0.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 101

Etnik Mozaik Yalanının Amacı

Dünyada halen Birleşmiş Milletlere kayıtlı 208 devlet bulunmaktadır. Oysaki, yirminci yüzyıla geçerken dünyada sadece 20 devlet vardı.

Büyük imparatorlukların, sömürgelerin tasfiye edilmesi, sosyalist sistemin ortadan kalkmasıyla ulus/ milli devletlerin sayısı çoğaldı. Yeni siyasi yapılanmalarla devlet sayısı 1972 yılında 132’ye ve günümüzde 208’e ulaştı.

Bu devletlerden çok az bir kısmı etnik açıdan homojendir. Diğerlerinde hakim olan etnik bir grup nüfusun yüzde 50-90 arasında nüfusa sahiptir. Devletlerin yaklaşık yüzde 30’unda ise en büyük etnik grup toplam nüfusun yarısından az nüfusa sahiptir.

Prof. Dr. Anıl Çeçen “küresel emperyalizmin ‘iki yüz devletin yeterli görmediğini, geçen yüzyılda olduğu gibi devlet sayısının en az on misli daha artırılması gerektiğini’ düşündüğünü ve 2 bin devletli bir dünya yaratmayı hedeflediğini” yıllar önce yazmıştı.

Tabii ki dünyadaki devlet sayısının artması mevcut ulus/milli devletlerin bölünmesiyle mümkün olabilecektir. Mesela komşumuz olan Irak ve Suriye’de etnik gruplara göre bölünme işlemleri bitmek üzere. Bunlar emperyalizmin ana planın birer parçası sayılmalı.

Hedefte İran ve Türkiye’nin bölünmesi olduğunu görmemek için kör olmak lazım.

****

Millet ve ırk farklı kavramlardır. Anayasamızdaki (Madde 66) “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” tanımı ırkçı değildir, bilimseldir, birleştiricidir.

“Millî Mücadeleyi veren Türkiye halkına Türk denir” veya içtenlikle “Türk’üm diyen Türk’tür” de diyebiliriz. Yani kendini hangi kimliğe ait hissediyorsan o millettensin.

Dünyada büyük ve güçlü devletler farklı etnik kimlikteki vatandaşlarını bir arada tutmayı başaran ve Amerikan, Fransız, Alman, İngiliz, Japon gibi üst kimliklerde birleşen ülkelerdir. Bizde de “Milli Mücadeleyi yapan onu Cumhuriyetle taçlandıran kurucu unsur ülkenin ve milletin adı olmuştur.”

Prof. Dr. İskender Öksüz’ün ifade ettiği gibi, “Dünyanın en güçlü milleti, Amerikan milleti, çok sayıda ve kalabalık etnisitelerden oluşur. Fakat onların okullardan atmadıkları ve katiyen atmayacakları bağlılık andı, ‘…Tanrı’nın altında tek millet’ diye biter. Tekrarlayayım: Amerikanlar kendilerine Amerikalı değil, Amerikan der.”

Demek ki “Farklılıkları kutsallaştırmadan anlamlı bütünleşmeleri sağlayabilen” devletler güçlü ve demokratik olabiliyor.

Prof. Dr. Mustafa Erkal’ın “Milletleşme olmadan demokratikleşme olamaz ve demokrasi de sürdürülemez. Demokrasi milletleşme üzerinde yükselir” sözü bu gerçeğin ifadesidir. Mustafa Erkal Hoca’nın yıllardır yapmakta olduğu “Etnik Tuzak” uyarısı sebepsiz değildir.

*******************************

Türkiye Mozaik Değil, Homojen Bir Ülkedir

Türkiye dünyanın en gelişmiş ülkelerinin çoğundan daha homojen bir etnik dağılıma sahiptir.

Demografik yapımızı belirleyen iki süreç oldu:

  • 1683 İkinci Viyana bozgunundan, Sakarya’ya kadar süregelen geri çekilme, Balkan Bozgunu, Millî Mücadele ve sonrasında mübadele. Kendisini Türk hissedenler geldi, azınlıklar gitti. Tıpkı SSCB dağıldığında kendisini Rus hissedenler Rusya’da, Kazak, Özbek, Azerbaycan Türk’ü hissedenlerin bağımsızlığını kazanan ülkelerine döndükleri gibi.
  • “Türk toplumunun kentleşmesi nedeniyle, 1960’lardan bu yana köylerden şehirlere önemli bir nüfus hareketi yaşandı. Bu göç aynı zamanda Türk ve Kürt halkı arasında entegrasyona da yol açtı.”

“Türkiye’de konuşulan diller hakkında en kapsamlı anket 1965 Nüfus Sayımında yapılmıştır. 1965’te Türk halkının %84,54’ü ana dilinin Türkçe olduğunu belirtti. Ana dili Kürtçe olanlar (Kuzey Lehçesi ve Zaza) %12,98 ve Ana dili Arapça olanlar %1,38 idi.

Son yıllarda ise, Türk vatandaşlarının %99’u Türkçe konuşmaktadır.(%93’ü ana dili olarak Türkçe, %6’sı ise ana dili Kürtçe olup ikinci dili olarak Türkçe konuşmaktadır.)

Yani “yeni nesil Kürt halkı” ana dili olarak Türkçe konuşuyor ve bir kısmı da ikinci dil olarak Türkçe konuşuyor.

Türk nüfusunun yalnızca %1’i hiçbir düzeyde Türkçe konuşmuyor. Türkiye’de konuşulan azınlık dilleri Kürtçe (%6) ve Arapça (%1,2)’dır. (Bilgiler AB istatistiklerinden ve BBC’den derlenmiştir.)

Sadece dil birliği bakımından değil, hayatı yaşama tarzı, kültürü, ahlakı, milli duyguları ve inançları bakımından da T.C. vatandaşları en homojen topluluklardan biridir. Düğünü, cenazesi, mutfak kültürü, ahlak anlayışları ve milli refleksleri vd alanlarda etnisite farkı olanlar arasında bile pek fark yoktur.

Prof. Dr. İskender Öksüz’ün vardığı sonuç doğrudur: “Türk milletinin dünyadaki ve Avrupa’daki diğer milletlere nazaran bir etnik mozaik olduğu, onlardan çok daha fazla “etnisite”, “ırk”, “kavim” vb barındırdığı yalandır. Propagandadır. Barındırsa da bir şey değişmeyecekti ama bu iddia asılsızdır.”

*******************************

Yeni Anayasa’da Türk Milleti Kavramı

Türk milliyetçiliğini “ırkçılık” olarak tanımlayıp “etnik merkezli ırkçılık” yapanlar bir de bunu “demokratikleşme” diye yutturmaya çalışıyor.

“Siyasal İslamcıların” ikiye bir ısıtarak gündeme taşıdığı “Yeni Anayasa” heveslerinin amaçlarından biri Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının ve Türk kimliğimizin teminatı olan Anayasa’nın ilk dört maddesi ile 66. Madde gibi maddeleri ortadan kaldırmaktır.

Bu aşamaya gelmek için “Türklerdeki millet hissini, millete mensubiyet duygusunu zayıflatmak ve hatta yok etmek” için yapılanları hatırlayınız. “AKP sayesinde hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” anlayışında olanlar “Andımızı” okullardan kaldırdılar. Her türlü etnik yapıdan olanların etnik kimliğini öne çıkarırken “Türk’üm” diyenlere “ırkçılık yapma” diye saldırdılar. “Türk” yerine “Türkiyeli” dediler.

Baktılar ki demografik açıdan homojen bir ulus / milli devlet olan Türk devletinde egemenliği bölmek yine de kolay değil. Kültürü ve yaşama tarzı bizden farklı olan 12 milyon civarında sığınmacı ve kaçağı ülkeye aldılar. Yaklaşık 2 milyonuna vatandaşlık verdiler. İleride etnisite bazlı bölünme talepleri için zemin oluşturdular.   

Siyasal İslamcıların bu yaptıkları dünya görüşlerinin gereğidir. Fakat bunlara kayıtsız şartsız destek veren bazı “milliyetçi” partilerin (MHP, BBP) mensuplarının neden bu günahlara ortak olduğunu vicdanlarına sormaları gerekir.

Malazgirt Savaşı

0

Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, 1070-1071 yılı kışında, Türkleri imparatorluk topraklarından tamamen atmak üzere bir ordu meydana getirdi. Bu ordu Bitinya, Kapadokya, Kilikya ve Trabzon gibi bölgelerden temin edilmiş; Bulgar, Slav, Alman, Frank, Gürcü, Ermeni, Hazar, Peçenek, Uz ve Kıpçak asıllı askerlerden oluşuyordu. 200 bin kişilik bu ordu ile Diogenes, Selçukluların üzerine yürüdü.

Bizans Ordusu, Kızılırmak vadisini izleyerek Sivas’a ulaştı. Burada bölge Rumlarının büyük sevinç gösterisiyle karşılanan imparator, halkın Ermeni taşkınlık ve barbarlığından yakınmaları üzerine kentin Ermeni mahallelerini yıktırdı. Pekçok Ermeniyi öldürüp, önderlerini sürgüne yolladı. Daha sonra yoluna devam ederek Erzurum’a geldi. Büyük Selçuklu Devleti’nin büyük ve kahraman hükümdarı Sultan Alparslan, Van Gölü kıyısındaki Ahlat’tan hareket ederek Muş ili yakınlarındaki Malazgirt’e vardı. Daha önceleri Alparslan, Sarı Tigin’i Romanos Diogenes’in yanma elçi olarak göndermiş barış önerisinde bulunmuştu.

Ne var ki, Bizans İmparatoru bu öneriyi kabul etmemiş, hatta Türk elçisine şöyle demişti:

“Sultanınıza söyleyin, kendisi ile barış görüşmelerini Rey’de yapacağım. Ordumu İsfahan’da, hayvanları ise Hamedan’da kışlatacağım.”

Romanos Diogenes güçlü ordusuna güveniyordu. Alparslan’ın barış önerisinde bulunmasını, kendisinden korkmasına yoruyordu. Hâlbuki işin iç yüzü öyle değildi. Türkler, savaşa başlamadan önce düşmanlarına barış önerisinde bulunurlar. Bu, Türklerin tarihî ve millî geleneklerindendir. Özellikle savaşa karar vermek için çok iyi düşünülmesinin gereği üzerinde durulmalıdır. Ok yaydan çıktıktan sonra nasıl bir daha geri dönmez ise, savaş başladıktan sonra da kolayca sona ermez.

Bizans İmparatoru, hem kuvvetli ordusuna güveniyor, hem de Türklerin sık sık Anadolu şehirlerine akınlar düzenlemesini önlemek istiyordu. Selçukluları tam anlamı ile yenilgiye uğratmak, Orta Asya içlerine kadar sürüp atmak amacını taşıyordu.

Tarihte çok büyük bir önem taşıyan Malazgirt Meydan Savaşı, kaçınılmaz bir duruma gelmişti. Bizans İmparatorluğu ile Büyük Selçuklu Devleti’nin orduları karşı karşıya gelmişti. Alparslan’ın bu savaştaki amacı da Anadolu’nun kapılarını bir daha kapanmamak üzere açmak, kesin biçimde Anadolu’yu zaptetmek idi. Bu savaşta Türkler yenilirse yeniden Orta Asya içlerine çekilecekler, Bizanslıları yendikleri takdirde Anadolu’yu yurt edinmiş olacaklardı. İşte savaş bu ön yargılarla başlıyor, her iki taraf savaştan zaferle çıkmak istivordu.

Romanos Diogenes güçlü ordusuna güveniyordu.

Bir Cuma sabahı gürledi gökler, Ellibin tuğ üzre, ellibin yürek. Kılıçlar sıyrıldı Allah-ü Ekber! Bizans, Türk’e vatan olsun diyerek.

Kılıç kelle biçer, ok kargı deler, Malazgirt Ovası kana boyanır. Gaziler haykırır, şehitler gürler, Vatanda yeni bir tarih uyanır.

Çöktü Roma ve sustu zaman, Şehitler, gaziler toplandı bir bir. Başbuğlar başbuğu yüce Alparslan, Dedi, ‘Hep birlikte alalım tekbir!’

Eğilmez sanılan nice mağrur baş, Türk’ün karşısında eğilir, çöker. Rumlarla başlayıp süren her savaş, Her kale burcuna bir bayrak diker.

Bizans’ın fatihi büyük kumandan, Oturup yalvardı yüce Allah’a Dedi: ‘Türk’ün olsun bu aziz vatan, Girmesin bu yurda düşman bir daha!”

MALAZGİRT MEYDAN SAVAŞI’NA HAZIRLANIŞ

Alparslan, Malazgirt Meydan Savaşı’ndan önce bütün tedbirleri almış, gereken her türlü hazırlığı yapmıştı. Ünlü veziri Nizamül-Mülk’ü Hemedan’a gönderdi. Çıkacak herhangi bir karışıklığı önlemesi ve istenirse yeni asker yollaması için tembihde bulundu.

