Değerli Devlet Adamı Rahmetli Alparslan Türkeş’in Ardından…

90

1

Rahmetli
Türkeş’i tanımak, onunla aynı idealleri, fikirleri ve heyecanı paylaşabilmek
bir Türk aydını için en büyük şereftir. Kendisini 1960’lı yılların sonlarında
tanıma şansına sahip oldum. Hangi açıdan bakarsak bakalım 2000’li yıllarda
eksikliğini sürekli hissediyoruz. Meslektaşım ve ağabeyim İ.Ü. İktisat
Fakültesi Sosyoloji ve Metodoloji Araştırma Merkezi öğretim üyelerinden rahmetli
Prof. Dr. Mehmet Eröz ile yine Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan idealist insan İ.Ü.
Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun bu
tanışmada büyük payları olmuştur. O tarihlerden bugüne çok çileli, inişli,
çıkışlı günler geçirmesine rağmen, rahmete kavuştuğu ana kadar Alparslan Türkeş
davasına ve Türk Dünyasına olan kalbi bağlılıktan, Türk milliyetçiliğinin
bayraklaşan ismi ve lideri olmaktan bir an bile uzak durmamıştır. Aslında O,
devletin yapması gereken bir kamu hizmetini yerine getiriyordu: Türk gençliğine
sahip çıkmak, ona rehberlik yapmak ve geleceğin teminatı olan gençleri Türklük
aleyhine faaliyet gösteren mihraklardan uzak tutmak için gerekli uyarıları
yapmak ve onlara milli kimliklerini hissettirmek, vatan sevgisini aşılamak.

Bu ulvi gaye
ve hizmet yolunda kendini etnik özürlü gören, Türk milletine mensup saymayan,
zihinleri aşırı sol ideoloji veya siyasi ümmetçilik ile işgal edilmiş ve
dondurulmuş çevrelerce devamlı saldırılara, haksız ithamlara hedef oldu. Türk
toplumuna kendisi ve Türk milliyetçileri demokrasi düşmanı şiddet yanlısı ve
aşırı uç olarak takdim edildi.  Aşırı
uçlar şeklindeki yaklaşım zihinlerde sürekli bulanıklık ve belirsizlikler
yarattı. Bu şekildeki bir takdim bazılarının belki siyasi çıkarlarına ve siyasi
geleceklerine hizmet ediyordu ama Türkiye’nin menfaatleri ve geleceği ile taban
tabana zıttı. Yeri geldiği zaman kendilerine demokrat sıfatını uygun gören,
ancak içlerine bir türlü demokrat olmayı sindirememiş bazı yazarlar, siyasiler
ve bazı özel kanal programcıları hep rahmetli Türkeş’i kötülediler ve karalamak
istediler.  Aslında bunlar bindikleri
dalı kesiyorlardı. Anti devletçi ve anti milliyetçi tahriklerle ve
yönlendirmelerle vakit geçiren bazı yayın organları daha çok yurt dışından
güdümlenen bazı merkezlere hoş görünme gayreti içindeydiler. Bunların bir kısmı
ise bugün gerçekler önünde mahcup oldular ve partilerüstü bir politika izleyen,
milli endişe ve hassasiyete sahip, demokrasiyi mutabakat ve işbirliği olarak
anlayan bu büyük insanın manevi huzurunda adeta günah çıkarmakla dikkat çeker
oldular. Peki, Türkiye’nin günahı neydi? İnsanları neden yanlış kamplara
sürüklediler? Milliyetsizliği, vatansızlığı, devletsizliği hedef alan sağda ve
aşırı solda yer alan bazı çevreler doğruların ve gerçeklerin yanında yer almayı
neden bu kadar geciktirdiler? İdeolojik çatışmaların ön plana çıkarıldığı soğuk
harp döneminin bitmeyeceğini mi zannettiler? 
Türk milliyetçiliğine dost olacak insanları düşman haline getirdiniz ve
kendi toplumu ile kültürü ile yabancılaştırdınız. Eğer, geç bile olsa, bugün bu
soruların cevabı bazılarınca doğru olarak ortaya konmak eğiliminde ise, bu
gelişme bile ülke için bir kazançtır.

