3.8 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 85

Ötüken Neşriyat’tan İki Dergi, Bir Kitap

1-Söğüt / 2- Millî Mecmûa 3-Asya’nın Üç Gücü / Türkiye Ve Çin’in Kazakistan Siyâseti                                                                               

1-Merhum Nevzat Kösoğlu’dan yâdigar isimli, dolgun muhtevalı bir dergi: SÖĞÜT:

16 x 24 santim ölçülerindeki Mayıs Haziran 2024 dönemine ait 272 sayfalık SÖĞÜT DERGİSİ’nin 27. sayısı Dilâver Cebeci (1943-2008) dosya konusu ile okuyucuya sunuluyor. Merhum Dilâver Cebeci; Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Sevilen şâir, yazar, ilâhiyatçı ve fikir adamıdır. Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin Dayısı köyünde dünyâya geldi.  Mustafa Yıldızdoğan tarafından bestelenen ‘Türkiyem’ şiiriyle adını ‘Ben Türk’üm’ diyen insanların bulunduğu her yere duyurdu:

Baş koymuşum Türkiye’min yoluna 

 Düzlüğüne, yokuşuna ölürüm Türkiye’m 

Asırlardır kır atımı suladım.

Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m.

Deli sular, salkım-saçak söğütler,

Kışlada kumandan, asker öğütler,

Yaylalarda ata biner yiğitler,  

Bozkurt gibi bakışına ölürüm Türkiye’m

Sevdalıyım, yangın yeri bu sinem  

Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem.

Pınarlardan su doldurur Eminem 

Mavi boncuk takışına ölürüm Türkiye’m.

Düğünüm, derneğim, halayım, barım, 

Toprağım, ekmeğim, nâmusum, arım,   

 Kilimlerde çizgi çizgi efkârım, 

Heybelerin nakışına ölürüm Türkiyem.

Kitap hâlinde yayınlanmış eserleri: Hun Aşkı (şiir), Din Bilgisi (Lise-3), Din Bilgisi (Ortaokul-3), Mavi Türkü (nesir şeklinde şiir), Büyü (piyes), Şafağa Çekilenler (şiir), Devranname (mizahî tenkit yazıları), Ve Sığınırım İçime (şiir), Tanzimat ve Türk Ailesi (araştırma), Seyranname (mizâhî tenkit), Sitare      (şiir), Asra Yemin Olsun ki (şiir), Men Kazanga Baramen         (gezi), Divan Şiirinde Kadın  (araştırma), Kur’an’dan Gerçekler (İlâhiyat), Türk’e Dâir (araştırma).

Dergide yer alan Dilâver Cebeci ile alâkalı yazılar: Rânâ Senânur Doğan, Sinan Terzi ve Rânâ Senânur Doğan, Mehmet Ali Kalkan, Necati Gültepe, Osman Çakır, Talât Ülker, Nurullah Çetin, Batuhan Oruç, Halil İbrâhim Yücel, Emel Hisarcıklılar, Cansu Sole, Muaz Ergü ve Sinan Terzi.

Derginin bu sayısındaki Tema Konusu ise ‘Türk Şiirinde Destan: Dillere Destan Olanlar’ Şeklinde tertip edilmiş. ‘Deneme’ bölümündeki yazıların başlıkları ve yazarları: ‘Memleket Nere’ Yunus Özel, ‘Eleştiri Günlüğü’ Orçun Üçer, ‘Diyet’ Hâlit Selim Dönmez, ‘Bir İstiklal Marşı Okuması’ Bahtiyar Ermiş, ‘İnsan ve Tutkuları’ Yavuz Gönüler, ‘Gabı Olmayanın Gazancı  Olmaz

Mustafa Sarı,  Fâtih Çeliksoy, Günay Uysal, Emrullah Naz, Feyza Ay, Fâtih Selvi, İsmâl Uluöz, Merve Etöz, Hatice Mert Yunak, Mete Almalı, Özay Erdem ve Büşra Tümkaya’nın kalem ürünleri ‘Hikâye’ bölümünde yer alıyor.

Şiir’ bölümü; William Shakespeare’den Ali Günvar’ın tercümesi ile başlıyor. Devamında Özkan Kaya, Nâzım Payam, Doğanay Dağlar, Ahmet Sefa Yalçın, A. Samet Atılgan, Yakup Diker, Ayşe Nur Biçer, Muhammet Durmuş, Mustafa Gazi, M. Tuğrul Çolak, Kürşat Küçük, Serdar Aydın imzalı şiirler yer alıyor. Son 2 şiir de Ayşe Erdem ve Tamer Gülbek tercümesidir.

Bu sayının Röportajı: Cengizhan Orakçı tarafından Hayati Tek’in yazdığı ‘Kardaş Kömeği’ isimli roman hakkında gerçekleştirilmiş.

Mecmûnın bu sayısı İnceleme bölümündeki: Vildan Aydın imzalı ‘Dilimize Bir Armağan Tamgalar’ ve Selçuk Atay imzalı ‘Modern Zaman Bulantısı / Anlatısı olarak Ölüm / Düğümlere Bitişik’  başlıklı yazlarla tamamlanıyor.  

Bilgilendirici, gelişmelerden haberdar edici, 28. sayıya kadar okuyucuya hoşça vakit geçirtmeyi ve bilgilendirmeyi taahhüt eden, dopdolu bir dergi. Okunmaya değer. Derginin çok zengin yazar kadrosunda mutlaka edebî zevkinize, düşünce anlayışınıza uygun şahıslar bulmanız mümkündür.

İyi okumalar. 

2-Cumhuriyet Döneminin Öncü Yayını: MİLLÎ MECMÛA

Millî Mecmû’nın ilk sayısı 1 Ksım 1923 târihinde Mehmet Mesih (Akyiğit) yönetiminde yayın hayatına girdi. İlk sayısında hedefinin ‘Medeniyet yolundan giderek gençliğe yol göstermek’ olduğu ve ‘Cumhuriyetin müdafii olacağı’ açıklanıyordu. İlk sayısında Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ile yapılmış bir röportaj vardı.

Derginin yazar kadrosu; Hâlide Nusret (Zorlutuna) (1884-1964), Mustafa Şekip (Tunç) (1886-1958), Ali Cânip (Yöntem) (1887-1967), Mehmet Fuat (Köprülü) (1890-1966), Müfide Ferit (Tek) (1892-1971), Mehmet Şâkir (Ülkütaşır) (1894-1981), Hâmid Zübeyir (Koşay) (1897- 1984), Peyâmi Safâ (1899-1961), Mükrimin Halil (Yinanç) (1900-1961), Hilmi Ziya (Ülken) (1901-1974), Ahmet Hamdi (Tanpınar) (1901-1961), Hüseyin Nâmık Orkun (1902-1956), Necmeddin Halil Onan (1903-1968), Necip Fâzıl Kısakürek (1904-1983) gibi, günümüzde milliyetçi çevrelerde isimleri saygıyla anılmaya devam eden yazarlar vardı.

Millî Mecmûa, 1955 yılında yayımlanan 162. sayısı ile yayın hayatından çekildi.

Ötüken Neşriyat’ın yayını olan Millî Mecmûa’nın 1. sayısı Ocak-Şubat 2018’de, 39. sayısı Temmuz Ağustos 2024 döneminde okuyucuya sunuldu. Dosya konusu: ‘Türk Milliyetçiliği’, alt başlık ise ‘Başucu Kitaplar’ idi.

Gençlerimizin ekseriyeti, kitap okumuyor. Okumak isteyenlerin bir kısmı da, ne okumaları gerektiği hususunda kararsız… Ötüken Neşriyat, Millî Mecmûa’nın bu sayısı ile büyük bir boşluğu dolduruyor.

Mecmûada tanıtımı yapılan kitaplar ve yazarları ile

tanıtım metnini hazırlayan dergi yazarları:

*Türkçülüğün Manifestosu: Üç Tarz-ı Siyâset: Yusuf Akçura (1876-1935)/Halûk Kayıcı. 

*Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak: Ziya Gökalp (1876-1924)/Yusuf Ziya Bölükbaşı. 

*Topyekûn Batılılaşmanın İmkânı ve 3 Medeniyet: Ahmet Ağaoğlu (1869-1939)/Ozan Korhan.      

*Millet Nazariyeleri ve Millî Hayat: Mehmet İzzet (1891-1930)/Mehmet Tüzün.

*Türkçülüğün Esasları: Ziya Gökalp (1876-1924) Ahmet Alperen Can. 

*Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları: Sadri Maksudi Arsal (1878-1957)     

*Türk Ülküsü: Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975)/Yusuf İslâm Gül.       

*Garplılaşmanın Neresindeyiz? Mümtaz Turhan (1908-1969)/Rabia Umay Can +Hasan Gökay Aytekin.              

