5.3 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 9

Gazze’nin Gözyaşları

İşgalci İsrail’in Gazze’ye yönelik acımasız saldırıları dayanılmaz bir hal aldı. Özellikle kadın ve çocuklara saldıran soykırımcılar, son 24 saatte 26 kişiyi daha katlederek 50 bin 695 insanı şehit etti.

Gazze’deki Sağlık Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada, İsrail’in Gazze’de devam eden saldırılarında yaşanan can kayıpları ve yaralanmalara ilişkin son bilgiler paylaşıldı. Son 24 saatte hastanelere 1’i enkaz altından çıkarılmak üzere 46 ölü ve 183 yaralı getirildiği kaydedildi.

İsrail ordusunun 19 Ocak’ta varılan ateşkesi bozarak, 18 Mart’tan bu yana düzenlediği saldırılarda 1042 Filistinlinin hayatını kaybettiği, 2 bin 542 Filistinlinin de yaralandığı belirtildi.

İsrail’in Gazze Şeridi’ne 7 Ekim 2023’ten beri düzenlediği saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısının, 50 bin 399’a, yaralıların sayısının da 114 bin 583’e yükseldiği kaydedildi. Gazze Şeridi’nde enkaz altında hala binlerce ölü olduğu belirtiliyor.

Filistin resmi ajansı WAFA’ da yer alan habere göre İsrail ordusu, bazı evleri tahrip ederek ateşe verdi. Bazılarını da askeri karargâha dönüştürdü. İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nin güneyindeki Han Yunus kentine yönelik saldırısında Filistinli gazeteci Muhammed Salih el-Berdevil eşi ve 3 çocuğu hayatını kaybetti.

İsrail ordusu, zorbalığını ve barbarlığını sürdürerek, baskınlarını ve sivilleri evlerinden zorla çıkarmayı sürdürüyor. İşgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te, Filistin topraklarını gasp eden İsraillilerin saldırılarında; 168’i çocuk 930 Filistinli yaşamını yitirdi, 7 bine yakın kişi yaralandı.

İsrailli avukat ve politikacı Ben-Gvir yaptığı paylaşımda, cezaevinde tutulan Filistinlilerin durumlarının, kendi döneminde kötüye giden koşullarından övgüyle bahsederek, şu ifadeleri kullandı: “Eşya bulundurmak yasak, kantin yasak, 15 dakika duş imkânı, bir saat açık hava, büyük buzdolabı yasak, düşük porsiyonlu öğünler, temsil hakkı yok, eğitim yok, diş tedavisi yasak, estetik tedavi yasak.”

Filistin Kurtuluş Örgütüne (FKÖ) bağlı Esirler Heyeti ile Filistin Esirler Cemiyeti tarafından yapılan açıklamaya göre, İsrail hapishanelerinde çocuk ve kadınların da olduğu yaklaşık 9 bin 500 Filistinli tutuklu bulunuyor.

Gazze’deki hükümetin Medya Ofisinden yapılan açıklamada, “İsrail işgal güçleri, Gazze’deki 2,4 milyon Filistinliye yönelik yeni bir suç işledi. 1 ay boyunca un, insani yardımlar ve yakıtın girişini engelleyerek, tüm fırınların tamamen kapanmasına ve açlık krizinin derinleşmesine yol açtı. Bu durum, sivil halkın hayatını ciddi tehdit ediyor.” ifadesi kullanıldı.

“Gazze’yi unutmamak, destek çağrısında bulunmak, bu zulmü nefretle kınamaya devam etmemiz gerekmektedir. Soykırım sürerken, Gazze halkının kendilerini unutulmuş hissetmelerinden daha kötü ve vahim bir şey yoktur. Bu soykırımı hatırlatmak, sahiplenmek, kınamak ve davayı canlı tutmak insani ve kardeşlik borcumuzdur.

Bir futbol takımının zaferini kutlayan, sofralarımızdaki türlü türlü yemeklerin fotoğraflarını medyada paylaşanlar bizler, Gazze’yi hatırlamazsak, Gazze halkını üzmüş, küstürmüş ve şu mesajları göndermiş oluruz:

– Gazze halkına: “Sizi unuttuk. Sizden ve derdinizden bıktık.”

– Katillere: “Suçlarınıza devam edin, sonuçlarından korkmayın.”

– Gazze için gösteri yapan Batılılara: “Kendinizi yormayın, hükümetlerinize baskı yapmayın. Biz Müslümanlar bile din kardeşlerimizi artık umursamıyoruz.”

-Müslüman ülkelerdeki yöneticilere: “Halkınızı daha da duyarsızlaştırabilirsiniz. Biz Gazze’de yapılan zulüm için  artık üzülmüyor, öfkelenmiyoruz, siz de dert etmeyin, keyfinize eğlenmenize devam edin.”

-Kendimize: Peygamberimizin; “Müminler birbirlerini sevmede, merhamette ve şefkatte bir beden gibidirler; onlardan bir organ rahatsız olursa, bedenin tamamı ateş ve uykusuzlukla ona karşılık verir…” Uyarısı beni ilgilendirmiyor.

Bundan da ötesi; Gazze halkına tam 50 yıldır hacca ve umreye gitme izini verilmiyor. 65 kilometre uzaklıktaki Kudüs’ü görmeleri yasak. Şu an 50 yaşındaki biri az ilerisindeki Kudüs’ü hiç görmedi.

Gazze’de her sokakta en az 20 kamera var. Bir evde kaç kişi yaşıyor, o eve giren çıkan kimlerdir, pazardan ne alıyorlar, ne okuyorlar, ne zaman düğün yapıyorlar, hangi gün bebekleri doğdu, hangi gün kaç kişi öldü vb. Hepsini kayıt altında tutuyor İsrail.

45 kilometre karelik bir alanın içinde iki buçuk milyon insan tam 50 yıldır bu şekilde yaşıyor. Yaşamak için çırpınıyor. Başka ülkeleri hiç bilmiyorlar. İsrail’in izin verdiği kadar portakal, muz giriyordu Gazze’nin içine. Yani başka meyveleri ve sebzeleri hiç bilmiyorlar.

