Depremin Düşündürdükleri

113

Bir
deprem oldu, bir anda. Bazılarımız normal artçı gibi, kılımızı kıpırdatmadan
sakince izledi. Belki de o an, çoğumuz kızartılmış ekmeklerimizi yiyor,
sütümüzü keyifle içiyorduk uykudan uyanmanın mahmurluğuyla.

Oysa
olay hiç de öyle değildi. Durum vahimdi. Depremi bilenler, ya da yaşayanlar
endişeli bakışlarla, buruk bir yürekle, telaşla izlemeye başlamıştı
gelişmeleri. 7.7 şiddetindeki bir depremin nelere sebep olabileceğini biliyorlardı
çünkü.

Birçoğumuzun
endişe bile duymadığı o anlarda, binlerce vatandaşımız enkaz altındaydı,
mağdurdu, telaşlıydı, perişandı, gözleri yaşlıydı. Hele öğleden sonra yaşanan
ikinci deprem, asrın felaketine sebep olmuştu. Zaman ilerledikçe, haberler
netleştikçe, bilgiler çoğaldıkça “bir
dakika, galiba olay ciddi…”
demeye başladık.

On
ilimizi kapsayan bu felaket, gerçekten de vahimdi. 1999 yılında, Gölcük’deki
depremi yaşayan biri olarak, olayın vahametini anlayabilmekteyim. Daha önce,
“artçı”nın bile ne olduğunu bilmeyen ben. Depremden sonra “bir iki hafta içinde toparlanırız, her şey normale döner” diye
düşünüyordum. Fakat gün geçtikçe, gerçeklerle yüzleşmeye, daha çok üzülmeye,
daha çok tedirgin olmaya başlamıştım.

Bu
depremin, bizim yaşadığımız depremden daha da vahim olduğu ortadadır. Acıları ve
süresi de daha uzun olacaktır. Rabbim maruz kalanlara yardım eylesin, acılarını
dindirsin kısa zamanda yüzleri gülsün.

Depremden
bihaber ve toplumsal olaylara duyarsız kalanların, şimdi gidip, deprem ortamını
yaşamasını isterdim. Gitseler de depremi yaşayamayacak, sonuçları ile
yüzleşeceklerdir. Olsun bu kadarı da ibret almaya, uyanmaya, silkinmeye belki yeterdi.

Artık
gereksiz bencilliklerin, küsmelerin, kızmaların, kırmaların ve kırılmaların ne
kadar gereksiz olduğunu anlamamız gerek mi yor mu? Sevdiğimiz insanları bir
anda kaybedebileceğimizi, şaşaalı eşyalarımızın, nadide yemeklerimizin,
arabalarımızın, katlarımızın, yatlarımızın bir anda yok olabileceğini artık
bilmemiz gerek mi yor mu?

Yemek
beğenmeyen, toplu ulaşım aracına binmeyen, fırının yolunu bilmeyen, yumurtanın
ekmeğin fiyatından habersizlerin, bir anda ekmek kuyruğuna geçebileceğini ne
zaman anlayacağız?

Sevdiğimiz
insanları görmeyi, ziyaretleri, gerçekleştirmeyi düşündüğümüz hayır ve
hasenatları daha ne kadar erteleyeceğiz? Elimizde ne kadar yaşayacağımızın
tapusu var mı acaba? Yoksa kariyer edinme, daha çok kazanma hırsı, makam sevdası,
mı bu duygularımızı engelledi durdu? Oysa “sonra”nın sonrası yokmuş, bunu bu
depremde bir kez daha gördük.

Dün
hayatta olan insanların, eşyaların, evlerin bir kısmı, bu gün yok maalesef.
Canını kurtaranlar, malını kaybetmeye üzülemiyor bile. Şu da görüldü ki; bazen
hayatımız, kurtuluşumuz, dostlarımızın ve iyi insanların gayretlerine, bizi
önemsemelerine, bitmez tükenmez engin sevgilerine, merhametlerine özverilerine
bağlı.

Haberlerlerde,
“94 saat sonra; aç susuz, bitkin, yaralı, moralsiz, yakınlarının ne olduğunu
merak etmenin endişesi içinde” enkazdan çıkarılanların, elleriyle zafer işareti
yaptıklarını görünce, çadırlarda sıcacık ekmeği, ateşin başında tebessümle
yiyenleri gördükçe, hayatımızın pamuk ipliğine bağlı olduğunu, aslında evimizin,
kendimizin ve kalıcı olmadığını, giydiğimiz elbisenin, kullandığımız eşyanın markasının
çokta önemli olmadığını, yediğimiz yemeğin, kurduğumuz sofranın albenili olmasının
da çok önemli olmadığını daha iyi anlamaktayız.