Ayrıca Bizans kuvvetlerinin gücünü öğrenmek için de bir öncü kuvveti Bizans Ordusu’na göndererek küçük bir çarpışma yapıldı. Bu keşif savaşında Bizans komutanı Basilakes tutuklandı. Ondan edinilen bilgilere göre Alpaslan gerekli önlemi aldı. Bizans Ordusu’nda Frenk, Norman, Slav, Gürcü, Peçenek ve Ermeni askerleri de yer alıyordu. 200 bin kişilik Bizans Ordusu’na karşı 50 bin kişilik bir kuvvetle nasıl karşı koyulacağının plânlarını hazırladı. Ordusunu savaş düzenine sokan Alparslan, 25 Ağustos 1071 tarihinde askerlerinin morallerini güçlendirmek için devamlı tekbir getirmelerini, düşmanların morallerini bozmak için de sürekli, boru ve davul çalmalarını, oklar atmalarını emretti.

Sultan Alparslan, amcası Tuğrul Bey zamanında Selçuklu ordusunda hizmet veren yaşlı ve yorgun eski orduyu dağıtmış yerine genç ve dinamik bir ordu kurmuştu. İçlerinde Süleyman Şah, Mansur, Porsuk, Bozan ve Savtekin gibi yetenekli komutanlar olup süvariler de bozkır savaşlarında pişmiş, seri manevra kabiliyetine sahip seçkin askerlerden oluşuyordu.

26 Ağustos 1071 tarihinde başta halife olmak üzere bütün İslâm âlemi, camilerde cuma namazını kılıyor, Kur’an okuyarak Türk Ordusu’nun zaferi için dua ediyordu. Hatta Halife, bütün İslâm ülkelerindeki hutbelerde şu duanın okunmasını emretti:

“Allah’ım, İslâm sancağını yücelt, ona yardım et! Başını ezmek ve kökünü kazımak üzere müşrikliği hezimete uğrat. Sana itaatte canlarını feda edip, kanlarını akıtan yolunun mücahitlerini kuvvetlendir. Zafer ile yardım et. Sultan Alparslan’ın senden dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütsün. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmesi için ordusunu meleklerinle destekle. Çünkü o, malı ve canıyla emirlerine uymak için rahatını terketti. Çünkü sen yüce kitabında: «Ey iman edenler! Can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız…» m buyuruyorsun. Senin sözün gerçektir.

Ey Müslümanlar! Samimi bir niyet ile Allah’a yal varınız. Çünkü Allah kitabında şöyle buyuruyor:

“Ey Muhammedi Onlara, ‘dualarınız olmasa, Rab-bim size niçin değer versin,’ de…” !2’Onun güçlü ve kuvvetli olarak düşmanlarını mahvetmesi, sancağı yükseltip zaferlerin en ulvîsine eriştirmesi için Allah’a dua ve niyazda bulununuz.”

Alparslan beyaz bir ata binmiş, baştan ayağa beyaz elbiseler giymiş, atının kuyruğunu kendi eliyle sıkıca bağlamış, ok ve yayını çıkartmış, kılıcını kuşanmış, kalkanını eline almıştı. Bu da sultanın, askerin başında bizzat savaşacağını gösteriyordu.

Malazgirt Ovası’nda bütün Türk Ordusu cuma namazını kılmış, Allah’a zafer kazanmaları için dua etmişti. Alparslan; Artuk, Süleyman Şah, Porsuk, Bozan, Sav Tigin ile diğer beyleri ve askerleri ile helâllaştı. Şehit olursa oğlu Melikşah’a bağlı kalmalarını vasiyet etti. Karşısında, vereceği emirle canlarını seve seve feda edeceği kahraman askerlerden oluşan ordusu sessiz sedasız Alparslan’ın ne söyleyeceğine kulak kesilmişti. Alparslan, kılıç ve topuzunu eline alarak şu özlü hitabede bulundu:

“Askerlerim! Yiğitlerim! Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Bugün ben sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. Bugün burada Allah’tan başka bir sultan yoktur. Biz ne kadar az olursak olalım, düşman ne kadar çok olursa olsun, bütün Müslümanların, zaferimiz için dua ettikleri şu anda, kendimi düşman üzerine atacağım. Ya zafer kazanırız, ya şehit olarak cennete gideriz. İsteyen benimle gelsin, isteyen geri dönsün. Ben memleket için, İslâm için ölüme koşuyorum. Beni takip edenler ve kendilerini Yüce Allah’a adayanlardan şehit olanlar Cennet’e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahi-rette ateş; dünyada da alçaklık beklemektedir.

Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir. Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkartınız ve ona itaat ediniz. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir” dedi.

Alparslan atından indi. Son kez secdeye varıp ellerini kaldırarak Allah’a şöyle dua etti:

“Ya Rabbî! Sana inanıyor ve tapıyorum. Büyüklüğün karşısında yüzümü yere sürüyorum. Allah’ım senin yolunda, senin uğrunda savaşıyorum. Ey Yüce Allah’ım! Kalbim ve niyetim halistir. Bana yardım et, söylediğimde yalan varsa beni kahret!” dedi ve şimşek hızıyla atı-, na atladı. Onun bu sözleri üzerine zaten moralleri yüksek olan askerleri iyice coşmuştu.

Selçuklu Türklerinin Anadolu topraklarına yerleşmesini sağlayan tarihin en büyük savaşlarından biri olan “Malazgirt Meydan Savaşı”, artık kaçınılmaz olmuştu. Horasan ve İran’ı geçerek, Anadolu’nun doğu kapısını açmak için gelen Selçuklu Ordusunun başında bulunan Alparslan beyaz bir ata binmiş, baştan aşağı beyazlar giyinmişti. İki yüz bin kişilik Bizans Ordusu karşısında savaşı kazanacağından kuşku duymamakta idi.

26 Ağustos 1071 cuma günü elli bin kişilik ordusu ile Malazgirt Ovası’nda cuma namazını askerleri ile birlikte kılan Alparslan, zafer için bütün ordusu ile Allah’a dua etti. Namazdan sonra savaş başladı.

Alparslan, ordusunu dört gruba ayırmış, bu düzen içinde mevziye girmişlerdi. Merkez yani orta kısımdaki kuvvetlerin başında Alparslan bulunuyordu. Bu kesimdeki kuvvetler, diğerlerinden çok zayıftı. Esas büyük kuvvetler ise, sağ ve sol yanda bulunuyordu. Bunlar savaş sahasının yanlarındaki tepelerde mevzilenmişlerdi. Dördüncü grup kuvvetler ise, zamanı gelince kuşatma harekâtına girişerek düşmanı arkadan çevireceklerdi.

Sayıca çok büyük Bizans Ordusu’na karşı savaşmak Alparslan’ın ne kadar cesur bir komutan olduğunu gösteriyordu. Romanos Diogenes’in kuvvetli ordusuna karşı, az bir kuvvetle hücuma geçti. Sanki yer gök sarsılıyordu. Süvariler; kanat açmış kuşlar gibi, Bizans Ordusu’nun üzerine akın ettiler. Bir yıldırım gibi doludizgin gittiler.

Bizans Ordusu da, küçümsediği Selçuklu Ordusu’na karşı hücuma geçti. Alparslan, ordusunu “Turan Taktiği” gereğince geriye çekti. Romanos Diogenes, olanca kuvvetiyle Selçuklu Ordusu’nun merkez kısmına yüklendi. Sultan Alparslan geri çekilmeye başladı. Bu sahte geri çekilişi bir bozgun zanneden İmparator, Selçuklu Ordusu’nu takip ederek Alparslan tarafından önceden hazırlatılan pusulara kadar geldi. Türklerin sağdan ve soldan bir hilâl şeklinde kendisini çember içerisine aldığının farkına bile varmamıştı. Bu kıskaç harekâtı ile daha sonra Bizans Ordusu’nu arkadan çevirmeye yöneldi. Neden sonra Bizanslılar, tuzağa düştüklerinin farkına vardılar ama, iş işten geçmişti. Bu arada, Afşin Bey, Artuk Bey, Kutalmışoğlu Süleymanşatı gibi Selçuklu komutanlarının Türkçe olarak verdikleri komutlardan etkilenen Bizans Ordusundaki Peçenek ve Uz Türklerinin at sürerek Selçuklu Ordusu tarafına geçmesi üzerine durum Bizans açısından daha da tehlikeli bir boyuta varmıştı. Ayrıca İmparatorun Sivas’ta soydaşlarına yaptığı zulmün acısını çıkarmak isteyen Ermeniler de savaş alanından çekilip gittiler. Böylece Bizans Ordusu neye uğradığını şaşırdı. Kılıçların şakırtısı, atların kişnemesi, ölenlerin iniltisi birbirine karışıyordu. Savaş alanı cesetlerle dolmuştu. Bizans Ordusu’nun yedek kuvvetleri geri kaçmış, ordu bozguna uğramıştı. Sağ kalanlar ise, teslim olmuştu. Esirler arasında Romanos Diogenes’te bulunuyordu.

Ertesi gün Bizans komutanı ve Kral Romanos Diogenes, Alparslan’ın huzuruna çıkartıldı. Alparslan:

“ Size nasıl bir davranışta bulunacağımı tahmin ediyorsunuz?” dedi. İmparator:

Esirler arasında Romanos Diogenes de bulunuyordu.

“Beni ya öldüreceksiniz veya zincire vurup İslâm ülkelerinde dolaştıracaksınız” dedi.

Alparslan, esir düşen kralı kucaklayarak şöyle dedi:

“ Üzülmeyiniz. İnsanların serüvenleri böyledir. Size esir değil, büyük bir hükümdar muamelesi yapacağım. Ben, Allah’a zaferi kazanırsam, sana iyi davranacağıma, söz vermiştim. Allah, iyilik düşünenlerin isteklerini yerine getirir”.

Gerçekten de Alparslan, bu tutsak misafirine iyi baktı, çok güzel davrandı. Onunla bir anlaşma yaptı. Ona on bin dinar yol harçlığı verdi. Bir kilometre de onunla birlikte yürüdü. Yanına Türk muhafızları katarak, emniyet içinde sağ-salim vatanına uğurladı. Romanos Diogenes, Alparslan’dan ayrılacağı zaman, yere kapanıp hüngür hüngür ağlamaktan kendini alamadı. Avrupa da tutsakların, zincirlere vurulup, zindanlara atıldığı bir çağda, Alparslan, Türk’ün misafirperverliğini, zayıfı koruma duygusunu bütün dünyaya ilân etmişti. Ancak Batı’nın Hıristiyan ruhu ve haçlı saldırganlığı, Türk’ün bu ince duygusunu anlayacak olgunlukta ve anlayışta olmadı hiçbir zaman.

Sultan Alparslan, Allah’a olan derin ve samimi inancı ve imanı sayesinde bu savaşı kazanmış ve Türk tarihine bir altın destan yazdırmıştı.

Yapılan anlaşmada, İmparator, fidye olarak bir buçuk milyon altın verecek, ayrıca her yıl 360,000 altın ödeyecek, Bizans içindeki bütün Müslüman esirler serbest bırakılacaktı.

Ancak İmparator, Bizans topraklarına girdiğinde Michael’in İmparator ilân edilmiş olduğunu gördü. Çok geçmeden Michael’in adamları tarafından yakalanarak gözlerine mil çekildi, kör oldu. Kısa süre sonra da kapatıldığı manastırda ıstırap içinde öldü.

MALAZGİRT MEYDAN SAVAŞININ SONUÇLARI

Malazgirt Zaferi’nden sonra bize Anadolu’nun kapıları tamamen açılmıştır. Anadolu, Malazgirt’le vatan olmaya başlamıştır. Çünkü Türk akıncıları çok kısa bir zaman sonra İznik ve civarını alarak buraları vatan edinmişlerdir. Malazgirt Zaferi sonrası kurulmuş hiçbir bağımsız Türk devleti olmadığı gerçeği unutulmamalıdır. Anadolu Selçukluları Devleti ise, 1071’de değil, 1077’de kurulmuştur. Bu devlet bağımsız bir devlet olmayıp, ortaçağ Türk devlet sistemine göre, Horasan’daki Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlıydı.

Anadolu Selçuklu Devleti, ancak 1157 yılında, büyük devlet dağıldıktan sonra bağımsız olmuş, ülkenin bütün öteki doğu bölümleriyse, Harzemşahların elinde kalmıştır.

Malazgirt Zaferi, imha meydan savaşlarının en bü-yüklerindendir. Savaşa katılan askerlerin sayısı bakımından Türk kahramanlığının, yönetim bakımından Türk askerî gücünün, Bizans Ordusu’ndaki Hıristiyan Türklerin Alparslan’ın tarafına geçmesi bakımından önemli neticeleri olan bir savaştır. Bu savaş sonunda Alparslan’a, Cihan Sultan’ı, Ebul Feth ve Sultanül Âdil unvanları verildi.

“Savaşı, sonunda zafer olduğu için seviyorum” diyen Alparslan’ın ordusundaki süvariler doludizgin at sürerek az zamanda Marmara Denizi kıyılarına vardılar. Komutanlarından «Anadolu Fatihi» diye adlandırılan Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Bey, Alparslan’ın isteği doğrultusunda Anadolu’yu bir baştan öbür başa kadar fethetti. Alparslan, Malazgirt Zaferi’yle büyük bir komutan, adalet ve asalet sahibi olduğunu da kanıtlamış oluyordu.