Gazze’nin çocukları büyüyor, yaşlanıyor ama hiçbir zaman ceviz veya fındık nedir, nasıldır bilmiyor. Dünyayı kitaplarda okudukları kadar biliyorlar. 50 yıldır İsrail haftada üç gün elektrik ve su veriyordu. Kuyular olmasaydı insanlar yıllar öncesinde susuzluktan ölecekti. Son bir aydır hiç elektrik ve internet yok Gazze’de.

Savaştan önce Gazze’den çıkmanın belli şartları vardı. Başka bir ülkenin üniversitesinde tıp, mühendislik gibi bölümleri kazandıysan ve o ülke seni kabul ettiyse ancak eğitim amaçlı çıkabiliyordun. Lakin hukuk okumak isteyenler çıkamıyordu.

Gazze’de 17 tane üniversite vardı savaştan önce. 790 orta ve lise eğitimi veren okul ve 800 Bin öğrenci vardı. Çok katlı ve lüks binalar vardı. Bir tarafı deniz diğer tarafı zeytin, hurma bahçeleri olan yeşillik bir yerdi. Şimdi hiçbiri yok. Gazze çöl, Gazze harabe, Gazze batmaya yüz tutan bir güneş artık… Karanlığa gömülen, açlığa mahkûm edilen, ağlamaya, üzülmeye bile takatleri kalmayan öksüzler, yetimler, biçareler yurdu artık…

Biz özgürüz, onlar ise 3 bin yıldır yaşadıkları topraklarda şimdi esir hayatı yaşıyor. 18 aydır Gazze’nin çocukları açlık ve susuzlukla mücadele ediyor. Ebegümeci yiyerek hayatta kalmaya çalışıyorlar. 26 Bin çocuk hem yetim hem de öksüz kaldı. Çoğunun kolu bacağı yok. Anestezi olmadığı için uyutulmadan kesiliyor o kollar bacaklar.

Katil Netanyahu; “Bizim savaşımız bitmedi. Sadece Gazze şeridi değil, Ortadoğu haritasını değiştireceğiz” diye dünyaya meydan okuyor. Suriye’nin topraklarını işgal ediyor. Sonra da alelacele ABD’ye koşuyor. Arsızlığıyla, kocaman yalanlar söyleyerek Tramp’ a yalvarıyor: “Türkiye Suriye’yi kontrolüne aldı ve gelip kuzeyden sınırımıza dayandı: Eyy Amerika bizi Türkiye’den koru ve aramızı bul” diyor.

Katil İsrail, Gazzeyi yutma, Lübnan’ı karıştırma ve Suriye’yi parçalama peşindedir. Bu yüzden bizi uzak tutmak için, Türkiye’yi hedef alan porovokatif açıklamalarda bulunmaktadır.

 Dünyanın bütün iyi insanları birleşip İsrail katiline, “dur artık” diyemedik. İyiliğimizi kalbimize gömdük. Gayretimizi içimize yutkunduk. Gözyaşlarımızı kendi acılarımıza sakladık… Bir avuç azgın soykırımcıyı durduramadık. Bu utancın ağırlığını daha ne kadar taşıyacağız?

Ey!.. duyarlı, kalbi yaralı vicdan sahibi insanlar!.. Gazze’de korkunç bir soykırım var. Zulüm var, işkence var, açlık var… Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve insanlık ölüyor. Suçsuz, masum bir millet acımasızca yok ediliyor… Kulaklarını bu çığlığa kapama ne olursun. Acını paylaş, duygularını dile getir, zulmü kına, yaşanan vahşeti dünyaya duyur. Kalbinle bu masum insanların yanında ol… Gazze’ye bir soluk nefes ol…

Sevgiyle kalın…

Yaratan  ve  Yaratılanlar 

     Âlemde görüyoruz ki ruh sahipleri; şuur / bilinç ve aklen olmasa da, hissen ve fıtraten / yaratılışları gereği hissediyorlar ki; herbiri hadsiz / sayısız bir acz ve zaaf içindedirler. Hadsiz düşmanları ve sayısız kendilerini incitenleri vardır. Hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içindedirler. Hadsiz ihtiyaçları ve talepleri vardır. İktidar ve sermayeleri ise, bunların ancak binden birine bile, kâfi gelmemektedir. Bu sebeple bütün kuvvetleriyle bağırır, çağırır ve ağlarlar. Mânen ve fıtraten yaratılışları gereği, âdeta yalvarırlar. Kendilerine mahsus ses, lisan ve dilleriyle dua ve niyazlarla, bir çeşit dualarla; sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın dergâh ve kapısına sığınırlar. İşte onlar bu durumdayken; birden görüyoruz ki, o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen, her derdini ve zararını anlayıp yalvarmasını ve fıtrî duasını işiten biri var ki, Mutlak Alîm, Hakîm ve Kadîr olan bir Zât olan Yüce Allah’tır. Onların imdat ve yardımlarına yetişir. Bütün istediklerini yerine getirir. Ağlamalarını gülmeğe, bağırmalarını teşekküre çevirir.

Asıl  Ömür

     Bilelim ki, dünkü gün elimizden çıktı. Yarın ise elimizde senet yok ki, ona sahip olalım. Öyle ise, asıl ömrümüzü; bulunduğumuz gün bilelim. En az günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, asıl istikbal / gelecek için teşkil olunan ve ahiret sandığı hükmünde olan ibadete ayıralım. Hem bilelim ki, her yeni gün; hem bize hem herkese, yeni bir âlemin kapısıdır. Eğer bu yatırımı yapmazsak; o günkü âlemimiz karanlık ve perişan bir hâlde geçmiş olur. Üstelik Âlem-i Misal / Ruhanî Âlem’de    aleyhimizde tanıklık eder.

     Eğer bu manevî yatırımı yaparak; o âlemin Yüce Yaratıcısı’na yönelirsek; birden, bize bakan âlemimiz nurlanır ve aydınlanır. O âlemin karanlıklarını giderir. Dünyamızdaki herc ü merclik yani karmakarışıklık hâli; hikmetli / gayeli bir intizam ve düzene bürünerek; çok anlamlı bir hâl alır.

