze gül yaprağı gibi yüzünü yavaşça yere koydu. Devran hazinecisi de onu değerli bir mücevher gibi sandığa yerleştirdi.

Yahyâ Kemal Beyatlı’nın ölüm hakkındaki ‘Sessiz Gemi’ başlıklı şiiri de çok kişinin dilindedir:

Artık demir almak günü gelmişse zamandan

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;  

Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,   

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,  

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! 

Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu.

Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. 

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,    

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

Bu harikulâde şiirin oluşturduğu hüznü, bir espri ile dağıtmaya çalışalım:

Ses sanatkârı Hümeyra’nın, şiirden bestelediği şarkının meşhur olduğu günlerde, devlet memuru alımı için yapılan mülâkatta, adaylardan birine, bu şiirin kime âit olduğu sorulur. Aday, geçer not aldığının sevinci ve heyecanıyla soruyu cevaplandırır: ‘Hümeyrâ…’

***

Erdem  Beyazıt (1939-2008) tarafından kaleme alınan şiir de derin mânâlıdır:

Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm.

Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm

Bir başka şâirimiz de ölüm gerçeğini şöyle yorumluyor:

Öldük, ölümden bir şeyler umarak.

Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. 

 Nasıl hatırlamazsın o türküyü,

Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,

Alıştığımız bir şeydi yaşamak..

Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok; 

Yok bizi arayan, soran kimsemiz.  

Öylesine karanlık ki gecemiz,

Ha olmuş ha olmamış penceremiz; 

Akarsuda aksimizden eser yok.

Kısa süreli olarak hüzünlü kalmak ihtiyacını hissedenlere hürmeten, bu şiirin yazarını sormamak isâbetli olur.

Eserde nasıl öldükleri açıklanan şahısların kısa hayat hikâyeleri hatırlanmasına vesile olmak niyeti ve ruhlarına birer fâtiha okunması temennisiyle kitabın ilk sayfasında veriliyor:

*Osman Gazi Osmanoğullannın ilk Padişahı. *Sultan Murat Han Hüdavendigâr. *Sultan Yıldırım Bayezıt Han. *Sultan İkinci Murat Han. *Fâtih Sultan Mehmet Han. *Sultan İkinci Bayezıt Han. *Yavuz Sultan Selim Han. *Kanuni Sultan Süleyman Han .*Sultan İkinci Selim Han. *Sultan Üçüncü Murat Han. *Sultan Üçüncü Mehmet Han. *Sultan Birinci Ahmet Han. *Sultan Genç Osman.  *Sultan Dördüncü Murat Han. *Sultan İbrâhim Han. *Sultan Dördüncü Mehmet Han (Avcı Mehmet) *Sultan İkinci Süleyman Han. *Sultan İkinci Ahmet Han. *Sultan Üçüncü Ahmet Han. *Sultan Mustafa Han.

Eserin SUNUŞ Yazısı:

Ölüm insan hayatının en önemli ve değişmez kanunu olması, sonrasının bilinmezliği dolayısıyla insan zihnini hep meşgul etmiştir. İnsanlar dînî inançları veya çeşitli düşünce sistemleri aracılığıyla ölüm kavramının ne olduğunu mânâlandırmaya çalışmıştır. Ölüm ve ölümle ilgili düşünceler sâdece dînî inançların ve düşünce sistemlerinin değil, edebiyat ve sanat eserlerinin de temel konularından biri olmuştur. Cihanşümul bir gerçek olması sebebiyle gerek dünya edebiyatında gerekse bizim edebiyatımızda ölüm temasını değişik yönleriyle ele alıp değerlendiren, çeşitli edebî türlerde yazılmış çok sayıda eser bulunmaktadır.

Türk kültür ve edebiyatını, dolayısıyla da Türk şiirini gerek dünya görüşüyle gerekse düşünce ve inanç yaklaşımlarıyla uzun süre derinden etkileyen, bu tesirini günümüze kadar da devam ettiren Yunus, bir kısım şiirlerinde kişiyi ürperten soğuk mezar tasvirleri yapmasına rağmen, ölümü ebedî âleme açılan bir kapı olarak telakki etmiştir. Aynı zamanda Tasavvuf cereyanının Anadolu’da yerleşmesine ve yayılmasına da vesile olan bu gönül şâiri, bu iç âlem fâtihi, ölüm duyarlılığı içinde terennüm ettiği mısralarına;

‘Ten fânîdir can ölmez 

Çün gitti geri gelmez 

Ölürse tenler ölür

Canlar ölesi değil’

demiştir. Ölüm, insan hayatının tabîi akışı içinde kaçınılmaz bir hayat gerçeği olarak insanın yanı başındadır. Vecdi Bürün’ün anlatımlarına göre ölüm ‘her nefis ölümü tadacaktır’ emri mucibince bir defa ve son defa geçilen, dönüşü olmayan, farklı dünyâya bir köprüdür. İnsanlar yaşadıkları gibi ölüm ânı da herkes için ibret dolu bir sahnedir. İlginize sunduğumuz ‘Nasıl Öldüler’ isimli eserde de din ve vatan gayretleri ile örülü bir ömrün neticesinde gül bahçesine girer gibi fâni âlemden bâki âleme giden Osmanlı târihinin mümtaz şahsiyetlerinin kahramanlıklarına ve son anlarına yer verilmiştir. Osmanlı târihinin önemli kahramanlarına âit detaylara yer veren, akıcı bir üslup ve ilmî bir dikkatle kaleme alınan kitapta birçok bilinmeyene de açıklık getirilmiştir. Târihin birçok büyük kahramanlarının ölüme yaklaştıkları anların duygu ve düşüncelerini aksettiren bu değerli eser târihî araştırmaları ile haklı bir şöhrete ulaşmış bulunan Peyami Safa’nın rahle-i tedrisinden geçmiş değerli edip Vecdi Bürün’ün kaleminden çıkmıştır. Metinler önce Büyük Doğu mecmuasında tefrika edilmiş ardından

Ötüken Neşriyatın bastığı ilk eserlerden biri olarak 1964 yılında okuyucuya sunulmuştur. Nasıl Öldüler, Ötüken Neşriyat kurucularından Ahmet İyioldu’nun kalemine şöyle gelmiştir:

‘Bizim ilk yayınımız merhum üstat Necip Fâzıl Kısakürek’in ince, küçük bir piyesi olan ‘Reis Bey’dir. Esâsen bizim ilk bastığımız eserlere şöyle hızlıca bir göz attığınızda göreceksiniz ki çeşitli alanlarda bir yayın yapma fikrimiz var. 1964 yılında ‘Reis Bey’ ile başladık. Yine 1964’te ‘Nasıl Öldüler’ adıyla, Osmanlı padişahlarının kısa hayat hikâyelerini anlatan bir kitap bastık. Bu kitabı Özdemiroğlu Osman Paşa’nın soyundan gelen ve Peyami Safa’nın da çok yakın bir dostu olan Vecdi Bürün ağabeyimiz yazmıştır.

