Tespitler: Ülkemizin genel politik, sosyolojik ve ekonomik havasını koklayan, teneffüs eden; duyarlı ve bilinçli; insanların farkına vardıkları can alıcı noktalar var. Bunların başında, karşıtlarıyla yer değiştirmiş gerçekler, mecrasından saptırılmış değerler, bozulmuş kavramlar, abluka altına alınmış dimağlar gelir.
Ülkemiz insanı, tarihte emsali görülmemiş bir des-enformasyon, negatif propaganda bombardımanı altındadır. Toplumun inandığı, güvendiği milli ve manevi değerleri mecrasından saptırıldı, inanılan, güven duyulan kavramlar karmakarışık edildi. Doğrularla yanlışlar yer değiştirildi; neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlemek adeta bir kâbus oldu.
Yeni nesil, hiç duymadığı, anlamadığı, bilmediği kavramlarla, tanımlarla karşı karşıya. Anlam sahteciliği yapılarak gençlerin beyni yıkanmakta… Taze dimağlara gerçekler yerine karşıtları yüklenmekte… Toplumun büyük bir kesimi bu negatif propagandaya aldırmadan yaşamına devam ediyor, bir kısmı tam etki alanında kalıyor, çok az bir kesim yapılanın, uygulanan yöntemin ardındaki oyunu fark ediyor, fakat; çaresiz olduğu için, sesi çıkmadığı/çıkartılmadığı için etkili olamıyor. Toplum hiç farkına varmadan bu negatif propagandanın piyon oyuncuları oluyor.
Anlamı saptırılan kavramların başında, halkı yönlendirmek ve etkilemek için sıkça duyduğumuz ve gerçekten derin anlamı olan sevgi, hoşgörü, kutuplaşma, öteki birlikte yaşamayı öğrenme kavramlar, ilk etapta akla gelenlerdir.
De-politize olmuş üniversite gençliği, kolaydan kazanma ya da köşe dönmeci zihniyetin egemen olduğu devlet bürokrasisi, düşünmeyen, irdelemeyen, tartışmayan bilgi fukarası toplum katmanlarının ve ezbere mahkûm edilmiş gençliğin, bu derin anlam yüklü fakat saptırılmış kavramlarla yeni neslin aklı karıştırılmakta, beyin yıkama planının önemli bölümünü oluşturmakta…
Bunu yaparken ustaca uygulanan bir sahtekârlık örneği verilmekte…
Bakınız neler yapılıyor?
Toplumun her zaman muhtaç olduğu sevgi ve hoşgörü kavramları o kadar yersiz kullanılıyor ve tekrarlanıyor ki, adeta ağızlarda sakız örneğine dönüşüyor. Anlamı esas mecrasından saptırılan bu kavramlar, bir bakıyorsunuz ki Türkiye’nin en sevgisiz, çukur derecede seviyesiz birileri için kullanılmaya başlanmış… Çukur kültür mensubu varlıklar, sevgi adına neredeyse kutsal varlıklar olarak sunulmakta… Sevginin derinliğini, boyutunu önce kendinde, ailesinde, çocuğunda, eşinde yaşamamış insanlar, bu kavramlarla gerçek kimliklerini gizlemekte…
Sevgi ve hoşgörü kavramların cazibesi, taşıdığı değerler ve yüklendiği anlamlar kullanılarak, beyin yıkamak ve biat ettirmek için kadrolar oluşturulmakta!
Hele hoşgörü kavramı; toplumda kendilerini siyasi ve ekonomik egemen güç olarak sayan kadrolar, rakiplerini, fikir karşıtlarını ezmek için kullandığı bu kavram… Günümüzde hoşgörü kavramı, adeta sihirli anahtar gibi kullanılmakta!?
Peki, nedir hoşgörü?
Duyarsız ve bilinçsiz toplum katmanları, bu kavramı anlam mecrasından saptıran manevi rantçıların söylemlerine kanarak, aldanarak, hoşgörüyü farklı görüşlerin bir arada yaşaması olarak algılamakta ve beyinsel değerlerini bu anlayış üzerine kurmaktadır.
Vatandaşın bunda suçu yok!