Sultan Alparslan, her tarafa fetihnameler gönderdi. Başta Bağdat olmak üzere bütün İslâm âleminde şenlikler düzenlendi.

Bu olaydan sonra Sultan Alparslan, Anadolunun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için Türkmen beyleri ile birlikte pekçok Türkmen dervişlerini de görevlendirerek manevî fethin kapılarını açtı.

Anadolu’yu Türklere ebedî bir vatan olarak kazandıran Alparslan, tarihin en büyük cihangir ve komutanları arasında da en başta gelmektedir.

Türk tarihinde Malazgirt Meydan Zaferi’nin çok büyük bir önemi vardır. Selçuklu Türklerinin yurdumuzun özellikle Erzurum, Sivas, Konya vs. gibi şehirlerindeki pek çok uygarlık ve sanat eserleri, günümüze kadar varlıklarını sürdürmüş bulunmaktadırlar. Yüzyıllardan beri Anadolu Selçuklu Türklerinin damgasını, silinmez mührünü taşıyan bu muhteşem eserler, atalarımızın bize armağan ettikleri birer şeref anıtıdır.

https://www.turkishairforce.org/turk-tarih-kurumu/malazgirt-savasi

30 Ağustos Zafer Bayramı: Zafer Bayramı’nın Anlam ve Önemi – Ata’dan Mesaj

0

Bu gün; 30 Ağustos Zafer Bayramı…

Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman ordumuzun kazandığı zaferlerden birinin, Büyük Taarruz’un yıldönümüdür.

Ama;

“30 Ağustos sade bir tarih değildir. Bu günün tarihe şan veren bir anlamı vardır. Bu günün heybeti, Toprağa, denize ve göğe sığmayacak kadardır.”

Çünkü bu gün; bağımsızlık ve yurt aşkıyla şahlanan Türk ulusunun ATATÜRK’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı kazandığı, Sevr Antlaşması’nı parçaladığı, Lozan Barışı’nı sağladığı ve Cumhuriyetin temeline ilk harcı koyduğu gündür…

Yıl 1919, Mayıs’ın 15’i… Yunanlılar İzmir’de… Hedef, Türk’ün boynuna esaret kemendini takmak ve güzel Anadolu’ya sahip çıkmak… Yunan saldırısı yaman başlar 1920’de… Güzel yurt köşeleri elden çıkar bir bir… Kanla yoğrulur kara toprak, kanla sulanır. Afyon, Kütahya, Eskişehir…

Ancak düzenli ordularla “Dur!” denebilirdi bu azgın Yunan’a. Ve bir ordu yaratılır yoktan… Bir ordu ki, yediden yetmişe dek, kadın erkek, kız kızan… Silâh yokmuş, üniforma yokmuş, ne gam… “Ölesiye saldırırlar düşmana, diş var, tırnak var ya… Ve bu inançla “yalnız düşman değil, milletin ters giden talihi de yenilir”. İnönü’nde… Ardından yeni destanlar eklenir tarihe sırasıyla… İşte Aslıhanlar, Afyon, Kütahya… İşte Eskişehir, Dumlupınar, Sakarya…

Türk ordusunun Sakarya’da kazandığı zaferin bir başka benzeri yoktur yeryüzünde.

Bu savaş, bir milletin kaderini değiştiren ve 22 gün, 22 gece süren yaman bir uğraştır. Bu savaş, insanlık duygularından yoksun, vahşi ve saldırgan bir düşmanın başını Türk’ün iman dolu göğsüne çarparak paramparça ettiği bir taştır. Bu savaş, haksız, şuursuz ve kirli bir istilâ emelinin, Sakarya’nın köpürmüş sularında boğulduğu bir savaştır.

Bundan dolayıdır ki; insanlık tarihi sayfalarında Sakarya Meydan Muharebesi’ne müstesna bir yer verilmiştir. Çünkü Türk ordusu, Viyana’da başlayan amansız çekilmeye Sakarya’da “Dur!” demiştir.

Ulu Önder ATATÜRK’ün, “Hattı-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça düşmana terk olunmaz…” komutundaki anlamı çok iyi kavrayan kahraman Türk ulusu “Ya istiklâl, ya ölüm…” parolasıyla mücadele etmiştir.

Vatanın bağrından düşmanı söküp atmaya kesin kararlı olan Türk ordusu, bütün gücünü toplar Ağustos 1922’de… Artık her şey, Türk ulusunun haysiyet savaşına ve Akdeniz’i “ilk hedef” gösteren bir başkomutanın Eskişehir’den İzmir’e kadar sürdüreceği kahramanlık yarışına kalmıştır…

Sabırsızlıkla beklenen Büyük Taarruz, 26 Ağustos sabahı günün ilk ışıklarıyla başladı. Patlayan toplar bütün dünyaya şu gerçeği haykırıyordu

sanki;

“Duysun bunu, kâinatta herkes, Türk’ün sesidir, bu gürleyen ses…”

Başkomutanından en son erine kadar bütün bir ordu, Türk gücüne ve Türk yenilmezliğine olan büyük inançla tek vücut olmuş, baştanbaşa kin, boydan boya hınç kesilmişti. Bu yıllardan beri yakılan, yıkılan ve insanlığa sığmayan işkencelerle yok edilmek istenen Türk neslinin, Türklüğün süngüleşmiş, mermileşmiş bir iradesiydi sanki…

Kısaca;

“Bir yanda yürekleri kanatan bir görünüm, Her türlü bayağılık, şiddet, kan, ölüm… Bir yanda iman dolu göğsünde vatan sevgisi, Ve… Yedi düvele karşı üstünlüğü Türk’ün…”

Taarruz pek yaman sürüyordu 26 Ağustos’ta… Akşam olurken ordularımız düşman mevzilerinin bir kısmını ele geçirmiş, Ahır dağlarını şan süvarilerimiz bir mızrak gibi saplanmıştı düşmanın bağrına…

Yunan mevzilerini teftiş eden bir İngiliz generalinin “Türkler bu tahkimatı altı ayda aşarlarsa, bir günde aştık diye öğünebilirler” dediği yer, dört gün gibi kısa zamanda geçildi.

Parola kısa ve kesindi:

“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri… Eskişehir’den, Sakarya’dan, İzmir’den, Yunan kaçıyordu… Kaç ha kaç… Atatürk’ün süvarileri koşuyordu peşlerinden Ta Afyon’dan beri, dörtnala, çala kırbaç…”

Artık zafer yakındı, uzansak tutacaktık sanki o zaferi… Günlerce açlığa, susuzluğa meydan okumuş, umutla el birliği etmiş bir ordunun yalın ayaklarındaki sızıydı o zafer…

Yuvalarını, bebelerini terk ederek erine cephane taşıyan kadınların sırtındaki ağrıydı o zafer…

Evini, yurdunu, bağımsızlığını kaybetmiş, kanlı göz yaşlarıyla cepheden haber bekleyen bir ulusun sevinçlerindeki göz yaşıydı o zafer.. Ve biz, o zafer uğruna vuruşa vuruşa ölmeye ant içmiştik;

“Kurtuluş Savaşı dedik, birlik olduk, el ele vererek Gazi olduk, şehit olduk severek, isteyerek…”

Sakarya boylarında her karış toprak, kahraman Türk kanıyla sulandı, hamurlaştı. O topraklar Çanakkale kadar vatanlaştı, o kahramanlar Ulubatlı Hasan kadar yüceldi, destanlaştı… Bizans’ın yıkılışı nasıl tarihte yeni bir çağsa, aşılamayan, Çanakkale Birinci Dünya Harbi’nde belirgin bir merhale, Sakarya ve Büyük Taarruz da sömürücülerin istilâ emellerine son veren, sömürülenlerin hür ve egemen yaşama yollarını aydınlatan bir meş’ale oldu.

Son zafer kazanılmıştı artık… Kara bulutlar dağılıyordu üzerimizden. Gürr bir başka doğuyordu o bilinmeyen tepelere…

Türk tarihinin akışı bir başka olmuştu 30 Ağustos sabahı.

“30 Ağustos’ta Yurdu işgalden kurtardık, milleti zulümden Bir vatan yarattık yer yüzünde, Tüm vatanlardan yüce… Sınır çizgilerini sağlam çizdik, Hudut taşlarını kol ve bacaktan diktik, Yurtta sulh, cihanda sulh dedi ATATÜRK, Parola bildik…

Bu gün de, ATATÜRK devrimleri’nin aydınlığında Şerefle ölmek kadar Şerefle yaşamasını öğrendik Hem de; Alnımız açık, başımız dimdik…”

P.Kd.Alb. Mustafa BAŞEL

30 Ağustos Zafer Bayramının Anlam Ve Önemi

Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla yurdumuz tamamen elimizden alınıyor, vatanımızda hür olarak yaşama hakkımıza son veriliyordu. Yüzyıllardır üzerinde bağımsız olarak yaşadığımız bu topraklar düşmanlara veriliyor, bizim de bunu kabul etmemiz isteniyordu.

Türk Milletinin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi. 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla, lideriyle kucaklaşan Anadolu, Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Amasya Genelgesi’nin yayınlanmasının ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapıldı. Daha sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Atatürk, 23 Nisan 1920’de TBMM’yi kurdu. Böylece hem memleketin yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu. Hem de Kurtuluş Savaşı’nın merkezi Ankara oluyordu.

TBMM meclisi yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. “Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı görüşü”nden hareketle, düşmanla mücadele kararı alındı. Oluşturulan düzenli ordularla savaşa girildi. İlk başarı, Doğu’da Ermeni çetelerine karşı kazanıldı. Daha sonra, Batı cephesinde, Yunanlılarla, I. İnönü ve II. İnönü Savaşları yapıldı. Bu savaşların kazanılmasıyla Yunanlılar’a büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bunun üzerine Yunan ordusu yeniden saldırıya geçti. Saldırı üzerine Mustafa Kemal, ordularına: “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” emrini verdi.

Türk askeri, büyük bir azim ve fedakârlıkla bu karara uydu. 23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesiyle, Türk milleti 1699 Karlofça Antlaşmasından beri ilk defa toprak kazanmaya başlıyordu. Sakarya Savaşı, Türk milletinin savunma durumundan taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMM tarafından, Mustafa Kemal’e “gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesi verildi.

Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya Savaşı’ndan sonra, büyük bir taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı.

1922 yılı Ağustosuna kadar, hazırlıklar tamamlandı. Güneydeki Türk birlikle-ri, büyük bir gizlilik içinde Batı cephesine kaydmld”. İstanbul’daki cephane depolarından silah ve cephane kaçırıldı. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silâhlar satın alındı. Ordumuza taarruz eğitimi yaptırıldı. Bu hazırlıklardan sonra, Gazi Mustafa Kemal’in başkomutan-lığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922’de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos’ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis’te vardı.

Bu savaş, Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı.

Büyük Tarruzun başarıyla sonuçlanmasından sonra düşman, İzmir’e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu. Hain düşmanın, haksızca ve alçakça işgaline “dur” diyen ve kanımızın son damlasını akıtmadan yurdumuzu bırakmayacağımızı dünyaya ispatlayan bu büyük zaferi her yıl, 30 Ağustos günü, bayram yaparak kutluyoruz.

Zafer Bayramı Ve Zafer Haftası-26-30 Ağustos | Ata’dan Mesaj-30 Ağustos Zaferi-Zafer Bayramı’nın Anlam Ve Önemi-30 Ağustos Zafer Bayramı Ş.. | Eğitim Kütüphanesi ™ Önemli Günler ve Haftalar (egitimkutuphanesi.com)

Ç. Ü. Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü Öğretim Üyesi

Prof. Dr. İBRÂHİM ORTAŞ ile ORMAN YANGINLARI Hakkında konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Yaz sıcaklarıyla birlikte ormanlarımızla alâkalı olarak içimizi yakan haberler geliyor. Orman yangınları kaderimiz mi?

Prof. Dr. İbrâhim Ortaş: Orman yangınlarına karşı geniş kapsamlı tedbirler alınmazsa, yetkililer top yekûn sorumluluk üstlenip önceki risk durumuna uygun hazırlık yapmaz ise… her yıl aynı problemler kader hâline getirilmiş olur.

Çetinoğlu: Mevzu ile alakalı durum değerlendirmesi yapar mısınız?

Prof. Ortaş: Son yıllarda, özellikle yaz aylarında Türkiye’nin Akdeniz ve Ege kıyılarında meydana gelen orman yangınları, geniş alanların yanmasına ve zaman zaman insan ölümlerine sebep olmaktadır. Son yangınlarda bazı mahalleler yanmış, birçok insan evsiz kalmıştır. Ayrıca yangınlar, tabiata beklenenden çok daha büyük zararlar vermekte, atmosfere salınan sera gazları ve biyoçeşitliliğin yok olması insanın vicdanını derinden yaralamaktadır.

Çetinoğlu: Havaların aşırı sıcaklığı ve yangının oluşmasını sağlayan diğer etkenler, tedbir almakla mükellef insanların sorumluluğunu azaltır mı?