VECDİ BÜRÜN: Şâir, yazar, romancı, armatör. 1918’de İstanbul’da doğdu. Ömrünün son yıllarını tutkuyla bağlandığı Beykoz’un Çubuklu Mahallesi’nde yaşadı. 3 Şubat 1997’de de vefat etmiştir Daha iki yaşındayken babasını kaybeden Bürün, henüz beş yaşındayken annesinin babası olan felsefeci Mustafa Meylî Efendi’den Osmanlıca okuma ve yazma ile Fransızca öğrenmiştir. İlk tahsilini Turan Ana Mektebinde, orta tahsilini Galatasaray’da tamamlamıştır. Paris sefâretinde görevli amcası Osman Bey,  onu yanına aldırıp Condorcet Lisesi’ne girmesini sağlamıştır.  Lise ikinci sınıftayken amcasının yakın dostu olan meşhur Fransız romancısı ve Nobel edebiyat ödüllü (1952) François Mauriac (1885-1970) ile tanışmıştır. Câhit Sıtkı Tarancı ile beraber Fransa’da felsefe okumak isteyen Vecdi Bürün, 2. Dünya Savaşı sebebiyle İstanbul’a döndü. Felsefe bölümünü bitirince Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in ısrarına rağmen üniversitede kalmayan Bürün 1970’lı yılların sonlarında Heybeliada Lisesinde felsefe öğretmenliği yapmıştır. Türk edebiyat dünyasının en tanınmış kalemlerinden olan Peyami Safa’nın arkadaşı, biraz zor konuşan ve ara sıra hafifçe kekeleyen, canlı bir târih Vecdi Bürün ömrünün son yıllarında kendisi ve eşi için yapılan tedâvi masraflarını, aldığı cüzi miktardaki emekli maaşı ile karşılayamadığından yayınevlerine dışarıdan işler yapmıştır. Prof. Dr. Ali Seyyar onu şöyle anlatmıştır: Epey yaşlı, kısa boylu ve belki de 30-40 yıldan beri giydiği takım elbisesiyle yine de şık görünümlü olmayı başaran bir İstanbul beyefendisisiydi. Hayatımda böyle kibar, nâzik, incelikli, mütevazı, bilgili ve kültürlü bir insan görmedim desem mübalağa etmiş sayılmam. (…) Fransız lisanına çok iyi hâkim olan ve kendisiyle okul yıllarımdan kalma Fransızca ile konuşmuş olduğum Vecdi Bürün, sohbetlerimizde Fransız edebiyatına dâir derin bilgilerini benimle paylaştı. Vecdi Hayri Bürün, mevcut bilgilerimize göre yazı hayatına İnsan Dergisi’nin 1 Mayıs 1941 Târihli 14. sayısında çıkan ‘Portreler 1’ başlıklı şiiri ile girmiştir. Aynı zamanda armatörlük yapan Vecdi Bürün, 20. yüzyıl Türk romanının önemli isimlerinden Peyami Safa’nın ve Cahit Sıtkı’nın teşvikiyle kendisini tamamıyla yazı hayatına vermiştir.  Hikâye, fıkra, tiyatro tenkitleri, makale ve romanları ile yazarlığını devam ettiren Vecdi Bürün, pek çok gazete ve dergide telif ve tercüme yazılar yayımlamıştır. Gazetecilik hayatına ilk önce dönemin önemli gazetesi olan İkdam’da başlayan Vecdi Bürün; Son Havadis, Yeni İstanbul, Yeni Sabah, Son Posta, Türkiye, Ortadoğu, Son Saat, Son Dakika, Akşam, Vakit, Haber, Yeni Sabah, En Son Dakika, Milliyet, Dünya gibi gazeteler ile İnsan, Çınaraltı, Türk Düşüncesi, Büyük Doğu, Düşünen Adam, Varlık, La Bozde Türk, Yenilik, Akbaba, Papağan, Orkun gibi dergilerde yazmıştır. Yazdığı süreli yayınlarda çeşitli idârî görevlerde bulunan Bürün farklı yaş ve ilgi sahasına hitap eden pek çok eser kaleme almıştır. Telif Eserleri: 1-Kansız İhtilal: (1960),  2-Nasıl Öldüler: (1964); 3-Sosyalizm İhaneti, Ahmet Güner’le: (1976);4-Peyami Safa ile 25 Yıl: (1978);5-Eyüp: (1990). Çocuk Kitapları: 1-Dördüncü Murad: (1973);2-Feza Korsanları: (1974); 3-Genç Osman: (1973); 4-Küçük Akıncı: (1973);5-Fatih’in Çocukluğu: (1972). Tercümeleri: 1-Dostoyevski’den (Andre Suares): (1971);2- Clark Darlton’dan (Sürgündeki Yıldız): (1971);3-(Leopold Schwarzschild’den) Kendi Vesikalarıyla Marx’ın Yıkılışı: (1973);4-, (Paul Coles’den) Avrupa’da Osmanlı Tesirleri: (1975);5-(General Netcheolodon’dan)  Rus İhtilali ve Yahudiler: (1975): 6-(Joseph Freiherr Von Hammer-Purgstall’den)  Osmanlı Devleti Târihi: (1273-1856): (1986);  7-(Von Urban’dan) Cinsi Başarının sırları: (1976); 8-(K. H. Scheer, E Darlton ve E Clark’dan): Sürgündeki Yıldız (1971)

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.

 İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50 Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.trwww.otuken.com.tr

Hür Olmanın Yolu

     “Bismillah” demek, Allah’a bağlı olduğumuzun bilincinde olmaktır. Bu ise hürriyetimizin elimize verilmesiyle eş anlamlıdır. Tuhaf değil mi, hem bağlıyız, hem hür! Bu olacak şey mi? Bu nasıl iş derseniz, sevgili okurlar! Burada biraz duralım. Çünkü burada ince bir iş var! Daha doğrusu, işin püf noktası burada.

     Bu âdeta”Kısasta hayat var!” mealindeki âyeti anımsatıyor. Ne diyor âyet? “Öldüren öldürülür!” Peki nerede kaldı hayat? Biraz düşünecek olursak, gerçekten kısastan hayat fışkırıyor. Bu çok enteresan bir âyet. Sözünde ölüm, anlamında hayat var! Neden derseniz? Öldürmeye kalkışan, öldürüleceğini bilirse, öldürmekten cayar.

     Böylece, hem öldüreceği kişi hayata kavuşmuş, hem de kendi hayatını kıyas dolayısıyla öldürülmekten korumuş oluyor. Ben, işte bir taşla iki kuş vurmak diye buna derim be dostlar! Âyet, sözde ölümden bahsediyor. Fakat sonuçta hayat kurtarıyor. Âyet bu üslûbla, caydırıcı bir rol oynuyor.

     Aynen bunun gibi, “Bismillah” sözüyle Allah’a bağlanırken, O’nun emri altına güle oynaya girmeyi canımıza minnet bilirken, aslında bizler hürriyet andı içmiş oluyoruz. Artık hürsünüz müjdesini almış bulunuyoruz. Artık serbestsiniz buyruğuyla karşılaşıyoruz. Nasıl mı? Örneklerle açıklamaya çalışalım:

     İnsan için başka mülk yok ki, oraya gitsin. İnsan için başka mahlûk yok ki, ona sığınsın. İnsan için başka Tanrı yok ki, ondan yardım istesin. Öyleyse mülk sahibinin yaratıklarından, mülk sahibine teslim ol, kurtul. Yâni “Bismillah” de, kulluğunu göster. “Bismillah” de, hür ol. “Bismillah” de, sultan ol.

     Çünkü Padişahın elinden tuttuğu kimseye, onun mülkünde onun adamları içinde, ona yan bakan çıkar mı hiç? Çıkmaz tabii. Çünkü, aslında kul olan hürdür. Bahçıvanın, sarayın adamı olmasından dolayı saray bahçesinde hür olması gibi. Demek ki, bağlanmak hür olmanın ta kendisi. Demek ki, görünüşte hür olmak, aslında esaretin ta kendisi! Çünkü istediği gibi hareket ettirmezler, istediğini yaptırmazlar, istediğini söyletmezler.

     Demek ki, görünüşte kayıt kuyut altında bulunmak, aslında hür oluşun ta kendisidir. Çünkü Hakk’a kul olan, halka sultan olur. Yâni Hakk’a uyana, herkes uyar. Çünkü Hakk’a uyana uyulması, zaten mahlûkata ilhamen emredilmiştir.

     Sarayın bahçıvanı, saray bahçesinde rahatça, istediği gibi gezer tozar. Kimse bir şey demez. Çünkü intisabı / bağlanışı var. Çünkü o; sarayın adamı. Çünkü o, oraya mensup. O bağı koruduğu sürece; saray bahçesinde istediği gibi dolaşabilir. Herkes onun, o mensubiyetini bilir. Ona ses çıkarmazlar. Ona engel olmazlar. Hatta ona görünmezler bile. Yoklarmış gibi davranırlar. Bahçıvanın, bahçe kendisininmiş gibi hissedip, rahatça hareket edebilmesi gibi. Üstelik bahçıvan, sarayda tasarruf sahibidir. Bahçeyi istediği şekilde tanzim edip düzenler. Bu yetkiye de sahiptir.

    İşte biz insanlar da, dünya sarayında, saray sahibini tanıdığımız, ona bağlı, ona mensup olduğumuz takdirde, o bahçıvan gibi hürüz serbestiz. Sarayda söz ve tasarruf sahibiyiz. Demek ki, kulluğumuzda sultanlığımız, sultanlığımızda kulluğumuz gizli. Evet Allah’a kul olan, dünyada sultandır. Âhirette de sultan olacaktır.

     Allah’a kul olmayan, mahlûkata kul ve esir olmak zorundadır. Görünüşte kendisini sultan bile sansa neye yarar? Çünkü kendisine cephe alan, kendisine yabancı tüm varlık karşısında korkak ve hiç hükmündedir. Her şey onu korkutur. Her şey onu üzer. Her şey ona düşmandır. Bütün mahlûkatı karşısına alanın sultanlığı; köleliğin ta kendisidir. Sultanlığı kuru bir avunmadan ibarettir. İşte “Bismillah” dememizin, Allah adına harekete geçmemizin sebebi budur.