Zira pıtırak gibi yaygınlaşan yeşil renkli sermayenin desteklediği, siyasi iradenin de devlet kaynaklarını pompaladığı basın ve yayın organları, vatandaşa böyle anlatılıyor.
Peki, gerçekten hoşgörü bu mu demek?
Hayır!
Hoşgörü, farklı kişilerin birbirine sağladığı bir anlayış değil! Çünkü karşılıklı hoşgörü olamaz.
Hoşgörü, güçlü olanın zayıf olana tahammül etme durumudur.
Zayıfın güçlüyü hoş görmesi nasıl izah edilebilir ki?
Zaten güçsüz, yapabileceği herhangi bir seçeneği yok ki!
Onunki hoş görme değil, ancak baş eğme olabilir.
Hoşgörüsüzlüğün örneği olan birilerinden hoşgörü telkini almak!?
Kültürlerarası hoşgörü, medeniyetler arası hoşgörü ifadeleri, ağızlarda sakız olmuş durumda… Biat kültürüne dayalı bir zihniyetin yarattığı tek seslilik ve korku Atmosferi ile nasıl bir hoşgörü olabilir? Din ticaretini meslek edinmişlerle nasıl hoşgörü platformunda anlaşılır ki?
Milli ve manevi değerler adına ne kadar kutsallar varsı, hepsi siyasi ve ekonomik rant aracı oldu. Bu eksen üzerine oturtulmuş bir siyasi zihniyetin sakız yaptıkları “sevgi” ve “hoşgörü” değerleri de böylece mecrasından saptırdılar. Açıktan bir manevi yozlaşmaya öncülük ederek, bu kavramların cazibesinin ardına sığınmaktalar. Bunun sebebi belli; kelimenin taşıdığı anlam derinliği…
Kim kendini hoşgörüsüz olarak sunabilir ki?
Nitekim bunun için de, altı doldurulmamış olsa da, bu sözcük toplumun çeşitli kesimleri tarafından benimseniyor oldu. Toplumun bir kısım duyarsız ve bilinçsiz kısmı, yalan-dolan sermayeli maneviyat tüccarları tarafından kandırılmaktadır. Çaresiz vatandaşlar, maalesef, çaresizliklerin sonucu olarak, bu yalan söyleme kanmaktadırlar. Ve saf, sade vatandaş da sanıyor ki hoşgörü, farklı görüşlerin bir arada yaşamasıdır. Hayır, öyle olmadığını yukarıda ifade ettik. Başeğmenin hoşgörü olarak sunulması, sahtekârlığın yeni modeli olmalı herhalde…
Oysa hoşgörü, karşılıklı değildir, güçlü olanın zayıf olana tahammülüdür.
Hoşgörü sahtekârlığının kaynağı…
Yeni moda sahtekârlığın kaynağı nereden? Son yıllarda, entel geçinen toplumun bir kesimi tarafından yaygın olarak kullanılan öteki kelimesinin yüklendiği aşağılayıcı, ayırımcı saptırıcı anlam yükleriyle yaygınlaşan bu terim kaynak olarak gösterilebilir. Bu kelimeden türetilen ötekileştirme kavramına dayalı öteki Türkiye ötekiler ötekileştirme, ötekileşenler gibi yanlış ve temelsiz ifadelere alternatif ifade olarak hoşgörü sahtekârlığı sunuldu. Türk toplumuna yapılabilecek en büyük hakaret ve yıkıcı kötülüklerin başında sayılabilecek bir yaklaşım bu…
Her ne kadar Türk toplumu, hiçbir dönemde ayrımcılığa dayalı kavramlara pirim vermedi ise de, bu karşıt ifadeler zaman içinde, toplumda, işin farkında olmadan taraftar kazandı. Başlangıçta masumane gibi görünen bu ifadelerin hangi amaçlar için kullanılacağı bilinemezdi. Bunu ileri sürenlerin, bu terminolojiyi siyasi ve ideolojik amaçları için kullanacakları böylece anlaşılmış oldu.
Toplumun birliği ve bütünlüğüne, adeta bir bomba gibi düştü, bu terim. Toplumsal barışı sabote eden bu ötekileştirmeye karşı yaratılan hoşgörü Sahtekârlığı giderek siyasi pirim de yaptı.