Prof. Ortaş: Yangınların oluşmasında, bölgenin coğrafi yapısı gereği yaz aylarında 40°C’nin üzerine çıkan aşırı sıcaklıkların etkili olduğu bilinmektedir. Ancak, resmî kayıtlarda da belirtildiği gibi, birçok orman yangınının kundaklama sonucu çıktığı da bir gerçektir. Bölgenin turizm alanı olması, yazın tatilcilerin, piknikçilerin ve arsa rantı peşinde olan kişilerin varlığı, insan faktörünün bu olaylarda ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Basında sıkça yer bulan kundaklama olaylarının ardındaki başlıca sebep, yangın sonucu zarar gören alanların yeniden ağaçlandırılması değil; ‘Nasıl olsa yandı’ denilerek, bu alanların orman vasfından çıkarılıp mesken alanı, turizm ve madencilik faaliyetleri gibi ormancılık dışı amaçlarla kullanıma açılmasıdır. Bu tür kundaklamalar, zaman zaman ülke sınırlarını aşarak mafyalaşmış şebekelerin bile ilgisini çekmektedir.

Bu bağlamda, TMMOB Yönetimi’nin ülke çapında yaşanan son orman yangınları ile alâkalı olarak yaptığı basın açıklamasındaki ‘Orman yangınlarını önlemek için geniş kapsamlı politikalara ihtiyacımız var’ îkazı, son derece önemlidir. Geniş kapsamlı bir yaklaşımla sebep-sonuç ilişkisini analiz ederek probleme kalıcı çözümler sunmuşlardır.

Çetinoğlu: Sunulan çözümleri yeterli buluyor musunuz?

Prof. Ortaş: TMMOB’nin tavsiyelerine katılmakla birlikte, önlemler konusunda toplumun her kesiminin sorumluluk alması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Ülkemizde ve bölgemizde orman yangınları neredeyse bir yaz klasiği hâline gelmiş durumda. Ancak 20 yıl önce gördüğümüz eksiklikler, yetki problemleri ve organizasyonsuzluklar maalesef hâlâ devam ediyor. Orman Genel Müdürlüğü geçmişte ülkemizin idâreci ve eğitimci en iyi orman mühendislerini bünyesinde toplayan önemli bir devlet kuruluşu idi. Antalya’da düzenlediğimiz bir toplantıda ziyâret ettiğimiz Antalya’daki yangın eğitim merkezi, gözetme kuleleri ve tesislerinde bilgili elemanların ifâdelerinden çok etkilenmiştik. Şimdilerde o eğitim tesisleri ve alt yapılar ne durumda bilmiyorum. Ancak basına yansıyan bilgiler, orman alanların, madenciliğe açılması, özelleştirme ve bilgi açısından yeterli olmayan kişiler ile iş tutulması yangınla mücadelede önleyici önlemler almayı sekteye uğrattığı vurgulanıyor.

Bu sebeple, problemleri çözmek için meseleye analitik metotlarla yaklaşmak gerekiyor. Yangınların yaşandığı yaz dönemine uygun risk analizleri yapılarak, âfet yönetmelikleri çerçevesinde gerekli altyapı, ekipman ve uzman personelin hazırlanması şarttır. Aksi takdirde, her yıl aynı yerde kendi etrafımızda dönüp dururuz. Bu şekilde devam edersek, büyük kayıplar vermeye devam ederiz. Hepimize lâzım olan oksijenin korunması için, herkesin yangınlara karşı tedbir alması ve sorumluluk üstlenmesi gerekmektedir. Tabloda görüldüğü üzere yıllar içinde artan yangınlar ile insan aktivitesi arasında bir ilişki olmaktadır.

Orman Genel Müdürlüğü verilerinden derlenen bilgiiler üzerinden Orman yangınları, 1988-2023 yılları îtibarı ile yangın sayıları artıyor ve bu arada yanan orman alanları da artıyor. Bu arada ciddî miktarda biokütle yanarak atmosfere sera gazı olarak yansımaktadır. Tabloda görüleceği gibi Türkiye’de orman yangınlarının yıllar içerisinde sayıca artması ile toprak canlıları ve diğer biyoçeşitlilik kaybolmaktadır. Özellikle 2021 yılında Akdeniz’den Egeye kadar yaşanan yangınlar hem yanan alan miktarı hem de biokütle miktarı açısından dikkat çekici niteliktedir. Ekolojik açıdan yeri doldurulamayacak nitelikteki orman ekosisteminin bu genişlikte yangınla ortadan kalması tam bir âfet ve tabiat varlığının çöküşüdür. Bu bağlamda Anayasanın 169 ve 170’inci maddelerine uygun orman varlığının korunması görevi yerine getirilmeli ve bu alanlar maksat dışına çıkarılmadan yeniden ekolojik varlığına kavuşturulmalıdır. Öncelikle, yakılan orman arazilerinin konut alanı yapılması kesinlikle yasaklanmalıdır.

TABLO 1980-2023 YILLARI ARASINDA ÇIKAN YANGIN SAYISI VE YANAN ALANLAR

YILYANAN                              ALAN (ha)YANGIN                                                          SAYISIBİYO KÜTLE                                                                                                                                                                MİKTARI (TON)
198013.00011901.500.000
198516.50018702.000.000
198818.21013722.145.000
199013.74217502.200.000
1995767617702.000.000
200026.35323532.100.000
2005282115302.800.000
2010331718611.900.00
2015321921503.000.000
202020.97133992.600.000
2021139.503279317.000.000
202212.7992.1601.800.000
202315.5202.5792.800.000

Çetinoğlu: Yasaklar bir şekilde aşılabiliyor…

Pro. Ortaş: Evet! Orman alanlarının elden çıkarılması, vasfını kaybetmesi ve 2B türü düzenlemelerin kanun ile değiştirilemez olması sağlanmalıdır.

Çetinoğlu: Bunların niçin çok önemli olduğu hususunda neler söylemek istersiniz?

Pro. Ortaş: Ormanlar, ekolojik dengeyi sağlayan ve iklim değişikliklerini azaltmada en önemli rolü oynayan unsurlardır. Ekosistemin biyolojik dengesinin korunması, toprak erozyonunun önlenmesi, yağışların tutulması ve çölleşmenin engellenmesi için orman varlıklarının korunması gerekmektedir. Toplumların bu konuda ilkokuldan îtibâren eğitilerek şuur hâline getirilmesi şarttır. Yangınları önleyecek tedbirlerin alınmasında, devlet ve vatandaşlar birlikte hareket etmelidir. Devletin, mevcut orman kanunu ve birikimli bilgisi ile topyekûn bir orman koruma politikası geliştirmesi gerekmektedir. Bu konuda daha sistematik bir şuur ve davranış sâhibi olmalıyız.

Bu bağlamda, Türkiye, İspanya ve Yunanistan’da son günlerde yaşanan ve kentleri tehdit eden yangınlardan çıkan bir diğer ders, tek tek ülkelerin bu tür büyük problemler karşısında yetersiz kaldığıdır. Yunanistan’da başlayan yangınların Atina’nın târihi yerlerine yaklaşmasıyla milletlerarası yardım talep edildiğinde, Türkiye’nin de aynı anda âcil uçak ve helikoptere ihtiyaç duyduğu görülmüştür. Türkiye’nin Yunanistan’a bir uçak ve helikopter göndermesi, iki ülkenin dayanışma içinde olması gerektiğini göstermiştir. Bu durum, aynı anda birçok yerde başlayan yangınların söndürülmesinde zorluk yaşandığını ve yetkililerin çoğu zaman çâresiz kaldığını ortaya koymaktadır.

Bu ve benzeri durumlarda, orman yangınlarına karşı topyekûn bir yaklaşımla millî ve milletlerarası ölçekte plân ve programlar geliştirilmelidir. Ülkelerin toprak, bitki örtüsü, coğrafi yapısı ve su kaynakları doğru analiz edilerek ekolojik yapıya uygun önlemler alınmalıdır.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Hocam. Son tavsiyelerinizle röprtajı bitirebilir miyiz?

Prof. Ortaş: Sonuç olarak, orman yangınlarıyla mücâdele, noksansız bir bilgi, şuur, farkındalık ve tutum gerektirmektedir. Problemin, insanın bilerek veya bilmeyerek gerçekleştirdiği faaliyetlerden kaynaklandığı gerçeğiyle herkesin sorumlu davranması gerekmektedir. Orman Genel Müdürlüğü’nün bu konudaki görev alanı, tek başına problemi çözmeye yetmemektedir. Başta mahallî yönetimler olmak üzere, sivil toplum kuruluşları, diğer kamu kurum ve kuruluşları, orman köylüleri ve gönüllülerin de bu felâkete aktif bir şekilde katılması gerekmektedir. Bütün bu gruplar arasında koordinasyon sağlanmalı ve hep birlikte bir yaklaşımla hareket edilmelidir.

Orman Genel Müdürlüğü’nün sorumluluk alanında olan ve insan kaynaklı yangınların önlenmesi konusunda problemin çözümüne odaklı, liyakate dayalı bir yapılanma sağlanmalıdır. Ayrıca, yangın önleme ve söndürme konularında mevzuat yeniden gözden geçirilerek güncellenmeli, eksiklikler giderilmelidir. Gerekli denetim sağlanıp ve tedbirler alınmalı, her yönüyle hazırlıklı olunmalıdır. Özellikle yangınların aktif olduğu yaz aylarında, piknik gibi tehlikeli işlere kısıtlamalar getirilmesi faydalı olabilir.

Hepimizin oksijen kaynağı olan ormanlar için topyekûn bir mücâdele gerekiyor. Başta ilgili ve yetkili birimlerin, yangınların önlenmesi konusunda çok önceden gerekli hazırlıkları yaparak donanımlı hâle gelmesiyle, bu felaketlerin kontrol altına alınması mümkün olacaktır.

    Prof. Dr. İBRAHİM ORTAŞ 1960 yılında Kahramanmaraş ilimizin Pazarcık ilçesinde doğdu. İlköğretimini Denizli köyü ilkokulunda ortaöğretimini Gaziantep Atatürk Lisesi’nde tamamladı.1985 yılında Çukurova Üniversitesi, Ziraat Fakültesi’nden mezun oldu. 1987 yılında Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne Araştırma Görevlisi olarak girdi. 1990-1994 yılları arasında İngiltere’de Reading Üniversitesi’nde doktora öğretimi yaptı. 1995 yılında Yardımcı Doçent, 1996 yılında Doçent ve 2002 yılında profesörlük unvanlarını aldı. Prof. Dr. Olarak Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak ve Bitki Besleme Bölümünde araştırma, eğitim ve öğretime devam etmektedir.   İlmî araştırmaları dışında, toprak târihi, insanbilim toprak ilişkisi, toprak felsefesi, tarım-çevre-insan ilişkileri, eğitimin sosyal boyutları konusunda çok sayıda gazete ve dergi yazısı ve söyleşileri bulunmaktadır. 1998 yılında ABD. Florida Üniversitesinde OECD bursu ve 4 ay süre ile araştırmacı olarak çalıştı. 2010-2011 yıllarında ABD’de Ohio State Üniversitesi’nde İklim Değişimleri ve Karbon Araştırma Merkezi’nde misâfir araştırmacı olarak çalıştı. Avrupa topluluğu bünyesindeki ilmî kuruluşlarda Türkiye delegesi olarak şu anda 4 COST guruplarında yürütücü olarak çalışmaktadır. Daha önce 3 COST projesinde Türkiye’yi temsilen görev aldı. Ayrıca 35 ülkede ilmî toplantılara ülkemiz adına katılarak ilmî sunumlar yapmıştır. SCI de taranan dergilerde 38, Türkiye’deki hakemli dergilerde 31, milletlerarası kongrelerde 87 bildiri, Millî kongrelerde 35 bildiri, 7 adet milletlerarası kitap bölüm yazarlığı, 6 kitap, 12 rapor ile toplam 235 ilmî makale kaleme almıştır. Avrupa topluluğu bünyesindeki ilmî kuruluşlarda Türkiye delegesi olarak şu anda 2 COST guruplarında yürütücü olarak çalışmaktadır. Bilim-felsefe, eğitim üniversite konularında 364 makale yayınlamıştır. Ayrıca tarım-toprak ve çevre konusunda 64 gazete dergi makalesi bulunmaktadır. 1 TÜBİTAK, 1 DPT, bir Bap ve 4 Yüksek Lisans ve Doktora projesi yürütmektedir. Toprak Biyoteknolojisi ve Kök Biyolojisi laboratuarları yanında Bölüm Araştırma Alanı yöneticisi olarak çok sayıda projede yönetici ve yardımcı araştırıcı olarak görev almaktadır.  

MESELEYE BAŞKA BİR BAKIŞ:

ORMAN YANGINLARI

NURİ GÜRGÜR

Bu yılın ilk aylarında çeşitli kaynaklardan yapılan açıklamalarda, küresel iklim şartlarının etkisiyle ‘uzun, kurak ve sıcak’ bir yaz döneminin yaşanacağı, sıcaklıkların mevsim normallerinin 5 ila 8 derece yukarısında seyredeceği belirtiliyordu. Ülkemiz, Haziran ayından bu tarafa bu tahminler doğrultusunda küresel yüksek sıcaklığın etkisi altında; yağış da olmayınca toprak kolayca tutuşup orman yangınlarına yol açacak duruma evrildi. Nitekim ilgili makamlar 2023 yılının 1 Ocak ile 19 Ağustos târihleri arasında 1419 orman yangını çıkarken 2024 yılında bu rakamın %78 artarak 2529’a yükseldiğini açıklıyorlar.

