Bu adamlar ülkelerin sınırlarını yeniden çizme, devletleri kendilerine göre “doğru boya” indirme, milletleri cezalandırma hakkını nereden buluyorlar diye sorabilirsiniz. Cevabı şu: Onlar, endüstri devriminden, hatta aydınlanmadan beri kendilerinde o hakkı görüyor. Rahmetli Alev Alatlı buna “aydınlanmanın kibri” derdi. Merhametsiz bir kibir. Onlar üstün ari ırktı. Onlar öldürmeseler Amerikan Yerlileri, Çinliler, Asyalılar ve Orta Doğulular zaten silinip gidecekti. Onun için onları öldürmeleri sadece tabii gidişi hızlandırmaktan ibaretti. Irkçılık ancak Hitler’in mağlubiyetinden sonra “tu kaka” oldu. Tekrarlayayım: Hitler Batı’nın ilk ırkçısı değil, son ırkçısıdır.
Sınırların yeniden çizilmesi… Diyorlar ki bunları da zaten biz çizmiştik. Yanlış çizmişiz. Şimdi yeniden ve doğrusunu çizeceğiz. Ya ora halkı? Onlar ne o zaman ne de şimdi söz sahibidir.
1922
Trevor Royle adlı yazarın, Sunday Herald gazetesinde, 23 Şubat 2003 tarihinde yayımlanan Sınır Eğlenceleri başlıklı yazısından daha önce kısaca bahsetmiştim. Bakınız Irak, Suriye, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan sınırlarını kim ve nasıl çizmiş…
1922 Kasım’ının sonundayız. İç mekân: Basra Körfezi’nde, al-Hasa limanı yakınındaki Ukair’de çatılmış bir İngiliz ordu çadırı.
Oyuncular Trevor Royle’ın anlatımıyla şöyle: “Birinci Dünya Harbi’nde Türklere karşı İngiltere’ye büyük destek sağladığı için İngiltere’nin koruması altındaki İbn Suud, (yakında Suudî Arabistan olacak) Necd’in yöneticisiydi. Sabih Beg, daha önce Osmanlı Mezopotamya vilayeti olup şimdi İngiliz mandasındaki Irak’ın, Kralı Faysal’ın temsilcisiydi. İngiliz korumasındaki Kuveyt’in hükümdarı Şeyh Ahmed Al Sabah’ın bulunmasına izin verilmemişti; onu Binbaşı J. C. More temsil ediyor ve onun adına gereken bütün konuşmaları yapıyordu.”
“Beni sen yarattın”
Bu önemli heyeti, İngiltere’nin bu iş için görevlendirdiği Sir Percy Cox yönetiyordu ve Cox (Arap şivesiyle “Kokkus”) beş gündür çekişip bir sonuca varamayan Araplardan ve yapış yapış sıcaktan sıkılmıştı. Tercümanlığı Cox’un yaveri Binbaşı Harold Dickson yapıyordu. Dickson’un sonradan yayımlanan notlarına göre sahne şöyle ilerledi:
“İki tarafın da taviz vermeyeceğinden endişelenen ve sabrı tükenen Cox, kırmızı bir kalem ve Arabistan diye bilinen yerin boş bir haritasını çıkardı. Delegelere, “Beyler, işte sınırlarınız” dedi ve bugün Irak, Kuveyt ve Suudî Arabistan’ın sınırlarını teşkil eden birbiriyle açı yapan düz çizgileri çizdi. Kimse aldığından mutlu değildi: İbn Suud çöl mirasına ihanet edildiğini hissediyordu; Irak geçeceği yer iki Kuveyt adası, Varba ve Bubiyan’ın neredeyse tıkadığı Körfez’e daha rahat bir çıkış arzu ediyordu; Kuveyt iki potansiyel düşmanın arasında sandviçlenmişti.
“Tercümanlığın hemen tamamını yürüten Dickson, ‘Necd Sultanı’nın yaramaz bir okul çocuğu gibi azarlanmasını, Sir Percy Cox’un, sınırların tipine ve genel çizgisine ben karar veririm diye ona çıkışmasını seyretmek şaşırtıcıydı.‘ diye yazıyordu. ‘İbn Suud neredeyse çözülüvermişti ve patolojik bir tavırla Sir Percy’e, ‘Sen benim babamsın, ağabeyimsin, beni sen yarattın, ben bir hiçken beni bu mevkie getirdin. Sir Percy emir verirse krallığımın yarısını; yok, yok tamamını teslim ederim.’ diye sayıp döküyordu.’”
Kuveyt sınırı
“Haritada kıpırdamadan duran çizgileri karşısında üç tarafın da kadir-i mutlak Kokkus’un empoze ettiği hudutları kabul etmekten başka çareleri yoktu. İmzalar atılıp ve herkes kendi yerine döndüğünden Irak’la Kuveyt arasındaki sınırı işaretleme görevi de Binbaşı More’a kalmıştı. Öyle de yaptı. Safvan Vahası’ndan bilinmeyen sayıda adım atarak çöle ilerledi ve kumların ortasına bir tahtaya yazdığı notayı dikti. Bu gayretleri şayanı takdirdi ama boşunaydı: Gelip geçen Bedevi kervanları Irak veya Kuveyt’ten hangisini tutuyorlarsa notanın dikildiği kazığı güneye veya kuzeye taşıyıp tekrar diktiler. More’un nota tahtasını aslında tam nereye diktiği hâlâ tartışma konusudur.”
Ne dersiniz? Batılı ve doğulu dostlarımızın, deruni düşüncelerinde o günden bugüne temelde bir değişiklik var mıdır? Daha vahimi, Orta Doğu halkının ve liderlerinin kısmı azamının davranışlarında 1921’den bu yana büyük farklılıklar, değişiklikler var mıdır? Nereden bileceksiniz? “Sizin bilmedikleriniz var!..”
Orta Doğu’da sınırlarını kendi mücadelesi ve kendi kanıyla çizen bir tek Türkiye var galiba. Bugün de bizim yerli bedevilerin “Kemalist, Kemalist” diye saldırmayı marifet saydıkları Türkiye Cumhuriyeti.
Tercümenin tamamını şurada bulabilirsiniz: https://bit.ly/seglence Aslını artık internette bulmak mümkün değil. Belki İngiltere’deki kütüphanelerde… Verdiğim bağlantıda çok ilgi çekici bir fotoğraf da var. Sınır eğlenceleri sırasında Kahire’de toplanan İngiliz kiram… Churchill, casus Lawrence, Cox’un çizgilerinin arkasındaki beyin Gertrude Bell ve diğerleri, hatta köpekleri. Gerçek köpekten bahsediyorum.
Düşündürücü bir makalenin önemli gördüğüm bölümlerini özetlersek;
Arapça bir sözcük olan biat, yöneten ile yönetilenler arasında yazılı olmaksızın var olduğu kabul edilen itaat anlaşması anlamına geliyor.
Aşiret veya kabile şeklindeki örgütlenmelerde yaygın olan biat, çoğu kez rızaya dayansa da bazen zorla da söz konusu olabiliyor. Teba, tabiyet, tabi gibi sözcükler de aynı kökten gelir. Birisine biat eden ona tabi hale gelir ve onun tebası (biat edenleri) arasına girer. Günümüzde aşiret veya kabile örgütlenmesinin yerini devlet örgütlenmesi aldığı için tabiyet, kişinin, hangi devletin uyruğu olduğunu göstermekte kullanılan bir ifade haline dönüşmüş bulunuyor.
*
İslam, birçok başka ilkenin yanı sıra biat ilkesine dayalıdır. Başlangıçta daha çok dinsel bir tema taşıyan biat, sonraları siyasal bir nitelik de kazandı ve İslam devletinde yönetenle yönetilen arasında, yazılı olmayan ama zımnen (üstü kapalı) yapıldığı kabul edilen, bir bağlılık sözleşmesi anlamı taşımaya başladı.
Günümüze kadar uzanan biat kültürü önce Orta Çağ bitinceye kadar Hıristiyanlığın, sonra ve hatta şimdi Siyasi İslam’ın yarattığı ve empoze ettiği, insanın insanı sömürmesi için bir düzenek, bir tuzaktır.
*
Tarihte ve bugün; dini, siyasi bir tuzak olarak kullananlar, insanların manevi duygularını istismar ederek siyasette halk yardakçılığı yaparak sonuca gidiyorlar. Diktatörler otokrasiyi sürdürmek zorundadır, çünkü bunlar, krallar ve emirler ve diktatörler siyasi ve maddi birikimlerini ancak bu yolla koruyabiliyorlar.
*
Dini inanç şu veya bu şekilde insanlığın var oluşundan beri vardır. Tek tanrılı dinlerden önce de insanlar her zaman bir inanca, bir simgeye bağlı olmak ihtiyacını duymuştur.
Elbette yalnızca inanç değil, insanlık tarihi yakın geçmişte, toplumda insani değerleri ve eşitlik duygularını, millî değerleri istismar ederek de demokrasiyi ortadan kaldıran ve biat kültürü yaratan, Komünizm ve Nazizm gibi sosyo-ekonomik sistemleri yaşamıştır.
*
Güce tapma veya aldanma suretiyle diktatörleri genellikle halk yaratmıştır. Söz gelimi Türkiye’de, tarikat şeyhleri için söylenen bir deyim vardır: “Şeyh uçmaz, onu müritleri uçurur.”
İnsanlık tarihinin en zalim diktatörlerinden biri olan Hitler de, millî değerleri olduğundan fazla öne çıkararak, halk yardakçılığı yapmış ve Alman halkının idrakini kilitlemiştir.
Hitler’i oy vererek Alman halkı yarattı. Demek ki diktatörler seçimle de gelebiliyor. Hitler’in İtalya’da en büyük ortağı ve destekçisi, Ulusal Faşist Parti’yi kuran, Benito Amilcare Andrea Mussolini de seçimle gelmiştir.
Sosyalist rejimler de insanlığın bedel ödediği ve fakat kaybettiği rejimlerdir. Sovyetler birliği, insanlığın 70 yılını götürmüştür.
*
Demokrasi talebi halktan gelmelidir. Bunun için de önce halkın demokrasi kültürü olmalı ve sonra demokrasi talebi olmalıdır. İngiltere, Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde ve ABD’ de demokrasi için halk geçmişte bedel ödemiştir. Bunun için de aynı halk demokrasiye sahip çıkmak için tüm kanalları açık tutmaktadır.
Türkiye de İstiklal Savaşı ile monarşi düzenini sonlandırma faaliyetlerini paralel yürümüştür. TBMM ve Atatürk döneminde demokrasi sınırlı idi. Ancak bu dönem geri dönüşü engellemek ve aynı zamanda demokrasinin altyapısını hazırlamak için bir başlangıç dönemi olmuştur.
Türk toplumu, İstiklal Savaşı nedeniyle katlandığı maliyetleri yalnızca savaş maliyeti olarak görüyor.
Atatürk devrimlerini kucağında bulduğu için bugün demokrasi talebi yetersiz kalıyor.
Bir toplum biat kültürüne başkaldıramadığı sürece ya da uyum sağladığı sürece ara sıra geçici refah artışları yaşayabilir ama gelişmiş bir toplum konumuna gelemez.
.
Yıllardır bağımsız cumhuriyetimize yapılan ihanetleri, dökülen kanları, verilen şehitleri milletçe yaşıyoruz. Emperyal güçlerin desteğiyle anarşist odakların silahlı saldırılarıyla maddi olarak ülkeyi zaafa uğratmalarıdır, akabinde üniter yapıyı federasyona dönüştürme çabalarıdır.