*Dokuz Işık: Alparslan Türkeş (1917-1997)/Yusuf İnanç Duygulu.         

*Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi: Prof. Dr. Osman Taran (1914-1978)/ (Doç. Dr. Nasrullah Uzman.

*Mesele: Dündar Taşer (1925-1972)/Ömer Burak Sert.

*Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si-Osmanlı Devlet Anlayışı: Ziya Nur Aksun (1930-2010)/Üzeyir Aygördü.  

*Ülkücünün Çilesi: Galip Erdem (1930-1997)/Ahmet Şâhin.                   

*Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi-Teori: Prof. Dr. İskender Öksüz (1945-) Fuat Poyraz Pamuk.      

*Türk-İslâm Ülküsü: Seyyid Ahmet Arvasi (1932-1988) Habib Arvas.     

*Türk İslâm Sentezi: Prof. Dr. İbrâhim Kafesoğlu (1915-1984) Mustafa Can Tiryaki.    

*Allahsız Müslümanlık: Ömer Lütfi Mete (1950-2009)/İbrâhim Daş. 

*Şehit Enver Paşa: Nevzat Kösoğlu (1940-2013)/Hakan Boz.

Türkiye’nin parlak geleceğinin inşasında vazife almayı düşünen her gencin mutlaka okuması gereken, tamamı 1.000 sayfayı aşan kitapların, aslında bulunan üstün değerler gram ölçüsünde kayba uğramaksızın hazırlanan özeti, 16 X 24 santim ölçülerindeki 166 sayfaya sığdırılmıştır.

Bu projeyi düşünenler ve uygulayanlar binlerce teşekkürü hak ediyor.

Not: Genç kardeşlerimizin çoğunluğu, Tür Milliyetçiliği Düşüncesine hizmet eden fikir adamlarımızı da tanımak ihtiyacındadır. Bu vesile ile kitapları yazanların hayat hikâyeleri de sunulsaydı, çok daha güzel olurdu.

Her ne kadar Ötüken Neşriyat’ın 2005 yılında yayınladığı Rahmetli Prof. Dr. Necmeddin Sefercioğlu’nun ‘Tanıdığım Ünlü Türkçüler’ isimli başucu kitabı varsa da merhum, tanımak imkânı bulamadıklarını yazamamıştır.

Denilebilir ki, Google Efendi’den öğrenilebilir. Herkes biliyor ki,  mezkûr efendi, sâdece Türk Milliyetçiliği Düşüncesine hizmet eden fikir adamlarını değil, Türkleri ve özellikle adı ‘milliyetçi’ sıfatı ile anılan Türkleri de sevmiyor. Sevmeyi bırakınız, tarafsız olabilseydi, fikirdaşlarımızı meziyetleri ile tanıtan yazıların altına; ‘Bu metin belgelerle desteklenmelidir’ veya ‘Google standartlarına uygun değildir’ şeklinde itiraz notu koymazdı.   

3-ASYA’NIN ÜÇ GÜCÜ / TÜRKİYE VE ÇİN’İN KAZAKİSTAN SİYÂSETİ                                                                                

Belirtildiğine göre Kazakistan bölgesinde, günümüzden 1.000.000 veya 800.000 yıl öncesinde insan yerleşimi başlamıştır. Kazakistan topraklarında kurulan ilk devlet, MÖ 209 yılında teşkilâtlanan Hun İmparatorluğu’dur. Sonra Göktürk Cihan Devleti hâkimiyeti başlamıştır. Onları, Hazarlar, Bulgar Türkleri tâkip eder. (Bulgar Türkleri İslâmiyet’i kabul eden ilk Türklerdir. Bulgaristan’a yerleştikten sonra Slavlarla kaynaşarak önce dillerini, sonra dinlerini değiştirdiler.)

Karahanlı Türk Devleti, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Moğollar, Altın Orda Hakanlığı, Nogay ve Kazak Hanlığı ve Ruslar, Kazakistan topraklarının sonraki sâkinleri oldu. 1917’de Bağımsız Alaş Orda Türk Hakanlığı kuruldu ise de 1920’de Rus hâkimiyeti yeniden başladı. 1991’de Sovyetler Birliği dağılınca Asya’daki diğer Türk Devletleri gibi Kazakistan da bağımsızlığını kazandı.

Kazakistan Cumhuriyeti 2.725.000 Km2 yüzölçümü ile en geniş topraklara sâhip Türk devletidir. Nüfusu 20.000.000’dur.

  •  

Fevkalâde stratejik bir mesele olan Türkiye ve Çin’in Kazakistan Siyâseti, konunun uzmanı                                                           Dr. Figen Aydın tarafından ince elenip sık dokunarak, eksiklikler tamamlanarak diplomatik bir dille anlatılıp üç ülke liderinin istifâdesine sunuluyor. Bu durum, arka kapak yazısı olarak okuyucuya açıklanıyor:

Bu çalışmada iki ülkenin dış politikalarının imkân ve zorlukları, benzerlik ve farklılıkları Kazakistan özelinde tahlil edilmektedir. Neoklasik realizm yaklaşımıyla değerlendirilen Türkiye ve Çin’in Kazakistan dış politikaları hem söz konusu devletlerin dış politikalarının anlamlandırılması hem de Kazakistan siyasetlerinin dinamiklerinin belirlenmesi noktasında önem arz etmektedir.

Türkiye ve Çin’in Kazakistan’la olan jeopolitik bağlarını kuvvetlendirme, enerji dalında iş birliklerini arttırma ve ikili ticâretlerini büyütme hedeflerinin olduğu bilinmektedir. Kazakistan’ın özellikle 2010’lu yıllar itibâriyle artan bölge ile alâkalı nüfuzu ve güçlü şekilde yürüttüğü cihanşümul diplomasisi, Türkiye ve Çin’in Kazakistan’a dikkatlerini yöneltmelerinde muhakkak ki mühim bir sebeptir. Ayrıca Türk devleti ve toplumu için Kazakistan ortak değerler ve kültür kapsamında derin anlamlar içermektedir. Çin-Kazakistan ilişkilerinde ise toplumlar arası bağın yaratacağı bir kamu diplomasisi mevcut değildir. Fakat Çin vatandaşı Kazaklar ve Uygur Türklerinin -özellikle ekonomi ve güvenlik konularında- gelecek yıllarda Çin’in Kazakistan dış politikasını daha fazla şekillendiren dinamikler arasında olacağı düşünülmektedir. Bununla birlikte, Çin’in Kazakistan politikası bölge ile alâkalanmak, merkez-çevre, sinofobiyi* aşma, nüfus politikaları gibi meseleleri de barındırır.

Her iki ülkenin de siyâsî ve ekonomik ilişkilerini derinleştirdiği Kazakistan’a yönelik dış politikalarının karşılaştırmalı analizinin yapıldığı bu çalışmada; Türkiye’nin mevcut dış politikasında târihî bağlamda bir dönüşüm yaşanıp yaşanmadığı ve cihanşümul sistemin en önemli ülkelerinden olan, güçler dengesini değiştirme iddiası bulunan Çin’in dış politikasının sürekliliğinin olup olmadığı değerlendirilmiş, Ankara ve Pekin’in Nur-Sultan politikalarındaki benzerlik ve farklılıklar ortaya konulmuştur.

*sinofobi: Pedagogların ifâdesine göre köpeklerden aşırı korkuyu ifade eder. Çin Halk Cumhuriyeti’ne komşu ülkelerde yaşayan insanlara göre ise; Çin’den, Çin halkından ve/veya Çin kültüründen korkmak veya hoşlanmamaktır.

Kazakistan ile Çin’in; sınırdaş konumunda bulunması, ‘Şanghay Beşlisi’ veya ‘Şanghay Paktı’ olarak da anılan Şanghay İşbirliği Teskilâtı’nın kurucu üyeleri olmaları sebebiyle siyâsî ve fizikî yakınlıkları vardır. Çin’in; yüzölçümü ve nüfus itibâriyle daha küçük bir ülke olmasına rağmen Kırgızistan ile yakından ilgilendiği bilinmektedir. Kazakistan ile daha çok ilgili olduğu muhakkaktır.