Türkiye’de her yaz başlangıcı orman yangınları tehlikesini de beraberinde getirir. Yangınlar bâzen sabotaj ihtimalini öne çıkarıp bu yönde soruşturma yapılmasına yol açsa da, bâzılarında enerji nakil hatlarındaki problemler olsa da,  yangınların başlıca sebebi dikkatsizlik, sorumsuzluk, cehâlet v.b sebeplere dayalı ‘insan kaynaklı’ olmasıdır. Ama bütün bunlardan daha da önemlisi yangın söndürme aparatlarının, araç ve gereçlerin yetersiz olmasıdır. Üç yıl önce Marmaris ve Manavgat ormanlarını on gün boyunca yakıp kül eden felâket yaşanırken, havadan müdâhalede ne kadar yetersiz kaldığımız açıkça görülmüştü. Üç yılda bu problemin halledilmediği son bir aydır ortaya çıktı.

 Türkiye’nin orman vasfına sahip 22.220.000 hektar arazisi var; bir başka ifâdeyle Avrupa’nın en geniş orman arazisine sâhibiz. İkinci durumdaki İspanya’nın 18.072.000hektar, komşumuz Yunanistan’ın bizim yedide birimiz kadar 3.902.000 hektar orman arazisi var. Bu ülkelerin orman yangınlarına karşı en etkili yöntemi havadan müdâhale imkânlarına yâni yeterli sayıda uçak ve helikoptere sâhip olmasıdır,  bunlara bakıldığında Türkiye’den çok daha iyi durumda olduklarını görüyoruz. 

Yunanistan’ın yangınlara karşı 89 adet uçak ve helikopteri var. Bunlardan çift motorlu 20 uçaklık filosu göreve hazır durumda. Ayrıca 7 adet daha DHC 15 tipi çift motorlu uçak almak için anlaşma imzaladı. İspanya’nın aktif durumdaki uçak ve helikopter filosu Yunanistan’dan bir misli daha fazla. Ayrıca ihtiyacı durumunda AB’nin üye ülkelerindeki orman yangınlarına karşı oluşturduğu filodan da yararlanabiliyor. Özetle bu ülkeler ormanlarının değerini biliyorlar, korumak maksadıyla gerekli önlemleri alıyorlar.

Her yaz mevsiminde orman yangınlarıyla mücâdelede neden yetersiz kalıyoruz? Gerektiği sayıda uçak ve helikopterimiz neden olmuyor?  Paramız mı yok? İktidar önem verdiği her yere para bulabiliyor; eloğlunun uzay yolculuğuna çıkaracağı aracına bir vatandaşımızı da bindirip ‘uzayı fethediyoruz’ diyebilmek için gözünü kırpmadan 55.000.000 dolardan fazlasını vermedik mi? Bunu yeterli görmeyip ikinci bir bilet için aynı bedeli ödemiyor muyuz? 120.000.000 doları rahatlıkla bulan, kuru bir gösterişin dışında ülkemize en ufak faydası bile olmayan bu yolculukların bedelinin kaç ağaç yakarak ödendiğini düşünüyor muyuz?

Tasarruf genelgeleriyle israf önlenemiyorsa, îtibardan tasarruf olmayacağı temayülü değişmiyorsa, yabancı bir devlet veya hükümet başkanının târifeli geldiği üst düzey bir ziyârete son model yetmiş seksen arabadan oluşturulan konvoyla gidiliyorsa, tahsil edilen paraların harcanmasında denetim, kural ve limit v.b. kriterler uygulanmıyorsa ormanlarınızı korumak için yeterli sayıda uçak ve helikopteriniz elbette olmaz. Karşıyaka, Urla, Çiğli, Bayındır, Aydın, Uşak, Manisa, Göynük’ün dört gün boyunca yanışını seyreder, rüzgârın yön değiştirmesiyle Karşıyaka’nın tümüyle yanmaktan kurtulmasına şükreder, Orta Anadolu’nun incisi Ilgaz’ın kurtulması için duâ edersiniz.  Bütün para kaynaklarınızın çekirge sürüleri gibi talan edildiği, rasyonalitenin sözden ibâret kaldığı, kuralsızlığın geçerli olduğu bir ortamda yaşananların şaşırtıcı bir tarafını sizi bilmem ama ben nâçizane göremiyorum.

Av. NURİ GÜRGÜR: 1940 yılında Erzincan vilâyetinin Kemaliye ilçesinde doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1963 yılında mezun oldu. Öğrenciliği sırasında 1958-1961 yılları arasında Türk Ocağı Gençlik Kolunda kurucu ve yönetici olarak görev yaptı. 1961 yılında bir grup arkadaşıyla Üniversiteliler Kültür Kulübü (Derneği)’ni kurdu. Bu dernek uzun yıllar milliyetçi gençlerin fikir ve kültür çalışmaları yaptıkları önemli ve etkili bir alan oldu. 1961-1963 yılları arasında Millî Türk Talebe Birliği (MTTB) adlı öğrenci kuruluşunda Ankara İcra Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü. Bu yıllarda Son Havadis Gazetesi ve Düşünen Adam Dergisi’nin Meclis Muhabiri, Ankara Ticaret Postası Gazetesi’nin köşe yazarı olarak gazetecilik yaptı. 1967 yılında başladığı Avukatlığı 1970 yılında ticârete başlayıncaya kadar devam etti. 1968 yılından 1971’e kadar Üniversiteliler Kültür Derneğinin yayın organı olarak çıkarılan Ocak Dergisi’nin yazar ve yönetmenliğini yaptı. 1969 yılından itibaren Devlet Dergisi’nin yazarları arasında yer aldı. 1975 yılında MHP Genel İdare Kuruluna girdi ve partide 1976 – 1978 yılları arasında Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yaptı. Türk Ocakları’nın yeniden faaliyete geçirilmesi ve Türk Yurdu Dergisi’nin yeniden yayınlanması çalışmalarında yer aldı, derginin yazı kurulunda görev yaptı. 1993 – 1994 yıllarında Türk Ocağı Ankara Şubesi Başkanı oldu. 1996 Kurultayında Türk Ocakları Genel Başkanlığına seçildi. 2011 yılında yapılan Kurultay’da, Başkanlık görevine tâlip olmadı. Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi olarak hizmetlerine devam etti ve Türk Yurdu Dergisi’ne  başmakaleler yazdı. Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın Kurucuları arasında yer alan Nuri Gürgür 1989 -1992 yıllarında Vakıf Mütevelli Heyeti’nde görev yaptı. 1995 yılından bu yana Ankara Ticaret Odası Meclis üyesidir. 1999 yılında Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanı seçildi. Bu görevi 2018 yılına kadar devam etti. TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. Yorumlar ve Yankılar, Milliyetçilik Üzerine, Yüzyılın Eteklerinde ve 60’lılardan Vatan Kurtarma Hikâyeleri ile Yüzyıldan Yüzyıla / Olaylar – Yorumlar – Görüşler isimli basılı eserleri vardır. Türk Yurdu Dergisi ile çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmaktadır.

Köpekler ve Fareler

Giriş

“Köpekler (C. lupus familiaris): 100 000 yıl önce Asya da kurtlardan ayrıldılar. 15 000 yıl önce doğu Asya da avcı toplayıcılar tarafından Bozkurt’tan evcilleştirildiler. İlk evcil hayvanlardır”.[1]

Gazete başlıklarında günlerdir süren tartışmalar aşağıdaki cümlelerle son buldu: “Sokakta yaşayan köpekleri “uyutmanın” yolunu açan kanun teklifi TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı” (30.Temmuz.2024). Bu kanunun yasalaşması ve bilahare Resmi Gazetede yürürlüğe girerek uygulamaya konması sokak hayvanları sorunlarını sonlandıracak mıdır?

Şimdi hep birlikte hadiseye Türkiye ve dünya ölçeğinde bakalım. Niçin çözümün bu olmadığını anlamaya çalışalım:

“Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” haftalardır süren protestolar ve görüşmelerin ardından 17 maddenin tamamının kabul edilmesi ile TBMM’de oylandı.

Oylamaya 594 milletvekilinin 500’ü katılırken, 275 milletvekili kabul, 224 milletvekili ise ret oyu verdi. Bir milletvekili de çekimser kaldı”. Bilindiği üzere “yasalar önce ilgili TBMM komisyonlarında görüşülür sonra TBMM Genel Kuruluna getirilerek onaylanır”[2].

Türkiye Büyük Millet Meclisi Tarım, Orman ve Köy işleri Komisyonu’nda ilgili kanun teklifi ile alakalı görüşmelere 18 Temmuz itibariyle başlamıştı. Sokakta yaşayan köpeklerin “insanlar için hayati tehlike oluşturduğu” gerekçesiyle hazırlanan Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, Tarım, Orman ve Köy İşleri Komisyonu’nda kabul edildi. Başından beri teklifin en çok tartışılan yönü, sokak köpeklerinin öldürülmesinin yolunu açan 5. maddeydi.

TBMM Tarım, Orman ve Köy İşleri Komisyonu’ndaki görüşmelerde söz konusu maddede değişiklik yapılmıştı. Buna göre, teklif metninden “ötanazi” ifadesi çıkarıldı ve kediler kapsam dışında bırakıldı. Ancak teklif metninden “ötanazi” ifadesi çıkarılsa da sokak köpeklerinin Veteriner Hizmetleri Kanunu’ndaki esaslara göre öldürülmesi yolu açık tutulmuştur[3], [4].

         Her birimiz; “ister tecrübeli bir milletvekili isterse tecrübesiz bir milletvekili olsam ne yapardım” diye düşünelim. İster gençlere isterse bizim gibi yaşı ilerlemiş arkadaşlar olsun, tavsiyemiz şu olabilirdi: Her zaman grup kararı ile hareket etmez getirilen kanun teklifini bilimsel yöntemlerle araştırır aynı siyasî çizgideki veya muhalefetteki arkadaşlarla sohbet ederek konu hakkında onları bilgilendirmeye çalışmamız gerekirdi.

Tarım ve Orman Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile ilgili milletvekillerinin ve yöneticilerin dünyadaki örnekleri inceleyerek ve Meclis grubu ile yürüttüğü ortak çalışmalar sonucu yasa tasarısının hazırlandığı ifade edilmektedir[5].

Fakat dünyadaki çok net örnekler bunu desteklemediği gibi sokak köpeklerinin öldürülmesinin toplumda sıçan, fare gibi kemirgen istilaları gibi önlenemez sorunları oluşturduğunu göstermektedir.

Yine söze milletvekili olsam ne yapardım? Sorusunu aramaya ve araştıracağımız yahut bulabileceğimiz cevaplar ile devam edebiliriz:         Milletvekili olarak ister herhangi bir komisyonda görev alalım isterse sadece genel kurulda bulunalım mutlaka değerlendirilecek, oylanacak her konu veya yasayı günler öncesinden ciddî internet kanal araştırmaları ve TBMM, Millî kütüphane, dijital kütüphanelerdeki bilgilerin dünyadaki örnekleri ile karşılaştırmamız gerekir. Üstelik araştırmamızda karşımıza çıkabilecek yanlış sonuçları da tekrar diyalektik bir mantıkla (tez+antitez=sentez), eleştirel bir düşünce ile değerlendirmek gerekmektedir. Türk Milleti’nin temsilcileri daima bilimsel şüpheyi ihmal etmemelidir. Çünkü buraya aldığım ABD ve Fransa örneklerinde iki gelişmiş ülkenin sokak köpeklerinden kurtulup nasıl sıçan ve fareler tarafından istila edildiği görülmektedir:

Şimdi sadece internet araştırmalarından birkaç örnek vermek gerekirse: Ömrü fare ve sıçanları incelemekle geçmiş birçok araştırmacı onların ne kadar kısa sürede ürediklerini gayet iyi bilir. Araştırma haricindeki fare, sıçan vd. kemirgenlerin bulaşıcı hastalıkların yayılmasında ve pandemilere neden olmasını ise hekimler, bilim insanları ve tıp tarihçileri yüzyıl yüz yıl felaketleri takip etmişlerdir.

ABD ile FRANSA’DA FARE ve SIÇAN İSTİLASI

ABD ve Fransa’nın fareler ve sıçanlarla başının nasıl dertte olduğunu hem meclisteki milletvekili hem de vatandaşlarımızla bir kez daha birlikte okuyalım:

Taipei Times’dan haberler

Pazartesi 19 Haziran 2023

“Washington farelere karşı savaşta köpekleri ve kedileri işe alıyor”

Bu ayın sıcak bir gecesinde, eğlence düşkünleri ABD başkenti Washington’daki gece hayatının ve yemek yemenin merkezi olan Adams Morgan semtine akın etti. Ancak, güzel havadan faydalananlar sadece onlar değildi. Ayrıca, şehrin hızla büyüyen sıçan nüfusu da sayıca fazlaydı; bunlar, restoranların, barların ve kulüplerin arkasındaki sokaklarda dolaşıp çöpe atılan artıkları ziyafet çekiyorlardı. Kemirgenlerin neşesi, bir dizi havlama, diş gıcırdatma ve sıçrayan kan sesleri arasında aniden sona erdi. Bu bir düzine insan ve tazılarının haftalık “fare avlama” gezisine çıkmasının sonucuydu.