*
Güçlü bir devlet olarak ihtiyaç duyduğumuz ülkenin kuruluş felsefesini esas alan bağımsız ve güçlü hukuk sisteminin öncülüğünde güçlü demokratik parlamenter sistemi oluşturarak ülkenin yönetilmesini sağlamaktır.
Millet olarak bu netameli ve yaşlı coğrafyada güçlü kalmanın, ebedi kalmanın reçetesi, bir bilgenin ifadesiyle ‘’Birleyerek Oluşalım’’ ifadesinde billurlaşır, gerçek yerini alır.
Bu reçete, ’’Türk Ulusal Kimliğinin’’ reçetesidir.
16-İdamla Yargılanan Bakan; Tevfik Abi isimli çalışması 2024 yılında yayınlandı. Millî Eğitim Bakanı Ahmet Tevfik İleri’nin romanıdır. Edebiyat Fakültesi öğrencisi Can, mezuniyet tezi olarak idamla yargılanan, sonra müebbet hapse mahkûm olan 17 yaşında Teknik Üniversiteyi bitiren, öğrenci lideri, örnek üst bürokrat, devlet adamı Tevfik İleri’yi araştırır. Devletin makam aracında bir dakika bile ailesini oturtmayan ve Yassıada’da Duruşmalarında idamı talep edilen Tevfik İleri’nin mahkemeye ‘İftira atarak şerefimizle oynamayın, size başımı uzatıyorum, kararınızı verin’ demesi Can’ı etkilemiştir. Roman bu minval üzerine gelişir.
17-Mehmet Akif Ersoy İle Seyahat (Mehmet Âkif Ersoy’un anlatmak, tanıtmak, eserlerini tercüme ettirmek için gittiği yurtdışı başşehirlerindeki gezi notları; Bunlar arasında önce Asya Türk Cumhuriyetleri Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve devamında; Kırım, Tataristan, batı Avrupa’da Balkanlar, Almanya, Hollanda, Ortadoğu’da Mısır, Libya, Tunus, Uzakdoğu’da Endonezya ve Singapur.
18-Gezmek de Ne Oluyor? (Seyahat Notları);
Ankara, Antalya, Bodrum, Burdur, Elazığ, Gaziantep, Kilis, Kuzey Kıbrıs, Şanlıurfa, Trabzon seyahatinde kentin ve halkın sosyal hayatı, kültürü, yaşantısı, sorunları, bağı-bahçesi, mutfağı, insanî ve medenî ilişkileri, kültürü, sanat hayatı, eğitimi, geçimi, dinçliği veya yorgunluğu konu ediliyor.
19- Benim Evlerim Benim Şehirlerim
Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli sâhibi, veya kiracı yahut misâfir olduğu, dâvet edilerek gidip kaldığı sırada etkilendiği evleri ve şehirlerini anlatıyor. Yaşadıklarını mâzide kalmış ev ve şehirlerle mukayese ediyor, geleceğe ait ipuçları, kültür ögeleri, yenilik, ortak hayat alanı bulmaya çalışıyor. Eski mi, yeni mi, modern mi, teknolojik üstünlük mü, nostalji mi, yoksa ufuk sâhibi insanlar ve akıllı şehirler mi artık yaşadıklarımız? Bir sonraki nesil ve şehirlerler nasıl olacak, nasıl yönetilecek ve niçin yaşanacak? Bu sorulara cevap arıyor.
20-Mehmet Akif Ersoy Ve TBMM
Başkan Köksal Toptan döneminde TBMM’nde özel izin alınarak arşivlerin taranması ile ortaya çıkarılan hacimli bir eser. Bu çalışmada çok az sayıda parlamento kürsüsünde konuşan ve tartışan Mehmet Âkif Ersoy’un TBMM’nde yaptığı konuşmalar, parlamento çatısı altında hakkında yapılan milletvekillerinin bütün değerlendirmeleri fotoğraflarıyla yer alıyor. Ayrıca Mehmet Âkif Ersoy ile alakalı parlamento arşivindeki bütün resimleri, maaş bordosu dâhil, yazılı beyanlarına yer veriliyor. Eserin sonunda ise Mehmet Âkif Ersoy hakkında yapılan bütün kitap çalışmaları tek tek sıralanıyor.
21-Röportajlar Kitabı
Coğrafyamızda etkili olmuş, yazar, akademisyen, sanatçı, maruf insanlarla yapılmış sohbetleri muhtevi bir çalışma. Birkaç örnek vermek gerekirse Şeyh Şamil’in Torunu Sait Şamil, Son Halife Abdülmecit’in Özel Kalem Müdürü Şâir Nigâr Hanımefendinin oğlu Keramet Nigâr, önemli bir hat ustası, hocaların hocası Hattat Hâmit Aytaç ve dünya çapında bir yazar Cengiz Aytmatof Formu bu çalışmada önde olan isimler.
22-Dünyamız İçin Tebliğler Kitabı
Bu çalışma; yazar, sivil toplum öncüsü Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin gerek Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’nın organize ettiği ve gerekse misâfir olduğu milletlerarası toplantılarda sunduğu tebliğlerden oluşuyor. Bu etkinlikler Ankara, İstanbul, Balıkesir, Elazığ, Trabzon ve Burdur ile birlikte değişik zamanlarda gerçekleştirilen yurtdışında Kahire, Üsküp, Prizren, gibi şehirlerde tanıtmaya çalışılan Mehmet Âkif Ersoy (Türkiye), Ahmet Baytursınulı, Mustafa Çokay (Kazakistan), Aliya İzzet Begoviç, Gazi Hüsrev Bey (Bosnahersek-Novipazar), Bekir Çobanzade, Yusuf Akçura (Kırım), Abdullah Tukay, Abdürreşit İbrahim, Zeki Velidi Toğan, Ataullah Beyazıdof, Halim Sâbit Şibay, Rızaeddin B. Fahrettin, Musa Carullah Bigiyef, Sadri Maksudi Arsal Rusya,Tataristan).
23-Türk Dünyasını Aydınlatanlar;
Neden ortak dil Türkçe, neden Türk Dünyasını aydınlatanlar, cihanşümul kuşatmanın eskimez ve yeni âkil adamları kapsamı, neden birlik, dünyada en fazla konuşulan altıncı dil Türkçe, Medeniyetler buluşması mı, çatışması mı? Avrasya bölgesindeki zenginlik, din, dil ve kültürlerin güvence altında olması, ‘vatan neden büyük ve müebbet bir ülkedir?’, bilginin toplanmasını, işlenmesini, depolanmasını, ağlar aracılığı ile bir yerden bir yere iletilmesini sağlayan iletişim ve bilgisayar teknolojilerini, internet nasıl bir gelecek hazırlıyor? Asımın, Dirilişin, Büyük Doğunun nesilleri, 2050 yılına randevu nasıl alınacak?, gelişmelerde Türk Dünyası aydınlarının rolü, gibi sorular üzerinde çalışılmış ve sorulara cevap aranmış bir çalışma!
24-İslam Coğrafyasını Aydınlatanlar:
En genç yaş grubu Müslümanlar, Asrımızda savaşlar neden hep İslam coğrafyasında oluyor? Batı ülkelerinde inanç çözülmesi, hangi dinler, hangi ülkekerde? Avrupa Birliğinde Müslüman nüfus hiç bir medeniyet, topluluk ve ülke yoktur ki, satıcıları ve alıcıları, iyi okunması gereken resimler, İslam Coğrafyasını Aydınlatanlar; Mehmet Âkif Ersoy, Muhammet İkbal, Abdurrahman El Kevakibi, Hasan El Benna, Seyit Kutup, Ebul-A’la El Mevdudi, Ebu’l Hasen Ali En Nedvi, Ali Şeriati, Osman Dan Fuduyi, Muhammet Bin Ali Es Sunusi, Şeyh Şâmil, Şehabettin El Mercani, Musa Carullah Bigiyev, Halim Sâbit Şibay, Ali Suavi, Hayrettin Karaman, Ali Özek, Nevzat Yalaçıntaş, Mehmet Görmez anlatılıyor, tecdit ve ıslah hareketleri hatırlatılıyor. İslam coğrafyasında AB, AGİT, NATO gibi barış güvenlik ve dayanışma teşiklatını oluşturulmasının gerekliliği, ortak aklın gerekliliği, kültürel mirasın yenilenmesi ve yeniden üretilmesi, temel değerlerden vazgeçilmeden çağdaşlaşma, modernleşme ve sosyalleşmenin zarureti, sivil dayanışmayı güçlendirecek ortak ağlar ve bilgi kanallarının kurulması irâdesinin ortaya konulması sinema, tiyatro, müzik, görüntülü ve plastik sanatların geliştirilmesi, teşvik edilmesi, âlimden aydına geçiş sürecinin yönetilmesi, yönetimlerde, ekonomide ve sanatta insanı merkeze alan bir anlayışın geliştirilmesi, cihanşümul bir donanıma sâhip olunması konusu işleniyor.
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Dergâh Yayınları’nın hazırladığı Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’ne de maddeler, Türkiye Yazarlar Birliği’nin her yıl neşrettiği Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı ile her ay yayınladığı Türkiye Kültür ve Sanat Bülteni’ne ise 10 yıl (1984-1994) Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Mehmet Cemal, Serhan Karagil, İsmet Gökçe imzalarıyla başta; basın-yayın-medya, aktüalite, dünyâ ve kültür hayatımız başta olmak üzere bölümler kaleme aldı. Haftalık Yörünge Dergisine ise yayına başladığından itibaren 10 yıl yine İsmet Gökçe adıyla Ankara Kulislerini değerlendirdi. Türkiye Gazetesinde ise Ayhan Katırcıkara imzasıyla 12 yıl Fantazi ve Kulis Köşesini yazdı.
Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli 15’ten fazla milletlerarası sempozyumda Mehmet Âkif, Necip Fâzıl, Cengiz Aytmatov, Batı Trakya Türklüğü ve problemleri konularında tebliğ sunmuş, Türkiye ve yurtdışında gençlerle yaptığı sohbetlerindeki anlatımlarıyla da tanınmaktadır.
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin yayına hazır 3 eseri bulunmaktadır. Yayınlanmış 3 eserine de ulaşmak mümkün olmamıştır. Toplam olarak 30 eser telif etmiştir.
MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ 1945 yılında Kilis’te dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Kilis’te okudu. İstanbul Vefa Lisesi’ni bitirdi. İstanbul İktisâdi ve Ticârî İlimler Akademisi Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Radyo-Televizyonculuk bölümünden mezun oldu. TC Devlet Lisan Okulu ve Tunus Habip Burgiba Yabancı Diller Enstitüsünden sertifika aldı. Yazarlığa ortaokul talebesi iken Kilis Huduteli Gazetesi’nde başladı, Pırıltı sâhifesini yönetti. İstanbul Babıali’de Sabah’ta profesyonel gazeteci olarak Cağaloğlu’na adım attı. Tercüman, Türkiye, Millî Gazete, Bugün, Özgür, Sebil, Millî Gençlik ve İttihad gazete ve dergilerinde çalıştı; muhabir, musahhih, sâhife sekreteri, yazı işleri müdürü, köşe ve röportaj yazarı olarak görev yaptı. 32 yıl TRT Ankara Haber Merkezinin değişik birimlerinde ve Kahire temsilciliğinde hizmet verdi. TRT Türkiye’nin Sesi Radyosunda haber müdürü oldu, ülkemizde ilk defa TRT Telegün Teleteks haberciliğini başlattı. Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliğini 14 arkadaşı ile birlikte kurdu, yıllarca yönetiminde görev aldı. Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı yayın heyetinde bulundu. Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı kurucusu ve mütevelli heyeti başkanı oldu. Yurt içinde ve dışında çok sayıda millî ve milletlerarası program gerçekleştirdi. Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki altmışı aşkın ülkede konferanslar verdi, milletlerarası kongrelerde Türkiye’yi temsil etti, sempozyumlara katılarak tebliğler sundu. İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesinde ‘metin çözümlemeleri’ dersi verdi. Yazıları İngilizce, Rusça, Arapça, Urduca ile Kırım, Kazan, Kazak, Özbek ve Kırgız Türkçelerine tercüme edildi. Yayınlanmış 23 eseri bulunuyor. MTTB Târihi ile TBMM’nde Mehmet Âkif Ersoy ve İstiklal Marşı adlı çalışmaları yayınlanıyor. İstanbul Şerifali’de oturan Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Süleyman Demirel Üniversitesi Türk Süsleme Sanatları hocası ressam, minyatür ustası müzehhibe Serhan Çiftçigüzeli ile evli, Furkan ve Burkan’ın babası, Can ve Nil’in de dedesidir.
“Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için.” Yunus emre
Bundan önceki yazımızda, “sevginin ve özgürlüğün” öğrencilere nasıl kazandırılabildiğinden bahsetmiştik. Beş maddesini anlattığımız bu konunun diğer maddelerini anlatmaya çalışalım.
Öğretmen eğitim ortamında, şu şekilde davranmalıdır:
-Öğretmen evrendeki tüm varlıkların birbiriyle ilişkisi olduğunu gösteren olguları (hava, su, toprak kirlenmesi; savaş, açlık, yönetim, toplumsal, ekonomik, siyasal sorunları) hedefler doğrultusunda öğretme ortamına getirmeli; üzerinde tartışılmalı; uygun öğretme yöntemlerini de işe koşarak birlikte sonuca varmalıdır.
-Sorunlar çözülürken, ya da çözülmeden önce öğrencileri gruplara ayırmalı; onların hep birlikte çalışmalarına olanak tanımalı; böyle çalışma alışkanlığını onlara kazandırmalıdır.
Öğretmen kubaşık çalışma örneklerini sınıfa getirmeli, öğrencilere göstermeli; neden böyle çalışılması gerektiğini onlara buldurmalıdır. Hiçbir öğrenciye ayrıcalık tanımamalı; yani hiçbirini sürekli merkeze almamalıdır. Hepsine eşit davranmalı ve âdil olmalıdır.
-Bunun için öğrenme-öğretme ortamında soruları âdilce dağıtmalı; her bir öğrenciye yanıtlama olanağı vermelidir. Sürekli aynı öğrencilere soru sorup, yine onlardan yanıt almamalıdır. İpucu, dönüt, düzeltme ve pekiştireçleri yerinde ve zamanında aynı durumda her öğrenciye sunmalıdır.
-Öğrencileri değerlendirirken de âdil olmalıdır. Bunun için ölçme-değerlendirme ilkelerine uygun, geçerliği ve güvenirliği yüksek ölçme araçları hazırlamalıdır. Kâğıtlar değerlendirilmeden önce, ayrıntılı ve objektif bir yanıt anahtarı düzenlemeli ve anahtarı sınavdan sonra öğrencilere göstermelidir.
-Öğrencileri değerlendirirken, öğretmen duygularından arınmalı, taraf tutmamalı, objektif olmalıdır.
-Kurallara uymayan kim olursa olsun, herkese aynı yaptırımı uygulamalıdır. Öğrencilerin, diğerlerinin yazılı kâğıtlarına, aldıkları notlara, ödevlerine itiraz edebileceklerini belirtmelidir. Bu kâğıtları sınıfa getirmeli; öğrencilere göstermelidir. Öğretmen bir haksızlık yapmışsa bunu düzeltmeli ve öğrenciden özür dilemelidir.
-Öğretmen belli öğrencilere değil; her öğrencisine gerekli yer ve zamanda ilgi ve yakınlık göstermeli, yardım etmelidir.
7. Sevgi tutarlı bilgiye dayalı, çoğulcu, demokratik, özgür bir ortamda gelişir:
Bazı kişiler, “Ben dilediğimi yaparım, yaşam benim değil mi, kimse karışamaz, bana ne başkalarından, herkes kendi yaptığından sorumludur!” gibi tümceler ileri sürerler. Bunlar kendilerini merkeze alan, doyumsuz, bencil kimselerdir. Diğer insanlar ve varlıklar onlar için birer araçtır.
Bazıları da, “Hiç özgürlüğüm yok, ben önceden belirlenenleri yapmak zorundayım, kuralların, koşulların dışına çıkamam, özgürlük bir kandırmacadır!..” gibi duygu ve düşünceleri savunurlar. Bu kişiler ise, boyun eğen, kendini bir araç olarak görenlerdir.
Her iki görüşü de savunanlar hatalıdır; çünkü bu iki görüş de bilimsel verilere ters düşmektedir. Böyle tutumlar, ya anarşi, başıboşluk, sorumsuzluk, ya da totaliter, baskıcı boyun eğdirici bir ortamın doğmasına neden olabilir. Hem merkeze kendini koyanlar, hem de determinist olanlar problem çözücü değil; problem oluşturan davranışların içindedirler.
Böyle davrananlarda korku, doyumsuzluk, acı, isyan, bencillik, sıkıntı, üzüntü, tedirginlik, nefret, kin, öç alma gibi duygular gelişebilir. Bu duygulardan sevgi oluşamaz.
İstendik davranışların öğrencilere kazandırılmasında gerekli eğitim ortamı:
-Okullar çok amaca hizmet edecek biçimde düzenlenmelidir.
-Öğrenci alabileceği dersleri ve öğretmenlerini rehberin yardımıyla kendisi seçebilmelidir.
-Öğretmen hedef davranışlara, öğrencinin hazır bulunuşluk düzeyine uygun öğrenme-öğretme strateji, yöntem ve tekniklerini, eğitim ortamında yeri gelince kullanmalıdır.
-Öğrencinin derse aktif katılımı her türlü etkinlikle sağlanmalıdır.
-Öğretmen sınıf ortamında cezaya başvurmamalı, pekiştireçleri kullanmalıdır.
-Öğrenciler, bazen istedikleri konuları sınıfa getirip işleyebilmelidirler.
-Okul ve sınıf ortamında demokratik bir yaklaşım işe koşulmalıdır.
-Belli dönemlerde, sene, ya da dönem sonlarında öğrenci, veli, öğretmen, yönetici, denetmen ve uzmanlardan eğitim ortamı hakkında eleştiri alınmalı; bunlardan yerinde olanlar işe koşularak; böylece olumlu çalışmaların işlemesi için dönüt sağlanmalıdır.
-Eğitim ortamıyla ilgili kurallar, öğrencilerle birlikte belirlenmelidir.
-İlkelere kendisi de uymalıdır.
Bu ilkelere uymadığı zaman, öğrencilerin de kendisini eleştirebileceğini vurgulamak, hatalı olduğu zaman bunu kabul etmeli, öğrencilerin bu konuda görüşlerini ileri sürmelerine olanak tanımalı, eleştiren öğrencilere pekiştireç vermelidir.
Eleştiri yapan öğrencilere kin tutmamalı, notlarını kırmamalı, azarlamamalı, yani ceza vermemelidir. Hatta bazı saatleri, “eleştiri saati” olarak ayırmalıdır.
Bu tür davranışlar, öğretmen ve öğrencilerin birbirlerine sevgi, saygı, güven duymalarını, hoşgörülü ve saydam olmalarını sağlar.
Öğretmen de öğrencilerini eleştirmelidir; fakat onları kırmamalıdır. Öğrencinin kişiliğine değil, yaptığı tutarsız davranışa karşı çıkmalıdır. Eleştiriyi davranışa yöneltmeli; hatayı öğrenciye buldurmalıdır. Eleştiriden sonra öğretmen, “seni seviyorum, sen iyi bir insansın, bu davranışını düzeltirsen çok mutlu olurum!..” gibi tümceler söylemelidir.
8. Sevgi, bilgi ve duygunun incelmesi, tutarlı olması ve zenginleşmesidir:
Kişi önce kendini tanıyıp sevmelidir. Kendi hakkında tutarlı bilgiler edinmeli; daha sonra annesini, babasını, kardeşini, arkadaşlarını, buradan hareketle vatanını, ulusunu, insanları, tüm varlıkları tanıyıp sevmelidir.
İnsan kendi yeteneklerini, gücünü, gereksinimlerini, bunlar için tanınan imkânları bilmeli; kendini gerçekleştirmek için gerekli girişimlerde bulunmalıdır. Kendini tanıyıp seven kişi, tutarlı bilgi elde ettikçe başkalarını da sever. Bencillikten kurtulur. Kendini sevmeyen kişi, başkalarını da sevemez. Bu nedenle, kişinin kendini tanıyıp sevmesine imkân tanınmalıdır.
Toplumumuzun, öğrencilerini seven, öğretmenlik şevk ve heyecanını taşıyan öğretmenlere, ihtiyacı vardır. İnsan yetiştirmek, diğer bir deyişle öğretmen olmak, layıkıyla yapılırsa çok yönlü, çok zor, fakat bir o kadar da zevkli, bir gönül işidir. Dinamik, sorgulayan, araştıran, düşünen, seven ve sevgi üreten nesiller yetiştirmek için, başta öğretmenler olmak üzere, toplumda herkese çok iş düşmektedir.
Prof. Dr. Esfender Korkmaz çok tecrübeli bir akademisyen, ekonomist, gazeteci ve siyasetçidir. Yeniçağ Gazetesi’ndeki son köşe yazısının başlığı “TÜİK’in enflasyon yanlışı ortaya çıktı” idi.
Bu yazıda Esfender Hoca “2019 yılından beri TÜİK enflasyonu düşük gösteriyor. TÜİK kamu görevi yapıyor. Verileri eksik göstermesi kamu görevini kötüye kullanmaktır.
Dahası maaş ve ücret alandan, devlete ve işverene haksız gelir aktarmaktır. Eğer 2019’dan beri maaş ve ücretler gerçek enflasyona göre düzeltilseydi, bugün herkesin eline yüzde 31 dolayında daha fazla para geçecekti.
İşçi ve memur sendikalarının TÜİK’e ve hükümete dava açmaları gerekir” diyor.
Aynı gün basına bir haber düştü: Emekli Yargıtay Üyesi Seyfettin Çilesiz böyle bir dava açmıştı. TÜİK’in açıkladığı enflasyondan dolayı emeklilerin düşük zam aldığı için açılan davada Ankara 6. İdare Mahkemesi TÜİK lehine karar verdi. Üstelik TÜİK mahkemeye madde sepetini açıklamadığı ve bir belge sunmadığı halde. Dava istinafa taşındı, Bölge İdare Mahkemesi’nde görülecek.
****
Tecrübeli ekonomist Esfender Korkmaz TÜİK’in yanlış rakamlarının başka zararlarını da anlatıyor:
“İnsanların yaşadıkları enflasyon ile açıklanan enflasyon arasında fark olması, herkeste panik yaratıyor. Güven bunalımına neden oluyor. Sonuç fiyatları spekülatif düzeyde artıranlara bir gerekçe sunmuş oluyor.”
Bunlar bir cümlenin içinde bu kadar özlü bir şekilde ifade edildiğinde, yapılan yanlışın/ “kamu görevini kötüye kullanmanın” bugün yaşadığımız olumsuzluklara ne büyük katkı sunduğunu yeterince anlaşılamamış olabilir. Fakat her cümlenin üzerinde düşünerek okuyunca, TÜİK’in artık yadırgadığımız, güvenmediğimiz rakamlarıyla yapılan kötülüğün öneminin farkına varılacaktır.