    “Allah, göklerin ve yerin nûrudur.” âyetinden bir nûr; kalbimizi sarar.

     Evet, her günümüzdeki o bir saatlik manevî yatırım; ileride lehimizde şahitlik yapmak üzere, emniyet içinde muhafaza edilir.  

Yol  İkidir

     Yol ikidir. Ya sükût etmek / susmaktır.

     Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır.

     Veya sıdk / doğru söylemektir.

     Çünkü İslâmiyetin esası sıdktır.

     İmanın hâssası / husûsiyeti sıdktır.

     Bütün kemâl / olgunluklara ulaştırıcı sıdktır.

     Yüksek ahlâkın hayâtı sıdktır.

     İlerlemenin merkezi sıdktır.

     İslâm Âlemi’nin nizâmı sıdktır.

     İnsanları faziletlerin zirvesine ulaştıran sıdktır.

     Sahabeleri bütün insanlara üstün kılan sıdktır.

     Hz. Muhammed’i insanlık derecelerinin en yükseğine çıkaran sıdktır.

İmanın  Altı Rüknü

     İmanın altı rüknü / esasının; birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Her birisi umûmunu isbât eder. İster, iktiza eder / gerektirir. O altı öyle bir küll ve küllîdir / bütündür ki, parçalanma kabul etmez. İnkısâmı / bölünmesi imkânsızdır. Nasıl ki kökü göklerde Tûbâ ağacı gibi her bir dalı, her bir meyvesi, her bir yaprağı; o koca ağacın küllî, tükenmez hayâtına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zâhir / görünen o hayâtı inkâr edemeyen, bir tek muttasıl / bitişik yaprağın hayâtını inkâr edemez. Eğer etse, o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri / inkârcıyı tekzîb edecek / yalanlayacak, susturacak. Öyle de, iman altı rükünleriyle aynı vaziyettedir.

Gazze Turnusolü

Bir zamanlar haftanın beş gününü çarşı merkezinde değerlendiren ben, artık daha münzevi bir hayatın içindeyim. Bugün bir nedenle çarşıya çıktım. Mehmet Akif’in Bülbül şiirinde ifadesini bulan “Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım.” ruh haliyle dolaşıyordum.

Telefonuma göz attım; batarya, %3 enerji kaldığını gösteriyordu; panikledim.

Telefonumun şarjı biterse ben dünya ile nasıl temas kurabilecektim, arayanlar beni nasıl bulabilecekti, yapmam gereken konuşmaları nasıl gerçekleştirebilecektim? Hele okumam gereken haber ve mesajlar ne olacak? Biraz da kendime kızdım; bu kadar da tedbirsiz, gafil olunmaz ki! Bağımlı olmanın doğurduğu çaresizlik zonkladı beynimde.

Öfke, çaresizlik, gaflet, kızgınlık sözcükleri bana hep Gazze’yi hatırlatıyor. Ümmü Rezzan’ın yüzü yaralı, duruşu gururlu fotoğrafı canlanıyor zihnimde. “Eşim, gözlerimin önünde şehit oldu. Yetim oğlumun bacağı koptu, başörtüm ile bacağını bağlayıp 4 km taşıdım. Az önce oğlum şehit oldu. Elimden bu geliyordu, bunu yaptım. Başörtüm bile işe yaradı. Müslümanlar başımdaki kanlı örtüm kadar fayda vermedi bize.” diyor Ümmü Rezzan.

Gafletin sonucunu düşündüm. İsrail’in kuruluşunda, bugüne kadar izlediği genişlemeci politikalarda yeterli direnç ve dirayet gösterilseydi bu trajedi yaşanır mıydı?

Dünya Müslüman Alimler Birliği çağrı yapmış. İlk maddesinde: “Filistin topraklarındaki Siyonist işgale karşı cihat, gücü yeten her Müslüman için farzdır.” denmiş. Bunun kaçıncı çağrı olduğunu hatırlamıyorum. Buna rağmen, onurlu direniş gösteren, her şeyini kaybeden bir halka karşı bu duyarsızlık, bu his yoksunluğu neden?

Bazen, İsrail adlı ülkeyi nasıl mahluklar yönetiyor diye soruyorum. İki ton bombayla insan bedenlerini göğe fırlatanlar, bir katliam sonrasında yaralıları tedaviye giden on beş sağlık görevlisini ambulanstan indirerek gözlerini bağlayıp kurşuna dizenler, insan dışı bir canlı türü olmalı diyorum. Şairin: “Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu, / Selahaddin-i Eyyubi’lerin, Fatih’lerin yurdu.” beytini mırıldanıyorum.

Kendimi bir Gazzelinin yerine koyuyorum. Onlarda zaman kavramı yok. Her an ölümle yüz yüzeler. Yüzde üçlük şarjın bende yaptığı panik, Gazzeli bir baba, anne ve çocuk için ne anlama geliyor? Korku, öfke, telaş, üzüntü, intikam, cihat, şehadet gibi kelimelerin bana anlattıkları ile elli binden fazla şehit veren Gazzelilerle aynı mı? Her türlü maddiyatının yanında zamanı hatta ölümü bile tükettiği için tüketme ve tüketilme endişesi dahi duymayan yiğit, mücahit insanların manevi huzurunda, Mehmet Akif’in Kurtuluş Savaşı yıllarındaki iklimini, mahcubiyet duyarak, teneffüs ediyorum: “Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? / Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı! / Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun! / Yandık diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!”

Uğursuz gecelerin sabaha kavuşması ilahi yasanın gereği. Bazı geceler uzun olur; gecede don olur, soğuk olur. Bazı gecelerde çakallar, kurtlar her yeri talan eder. Hainler, vahşiler, yarasalar sever geceleri. Şeytan, gecelerin patronudur. Karanlık geceler; kötülerin, kötülüklerin, kaosun, curcunanın panayır vaktidir. Biz, gündüzün şerrinin, gecenin hayrından daha hayırlı olduğuna inanırız. Karanlık ruhlar; gece olsun isterler, kargaşa olsun isterler; isterler ki huzur olmasın, vahşet olsun. Ne kadar vahşet, o kadar saadettir bir Yahudi soyundan gelen veya Yahudileşen mahluklar için.