28 yaşındaki köpek eğitmeni Marshall Feinberg, tazısının gecenin ilk avını almasıyla birlikte, “Aferin Henry,” diye haykırdı. Columbia Bölgesi, ABD’nin en pis şehirleri listesinde sürekli olarak ilk beşte yer alıyor. Bu sorun, ısınan kışlar, artan nüfus ve COVID-19 salgınından sonra kalıcı hale gelen açık hava yemek alanları nedeniyle daha da kötüleşti. Yerel medya raporlarına göre, geçen yıl fare sorunları için bir şehir yardım hattına yaklaşık 13.400 çağrı geldi ve bu sayı bir önceki yıla göre yaklaşık 2.000 arttı. Çöpün iğrenç kokusu idrarla karışınca, grup ilerledikçe havayı doldurdu. Köpek cinsleri Dachshund’ları, terrier’leri ve tazıları avlarını kovalamak için çöp kutularının altından hızla geçtiler. Köpekleri gibi insanlar da çeşitli bir topluluk: Siyah ve beyaz, yaşlı ve genç. Bazıları şehirden veya banliyölerinden, diğerleri ise sosyal medya aracılığıyla diğer fare avcısı meraklılarıyla bağlantı kurduktan sonra komşu eyaletlerden gelmişler[6].

Independent Türkçe’den haberler:

Pazartesi 19 Haziran 2023

Köpekli ekip, üç saatte 30’dan fazla fare avladı (Fotoğraf: AFP)

ABD’nin başkenti Washington, farelerle boğuşuyor. Kent sakinleri, farelere karşı köpek ve kedilerle savaşıyor. Washington, ABD’de en çok fare bulunan ilk 5 kent arasında yer alıyor. Kış mevsiminde havanın eskisi kadar soğuk olmaması, nüfusun artması ve açık havada yemek alanlarının pandeminin ardından çoğalması bu sorunu daha da kötüleştirdi.

Köpek eğitmeni Marshall Feinberg, “Köpekler ve insanlar, kentimize yardım etmek için birlikte çalışıyor” dedi (Fotoğraf: AFP)​​​​​​

         Emekli polis memuru Bomani Mtume, haber ajansına ekibe martta Barto adlı köpeğiyle katıldığını söyledi. “İlk avlandığımızda fareler koşmadı bile, sadece köpeklere baktı” diyen Mtume, hayvanların artık daha ürkek olduğunu belirtti. 60 yaşındaki eski polis şöyle konuştu: Birbirini tanımayan köpekler bile birlikte çalışmaya başladı. Bu çok güzel bir şey. Teddy Moritz, oğlu ve torunuyla fare avına çıktığını açıkladı. 75 yaşındaki “Büyükanne Ölüm” lakaplı kadın, “Fare nüfusunu doğal yoldan kontrol etmek iyi” dedi. Moritz, fare zehrinin hayvanları birkaç günde öldürdüğünü, köpeklerinse farelerin “bir şey hissetmesini engellediğini” söyledi: İlkel ama etkili.

Haber Ajansı AFP, Moritz’in fare avı eğitimi alan dakhundların(Sosis tipli köpek) yetiştirilmesinde rol oynadığını bildirdi. Kemirgen uzmanı Bobby Corrigonb, fare avlamanın etkili olup olmadığına dair bilimsel verilerin çok kısıtlı olduğunu söyledi. Corrigon, bu tür uygulamaların yüzlerce yıl öncesine dayandığını hatırlatırken zehrin şahin ve baykuş gibi diğer hayvanlara zarar verdiğini belirtti. Tuzakların fareleri öldürmesinin günler sürebileceğini kaydeden uzman, avlanmanın daha insani bir seçenek olduğunu öne sürdü.

Washington, fare avlamada kedilerden de yararlanıyor. Hayvan kurtarma örgütü Humane Rescue Alliance Başkanı Lisa LaFontaine, 2017’de başlattıkları “Mavi Yakalı Kediler” programıyla kentte 400 kediyi birer dükkana yerleştirdiklerini belirtti. Kediler böylece güvenli bir ortamda yaşarken farelerin de işletmelere zarar vermesini engelliyor.[7]

FRANSA’DAN BİR HABER

Independent Türkçe

Salı 13 Haziran 2023

“Paris’te insanlarla farelerin mücadelesini fareler kazandı”

Paris Belediyesi sayıları 6 milyona ulaşan farelerle birlikte yaşamanın yollarını arıyor.

“Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’nun bir komite kurarak, insanlarla farelerin birlikte uyum içinde yaşayıp yaşayamayacağının araştırılmasını istediği bildirildi”.

Paris Belediyesi’nde kamu sağlığından sorumlu başkan yardımcısı olarak görev yapan Anne Souyris, “Belediye başkanımızın rehberliğinde ortak yaşamı araştırmak için bir komite kuracağız. Komite, Parisliler ve farelerin birlikte var olmasının insanlar için dayanılmaz olmayan en etkili yolunu bulacak” ifadelerini kullandı. Paris Belediyesi’nin yeni politikası, 6 milyon farenin yaşadığı şehirde bu kemirgenlere karşı daha önce alınan önlemlerden ciddi bir geri adım anlamına geliyor. Şehir yönetimi 2017 yılında farelerle mücadele için bir plan açıklamış, hava geçirmeyen çöp kutuları ve binlerce noktaya bırakılan fare zehirleri için 1,8 milyon dolarlık fon harcanmıştı.

Paris’teki fare sorunu geçen aylarda emeklilik reformu protestoları kapsamında temizlik işçilerinin göreve gitmesiyle iyiden iyiye gün yüzüne çıkmıştı. Paris’teki fare sayısının insan sayısının yaklaşık üç katı olduğu düşünülüyor. Hidalgo’nun yeni planını eleştirenler, kararın kemirgenlerle mücadelede “havlu atmak” anlamına geldiğini söylerken, bazı hayvan hakkı gruplarıysa yeni planı memnuniyetle karşıladıklarını duyurdu.

Fransa’nın başkenti Paris’in farelerle yüzyıllardır çalkantılı bir ilişkisi bulunuyor. 14. yüzyılda şehir nüfusunun yarısını öldüren hıyarcıklı veba salgınının yayılmasının baş sorumlusu olarak görülen fareler, 1870-71’deki Fransa-Prusya Savaşı sırasındaki Paris Kuşatması’nda ise şehir sakinlerinin kıtlıktan ölmesini engellemişti[8]. Kısaca Paris halkı o günlerini fare yiyerek geçirmişti.

SONUÇ

Sokak köpeklerini öldürmenin gelecek yıllarda Türkiye’ye ABD ve Fransa benzeri yahut başa çıkılmaz problemleri beraberinde getireceğini bilmek için yüksek bir öngörüye gerek bile yoktur. Sadece gerçek anlamda bilimsel veriler, tarihî örnekler ve dünyadaki uygulamaları da eleştirici süzgecinden geçirerek çözüm yolları bulunabilir. Bunlardan hayvanların sayısını kontrol edebilmek için doğum hatta nüfus kontrolü başta olmak üzere birçok yöntem uygulanabilmektedir. Doğum Kontrolü sadece sahipli köpeklerde değil sokak köpeklerinde de tercih edilmelidir. Dijital kimlik ve çiple takip uygulamalarının genişletilerek devam ettirilmesi gerekmektedir. Bilim insanları ve Bakanlıklarımız sebep-sonuç ilişkisi üzerinde projeler geliştirmelidir. Sokak köpeklerini öldürerek günlük geçici çözümler yerine kalıcı, evrensel, kültür değerlerimize uygun bir tarzda doğanın dengesi korunmalıdır. İnsanlar doğanın dengesini bozdukça doğanın bizlere karşı cevabı çok sert olacaktır. İskân yerlerinde fare ve iri sıçan istilası istemiyorsak bu kanun yeniden düşünülmeli ve gözden geçirilmelidir.

Bilim bazı cins köpeklerin saldırgan olmalarını önlemenin tıbbî ve biyolojik yöntemlerini ortaya çıkaracak aşamadadır. Beyin araştırmalarının ilerlediği çağımızda bunun uygulamalarına geçilmelidir. Atalarımız “Bozkurt’tan evcilleştirerek köpek cinsini insanlığın hizmetine sunmuşlardır. Türk Milletine ve insanlığa yakışan eylemlerimizi ecdadımızın başardıklarının gerisine düşürmek değil ahlakî, bilimsel ve insanî değerleri; bütün varlık ile barış ekseninde birleştirmektir. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın sokak hayvanlarına yönelik bütçesini artırmak yerine insanlarımızda tüm yaratılmışları Yaradan’dan ötürü sevebilmek derinliğini zenginleştirmektir. Sarı Çiçekle Konuşan Yunus Emre gibi günü gelince köpekten böceğe hepsiyle konuşabilmektir. Ne mutlu “Süleyman kuşdili konuşur derler/ Süleyman var Süleyman’dan içeri[9]” diyenlere.


[1] https://www.minikkalplervet.com/post/k%C3%B6pek-davrani%C5%9Flari

[2] Fahri Bakırcı, TBMM’nin Çalışma Yöntemi, İmge Kitapevi, Ankara, 2000.

[3] https://tr.euronews.com/green/2024/07/30/tartismali-sokak-hayvanlari-kanun-teklifi-tbmmde-kabul-edildi

[4] https://www.tahanci.av.tr/yeni-sokak-hayvanlari-yasasi-kopek-yasasi/#yeni-sokak-hayvanlari-yasasi-nedir

[5] https://tr.euronews.com/green/2024/07/30/tartismali-sokak-hayvanlari-kanun-teklifi-tbmmde-kabul-edildi

[6] https://www.taipeitimes.com/News/world/archives/2023/06/20/2003801855

[7] https://www.indyturk.com/node/641201/ya%C5%9Fam/abdnin-ba%C5%9Fkentinde-farelere-kar%C5%9F%C4%B1-k%C3%B6pekler-ve-kediler-g%C3%B6revde

[8] https://www.indyturk.com/node/639666/d%C3%BCnya/pariste-insanlarla-farelerin-m%C3%BCcadelesini-fareler-kazand%C4%B1

[9] Yunus Emre

Mutlu Olmanın İpuçları

“Kimsenin seni üzemeyeceği kadar güçlü olduğunda ve sen kimseyi üzmeyecek kadar iyi olduğunda; mutlusun demektir.”

“Bizi mutlu hissettirenler, yüreğimize çiçek ekenlerdir.”

Mutluluk, bu hayatta sahip olmayı istediğimiz en güzel duygudur. Öyle ki; mutluysanız âşık olursunuz, mutluysanız sağlıklı olursunuz, mutluysanız huzurlu olursunuz. Mutluluk, yerine ikame edecek hiçbir şey bulamaz bir bünyede. Eğer kendisi yoksa hiçbir şey dolduramaz mutluluğun boşluğunu.

Mutlu insanların yaşam tarzları ve davranışları, genellikle birtakım ortak özellikler gösterir. Bu özellikler, mutlu bireylerin yaşam kalitesini artıran ve onlara, “daha pozitif” bir yaşam perspektifi sunan alışkanlıklar ve tutumlarla ilgilidir. Mutlu insanların genellikle sahip olduğu bazı ortak özellikler:

-Mutlu insanlar, sağlıklı ve destekleyici ilişkilere değer verirler. Yakın dostluklar kurar ve aile bağlarını güçlü tutarlar.

-Hayatlarında iyi olan şeyler için düzenli olarak minnettarlık hisseder ve bunu ifade ederler. Küçük zevkler ve başarılar için bile takdir duygusuna sahiptirler.

-Genellikle olumlu bir dünya görüşüne sahip olup, zorlukların üstesinden gelebileceklerine inanırlar. Olumsuz durumları fırsata çevirebilirler.

-Fiziksel ve ruhsal sağlıklarına özen gösterirler. Dengeli beslenir, düzenli egzersiz yapar ve yeterince dinlenirler.

-Başkalarına yardım etmekten ve topluluk içinde olumlu değişiklikler yapmaktan zevk alırlar.

-Kişisel hedefler belirler ve bu hedeflere ulaşmak için motive olurlar. Kendi ilgi alanlarını ve tutkularını keşfeder ve bunlara zaman ayırırlar.

-Hayatta karşılaştıkları zorluklar karşısında esnek ve uyum sağlayabilirler. Değişimlere açık bir yaklaşım sergiler ve zorlukları büyüme fırsatı olarak görürler.

-Zor zamanlarda sakin kalmayı ve stres yönetimi tekniklerini kullanmayı bilirler. Rahatlama ve meditasyon pratikleri yapabilirler.