Esfender Hoca’nın özellikle şu cümlesine dikkat çekmek istiyorum:
“Bir hükümetin resmi verilere müdahalesi, TÜFE’yi düşük göstermesi, halkı ve özellikle iktisatçıları aptal yerine koyması demektir. Nasıl olsa anlaşılacağını, ters tepeceğini ve güven sorunu yaratacağını, istikrarı daha çok bozacağını anlayabilen aklı başında bir ekonomi yönetimi bu kadar fahiş hata yapmaz.”
Gerçekten bu yapılanların farkına varılmayacağını, istediğin kadar sürdürülebilir olacağını düşünmek “rasyonel” veya “aklı başında” bir yönetimin yapacağı bir hata değildir.
****
“Türkiye’yi rasyonel bir zeminden çıkaran” sihirli çözümlerin sonradan başa bela olduğunu anlamış olmamız gerekiyor. Bunun için “faizi düşürürsem enflasyon düşer” hayaliyle kurların ve enflasyonun patlatılması örneği yeterlidir. “Nas politikasını” değiştirmemek ve günü kurtarmak için, patlayan kurları tutmak amacıyla üretilen sihirli çözüm “Kur Korumalı Mevduat” uygulamasının maliyeti de ortadadır.
Göreve geldiğinde “rasyonel zemine dönüleceği” sözünü veren, “şeffaflık, öngörülebilirlik, uluslararası normlara uygunluk temel hedefimiz olacaktır” diyen Mehmet Şimşek döneminde de TÜİK rakamlarına güvenilmiyor.
“Biz halkımızı (çalışanları, emeklileri, sabit gelirlileri) enflasyona ezdirmedik.” “Enflasyonun kaybettirdiği alım gücünü sağlamak için enflasyon farkı ve refah payı veriyoruz” gibi sözlerin inandırıcı olması mümkün değil. Çünkü enflasyon rakamları güvenilir değil. Fiilen halkın alım gücü sürekli düşüyor.
Buna rağmen yönetimdekiler aynı yanlışı sürdürüyorlar. Ancak açlık ve yoksulluk sınırı altına itilen milyonlar hâlâ bir tepki vermiyorsa bizim göz ardı ettiğimiz bir husus olmalı.
Kim bilir, halkımızın bir bölümü rasyonel (Esfender Hoca’nın tabiriyle) “aklı başında” bir ekonomi yönetimi istemiyordur.
********************************
Güvensizlik Sadece Ekonomide Değil, Her Alanda
Prof. Dr. Esfender Korkmaz’ın bu teşhisini daha birçok alanda tekrar edebiliriz gibi geliyor bana.
Eskiden en güvenilir kurumların başında gelen TÜİK bu halde olunca diğer kurumlara güvenin de yerlerde sürünmesine şaşmamak gerek.
Nasuh MahrukiYüksek Seçim Kurulu’na güvensizliğini yazınca hapse konuldu. Peki, YSK’ya güven arttı mı? Ya da Mahruki gibilerin sesini kısan Mahkemelere güven arttı mı?
Diğer kurumlarımızın hali daha iyi diyebilir miyiz? TBMM’ne, Yargıya, Milli Eğitim’e, Sağlık kurumlarımıza, Tarım Bakanlığımıza ve diğer kamu kurumlarımıza ne kadar güveniyoruz?
Düne kadar “terörün kökünü kazıdık” diyenlerin, terörü bitirmek için, Teröristbaşı Öcalan’dan medet umar hale gelmesi devlet adamlarına güveni sarsmaz mı?
Bir yandan DEM’lileri “terör örgütünün Meclis’teki uzantısı” diyecek, belediye başkanlarının yerine kayyımlar atayacak, diğer taraftan DEM yöneticilerini devlet adına İmralı’ya gönderecek olursanız hangi sözünüze inanabiliriz?
Milyonlarca insanımıza gıda ürünlerine erişim sıkıntısı çektiren “Et ve canlı hayvan ithali müjdesi veren” yöneticilerin bu anlayışı değil mi? Et ve süt ürünlerini ucuzlatmanın hayvan sayısını artırmaktan geçtiğini bilmez mi aklı başında insanlar. İthalatı açarak, yerli üreticilere ineklerini kestirenlerin verdiği “müjdelere” insanlarımız her seferinde inanacak mıdır?
Vatandaşlarımız “Göklerde uçan uçaklarımız, denizlerden trilyon dolarlık doğalgaz rezervi, topraklarımızdan fışkıran petrol müjdelerine” inanmakta neden güçlük çekiyor?
Anayasamız devletin istikrarı için en temel kaynak değil mi? Hükümetin Anayasa kurallarına, Anayasa Mahkemesi kararlarına harfiyen uyduğunu söylemek mümkün mü?
ABD anayasasında bir başkanın en fazla iki dönem (10 sene) başkan olabileceği kuralının uygulanması hakkında bir kuşku duymayız. Ama bizim anayasamızdaki benzer maddenin kişiye göre yorumlanacağına, söz konusu RTE olunca, “uygulanmasa daha iyi olur” denilmesine şaşırmayız.
“Aklı başında bir devlet yönetimi bu kadar fahiş hata yapmaz.” Çünkü inandırıcılığını kaybetmek bir yönetim için en büyük iflas demektir.
Ben böyle düşünüyordum. Ama galiba yanlış düşünüyorum.
Bütün bu fahiş hatalarına rağmen halktan hiç de azımsanmayacak bir destek görebiliyorlarsa bizim göz ardı ettiğimiz bir husus olmalı.
Kim bilir, halkımızın bir bölümü -belki de- “aklı başında” bir yönetim istemiyordur.
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin Kültür Bakanlığı’nca devlet arşivine alınan 214 sahifelik uzun metraj kurmaca film senaryosudur. 2001 yılında yayınlanmıştır.
Kahireli Nâdiye, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih bölümünden mezun olarak Mısır’a dönerken, uçakta Mehmet Âkif’in Mısır’daki hayatını incelemek üzere bu ülkeye giden Gazeteci Ahmet ile tanışır. Nâdiye, Ahmet’e çalışmalarında yardım ederek Kahire’de Mehmet Âkif’in hâtırâlarının olduğu Kahire Üniversitesi, Hilvan ve oturduğu ev, randevu verdiği Hacı Bekir Şekercisi, Mevlevihâne, Han El Halil, El Hüseyni, İstanbullu Öğrencilerin kaldığı yurdu vs birlikte dolaşır, bilgilenirler.
Zaman zaman da geri dönüşlerle Âkif’in İstanbul hayatı, dostları, edebiyat mahfilleri, mücâdelesi, Sebilürreşad yazıhanesi, Sarıgüzel Mahallesi, Mısır Apartmanı, Kumkapı Askerî Talebe Yurdu ve Mehmet Âkif Ersoy’ın cenâze töreni gündeme gelir.
Çalışma aynı zamanda ortak kültüre sâhip iki ülkenin dayanışmasını, kalkınmasını, birlikteliğini vurgular.
8-Mehmet Akif Ersoy Albümü (2002-Ankara).
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli ve Mehmet Çetin’in ortak çalışmasında İstiklal Marşı Şâiri Âkif’in hayatı yanında entelektüel yanı ve dik duruşu anlatılır. Bol resimli, ilk defa yayınlanan fotoğraflar, îtibar baskılı, grafik tasarımı özel bir kitaptır.
Âkif’in genç bir adam, insan, aydın, İstiklal Marşı Şâiri, Kur’ân müfessiri, şiirini dâvâsına kurban eden sanatkârın yazamadıkları, gönüllü sürgün hayatı, yanlış anlaşılan bir erdem anıtı, inanmış bir aydın, bir milletvekili ve bir âile reisi olarak portresi anlatılıyor.
Kitabın sonunda Fethi Tevetoğlu’nun “Bayrağa Sardığım Bir Şâir” yazısıyla, Âkif kaynakçası yer alıyor.
2002 yılında yayınlanan 8-TBMM’nde İstiklal Marşı ve Mehmet Akif isimli çalışması da yine Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin Mehmet Çetin ile birlikte ortaya koydukları bir kitaptır.
Çalışma İstiklal Marşımızın TBMM’nde kabulü sırasındaki tartışmalar, müzâkereler, yarışmaya katılan şiir örnekleri, TBMM 80. Yıl Özel Oturumu, Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’na ilişkin bilgileri içeriyor. Bugünün Aynasında Âkif konusunda da özel bir çalışma da yer alıyor.
2012 yılında basılan 9-Mehmet Âkif Ersoy ve İstiklal Marşı isimli kitap İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yayınıdır. Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin bu çalışmasında Âkif’in hayatı, millî mücâdele, Sebilürreşat’ın cephede dağıtılması, Tacettin Dergâhı, milletin istiklal ve hürriyetine dokunulamaz özelliği, Türk ve İslâm düşüncesinin temeli olan hususlar, millî mutabakat metni, en zor ayrılık: vatan hasreti, ‘o şiir bir daha yazılamaz, kimse de yazamaz’, ‘Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın’, ‘kimdir bu şâir’, ‘Türkçeyi yüceleştiren sanatkâr’, ‘bir sosyal bilimci’, ‘bir kültür târihçisi şâir’ gibi konular yer alıyor.
10-Demokrasimizin Perde Arkası;
Doğan Yayıncılık tarafından 2014 yılında yayınlanan kitapta Türkiye’de muhafazakâr demokrat fikriyatın belirleyici ismi Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın çocukluğundan başlayarak, hayat serüveni, mücâdelesi, idealleri anlatılıyor.
Bu konular içinde darbe dönemleri, Aydınlar Ocağı, DPT, İstanbul Üniversitesi, TRT, TBMM ve Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı, AGİT günleri, cumhurbaşkanlığı adaylığı, siyâsette değişim ve dönüşüm hareketi, Necip Fâzıl, Cemil Meriç, Fâruk Kadri Timurtaş, Peyâmi Safâ, Nurettin Topcu, Fethi Gemuhluoğlu, Hasan Celal Güzel, Ali Kırca, Uğur Dündar, Emin Çölaşan, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan anlatılıyor.
Ayrıca Sovyet işgali sırasında Nevzat Yalçıntaş Hoca’nın Afgan, Sırp katliamı karşısında da Boşnak Direnişçilere tavsiyeleri dikkat çekiyor. Bu kitap dâvâ konusu edilerek toplatılması istenmiş, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli ve Nevzat Yalçıntaş dâhil 7 kişi hakkında dâvâ açılmasına rağmen, mahkeme kitabı aklamıştır.
11-Kırım Ey Güzel Kırım:
Kırım Türklerinin vatan sevgisi ile dopdolu bu güzel türküsü, Kırım sevdalısı güzide üç insanımızın; Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli ve Zafer Karatay’ın müştereken hazırladıkları kitaba isim olmuş: ‘Kırım Ey Güzel Kırım’
Kitap; Prof. Yalçıntaş’ın ‘Ön söz’ü ile başlıyor. Hocamız 5 sayfaya, 1438 yılında Hacı Giray tarafından kurulan Kırım Hanlığı’nın 345 yıllık târihini sığdırmış.
Kitabın ikinci yazarı Mehmet Cemal Çiftçigüzeli; ‘Üç Kırım’ı anlatıyor. Bir Kırımlının trajik hikâyesini usta bir kalemden okuyorsunuz. Yüreğiniz dayanabilirse, gözyaşlarınızdan satırları görebilirseniz…
Aziz Dost Çiftçigüzeli, mükemmel bir gözlemci, usta bir yazar. Kısacık bir gezi süresinde Kırım’ın târihini, Kırım Türklerinin özelliklerini, hasletlerini, vatan hasretlerini, duygularını en ince detaylarına kadar belirleyip düzgün ifâdelerle okuyucuya aktarıyor. Satırlarını şiirlerle, türkülerle renklendirip zenginleştirerek…
Asıl zenginlik de gönlünden geliyor.