Ülkemizde
dikkat çeken bir yanlış da milliyetçilik ile ırkçılığın maksatlı olarak
birbirine karıştırılıp milliyetçileri suçlama alışkanlığıdır. Milliyetçilik
kültürel değerlere bağlı (endeksli) bir kavramdır. Irkçılık ise; sosyal
olayların sebep ve sonuç ilişkilerinde biyolojik ve genetik özelliklere bağlı
kalmaktır. Milliyetçilik kendi milliyeti dışındakileri aşağılamak, dışlamak
değil; başkaları ile Dünyayı eşit, adil, anlamlı ve istismar edilmeden paylaşabilecek
şuur ve olgunluğa erişmedir. Tarihte sürekli olabilmenin garantisidir. Rahmetli
Türkeş de ırkçılıkla milliyetçiliği ayıran milliyetçi bir liderdir. Bizim
kültürümüzde ırkçılık virüsü bulunmamaktadır. Eğer varsa farklılıklar üzerinde
birlik arama prensibi hâkimdir. Ancak kendi kendini inkâr edip egemenlikten
vazgeçip egemenliği paylaştırmak da yoktur. Milliyetçilik konusunda son
yıllarda değerini daha çok anladığımız Mustafa Kemal Atatürk “bizim
milliyetperverliğimiz, başka milletleri küçümsemeyen, mağrur olmaya yer
vermeyen bir milliyetçiliktir. “ şeklinde milliyetçiliği yorumlamaktadır.(1)  Milliyetçilik ne bir tören malzemesi, ne dışa
kapanma, ne de duygusal düşmanlıktır. Aslında isteseniz de dünyaya
kapanamazsınız. Milliyetçilik, bir ideoloji değil; o sürekli ülke yararına
çalışan bir pratiğin adıdır. Milliyetçilik, öncelikle Türk milletine mensup
olma şuurunu paylaşmaktır.Aslında milliyetçilik ne dışa kapanmadır; ne sadece
duygusallık, ne de basit bir düşmanlıktır. Dış politikadan ekonomiye ve
çevreciliğe kadar ülke çıkarlarını koruyarak geliştirmek şuur ve olgunluğudur. Genelde
kabul edildiği gibi çağımızın yükselen bir değeridir. Belirli bir tavır alışlar
bütünüdür. Kendi milliyeti dışındakileri aşağılamak ve dışlamak bize
yabancıdır. Milliyetçilik duygu ve şuuru herhangi bir sınıfın, tabakanın,
etnisitenin, sosyal grubun ve bir dönem Batı’da olduğu gibi şehirlilerin
(burjuvazinin) tekelinde olamaz. Bundan dolayı göreceli bir anlayışla Türk
Milletini burjuvazinin gelişmesinden doğan bir geçiş toplumu olarak vasıflandıramayız.
Türk milliyetçiliği bir seçkinler hareketi de değildir. Hangi sosyal sınıfa,
etnisiteye, mezhebe, bölgeye mensup olursa olsun; fertlerin ülke çıkarlarına
sahip çıkabilmeleri, milli menfaatlerden vazgeçmeme şuuruna sahip olmalarıdır. Mesleği,
etnisitesi ve statüsü ne olursa olsun…(2) Rahmetli Türkeş’i cahilce ırkçılık
ile suçlayanlar ya ırkçılığın ne olduğunu bilmemekte ve buna şahit olmayanlardır,
ya da milliyetçiliği kendileri ve işbirlikçileri için engel olarak görenlerdir.

Bu bakımdan milliyetçiliğin
Batılı tanımları Türk tarihindeki tanıma uymamaktadır. Doğu toplumlarında ve Türk
milletinde Çin’e karşı milliyetçilik yapılmak zorunda kaldığımız çağlarda Orhun
Abidelerine kazıldığı gibi ne Doğu’da ve ne de Batı’da ne burjuvazi, ne de
kapitalizm vardı. Sosyal bilimlerde konulara itibari (göreceli, relativist) yaklaşma
geleneği ve mecburiyeti vardır. Bu anlayış bizi basit ve kolay genellemelerden
uzaklaştırır.