-Kendilerini olduğu gibi kabul ederler ve yüksek bir özsaygıya sahiptirler. Kendi değerlerini ve başarılarını tanır, kendilerine karşı nazik ve anlayışlıdırlar.

-Mutlu olan, paylaşır, sever, güler ve iyi hisseder.

-Mutlu olmanın ruh sağlığı üzerinde derin ve kapsamlı etkileri vardır. Pozitif duygular ve genel mutluluk hali, bireyin zihinsel ve duygusal iyilik halini önemli ölçüde iyileştirebilir.

Mutluluk ve ruh sağlığı arasındaki ilişki, karmaşık ve çift yönlüdür. Mutluluk, ruh sağlığını iyileştirebilirken, iyi bir ruh sağlığı da bireyin mutluluğunu artırabilir. Bu nedenle hem fiziksel hem de ruhsal sağlık için mutluluğu destekleyici alışkanlıklar geliştirmek gerekir.

İnsanın mutlu olması, birçok faktöre bağlıdır ve kişiden kişiye değişiklik gösterir. Ancak, genel anlamda mutluluğu artırabilecek bazı temel unsurlar vardır. İnsanın mutlu olmasına yardımcı olabilecek bazı yollar:

-Sağlam sosyal ilişkiler, mutluluğun temel taşlarından biridir. Aile, arkadaşlar ve sevdiklerimizle kaliteli zaman geçirmek, duygusal destek ve bağlantı hissi sağlar.

-Hayatımızdaki iyi şeyler için minnettar olmak ve bunları düzenli olarak hatırlamak, pozitif duyguları güçlendirir ve stresi azaltır.

-Kişisel hedefler belirlemek ve bu hedeflere ulaşmak için adımlar atmak, kişisel tatmin ve başarı hissini artırır.

-Geçmişin pişmanlıkları veya geleceğin endişeleri yerine, anın tadını çıkarmaya odaklanmak, yaşam kalitesini artırır.

-Fiziksel ve ruhsal sağlığımıza iyi bakmak, mutluluk seviyemizi doğrudan etkiler. Dengeli beslenme, düzenli egzersiz ve yeterli uyku bu unsurların başında gelir.

-Mutlu olmayı, kendimize yararlı olmakla birlikte, başkalarına iyilik yaparak etrafımızı mutlu etmeye çalışmakta aramalıyız. Bu, kendimizi iyi hissetmemizi sağlar ve topluluk içinde pozitif bir etki sağlar Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemlidir. Örneğin: Gördüğümüz kişilere selam vermek, güler yüzle ‘merhaba!’ demek, Kitap hediye etmek. Yardıma muhtaçlara yardım etmek. Alış veriş yaparken arkadaşımıza da bir şey almak. Yaşlıların eşyalarını taşımasına yardımcı olmak.  Evimizde kullanmadığımız eşyaları ihtiyacı olanlara hediye etmek. İhtiyaç sahipleri için yardım kolisi hazırlamak. Arkadaşlarımıza hoşuna gidecek güzel sözler söylemek. Bazen komşumuza yemek götürmek. Sevdiğimiz bir arkadaşımızı yemeğe davet etmek. Anne ve babamıza, bize iyiliği dokunanlara teşekkür etmek. Bildiğimiz güzel bir bilgiyi arkadaşımıza öğretmek. Yardım aldığımızda, nazikçe ve gülümseyerek teşekkür etmek. Yolda gördüğümüz sakıncalı bir taşı kaldırmak. Sevdiklerimize hediye almak. Arkadan gelen birisi için kapıyı tutup onun da geçmesini sağlamak. Çevremizde engellilere, onu incitmeden yardımcı olmak.Akrabalarımızı ziyaret ederek gönüllerini almak. Gidemediğimiz akrabaları arayarak hatırlarını sormak. Unutmayalım ki, iyiliğin en basiti; kötülük yapmamaktır.Gönül alan mutluluğu da alır. İyilik yapmaya devam et. Karşındaki o iyiliğe layık olmasa bile, sen o iyiliğe layıksın.  
Gül verenin elinde misk kokusu kalır.

-Hobilerimizi, ilgi alanlarımızı keşfederek bunlara zaman ayırmak, kendimizi ifade etmemize ve mutlu olmamıza katkıda bulunur. Evcil hayvanlarla etkileşime geçmek, beyindeki oksitosin – “sıcak ve yumuşak” hormonu – salınımını artırarak keyif duygusunu artırmaktadır. Örneğin: Kuşlar için pencere kenarına veya ayak basılmayan yerlere ekmek kırıntıları bırakmak. Dışarıdaki sevimli canlıların içebilmeleri için uygun yerlere su bırakmak. Sokak hayvanları için barınak yapmak. Çocuklara oyun yerleri düzenlemek. Fidan dikmek. Çevreyi kirletmemek. Çimenlere zarar vermemek. Susuz kalan bir çiçeği veya ağacı sulamak.

-Hayatın zorluklarıyla başa çıkmak, olumsuz durumları kabul etmek ve esnek olmak, stresi azaltır ve duygusal direnci artırır.

-Egzersiz, yalnızca vücudumuz için değil, beynimiz açısından da yararlıdır. Ter akıtmaya başladığımızda, endorfin salgılamaya başlarız ve kendimizi mutlu hissetmeye başlarız.

Maddi mutluluklar gelip geçicidir. Ruhun aradığı mutluluk, daimi olan mutluluktur. “Doğruluk, tebessüm, güven, vefa, sadakat, adalet, merhamet, affetmek, fedakârlık, sevgi ve şefkat” gibi kavramların ve davranışların verdiği mutluluk, uzun süre devam eden mutluluktur. Seveceksen öylece sev. Ne kusursuz insan ara, ne de insan da kusur. 

Tüm gayemiz, insanlığın refahı için olmalıdır Nasıl mı? Yardım ederek, nazik davranarak, gönüllerine dokunarak, pozitif enerji dağıtarak. Bu duygu ve davranışlar bizi de sarmalayarak mutlu edecektir. Böylece yaşamımız daha değerli olacaktır.

Bu kavramları; kimseyi küçültmeden, utandırmadan, mütevazı, anlayışlı, olgun davranarak zarafetle uygulamalıyız. Yapılacak iyiliğin en güzeli, o kimseyi minnet altında bırakmayanıdır. Güneş, aydınlatmak ve ısıtmak için kendisine yalvarılmasını beklemez. Biz de güneş gibi koşulsuz ve sınırsız şekilde, beklenilen iyiliği istenilmeden yapabilmeliyiz.

İyilik, insanları birbirine bağlayan altın zincirdir. İnsan, hayatında yaptığı iyilikler kadar mutlu olur. İyi insanları kendimize model almalıyız.Yaşamımıza bunları uygulayabildiğimizde, sevgi kalbimizde çağlayarak, kalbimizi sevgi işgal edecek; “kıskançlık, öfke, nefret” vb. kötü duygular içeri giremeyecektir. Böylece mutlak huzuru elde edebileceğiz.

Beynimizin önyargılarını, sürekli iyiyi arayarak ve özellikle bize, “neşe, aidiyet hissi ve huzur” veren küçük şeyleri seçerek telafi edersek daha mutlu, daha huzurlu, açık, diğerlerine karşı daha ilgili ve harekete geçmek için daha motive olmuş hissederiz.

Tek bir mumdan binlerce mum yakılabilir ve mumun ömrü kısalmaz. Mutluluk paylaştıkça asla azalmaz. Kendinle mutluysan kimseyle derdin olmaz. Farklı olmak için değil, mutlu olmak için yaşamalıyız.

Mutluluk aramakla bulunacak bir şey değildir, onu inşa etmek gerekir. Mutlu olmak için çok sebebimiz var. Mutluluk daima yakınımızdadır, yakalamak için elimizi uzatmak yeter. Mutluluk içinizde başlar. Kimsenin sizi mutlu etmesini beklemeyin. Haydi, mutlu olmak için onun yollarını öğrenelim; kendimizi iyilikler ve güzellikler için motive edelim. Kin, nefret, öfke ve benzeri kötü duyguların esaretinden kurtularak ruhun ve aklın özgürlüğüne kanat açalım.

Acı ve hüzünlerimiz yıldızlar kadar uzak, mutluluk gözbebeğimiz kadar yakın olsun. Umutlarımız gerçek, gerçeklerimiz mutluluk, mutluluklarımız sonsuz olsun.

“Mutluluk, elin erişebileceği çiçeklerden bir demet yapma sanatıdır.” B.Goddar 

Sevgiyle kalın…

Irgat Çok Sinan Yok

İnsanlar kavramlarla düşünür. Uzmanlar, uzmanlıklarının kavramlarıyla… Benim alanımın temel kavramlarından biri termodinamiktir. Termodinamik, birçok bilim ve mühendislik dalının, özellikle kimyanın ve fiziğin anahtarıdır. Topu topu üç kanunu var. Birincisi enerjinin korunması. Anlaşılması zor değil. Üçüncüsü de kolay. Sıcaklığın sonsuza kadar düşmeyeceğini, mutlak sıfır denilen bir derecenin olduğunu söyler. Sıfırın altında 273,16 derece Santigrad. Öğrencilerin en çok sıkıntı çektikleri ikinci kanundur. Entropi kavramıdır. Entropi düzensizlik demektir, düzensizliğin ölçüsüdür.

Bakınız, o acı depremde binalar çöktü. Termodinamik dilinde bunu, yer sallanınca üstündeki yapının düzensizliği arttı diye açıklarız. Güzelim binanın yıkılmadan önceki hâliyle yıkılmş hâli arasında enerji muhasebesi bakımından bir fark yoktur. Ama yıkılma kendiliğinden olur. Ne kadar sallarsanız sallayın, enkaz kendiliğinden bina haline gelmez.

Ahşap bina yandı. Tahtalar duman oldu, gaz oldu, kül oldu, yanıp çöktü. Hadi şimdi filmi geri sarın. Duman, kül, gaz geri gelsin ve kendiliğinden ev hâlini alsın. Yanmış evle yanmamış ev arasında enerji açısından fark yoktur. Fakat düzensizlik artmıştır. Tabiatın doğma gidişi budur.

Sistemleri kendi başına bırakırsanız düzensizlik sürekli artar. Düzeni korumak için gayret gerekir, enerji sarf etmek gerekir.

Düzen için liyakat gerek

Bakın niyetim bu köşede termodinamik öğretmek değil. Asıl maksadım yönetimle ilgili bir şeyler söylemek. Asıl maksadım siyasetle ilgili. Tekrar edeyim: “Sistemleri kendi başına bırakırsanız düzensizlik sürekli artar. Düzeni korumak için gayret gerekir, enerji sarf etmek gerekir.” Sistemler ve düzen yerine başka kelimeler de koyabilirim. Devlet diyebilirim; kurumlar diyebilirim. Demek ki devlete ve devletin kurumlarına gereken özeni göstermezseniz tabiatın normal gidişi düzensizliğe, dağılmaya doğrudur.

Yönetim hayatımdan bir hatıra… Arkadaşlarımla birlikte pek güzel bir kurum inşa etmiştik. Tıkır tıkır işliyordu. Niçin tıkır tıkır işliyordu? Çünkü herkes yaptığı işin önemine inanmıştı. Ortaya koydukları eserle, verdikleri hizmetle öğünüyorlardı. Liyakat mutlaktı. Kurumun her mensubu, işinin uzmanıydı. Kurumdan ve yaptığı işten gurur duyuyordu. Akşam eve gittiğinde de bu haz ve başarı hissini yanında götürüyordu.

Derken, liyakati sıfır bir kişi kuruma torpille tayin edildi. Yöneticilere danışılmadan, onlar atlanarak. Sonra kurumun gün be gün çöküşünü izledik. Artık kimseye buranın kuralları vardır, bu kurum hepimizindir, kutlu bir iş yapıyoruz falan diyemez olduk. O torpilli tayin bir ahlaksızlık abidesi gibi ortada dikiliyordu. Allah’tan o şahıs iki hafta içinde kendi isteğiyle ayrıldı. Yaptığı tahribat, sebep olduğu düzensizlik gayretle, enerji sarfıyla izale edildi. Moraller ancak aylar sonra eski seviyesine geldi.

Yıkmaya bir ırgat yeter

Kimyadan edebiyata atlayayım. Şu entropi nutkundan sonra Mehmet Akif’i hatırlamamak mümkün mü:

“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çolpa herifler de, emîn ol, becerir.

Sade sen gösteriver ‘işte budur kubbe!’ diye;

İki ırgadla iner şimdi Süleymaniyye.

Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,

Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan.”

(Safahat- Asım, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 2008, sayfa 356).

Siz de benim gibi kurumların ağır ağır çöküşünü, düzenin yerine düzensizliğin, fetretin hâkimiyetini izliyor musunuz? Hukukta, dışişlerinde, maliyede… Yağmur Tunalı’nın “Boza boza bugünlere geldik” başlıklı 25 Temmuz yazısına bakınız. Şimdi onları kaldırmak için maazallah bir Süleyman bir de Sinan mı lazım? Çok ağır bir sipariş olur bugünkü siyaset dünyamıza. Bakın Akif nasıl devam etmiş:

“Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok.