Toplumun eğitimsiz, bir o kadar da fukara, geri bırakılmış belli halk kesimi siyasi rant için ötekiler olarak nitelendirildiler; sonra da buna karşı hoşgörü sahtekarlığını ileri sürdüler. Öteki kavramını cahil, bilgisiz, görgüsüz olarak niteledikleri, ekonomik güçsüzlük içinde kıvranan halk kitleleri için kulandılar. Diğer yandan da ötekileştirilenlere karşıt olarak, eğitimli ve nispeten ekonomik düzeyi iyi olan toplumun bir kesimini de, yani, beyaz Türkler dediklerini de elitler, seçkinler diye nitelediler, ayrımcılık yaptılar. Elitleştirdikleri ötekileştirdiklere karşı düşman, rakip olarak gösterdiler.
Toplumsal ayrışmaya hizmet ettiğine hiç şüphe olmayan öteki, seçkin, elit, Beyaz Türk icadı, bunu ortaya atanların elinde fünyesi çekilmiş bir el bombasına dönüştü. Onların yarattığı öteki kavramı, Cumhuriyet düşmanı teokratik rejim sempatizanların elinde farklı anlam yüklendi; bu Cumhuriyet düşmanları, öteki ifadesini, dinine inanan, bu nedenle Cumhuriyet’in ağır baskısına maruz kalmış, itilmiş, kakılmış, yoksul bırakılmış toplulukların adı haline getirdiler.
Laik Cumhuriyeti, kurulduğu günden beri kendilerine rakip olarak gören zihniyete göre dine inananlar, Atatürk devrimlerinin etkisi altında ezilmişler, hep ötekiler olarak yedekte tutulmuşlardır; onları, hizmet eden varlıklar olarak görmüşlerdi. Bu yalanı yaymak ve toplumun bir kesimini kandırmak için yöntemler geliştirildi. Bu varsayım, bire bir, yüz yüze, ev vaazları ve kandırmaca nutuklar sayesinde bir sürü insan mevcut rejimin düşmanı olarak yetiştiler.
Ne zaman ki takkiye yapmayı en iyi bilen poli-tik karakterli dinci ideoloji iktidara getirildi, işin kandırmaca boyutu tamamlanmış oldu. Yeni argümanlar gerekliydi, onlar da bulundu; sevgi ve hoşgörü sahtekârlığı!
İşin ilk etaptaki stratejik uygulaması tamamlanmıştı böylece. Sıra fukara toplumu istismar etmek ve onların sırtından rant elde etmek için hoşgörü sahtekarlığına sıra gelmişti.
Bununla da yetinmediler; ötekiler kavramını topluma şırınga edenler, nasıl olsa ötekileri istedikleri gibi yönetebiliyordu. Nasıl olsa onlar güçsüzdü, ekonomik olarak ezikti, bundan yararlanarak canlarının istediği gibi davranabilirlerdi. En azından eğitimli ve ekonomik olarak burjuvalaşmaya yüz tutmuş köylü ve işçi sınıfı de yeni ötekiler yaratmaya başlayabilirdi.
Bir gün geldi ki öteki kavramını rejim düşmanları tarafından kullanıldığını gördüler. Laik Türkiye Cumhuriyetini yıkmaya yeminli kadrolar, 90 yıldan beri biriktirdikleri kini ve nefreti kusmaya başladılar. Türkiye’yi bir el mahdum, bir el şeyh, bir el mürit cumhuriyetine dönüştürmek için ötekiler icadını ustaca kullandılar.
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı ne kadar açık ve gizli mihraklar-kadrolar- varsa, farklı ideoloji, din, inanç, ırktan olmalarına karşın laik cumhuriyet düşmanlığı noktasında birleştiler. Ötekileri cumhuriyetin temel ilkeleriyle kavga etmeye, onu yok etmeye teşvik ettiler. Ötekili olmanın sorumlusu, müssebibi olarak cumhuriyeti ve onun temel ilkelerini, laikliği gördüler, gösterdiler, bu değerlerin varlığı onlar için tehlike olarak algılandı.