‘Ey Güzel Kırım’, güzel üç insan tarafından kaleme alınan; ‘Bir büyük destanla birlikte, Kırım topraklarına, Kırım Türkü’nün adını yeniden yazmaya çalışanların’ hikâyesidir. İnancın ıstıraplara merhem olduğu, ümitlerin hüzünleri boğduğu, göz pınarlarının kâh acıdan kâh sevinçten dolduğu, sel olup taştığı içli ve müjdeli bir hikâye…
12-Kuruluşundan Günümüze Millî Türk Talebe Birliği
2016 yılında yayınlanan bu araştırmada MTTB Târihinin ilk yüz yılı değerlendiriliyor. Bütün Osmanlı arşivleri taranmasına rağmen ilk yıllardaki (1916) kuruculara ulaşılamamasına karşılık tozlanmış dosyalar arasında MTTB Nizamnamesi bulunmuş ve günümüz Türkçesiyle eserde yayınlanmıştır. Arşivlerde ilk ulaşılan ise MTTB’nin 1921-1922 dönemi Başkanı Hamit Necdet Bey olmuştur. Kâzım İsmail Gürkan (1922-1923), Tahsin Bekir Balta (1923-1926), İbrahim Öktem (1926-1928), Ferruh Ağan (1928-1930) ve Muzaffer Canbolat Dönemi (1930-1931) ilk defa bu araştırmada yer alıyor. 12 Eylül 1980 Askerî Darbe sonrasında kapatılmadan önce Vehbi Ecevit Dönemi dâhil, daha sonra yeniden hayata geçirilen MTTB’nin Taha Enes Şener (2008-2009) ve halen 2009’dan bu yana başkanlığı deruhte eden Milletvekili İsmail Emrah Karayel dönemi bu çalışmada yer alıyor ve günümüze kadar devam ediyor.
13-Yalnız Yürümeyeceksin adlı biyografi çalışmasında Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, bir sigorta üst seviyede uzmanı ve politikacı Alâeddin Büyükkaya’nın ailesini, kasabasını, çocukluğunu, gençliğini, okuma cehdini, fakülte hayatını, öğrenci eylemlerini, yurtdışı eğitimini, askerlik hayatını, evlenmesini ve başarılı bir işadamı oluşundan dersler çıkararak anlatıyor. 2014 yılında yayınlandı.
14-Tut Elimi Killize isimli eserinde Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Türkiye’nin yükselen yıllarında bir taşra kasabasını, insanlarını, bürokrasisini, görenek, gelenek ve kültürünü, okumak isteyen öğrencilerin bir askerî darbe ile önlerinin kesilmesini, sürgünleri, tutuklamaları, tâcizleri, öfkeleri, işkenceleri, örfleri, idealizmi, aşkı ve sevgiyi tuzağa düşürmeye çalışsa da ufukta onları değil, yeni fikirler söyleyen, yeni yaklaşımlar içindeki yeni bir nesil anlatılıyor. 2018 yılında Akıl Fikir Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. Kitapta Kilis’in sosyal hayatı hakkında alâka çekici bilgiler yer alıyor. Resmî makamların ‘Eşkıya’ olduğunu iddia ettikleri halk dostu, yardımsever ‘Bâdeli Nahsen’ ismindeki şahsın harikulâde mâcerâlı hayatı, rüşvetle iş gören savcılar, hapishâne müdürleri ve gardiyanların mârifetleri, hayret uyandırıcı akıcı üslupla anlatılıyor. Hâtıra roman türündeki kitapta Bâdeli Nahsen ile birlikte hakkında araştırma yapan gazeteci bayanın, lisenin genç ve yaşlı öğretmenlerinin kelimelerle çizilen portrelerinin yer aldığı sayfalar, okuyucuyu uykusundan da işinden de alıkoyuyor.
15-Öp Beni Asitane: Tut Elimi Killize’nindevamı olan ‘Öp Beni Asitâne’ isimli ikinci ciltte, ilk cillte lise öğrencisi olan gençlerin İstanbul’daki üniversite hayatı eşliğinde, ‘İstanbul nostaljisi’ denilebilecek tarzda ve yine okuyucuyu kopartılamaz halatlarla sayfalara bağlayan tasvirlerle devam ediyor. Zaman zaman okuyucu, üniversiteli gençlerin sabah kahvaltılarına misâfir ediliyor. 1963-1976 yılları Türkiye’sinin gruplar arasındaki hak, hukuk, güç mücâdelesi anlatılıyor.
Eserden tadımlık bir bölüm:
Fikret Öğretmen son dersini verdikten sonra öğretmenler odasına gidiyordu ki bir öğrenci sordu: ‘Öğretmenim siz hiç âşık oldunuz mu?” Bunu hiç düşünmemişti. Evlenmişti, boşanmıştı ama aşk her halde farklı bir şeydi. Talebesine sordu ‘Hayırdır, bu merakının altında neler var bakalım?’ Öğrenci mahcup bir edayla önce başını yere eğdi, sonra ‘Ben bir kızı seviyorum, ama açılamıyorum’ dedi. Sonrada ekledi ‘Eğer sizin tecrübeniz varsa istifade etmek istiyorum! Bana ne tavsiye edersin öğretmenim.’ Bir öğretmene böyle bir soru sormak cesâret isterdi. Ancak anlayışla karşıladı. ‘Sen de bir düşün, ben de bir düşüneyim. Bu konuyu daha rahat bir zamanda değerlendirelim.’ dedi. Öğrenci sevindi. Fikret Öğretmen de sorumluluk aldığını fark etti.
Sol öğretilerden başka fikir, enternasyonalizmden, beynelmilelcilikten başka düşünce, lâiklikten başka inanç tanımayan, kargadan başka kuş bilmeyen kısır kalemlerin aynı torna tezgâhından çıkmış malzemeler veya genleri değiştirilmiş sebze ve meyveler gibi tek düze, zevksiz, ruhsuz ve râyihasız romanlardan sıkılanlara Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin iki ciltlik romanı iyi gelecek, üçüncü cildi bekleyecekler.
TUT ELİMİ KİLLİZE ve ÖP BENİ ASİTANE: AKIL FİKİR YAYINLARI: Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, Küçük Sokak Nu: 6/1 Cağaloğlu, Fatih, İstanbul Telefon: 0.212-514 77 77 e-posta: bilgi@akilfikiryayinlari.com www.akilfikiryayinlari.com
Kısa adıyla KO-MEK, Kocaeli Meslek ve Sanat Eğitim Kursları. Tam bir halk üniversitesi. Meslek edinmek mi istiyorsunuz yeri KO-MEK, sanatla meşgul olmak mı istiyorsunuz yeri KO-MEK, sosyal çevre mi istiyorsunuz yeri KO-MEK. Hatta psikiyatristlerin terapi ve rehabilite için reçetelerine yazabileceği en iyi ilaç KO-MEK.
Zorunlu emeklilik sonrasında, adına bunalım denmese de, düştüğüm boşlukta bana KO-MEK kursları ilaç gibi geldi. Yağlıboya resim kursuyla ilk adımımı attım KO-MEK’e. Aynı anda filografi dersi aldım usta öğreticilerden. Ney kursuyla musiki alanına girmiş oldum. İlk yardım ve Arapça dersleriyle hayatımı iyice doldurdum. Ahşap boyama kursunda edindiğim bilgiler sonucunda, geri dönüşüme atılan her eşyaya bir sanat eserine dönüşecek malzeme gözüyle bakıyorum. Altmış yaşımdan sonra öğrenci olmanın, yeni bir hayata başlamanın heyecanını aldığım kursların her dersinde yaşadım, hala yaşıyorum. Şimdi de bambu ipiyle yaptığım sepetlere bakarak mutlu oluyor, üreteceğim eserlerin hayalini kuruyorum. Bir dönem devam ettiğim aşçılık kursu sonunda profesyonel aşçı olamasam bile artık kendimi mutfağa daha yakın hissediyorum.
Sanat da zanaat da, altın bileziktir. Öğrenmenin yaşı yoktur. Bir gün lazım, çevreme de faydam olur düşüncesiyle elektrik tesisat kursuna başvurdum. Yakında başlayacak kurs sonunda yeni biz zanaat sahibi olacağım. Adı, Elektrik Tesisat Ustalığı.
Kursların kurucusu ve işleticisi Kocaeli Büyükşehir Belediyesi. Belediye, 2005’te başlamış yetişkin eğitimi faaliyetine. 378 branşta kurs veriliyormuş. Organizasyon her yıl biraz daha olgunlaşmış. Öğreticiler, işi ciddiye alıyor, aynı zamanda yetkin kişiler. Öğretim, akademik değil, pratik seviyede. Disiplin, olması gereken kadar. Katılımcılar, ağırlıklı olarak kadınlar ve orta yaştakiler. Emekliliğini bu kurslarda verimli hale getirenler de az değil. Yönetimdeki hiyerarşi, kontrol ve denetim gözden kaçmıyor. Yöneticilerin ve öğreticilerin yaptığı toplantılar, hazırladıkları raporlar, işin ciddiye alındığını gösteriyor. Yılsonunda yapılan sergiler, tam bir marifet panayırı.
İnsanın olduğu her yerde sıkıntı da, suistimal de vardır. Kursların yapıldığı mekanların daha verimli kullanılabileceğini, personelin daha tasarruflu, rantabl değerlendirilebilineceğini söylemek, yanlış olmaz. Hizmet kalitesini düşürmeden bazı noktalarda tasarrufa başvurmak, hizmetin devamlılığı açısından gerekli görünüyor. Kursiyerlerden bir miktar katılım ücreti almanın, kursa devamlılığı artıracağını, öğretme ve öğrenme kalitesini yükselteceğini, belediye bütçesindeki yükü azaltacağını düşünmekteyim.
KO-MEK benzeri kursların İSMEK, SAMEK isimleriyle komşu illerde var olduğunu biliyorum. Ancak İstanbul ve Sakarya’da ne kadar başarılı oldukları konusunda bir bilgim yok. Temennim, bu tür kurumların sayılarının artması. Meslek edindirme ve sanat eğitimi kursları hiç şüphesiz, takdir ve teşekküre değer; güzel bir proje. Bu projeyi üretenleri, özellikle Kocaeli’nde KO-MEK’i kurup faal hale getirenleri, marifet iltifata tabidir mucibince tebrik etmek, değerbilirliğin gereğidir.
Kocaeli, Türkiye’nin birinci derecede sanayi şehri olarak bilinir. Bu, doğrudur. Çarşıda, pazarda, emekli veya çalışan işçilerin çokluğu dikkatlerden kaçmaz. Son dönemde bu olgu değişmeye başladı. Sivil toplum kuruluşları için yapılan yatırımlar, Kongre Merkezi ve bu Merkez’de yapılan etkinlikler, her yıl bir tema üzerine toplanan Kartepe Zirvesi, kente entelektüel boyut katmış görünüyor. Sosyo-kültürel hayat, belki pek çok kente göre daha dinamik. Her anlayıştaki ve beklentideki kişi için, Kocaeli’nde bir etkinlik mevcut. Yeter ki değerlendirilmek istensin. Üniversite yönetiminin ve akademisyenlerinin, Kocaeli’nin kültür hayatını zenginleştirmek için bir çaba içinde olduğunu söylemek isterdim, henüz yeterli değil. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir; Kocaeli’nde kültür iklimi oluşmasındaki gayretinden dolayı KBB yönetimini içtenlikle tebrik ediyorum.
Yap bir iyilik, at denize; balık bilmezse Hâlık bilir, demiş atalarımız. Bir iyilik, hayır, güzellik yapanın, o güzellik devam ettiği müddetçe, kişi ölmüş dahi olsa, sevap kazanacağına inanırız. Öğrenmenin yaşı yoktur, ilim Çin’de de olsa alınmalıdır, deriz. KO-MEK, kültür, sanat meslek olarak kendimize yapacağımız yatırımlar adına imkânlar sunuyor bize.