Çin İşgali altında bulunan Doğu Türkistan sebebiyle Türkiye Çin ilişkileri problemlidir. Şanghay Beşlisi, kuruluş döneminde ‘karşılıklı suçlu iâdesi’ meselesi hükme bağlanmıştı. Çin’in bu maddeden vazgeçmesi düşünülemez. Türkiye’nin, bu hükmü kabul etmediği sürece Beşlinin üyeliğine kabul edilmesi mümkün olmayabilir. Çin yıllar boyunca Çin’i terk edip Türkiye’ye sığınan Doğu Türkistanlı soydaşlarımızın, dindaşlarımızın iadesini talep etmektedir. Hatta Çin yıllar önce Türkiye’ye sığınan Mehmet Emin Buğra, İsa Yusuf Alptekin, Emekli Tuğgeneral – Doğu Türkistan Vakfı Başkanlarından Mehmet Rıza Bekin’ Paşanın ve Rahmetli Hızırbek Gayretullah’ın bile mevtâlarının kendisine teslimini isteyebilir.

Türkiye çok dikkatli olmalıdır.    

Dr. FİGEN AYDIN: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek liansını tamamlayarak uzmanlık derecesini almıştır. Doktorasını ise Millî Savunma Üniversitesi, Milletlerarası İlişkiler ve Bölgelerle Alâkalı Çalışmalar Ana İlim Dalı’nda 2022 yılında tamamlamıştır. Kitap bölümlerinin yanı sıra milletlerarası ve millî hakemli dergilerde makaleleri bulunan yazar, bölge çalışmalarında Çin ve Orta Asya devletleri başta olmak üzere Asya’ya ışıklanmaktadır. Bunun yanı sıra, ekonomi-politik ve dış politika temel çalışma alanlarıdır. Aydın, çeşitli üniversitelerde lisansüstü dersleri vermektedir.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50  

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

Laik Cumhuriyetin Önemi

1500 yıla yakın bir geçmişin sahibi olan İslam Dünyası son birkaç yüzyıldır ölümsüzlük dünyasına girecek hemen hemen hiçbir şey üretemedi. Yıllar ve yıllar ‘’dua’’ adı altında gırtlak şovu yaptı. O bağırıp çağırmalar gerçekten dua olsaydı; İslam Dünyası bu halde olur muydu?

Bugün İslamı üç yıllık gecekondu semtinde otuz cami inşa eden ama bir tek okuma salonu inşa etmeyen veya edemeyen yığınlar temsil ediyor. Bedava bulanlar kıymetini bilmeseler de Cumhuriyet bu yüzyılda İslam Dünyasına verilmiş nimetlerin en büyüğüdür.

*

Cumhuriyetin ilanı her şeyden önce egemenliğin kaynağını değiştirmiştir. Cumhuriyetin ilanıyla ‘’dinsel egemenliğin’’ yerini ‘’ dünyevi egemenlik’’ almıştır. Şöyle ki, cumhuriyet, kendini ‘’Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’’ olarak gören ‘’saray saltanatına’’ son vererek egemenliği, asıl sahibine; millete vermiştir. Fransız devrim’inden beri milli egemenlik, dolaysıyla cumhuriyet laiktir. Bu nedenle ‘’laik’’ niteliğini yitiren bir cumhuriyet, aslında cumhuriyet olmaktan çıkar.

*

Ve bilinmelidir ki; Yüz yıllardır şu ermiş şu derviş yalanlarıyla kandırılanlar maalesef Kur’anı anladığı dilden okumayanlardır.

Kerâmet sahibi yaratılmış insan yoktur,

İlim sahibi olan insan vardır.!

İlmin kaynağı da Âlim olan Allah’tır…

Onun için yaratılmış insanlarda kerâmet arayanlar olunca Emevi yaşantısı din olarak karşımıza çıkar.!

Menkıbeler Rivayetler ajite edilmiş duyguya dönük masallardır ve o masallar Allah’ın en büyük nimetlerinden olan Aklın kullanılmaması için zehirdir…!

Hamd yalnızca Allah’adır.

*

  Halkının çoğunluğu Müslüman olan hiçbir ülkede İslam ve Müslümanlar söz sahibi değildir. Şekil, üslup, sembol olarak İslamı dibine kadar kullanan, satan, haramzade siyasi ümmetçiler hâkimdir, dışa bağımlı ve bir büyük emperyal devlete hizmet eden, projelerinde rol alan hainler her zaman var olacaktır.  Biline ki sahte, sözde İslamcıları, siyasi ümmetçileri başa geçirttikçe, onlardan nema peşine koşmaya devam ettikçe, ne İslam ne Müslüman ayağa kalkamayacak, devamlı emperyalizme yenik düşecektir.

Bu manada Atatürk dinle değil, din adına oynanan trajedi ile din adına ulusu medeniyet dünyasından ayıran, ulusu cahil bırakan, geri bırakan, yoksul bırakan kafa ile düşünce ile inanışla savastı.

*

Kurtuluş savaşı sadece bir vatan mücadelesi değil, aynı zamanda bir ölüm kalım, soykırımdan kurtulma mücadelesiydi…

Türklüğü Anadolu’dan silmek isteyenlerin planları aksamıştır ancak bu plan iptal edilmemiştir… Davit Rockefeler’in, “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık” sözü, planın devam ettiğinin en açık ifadesidir…

O dönemde Türklüğe karşı olup, İngilizlere uşaklık yapan hainler ile günümüzde Türklüğe saldıran hainlerin hiçbir farkları yoktur…

Türk milleti bu gerçekleri bilmek zorundadır…

Bu savaşta inanç ayrımı yoktur… Müslüman olsun ya da olmasın hedef Türklüktür…

İşte o nedenle bizler, Atatürk gibi Türkçüyüz ve TÜRKÇÜLÜK BİZİM FİKRİ SAVUNMA HATTIMIZDIR…

Atamız Bilge Kağan’ın o meşhur sözü tarihin hiçbir döneminde geçerliliğini yitirmedi…

“…ALDANDIN ÖLDÜN, ALDANIRSAN YİNE ÖLECEKSİN…”

*

Bir milletin başına gelebilecek ne kadar felaket varsa hepsiyle haşır neşir olduğumuz o milli mücadele yıllarında önümüze düşüp bizi tekrar hayata çıkaran; binyıldır Türk Milletinin vatanı olan ANADOLU’YU Türk Milletine yeniden vatan yapan ve en büyük eserimdir dediği bağımsız bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak Türk gençliğine emanet eden Başbuğ Gazi paşamızı ve necip kadrosunu şükran ve minnetle anıyoruz.

Gazi Paşamız Atatürk kurduğu ve milli iradenin geçekleşmesini temel alan Cumhuriyeti tanımlarken:

‘’Vatan ve Cumhuriyet çalışan insanların omuzlarında yükselecektir’’ vurgusunu yaparak geleceğimize ışık tutan en anlamlı mesajlarını Türk milletine vermiştir.

‘’Laik Cumhuriyet, öngördüğü nitelikleri esasında Sultan’a kul olmaktan çıkarılıp özgür birey olarak yurttaş kimliğine kavuşmuş Türk gençliğinin omuzlarında ilelebet yaşayacaktır’’.

*

Gazi Paşamızın ‘’EFENDİLER; YARIN CUMHURİYET İLAN EDİLECEKTİR’’ hitabetiyle 29 Ekim 1923 kurduğu Laik Cumhuriyetin ilan tarihidir. Cumhuriyetin 101 Yılını milli bayramımız olarak ilelebet yaşatacağımıza Türk Milleti olarak milli kimliğimizi ve güvenliğimizi teminat altını alma adına, yurtseverliğimiz / vatanperverliğimiz adına kutluyoruz.

Sonsuz minnet ve şükran Başbuğ Atatürk’e, silah arkadaşlarına, isimsiz kahramanlarımıza… Son durakları Yüce Yaratanın vaat ettiği cennetler olsun; Ruhları şad kabirleri nur içinde kalsın!

Ali Aydemir’e Vefa ve Akça Koca Kültür Platformu

Pek bunaldık, konjonktürel hava çok kirli, boğulduk. Siyasi, ekonomik krizler, silahlı terör, Batı’nın ikiyüzlülüğü, İsrail’in, Filistin, Gazze, Lübnan’daki katliamı ve soykırımı… “Bu karanlık gecenin yok mu sabahı?” dedirtiyor duyarlı insanlara.

İnsanız, insani değerlerimizi yaşatmalıyız. Vefa, bizi birbirimize bağlayan, bir zamanların güçlü değeri, modern dünyadan uzaklaşmış görünüyor. Vefa bilmeyen kişinin, bir başkası için ne önemi var ki? Vefa, kişileri birbiri için elzem kılan güçlü bir bağdır. Vefanın olmadığı bir hayat, tatsız yemek gibidir. Arapça kökenli bir sözcük olan ”vefa” 15. yüzyılda literatüre girmiş. Kelimenin sözlük anlamı, verilen sözü tutmak; yan anlamı ise arkadaşlıkta ve dostlukta kıymet bilmektir.