Derken, bir siyasi kuruluş kurgulandı; emperyalistlerin isteklerine uygun şablonla… Destur ve inabe almak üzere okyanus ötesi seyahatler başladı… Derken, toplumda mağdurluk rolüyle tüm toplumsal duygular sömürülmeye başlandı… Ve öteki kavramı mecrasından saptırılarak, istismar edilerek siyasi rant için son derece etkili kullanıldı.
Cumhuriyetin, bağımsızlığın, demokrasinin kısacası insan olmanın göstergesi olan hür seçimi kullanarak, ötekili kimlikleri istismara devam ettiler… Bir seçim başarısı ötekileştirmenin başarısı olarak sunuldu. Anadolu’nun fukara insanlarının duygu sömürüsünü yaparak, onların eğitimsizliğini, geriye itilmişliğin, ezilmişliğini öne çıkararak, sisteme alternatif yaratmaya özendiler.
Demokrasinin vazgeçilmez argümanı olan seçimin sonuçlarını ötekilerin baş Kaldırışı olarak sundular. Kavramların yüklendikleri derin anlamları mecrasından saptırılarak, anlamları değiştirilerek, hoşgörü sahtekârlığı yapılarak halkın dimağına virus olarak girdiler.
Millet olarak sorumluluğumuz var, onu unuttuk; okuyup düşünmek, irdelemek, sorgulamak yerine ümmi olmayı yeğleyen-tercih eden- tavrımızı koruyarak yapılan negatif propagandaya kandık… Geçelim sade vatandaştan; en büyük sorumlular aydın geçinenlerdir…
Sorgulama ve düşünme fukarası sözde aydın geçinen okumuşların yaygın kesimin de zihni külliyen karışık… Var oluş felsefesinde değil ki AB’ye girmek, onun hayalini dahi görmek istemeyen, onu Hıristiyan kulübü olarak telakki eden bir zihniyetin temsilcileri siyasi kadro, süper derecede takkiye yaparak, bu argümanı da kullandılar ve toplumu boş bir hayal peşinde koşturdular. Bereket versin ki AB yetkilileri dürüst davrandı da gerçek yüzünü göstererek bu sahte AB’cilerin maskesini çabuk indiriverdi.
Milleti hem ötekili olmakla hem de AB standartlarını hayal ettirmekle en büyük sahtekârlığı başaran siyasi zihniyetin forsunun sarsılması kolay olmadı; sahte-yalan beyanlarının fiyakası, kısmen de olsa, yine o öteki dedikleri halk tarafından bozuluverdi.
Bu sahtekârlık serüveninde en büyük hilekârlık din ve demokrasi alanında yapıldı. Toplumun vazgeçilmezi olan ve aynı zamanda toplumun yapıştırıcı harcı niteliğindeki kutsal duyguları, inançları, imanları ile halkın hür iradesinin yansıması olan demokrasi aynı kefeye konularak tartıldı. Ötekilere, inandıkları-iman ettikleri inançlarını, siyasi tercih olan demokrasiyle iç içe geçirilmiş sandviçler olarak sunuldu.
Tanrıya karşı kulun sorumlulukları olan inançlar ile felsefi boyuttaki sosyal ve pozitif bilimdeki bilgi demetlerini kapsayan fikirleri, aynı değerler olarak algılanmasını sağlamaya çalıştılar, halka bunu yaydılar.
Ötekilerin siyasi tercihini kendilerine sağlamak için, fukaranın elindeki tek sermayesi olan inançlarının siyasi emelleri yönünden hizmete alınması ve uygulanması da, sanki demokrasinin gereği gibi, kişisel yönetim tercihi olan seçimin gereği imiş gibi sunuldu. Bugüne kadar hiç ismini duymadığı, bilmediği abes konularla kafası karıştı mütedeyyin vatandaşın… Söylenenlerin doğru olduğunu sandı, kitleler halinde özlemini çektikleri insanca yaşama sevincine karşılık sunulan istismar edebiyatına kanarak, Tanrıya karşı sorumlu oldukları dini kuralların demokrasi olduğunu telkin edenlere inanmaya başladı.
