Bazen sohbetlerimizde geçmişte çok zengin olup, bugün muhtaç duruma düşmüş insanlardan bahsedilir veya sıhhati, güzelliği/yakışıklılığı ile tanınmış kişilerin düşkün, yüzüne bakılamaz hale gelmeleri konu edilir. Bayramlarda ziyaret ettiğimiz mezarlıklarda yatan bazı kişilerin, yaşadıkları zaman diliminde etraflarında bıraktığı sevgi, korku, nefret, azamet, tiksinti vd duygular hatırlanarak, geçici/ fani hayatından geriye kalan bu izler buruk bir tatla hatırlanır.
Dünyanın ve dünya nimetlerinin gelip geçici olduğuna dair bu türlü sohbetler ve ziyaretler esnasında dillerden şu iki mısra dökülüverir:
“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”
“Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan.”
Kültürümüzün şuuraltımıza kazıdığı bu dünya görüşü, bize aşırı hırs ve tamah ile hareket etmememizi tembih eder. Ayrıca başkasının ve kamunun haklarını çiğneme pahasına güç ve zenginlik aramanın yanlışlığını ve manasızlığını anlatır.
“Bu malın sahibi benim” demek yerine eskilerin tercih ettiği kavram, “ben bu malın emanetçisiyim veya bekçisiyim” demek olurdu. Çünkü diyelim ki bir arsadan bahsediyorsanız, bu arsada dünya yaratıldığından bu yana sahip olduğunu zannedenlerin hepsi artık başka bir dünyadalar ve hiçbiri bu arsayı gittiği yere götüremedi. Yeni bekçiler/ emanetçiler sahiplik iddiasını sürdürmekteler.
“Mülk sahibi” kavramı da iki anlamda kullanılmaktadır. Mülk taşınmaz/ gayrimenkul manasına geldiği gibi, “adalet mülkün temelidir” vecizesinde kullanıldığı üzere “devlet” manasını da ifade etmektedir. İngilizce’de de devlet kelimesinin karşılığı olan “state” kelimesinin, “estate” (mülk) den türetilmiş olması da tesadüf olmasa gerek.
Kur’an-ı Kerim’de (Âl-i İmrân sûresi, 26) mülkün hakiki sahibinin (malikül mülk‘ün) yalnızca Allah olduğu çok açık bir şekilde vurgulanır:
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin; ‘hayır’ senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kâdirsin.”
Bu yüzdendir ki yüce yaratıcının güzel isimlerinden (Esmaül Hüsna’dan) biri “malikül mülk” tür.
Bütün bu açıklığa rağmen güç sahibi olanların kendilerini mülkün sahibi sanıp ebediyen güç veya zenginliği ellerinde tutacaklarına inanmalarını ve bu inanca uygun eylemlerde bulunmalarını anlamak kolay değildir. Hele de bu kişiler kendi kimliklerini tanımlarken “Müslüman” kavramını öncelikli olarak kullanan kimselerse.
Başlangıçta “devletin benzinini özel işimde kullanamam” hassasiyetinde olanların, bir süre sonra devletin sırtından geçinenler kervanına katılıp, Karunlaşma gayretine girmeleri anlaşılır şey değildir.
Biz inanıyorduk ki, “Benim referansım İslam’dır” diyen bir yönetici, emaneten bulunduğu makamın kendisine sağladığı güç ve kudreti, şahsi menfaati için kullanamazdı. Yine halkımız inanıyordu ki, bu yöneticilerin makamda daha fazla oturma uğruna başkalarının en temel hak ve hürriyetlerini kısıtlaması, çocuklarımızın gelecekte hür olarak ve refah içinde yaşamalarının sigortası olan varlıkları yabancılara vermesi, ülkenin birlik ve dirliğinin parçalanmasına sebep olabilecek ayrıştırıcı politikaları uygulaması da mümkün olamazdı.
Bu inancı ve güveni duyan geniş halk kesimlerinin hayal kırıklığına uğratılmasının vebali büyük, sonuçları ağır olur. Milletimize “tuz da koktu” kanaatini vermenin bedeli ve “ne pahasına olursa olsun yaparız” denilenlerin maliyeti tahmin edilenden de yüksek çıkabilir.
Ümmî Sinan‘ın şu mısralarını severim:
Bir pınarın başına/ Bir testiyi koysalar
Kırk yıl anda durası/ Kendi dolası değil
“İslam ahlak ve faziletine” sahip olanlardan beklenen, bu mısraların işaret ettiği gibi, maneviyat pınarından gönül testisini doldurmak için gayret etmek ve bilenlerden yardım almaya çalışmaktır.
Oysaki siz bu mısraları iktidar çeşmesinden akan serveti testinize doldurmak, bu uğurda gerekirse “şahsî menfaatlerinizi, yabancıların siyasi emelleriyle tevhid etmek” ve hatta gayrimüslimlerden akıl ve buyruk almak şeklinde anlarsanız, Ümmi Sinan’ların maneviyatını da, “kutlu yolun yolcularını da” kahredersiniz.