Meyveli ağaç taşlanır, güzellik fesatlık uyandırır, şüphesiz KO-MEK kurslarını eleştirenler, hatta değersizleştirenler olacaktır. İt ürür, kervan yürür. Benim de, güzelliğin mükemmelleşmesi amacına yönelik eleştirilerim var. Çalışanların fedakârlığı, çalışmalardaki iyi niyet, eleştirilerimi dillendirmeme izin vermiyor.
Güzellikler çoğalsın, kıymet bilenlerin sayısı artsın, KO-MEK var olsun.
Akşam, bir emekli asker dostumla sohbet ediyorduk. Konu, Rus-Ukran savaşında Rusların zırhlı birlikleri geri plana alıp piyade taarruzuna başladıklarıydı. Ruslar, bu yolla cephedeki kilitlenmeyi çözüp ilerlemeye başlamışlar. “Paşam”, dedim, “Prof. Konuralp Ercilasun’la birlikte Çin Dünyaya Hâkim mi Olacak? diye bir kitap yazmıştım. Orada alıntıladığım bir asker, tankın tek başına savaş alanında ömrünün 5 dakika, askerî birlik içindeki ömrünün de 7 dakika olduğunu söylüyordu. Tank artık önemini tamamen kaybetti mi?” Cevap beni Ukrayna’dan Türkiye’ye götürdü:
Javelinler kimden, kime karşı?
“ABD’nin javelin dedikleri bir tanksavar silahı var. Javelin, yani cirit. Tankı en zayıf yerinden, tepesinden vuruyor. Rus tanklarını ve zırhlı taşıyıcılarını bu silah durdurdu. PKK da bize karşı javelin kullanıyor. Birkaç tankımızı, taşıyıcımızı böyle kaybettik. Ele geçirilen PKK mağaralarında da javelinler bulduk. ABD PKK’ya veriyor.”
Daha birkaç gün önceki “Batı Yanlısı Devlet Kurulacak” yazım hafızamda henüz tazeydi. Ralph Peters’in Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’ndeki yazısını anlatmıştım. Suriye, Irak, İran ve Türkiye’deki “Kürdistan” parçalarını birleştirip kurulacak ve “Bulgaristan’la Japonya arasında en Batı yanlısı devlet” olacaktı. Bugünkü Türkiye’nin beşte biri işgal edilmiş toprak sayılmalıydı.
Derken önüme, Okan Bayülgen’in Sohbetin Kralı adlı YouTube programı düştü. İlber Ortaylı ve Celal Şengör konuşuyordu ve onlarda da doğumuzu koparan bir Kürdistan haritası vardı. Şengör, başka bir noktaya dikkat çekiyordu. Bu harita, dikkatle Dicle ve Fırat nehirlerini ve onların beslenme havzalarını kapsamıştı. O suları kontrol eden Mezopotamya’yı kontrol ederdi. Küresel ısınma ve yol açtığı iklim değişikliğiyle haritanın anlamı onlarca kat daha artıyordu.
Proje 16 aydır hazırlanıyormuş
Aynı gün bir de Irak Kürdistanı’nın Rûdaw ajansının Serokê Navenda Lêkolînên Stratejik û Şêwirmendiyê (Temel Strateji Araştırma Merkezi Başkanı) Abdurrahim Semavi ile röportajı belirdi. Semavi’nin sözlerini oradan alıntılıyorum:
“Türk hükümetinin 15-16 aydır hazırladığı bu proje sadece Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne yönelik değil. Projeye göre Ortadoğu Kürtleriyle büyük bir ittifak kurulacak, Doğu, Batı ve Güney, Kuzey Kürtleriyle ittifak kurulacak. Bu projenin hazırlığıdır. Bunu ifade etmek istiyorum”
“Proje 5 yıl içinde yapılacak. … Türkiye halkı ve Kürtler projeye hazır olana kadar proje adım adım inşa edilecek… Proje kapsamında 5 yıllık bir program oluşturuldu. 5 yıl içerisinde sadece Kandil’de olanlar değil, diasporada yaşayanlar da geri dönecek ve onlara da geri dönüş yolu açılacaktır.”
Anayasadaki karanlıklar aydınlanıyor
Hevidar Zana, Rûdaw’ın Kuzey programının sunucusu. Irak Kürdistan’ı Güney ya. Bizimki de Kuzey. Zana, sorularıyla konuyu açıyor:
“Rûdaw: Kürtler bu süreçten ne kazanacak? ‘PKK silah bıraksın’ diyorlar. Mesela Kürtlerin varlığı anayasaya yansıyacak mı? Kürtçe eğitim başlayacak mı? Bütün bunlar bu projeye dâhil edilecek mi?
“Abdurrahim Semavi: Bu projede bunların hepsi var. Kürtler ‘kardeş ve eşit bir millet’ olarak anayasaya dâhil edilecek. Adım adım okullarda Kürtçe hayata geçirilecek. Türk hükümeti adım atarken pazarlığa girişmeyecek, kendisi adımlar atacak.
“Rûdaw: … Devlet heyetleri ne zamandan beri İmralı’ya gidiyor?
“Abdurrahim Semavi: Hep gidiyorlardı, sırf bu sefer değil. Geçen yılın haziran ayında gitmeler başladı. Temmuz ayında da görüşmeler oldu. Son zamanlarda 3 gün üst üste gidiş geliş oldu.”
Suriye yok, Türkiye ortaklaşa…
“Rûdaw: Rojava’nın durumu ne olacak? Güçlenecek mi, aynı mı kalacak ya da dağılacak mı? Projeye göre Rojava’nın akıbeti ne olacak?
“Abdurrahim Semavi: Ortadoğu projesinde Kürtlerin Ortadoğu’daki coğrafyası anayasaya adil bir şekilde dahil edilecek ve tanınacak. Dünyanın dengesini değiştirecek bir proje inşa edilecek. Türkiye hükümeti, Türkiye devleti bunu göze aldı. Ne olursa olsun geri dönüş yapmayacak. Türkler bu projeden geri dönmeyecekler. … Rojava’nın statüsü yok edilmeyecek. Türkiye ile birlikte statüsü belirlenecek; anayasal ve hukuki müzakereler buna göre yürütülecek ve yönetilecek.”
“5 yıl içinde Ortadoğu’da Suriye diye bir devlet olmayacak, tarihte de var olmayacak, Şam ve Lazkiye’de Suriye diye küçük bir devlet olacak. Suriye devleti yok diyebiliriz.”
Üç notla bitireyim. Bir: Bu sözde “gizli” konuları bakınız Batı biliyor, Irak Kürdistan’ı biliyor, Rudaw Televizyonu program yapıyor, Türkiye’yi yönetenler biliyor. Galiba bir tek Türk halkı bilmiyor. Sahi siz âkil adamlar arasında dışardan birilerinin de olduğunu biliyor muydunuz? Semavi bizim âkil adamlardanmış zamanında. İki: Benim “Batı Yanlısı Devlet Kurulacak” yazımda anlattığım ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi makalesinin yayın tarihi 1 Haziran 2006’dır. 18 yıl geçmiş. İşte buna devlet gibi devletlerin “fikri takip”i denir! Aslında takip edilen fikir Sevr’den beri var. Belki de daha eskiden… Üç: Ne güçlü adam bu Semavi değil mi? Suriye’yi yok ediyor. Türk anayasasını değiştiriyor, Türk paylaştırıveriyor. Bravo vallahi. Ne diyelim? Yalandır, yalan… İnşallah yalandır.
Yoksa bu mu doğru? Yavaş yavaş. Beş yılda. Alıştıra alıştıra. “Türkiye halkı ve Kürtler projeye hazır olana kadar proje adım adım inşa edilecek.”
Genel geçer kaidedir: Çok okuyanların ekseriyeti bir müddet sonra yazmaya başlar. Çiftçigüzeli’nde de öyle oldu.
Gazeteciliğe ve yazı hayatına; demokrasimizin kalbine hançer saplandığı, beynine kurşun sıkıldığı 27 Mayıs 1960 askerî darbesi sonrasında başladı. Henüz 15 yaşında idi.
Çiftçigüzeli’nin ilk yazıları, Kilis’in Huduteli Gazetesi’nde yayınlandı. Gazete, Demokrat Parti’yi destekliyordu ve yazarımız, ‘Bay Zırvası’ imzasıyla bürokrasi ve eğitimdeki çarpıklıkları mizahî bir dille anlatıyor, ayrıca ‘Pırıltı’ başlıklı haftalık bir sâhifeyi de yönetiyordu. Bir başka görevi daha üstlenmişti: Gaziantep Ülkü Gazetesi’nin Kilis Muhabiri olarak haberler geçiyordu.
Çıraklık dönemini aştığını düşünerek İstanbul’da yayınlanan ve Hasan Tuncay’ın Yazı İşleri Müdürü olduğu Babıali’de Sabah Gazetesi’nin muhabirliği için müracaat etti. Fakat sorgulayıcı yönü sebebiyle arzusu 3 yıl sonra gerçekleşti:
Millî Savunma dersinin hocası Albay’a, bir soru sormuştu:
“Annemin de alyansını verdiği, altınlar ne oldu? Ankara’da lojman yapıldığı doğru mu?” Şimşekleri üzerine çekmişti. Aynı heyecan ve endişeyi taşıyan 9 öğrenci arkadaşıyla beraber 15 gün nezârette kaldı. 3 arkadaşının tutuklanmasıyla neticelen yargılamada daha sonra hepsi beraat etti.
Ancak darbe yanlısı hükümetin Millî Eğitim Bakanı İbrahim Öktem’in tâlimatı ile öğrenciler Kilis Lisesi’nden uzaklaştırıldı. Bu öğrenciler Gaziantep, Malatya Adıyaman ve Adana’ya mecburî tasdiknâme ile yolcu olurken Mehmet Cemal Çiftçigüzeli önce Çorlu’ya gitti, sonra İstanbul’a geldi, Vefa Lisesi’nden mezun oldu.
Bu dönemde, daha lise talebesi iken Marmara Kıraaathânesine ve ‘Küllük’ denilen mekâna gidip gelmeye başladı. Başta Necip Fâzıl Kısakürek, Mehmet Şevket Eygi, Mehmet Emin Alpkan, Ziya Nur Aksun, Eşref Edip, Nizâmettin Nazif, Ziya Uygur, Muammer Ayaşlı, Şule Yüksel Şenler, Refik Özdek olmak üzere değişik vesilelerle devrin tanınmış gazeteci, yazar ve mâruf insanlarıyla tanıştı. Büyük Doğu Fikir Kulübü’ne 147 numara ile üye kaydedildi.
Hem üniversitede okuyup, hem de fiilen gazetecilik yaptı. Profesyonel olarak Babıali’de Sabah’ta muhabir olarak göreve başladı. Bir ara MTTB’de Basın Yayın Müdürü oldu, teşkilatın Millî Gençlik Dergisi’ni yayınladı. Öğrenci olaylarını hem gazeteci olarak tâkip etti, hem hareketli bir genç olarak olayların içinde bulundu.
Talebe eylemleri boykot ve işgallerle büyüyünce, hükümetin dikkatini çekmek ve problemlerin çözümüne yardımcı olmak üzere MİLLÎ BİR EĞİTİME DOĞRU adlı kitabı yazdı. Kitap, Millî Türk Talebe Birliği tarafından 1967 yılında yayınlandı.