Kentimizin sosyal hayatına damgasını vuran Akça Koca Kültür Platformu çok güzel işler çıkarıyor. Üye ve gönüldaşları arasında tesis ettiği samimiyet ve güven iklimiyle programlar yapıyor, geziler düzenliyor. Ben de Platform’un daveti üzerine Kültür Eğitim Kurumları kurucusu Ali Aydemir için düzenlenen Vefa Gecesi’ne iştirak ettim.

Vefa, samimiyet demektir; vefa değerini hissettirmek demektir; vefa, unutmamak demektir; vefa güzellikleri, iyilikleri yaşamak ve yaşatmak demektir; vefa, birinin hayatına dokunmak, rol model olmak demektir… Katıldığım bu programda vefanın bütün renklerini gördüm, bütün iklimlerini yaşadım, bu geceyi hatıralarım arasına kaydettim.

Ülkemizin ve dünyanın yaşadığı bunaltıcı süreçte bir nefeslik güzellik yaşatan Akça Koca Kültür Platformu’nun tertip ettiği gecede, kadim dostumuz Ali Bey’in pek çok marifetini de öğrenmiş olduk. Güzellikleri görmek için uzağa gitmeye gerek yokmuş, güzellik meğer aramızdaymış, dedik.

Ali Aydemir Bey, bir eğitimci, bu toprağın insanı. Örneği bir daha görülmeyecek olan 1955-1965 kuşağından. İmkânsızlıklar içinde büyümüş, halinden hiç şikâyet etmemiş. Ispartalı, bir köy çocuğu. Köy ilkokulundan sonra kasabasındaki, duvarları sıvasız ve yıkık bir binada öğrenim yapan imam-hatip ortaokulu ve lisesini bitirmiş. Lise sonrası iki yüksekokulu ikmal etmiş. Hayata erken başlamış, hayatı ciddiye almış. Oğlu, on iki yaşındayken babasını askere uğurlamış. Birkaç sektörde iş deneyimi yaşasa da memleket ve insan sevgisi Ali Bey’i eğitim sektöründe kalıcı yapmış.

Ali Aydemir Bey’le kadim dostluğumuzun en az yirmi yıl öncesi var. Aynı sektörde paralel koştuk. O, benden daha hızlı koştu, 15 Temmuz darbe teşebbüsü nedeniyle eğitim sektöründe yaşanın krizde kendisine yapılan olumsuz telkinlere kulağını tıkadı, sağır fare rolü oynadı, bir eğitim kampüsü kurdu. Eğitim tesislerinde pek çok insana iş imkânı sağladı, ülkemiz için yararlı nesillerin yetişeceği zemini inşa etti, toprağı kazdı, tohumu ekti. Ailesinin, torunlarının, sektörün, kentimizin övüncü olmayı hak etti.

Samimiyete dayalı güzelliklerin yaşandığı sahneler beni hep duygulandırır, gözümden gelen yaşlara engel olamam. Ali Bey’in eşinin, çocuklarının, yetiştirdiği öğrencilerinin, hayatına dokunduğu öğretmenlerinin söyledikleri, aynı gün, nikahına katıldığım, hâkimlik mesleğini icra eden bir öğrencimin eşine beni tanıtırken kullandığı “Hocamın benim üzerimde hakkı çoktur.” cümlesiyle yaşadığım duygu yoğunluğuyla birleşince gözümden gelen yaşları saklayamadım.

Her tünel, ışığa açılır, uzunluğunu bilmesek de; bize yakışan sabırdır, umuttur. Geçmişten öç alınmaz, ders alınır. Tarih kitapları, geçmişi bilmek için değil, geleceği kurmak için okunur. Her toprak mutlaka ürün verir, ekeceğin tohumun zaman, zemin ve yeteneğini bilirsen. Kaderimiz, yol haritamız; buna itiraz etmeyiz, ama aklımızı da ihmal etmeyiz, rehber ediniriz. Bunların ötesinde kaderin üstünde bir kader olduğunu inkâr etmeyiz.  Tevekkül, güler yüz, önyargıdan kaçınma, hiç sönmeyen umut; aysbergleri eriten güneş gibidir, zor kapıları açan şifredir. Ali Bey, bu şifreleri, hayat adlı yolculukta maharetle kullanmış. Kadim dost, idol şahsiyet olarak, Platform’un düzenlediği anlamlı gecede hafızalarımıza bir kez daha kazındı, nakşedildi.

Denir ya: “Haya güzel, kadında daha güzel; adalet güzel, hâkimde daha güzel, cömertlik güzel, zenginde daha güzel.” Vefa da güzel, Akça Koca Kültür Platformu’nda daha güzel oldu. Vefa örneği olarak, Ali Bey de isabetli bir tercihti.

Platform’u, güzellikleri yaşatma ve yayma çalışmalarından dolayı tebrik ediyor, Ali Bey’e de kalan ömrünün geçmişinden daha hayırlı ve bereketli olacağı sağlıklı ömürler diliyorum.

Cumhuriyet Üzerine Bir Kaç Söz!

Türkiye Cumhuriyeti devleti, kuruluşunun 101. yılını kutluyor. Türkler bu netameli topraklarda, resmi tarihin söylediğine göre 1000 yıldır hükümran… İnşallah kıyamete kadar da öyle kalacak diyelim!

Bugün Türk toplumunun çeşitli sosyal katmanları bulunmaktadır. Bu katmanları; işçi, memur, köylü, emekli, esnaf, üniversiteli, sermayedar, siyasetçi gibi tanımlamalarla isimlendirebiliriz.

Günümüzde bu kategorilere giren insanımızın çoğunluğunun, devleti ve milleti “Türk” olarak yaşatma çabası yoktur. Olanlarında çabası ve çalışması yeterli değildir! Kendinizi bu kategoride görmüyorsanız, üzerinize alınmayınız.

Yani en azından benim, devletimi ve milletimi yaşatmak için yaptığım çalışmalar yetersizdir. Belki buradan bizi tenkit edenlerde, dönüp aynaya bakma sonucunu çıkarabilir!

J.J. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde “Üyelerinin her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, oradan her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun.” diyor.  Her halde cumhuriyetimizin, önümüzdeki yıllarda yapması gereken şey budur diye düşünebiliriz.

Ancak Türklerin bu coğrafyada yukarıda tarif edilen toplumsal birliği sağlayamamasının ana nedeni; dış saldırılara hedef olması ve bu saldırıların dünyanın hiç bir yerinde olmadığı kadar yerli işbirlikçi bulmasındandır.

Eğer Türklerde yeteri kadar “şuur” olsaydı, toplumsal birliği korumak adına yeterli zaman ayrılarak çalışmalar yapılırdı. Böyle olmadığı için, Türk toplumu bu coğrafyada yüzyıllardır süren bir huzursuzluk ve endişe içinde yaşamaktadır.

Devlet ve millet yapısı korunamadığında ne olacaktır? Sorunun cevabı basit ve yalındır: hürriyetimiz korunamayacaktır.

Oysa ki hürriyet, insanlığın en büyük idealidir. Bütün demokratik ve milli hareketlerin merkezi hürriyettir…

Bugün adına cumhuriyet dediğimiz devlet olmasa ve toplum olarak bu devletin vatandaşlığının getirdiği kazanımlarımız bulunmasa, birey olarak ne ifade edebiliriz? Keza adına bağımsızlık, özgürlük de diyebileceğiniz; can, mal, namus, seyahat vs. gibi emniyetinizi de içeren bir hürriyetiniz olabilir mi?

Her birimiz için son derece değerli ve adını cumhuriyet olarak koyduğumuz devlet yapımız, düşününce ne kadar önemli değil mi?

Peki, bu devlet nasıl kuruldu ve bu noktaya geldi, hiç düşünüyor musunuz? Hangi süreçler yaşandı, nasıl bedeller ödendi biliyor muyuz? Unuttuk mu yoksa hiç mi öğrenmedik? Bu ve benzer sorulardan kaçamayız. Çünkü devletin varlığı görüyoruz ki, doğrudan bireysel varlığımıza etki ediyor.

Bana göre cumhuriyetimizin vatandaşları bazı tiplere ayrılıyor. Örneğin vatansever, milliyetsever, menfaat sever, ihanet sever gibi! Bunları çoğaltabiliriz. Ancak şu gerçektir ki, vatan ve milliyetseverlerin çalışması hep yetersiz kalmış buna karşılık menfaat ve ihanet severler üzerlerine düşeni hep layıkıyla yerine getirmişlerdir.

Buradan vatan ve milliyet severlere hangi toplum katmanında olurlarsa olsunlar “cumhuriyeti korumak ve geliştirerek yaşatmak adına yaptığınız çalışmalar yetersizdir” diye seslenmek istiyorum.

Aksi olsaydı, memleketimiz bugün içinde bulunduğu tabloda olmazdı.