     Çünkü Allah, hakkıyla mâbuddur. Kendisine tapılmaya lâyık tek varlıktır. İşte sırf bu yüzden Allah; zâtı için sevilir. Ve sevilmeli. Çünkü kalpler, ancak Allah’ı anmakla doygunluğa ulaşır. İşte “Bismillah” dememizin, Allah adına harekete geçmemizin, gerçek sebebi budur.

     Cenabı Hakk, insanı; kâinatın kapılarını Bismillah anahtarıyla açarak; kâinatı tefekküre / gözlemlemeye çağırıyor. İnsanın Bismillah sayesinde Dârü’s-Selâm olan Cennet yurduna gireceğini. Orada ebedî / sonsuz olarak kalacağını müjdeliyor.     

İki Yıl, İki Yüz Yıl Gibi

İtibarlı bir kitap serisinin Yapay Zekâ (YZ) kitabını görünce sevindim. Aman ne güzel. İşi bilen birileri bana anlatacak diye. Şöyle kuş bakışı… Kitap, YZ’nın neleri yapıp neleri yapamayacağını anlatmaya kalkmış. Diyor ki YZ nihayet sayılarla uğraşır, kelimelerle değil. Dolayısıyla ondan kelimeyle, metinle ilgili başarılar beklemeyin. Sanat da insanlara aittir. YZ’dan grafik sanatıyla ilgili fazla bir beklentiniz de olmasın…

Zamanım kıymetli. Okumayı oracıkta bıraktım. Biliyorsunuz YZ’nın ortalığı kasıp kavurduğu konular tam da bunlar. Metin yazmak. Grafik, resim. Tercüme işinde de canlı tercümanların hem en verimli yardımcısı hem en endişe veren rakibi.

Ne yapsın zavallı kitap. Yazarlar alana hâkim. 2022 yılında bilinenleri pek güzel incelemişler. Tek kusurları bilgilerinin tarihi. Birkaç ay bekleselerdi 2023’te ChatGPT çıkacaktı. Sonra DeepL. Sonra Midjourney vs, vs… Bunları görmeden yazarlar “YZ kelimeleri bir dilden diğerine çevirse de içlerindeki anlamı bilemez.” diyor. Doğrudur. Bilemez. Ama şakır şakır çevirir ve her gün daha başarılı çevirir. Grafikleri de, resimleri de nasıl isterseniz öyle çizer, hazırlar ve her gün daha başarılı hazırlar.

Kim daha zeki?

Geçen hafta bu işlerin bir ustasını dinledim. Şu anda YZ’nin zekâsının deha seviyesine eriştiğini, bu gidişle birkaç yılda binli IQ’lara gideceğini söylüyor. Binli IQ! 160- 180 Einstein düzeyidir. Binli ne demek hayal edemiyorum. (Einstein’ın zekâsını önce 150- 160 yazdım, sonra Co-Pilot’a sordum, Einstein’ın IQ’su 160- 180 dedi…)

İnsan beyninde 86 milyar nöron var. YZ’nın sinir ağlarında on yılda 100 binlerce “nod”dan milyar noda geldik. YZ’de “nod”, isterseniz düğüm deyin, kabaca nörona karşılık geliyor ve her yeni model bir öncekinin sağına iki veya üç sıfır ekliyor. Yüz katı, bin katı şeklinde…

Şu anda bildiğimiz sinir ağları nöron ~ nod, düğüm sayısında insan beyninin yüzde biri civarında. Demek ki bu tempoyla 2025, bilemediniz 2026 gibi insan beyninin nöron sayısını geçmesini bekleyebiliriz. Fakat YZ’de bir özellik daha var. İnsan beyninde sinirler saniyede bir veya iki defa mesaj iletirken YZ’da bu sayı bilgisayar saati hızında. Yani saniyede trilyon defa ve daha yukarılarda… Bu hızlar da yıldan yıla binle çarpılarak artıyor.

Kırılma noktası

Peki, ne yapalım? Bize ne? Bize şu: Bu tırmanış ekonomiden savunmaya, eğitimden kamuoyu manipülasyonuna, sosyal medyadan istihbarat uygulamalarına beklenmedik kırılmalara gebe. Ekonomistler verimlilik artışından bahsediyor. Bahsetmekte haklılar. Fakat “verimlilik artışı” diye düşündüğünüz anda mevcut ekonominin verimliliğinin artışından bahsediyorsunuz demektir. Mevcut savunmanın, mevcut eğitimin, vs… Fakat kırılma mevcudun daha iyi ve daha hızlı yapılması değil şu anda mevcut olmayanın, hatta şu anda hayal edilmeyenin çok yakın zamanda karşınıza çıkması demek. Buna hazırlıklı olmalıyız. Hatta bunu yapanlardan, yaratanlardan olmalıyız.

Yapay Zekâ “gelen dalga”nın muhakkak ki ana bileşenlerinden biri ama dalgalar tek başına gelmez. Büyük veri bir başka yön. Kuantum bilgisayarlarıyla hızların sağına altı sıfır daha eklenmesi bir başka yön. DNA’nın manipülasyonu da. Sonra bunların tamamının bir araya getirdiğinizde her birinin yarattığı etkiler… Toplanmıyor. Çarpılıyor.

Teknolojideki kırılmalar, ülkelerin refah ve güç sıralamasını değiştirme potansiyeline sahiptir. Gerçi YZ ve 21. yüzyılın yeni alanlarında başı çekenler yine en zengin ve en güçlü ülkeler. Fakat ileri teknolojilerde o lige girmek için ekonomik engeller, barajlar yok. Temeller atmak, betonlar dökmek, fabrikalar kurmak gerekmiyor. Sadece bilmek, bilerek izlemek ve yenilikleri yaratmak gerekiyor. Mesela bu satırlar yazılırken YZ’de öncülük yapan ülkelerden biri Birleşik Arap Emirlikleri.

Uygulamadan teoriye doğru

Yapay zekâ insan zekâsından hızlı olabilir,  daha zeki de olabilir ama son analizde yapay zekâyı yaratan insan zekâsıdır. Bizim yapmamız gereken insanımızı, özellikle genç zekâlarımızı bu büyük kırılma çağına hazırlamak ve desteklemekten ibaret. Hemen. Şimdi. Çünkü bir yıl bile bu patlamada çok uzun bir zaman.

Bu hazırlama ve desteklemeyi nasıl yapacağız? Saydığım alanların hiçbiri standart hâle gelmiş akademik bölümler, fakülteler değil. Bütün büyük atılımlardaki gibi birçok uzmanlığın kesişme noktasından doğuyor.

Kendimi, bilgisayar ve yazılım mühendisliklerinin doğduğu 1960’lı yıllardaki gibi hissediyorum. O mühendislikler o tarihte yoktu. Adları bile yoktu. Eğitim uygulamadan teoriye doğru gelişti. Konuları, önce araştırma ve doktora düzeyinde keşfedip öğrendik, bölümler ondan sonra kuruldu.

YÖK’ün de dikkatini çekmek isterim. Gelişmenin bu aşamasındaki dallara iyi tanımlı, durmuş oturmuş dalların kurallarını uygulayamazsınız. Mesela YZ konusunda lisansüstü bölüm kurmak için önce lisans bölümü kurulmalıdır diyemezsiniz, çünkü yukarıda saydığım konuların tamamı henüz doktora ve ileri araştırma düzeyindedir. Bugün yapacağınız lisans müfredatı, iki yıl sonra anlamsız hâle gelebilir.

İslâm Nişanı

    “Bismillah” sözcüğünü sırf dilimizle söylemekle yetinmek olmaz. Elbette “Bismillah”a sarılmanın ilk adımı sözel olacak. İkinci adımı ise gönülde yer tutmak, gönülde iz bırakmak, gönülde yerleşmek sûretiyle kendini göstermelidir. Üçüncü adımındaysa bu söz; sır, güç ve hissiyatımızda hâkimiyetini kurmak şeklinde tecellî etmelidir.

     Çünkü “Bismillah” lâfzını zikretmek; insanın sırf Allah’ı mânen görmesi, sırf O’nu bilmesi, sırf O’nu tanıması ve sırf O’nun istediği şekilde hareket edeceğini pekiştirmesi demektir. Yoksa sırf lâfını ettiğimiz takdirde, bu sözün bizleri düşüreceği durum bizleri düşündürmeli. Çünkü hiç insan, “Ateş, ateş” diyerek ısınabilir mi? Zehir içip de, zehirlenmeyeceğini sanmak kadar şuursuzluk olabilir mi?