Milliyetçilikle
demokrasi arasında yakın bir ilişki vardır. Demokrasi sosyolojik açıdan
kalabalıkların rejimi değil; neden ve niçin bir arada bulunduklarının şuuruna
sahip, bazı farklara rağmen; ortak mutabakatları gelişmiş milletleşmiş
toplumların rejimidir. Demokrasinin gelişmediği bölge ve ülkelerde milliyet
yerine etnik ve mezhep şuuru öne çıktığından milletleşme sağlanamaz ve yabancı
işgallere karşı Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi direnilemez. Çünkü bu gibi
toplumlarda etnik ve mezhep çatıştırmaları sürekli haldedir. Bu bakımdan
milletleşme demokrasinin alt yapısını oluşturur. Sadece bir parçayı esas alan
etnikçilik ve mezhepçilik yapan gruplar bütünü reddettikleri için demokrasi ile
de çelişirler. Böyle gruplardan meydana gelen toplum yapısı tamamlanmamış
devlet ve kararsız toplum manzarası çizerler.

Değerli bilim
adamı Erol Güngör bu konularda bize ışık tutmaktadır. O’na göre, Türk
milliyetçiliği bir kültür hareketi olarak ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi
hareket olmasıyla da otoriter idare sistemlerini reddeder. (3)  Türk milliyetçiliği değişik sistem ve
rejimlerle özdeşleştirilemez. Türk milliyetçiliği ifadesi Orta Asya’da taşlara
kazınırken insanlık tarihi henüz ne faşizmi; ne de nasyonel sosyalizmi
tanıyordu. Bunlardan alacağımız herhangi bir tarihi ders de yoktur. Milletten
ırkı ve ırkçılığı anlayan ve milliyetçiliği reddeden siyasi ümmetçilerin
yanlışlarına düşmemek gerekir. İslam ümmeti farklı milli devletlerden meydana
gelir. Türk milletine mensubiyet şuuru ile İslam alemine mensubiyet birbiriyle
çelişmez. Bunlar farklı şeylerdir. Bu konuda İskender Öksüz’ün bir eserinde
konuya yaklaşımı dikkat çekicidir: “…milleti ırka eşitleme gayretindeki bir
başka grup da siyasi ümmetçilerdir. Onların kelime haznesi cahiliye döneminde
kavim denilen klancı kültürle sınırlı olduğu için milleti klana, klanı da ırka
eşitlerler. “(4) Bu çarpık anlayışın sonucu olarak bazıları Türkiye’de sadece
Türk milletinin bulunmadığını, başka milletlerin de bulunduğunu
söyleyebilirler. Türkiye sadece Türklerin değildir ifadesi de bu çarpıklığın
bir sonucudur.

Önemli fikir
adamlarımızdan ve maalesef ırkçılıkla suçlanan Nihal Adsız ve kardeşi Necdet
Sancar “biz laboratuvar ırkçısı değiliz; Türk, Türk ırkından gelenlerle en az
Türk ırkından gelenler kadar kendini Türk hissedenlere denir” şeklinde açıklama
yapmışlardır.(5) Maalesef ülkemizde insanları kolay etiketleme görülmektedir. Kişilerin
yazdıkları ve söylediklerinden çok kulaklara fısıldanan peşin hükümlü
yönlendirmelerle insanlarımız birbirinden istifade edemeyecek ölçüde
uzaklaştırılmıştır. Biz ve onlar şeklindeki kısır bir ayırımcılık daima süre
gelmiştir.

Rahmetli Türkeş
Türkiye üzerindeki oyunların farkında olan, günlük olaylara göre yön çizmeyen,
ufku geniş, teröre karşı alınacak tedbirlerin de ülkeden ülkeye
değişebileceğini düşünen bir devlet adamıydı. Türkiye’deki terörün kaynağını ne
demokrasi eksikliğinde ve ne de bölgesel az gelişmişlikte görüyordu. Hedef dün
Osmanlıydı bugün de T.C.’dir. Türkiye’nin üniter yapısını, toprak bütünlüğünü,
milli devlet anlayışını hedef alan Sevr hayranlığı bazılarında nüksetmişti.
Kendilerine dış destek de ihmal edilmiyordu. Sorunların çözümlerinde de kolay
ve basit genellemelere ve taklide gidilmemesi gerektiğine inanırdı. Rahmetli
Türkeş Kürtleri asla temsil etmeyen onun bunun oyuncağı terör örgütü ile halkı
ayırmanın gerektiğine inanırdı.  DEVAM EDECEK