Depremzedeyi
kurtaranın, kurtarılandan daha çok sevindiğini, gözyaşlarına boğulduğunu
gördüğümüzde, pahalı telefonlarımızın, arabalarımızın, yazlığımızın, zenginliğimizin
de bu insani duyguların yanında ne kadar ucuz ve anlamsız kaldığını daha bir
idrak edebiliyoruz.

 Ya da milyonlarca liraya aldığımız konutun
belki de mezarımız olabileceğini, üstümüzdeki paltonun, basit bir battaniyenin,
sıcak bir yudum çayın, çorbanın, ekmeğin, yeri geldiğinde ne kadar kıymetli
olabileceğini de gördük.

Kızını
kaybeden bir anne anlatıyor; “iki gün
evvel kızıma şu evi satın alarak anahtarlarını verdim. Kızıma mezar olacağını
nereden bilebilirdim.”

Bir
başka depremzede; “Dünyanın eşyasını
aldım evime, son teknoloji küçük ev aletleri…Marka marka kıyafetlerle doldurdum
dolabımı. Ama depremden kaçarken ayaklarım çıplaktı… Ne kadar değersizmiş
aslında her şey…. Dünya’da nefes alıyorsan sevdiklerinle birlikte büyük hazine
o, geriye bırakacağın çöp. Dünya’da bir nefes kadar”sın, o da rahat alırsan
nefesini ne mutlu…rahat nefes alalım sevdiklerimizle…”

Mutluluk
sağlıklı ve sevdiklerimizle birlikte olmaktan geçmiyor mu?… Bu dünyaya niye
geldik acaba? Yiyip içip keyif çıkarmaya mı? Bencilce yaşayıp, “acılar ve sevinçler karşısında bana ne
duygusuyla günümüzü gün etmeye mi?

Peki,
maksadımız insan mı olmak, yoksa “gibi” şeklinde taklit olarak mı yaşayacağız? Eğer
adam gibi insan olacaksak; “sevmeyi, saymayı, değer vermeyi, anlamayı, paylaşmayı,
hor görmemeyi, ahde vefayı, yardımlaşmayı, affetmeyi, ötelememeyi, vicdanı,
empatiyi, adaleti, şefkati, mertliği, tevazuyu, yardımlaşmayı, yüreklere
dokunmayı, biz olmayı” vb. bilip içselleştirerek yaşamamız gerekiyor.

Böylesi duyguları
satın alamazsınız, değer biçemezsiniz. Hayatta anlamlı yaşamak, bu değerleri
severek yaşamanızdan geçmektedir.

Kalbini
kırdığımız bir insanın, istesek de gönlünü almaya vaktimiz olmayabilir. Göçük
altında gördük ki, hakkı hukuku geçenlerle helalleşmek istememiz de yeterli
değil. En güzeli kırmamak, üzmemek. Üzmüşsek vakit kaybetmeden telafi etmektir.

Telaşa,
aceleye, hırsa, benciliğe gerek yok. Bazı şeyleri değiştirmek, sahiplenmek
elimizde değil. Neyin hakkımızda hayırlı olduğunu da bilemiyoruz. Kaçırdığımız trene
kızacağımıza, “hayırlısı
diyebilsek. Elimizden gelen gayreti gösterdikten sonra “hayırlısı” diyebilsek. Belki daha huzurlu yaşarız. Bir de hayatın
hayal olduğunu, dostluğun, iyiliğin güzel şeylerin makbul olduğunu anlayabilsek.

Hayat
kısa, kendimiz olalım, insanın değerini bilelim, doğal olalım. Yüreğimize bir
sevgi pınarı akıtalım. Böylesi afetlerden ders almasını bilelim. Kalbimizi güzel
hasletlerle besleyelim. Unutmayalım ki, zenginlik, makam emanet. Kalıcı olan
insanlık. Sevdiklerimizin kıymetini bilip kalbini kırmayalım. Emanet olan
canımızı, ne zaman nerede nasıl teslim edeceğimiz inanın belli değil.

 Bu depremde, emeği ve gücü ile eşya ve parası
ile gönlü ile katkıda bulunanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Minnetimi,
şükranlarımı, takdirlerimi bu koca yürekli güzel insanlara gönderiyorum.

Gün,
yüreğimizin sesini dinleme,  gönüllere
dokunma zamanıdır. Sevgimizi, imkânlarımızı paylaşma günüdür. Acılarımıza,
üzüntülerimize, sıkıntılarımıza derman olma günüdür. Biz olma, el atma,
yaralarımızı sarma günüdür. Çare arama, çare olma, moral verme, dayanışma,
yardım etme günüdür. Kalbimizle, dualarımızla acısı olanların yanında olma
günüdür.

Rabbim
hayatını kaybedenlere, rahmetler nasip eylesin. Yaralılara acil şifalar,
yakınlarını kaybedenlere sabırlar, metanetler diliyorum.

Sevgiyle
kalın…