Millî Türk Talebe Birliği’nin “Hak kazanılmasına evet, anarşiye hayır” sloganından yola çıkan Mehmet Cemal Çiftçigüzeli bu çalışmada “Türkiye’deki üzücü durumun asıl sebebinin ahlâkî olduğunu, ahlâkî buhranla da katlandığını, bunun sebebinin de Millî Eğitim politikasının millî olmamasından kaynaklandığını, tamamiyle sil baştan değiştirilmesi gerektiğini” savunarak âcilen gençlik kurultayına gidilip, gençlik meseleleri enstitüsünün ve gençlik bakanlığının kurulmasını teklif etti. Bu teklifi, 2011 yılında Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın kurulmasıyla gerçekleşmiş oldu.
Yazarımızın ikinci kitabı TALEBENİN EL KİTABI’dır. 1971 yılında yine MTTB tarafından yayınlandı.
Bu kitap özellikle İstanbul’da okuyan bir üniversite öğrencisinin ihtiyaçlarını karşılayacak kurumları tanıtıyordu. Bu kurumlar; İstanbul Üniversitesi fakültelerinin talebe yurtları, pansiyonlar, kütüphâneler, ders çalışma mekânları, öğrencilerin bütçesine uygun lokantalar, kitapçılar, kırtasiyeciler, gençlik kuruluşu genel başkanlıkları, müzeler, târihî mekânlar, âbideler, tiyatrolar, sinemalar, otobüs ve troleybüslerin hatları ve numaraları, tren ve vapur seferleri, hamam ve asri banyolar, mesire ve piknik yerleri, polis, ilk yardım, imdat gibi önemli noktalar hakkında bilgiiler ihtiva ediyordu. Okunması mutlaka gerekli bazı eserlerin isimleri ve yazarları hakkında üniversiteli gençler bilgilendiriliyordu.
2-TOHUM BANKASI adındaki araştırmasında ise Ankara’da sun’i ilkah yoluyla çocuk sâhibi olunması konusundaki gelişmenin arka planı inceleniyor. Hacettepe Üniversitesi’nde ABD katkısı ve uygulamasıyla teşvik edilerek kurulması istenen Tohum Bankası’nın içyüzü ve hayata geçildiğinde bu politikanın sebebiyet vereceği tehlikelere dikkat çekiliyor ve buna karşı tavır alınması gerektiği anlatılıyor.
Yazarına göre sun’i ilkah yoluyla yeni nesil ya kısırlaştırılıyor veya Türk özellikleri dumura uğratılıyor.
Tohum Bankası isimli kitap İsmail Selçuk mahlasıyla Fatih Yayınevi tarafından 1970 yılında neşredildi.
Tohum Bankası meselesinin temeli, İttihat ve Terakki Partisi kurucularından 1864 – 1932 yılları arasında yaşayan Dr. Abdullah Cevdet’in, Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk toplumunu modernleştirmek için Avrupa’dan damızlık erkek getirilmesini teklif etmesiyle atılmıştı. Bilindiği gibi Abdullah Cevdet İngiliz Muhipleri (Sevenleri) ve Kürt Teâli (Yükseltme) isimli cemiyetlerin kurucusu ve aynı zamanda ateist idi.
Çiftçigüzeli’nin hazırladığı kitap tesirini gösterdi ve Tohum Bankası’nın kurulmasından vazgeçildi.
3-YÜZ ALTMIŞ ÜÇ adlı çalışma ise Türk Ceza Kanunu’nun 163. Maddesinin antidemokratik ve inanç hürriyetini kısıtlayıcı hükümler ihtiva ettiğini ortaya koyuyordu. Bu kanun, Müslümanların ayağına takılan pranga idi.
6187 sayılı kanun ise cezâları ağırlaştırıyordu.
Sayın Çiftçigüzeli’ne ve eseri birlikte hazırladığı Mehmet Çetin’e göre 163 madde, inancın önüne çekilen bir duvardır. İnsanı mahkûm eden bir hükümdür. Kafeste hürriyet anlayışı, inancın gönüllere gömülmesi veya mezarlıklara ve camilere hepsedilmesi, sosyal hayattan sürgün edilmesidir. 163 madde inançlı insanları, eli silahlı zorbalarla, inancın, küfür sistemleriyle bir tutulması, Firavun zulmünün, Nemrut kininin meşrulaştırılmasıdır.
Bu maddeden yargılanan tanınmış şahıslar arasında Necip Fâzıl, Eşref Edip, Bekir Berk, Beziüzzaman, Abdulkadir Badilli, Abdullah Yeğin, Abdurrahman Zabsu, Şemsettin Yeşil gibi onlarca avukat, hekim, hâkim, savcı, yazar, akademisyen ve işadamı da bulunuyor. Kitapta, bu kanundan mağdur olan insanlarla yapılan röportajlar da yer alıyor. 163 isimli kitabının ön sözünü Ergun Göze yazmıştır.
Kitapta ayrıca 163’ten tutuklanan, mahkûm olan, mağdur edilenler isim isim zikrediliyor. Konya’da dövüldüğü için aklını oynatarak aylarca tedâvi altında tutulan tüccar Sait Gecegezen ile Nazilli’de dayaktan hayatını kaybeden Terzi Mehmet Oğuz’un hikâyesine de yer veriliyor.
Anayasaya göre kişinin dokunulmazlığı, vicdan ve dînî inanç ile kanaat hürriyetine sâhip olunmasının hatırlatıldığı araştırmada 141, 142 ve 163. Maddelelerden hakkında dâvâ açılan diğer düşünce mağdurlarının da istatistikî bilgileri veriliyor.
Bu kitap 1974 yılında basılmıştır.
Turgut Özal 1983 yılında iktidara gelince; 3 hürriyete öncelik veriyordu: 1-Teşebbüs hürriyeti, 2-Din ve vicdan hürriyeti, 3-Düşünce ve ifâde hürriyeti.
Sayın Çiftçigüzeli’nin başlattığı mücâdele, Özal döneminde başarıya ulaştı ve bahsi geçen bütün maddeler, Türk Cezâ Kanunundan kaldırıldı.
4-MUHTEREM BAŞKAN, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin 20 baskı yapan bir biyografik çalışmasıdır.
Tanzimat’tan günümüze dine ve dindara endeksli siyâsî parti çalışmaları, Millî Nizam Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın şahsında ‘Bağımsızlar Hareketi’ ile başlatılan, yeni bir teşebbüsün, Anayasa Mahkemesi tarafından önlenişi anlatılıyor.
Kitapta siyâsî harekete katkı veren yahut tenkit eden mâruf insanların, yazarların, gazetecilerin ve kuruluşların da görüşlerini bulmak mümkün.
Sayın Çiftçigüzeli’nen telif ettiği kitabın tesirinin olup olmadığı hakkında hüküm vermek mümkün değilse de, gelişmeler, onun düşüncesi istikametinde oldu, İslâmî görüşler Millî Nizam Partisi’nden sonra sırasıyla; Millî Selâmet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi’nin ardından kurulan Saadet Partisi ve Yeniden Refah Partisi ile siyâsete devam etmektedir. Millî Görüş hareketinden ayrılarak kurulan partiler ise Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Halkın Sesi Partisi (HAS Parti) şeklindedir.
O dönemdeki Türkiye Odalar Borsalar Birliğinin traji-komik yanlış tutumları kitapta yer alıyor. Birincisi komünizmle mücâdele ettiği savunulan Çetin Altan’a verilen yüklü paralar. İkincisi komünist olduğu iddia edilen Mehmet Şevket Eygi ve Necip Fâzıl gibi antikomünist yazarlara iftiralar isnat edilmesi…
Kitabın çok baskı yapmasında yazarın çok akıcı bir dilinin olması da önemli rol oynamıştır.
5-KAVGAMIZ, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin İslâmcı, Ülkücü ve Devrimci gençleri, kuruluşlarını, mücâdelelerini, birbirleriyle acımasız kavgalarını ve nihâyet hayatlarını kaybeden binlerce gencimizin isimlerini dehşet listesinde hatırlatıyor. Bir bakıma bütün dünyâda baş gösteren talebe hareketlerinin, objektifine odaklayarak Türkiye’deki resmini çekiyor. (İlk baskı 1974, ikincisi 1976) yılında yapılmıştır.
Çiftçigüzeli sâdece ilgilendiği millî düşünceler hakkında kitap yazmakla yetinmiyor. Gazetecilik mesleğinin gelişmesi için ufuk turlarına da çıkıyor: Bunlardan biri de
6-TELETEKS HABERECİLİĞİ’dir. ‘TRT TELEGÜN DERS VE KURS NOTLARI’ isimli çalışması, teknolojinin gelişmesiyle televizyonlarda yazı ve grafikle yapılan haber yayınlarındaki muhabirlere ve alâkalılara el kitabıdır.
TRT tarafından açılan kurslara devam edenlere verilmek üzere 1990 yılında yayınlanmıştır.
Aynı zamanda TRT Teleteks-Telegün haberleri Müdürü olan Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin bu eseri, Teleteks-Telegün sahasında yayınlanan ilk kitaptır.
Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Sovyet blokunun dağılmasıyla 1991 yılında bağımsızlığını ilân eden Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ile Özerk Cumhuriyetler Tataristan ve Kırım’a yaptığı seyahatleri;
7-YILDIZLAR YENİDEN PARLIYOR adındaki eserde topladı.
Türk Dünyasının problemlerini, halkının meselelerini, aydınlarının sıkıntılarını ve çözümlerini değerlendirirken kitle iletişim araçlarının etkisine dikkat çekiyor, özellikle İstanbul Türkçesi ile konuşan Ahıska Türklerini her gittiği yerde arayarak buluyor ve röportajlar gerçekleştiriyor.
Yıldızlar Yeniden Parlıyor’a söz konusu dönemin bir belgeseli diyebiliriz. Kayıhan Yayınları tarafından 1994 yılında yayınlanmıştır.
Dikkat çekicidir ki Yıldızı Parlayanlar arasında Türkmenistan’ın adı geçmiyor. Çünkü aynı soydan geldiğimiz, inanç ve kültür birliğimiz bulunmasına rağmen Türkmenistan maalesef Türk Dünyası’na kapalıdır. Sefer Murad Türkmenbaşı’ndan sonraki Cumhurbaşkanları Gurbangulu Berdimuhamedov’un ve görevini devrettiği oğlu Serdar Kurbanguluyeviç Berdimuhammedov’un döneminde de müsbet bir gelişme sağlanamamıştır.
Oğuz Çetinoğlu: Batıda 20 yüzyılın başlarında expretion diye bir kavram çıktı, etkileri yaklaşık 1960’lara kadar devam etti. Konu ile alâkadar olduğunuzu biliyorum. Bu görüşte olanların tezi hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Prof. Dr. Sâdık Tural: İnsanın iç dünyâsındakilerin hepsini; müdâhale etmeden, fazla arındırmadan, çok fazla değiştirmeden anlatmak gerekir.
İki adet dünyâ savaşının yakıp yıktığı Avrupalı halkların -özellikle de Almanların- travmalı dünyâlarının anlatılması hikâye, novel, piyes ve sinema eserlerini biçimlendirdi. Bu anlayışın bir yanıyla ideolojiye, bir yanıyla da hikmete açık taraflarının olduğunu vurgulamak istiyorum.
Eserlerini dönerek okumaktan mutlu olduğum Franz Kafka’nın Milena’ya Mektuplar başta olmak üzere romanlarını okuyanlar, anlatma ihtiyacının nasıl giderilmeye çalışıldığını kolayca anlayacaklardır. Ekspresyonist anlatımın bizim edebiyatımızda da çok güzel örnekleri var: Peyami Safa’nın Yalnızız, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar, Atila İlhan’ın Dersaadette Sabah Ezanları, Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah romanları…
Nazım söyleyen bunu ezgiyle sunan insanlara üç bin yıldır ırçı, yırçı, aytımçı denildiği kabul edilmektedir. Türk dilinin en eski zamanlarında âşık kelimesini karşılayan kavram adı neydi? Bunu tam bilmiyoruz; ben emreg olduğunu düşünenlerdenim. Şâir kavramını karşılayan ozan kelimesinin 14. yüzyıl ortasından sonra çıktığı düşünülüyor. Emregler ve ozanlar, nesri az nazmı çok bir ifadelendirmeyle anlatma ihtiyaçlarını ve halkın dinleme ihtiyaçlarını gidermiş olmalılar.