Önceki İçerikİşte Kur’an Yolu Bu!
Sonraki İçerikDevlet Başkanını Kim ve Neden Dinlemiyor?
Avatar photo
1944 İstanbul doğumludur. Orta Öğrenimini Maarif Kolejinde, yüksek öğrenimini İktisadî ve İdari Bilimler Yüksek Okul'unda tamamlamıştır. 1967'de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne asistan olarak girmiştir. Ord. Prof. Dr. Z.F. Fındıkoğlu'na asistanlık yapmıştır. 1972'de "Bölgelerarası Dengesizlik" teziyle doktor, 1977'de "Orta Teknik Eğitim-Sanayi İlişkileri" teziyle doçent, 1988'de de profesör olmuştur. 1976 Haziranında yurt dışına araştırma ve inceleme için giden Erkal 6 ay Londra ve Oxford'ta inceleme ve araştırmalar yapmış, Doçentlik hazırlıklarını ikmal etmiştir. 1977 yılında hazırladığı "Orta Teknik Eğitim-Sanayi İlişkileri" isimli Eğitim Sosyolojisi ve Eğitim Ekonomisi ağırlıklı tezle Doçent olmuştur. 1988'de Paris'de, 1989'da Yugoslavya Bled'de yapılan milletlerarası UNESCO toplantılarında ülkemizi birer tebliğle temsil etmiştir. 1992 Yılında Hollanda'da yapılan Avrupa Konseyi'nin "Avrupa'da Etnik ve Cemaat İlişkileri" konulu toplantısına tebliğle katılmıştır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi dışında dönem dönem Harp Akademilerinde, Gazi Üniversitesi'nde, Karadeniz Teknik (İktisadi ve İdari Bilimler Yüksek Okulu) ve Marmara Üniversitelerinde de derslere girmiştir ve konferansçı olarak bulunmuştur. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümü ve İktisat Sosyolojisi Anabilim Dalı Başkanı, Metodoloji ve Sosyoloji Araştırmaları Merkezi Müdürü, İstanbul Üniversitesi Senato Üyesi, Aydınlar Ocağı Genel Başkanı ve İstanbul Türk Ocağı üyesi olan Prof. Dr. Erkal'ın yayımlanmış ve bir çok baskı yapmış 15 kitabı ve 700 civarında makalesi vardır. Halen Yeniçağ Gazetesi'nde Pazar günleri makaleleri yayımlanmaktadır. Prof. Dr. Erkal evli ve üç çocukludur. Dikkat Çeken Bazı Kitapları : Sosyoloji (Toplumbilimi) (İlaveli 14. Baskı), İst. 2009 Orta Teknik Eğitim-Sanayi İlişkileri, İst. 1978 Bölgelerarası Dengesizlik ve Doğu Kalkınması,(2. Baskı), İst. 1978 Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Ankara 1984 Bölge Açısından Az Gelişmişlik, İst. 1990 Etnik Tuzak, (5. Baskı), İst. 1997 Sosyolojik Açıdan Spor, (3. Baskı), İst. 1998 İktisadi Kalkınmanın Kültür Temelleri, (5. Baskı), İst. 2000 Türk Kültüründe Hoşgörü, İst. 2000 Merkez Binanın Penceresinden, İst. 2003 Küreselleşme, Etniklik, Çokkültürlülük, İst. 2005 Türkiye'de Yolsuzluğun Sosyo-Ekonomik Nedenleri, Etkileri ve Çözüm Önerileri (Ortak Eser), İst. 2001 Ansiklopedik Sosyoloji Sözlüğü (Ortak Eser), İst. 1997 Economy and Society, An Introduction, İst. 1997 Yol Ayrımındaki Ülke, İst. 2007 Yükseköğretim Kurumlarının Bölgelerarası Gelişme Farklılıkları Açısından Önemi ve İşlevleri, İTO, İst. 1998 (Ortak Araştırma)