İsrail, küçük Amerika; Amerika büyük İsrail demek. Bu büyük gücün karşında hiçbir silah gücü direnme birikimine sahip değil. İnsaf, anlayış, hoşgörü, vicdan beklemek; ham hayal. “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” diyen şair, değişmez bir sosyolojik hakikati bir asır önce haykırmış. O halde, şeytani, kan emici güce karşı yüreklerin topluca vurması için duyguda, inançta, kıvançta, tasada, ülküde bir ve beraber olmak zorundayız. Kıblesi, davası, duası aynı olanların, tarihi şekillendirdikleri yine sosyolojik hakikattir.

Bakara suresi 138. ayetteki “Allah’ın boyası ile boyanın”, Al-i İmran suresi 103. ayetteki “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.” buyrukları, özellikle şu zamanda en doğru kılavuz olarak gözümüze ve gönlümüze ışık olmalı, yolumuzu aydınlatmalı.

Beyaz Yürüyüş- Büyük Hekim Buluşması(3)

Hekim hastalığa bakarsa tedavi eder. Bu adam sana lazımdır” Kutadgu-Blig.1070

Bir önceki yazımda 14 Mart tıp bayramı vesilesi ile tabip odalarımızın yaptığı eylemdeki sağlıkta çöküş sloganının abartılı bir tenkit olduğu ve 5 dakikada muayene olmaz haklı itirazı üzerine düşüncelerimi yazmıştım.

Bu yazımda da son çeyrek yüzyılda hastanelerimizdeki gelişmelerin sağlığa ve hekimliğe etkileri konusunda bazı tespitlerimi yazacağım. Bu dönemdeki iyileşmelerin başında sağlık kurumlarımızın Sağlık Bakanlığı bünyesinde toplanması gelir. Bu birleşme vatandaşların hastane hizmetlerine ulaşmasında büyük kolaylıklar sağlamıştır. Kocaeli gibi işçi yoğunluğu olan şehirlerimizdeki sigorta hastanesi-devlet hastanesi ayırımının sebep olduğu olumsuzlukları gidermiştir. Yeni yapılan hastanelerimizde koğuş sisteminden oda sistemine geçilmiş olması diğer bir güzelliktir. Bu dönemde hastanelerimize sağlanan teknolojik imkânlar daha güvenli bir sağlık hizmeti alımı yanında hekimlerimiz içinde teşhiş ve tedavilerinde büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Ayrıca yoğun

bakım, palyatif bakım, evde bakım gibi imkanlar daha yeterli hale gelmiştir. 112 Acil Ambulans hizmetlerindeki gelişmeler de ihtiyaçlara cevap verir hale gelmiş, vatandaşın daha kolay ulaşabildiği bir çalışma düzenine getirilmiştir.

Birçok iyileşmelerin yanında düzeltilmesi gereken konular ve sağlıkta dönüşümün ortaya çıkardığı konular ve sorunlar da vardır.

Bunlardan biri insanların her herhangi bir sevk, engel, caydırcılık görmeden ikinci veya üçüncü basamak hastanelere, eğitim hastanelerine veya tıp fakültesi hastanelerine gidebilmeleri sebebiyle buralarda olan yığılmalardır. Bir kardiyolog meslektaşımız bu durumu “Abi, kalp hastalığı vesvesesi ile gelen, daha çok genç insanlara kalp hastası olmadıklarına ikna etmekten sıradaki gerçek kalp hastalarına bakmaya fırsat bulamıyoruz.” şeklinde ifade etmişti. Hastanelerimizde sevk ve randevu sisteminin geliştirilmesi ile bunun önüne geçilmelidir.

Diğer bir konu; bu dönemde hekimi teşvik edici olarak uygulamaya konulan PERFORMANStır. Hekimliği muayene ve işlemlerin sayısı ile değerlendirmesi yeni sorunlara yol açmış olup bunun yeniden kategorize edilmesi gerekmektedir.

Burada da alınan sorumluluk, işlemin riski ve zahmeti, bu işlemler için gerekli olan bilgi-beceri ve tecrübe göz önüne alınmalıdır. Alınan ek eğitimler, iştirak edilen kurs ve bilimsel kongreler de değerlendirmelerde kullanılmalıdır. Uzmanlık dalının sağlığa ve yaşama katkısı göz önünde bulundurulmalıdır. Performans yalnız puan toplama durumundan çıkarılıp daha iyi hekimlik yapmayı teşvik eden; hekimler ve sağlık çalışanları arasında adil paylaşıma imkân veren bir şekle kavuşturulmalıdır.

Bu dönemdeki diğer bir sorun MALPRAKTİS dir. Hekimler kasıt, ihmal ve kusur olmadan da mahkemelere verilmişlerdir. Bu İHTİMAL bir çok hekimi sorumluluk alıp tedavi veya müdâhele etmek yerine daha çok tetkik, konsültasyon ve sevk etme davranışını tercihe yöneltmiştir. Bu çalışma şekli ise daha çok zaman ve imkân harcanmasına, kurumlarda da yığılmalara sebep olan etkenlerdendir.

2024 deki gazetelerede yansıyan bir haber bu konuyu daha iyi anlamamıza ışık tutar. 2016 da genetik anomalili bir doğum sebebi ile hekim mahkemeye verilmiş ve 21 milyon, faizi ile 36 milyon liralık bir ceza ile karşı karşıya kalınmıştır. Üst mahkemelerden döneceği umuduna rağmen dudak uçuklatıcı bu ceza insanı meslekten bile vazgeçirici özelliktedir. Neyse ki bu ve benzeri olaylar sebebi ile 2022 yılında yapılan bir düzenleme ile soruşturma izinleri Sağlık Bakanlığı’nın müsaadesine bağlanmıştır. Böylece bu konudaki şikâyetlerin mahkemeye gitmesi

%60    azalmıştır. Temel bilirkişi eğitimi almış muhakkiklerin artması ile malpraktis mağduriyetlerinin daha da azalacağı umut edilmektedir.