Ya ne var? Bir kuru dil, siz buyurun, karnım tok!

Ötmeyin nâfile baykuş gibi karşımda, susun!”

Ülkenin entropi ölümü

Bu yazıyı yazarken yıkımın canlı örneğini yaşadım. Akif’in yukarıya aldığım şiirini arıyordum. İntenette en sık geçen şekli şu:

“Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,

İki kazma kürek, iki de ırgat gerek,

Ancak hadi gel yapalım şunu geri desen,

Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.”

Akif böyle rezilce yazmaz dedim. Ne vezin var ne kafiye. Biraz daha iyi gibisini buldum. Onun son iki mısraı da şöyle sakattı: “Ama gel kaldıralım dedin mi heyhat o zaman, /Bir Süleyman daha lazım bir de Sinan.” Aksamayı duyuyor musunuz? Evetse ne mutlu. Duymuyorsanız eyvah.

Entropi o kadar yaygın ki, Türkiye Yüzyılı’nda Akif’i kopyalamaktan aciziz.

Termodinamik biliminde evrenin entropi ölümü vardır. Düzen sürekli azaldığına, düzensizlik sürekli arttığına göre sonunda bütün düzen yok olcaktır. Sıcaklık her yere eşit dağılır. Bütün yıldızlar söner… Arif Nihat Asya, “Yıldızların söneceği güne yıldızlar sakladım.” diyordu ama bilmem bizim sakladığımız yıldızlar var mı? https://millidusunce.com/irgat-cok-sinan-yok/

Sen Bir Seyyahsın

     “Bismillah”ın ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak için, bir de şu temsilî hikâyeciğe kulak verelim:

     Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Tâ şakî, hırsız ve haydutların şerr, zarar ve ziyanından kurtulup ihtiyaçlarını tedarik edip karşılayabilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz / sayısız düşmanlarına karşı perişan olacaktır.

     İşte böyle bir seyahat için iki adam, çölde yola çıkarlar. Onlardan birisi mütevazî / alçak gönüllü idi. Diğeri mağrur / gururlu. Mütevazi olanı bir reisin ismini aldı. Mağrur almadı! Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir yol kesiciye rast gelse der: “Ben filân reisin adıyla gezerim.” Şakî def’ olur, ilişemez. Bir çadıra girse, o nâm ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki târif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil oldu / aşağılandı, hem rezîl oldu.

     İşte  ey mağrur / gururlu nefsim! Sen o seyyah / gezginsin. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın / ihtiyaçların nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahranın Ebedî Mâliki ve Ezelî Hâkimi’nin ismini al! Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdise ve olayın karşısında titremekten kurtul.

     Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın: Seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip / bağlayıp, Rahîm ve Kadîr olan Allah’ın dergâh ve huzurunda aczi, en makbul bir şefaatçi yapar.

     Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet namına hareket eder. Kimseden korkmaz. “Kanun namına, devlet namına.” der. Her işi yapar. Her şeye karşı dayanır.

     Hakikaten, insanın ihtiyaçları sonsuzdur. Çünkü istekleri ebede kadar uzanır. Yâni insanın her şeyi olsa da, ebedî / devamlı olmasa, elde ettikleri bir gün elinden çıkacaksa, kendisi de pılını pırtısını toplayıp çekip gidecekse, hiçbir şeyin kıymeti yok.

     Gerçekten insanın düşmanları sayısız. Bir mikroptan tutun da, düşecek olan bir göktaşı, bir meteora kadar her şeyden korkar. Her şeyden titrer.

     Evet insanın ihtiyaçları da sayısızdır. Çünkü gördüğü her şey, insan için bir ihtiyaçtır.

     Nitekim öyle değil mi? Başını kaldırdığında yıldızları gören insan; oraya gitmenin hesaplarını yapmış, oraya gitmenin çarelerini aramaya başlamıştır. Nitekim uzayın derinliklerine doğru fırlattığı roketler bunun kanıtı.

     Zaten insanın; ihtiyaçlarının sonsuz ufuklarına açılan ve açılmaya da hep devam edecek olan, iki büyük kapısı vardır. Biri, ilmin hocası ve en büyük teşvikçisi olan merak unsuru. Diğeri, tekniğin ve medeniyetin her çeşit ilerlemesini sağlayan ihtiyaç kapısı. Çünkü merak ilmin, ihtiyaç ilerlemenin hocasıdır.

     Tekrar mağrur nefse dönecek olursak; hakikaten gâfil bir nefis, boş bir gurur içindedir. Çünkü, bir insan ki işi yolundadır. Bir insan ki sağlığı yerindedir. Değmeyin onun keyfine. Hani aç biri kendini doymaz! Hani tok kişi kendini acıkmaz sanır ya! İşte böyle bir insan, işi tıkırında, sağlığı yerindeyken -ne yazık ki- mağrur olup, boş bir gurura düşer!

     Çünkü bu hâlin hep süreceğini sanır! Bu gurur onu, kul olarak asıl yapması gereken şeylerden alıkor! En azından gevşekliğe iter, onu ilgisiz yapar. Kısaca gaflette bırakır. Yersiz bir gururun pençesinde, kendini rahat hissettirir!

     İşte bu gibi hususlara dayanarak, temsildeki o iki adam gibi:

     “Ey insan! Sen de bir seyyah ve bir gezginsin!”

     Zaten insan bir yolcu değil midir sevgili okur!

     Ruhlar âleminden çıkıp, düşmüşüz yola. Sonra konmuşuz, ana rahmine. Sonra, gelmişiz dünyaya. Oradan kabre, berzaha ve haşre doğru yol almıyor muyuz?

     Velhasıl, Allah’tan gelip ebediyete giden;

     Allah’a dönüş yolu üzerinde değil miyiz?

Şehircilikte Hiç Başarılı Değiliz

Türkiye Cumhuriyeti döneminde en başarısız olduğumuz alan bana göre şehirciliktir.

Türkiye, emsali ve daha gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında, son derece kötü şehirleşmiş bir ülke.

Herhangi bir yurtdışı gezisinden dönen Türk vatandaşlarının daha Türkiye’ye ayak basar basmaz veya uçakta ise havadan baktığında ilk gördüğü manzaradan rahatsız olduğunu bilirsiniz. 

Düzensiz yerleşen binalar, yan yana bloklarda farklı yükseklikler, dış görünüşte uyumsuzluklar, çatılarda, balkonlarda görüntü kirlilikleri oluşturan anten vb fazlalıklar, yeşil alan azlığı, yetersiz yollar, yollara park etmiş araçlar, trafik sıkışıklığı gibi olumsuzluklar hemen dikkatimizi çeker.

Bu işleri düzenlesin diye yıllardan beri T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı diye bir kurum olan bir ülkede şehirlerimizin bu kadar kötü düzenlenmiş olmasına şaşırabiliriz.

Bu bakanlık adı Nafia Vekâleti, Bayındırlık Bakanlığı, İmar ve İskan Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ve nihayet Çevre, Şehircilik Ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak Cumhuriyet tarihi boyunca görev yaptı.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı vizyonunu, “Yaşanabilir çevre, afetlere hazır kimlikli ve akıllı şehirler” olarak tanımlamış.

Misyonunu da “Sürdürülebilir çevre ile uyumlu hayat kalitesi yüksek şehirler ve yerleşmeler oluşturmak üzere; planlama, yapım, dönüşüm ve çevre yönetimine ilişkin iş ve işlemleri düzenleyici, denetleyici, katılımcı ve çözüm odaklı bir anlayışla yapmak” olarak tarif etmiş.

Ama sonuç ortada.

Özal öncesi Türkiye’de her şey merkezi idare tarafından Ankara’da planlanırken, Özal’dan sonra yerel yönetimler güçlendirildi. İmar, planlama, denetleme ve bazı vergileri tahsil etme yetkileri Belediyelere verildi.

Ama bu defa da küçük rantlarda yerel, büyük rantlarda Ankara’daki siyasetçilerin müdahalesi hiç bitmedi.

Bu sözümün en açık delili, 25 Aralık 2013’te Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ederken yaptığı itirafıdır:

“Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın (R.T. Erdoğan’ın) onayıyla yapıldı.”

Şehirlerimiz kocaman beton yığınlarıyla doldu. Boş alanlar talan edildi. Afetlerde toplanılacak boş arsa dahi bırakılmadı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, şu sözü İstanbul için söyledi ama bütün şehirlerimiz için söylenmiş sayabiliriz: “Biz bu şehre ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum.”

Gerçekten şehirlerimizin kıymetini bilemedik, şehirlerimize ihanet ettik.

Şehirlerimiz yaşanabilir bir çevreye sahip değil, afetlere hazırlıklı değil.

Şehirlerimiz hayat kalitesi yüksek olmayan, kimliksiz ve kişiliksiz yerleşmeler durumunda.

*******************************

İmar Planları ile Servet Transferi

Rubil Gökdemir arkadaşımız hesaplamıştı. 2003-2018 arasında sadece İstanbul’da 76 adet markalı inşaat projeleri sahiplerine kazandırılan servet dudak uçuklatan boyutta idi.

“Son 15 yılda sadece İstanbul’da imar planlarında Belediye, TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca yapılan değişiklik ve ‘emsal artışları’ ile 76 adet markalı inşaat projesi sahiplerine 12 milyon 400 m2 daha fazla inşaat yapma izni verilerek, toplam 240 MİLYAR TL (2018 dolar kuru ortalamasına göre 50 MİLYAR DOLAR) haksız kazanç transferi yapıldığı anlaşılmıştır.”

(Bu rakamlar bugün güncellenmiş olsa ve Türkiye genelinde birilerine aktarılan rantın boyutu görülse, ülkemizdeki milyonlarca kişinin açlık ve yoksulluk içinde olmasının sebeplerini daha iyi anlarız.)

Hadi bu servet transferi sağlandı. Bunun karşılığında yaşanabilir, içinde sağlıklı, huzurlu, mutlu olabildiğimiz şehirler yaratabilselerdi.

*******************************

Kötü Şehirleşmenin Ağır Maliyeti

Kötü şehirleşmenin başka maliyetleri de var. İnş. Müh. Halim Küçükali “Türk ekonomisinin en büyük kara deliği belediyelerdir” başlıklı bir yazıda bu maliyeti değerlendirmiş:

Nispeten doğru ve düzgün şehirleşme örneği olan (Ataköy ve Eryaman gibi) az sayıda semtlerimiz var. Buna karşılık çok sayıda plansız, denetimsiz, çarpık şehirleşme örneği olan semtlerimiz mevcut.

Bunların hepsinin de gelir kaynakları arasında emlak vergisi ve çöp vergisi önemli yer tutuyor. Ancak, “Çarpık ŞEHİRLEŞMENİN yoğun olduğu semtlerden toplanan paralar YETMİYOR, planlı semtlerden toplanan paralar üzerine ekleniyor, hatta onlar da yetmiyor, belediyeler YENİ İNŞAAT RUHSATLARI vererek bu AÇIĞI kapatmaya çalışıyor. Tabii ki bu yöntem de problemi ÇÖZMÜYOR, var olan problemlerin üzerine daha FAZLA YÜK daha getiriyor ve daha da karmaşık hale sokuyor.”

“Bu çarpık şehirleri ıslah etmek için harcanan ve harcanacak paralar ile eski konutlardaki ISI KAYBINI, sağlıksız koşullarda yaşayan vatandaşlarımızın SAĞLIK harcamalarını, trafikte harcanan zamanı ve fazladan tüketilmek zorunda kalınan AKARYAKIT gibi savurganlıkları da üst üste koyarsanız” müthiş bir ekonomik kayıp ortaya çıktığını görürsünüz.

Halim Küçükali bu şekilde oluşan yıllık kaybın 35 milyar dolar mertebesinde olduğunu söyleyerek, dehşet bir tespitte bulunuyor:

“Bizim çarpık şehirlerimiz; Dünya petrol, doğalgaz sektörünün iyi bir pazarıdır.

Dünya ilaç sektörünün iyi bir pazarıdır.

Dünya uyuşturucu, alkol sektörünün iyi bir pazarıdır. Suç örgütlerinin yaşam alanıdır.

Yerel siyaset ağalarının GEÇİM kaynağıdır. İktidarların UCUZ oy deposudur.

Onun için bu alanların düzelmesi kimsenin işine gelmez.”

****

05.11.2018’de yazdığım bu yazının güncelliğini koruyor olması çok acı. Şehircilikte ne kadar ilkel bir zihniyetle yönetildiğimizi 6 Şubat 2023’te yaşanan depremlerin asrın felaketine dönmesiyle anladık. Gördük ki yeni yapılan binalarımızın bile çoğu deprem dirençli değilmiş.

Bütün bunlara ilaveten köyden şehire göçlerle köyleri boşalttılar, şehirleri kalabalıklaştırdılar. Tarım ve hayvancılığı bitirdiler. Yetmedi, milyonlarca sığınmacı ve kaçakla büyük şehirlerimizi doldurdular, şehirleri yaşanmaz hale getirdiler.

Anlaşılan şehircilik açısından da sınıfta kalmaya devam edeceğiz.