    “Bismillah” kelimesinin etkili olacağına, tabii ki inanacağız. Fakat gereğini yapmak şartıyla. Ancak üstümüze düşeni yerine getirmekle bu tılsımlı söz etkisini gösterebilir. Kendisinden bekleneni verebilir. Tılsımın açılması ise, tam bir teslimiyetten geçer. Ancak kalbi selimle açılır.

     Hz. Mevlânâ bir gün talebeleriyle bir çayırlığa gider. Otururlar. Hz. Mevlânâ’yı çepeçevre sarıp   sohbetini dinlemeye başlarlar. Fakat hiçbir şey anlamazlar. Çünkü çayırdaki yüzlerce kurbağanın vırak vırakları, Hz. Mevlânâ’nın sözlerini bastırır ve anlaşılmasını engeller. Bu durum karşısında Hz. Mevlânâ, yerinden yavaşça doğrulur. Kurbağalara doğru döner. Yanındakilerin duyabileceği bir sesle şöyle seslenir:

    “Ya siz konuşun ben dinliyeyim. Ya ben konuşayım siz dinleyin!”

     Bir anda vıraklamalar kesilir. Çayırdan çıt çıkmaz olur! Nasıl oldu da, çayırlık sessizliğe büründü derseniz, derim ki: Hz. Mevlânâ Hazretleri, insan olarak yeryüzünün halifesi olduğunu kurbağalara karşı gösterebilmiş. Kendisine uymaları gerektiğini onlara hatırlatabilmiş. Daha doğrusu “Bismillah” kimliğiyle, “Bismillah” parolasıyla, “Bismillah” hüviyetiyle onların karşısına çıkmasını bilmiştir.

     Evet, “Bismillah” tılsımını bizim dudaklarımız da söylüyor. Söylüyor ama, dudaktan dudağa fark var! “Bismillah” lâfzını Papağan da söyleyebilir. Fakat ne olur? Ne olacak; sözü insan sözü, ama özü insan olmadığı için bir şey ifade etmez.

     İşte bizler de “Bismillah” lâfzını ağzımızdan eksik etmiyoruz ama papağancasına. Asıl olan ise insancasına söyleyebilmek. Lâkin sakın ha, bu sözlerim moralinizi bozmasın. Elbette herkes “Bismillah”ın hakkını tam olarak yerine getiremez. Bu bizi ümitsizliğe asla yöneltmesin. Çünkü ameller, niyetlere göre değer ve anlam kazanır. Biz her yerde, her zaman bu: “Ne büyük tükenmez bir kuvvet” olan “Bismillah” kelâmını söylemeli. Her yerde, her zaman bu: “Ne çok bitmez bir bereket” olan kelâmı dile getirmeliyiz.

     Çünkü niyetimiz hâlis, çünkü niyetimiz muhlis / ihlaslı, çünkü niyetimiz içten ve samimidir. İnşâllah bu parolamız, Allah katında makbul sayılacak, O’nun rahmet kapılarının açılmasına da vesile olacaktır. Bizler bu “Ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket” olan parola hükmündeki “Bismillah” kelâmını her fırsatta söylemekle, İlâhî mecrâda olduğumuzu da kanıtlamış oluyoruz. Mecrada olana ise netice müyesser olur. Öyleyse bu söze devam vesselâm.

     Kaldı ki “Yeis, mâni-i her kemâldir.” Yâni ümitsizlik, her gelişmenin engelidir. Yüce Allah’ın en sevmediği kul, kendisinden umudu kesen kimsedir. Velhasıl: “Ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket” olan “Bismillah” sözüne devam etmeliyiz. Çünkü bizler hep yolda olmakla yükümlüyüz. Vardırmak O’nun işi. Biz bize düşeni yapmaktan sorumluyuz. Tabii O’nun işine karışmamak da baş görevimiz. Hani karıncaya sormuşlar: “Nereye?” Cevap vermiş: “Kâbe’ye.” “Bu ayaklarla mı gideceksin?” diye sorduklarında ise şöyle karşılık vermiş: “Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya!”

     Evet bizler yolunca, yolda olmaktan geri kalmayalım. Varırız varmayız, sonuç alırız almayız, o bizim işimiz değil.

     Öyleyse bizler İslâm Nişanı ve her hayrın başı olan “Bismillah” denen bu mübarek kelimeyi, ömrümüzün sonuna kadar parolamız olarak telâffuz etmekle mükellef ve yükümlüyüz.

Tat

 Bitmez bu çile, çün aklım seninle muttasıl,

İki şiirdir diyorum ya Rab! Geçmiyor bu fasıl!

Sesler işitirim o senin güzel çehrenden,

Gel tat hilal, bu aşk denen cemal kahvemden.

Ben tattım aşkını ki acı, gayet yakıyor.

Gelin acı katar kahveye, efkârım haddini aşıyor.

Tahlilim daha çıkmadı, bimârhanede bekliyor,

Bimarım belli ki o çeşmin beni bimar eyliyor.

Mazur Kalan Sözler

 Ah senin o gözlerin yaptı beni mahrûk,

Yanmayıp da ne yapsın bu âciz mahlûk.

Koy kazana kalbimi pişsin, kaynasın,

Eğer seviyorsa çok dursun da dayansın!

Dayanır ya, dayanır. Dayanıyor da!

Zaten kalbim şuan âb-ı sakarda.

Ama her o an ki ayna göz,

Bilmiyorum, bulamadım ki söz.

İktidarın Hoşumuza Giden Yalanları

Hepimiz işimize gelen yalanları duymayı severiz.

Asu Maralman’ın seslendirdiği “Bana güzel bir şey söyle / Varsın yalan olsun” diye bir şarkı vardı. Tam da bu ruh halini tanımlar.

“Yalanın İcadı” diye bir film izledim. Bu filmde hiç yalan söylenmeyen bir ülkede, bir adamın ilk yalanıyla başlayan gelişmeler anlatılır. O toplumda herkes dürüst ve doğrucu olunca duygusuz ve kaba bulacağımız bir iletişim dili hâkimdir. Düşünebiliyor musunuz, hastanede hastaya birkaç gün içinde öleceği, flört ettiği kişiye çirkin ve fakir olduğu için görüşmek istemediği dürüstçe söyleniyor. 

“İnsanlara duymak istedikleri şeyleri söylemenin onlarda iyi etkiler yarattığını” fark eden adam kısa zamanda büyük şöhret ve para kazanır. İnsanları rahatlatmak için söylediği “beyaz yalanlarla” başlayan ilk yalanların arkasından güç ve zenginliğini korumak için başka yalanlar gelir.

****

İşte AKP iktidarının en iyi yaptığı şeylerden biri budur. Her zaman duymak istediğimiz şeyleri söylerler.

Ülke ekonomisi berbat bir halde iken, vatandaşların çoğu açlık ve yoksulluk sınırının altında gelirle yaşamaya çalışırken bile “Almanya bizi kıskanıyor” gibi hoşa giden güzel şeyler anlatırlar.

Her ay “enflasyon düşüyor, en kötüsü geride kaldı, önümüzdeki her ay bir önceki geçen aydan daha iyi olacak” türü sözler duyuyoruz. Damat bakandan, gözleri ışıltılı Nebati bakandan bunları duymaya alışmıştık. Bir yıldan beri de Şimşek bakandan benzer sözler duyuyoruz. 

Bunları söylerken doğru olmadığını bilmemeleri mümkün değil. Ama yıllardır aynı yalanları duymaya devam ediyoruz.

Ancak şimdiki söylenenler ile eskilerinin arasında bir fark var.

Eskiden AKP yetkilileri “kötü şeyleri güzel söylemek” konusunda da mahirdi. Mesela fakirliğin ve cahilliğin iyi bir şey olduğuna bile inandırırlardı.

Fakat yıllar geçtikçe AKP’lilerin halk ile bağları koptu. Kendilerini seçkin ve üstün, rakiplerinin ve hatta kendilerine oy veren “fakir fukaranın, garip gurabanın” önemsiz ve değersiz olduğuna inanmaya başladılar.  

Dar gelirlilerin dertleri umurlarında olmadığı için “kötü şeyleri güzel söylemek” konusundaki maharetlerini ve inandırıcılıklarını kaybettiler.