Diğer önemli bir konu, hekimliğe ve özellikle zor ve zahmeti-riski yüksek branşlara ilginin azalmasıdır. Bu durum ilerde sağlık alanında yeni sorunlara sebep olmadan gerekli düzenlemeler, planlamalar yapılmalıdır. Dr. Zeki Bayraktar’ın “Sağlıkta Şok Öncesi Durum” yazısı bu konuya ışık tutmaktadır.

Özel hastaneler ve muayenehaneler( devam edecek)

Boykot ve Sivil İtaatsizlik Eylemleri

CHP’nin öncülüğünde yapılan “Ekrem İmamoğlu’na destek mitinglerini” yandaş medya ve TRT görmezden geldi. Buna karşılık, CHP Genel Başkanı Özgür Özel hem bu medya kuruluşlarına ve hem de yandaş medya patronlarının sahibi olduğu diğer şirketlerine karşı boykot çağrısı yaptı.

İktidar kanadında yarattığı paniğe bakarak söyleyebiliriz ki, boykot eylemi maksadına ulaştı.

Arkasından bazı gençlerin başlattığı ve CHP’nin moral destek verdiği “2 Nisan’da alışveriş yapmama” eylemi de umulandan fazla ses getirdi. İktidar bütün gücünü kullanarak ve tüm yandaşlarına 2 Nisan’da alışveriş yapmaları için çağrılar yaparak bu eylemi başarısız göstermeye çalıştı. Buna rağmen Şubat ayı ortalaması 47 Milyar TL, Mart ayının ilk üç hafta ortalamasına göre günlük 50 Milyar TL olan kartlı alışveriş 28 Milyar TL olarak gerçekleşti.

Bu sayede çarşıda pazarda görmeye alışık olmadığımız bakanlarımızı -Alman Şansölyesi Merkel gibi- kendi alışverişlerini yaparken görebildik. Sadece bu görüntüler bile eylemin maksadına ulaştığını göstermeye yeterli oldu.

Bu eylemler için “bazı küçük esnafa olumsuz etkisi oldu” gibi haklı eleştiriler de yapıldı. Çok hazırlıklı olmadığı, yeterince duyulmadan başlatıldığı, bazı firmaların hatalı olarak listelere dâhil edildiğini söyleyenler de haksız sayılmazdı.

****

Tayyip Erdoğan’ın eski metin yazarı, Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal, 4 Nisan 2025 tarihli yazısında “Hani ‘boykot’ diyorlar ya; sermaye dönüştü, para el değiştirdi. Bir gün değil bin gün, on bin gün tüketmeseniz, artık çarşı-pazar, dükkânlar, mağazalar, kafeler yokluğunuzu hissetmez. Yeni duruma alışacaksınız, Anadolu ihtilalini kabulleneceksiniz, milletin ve milli iradenin önünde diz çökeceksiniz” diye yazdı. Şu kibre, “güç bende artık” tavrına bakar mısınız?

Bunlara göre, Ekrem İmamoğlu’nu seçenler, Ümit Özdağ’ı destekleyenler, muhalefete oy verenler “millet” değil, onların iradesi “milli irade” değil.

Yine bir yandaş gazeteci, TV’de canlı yayında, TRT’nin eyleme destek veren bir oyuncuyu dizi kadrosundan çıkartması eleştirilip, “vatandaşların vergileriyle faaliyet gösteren bir kamu kuruluşu olarak, TRT’nin her görüşten vatandaşlara açık olması gerektiği” söylendiğinde, “Onlar vatandaş değil, Türkiye’de bir azınlık. Onların bir önemi yok Türkiye’de” diyebildi. Şeytanın insanda en sevdiği huy kibir değil miydi?

Eylemlere katılan milyonları “millet” saymayan, onların iradelerini “milletin iradesi” saymayan bir zihniyetin dışa vurumuydu bu sözler. Aslında eylemler adaletsizliğe ve milletin bir kesimini düşman gören bu zihniyete karşıydı.

Ancak iktidarın korkutmalarına, İstanbul Başsavcılığının eylemcilere dava açılacağı tehdidine, Ticaret Bakanının şirketlerin tazminat davası açabileceği açıklamalarına rağmen eylemler etkili oldu.

Yasal otorite istemediği veya yasakladığı halde, şiddetsiz ve kamuya açık kitlesel “sivil itaatsizlik eylemleri” önümüzdeki dönemde devam eder mi, yeni şekillerde karşımıza çıkar mı?

Bu soruların cevabını bilmiyoruz. Ama sosyal medyada çok ilginç sivil itaatsizlik eylem tekliflerini okuyoruz.

****************************************

Tüketimden Kaynaklanan Gücün Kullanılması

“Belli markaları boykot” ve “bir günlük satın almama” eylemleri olduğunda, aklıma (birer kamu kuruluşu olduğu dönemde) Petkim ve Tüpraş’ta yaşadığımız işçi eylemleri aklıma geldi.

Petkim ve Tüpraş ülke ekonomisi için stratejik önemi olan ürünler ürettiği için grev yasağı uygulanan şirketlerdir. Aynı zamanda tesislerinde yanıcı, patlayıcı ve parlayıcı maddeler üretildiği ve depolandığı için buralarda işçi eylemleri yapılması çok risklidir.

Ancak benim çalıştığım dönemde yetkili olan işçi sendikası (Petrol İş) “ÜRETIMDEN KAYNAKLANAN GÜCÜNÜ KULLANMAK” adını verdiği eylemleri ile neredeyse “grev” mertebesine yaklaşacak şekilde etkili olabiliyordu.

Mesela birkaç defa işe gelen vardiyaların fabrikaya girmemesini, kafeteryada toplanmalarını sağlamıştı. İçerideki çalışan vardiyanın 32 saat çalışmasıyla üretimi kesmeden ama riski artırarak yönetimi zorlamıştı. Fabrikalarımız 24 saat kesintisiz ve sürekli üretim yapan proseslere sahipti. Sendika, şirket yönetimi ile devam eden pazarlıklarda yine de istediği sonucu alamayınca, içeride çalışmakta olan işçileri de fabrikalardan çekmişti.