Din ticaretini meslek edinen dinci gruplar, kendilerini meşru göstermek için, akla sığmayacak derecede hileli yolları seçtiler; inanılmaz derecede mağdurluk rolünü oynadılar. Zeytinyağı gibi hep üstte kalmak için öteki kavramını, bir örümcek ağı gibi saran, Yurdumun her yanında sesi yükselen radyo istasyonları, TV kanalları, cemaat evleri, tarikat yuvaları aracıyla durmadan, bıkmadan, ısrarla söylediler, telkin ettiler; her fırsatta yazılı, sözlü ve görüntülü medyada tekrarladılar. Bu öteki ve mağdurluk söylemleriyle toplum üzerinde öylesine bir baskı aracı oluşturdular ki, bir süre sonra söyledikleri yalanlara kendileri de inanmaya başladılar.
Hâlbuki işin aslı, amacı başkaydı, öteki ayırımı ile Ülkemin insanları arasında bölücülük yapmaktı. Bunu da başardılar. İnançları öne sürerek halk arasında ayırımcılık yaptılar. Din ticareti yapan menfaatçi din yobazları vatandaşın dini duygularını yine vatandaşa karşı silah olarak kullandılar.
Birileri insanların din-inanç derecesini, Müslümanlık derecesini, ne kadar Müslüman oldukları ne kadar olmadıkları ayırımını yaparak, Müslüman halk arasında inanç derecelendirmesi yaptılar.
Ülkemin insanlarını birbirine zıt inançlardaymış gibi iki kutba ayırdılar.
Din ticareti yapan bu dinci menfaatperest güruh, insanımızı inananlar ve inanmayanlar olarak ayırıma tabi tuttular. Sanki dinin sahibi onlarmış gibi!?
Sanki kulun dini inançlarının, imanının derecesini onlar tayin ediyormuş?!
Bu sahtekârca yaklaşımla Türk toplumuna yapılabilecek en büyük kötülüğü yaptılar böylece… Ve halen de devam etmekteler!!!
Toplumlar arasındaki sosyolojik, psikolojik, kültürel, ekonomik farklılıklar her dönemde var olmuştur, bundan böyle de var olmaya devam edecektir. Bunun aksini kimse iddia edemez, etmemelidir.
Toplumun bu farklılıkları sadece bir yerde ortadan kalkar; Tanrının huzurunda… Orada kimin zengin, kimin müdür, kimin memur, kimin başbakan, kimin milletvekili olduğuna bakılmaz; Tanrıya karşı yapılan görevlerin samimiyet derecesine bakılarak kararı verecek olan ve derecelendirmeyi yapacak olan da yine Tanrıdır. Sahtekâr din tüccarı yobazlar değildir.
Türk toplumu da tarih boyunca bu farklılıklara sahip oldu. Yüzyıllardan beri Türk toplumu bu farklılıklarla yaşadı, bundan böyle de yaşamaya devam edecektir. Toplumun bir kesimini ötekileştirerek ayırımcılık yapan günümüz ötekicileri ayırımcılık tohumlarını ekmeye devam etmektedirler.
Güya, Atatürk ve cumhuriyet ilkelerine bağlı insanlar elit tabakaymış da kendilerine hayat hakkı tanımıyorlarmış da!!!… Bu yalana ancak cahiller inanabilir. Öyle olsaydı, bugün devletin tüm kadrolarına egemen olabilirler miydi? Bu yalanı sürdürebilmek için de, halk kesimini fukara bırakarak, onları devlete muhtaç varlıklar haline sokarak, sadaka paketlerine muhtaç kılarak, siyasi istismarı yaparak yoluna devam etmektedirler. İşin ilginç yanı, halkı fukara bırakanlar kendileri, çare üretmesi gerekenler kendileri, fakat halkın bu mağduriyetini istismar edenler, onun üzerinden siyasi çıkar sağlamaya çalışanlar yine kendileri…
Ey halkım, sen daha ne kadar bu sahtekârlıklara inanacaksın, kanacaksın!?
Hâlbuki işin aslı tamamen bunun tersi olmakta. Dinci esasa dayalı istismarcılar, kendilerinden başka hiç kimseye hayat hakkı tanımıyorlar. Başkalarını suçlayıp hayat hakkı tanımak istemeyenler, töhmet altında bırakanlar bu ötekicilerdir.