Eğer bu konuda bir mutabakat içinde isek, yapmamız gereken şey; toplumun her ferdinin buna kafa yorması, çalışması ve adeta kendini bu devleti koruma ve yaşatma işine vakfetmesidir. Tabii önümüzde dış düşmanlar kadar güçlü iç düşmanlarında olduğunu bilerek!

Rahmetli Atatürk ve silah arkadaşları şimdi 101. yılını kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti’ni içinde bulunduğumuz şartlardan çok daha ağır koşullar içinde kurmuşlardı. İçinde bulunduğumuz daha avantajlı şartlara rağmen onların bizden tek farkı; ne yapacaklarını ve neyi feda edeceklerini bilmeleri ve de bunları tavizsiz yerine getirmeleriydi.

Lafla peynir gemisi yürümeyeceğine göre, bu şekilde devlet korunamaz ve esaret altına düşerek millette yaşatılamaz.

Kimse “… efendim ben görevimi yaptım, yapıyorum” gibi kolaycılıklara sığınmasın. Etrafımız, amacını bilen ve hedefe doğru yürüyen iç ve dış düşmanlar tarafından sarılmıştır. İç ve dış düşmanlar tarafından varılmak istenen sonuç; 30 Ekim 1918’den sonra olduğu gibi vatan topraklarının silahlı işgali ile Türk Milletinin soykırıma, asimilasyona ve meçhule doğru yeni sürgünlere muhatap edilmesidir.

Bunu önleyecek tek şey; Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu ve şimdi 101. yılını kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluş ilkelerine bağlı kalınarak sonsuza dek yaşatılmasıdır.

İstiklal Harbi’nin, öldürülmek istenen Büyük Türk Milletinin kurtarılması için verilmesi gibi, 101 yıl sonra yine boğazı sıkılmak sureti ile yok edilmek istenen Türklerin; cumhuriyeti yani devletlerini koruma mücadelesi vermeleri gerekmektedir.

Tekrar ediyorum ki; her şeyin farkında olduğunu zannettiğim şahsım bile, hakkıyla bu mücadeleyi vermekten uzaktır. Onun için herkes durup bir düşünmelidir! Siyasi ikbal arayışları, menfaat temin etme çabaları ve bunlar için denenen her yolun mübah addedilmesi bizi öngördüğümüz olumsuzluklara çok daha çabuk ulaştıracaktır. Gün yine fedakârlık günüdür. Bu düşünce ve duygularla “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” anlayışı ile yaşayan Türk Milletine “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı” kutlu olsun diyorum. Bu yolda şehit ve gazi olanlara rahmet diliyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, yaşayanlarına uzun ve sağlıklı bir ömür temenni ediyorum.

Bir Devrin Anatomisi (2002 – 2024)

                Geçmişte yaşanmış öyle olaylar var ki, okuduğumuz, duyduğumuz her haberde: “Allah, Allah bu kadar da olmaz ki” demekten kendimizi alamıyoruz.

                Eski İçişleri Bakanımız Sadettin Tantan, 14 Ekim 2024 tarihinde X hesabından yaptığı bir paylaşımında her vatanseverin hayretle karşılayacağı enteresan bir açıklamada bulundu: “NATO’nun 30.06.2022’de İspanya’da gerçekleştirilen 32’nci Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilen “Ben Başbakan olmadan önce Sayın Bush ile bir süreç başlattım, o günden bugüne gelen bir sürecimiz var” sözünü artık açmak zorundadır. Cumhurbaşkanı, henüz resmi bir görevi yokken ABD Başkanı ile nasıl bir süreç başlattığını halka anlatmalıdır, halk gerçekleri bilmelidir.”

                Bu açıklamadan da anlıyoruz ki, Erdoğan, “EŞBAŞKAN”lık görevini henüz daha başbakan olmadan önce üslenmiş. Aşağıdaki iki paragrafta zaten bunu teyit eden ifadeler mevcut bulunuyor.

                Uzun müddet çeşitli gazetelerde günlük ve dizi yazılar, TRT’de muhabirlik ve yapımcılık yapan tecrübeli, araştırmacı gazeteci Banu Avar, Türkiye’de uygulanan senaryonun 1994 yılında ilk işaretini verdiğini belirtirken o tarihlerde Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Morton Abromovitz’in “Erbakan bu işi beceremiyor, daha kravatlı, daha şehirli görünümlü bir başkan lâzım” sözlerine atıfta bulunarak, “Dünya düzeni, Türkiye’nin yönetimine kimlerin geleceğine daha o tarihte karar vermişti” sözlerini ilave etmişti.

                O yıllarda TRT’de yurtdışından gelen gazetecilere mihmandarlık görevlerinde bulunan Banu Avar, 1994 yılında Refah Partisini araştırmak ve incelemek için Avrupa’dan gelen bir gurup gazeteciyi karşılamak üzere Yeşilköy Havaalanına gider ve Kendilerine Genel Başkan Necmettin Erbakan ile bir görüşme ayarlayabileceğini, söylediğinde: “Hayır onu istemiyoruz. Yardımcısı Abdullah Gül, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan ya da Fehmi Koru ile görüşmek istiyoruz” dediler.

                1999 Genel seçimleriyle işbaşına gelen üçlü Ecevit Koalisyon hükümeti, kısa zaman sonra ekonomik darboğaza girdi ve Dünya Bankasından Kemal Derviş getirilerek ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı görevine atandı. Kemal Derviş’in müdahaleleriyle bir kısım iyileştirici tedbirlerden sonra ekonomide düzelme başlamışken, ülkedeki terör olayı neredeyse bitirilme noktasına indirilmişken, Başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli, 7 Temmuz 2002 Bursa Kocayayla 11. Türkmen Kurultayı’nda 3 Kasım 2002 tarihinde Erken Seçime gidilmesi kararını açıkladı.

                AKP ise 14 Temmuz 2001 Tarihinde: “Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç, Ali Babacan, Binali Yıldırım, Nurettin Canikli ve Hayati Yazıcı” gibi isimlerle AKP’nin kuruluşunu gerçekleştirmişti. ABD ile ilişkisi doksanlı yıllara dayanan Recep Tayyip Erdoğan, arkasına AB’nin de desteğini almak için: “Huzur ve refah için Avrupa Birliğine evet” sloganıyla sesini duyurmaya çalışıyordu. Nitekim 3 Kasım 2002 Seçimlerinde %34, 29 oy alarak: “Türkiye Cumhuriyeti Demokrasi Tarihi’ne iktidarda en uzun süre kalacak siyasi parti olarak” tek başına iktidara geldi.

                İktidara geldiğinin ilk yıllarında AB. Rüzgârını da arkasına alarak, ekonomide bir önceki hükümet döneminin Kemal Derviş maliyesini uygulayan AKP hükümeti, 2009 yılına kadar Türkiye’de fert başına düşen milli gelirin 12 Bin Dolara kadar çıkmasını başardı. Ancak sonrasında alınan yanlış ekonomik kararlar ve devlet kurumlarındaki aşırı savurganlık yüzünden Türkiye gittikçe fakirleşmeğe doğru gidecektir.

Büyük Ortadoğu Süreci

                Yazımızın 2. Paragrafında dile getirdiğimiz Erdoğan’ın henüz başbakan olmadan ABD başkanı Buhs ile başlattığı ilk süreç, 20 Mart 2003’te ABD ordusu öncülüğünde “Çokuluslu Koalisyon Güçleri” tarafından Irak’ın işgaliyle başlamış oluyordu. Bu işgal neticesinde 4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde karargâh kurmuş bulunan bir binbaşı komutasındaki 11 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubunun ve Türkmen mihmandarlarının Irak’taki işgal kuvvetleri ve aralarında peşmergelerin de bulunduğu baskın sonucu derdest edilmeleri ve başlarına çuval geçirilmek suretiyle götürülüp 60 saat süresince alıkonularak sorguya çekilmişlerdir.

                Bu çuval hadisesinden sonra gazetecilerin Başbakan Erdoğan’a: “ABD’ye NOTA verecek misiniz” sorusuna Erdoğan: “Ne notası, müzik notası mı?” diye cevap verecektir.

                7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde Condoleezza Rica tarafından kaleme alınan “Türkiye’de dâhil Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırları değişecek” içerikli makalede de belirtildiği gibi artık BOB Projesi açıktan açığa fiiliyata geçmesine rağmen kendimizi Büyük Ortadoğu Eş Başkanlığı Projesi’nin şehavetine o kadar kaptırmıştık ki, makalede ne istendiğinin farkında bile değildik.