******************************

Yalanlarla Bozulan Kavramlar

Adalet Bakanımızdan, CB’na kadar bütün devlet büyükleri son zamanlarda “Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu” sık sık dile getiriyorlar. Anlaşılan hukuk devletinde olmaması gereken olaylar arttıkça bu tür ifadeleri tekrarlamak ihtiyacını hissediyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir devlet olduğunu Anayasamız şöyle tarif ediyor: “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal, bir hukuk devletidir.” Peki, son yıllarda, devletimiz Anayasamızda yazan bu açık tanıma uygundur diyebilir miyiz?

Anayasamızda yer alan bu tanım devletimizi ayakta tutan temel sütunlardır. Bunlar fiilen yoksa biz Anayasamızda tanımlanan bir devletin vatandaşları değiliz demektir.

Halkın oylarıyla seçilmiş bir milletvekili olan Can Atalay hala hapiste. AYM Can Atalay’ı Meclis kürsüsü yerine hapse koyan mahkeme kararları hakkında “Hak ihlali” kararı verdi. Uygulanmadı. “TBMM’de milletvekilliğinin düşürülmesinin yok hükmünde olduğuna” dair Anayasa Mahkemesi’nin çok açık kararı da uygulanmadı.

Sadece bu olay bile “hukuk devletiyiz” iddiasından uzaklaşıldığını göstermeye yeter.

Bakınız iktidarın medyadaki sesi Abdülkadir Selvi de yazdı: “2 yıl 7 ay 15 gün hapis cezası İmamoğlu’nun kafasında Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duruyor.” Yani yargının iktidarın işine geldiği bir zamanda siyasi amaca uygun bir karar vereceği anlamına gelmiyor mu bu ifade? 

Zaten Ekrem İmamoğlu’nun yargılandığı Mahkemenin hakimi 5 duruşma yaptıktan sonra istenilen kararı vermediği için Samsun’a tayin edilmişti. Bu hakim Barış Terkoğlu’na kendisi şöyle anlatmıştı: “Bazı savcılar aracılığı ile İmamoğlu’na iki yıldan fazla ceza vererek, onu siyasi yasaklı hale getirmem istendi. Böyle bir cezanın adaletsiz olacağını gördüm, asgari sınırdan ceza verip hükmün açıklamasını ertelemenin en doğrusu olacağına hükmedeceğimi paylaştığım adliyeyi yöneten bir isim durumu bildirdi, atamamı yaptırdı.” Üstelik bu hakim siyasi görüşü bakımından AKP’li idi. “Yerine gelen hakim yeniden duruşma açmadı, celseyi kaldığı yerden devam ettirdi, iktidarın istediği ‘siyasi yasak kararını’ verdi.”

****

Yargının bu kadar göstere göstere, pervasızca ve hukuki bir kılıf bulma endişesi dahi taşımadan siyasetin amaçları için kullanıldığı dönem az olmuştur.

CHP’li veya TİP’li olmadığımı herkes bilir. Fakat bu olanlar Türkiye’nin hukuk devleti olup olmamasını ilgilendiriyor. Hukuk devleti olmak da hem özgür olmamız ve hem de ekmeğimiz için şarttır.

******************************

Yargının Siyasallaşmasına Başka Örnekler

·       Bir siyasi partinin güdümündeki sokak çeteleri tarafından, muhalif gazetecilerden ve siyasetçilerden on kişi farklı zamanlarda öldüresiye dövüldü. Bu sözde kabadayıları suça azmettirenler aranmadı, hak ettikleri ceza verilmedi. 

·       Eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in katillerini azmettirenler hakkında da iddianamede ve mahkeme aşamasında bir cezalandırma amacı görünmedi.

·       Siyasi içerikli davalarda istenen sonuç alınamadığı zaman savcı ve hakim değiştirmeler normal karşılanır oldu. Hiç olmadığı kadar anayasal ve yasal güvencelerin ortadan kaldırıldığı “sözde yargılamalar” yapılıyor.

Daha da üzücü olan, Anayasa ve yasaların açıkça çiğnendiği bu eylemlerin sıradanlaşması ve neredeyse olağan karşılanmasıdır.

“Hükümet veya parti yargısı” eliyle yapılan yargılamalar sonucunda, siyasi iradeyle uyumlu, siyasetin amacına uygun kararlar üretiliyor. Bu tür kararları savunanlar da “burası hukuk devletidir, yargı kararlarına saygı duymak gerekir” yalanına başvuruyor.

Daha önce “Türkiye Cumhuriyeti birazcık demokratik, birazcık laik, birazcık sosyal ve birazcık da hukuk devletidir” diyordum. Ama örneklerini anlattığım gibi hukukun katledildiği vakaların yaşandığı, Anayasasına ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayan bir iktidarı ve Meclisi olan bir ülkeye hala “hukuk devleti” demek doğru olabilir mi? 

İlâhiyatçı Prof. Dr. ABDULHÂKİM YÜCE ile İnsanlarımız Tarafından Az veya Yanlış Bilenen Dârü’l İslâm ve Dârü’l Harp Kavramlarını Konuştuk.                                                                       

Oğuz Çetinoğlu: Hocam Dârü’l İslâm ve Dârü’l Harp kavramları hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Abdulhâkim Yüce: ‘Ülke’ kavramını açıklamakla başlayalım: Radikal dinî düşünce, akım ve örgütlerin hemen tamamı ülke kavramı konusunda, farklı cümlelerle de olsa, ana hatlarıyla şu görüşü ileri sürerler: ‘Dâru’l İslâm; İslâm’ın hükümleri ile yönetilen, iç ve dış güvenliği Müslümanların otoritesi ve gücü ile sağlanan ülkedir. Hattâ burada yaşayan insanların çoğu Müslüman olmasa da söz konusu şartlara sâhip her yer Dâru’l İslâm’dır. Dâru’l-Harp ise; küfür hükümleri ile yönetilen, güvenliği Müslümanların otorite ve gücüne dayanmayan yerlerdir. Bu şartlara sâhip bölgelerde yaşayan halkın çoğunluğunun Müslüman olması yukarıdaki şartlar devam ettiği sürece bölgenin dâru’l küfür olması gerçeğini değiştirmez. Meselâ mescit ve ezan İslâm’a ait görüntülerdir. Bir beldede mescitlerin varlığı ve ezan sesinin duyulması o yörede yaşayanların Müslüman olduğuna delalet etse de o bölge halkı ile savaşmayı engellememektedir.

Çetinoğlu: Bu ne anlama gelmektedir?

Prof. Yüce: Şu anlama geliyor: Mescit ve ezan bulunduğu halde o bölge dâru’l-harp olarak kabul edilir. Öyle ise günümüzde İslâmî beldelerin çoğunun güvenliği Müslümanlar tarafından sağlandığı halde İslâm’ın hâkimiyeti şartı gerçekleşmediğinden halkı Müslüman olan bu beldeler Dâru’l-İslâm olarak kabul edilmezler.

Oysa ülke kavramının geçirdiği aşamalar, pasaport ve vize sistemi, milletlerarası hukuk, mahallî paktlar ve antlaşmalar, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı gibi milletler üstü kuruluşların varlığı, gayr-i Müslim ülkelerdeki yerli Müslümanların oluşturduğu yüksek sayı; ticaret, eğitim, turizm, sanat ve spor gibi etkinlikler, sınır aşan doktorlar vb. yenilikler bir tarafa bırakılsa bile, kendi döneminin şartları içerisinde kaleme alınmış klasik fıkıh kitaplarında da durum bunların anlattığı gibi değildir.

Çetinoğlu: Klâsik kitaplara bakarsak efendim…

Prof. Yüce: Klasik kitaplarda kısaca konu şöyle ele alınmaktadır: Dâr; arsa, bina, mahalle ve bunların toplandığı yer anlamlarına gelir. Bir topluluğun yerleşip konakladığı yere de dâr denir. Ülke ve belde anlamında da kullanılır. Bu sonuncu anlamda; özel bir askerî gücü ve bağımsız yönetimi olan ülke kastedilir. Bir İslâm hukuku terimi olarak dâr, ‘bir Müslüman veya gayr-i Müslim idârecinin hâkimiyeti altındaki ülke’ demektir.

Çetinoğlu: Yüce kitabımızın görüşü nedir Hocam?

Prof. Yüce: Kur’ân-ı Kerim’de dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp tâbirleri geçmemektedir. Hadislerde ise ‘dâru’l-harp’te hadler uygulanmaz ve dâru’l harp’te Müslüman ve harbî arasında fâiz yoktur’ şeklinde geçmektedir. Dikkat edilirse burada yalnız dâru’l harp tâbiri kullanılmakta olup, ‘dâru’l-İslâm’ tâbiri ise daha sonraları İslâm hukukçuları tarafından, buna zıt bir tâbir olarak kullanılmıştır. Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz. Peygamber (sas) döneminde İslâm’ın uygulandığı Medine için ‘dâru’l-İslâm’ ve diğer yerler için ‘dâru’lharp’ tâbirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir. İslâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez İslâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icabetti. Onun için bu iki tabir kullanıldı. Müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında bulunan ve Allah’ın hükümleriyle hükmedilen ülkeye ‘dâru’l-İslâm’, bu nitelikte olmayan beldeye de, ‘dâru’l-harp’ denildi.