Temizlik ve paklık ifade eden bazı sıfatların gölgesine sığınarak, kendi üstlerinde akan yolsuzluklar, yalanlar, dolandırmalardan oluşan irini başkalarına yamamaya çalışırlar. Özellikle öteki kavramının mağdurluk gölgesine sığınarak, bunu büyük bir sahte marifetle savunanlar, işte bu rakip tanımaz biat kültürü esirleridir.
Devlet idaresini ellerine geçirdikleri andan itibaren, dünya görüşü ne olursa olsun, inanç derecesi ne olursa olsun, millet-vatan-bayrak değerlerine ne kadar saygılı ve sevgi ile bağlı olursa olsun; eğer, kendilerinden olmayan, biat etmeyen bir kişi ise, asla devlet kadrolarında yer vermezler. Bunun ispatı ise yapılan uygulamalardır.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri devletin yetkili mercilerinde bulunabilme kıstası olan deneyim, ehliyet, liyakat, başarı, bilgi kriterleri bu zihniyet için önemli değildir, önemli olan bizden olmasıdır.
Devlette böylesine gerçekleşen kadrolaşma ile kendisinden olmayan herkes ötekileştiriliyor. Belli bir biat ve cemaat kültürü ile yetişmemiş olanlara karşı topyekûn bir dışlama var!. Bu, aynı zamanda karşıya alınanlara karşı topyekûn bir mücadele (örtülü soğuk savaş) demektir.
Devletin tayin ettiği imamın arkasında darülharp devri deyip namaz dahi kılmayan bir zihniyet… Onlar için, kendinden olmayanlara karşı bir nevi cihat ilan etmek, biat ettikleri kişilerin ve kültürün gereğidir. Dolayısıyla karşıdakileri düşman mertebesinde gördükleri için Allah korkusu, vicdani ve ahlaki sorumluluk ikinci planda kalır. Onlar için esas olan, kendi fikrinde -ideolojisinde- olmayanlara karşı güya Allah yolunda cihat etmektir. Bu anlayışa göre kendilerinden olmayan herkes kâfirdir.
Kafire karşı da merhamet olmaz!!!
Peki, bu düşmanlığın kaynağı, sebebi nedir?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu günden beri, laik Cumhuriyet düşmanlarının olduğunu, onu yıkmaya yeminli kadroların zaman içinde yetiştirildiğini yukarıda özetle ifade ettik. Dolayısıyla bütün kin ve nefret laik cumhuriyetedir. Onunla hesaplaşmaktır. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet neyi, hangi ilkeleri temsil ediyorsa, onlarla hesaplaşmaktır amaç.
Bunun için toplum öncelikli olarak inananlar, inanmayanlar olarak bölünmeliydi, bunu başardılar. Ana gaye Cumhuriyet ve laik ilkeleriyle hesaplaşmak olduğuna göre, onu savunan kadroların azaltılması, karşıtlarının çoğaltılması gerekiyordu, bunu da başardılar…
Bunun için ne lazımdı?
İnsan kaynakları ve ekonomik güç.
Şimdilerde oluşan sınırsız yeşil sermayenin kaynağını ve sınırlarını tayin edebilecek bir güç, merkez var mı? Krizin teğet geçtiği saçmalamasına destek olmak ve yandaşlara finans sağlamak üzere, bankalar dışından, bavullarla, kayıt dışı olarak, 17 milyar doların Türkiye sınırlarından içeriye pompalandığını tüm ekonomistler köşelerinde yazıyorlar; kaynağını soruyorlar.
Buna yanıt veren bir Allahın kulu çıktı mı bugüne kadar?
Hayır…
İşte size sınırları ve hesabı, kaynağı belli olmayan yeşil sermaye…
Ekonomik zorluklar içinde devlete muhtaç duruma getirilmiş halkın büyük bir kısmı sessizleştirilip pasif hale getirildikten sonra, rejime yönelik değişimlerin uygulanmasının kolay olacağı muhakkak. Bakınız etrafınıza, bunların tamamına yakını başarıldı mı başarılmadı mı?