                2010 yılında Arap Ülkelerinde başlayan “Arap Baharı”: Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’de büyük çapta; Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta küçük çapta olmak üzere tüm Arap dünyasında baş gösteren mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalar neticesinde Tunus, Irak, Mısır, Libya devlet başkanları devrilmiş, Ortadoğu tabiri caizse kan gölüne dönmüştür.

                Bu arada Türkiye’de yargı FETÖ’cülerin eline geçmiş, Ergenekon, Balyoz davalarında olduğu gibi Türk Ordusuna büyük kumpaslar kurulmuş, vatansever birçok subay görevlerinden uzaklaştırılıp, Silivri Cezaevine konulmuştur. Türk Genelkurmay Başkanı tutuklanmış, Kozmik Oda’ya girilmiş gizli belgeler CİA’nın eline geçmiştir.

                Türkiye – Suriye sınırındaki mayınlı arazi temizlenmiş, Arap Baharı Projesiyle Suriye’de çıkan iç karışıklık ve savaş neticesinde sınırlarımızdan ilk verilere göre 3,5 Milyon kaçak Suriyeli sığınmacı ülkemize girmiştir. Akabinde AB fonlarıyla Türkiye – İran arasındaki mayınlı arazi de temizlenmiş, Amerikan ordusunun eğittiği binlerce Afgan, İranlı kaçkınlar tarafından ülkemiz adeta sessiz istilaya maruz bırakılmıştır.

                Çözüm Sürecinde valilikler tarafından verilen emirlerle Türk Ordusunun eli-kolu bağlanmış, “Hendek Savaşları” neticesinde 820 Türk askeri şehit edilmiştir. Maalesef bugün daha da el yükseltilerek terörist başının Gazi Mecliste konuşması isteniyor. Hem de kuruluşundan bu güne kadar Türk Milliyetçiliğini kendisine şiar edinmiş iktidarın küçük ortağı Milliyetçi Hareket Partisi tarafından.

                Bugün iktidar ve küçük ortağı tarafından 22 yılda devlet kurum ve mekanizmalarını tahrip etmekten, yapılan yüzlerce yolsuzluk neticesinde yargılanmaktan kurtulmak ve sürekli iktidarda kalabilmek için anayasa değişikliğine gidilmesinin yolları aranıyor. Bunun için ana muhalefet partisi ile normalleşmeğe, DEM ile el sıkışıp, tekrar çözüm süreci başlatmaya varıncaya kadar veremeyeceği taviz yok gibi görülüyor.

Cumhuriyet’in İlanı

Latince Respublica sözcüğünden Fransızca’ya Republique, İngilizce’ye Republic olarak geçen cumhuriyet sözcüğü; dilimize Arapça cumhur sözcüğünden geçmiştir. Sözcüğün anlamı halk, ahali demektir. Bu sözcük zamanla siyasal içerik kazanarak bir devlet ve bir hükümet biçimini adlandıracak şekle dönüşmüştür. Devlet şekli olarak egemenliğin ulusa/halka ait olmasını, hükümet şekli olarak da devleti yönetenlerin, egemenliği kullananların seçimle işbaşına gelmesini ve seçimlerin belli aralıklarla yapılmasını öngörür. Cumhuriyet halk yönetimidir. Egemenliğin halka/ulusa ait olmasıdır. Bu nedenle yasa karşısında eşit olan bireylerin devlet yönetimine eşit olarak katılma hakları vardır. 1789 Fransız devriminden sonra yaygınlaşmaya başlayan bu sistem Osmanlı İmparatorluğu döneminde pek etkili olmamıştır. Mutlak monarşiye karşı savaş açan Yeni Osmanlılardan Namık Kemal bu sistemin Osmanlı İmparatorluğuna uygun olmadığını söylemiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde yaşanan gelişmeler açıktan olmasa bile gizliden gizliye çok cılız bir şekilde cumhuriyet düşüncesinin oluşmasına yardımcı olmuştur. Bu ortam içinde yetişen Mustafa Kemal’in mutlak ya da meşruti sistemle ülke sorunlarının çözülemeyeceğini gördüğü ve daha Sofya’da Ataşemiliter iken “Devletin esasını cumhuriyet ilkelerine göre hazırlamak gerekir.” dediğini, Amasya’da milletin bağımsızlığını milletin azim ve kararının kurtaracağını söylediği, bunun için de halkın temsilcilerinin görüşlerini almak için Sivas’ta bir kongre yapılacağını belirttiği, Erzurum Kongresi’nde millî güçleri etkin ve ulusal iradeyi egemen kılacak kararın alınmasını sağladığı dikkati çekmektedir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’da bulunduğu sırada Mazhar Müfit Beye, “zaferden sonra hükümet şekli(nin) cumhuriyet olacağını” söylemiştir. Ancak ne kendi arkadaşları ne de toplum henüz cumhuriyet sistemine alışık olmadığı için bu düşüncesini millî bir sır olarak saklamıştır. Anadolu’da Millî mücadele örgütlenirken İstanbul’daki kimi deneyimli devlet adamının bu işin cumhuriyete gideceğini kestirdikleri, İngiliz Yüksek Komiseri Robeck’in Sivas Kongresi’ni bir cumhuriyet girişimi olarak nitelediği, The Times gazetesinin de Sivas Kongresi’nden “Sivas’taki Anadolu Cumhuriyeti” diye söz ettiği görülmektedir. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla Türk ulusunun yaşamında yeni bir dönem başlamış oluyordu. Artık halkın temsilcilerinden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde hiçbir güç yoktu. Bu güç Anadolu’yu düşman işgalinden kurtarmak için geceli gündüzlü çalışırken, bir yandan da devlet ve toplum yaşamında belirleyici olan temel yasaları yapıyordu. 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile egemenliğin kayıtsız şartsız ulusta olduğunu açıkça ilan etmişti. Bundan bir süre sonra da geleneksel Osmanlı sisteminin temel dayanağı olan Saltanatı 1 Kasım 1922’de kaldırmıştı. Böylece padişahsız bir dönem başlamıştı. Yürürlükteki sistem adı konmamış bir cumhuriyetti. Bu durumu Mustafa Kemal Paşa şöyle açıklamaktadır:

“Saltanat döneminden cumhuriyet dönemine geçebilmek için herkesin bildiği gibi bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki fikir ve iki görüş durmaksızın birbiriyle mücadele etti. O fikirlerden biri saltanatın sürdürülmesiydi. Bu fikrin taraftarları belli idi. Diğer fikir saltanat yönetimine son vererek cumhuriyet yönetimi kurmaktı. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi söylemekte sakınca görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulama yeteneğini saklı tutup uygun zamanda uygulayabilmek için saltanat taraftarlarının fikirlerini uygulama alanından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle anayasa yapılırken saltanat taraftarları, padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz bunun zamanı gelmediğini veya gerek olmadığını bildirerek o yönü söylemeden geçmekte yarar görüyorduk. Devlet idaresini Cumhuriyetten söz etmeden millî egemenlik esasları çerçevesinde her an Cumhuriyete doğru yürüyecek bir şekilde biçimlendirmeye çalışıyorduk”. Millî Mücadeleyi başarıyla tamamlayarak düşmanı yurttan atan, Saltanatı kaldıran, Lozan barış görüşmelerini başlatan Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Nisan 1923’te yeniden seçimlere gitme kararı almıştır. Atatürk’ün önderliğinde, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adaylarının ezici çoğunlukla kazandığı seçim sonucu, yeni Meclis 11 Ağustos 1923’te açılmıştır. Lozan Antlaşması onaylandıktan, Ankara, Başkent yapıldıktan, Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu 9 Eylül 1923’te Halk Partisine dönüştürüldükten sonra sıra rejimin adının konmasına gelmişti. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 27 Eylül 1923’te Neue Frei Prese’ye verdiği demeçte; yürürlükteki anayasaya göre Türkiye’deki sistemin cumhuriyet olduğunu söylemişti. Yürürlükte bulunan sistem Meclis Hükümeti sistemiydi. Bu sistemde devlet başkanlığı görevi Meclis Başkanlığınca yürütülüyordu. Hükümet üyeleri Meclisten tek tek seçiliyordu. Dolayısıyla aralarında bir birlik olmayabiliyordu. Ülkeyi çağdaş dünyanın bir parçası hâline getirebilmek için hükümetin etkin ve kendi içinde tutarlı olması zorunluydu. Ancak milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu üyeleri olmasına rağmen hükümete karşı tavırlarında anlaşmazlık vardı. Fethi Bey’in İcra Vekilleri Reisliği ile Dâhiliye Vekilliğini üstlenmesi hoş karşılanmıyordu. Ayrıca, kimi hükümet üyeleri de sık sık eleştiriye uğruyordu. Fethi Bey adeta hükümet işlerini yapamaz duruma getirilmişti. İstifa etmek istiyordu. Nitekim Fethi Bey 24 Ekim 1923’te Dâhiliye vekilliğinden istifa etti. Aynı sırada Meclis ikinci başkanı Ali Fuat Paşa da bu görevini bıraktı (24 Ekim 1923). Meclis, Fethi Bey’den önce İcra Vekilleri Reisliğinden istifa eden Rauf Bey’i Meclis ikinci başkanlığına, Erzincan Millet Vekili Sabit Bey’i de Dâhiliye vekilliğine seçti (25 Ekim 1923). Mustafa Kemal Paşa Sabit Bey’in Valilik dönemindeki çalışmalarını göz önüne alarak Onu Yeni Türkiye’nin iç işlerini yönetecek nitelikte görmüyordu. Rauf Bey’in Meclis ikinci başkanlığına seçilmesi ile Lozan Antlaşması’nı yapan Dışişleri Vekili İsmet Paşa’yı, Meclisin tutmadığı gibi bir izlenim vermeye çalıştığını düşünüyordu. Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa Hükümet üyelerini Çankaya’da topladı ve istifa etmelerini önerdi. Muhalefetin gücünü sınayabilmek için hükümet üyelerinden yeniden vekil seçilseler bile bu görevi kabul etmemelerini istedi (25 Ekim 1923). Bundan iki gün sonra hükümet istifa etti. Hükümetin istifası önce parti genel kurulunda sonrada mecliste açıklandı. Meclis odalarında, evlerde grup grup toplanan milletvekilleri hükümet üyeleri listesi hazırladı. 28 Ekim akşamına kadar bu çalışma sürdürüldü fakat olumlu bir sonuç alınarak yeni bir hükümet kurulamadı. Hükümet krizi doğdu. Muhalefet yeni bir hükümet oluşturabilmek için büyük bir çaba içine girdi. Ancak başarılı olamadı. Halk Partisi Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey bir hükümet listesi hazırladı bu konuda Parti lideri olan Mustafa Kemal Paşa’nın da görüşlerini almak için onu parti yönetim kuruluna çağırdı (28 Ekim 1923). Listeyi inceleyen Mustafa Kemal Paşa bu konuda adı geçen kişilerin de görüşlerinin alınmasını istedi. Listede adı olan kimi kişiler hükümette yer almak istemediklerini söylediler. Bunun üzerine gerekenlerle daha çok görüşüp üzerinde anlaşılacak kesin bir liste hazırlamalarını tavsiye ederek toplantıdan ayrıldı. Meclisten ayrılırken Halit ve Kemalettin Sami Paşa’nın Mecliste olduklarını öğrendi ve Müdafaa-i Milliye Vekili Kâzım Paşa aracılığıyla onları akşam yemeğine Köşk’e çağırdı. 28 Ekim 1923 akşamı Çankaya’da akşam yemeğinde bu paşalarla birlikte Kâzım Paşa (Özalp) İsmet Paşa, Fethi Bey, Rize Milletvekili Fuat Bey, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Bey de bulunuyordu. Bu toplantıda Atatürk “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diyerek bir süreden beri üzerinde çalıştığı Cumhuriyete geçme düşüncesini sofrada bulunanlarla paylaştı. Yemekte bulunanlar bu kararı onayladıktan sonra bunun yöntemi üzerinde görüş alışverişinde bulunuldu. İsmet Paşa dışındaki konuklar erken ayrıldılar. Atatürk, İsmet Paşa ile çalışarak Teşkilât-ı Esasiye kanununun bazı maddelerinde yapılacak değişiklikle amaca ulaşılacağını gördü. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesinin sonuna, “Türkiye Devletinin hükümet şekli cumhuriyettir.” cümlesi eklendi. Üçüncü maddede, “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur Meclis, hükümetin yönetim kollarını bakanları aracılığıyla yönetir.” Anayasanın sekizinci ve dokuzuncu maddeleri de şöyle değiştirildi. “Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir. Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerekli gördükçe Meclis’e ve hükümete başkanlık eder. Başvekil, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer vekiller, Başvekil tarafından yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra, tümünü Cumhurbaşkanı Meclisin onayına sunar. Meclis toplantı halinde değilse onaylama Meclisin toplantısına bırakılır”. 29 Ekim 1923’te Halk Partisi Grubu, Fethi Bey’in başkanlığında toplandı. Parti Yönetim Kurulu, Fuat Paşa başkanlığında hazırladığı hükümet listesini Genel Kurula sundu. Bunun üzerine milletvekilleri arasında tartışmalar başladı. Milletvekillerinin önemli bir kesimi Mustafa Kemal Paşa’nın krize müdahale etmesini ve kendilerini bilgilendirmesini isterdi. Nitekim sorunun çözümü için parti meclisi tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya yetki verilmesini isteyen bir önerge okundu ve kabul edildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa Meclise çağrıldı. Çankaya’dan Meclise inen Mustafa Kemal Paşa doğruca Halk Partisi toplantısına girdi. Hükümet sorununa bir çözüm bulunamadığını belirterek, sorunun çözümüne yönelik yapacağı öneri için milletvekillerinden bir saat izin istedi. Bu istek kabul edildi. Mustafa Kemal Paşa, bu bir saat içinde gerekli kişilerle görüşerek akşam İsmet Paşa ile hazırladığı yasa teklifini arkadaşlarıyla paylaştı. Daha sonra toplanan Halk Partisi Genel Kurulunda hükümetin oluşturulamama nedeninin hükümet üyelerinin tek tek Meclisten seçilmesinden kaynaklandığını, bunu giderebilmek için bir teklif hazırladığını, bu teklif kabul edilirse sorunun çözüleceğini belirtti ve yukarıdaki teklifi okumak üzere kâtibe verdi. Bunun üzerine tartışmalar başladı. Uzun ve sert tartışmalardan sonra teklif ve önerilen maddeler tek tek oylanarak kabul edildi. Ardından Parti Grubu toplantısı bitirilerek Meclis toplantısına geçildi. Teklif, Kanun-u Esasi Encümenine gönderildi. Burada “Türkiye Devletinin Dini İslam’dır.” “Resmî dili Türkçedir” ibareleri eklendi. İvedi olarak görüşülen teklif “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri arasında alkışlarla kabul edildi (29 Ekim 1923). Ardından Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi ve Mustafa Kemal Paşa katılanların oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanı 30 Ekim 1923’te de İsmet Paşa’yı Başbakan olarak atadı. Cumhuriyetin ilan edildiği gece telgrafla yurdun dört bir yanına bildirildi. Halk coşkuyla Cumhuriyetin ilanını kutlarken Saltanat ve Hilafet yanlıları, İstanbul Basını ve Millî Mücadele sırasında Mustafa Kemal ile birlikte bu savaşı yürüten kimi devlet adamı Cumhuriyetin ilan edilmesine sert tepki gösterdi. Başta Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa olmak üzere eski silah arkadaşları ve kimi milletvekili işin aceleye getirildiğini, kendilerine haber verilmeden Cumhuriyetin ilan edildiğini belirterek tepki gösterdiler.

İhsan GÜNEŞ

KAYNAKÇA

ÇEÇEN, Anıl, Atatürk ve Cumhuriyet, İş Bankası Kültür Yayını, Ankara 1981.

EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 1989.

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk (1919–1927), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1989.

GOLOĞLU, Mahmut, Türkiye Cumhuriyeti, Başnur Matbaası, Ankara 1971.

ÖZTÜRK, Kazım, Türk Parlamento Tarihi II. Dönem (1923–1927), 1. Cilt, TBMM Yayını, Ankara 1993.

Cumhuriyet’in İlanı – Atatürk Ansiklopedisi

Konferansa Davet

Kıymetli dostlarımız,

Cumhuriyetimizin 101. Yılı vesileyle, 30 Ekim Çarşamba akşamı saat 19:00’da, İzmit Öğretmenevi’nde, Aydınlar Ocağı’mızın müstesna isimlerinden Eğitimci-Yazar Dr. Sakin ÖNER’in konuşmacı olarak katılacağı yemekli bir etkinlik düzenleyeceğiz.

Üyelerimizin etkinliğe mümkün mertebe eşli katılım konusunda gayret göstermelerini istirham ederim.

Etkinliğe katılmak isteyen üyelerimiz aşağıdaki telefon numarasından doğrudan tarafıma mesaj yoluyla bilgilendirme yapabilirler.

(İrtibat: Gürkan Uysal
Tel: +90 532 622 66 86 – WhatsApp yahut SMS’le ulaşılması rica olunur)

(Not: Fix menü uygulanacak olup, yemek ücreti kişi başı 300 TL’dir)

Anne Baba Örnek Model Olmalıdır

“Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın. Zira onlar size benzeyeceklerdir! Kendinizi terbiye edin.”