Emniyetli bir şekilde üretimi durdurmadan fabrikalardan işçilerin çekilmesi demek Petkim, Tüpraş ve gaz dolum tesislerinin de içinde bulunduğu bölgenin tamamını yangın ve patlama riskleriyle baş başa bırakmak demekti.

O sırada Petkim CBR sentetik kauçuk fabrikasında Başmühendis olarak çalışıyordum. Bu büyük riskin ortasında, sorumlu olduğum fabrikamda, mühendis ve müdür yardımcısı (sendikalı olmayan) 5 arkadaşımla fabrikayı emniyetli bir şekilde durdurmaya başladık. Bu sırada sendika ile yönetimin anlaşması sonucu işçiler fabrikaya döndüler.

Ben iktidarla muhalefet arasında da… işçi- işveren ilişkilerinde de…her iki tarafın güçlerinin dengeli olması gerektiğine inanırım. Sendikaların ideolojik olmayan ve şiddete başvurmadan yaptıkları “hak arama mücadelesini” de çok değerli bulurum. “Üretimden kaynaklanan gücün kullanılmasını” da -yaşadığımız streslere rağmen- hep saygıyla karşıladım.

Günümüzde yapılan “boykot” ve “bir günlük satın almama” eyleminin de “TÜKETİMDEN kaynaklanan gücün kullanılması” olarak değerlendiriyorum. Yeter ki şiddet içermesin ve ekonomiye “telafisi güç ya da imkânsız zararlar” vermesin.

****************************************

İktidara Düşen…

“Belli markaları boykot” ve “bir günlük satın almama” eylemleri yasaldır.

İktidar ve bizzat CB Erdoğan’ın da zaman zaman vatandaşlarımızı “satın almama özgürlüğünü kullanmak” için çağrı yaptığını unutmayalım. (06.01.2025)

Eylemler “yasal” sayılmasa bile, “sivil itaatsizlik eylemi” olarak meşrudur. Çünkü katılanlara göre, “kuvvetler birliği sistemi” içinde, “zulüm ve haksızlıklara” karşı “tek çare” olarak “kamu vicdanına” seslenmek kalmıştır. Muhtemelen eylemcilerin çoğu “böyle durumlarda vatandaşların haksızlıklara karşı koymak hem hakkı ve hem de görevidir” inancı ile katılmıştır.

İktidarın yapması gereken şey, eylemleri zorla kırma ve güvenilmez rakamlarla önemsiz göstermek değildir. En doğru olan yöntem, bu eylemlere katılan vatandaşlarımızın vermek istediği mesajı doğru algılamaktır. Yani siyasal etkilerden arındırılmış bağımsız ve tarafsız bir yargı ve idare yaratmak… Bütün vatandaşlarına adil ve eşit davranmak… Demokratik bir hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirmektir.

Tiranlığa Dair

Nedense tiranlığa merak saldım.

Timothy Snyder, Yale Üniversitesi’nde tarih profesörü. Meşhur bir tarihçi. Şöhretini, kitabının 109 hafta boyunca New York Times’ın çok satanlar listesinde tutunmasından alıyor. Bu pek az kitaba nasip olan bir başarı. Baktım, geçen hafta yeniden listeye tırmanmış. Kitabın ismi, Tiranlık Üzerine- Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders. Serbest Kitaplar Yayınevi başlığı böyle çevirmiş ve 2017’de çıkan kitabı 7 yıl sonra, 2024’te Türk okuyucusuna sunmuş. İngilizce “tyranny” kelimesini “tiranlık” diye çevirmiş. Google başka karşılıklar da veriyor: zulüm, zorbalık, zorba yönetim…

Başlıktan anlaşılacağı gibi yirmi ders var. Örnek olarak ilk üçünü vereyim:

Peşin peşin itaat etmeyin.

Kurumları savunun.

Tek parti devletinden sakının.

Kurumlarınıza sahip çıkın

Böyle devam ediyor. Her bölümün başında bir özet var. 2. Bölüm’ün özetini vereceğim. Sonra da üçüncü bölümden iki paragraf. Tamamını okumanın yerini tutmaz tabii. Tavsiyem öyle yapmanızdır. Şimdi “Kurumları Savunun” bölümünün başındaki özet:

“Edebi koruyan kurumlardır. Onların da yardımımıza ihtiyacı var. Onların adına hareket ederek onları kendinize ait kılmadığınız sürece “kurumlarımızdan” bahsetmeyin. Kurumlar kendi kendilerini koruyamazlar. Her biri en başından savunulmadığı sürece birbiri ardına düşer. Bu yüzden önemsediğiniz bir kurumu seçin -bir mahkeme, bir gazete, bir yasa, bir işçi sendikası- ve onun tarafını tutun.”

Gelelim üçüncü bölüme…

Snyder, “Özgürlüğün bedeli daimî teyakkuzdur.” sözünü alıyor ve irdeliyor:

“Bugün bu sözü düşündüğümüzde, yanlış yönlendirilmişlere ve düşmanca davrananlara karşı kendi uyanıklığımızı ve doğruluğumuzu kastederiz. Kendimizi tepedeki bir şehir, demokrasinin kalesi, dışarıdan gelen tehditleri gözetleyen biri gibi görürüz. Fakat bu sözün anlamı tamamen farklıdır: İnsan doğası öyle bir doğadır ki, özgürlük ve demokrasiyi, asıl onları kullanarak onlara son vermek isteyenlere karşı savunmak gerekir. ‘Daimî uyanıklık özgürlüğün bedelidir’ sözünü, aslında Amerikan kölelik karşıtı Wendell Phillips söyledi ve şöyle devam etti: ‘Özgürlüğün kudret helvası her gün toplanmalıdır; yoksa çürür.’”