Çetinoğlu: Bir ülke, ‘dâru’l-İslâm’ iken ‘dâru’l-harp’ e dönüşür mü?

Prof. Yüce: Bir İslâm beldesinin sonradan dâru’l-harbe dönüşmesinin şu üç şekilde olabileceği belirtilmiştir:

1-Düşmanın İslâm ülkelerinden birisini işgal ve istilâ etmesi,

2-Dâru’l-İslâm’da bir şehir veya bölge halkının irtidâd (dinden çıkma) ederek o yeri işgal ve istilâ etmeleri,

3-Zimmet akdi ile İslâm devletinin himâye ve hâkimiyetine geçerek İslâm tebaası olan gayr-i Müslimlerin (zimmî) bu anlaşmayı bozarak bir bölgeyi işgal ve istilâ etmeleri…

İmam-ı Âzam’a göre, yukarıdaki üç şekilden hangisiyle olursa olsun, dâru’l-İslâm’ın dâru’l-harbe dönüşebilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gereklidir:

1-İşgal altındaki yerde küfür hükümlerinin uygulanması.

2- İlk emân üzere olan bir Müslüman veya zimmînin bulunmaması.

3-O yerin dâru’l-harbe bitişik olması. Bundan maksat, işgal altındaki ülke ile başka dâru’l-harp arasında bir İslâm ülkesinin bulunmamasıdır.

Çetinoğlu: ‘İlk emân’ tâbirinden ne anlamalıyız?

Prof. Yüce: Burada ilk emândan maksat, düşman istilâsından önceki, dâru’l-İslâm’da Müslüman’ın İslâm hukuku gereğince sâhip olduğu emânı ve zimmînin de zimmet akdi gereğince sâhip olduğu mal ve can güvenliğidir. Mal veya can güvenliğinin kalmaması veya o beldede ancak düşmanın verdiği emân ile kalabilmeleri ilk emânı sona erdirir.

Çetinoğlu: ‘Emân’ kelimesinin mânâsını lütfeder misiniz Hocam?

Prof. Yüce: Sözlükte ‘güven, güvence, güvenlik, emniyette olmak, korkusuz olmak’ şeklinde açıklanan emân; bir fıkıh terimi olarak, İslâm ülkesine girmek isteyen gayrimüslim yabancıya, can ve mal güvenliği sağlayan taahhüt ve akdi ifâde etmektedir. Târifte yer alan gayrimüslim yabancıdan, barış antlaşması bulunmayan yabancı devlet vatandaşı kastedilmektedir. Emân yâni can ve mal güvenliği isteyen kimseye müste’min, emân verilene müste’men, emân veren kişiye de müemmin denir. Hadislerde emân kelimesi ile birlikte, ahd ve zimmet tâbirleri de kullanılmaktadır.

Emân isteyen taraf kadın veya erkek, herhangi bir dine mensup tek bir kişi veya bir topluluk olabilir. Bir erkeğe verilen emân, hem kendisinin hem de yanında bulunan âile fertlerinin can ve mallarını hukukî teminat altına alır. Emân isteyen kişiden casusluk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi zarar vermeye yönelik bir kastın olmaması şartı aranmaktadır.

Klasik fıkıh literatüründe, belli bir şahsa veya sınırlı sayıdaki yabancıya verilen özel emânın (emânu’l-hâs) yanında, bir şehir, bölge, kale veya ülke halkı gibi geniş topluluklara tanınan genel emândan (emânu’l-âmm) da bahsedilmektedir. Zaman ve mekân bakımından sınırlanabilir olan emân akdi, müste’menin kendisine emân verildiğini öğrenmesinden veya kabulünden sonra başlar ve ülkesine dönmesi veya sürenin dolmasıyla sona erer.

Günümüz toplumlarında milletler arası örf ve âdetlerin değişmesi sebebiyle emân ve emânnâmelerin yerini tamamen devlet kontrolünde olan pasaport, vize, ikamet izni gibi uygulamalar almıştır.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim. Can ve mal gvenliği tanınmasında mezheplere göre farklılıklardan da söz ediliyor…

Prof. Yüce: Şafiîler dâru’l-İslâm’ı üçe ayırır:

1-Müslümanların meskûn bulundukları yerler,

2-Müslümanların fethedip gayr-i Müslim halkını cizye karşılığında iskân ettikleri yerler,

3-Başlangıçta Müslümanların meskûn bulundukları, fakat daha sonra gayr-i Müslimlerin istilâ ve hâkimiyetleri altına geçen yerler. Bu vasıfları taşımayan yerler dâru’lharp sayılır. Görüldüğü gibi İmam Şafiî, dâru’l-İslâm’da Müslümanların yönetimi ellerinde bulundurma şartını öne sürmez. Buna göre, târihte bir defa Müslümanların ele geçirip İslâmî hükümleri uyguladıkları yerler, daha sonra düşman istilâsına uğrasa bile sonsuza kadar İslâm beldesi (dâru’l-İslâm) sayılır.

İslâm hukukçularının bazıları ise, ülke, İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru’l-İslâm olduğuna göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orası dâru’l- İslâm’dır, hattâ Müslümanlar dâru’l-İslâm’daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile İslâm ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orası dâru’l-harbe dönüşmez, kanaatini savunmuşlardır.

İmam Âzamın diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya küfrün kendisinin hâkim olmasıyla ilgili değildir. Burada, ’emniyet’ ve ‘korku’ söz konusudur. Eğer bir yerde mutlak anlamıyla Müslümanlar güven içinde, kâfirler de korku içinde iseler orası dâru’l-İslâm’dır. Ama durum bunun tersine ise, yani Müslümanlar  inanç ve ibâdetlerini Allah’ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru’lharptir.

Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru’l-harple çevrilmiş olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede Müslüman kimseler yaşasa bile orası dâru’l-harptir.

Çoğunluğun kabul ettiği ve klasik İslâmî eserlerden özetlenen bu bilgilere göre, ülkemiz dâhil bu gün İslâm Ülkeleri adıyla anılan hiçbir ülke dâru’l-harp değildir.

Çetinoğlu: Farklı yorumların olduğu da biliniyor…

Prof. Yüce: Günümüzde konuyla ilgili şu yorumlar da yapılmaktadır:

1-İslâm’ın cihanşümul oluşu, zaman ve mekân üstülüğü, adının ve esasının barış olduğu dikkate alınınca şu sonuca varılır: Bu günkü Müslümanlar için dâru’l-İslâm, dinî hassasiyetleri gözeten ve yaşamalarına imkân sağlayan hukuk devleti niteliği taşıyan her yönetimdir.

2-Bir ülkede yöneticilerin günah işliyor olmaları o ülkeyi dâru’l-harp yapmaz.

3-Eğer bu gün bir dâru’l-harp tanımlaması yapılacaksa şu iki nokta göz önüne alınmalı:

3.1- İnkâr yâni Allah’ın, Peygamberin ve Kur’ân’ın inkârı, reddi…

3.2-İslâm değerlerine ve Müslümanlara karşı baskı ve zulüm uygulanması…

3.3-Gayr-i Müslim bir ülke ile savaşa girilmişse ve o ülkede bulunan Müslümanlara bu yüzden haksızlıklar ve zulümler yapılıyorsa o ülke dâru’l-harptır.

Hüküm Allah’ındır!

Din motifli terör örgütlerinin dillerine doladıkları ve siyâsî bakımdan (bağlam) kopararak yanlış yorumladıkları bir konu da ‘hükmün’ sâdece Allah’a ait olduğunu belirten âyettir. Bu konudaki ilk yanlışlığı da Hârîciler yapmışlardır. Hz. Ali’yi, Sıffin Savaşı öncesinde, anlaşmazlığı çözmesi için önce hakemi kabul etmeye zorlayan, sonra da başkaldırarak isyan eden Hârîciler, ‘hakemi kabul etmiyoruz, hüküm sadece Allah’ındır’ deyince; Hz. Ali’nin cevabı şu oldu: ‘Bu söz, kendisi ile bâtıl kast olunan hak bir sözdür. Evet, hüküm sâdece Allah’ındır, fakat bunlar (Hariciler) bu sözlerle, ‘emirlik ancak Allah’ındır’ demek istiyorlar. Hâlbuki insanlar için, muttaki olsun, günahkâr olsun mutlaka bir emir gerekir ki, müminler onun emrinde çalışsın, kâfirler hayatlarını devam ettirsin, Allah onunla vaatleri tamamlasın, onun vasıtasıyla vergiler toplansın, düşmanlarla savaşılsın, yollar emniyete kavuşturulsun, zayıfın hakkı güçlüden alınsın, böylece iyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanlardan kurtulmuş olsun.’

