Şiir, fikrin histe fâni olduğu mekândır.
Şiir, insan hissiyâtının tecelligâhına sahne olan bir mir’at , yâni aynadır.
Şiir, nev-i beşerin / insanoğlunun sadâsını, aynen hattâ daha gür şekilde aksettiren bir âyînedir.
Şiir, beşer / insan duygularının neşvünema buldukları bir lâlezar, lebâleb râyiha nefyeden bir gülizârdır.
Şiir, beşer tefekkürünün iltica ettiği sâlim bir melce’, emin bir sığınaktır.
Şiir, insan nev’inin elinden bırakamadığı sihirli değnektir.
Temas ettiği kelimeler, ayrı bir hususiyet kesbeder, farklı bir mâhiyete bürünür, nev-i şahsına münhasır bir hüviyet arzeder.
Manzarası lâtif, râyihası bir hoş, mânâsı ummanlaşır.
Şiir’in ihata edici, çevre tesirlerinden koruyucu, kuşatıcı himayesi altında kelimeler, her şeyden artık masundurlar. Emn ü aman içindedirler.
Hayatiyetleri, her zamanki hâllerinden bir başka ehemmiyeti hâizdir. Yan gelip kurulduğu bir mısraın mûtena köşesinde, apayrı muameleye tâbi tutulmuş, itibar ve haysiyeti, değme kelimede olmıyacak bir mertebeye terfî ettirilmiştir.
Sanki ebediliğe namzet kılınmış, muvakkaten fânilik nakîsalığından âzâde tutulmuştur.
Bir mısraın sînesinde yer almakla kavuştuğu şiiristanda bitmeyen rüya âleminin nâmütenâhilik havasını teneffüs etmekte, duyanlara mâziden neler neler fısıldayıp durmaktadır.
Hâsılı, her devrin, her asrın mümtaz misafiridir.
Şiir, öyle sahîh bir mâhiyet arzeder ki, her devir ve asırda tâzelik ve canlılığından hiçbir şey kaybetmez.
Asliyyet, bütünlük ve kemâlâtına asla halel gelmez. Şiiriyyet çerçevesi dâhilinde her hakkı mahfûz tutulur.
İşte bunun içindir ki, kaleme alındığı, mısra kalıplarına döküldüğü nota nota hecelendiği hâlindeki bütün evsâfı beraberinde taşır. İstikbale olduğundan ne bir fazla, ne de bir eksik hâliyle erişir.
Bu tarafı, onun cân alıcı noktası, en dikkate değer evsafı mümtazesidir.
Milletin kalbinde, ilelebet taht kurmuş nice büyükler hâfızalara nakşolunmuş lâyemut / ölümsüz mısralarıyla her an bize hitap eder gibidir. Zaten ebet – müddet oluşları, işte asıl bu keyfiyetleri yüzündendir.
X
“San’at Allah içindir.” Düstûrunu:
“Anladım işi, san’at Allah’ı aramakmış:
Buymuş oyun, gerisi yalnız çelik-çomakmış.”
Beytiyle, en güzel ifadesine kavuşturan üstad Necip Fâzıl; şiir san’atını birbirinden güzel târif şahikalarına yükseltmesini bilmiştir.
“Mutlak hakîkat Allah’tır.” Diyen üstadı edîbimiz, şiiri: “San’at Allah içindir.” Zâviyesinden ifade kudretine eriştiren, en büyük şairlerimizdendir. O der ki:
450
“Şiir, düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklinde, bu iki unsurdan her birinin öbürünü kendi nefsine icra etmek isteyişindeki mes’ûd med ve cezirden doğar.”
Tıpkı şâirin:
“Bu taş cebînime benzer ki aynı makberdir,
Dışı sükûn ile zâhir, derûnu mahşerdir!”
Dediği gibi. Üstadı edîbimiz devam eder:
“Bizce şiir, mutlak hakîkati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin bütün mantık yasaklarına rağmen, en mahrem, en mahcûp, en nâzik ve en hassas nâhiyesini tutarak ve nispetlerini bularak, mutlak hakîkati arama işi…”
“Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.”
“Şiir, tek kelimeyle üstün idrâktir…”
Dikkat buyurun Yûnus:
“Beni bende demen, ben bende değilem,
Bir ben vardır bende, benden içerü
Süleyman, kuş dilin bilür dediler
Süleyman var , Süleyman’dan içerü.”
Gibi, bunlara mümasil yüzlerce mısraı, şiir olsun diye, şair bilinsin diye yazmadı. Böyle bir hisse kapılsaydı, belki değil muhakkak kanlı giryesini içine akıtır. Bağrına taş basar. Ele güne karşı cûş u hurûşa gelmez. Sükûtu ihtiyar eder, susmayı tercih ederdi.
Siz zannediyor musunuz ki:
“Dost olur -zannınca- hep insan bana,
Sırlarım gel gör ki, meçhûldür ona.
X
Anlamaz olgun adamdan ham adam,
Söz hem az hem öz gerektir vesselâm.
X
Kaldırıp deryâyı aktarsan eğer,
Bir dolumluktan çok almaz destiler.
X
Dolmaz “açgöz kimse”nin göz destisi,
Pek kanaatkâr sedef: Var incisi.
X
Her kimin yoktur dilinden anlayan:
Sanki dilsizdir konuşsun bin lisân.”
(Mesnevî -Kendi vezniyle manzûm tercüme- Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, İstanbul-1972)
Gibi özlü beyitleriyle Hz. Mevlânâ, mahza / sırf şiir yazdığının farkındadır. Asla bunlara mümasil / benzer binlerce beyit; İlahî aşkın vecde getirdiği Mevlânâmızın, içi içine sığmayan gönül deryasından ancak farkında olmadan dudaklarından dökülen yine ondan bilâ-haber /
451
habersiz kaydedilen birer inciyi hâmil, sedef mesabesinde beyitlerdir.
Vezne, şekle ve kafiyeye bürünerek şiir diye karşımıza dikilen, gönül deryasından katreciklerin; ruhun ete kemiğe bürünerek tecellî edişindeki hikmetten ne farkı var?
Ceset ruha, muvakkat zaman için nasıl mekân ve melce’ oluyorsa: Şiirin şekil, kalıp ve vezinleri de aynı vazifeyi görüyorlar.
Tecelliyâtın, mekâna muhtaciyyeti neyse, mânânın da muhtelif şekil ve kalıplara ihtiyacı odur. Tıpkı, incinin sedefe muhtaç oluşu gibi. Husûsan:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helâkim zehri dermanındadır.”