Seçimle gelip sonra gitmediler

“Modern Avrupa demokrasisinin sicili bu sözlerin doğruluğunu teyit eder. Yirminci yüzyıl, imtiyaz hakkını genişletmek ve kalıcı demokrasiler kurmak için ciddi girişimlere sahne oldu. Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan (ve İkinci Dünya Savaşı’ndan) sonra ortaya çıkan demokrasiler genellikle tek bir partinin seçim ve darbe kombinasyonuyla iktidarı ele geçirmesiyle çöktü. Olumlu bir seçim sonucuyla cesaretlenen veya ideolojiyle motive olan bir parti sistemi içeriden değiştirebilir. Faşistler, Naziler ve komünistler 1930’larda ve 40’larda seçimlerde başarılı olduklarında, bu başarılarını gösteriler, baskı ve salam taktiklerinin bir kombinasyonuyla ileri taşıdılar, muhalefet katmanlarını birer birer dilimlediler. Çoğu insanın dikkati dağıldı, bazıları hapsedildi veya düpedüz yenildiler.”

“David Lodge’un bir romanının kahramanı, sevgilinizle son buluşmanızın, son buluşmanız olduğunu bilmediğinizi söyler. Oy vermek de böyledir. 1932’de Nazi Partisi’ne oy veren Almanların bir kısmı şüphesiz bunun bir süre için son anlamlı özgür seçim olabileceğini anlamıştı, ancak çoğu farkında değildi. 1946’da Çekoslovak Komünist Partisi’ne oy veren Çek ve Slovakların bir kısmı muhtemelen demokrasinin sonu için oy verdiklerinin farkındaydı, ancak çoğu bir şansları daha olacağını varsayıyordu. Hiç şüphe yok ki 1990’da oy kullanan Ruslar da bunun ülke tarihlerindeki son özgür ve adil seçim olacağını düşünmemişlerdi ki (şu ana kadar) öyle oldu. Her seçim son seçim olabilir ya da en azından oy veren kişinin yaşamı boyunca son seçimi olabilir. Naziler 1945’te bir dünya savaşını kaybedene kadar, Çekoslovak komünistleri 1989’da sistemleri çökene kadar iktidarda kaldı. Rusya’da 1990 seçimlerinden sonra kurulan oligarşi halen hâkimiyetini sürdürüyor ve başka ülkelerde demokrasiyi yok etmek üzere tasarlanmış bir dış politikayı destekliyor.”

Demek son seçim için oy vermeye gidenler, genellikle bunun son seçimleri olduğunu bilmiyor…

Şimdi buradan nereye?

Derken, Dr. TEPAV kurucu yöneticisi Dr. Güven Sak’ın “Şimdi buradan nereye?” başlıklı yazısına rast geldim. Şöyle bitirmiş:

“Neden kalıcı olur bu hasar, neden unutulmaz? 1946’dan beri ilk kez memlekette sandığın haysiyeti ile ilgili soru işareti yaratmaya cüret ediyor siyaset. 1946’yı aradan geçen seksen küsur yıla karşın hiç unutmadık. Bunu da unutmayız.”

“Kötü işte.”

Nedense insanlar bugünlerde tiranlığı merak etmeye başladı.

Avukatlar Günüymüş!

#AvukatlarGünümKutluOlmasın

“Göz olanı akılda olacak olanı görür!”

“Dün hukuksuzluğa ses çıkarmayanlar bugün hiç konuşmasın!”

Bugün 5 Nisan Avukatlar Günü…ben de biraz kendimi avukat olarak görüyorum. O nedenle sabahın erken saatlerinden bu yana telefonuma mesajlar gelip duruyor. Daha biraz önce Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün ve İstanbul Barosu’nun mesajlarını aldım ve otuz yıldır yapmadığım bir şeyi yaparak bir “Avukatlar Günü”nde birkaç şey söylemeye karar verdim.

Niçin söyleyeceğim? Çünkü topluma ve gelecek nesillere karşı kendimi suçlu ve sorumlu hissediyorum da, ondan!

Bir defa Türkiye’de hukuk mukuk ve dolayısı ile yargı ve adalette yok! Var diye kendimizi kandırmayalım. Bu yeni mi, hayır… Bu topraklar da, yüzyıllar öncesine kadar giden bir durum bu… Belki de, bu coğrafya üzerinde yaşayan insanlar varoluştan beri adaletsizlikten sıkıntılı, bilemiyoruz tabii, bizimkisi mevcuda bakarak sadece geçmişle ilgili yaptığımız bir öngörü.

Yaşadığım 50 küsur yıllık hayat boyunca ülkemde genel olarak hep bir hukuksuzluk ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bir adaletsizlik gördüm. Zaten yaşamım boyunca Türkiye’nin başına gelenler de, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Olsun buna rağmen hukuku üstün halde tutup adaleti tesis edebilmeliydik. Olmadı ve olmuyor!

Türkiye’de haklının hukuku yerine güçlünün hukukunun geçerli olduğu tartışmasız bir gerçektir. Güçlü kavramını tarif et derseniz bu güç zamana, mekâna ve kişilere göre değişkenlik gösterse de adaletin üzerinde keskin bir kılıç gibi varlığını sürdürmüş ve sürdürmektedir.

Bugün “hukukun üstünlüğü”nden konuşmak abesle iştigaldir. Yargı benim meslek hayatım boyunca mezhepler, cemaat ve tarikatlar ve de şimdi bir siyasi parti üzerine şekillenmiştir. Fetö yargısından kurtulmaya çalışan ülkem şimdi parti yargısının pençesine düşmüştür ve bunun acı sonuçları da çok yakın bir zamanda görülecektir.

Yıllar süren yargılamalar, avukatlık mesleğinin etkisizleştirilmeye çalışılması, kanunların askıya alınması ve yargı üzerinde siyasetin ortaya çıkardığı garabet; vatandaşa yeniden “düşme mahkeme kapısına” dedirtmeye başlamıştır. Halbuki insanların hakkını aramak üzere koşarak gideceği tek yer mahkeme kapısı olmalıdır.

Bilmeyenlere söyleyeyim; benim avukat olmak istememin, hukuk fakültesini seçmemin tek nedeni uğradığım açık bir haksızlıktı. İdealist bir insan ve Cumhuriyetin temel ilkelerini benimsemiş bir genç olarak hukuk okuyacak ve adaletin tesisine katkı sunacaktım. Geldiğim nokta bugün itibarı ile koskoca bir sıfır… Hatta hukuk fakültesine adım attığım günden bu yana Türkiye hukuk çerçevesi içinde her açıdan geriye gitmiş durumda…sadece devasa “Adalet Saray”ları ve bolca “ceza ve tutukevleri” inşa ettik o kadar…Ama bunu gelişme olarak görenler bile var aramızda.