Dikkat edilirse Hz. Ali, başında bir insanın veya insanların bulunduğu, otoriteyi kendinde toplayan bir devletin şart olduğunu dile getirmektedir. Zira etkisiz kabile reisi ve kabile asabiyeti anarşizme sebeptir. Günümüz Hâricîleri ise şöyle derler: ‘İslâm’a göre kanun koyma yâni teşrî (yasama) yetkisi, yalnız Allah’ın elinde ve inisiyatifindedir. Teşri hakkı ne bir hükümdara, ne bir âileye, ne bir partiye, ne de bir meclise verilemez. Yasama, sadece Allah’ın hakkıdır.’ Bu ifadelere göre Kur’ân başta olmak üzere ilâhî kitaplar birer anayasa, hattâ detaylar da dâhil birer kanun ve tüzük kitabıdırlar. Hâlbuki durum bu şekilde değildir.

Kur’ân’da insanlığın ortak değerlerini ifâde eden ana prensipler bulunmaktadır. Ama Kur’ân aynı zamanda bir zikir, bir fikir, bir ibret, bir duâ ve bir ibâdet kitabıdır. Onun için İslâm,  devlet şekli ile ilgili kesin sınırlar koymamıştır. Târihî süreç içinde değişik devlet şekilleri deneyerek insanlık bu gün demokrasiyi benimser bir konuma gelmiştir.

Demokrasi, halk hâkimiyetine dayalı bir sistemdir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir’ cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Bu söz, hâkimiyetin -hâşâ- Allah’tan alınarak insanlara verilmesi demek değildir; aksine, hâkimiyetin, Allah tarafından, kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir.

Demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını halkın temsilcilerine tevdi eden, milletin görüş ve kanaatlerinin ülke yönetiminde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir idare şeklidir.

Ontolojik olarak Allah elbette her şeyin hâkimidir ve hüküm sâdece O’na aittir.

Kâinattaki düzen, yaratılış ve olup biten her şey O’nun irâdesi ile olmaktadır. Buna rağmen bizzat Allah’ın ifâdesiyle, onda tasarruf etme yetkisi dâhil, bütün kâinat insanlığın hizmetine verilmiş ve insan Allah’ın yeryüzünde halifesi kılınmıştır.

Çetinoğlu: Bu halifelik ne demektir ve tasarruf yetkisi nasıl kullanılacaktır?

Pro. Yüce: Devlet yönetimi için de peygamberleri aracılığıyla adalet, müşavere vb. prensipler koymuştur. Ancak devletin yönetim şekli, insanlığın ortak kabulleri olan bu temel prensiplerin uygulanma şekli gibi hususlar, Hz. Ali’nin dediği gibi, elbette insanlar tarafından konacak ve işletilecektir. İslâm fıkıh bilginleri arasında bazı görüş farklılıklarının çıkması, zamanla bazı görüşlerini değiştirmeleri, hatta ‘zamanın değişmesiyle ahkâmın (hükümlerin) değişmesi inkâr edilemez’ prensibini koymaları bu gerçeğin tezâhürleridir. Öyle ise, ‘hüküm Allah’ındır’ ifâdesi yanlış anlaşılmakta veya anlatılmaktadır. Aslında bu ifade sâdece bir slogan gibi kullanılmaktadır.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim efendim.

Prof. Dr. ABDULHÂKİM YÜCE 1962 doğumlu olan Abdulhâkim Yüce, 1986’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. İki yıl boyunca, alanında araştırma yapmak gayesiyle görev almayıp, özel dersler aldı ve ilmî araştırmalar yaptı. 1988 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde doktora çalışmalarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde vaizlik görevine başladı. Başkanlığın görevlendirmesiyle, Almanya’nın Köln ve Fransa’nın Paris şehirlerinde belli sürelerle görev yaptı. 1992’de, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Tasavvuf Anabilim Dalı’na, asistan olarak tâyin edildi.  Aynı yıl, ‘Razî’nin Mefatîhu’l Gayb Adlı Tefsiri’nin İşârî Yönü’ başlıklı tezini bitirerek, alanında doktor oldu. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalına Yar. Doç. Dr. olarak göreve başladı. 1997’de Doçent, 2003’te Profesör oldu. İngilizce ve Arapça dillerine vâkıftır.   Yayınlanmış kitaplarından bâzıları: *Razi’nin Tefsirinde Tasavvuf: Nil Yayınları, 1996. *Kalb Hayatı (Muhâsibî’den çeviri): Işık Yayınları, 1997.  *Gece İbâdeti: Işık Yayınları, 1999. *Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı: Kaynak Kitaplığı, 2001. *Tasavvuf ve Bid’at: Nil Yayınları, 2001.*Konuşma Sanatı ve Hitâbet: Işık Yayınları. *İtikâf: Işık Yayınları. *Bizim Yuvamız: Işık Yayınları. *Tesbihât: Işık Yayınları. *Efendimizin Bir Günü: Işık Yayınları. 

Kervansaray

Bu dünyaya sanki hiç ölmeyecek gibi sarılıp, tüm çevresini ve akrabayı taallukatını zengin etmek için çalışan helali bir yana bırakıp haramda olsa bizim için haktır, hatta bu bir savaştır ve ganimettir bizim için diye düşünenlere yazılmış bir hikâye.

Doymak bilmeyen gözü, sürüdüğü ayağı ile her şey benim ve benim olmalı mantığı ile bakan ve dünya nimetleri ile övünen, arada sırada inanç kısmını hatırlayan ve göstermelik uygulamalar yapmaya kalkanların hikâyesidir.

Kendisine verilen görevi kaybetmeyi düşünemeyenlere , sonsuza kadar bu mevkiler , makamlar benim diyenler için yazılmış bir hikaye ..Hikaye  diyorum ama öyle bakmayın her hikaye aslında bir gerçektir ve gerçeklerden doğmuştur , yaşanmışlıklardan oluşmuştur .

Nur yüzlü bir ihtiyar, Belh ülkesinin şanlı hükümdarı İbrahim bin Ethem’in muhteşem sarayı önünde durur ve kapıdaki nöbetçiler, yanına yaklaşırlar.

“Ne arıyorsun ihtiyar?” diye sorarlar,

– Ben yolcuyum. Bu gece konaklayacak bir kervansaray arıyorum.

– Yanlış gelmişsin baba. Burası kervansaray değil, hükümdarımızın sarayıdır.

Nur yüzlü ihtiyar ısrar eder ‘’ Burada gecelemek istiyorum, Tanrı misafiriyim.’’

Nöbetçiler ne dedilerse onu ikna edemezler. Sonun da hükümdara durumu bildirdiler.

İbrahim bin Ethem “Gelsin bakalım tanıyalım şu ihtiyarı” der ve içeriye buyur eder.

Ona’’ Burası benim sarayım. Sen nasıl hükümdar sarayını kervansaray diye küçümseyebilirsin?’’

Dede ‘’ Nöbetçilerin anlamadılar, sen de anlamıyorsun burası kervansaraydır, istersen sana ispatlayayım.’’

Hükümdar ‘’ İspatlarsan seni burada misafir ederim yoksa, cezaya çarptırırım.’’

İhtiyar sorularını sormaya başlar…

– Kaç zamandır burada oturuyorsun?

– 3 yıldır.

– Senden önce kim oturuyordu?

– Babam 10 yıl oturduktan sonra vefat etti.

– Peki, ondan önce kim, ne kadar oturdu?

– Dedem, o da 2 yıl hükümdarlık yaptıktan sonra öldü.

– Senden sonra kim oturacak?

– Herhalde oğlum oturur.