Çocuk dikkatli bir gözlemleyicidir. Aile üyelerinin arasındaki iletişimi gözlemler ve değerlendirir. 

Çocuk kendisini yönetebilmeyi, doğru davranışlar sergilemeyi, ana babasına sevgiyle bağlı olduğu için ve onların sevgisini sürdürebilme duygusuyla öğrenir. Bu öğrenmede, ana baba korkusu ya da ceza­dan kaçınma duygusu yoktur.

Sevdiği anne ve babasına benzemek, çocuk için en güçlü eğilimdir. Anne ve babasının sevdiği davranışları yineleyerek, o davranışları zamanla özümser. Önce çok yüzeyde olan bir taklit ile başlayan bu benimseme, giderek ana babanın özelliklerinin kendi kişiliğine sindirilmesi yoluyla gelişir.

    Babanın rolü de anne kadar önemlidir. Çünkü çocuğun kişilik gelişiminde özdeşleşmesi için baba, çocuğa modeldir. Babanın rolünün olmaması, çocuğa karşı pasif olması veya ilgili olmaması; çocuğun kişiliğinin oluşumunu, ruhsal ve fiziksel sağlığını oldukça etkiler ve bazı davranış bozukluklarına sebep olabilir. 

Başka deyişle, çocuk anne ve babasıyla özdeşim yapar; on­lara kendini uydurarak daha çok sevilme çabasına girer. Bu çaba, onu daha uysal ve söz dinler hale getirir.

Anne baba, doğru davranışları hayatlarına hâkim kılmışsa, çocuklarına yeterli sevgi ve ilgi gösteren kişilerse, çocukları da bu istikamette yetişir

“Çocuğunuzu Kötü Etmenin Yolları” ya da “Yengeç” Kitabı’nın yazarı C.G. Salzman, yazdığı kitap için yengeçlerden etkilenmiştir.

Kırda gezinti yaparken, kendisini gören yavru yengeçlerin anneleriyle beraber geri geri kaçtıklarını görünce, çocukların kötü alışkanlıkları ailelerinden nasıl öğrendiklerini anlatan bir kitap yazmıştır.

Çocukların aile dışından öğrendikleri davranışların geçici, kalıcı davranışların ise aileden öğrenilenlerin oldu­ğunu söyleyen Salzman, “Kötü huy ya anneden ya da babadan ya da her ikisinden çocuğa geçmiştir” diyor.

Çocukların kötü huyları anne babadan nasıl aldıklarını anla­tan Salzman’ın verdiği örneklerden birkaçını paylaşalım sizlerle:

-Sürekli asık suratlı olursanız, herkesin yanında çocuğunuzu eleştirip kabahatlerini yüzüne vurursanız, en ufak hatasında onu cezalandırırsanız çocuğunuzu kendinizden nefret ettirmeyi başarırsınız.

-Zorda kaldığınız zaman çocuğunuzu babasıyla tehdit eder­seniz, yatamadığı zaman “öcü geliyor” diye korkutursanız, ço­cuğunuz babasından ve öcüden nefret eder.

-Yerine getiremeyecek sözler verirseniz, karı koca olarak birbirinize saygı göstermezseniz, çocuklarınızın yanında birbiri­nizi eleştirir, kavga eder, birbirinize hakaret ederseniz çocuklarınızın güvenini kaybedersiniz.

-İki kardeşten birini sürekli över, diğerini sürekli eleştirir­seniz, birine sürekli ödül verir diğerini sürekli cezalandırırsanız çocuklarınız birbirlerini kıskanmaya başlar.

-Onlara sürekli kötü insanlardan bahsederseniz, herkesin menfaat için birbirini aldattığını, dünya da güvenilecek insan­ların kalmadığını söylerseniz çocuğunuzu insanlardan soğutmuş olursunuz.

-Aileniz dâhil herkese kaba davranırsanız, çocuklarınızın gözü önünde hayvanlara eziyet ederseniz, komşu veya iş arka­daşlarınızı döverseniz, düşmanlarınızın çok olduğundan bahsederseniz, tabanca ve bıçaksız gezmezseniz, çocuğunuzun acıma­sız ve zalim olmasını sağlarsınız.

Çocuklarınızın yanında sizden daha zengin olanları çekiş­tirirseniz, gayrı meşru yollardan zengin olduklarını söylerseniz, memurların rüşvetle büyüdüğünden bahsederseniz, çocuğunuzun kıskanç olması kaçınılmazdır.

-“Önce ders sonra oyun” kuralında acımasız olursanız, ders yapmadığı zaman çok katı yasaklar koyarsanız çocuğunuzu okuldan soğutursunuz.

-Çocukların her istediğini yerine getirirseniz, onları oyun­cak ve hediye yağmuruna tutarsanız, çocuklarınızın bencil ve şı­marık olmasına sebep olursunuz.

-Onu kandırırsanız, başkalarına yalan söylerseniz, suçlarını itiraf ettiklerinde bile azarlarsanız, çocuklarınızı yalana alıştırı­rsınız.

-Sürekli dedikodu yapar, herkesin arkasından konuşursanız, çocuğunuzu da dedikoducu yaparsınız.

Çocuklar çevrelerinde gördüklerini, anne babaya ait tüm özellikleri öğrenirler. Bu öğrenme bilgi, duygu ve davranış ka­zanma olarak gerçekleşir.

Çocuklar her şeyi, diğer insanların yaptıklarını izleyerek; söylediklerini dinleyerek; nesne ve olay­lara bakarak; televizyon, video, CD, internet, gazete, dergi, kitap vb. okuyarak, seyrederek veya dinleyerek; yani kısaca “gözlem” yoluyla öğrenirler.

Çocuklar, birçok sosyal davranışı (nerede, ne zaman, ne ya­pılıp yapılmayacağını) başkalarını gözleyerek öğrenirler.

 Anne baba bir söze, bir harekete gülerse çocuklar da birlikte güler, hatta kahkaha atarlar. Ayaklarını içe veya dışa basarak ve başı dik yürüyen bir babanın çocuğunun, babası gibi yürüme­si; ellerini ceplerine koyarak konuşan bir babanın çocuğunun da öyle hareket etmesi mümkündür

Gözlem Yoluyla Öğrenme” nin yanında, modele baka­rak yani “Taklit Yoluyla Öğrenme” ve kendisini bir başkası ile bir veya aynı tutarak onun davranışını benimseme yani “Özdeşleşme Yoluyla Öğrenme” de çok önemli öğrenme şekilleridir.

Çocukların iyi alışkanlıklar edinmesi, iyi hareketlerin birlik­te yapılmasıyla olur. Çocuk kendi çevresinde bulunan kişilerin kötü hareketlerden çekindiklerini ve kötülükten hoşlanmadıkla­rını görürse, kendisi de iyi hareketler yapmaktan zevk almaya başlar.

Çocuk anne ve babasını taklit ederek sosyal yaşama alışır. Aile içinden seçtiği örnek kişi, bozuk kişilik yapısına sahipse, kötü davranış şeklinin çocukta da görülme olasılığı yüksektir. Bu nedenle anne-babanın çocuğa iyi örnek olması çok önemli­dir. Ebeveynlerin sözlerden çok davranışlarıyla model olmaları gerekir.

 “Yemekten önce ellerini yıka” diye yüz defa söylemektense, “hadi ellerimizi yıkayalım” diyerek birlikte yapmak daha etkili olur. Çocuğa karşı ne kadar sabırlı ve anlayışlı olursak o kadar başarılı oluruz.

Sevgili anne babalar, öncelikle çocuğunuzu benimseyin ve her haliyle onu kabul edin. Onu sevin, sevmeye ve sevilmeye hepimizin ihtiyacı var. Çocuğunuza iyi bir örnek ve iyi bir model olun. Ona ne verirseniz, size de aynısını geri verecektir.

“Okula gidince öğretmen onu hizaya sokar. Öğretmen onun hakkından gelir.” Demeyin. Çünkü eğitim okuldan önce evde başlar. Hayat okulunun ilk sınıfı aile eğitimiyle başlar.

Çocuklarınıza karşı daima güler yüzlü olun. Onların sevinçlerini paylaşın, acılarına ortak olun. Size bir şey sorduklarında ilgiyle cevap verin.

Çocuğunuzda güzel duygu, düşünce ve davranışlar görmek istiyorsanız, önce siz bunlara eksiksiz uymalısınız. Çünkü çocuğunuz, sizin gibi olacaktır.

Biz büyüklerin yapması gereken ilk temel ilke, “çocuklarımızı doğru davranışlara yönlendirmek için, kendimiz o davranışları gösterebilen kişiler olmalıyız.”

Sevgiyle kalın…