Yiğidi öldür hakkını teslim et demişler, doğru sözdür. Cumhuriyetle hesaplaşmayı ideoloji haline getiren bir planlı ve programlı örgütün sabırla işlediği cumhuriyet düşmanlığı, maalesef, çok başarılı olmuştur.
Komünizmi getiren kadrolar bile bu yobaz zihniyetin yarısı kadar örgütlü ve sabırlı çalışmamıştır. Bir ömür boyu nesilden nesle nakledilen cumhuriyet düşmanlığı üzerine kurulu sinsice örgütlenme, adımlarla hedefine varmaktadır.
Devletin her kademesine sızıp pusuda bekleyen dinci güruh, zaman içinde kadrolaşmayı da gafil siyasiler sayesinde fazlasıyla başardı. Sorgusuz sualsiz 24 saat “tek ayaküstünde durma” emrini alan bu biat ordusunun gösterdiği bağlılık ve çalışkanlık dillere destandır.
Cumhuriyetçilere, demokrat geçinenlere ders olsun diye, örnek alsınlar…
Adeta bir robot marifetiyle çalışan, dil bilen, teknolojiyi iyi kullanan kadrolar şu anda devletin pek çok kademesinde yerini almış durumdalar. Gerektiğinde her türlü cambazlığı, kurnazlığı, sahtekârlığı yapmaktan da geri kalmayan kadrolar bunlar… Onlar için, hedefe ulaşmak için, her yol mubahsayılmaktadır. Bu bağlamda ahlak ve vicdan kavramlarının anlamı yoktur. Ötekileştirdikleri halkın beynini, her türlü sahte kanıt kullanılarak yıkamayı da başardılar..
Meşhur deyiştir; sap döner keser döner; devran döner hesap döner… İktidar aracı olarak, dayanak olarak, istismar edilerek kullanılan öteki halk kitleri, bir bakıma iki tarafı keskin bıçağa benzer. Egoları ve midelerine hitap edildiği için şimdilik ikbal beklentisi mülahazalarıyla siyasi iradeye alkış tutmaktalar, şayet zora düşerlerse, başları sıkışacak olursa, sadaka paketleri kesilip pazar filelerine saldırı başlarsa, bu ötekileştirilerek sömürülen kalabalık kitleler, dönen keser gibi sahibinin ayağını yontmaya, hesap sormaya başlayabilir. Kandırdıklarını sandıkları bilinçsiz ve eğitimsiz kitleler birer kelle uçurucu oluverirler.
Bunun örnekleri tarihte mevcuttur.
Sonuç olarak Ülkemizde oynanan bu çirkin oyunu görmek için yüksek tahsile, çok akıllı olmaya, zeki olmaya gerek yoktur. Günlük olaylara kulağınız kapalı değilse, birazcık haber dinliyor ve gazete okuyorsanız, biraz izan, iman ve biraz sağduyu sahibi iseniz oynanan çirkin oyunları anlarsınız. Her söylenene, suratı haktan görünen yalana inanmamak, birinci ilke olmalıdır.
Ek olarak da, duyarsızlıktan arınmak, düşünmek, sorgulamak da her şeyi görmeye ve anlamaya yeterlidir. Ümidimizi kaybetmeden doğruları söylemeye devam etmeliyiz. Umutsuzluk zaten düşmanın silahı demektir. Ülkemin gerçek sağduyulu insanı, en zor şartlarda uyanmayı bilmiştir, yedi düvele karşı mücadele vermiş bir millettir. Gerektiğinde iç düşman işbirlikçilerin de hakkında gelecektir. Bu inanç ve umudu korumamız lazım.
Cumhuriyeti kuran kadrolar, onu yine gelecek için ve devamlılık için gençliğe teslim ettiler. Büyük bozkurt Mustafa Kemal her söylemini ileriye yönelik hedefleri göstermek için kaleme almıştır. Bugünlerde olacakları yıllar öncesinden öngörerek ona göre söylemiyle tarihe not düşmüş, yol göstermiştir…
Ne demiş, Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Başka bir söze gerek var mı?
Yine de bir dörtlükle yazıyı bitirelim:
Çaresizseniz çare sizsiniz,
Dermansızsanız, derman sizsiniz.