Bu cevaplardan sonra ihtiyar güler ve sözlerini şöyle sürdürür ‘’Sana burasının kervansaray olduğunu söylemiştim. Deden geldi kondu geçti, baban geldi bir müddet kaldı gitti. Sen geldin, sen de gideceksin, yerine oğlun geçecek. Bu gelip gitmeler devam edecek. Kervansaraylar da yolcuların gelip gittikleri yerler değil mi? Kimse dünyada ebedi kalmayacağına göre… Herkes ebedi hayat yolunun yolcusu olduğuna göre… Bütün dünya bir kervansaraydır ve bu dünyada herkes kim ve ne olursa olsun kervansaray sahibi değil sadece YOLCUDUR ….!!

Mutluluk Denen Şey

“Kalp huzurla dolduğunda, mutluluk kendiliğinden gelir.”

İnsanoğlu var oluşundan bu yana mutluluğu anlamaya, tanımlamaya ve yakalamaya çalışmıştır.

Mutluluk sözlük anlamı olarak; “bütün özlemlere, bütün isteklere eksiksiz bir biçimde ve sürekli olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu, bir istek ya da özlem, yerine geldiğinde duyumsanan sevinç” olarak tanımlanır.

Mutluluk, TDK sözlüğünde, “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik” olarak tanımlanmaktadır.

Mutluluk, sevinç duyma ve yaşam doyumu gibi duygularla kendini gösteren duygusal bir durumdur. Çok değişik tanımları olsa da, çoğunlukla olumlu duygular taşıma ve yaşamından doyum bulmanın bir bileşkesi olarak tanımlanır.

Mutluluk kavramı ile ilgili olarak değişik bakış açıları vardır. Yunan düşünür Aristo, iki değişik  mutluluk türü üzerinde durmuştur. Bunlar için; “hedoni” ve “ödamoni” terimlerini kullanmıştır.

 “Hedoni” mutluluğu: Haz almaktan kaynaklanır. Genellikle, kişinin kendini iyi hissettiren bir etkinlikte bulunmasına, bir isteğini gerçekleştirmesine, eğlenmesine, zevk almasına, keyif almasına, yaptığı eylemden doyum bulmasına eşlik eden duygudur.

“Ödamoni” mutluluğu: Erdemli olmak ve yaşamında bir anlam bulmakla ilgili bir duygudur. Bu tür mutluluğunun başlıca öğeleri, yaşamında bir anlam bulma, amaçlarının olması ve yaşamı, yaşamaya değer bulmadır. Daha çok, yerine getirilmesi gereken sorumluluklarla ilintili, uzun erimli amaçlara yatırım yapmakla bağlantılı, başkalarının da iyiliğini isteyen ve kişisel ülkülerine göre yaşamakla ilişkili bir mutluluk anlayışıdır.

Mutluluk, geniş kapsamlı olarak tanımlanan bir kavram olduğu için, psikiyatristler ve psikologlar, söz konusu duygusal durumdan söz ederlerken, “öznel iyi olma durumu” ya da “öznel esenlik” terimlerini kullanırlar. Mutluluğun iki öğesi şunlardır:

1-Yaşanan duyguların dengesi: Herkes, hem olumlu, hem de olumsuz duygular yaşar. Mutluluk, genellikle, olumsuz duygulardan çok olumlu duygular yaşamakla ilintilidir. Kendini genelde mutlu hisseden insanlar da, zaman zaman üzülme, kaygılanma, kızma, sıkılma ve kendini yalnız hissetme gibi duygular yaşayabilirler.

Ancak kendilerini kötü hissettiklerinde, her şeyin daha güzel olacağına ilişkin altta yatan bir iyimserlik duygusu içindedirler ve başlarına gelen istenmedik durumlarla baş edebileceklerine ve yeniden mutlu olabileceklerine inanırlar.

2-Yaşam doyumu: Bu duygu, kişinin yaşamında önem verdiği, işi, ilişkileri, gösterdiği başarılar gibi değişik alanlarda ne denli doyum bulduğu ile ilişkilidir.

Mutluluk algısı kişiden kişiye değişmekle birlikte, bu duygunun ölçülmesini ve değerlendirilmesini sağlayan birtakım ölçütler vardır. Mutlu olunduğunun belirtileri şunlardır:

-Olumsuz duygulardan çok, olumlu duygular yaşıyor olma.

-İstediği yaşamı sürüyor olduğu duygusunu taşıma.

-Yaşam koşullarının iyi olduğu duygusunu taşıma.

-Yaşamda istediklerine kavuştuğu (ya da kavuşabileceği) duygusunu taşıma.

-Yaşamından doyum buluyor olma.

Kimi insanlar yaradılıştan daha mutlu olma eğiliminde olsalar da, daha mutlu olmanın birtakım yolları vardır. Özellikle kendinizi geliştireceğiniz alanlarda olmak üzere, isteklerinizi gerçekleştirme ya da amaçlarınıza ulaşma yolunda ilerlemek, sahip olduklarınızın tadını çıkarmak, kötümser bakış açısından ve olumsuz düşünmekten uzaklaşmak ve iyimser olmak sizi daha mutlu edecektir.

Mutlu olmak, yaşamın değişik alanlarında daha olumlu sonuçlar elde etmeye yarar.

• Olumlu duygular, yaşam doyumunu artırır.

• Mutluluk, daha güçlü baş etme becerileri geliştirmeyi sağlar.

• Olumlu duygular ruhsal dayanıklılık sağlar. Ruhsal açıdan dayanıklı insanlar, zorlanmayla daha iyi baş ederler ve istenmedik durumlarla karşılaşmaları durumunda, kendilerini çok daha hızlı toparlarlar.

• Olumlu duygular taşıyanların daha sağlıklı beslendikleri ve daha düzenli spor yaptıkları saptanmıştır.

• Mutlu insanların bağışıklık dizgelerinin daha güçlü olduğu ve daha az hastalandıkları belirlenmiştir.

• Olumlu duygular taşımakla, daha sağlıklı ve daha uzun yaşamak arasında doğrudan bir ilişki olduğu gösterilmiştir.

Yapılan çalışmalarda, genel yaşam doyumunun yaklaşık % 50’sinin kalıtımsal, % 10’unun dış etkenlere bağlı, % 40’ının ise bireysel etkinliklere bağlı olduğu bulunmuştur. Dolayısıyla, kalıtımsal olan temel mutluluk düzeyinizi değiştiremeseniz de, daha mutlu ve daha doyumlu olabilmek için yapabilecekleriniz vardır. Çok mutlu insanlar da, zaman zaman çöküntüler yaşayabilirler; mutluluk bilinçli bir biçimde, ardında koşulması gereken bir duygudur.

Sağlıklı beslenmek, düzenli spor yapmak, sahip oldukları için gönül borcu duymak, zaman kavramını yitirip kendinden geçerek olumlu birtakım etkinliklerde bulunmak, bir amacının olması ve bunu gerçekleştirmek için çaba gösteriyor olmak, kendini gerçekleştirdiğini görmek, sevmek ve sevilmek, sizi daha mutlu edebilecek başlıca etkinlikler ve yaşam doyumu alanlarıdır.

“Mutlu insanlar, kendi anlam dünyalarını kendileri oluşturmuşlardır. Oysa mutsuz insanlar, başkalarını ve dış dünyayı suçlayıp dururlar. Mutlu olmak, bireyin yaşamından memnuniyet duyması, pozitif duygular yaşaması ve genel bir iyi olma halini ifade eder.

Mutluluk, sadece anlık zevklerden ya da dışsal başarıdan değil, aynı zamanda içsel huzur, anlam bulma ve bağlantı kurma gibi unsurlardan da kaynaklanır.

Garry Chapman, yılların tecrübesiyle mutluluk yolunu arayanlara,  Sevgi Dili’ni sunuyor. Sevgi deposunun dolu tutulması gerekmektedir. İnsanlardaki sevgi oluşumu işte bu deponun varlığına bağlıdır. Sevgi her kapıyı açan anahtar, yaşamın lokomotifi ve mutluluğun şifresidir.

Sevgi sadece insan varlığının değil, bütün yaratılmışların ortak hamurudur. Toprakta yeşeren bitki, açan çiçek, güneşin ısı ve ışık kaynağı oluşu hep bu sevginin dışa vurumudur.

Sevgide; hem ben, hem sen, hem de biz varız. Acının, sıkıntının, korkunun, üzüntünün, sevincin, neşenin, güzelliğin, iyiliğin, erdemin, bilginin vb. paylaşılması sevginin oluşmasında önemlidir.

Mutluluk, kişisel bir yolculuktur ve herkes için farklı anlamlar taşır. Kendi mutluluğunuzun peşinden gitmek, bu yolculukta bilinçli adımlar atmak ve yaşamın küçük zevklerine değer vermek, daha tatmin edici bir yaşam sürmenize yardımcı olacaktır.

Sevgiyle kalın…