Hukukun yerle bir edildiği, mağduriyetlerin ve haksızlıkların arşa yükseldiği, yargının süründüğü ve avukatlığın itibarının kalmadığı bir ortamda “Avukatlar Günü”mü kutlamışsınız kaç yazar?

Bilmiyorum ama bu ülkenin gerçek adalet arayışçıları ne zaman ortaya çıkacak ve herkes için adalet diyecek? Ne zaman “hukukun üstünlüğü” hakim olacak bu topraklarda, ne vakit güçlü değil de haklı hakkını alacak, hangi gün başımıza ne gelir diye korkarak değil elbet adalet tecelli eder diye mahkeme kapılarına koşacağız? Ben bunu görmeyeceğim biliyorum ama inşallah gelecek nesiller bunu görür. Onun için “Avukatlar Günü”mü kutlamayın bu yolda mücadele edin. Böylelikle ben daha mutlu olurum…

Hakk Namına Konuşan

     Kâmil / olgunluk ve faziletlerin kaynağı, yüksek ahlâkın muallimi, Allah’ın birliğinin ve ebedî saadet ve mutluluğun ilân ve duyurucusu olan Hz. Muhammed; kendi kendine söylemiyor. Aksine söylettiriliyor. Evet, Kâinatın Yaratıcısı tarafından konuşturuluyor. Ezelî üstadı olan Yüce Allah’tan ders alıp, sonra ders veriyor. Çünkü binlerce peygamberlik delilleriyle, Kâinatın Hâlık’ı bütün o mucizeleri onun elinde yaratmakla gösterdi ki; O, O’nun hesabına konuşuyor. O’nun kelâmını / sözünü tebliğ ediyor / bildiriyor. Hem O’na gelen Kur’an ise, içinde ve dışındaki kırk mucizelik yönü ile gösteriyor ki, O, Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır. Hem O; kendi Zâtında bütün ihlâs, içtenlik ve takvasıyla, bütün ciddiyetiyle, tebliğ emanetiyle ve sâir bütün hâl ve tavırlarıyla gösterir ki; O, kendi adına, kendi fikriyle demiyor. Muhakkak ki, Yaratıcı’sı adına konuşuyor. Hem onu dinleyen tüm hakikat ve gerçeği araştıran âlim ve bilginler; keşif, tahkik ve araştırmalarıyla; tasdik etmiş / onaylamışlar ve kesin bir ilimle iman edip inanmışlar ki, O kendi kendine konuşmuyor. Şüphesiz, Kâinat’ın Hâlikı O’nu konuşturuyor. O’na ders veriyor. O’nun da, bu dersleri insanlara aktarmasını istiyor.

Büyük  Kusur

     Nefsini / kendini itham edip suçlayan, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden af diler. İstiğfar / af dileyen ve tevbe eden Allah’a sığınır. Allah’a sığınan şeytanın şerr ve kötülüğünden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa lâyık olur. Affı hak eder.

Kin  ve Düşmanlık

     Kin ve düşmanlık beslemek insafsızlıktır. Çünkü bir gemide birinin yanında; dokuz mâsum ve bir câni bulunsa; o kimse gemiyi batırmak istediği takdirde, onun ne kadar zâlim biri olduğu anlaşılır. Hattâ gemide bir tek mâsum, dokuz câni bile olsa, yine o geminin batırılmasını, hiçbir adâlet ve kanun onaylamaz ve doğru bulmaz. Aynen bunun gibi, her insan Rabbânî bir hâne ve İlahî bir gemi hükmündedir. İşte her müslümanın vücud ve bedeninde; İman ve İslâmiyet ve Komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi mâsum sıfatlar varken; zararlı olan ve hoşa gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden, ona kin ve düşmanlık beslemek; insan denen o hane veya gemiyi batırmak, yakmak ve tahribine girişmek ve bunu arzu etmek; çok çirkin ve gaddarca bir zulümdür.

Fen  ve Sanat  Silâhı

     Her Müslüman İ’lâ-yı Kelimetullah / Allah’ın adını yüceltmekle mükellef, vazifeli ve görevlidir. Bu zamanda en büyük sebebi ise, maddeten terakki etmek / yükselmektir. Zira Ecnebiler / Yabancılar ve Batılılar fen ve sanayi silâhıyla, bizleri manevî baskıları altında eziyor. Biz de fen ve sanat silâhıyla, İ’lâ-yı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cahillik, fakirlik ve fikir ayrılıklarına karşı cihad edip savaşmalıyız. Fakat, haricî / dışa karşı cihadı; -onlar fiilen saldırmadıkça- İslâm’ın kat’î / kesin delillerinin elmas kılıçlarına havale etmeliyiz. Çünkü medenîlere galebe çalmak / üstün gelmek, ikna iledir. Söz anlamayan vahşîler gibi icbar / zorlama ile değildir.

  İman  ve  İnkâr

     İnkâr etmemek başkadır. İman etmek, bütün bütün başkadır. Kâinatta hiçbir akıl ve şuur sahibi; kâinat ve evrenin bütün cüz ve kısımları kadar, şahit ve tanıkları bulunan celâl sahibi Yüce Yaratıcı’yı inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzîb edeceği / yalanlayacağı için, susar ve lâkayd / kayıtsız kalır. Fakat O’na iman etmek; şanı büyük Kur’an’ın ders verdiği gibi olmalı. O Hâlık’ı / Yaratan’ı sıfat ve isimleri ile tanımakla. Umum kâinatın şehadet / şahitlik ve tanıklığına istinaden kalben tasdîk etmekle. Elçileriyle gönderdiği emirleri tanımakla. Günah ve emre muhalefet edildiği zaman; kalben tevbe ve nedamet etmek / pişman olmakladır. Yoksa, büyük günahları serbestçe işleyip istiğfar / tevbe etmemek ve aldırmamak; o imandan hissesi / payı olmadığına delildir.