İnsanların birbirine hem hoşça vakit geçir(t)mek hem de bu arada kendi bilgisini görgüsünü sezgisini ortaya koymak için olay ve merak ile bezeli anlatmalar birer yaygın eğitim aracı ve yöntemidir. Dede Korkut hikâyelerinde görüleceği üzere, herkesin bir kısmını bildiği çok eski bir vak’ayı, merak unsurunu da gözeterek anlatım düzenine Türk kökenli topluluklarca ne ad veriliyordu? Bu türden metinleri nesirli veya nazım karışık olarak sunan kimselere hangi isim, unvan veriliyordu’ Bu soruların cevabını bilmiyoruz. Kendileriyle bunu tartıştığım Şakir İbrayev (Kazak prof.) ve Abdildacan Akmataliev (Kırgız prof) ‘akun veya akunçı olmalı’ demekte ısrar ettiler. Manas destanından parçalar anlatanlara yüzyıllardır akun/akın dendiğini de söylediler. Arapça’dan aldığımız vak’a kelimesi, âsâyiş ve adâlet ile tıp uzman ve görevlilerince kullanılmaktadır. Gerçekleşmiş ve dikkatle ilgilenilmesi gereken, olumsuzlar da taşıyan olaylara da vak’a denilmiştir.
Türk dilinde tahkiyeli ifadenin en eski karşılığı nedir, bilmiyorum; ama, bazı insanların ölümünden sonra özellikle de ağıtçı, sığıtcı, yugıtçı denilen insanların o şahsa ait küçük anekdotları günlerce manzum sayılacak bir tarzda anlattıkları biliniyor. (Anadolu’da bu türden ağıt yakma, ağıt etme yoluyla tahkiyecikler sunma işlemleri 20. yüzyıl sonlarına kadar yaşadığının şahidiyim.) Küçük bir olaya dayalı hikâyelendirme işlemine keleçü denildiğini düşünüyorum. Keleçü sözü Yunus Emre’nin bir nazmında ve daha sonraki eserlerde de hikmetli (vak’alı) söz anlamına gelmektedir.
Şâirleri de kapsayan edip kavramına sığınarak söyleyelim ki, hikâye, roman, piyes, senaryo yazarları insanın iç dünyâsındaki olumsuz etkilenmelere bağlı çöküntü veya saldırganlaşmaları; ölüm karşısındaki çaresizlik ve aczi; sevilenle aynı frekansta ve ritimde olamamanın bunalımları; despotik rejimlerin yahut ayarı bozulmuş istikrarsız toplumların içinde yaşamaktan doğan sıkıntıları anlatmaya çalışıyorlar. Bu yüzden başkalarının her gün yaşayıp bir takım fikirler ve tepkiler ürettiği hâlde bütünlüklere dönüştürüp kalıcı kompozisyonlar hâlinde yazamayışını âdeta gidermek adına edipler ortaya çıkmaktadır. Bingöl Çobanları’nda, Han Duvarları’nda, Hancı’da anlatılanları hatırlayınız… O şiirlerdeki her duygu seyirmeleri ve onları var eden olaycıklar okuyucunun, dinleyicinin içinde yankılanmaktadır.
Anlatmak ihtiyacını bir basamak ileri götürerek şunu söylemeliyiz: Diğer insanlara mutlaka duyurulması gerekenlerin yaşantılar üzerinden gösterilip bilgilendirilmesi, hem de bu yolla okuyucunun, dinleyicinin, seyircinin duyulması görülmesi istenenler güzel şeylerse benimseyip yapmasını, kötü şeyler ise yapmamasını hatırlatan öğütleyen bir anlayış hâkimdir.
Destanlar, merkez kişi ve olayları bakımından bir halkın benlik ve kimlik özellikleri bu ikiliyi fert ve toplum ölçüsünde biçimlendiren acıları sevinçlerin kahramanlıkların ve korkaklık veya hâinliklerin yansıdığı metinlerdir. Destanlar, toplumun her ferdinde yankı yapıp etki etmesi övünülecekse de, dövünülecekse de ortaklaşalık oluşturma niyetli anlatma ihtiyacının, dinlettirilme beklentisinin yansımalarıdır. Bu epik karakterli vak’alı metinlerden çok fazla yoktur. Birer yarı bağımsız hikâye hâline gelmiş olan Dede Korkut parçaları 1450 yıl öncesine dayanan metinlerdir.
Bizde vak’a anlatmaya dayalı işlev iki şekilde gerçekleşmiş: Meddahlar ve/veya kıssahanlar ile hikâye tasnif etmiş âşıklar.
Kıssahanlar, meddahlar, bir kısmı İran’a, bir kısmı Çin’e, Hindistan’a dayalı, bir kısmı Türk yurtlarının tamamında farklı varyantlarla yaşatılan hikâyeleri yeniden tasnif ve tanzim ederek, kendine göre iç içe geçirerek anlatan hafızası çok güçlü insanlardır.
Anlattıkları, masala, epik karakterli destanlara da, yaşanan zamanın başka mekânlarda gerçekleşmiş, ilgi görmüş aşk unsurunu öne alan hikâyelere de dayanabilir. Kırk Vezir hikâyelerini veya Hz. Ali Cenklerini yahut Köroğlu’nun ile keleşlerinin alplıklarını anlatan meddahlar, çok itibar görerek yaşamışlardır.
İkinci grup hikâyeler din veya inanç uluları etrafında gelişen tahkiyeli metinlerdir. Kur’ân’na dayanan kıssalar büyük şâir veya bilgeler tarafından tekrar ele alınmıştır.
İnanma/iman adlı arınmayı heyecanla besleme niyetli bu tahkiyeli metinleri Resulullah’a ait olanlarına hilye veya siyer adı verilir. Hz. Ali’nin cenkleri ile Hz. Hüseyin ve Kerbela konusunda çok eser vardır.
Üçüncü grup ise bir ünlü aşığın genellikle aşk temasının kurup geliştirdiği bir vak’ayı, manzum olan kısımları saz eşliğinde ezgiyle türküleştirip, ağıtlaştırıp sunmasıdır. Âşık tasnifli, âşık düzenlemeli hikâyeler dediğimiz bir aşığın çalıp söylediği hikâyeler, Batıdaki romanslara biraz benziyorsa da bizim tahkiyemizde, hırsızlığı meşrulaştırma ve cinsellik yoktur. Romance kelimesi İspanya ile Hindistan arasında gidip gelmelerle, göçerlikle tanınan halka ait, basit maceralı anlatımlar imiş. Romanslar, Şükrü Elçin Hoca’nın taş baskılardan derleyip tahlil ettiği ‘realist mensur İstanbul hikâyeleri’nin (bunlarda cinsellik de vardır) benzerleridir. Bu anlatımlar halkın câhil tabakası arasında yaşarken, bazı unsurları temizlenip aydınlara da hitap eden vak’alı eser hâline dönüşünce, novel denilmiş. Nesirli bu yapıya novel adı verilirken, roman kelimesi de yaşamış. 150 yıldır bizler de roman kelimesini benimseyip kullanmışız. Cervantes’in Don Kişot adlı eseri roman, novel adlı modern tahkiyeli eserlerin ilk örneği sayılıyor. Bu eser traji-komik’i edebiyattan sayılan metin hâline getirme başarısının örneğidir.
1800 yılların başlarından itibaren, önce Avrupa’da sonra ağır ağır bütün dünyâda insanların iletişimleri daha kolaylaşmaya başladı; bunun üç önemli sebebi olduğunu düşünüyorum: Basım yoluyla metinlerin yayımlanması; daha çok seyahat etmek ve yer değiştirmek; görmek, göstermek, duymak, duyurmak kısaca anlatmak ihtiyacıyla var edilenlerin başkasının sadece ilgisini çekmek değil aynı zamanda onu bilgilendirip yol göstermek niyetiyle bütünleştirmesi…
Gazetenin ağır ağır kendine bir kültür alanı açması kısa hikâye ve roman adını verdiğimiz metinlerin tefrika edilmesiyle yaygınlık kazandı. Edebî dilin nesirdeki varlığı yeni bir alan kazanmış oldu.
Çetinoğlu: Anlatma ihtiyacının nesirli bir edebî dille gerçekleştiği yapılarda (kısa hikâye, hikâye, roman, piyes) hangi ögeler aslî ve hangileri yardımcıdır veya az etkilidir?
Prof. Tural: Öncelikle ileten üzerinde duralım:
İleten, bilgisi görgüsü birikimi sezgisi ve dile olan hâkimiyeti bakımdan kendisini yeterli sayanlar tahkiyeli eser var etmektedirler. Roman, hikâye, piyes veya senaryo yazarları kendilerinin gözlemlediği bizzat yaşadığı, duyduğu ama içinde başka insanların da duymasını gereken incelikler bilgiler davranışlar ve değerler bulunduğuna inandığı halleri bir vakanın üzerinden anlatmak istiyorlar. Bunu anlatan insanların mizaçları çok önemli. O mizacın yanı başında, okumaya işitmeye ve yaşamış olmaya dayalı birikimleri çok önemli.
Öncelikle çok yakın çevresinden duydukları, bizzat yaşadıkları, gözlemledikleri ve okudukları bilgilerden bir kısmını, mizacının süzgecinden geçirerek vak’aya dayanarak anlatmaya ihtiyacını duyanlar özel bir gruptur. Edebî eser yaratanların mizaçları, şahsiyet gelişimleri ve sosyal-kültürel yapıları üzerinde çok fazla ileri geri söz edilmiştir, genellemeler yapılmıştır. Her edebî şahsiyet kendine mahsustur, ayrı ve özel bir dünyâdır bağımsız olarak ele alınabilir. Eserden yazarın biyografisine gidilebileceği gibi hayat hikâyesinin inceliklerinden eserlerine de gidilebilir: Eseri var edenin, İLETEN’in benlik ve kimlik bilgileri oluşturulabilir.
Tahkiyeli eserlerdeki İLETİ’nin birincil, veya ana ögelerini öncelikle, sonra da ikincil saydığımız tamamlayıcı, zenginleştirici ögelerini aramak, bulmak değerlendirmek, metnin benzerlerine göre konumunu hükme bağlamak edebiyat biliminin görevidir. İnsana, insanı, zamanla, mekânla ve diğer insanlarla kurduğu ilişkileri olay(cık)lara bağlı olarak anlatmak ihtiyacının kalbi, ana omurgası, beyni İLETİ’dir. İletinin muhatabı olan İLETİYİ yansıtan, anlatımı oluşturan, metnin harcı olan kelimelerin tamamını bilmiyorsa anlaması mümkün olmayacak, yeteri kadar etkilenmeyecektir. Her metin, okuyan, dinleyen veya seyreden bediî tefekkür özellikli iletiye muhatap olan, kendi birikimine göre anlatılanla ilgi ve ilişki kurmaktadır.
Tahkiyeli eserlerin İLETİLEN adını verdiğimiz okuyucu, dinleyici, seyirci unvanlı, nitelikli insanlar, yaşlarına, cinsiyetlerine, mensup oldukları kültür tabakalarına göre gruplandırılabilir. Okuyucu, dinleyici, seyirci ögesi yanında, eserin basım ve duyurulması, tanıtım ve eleştirilmesi, satılması da İLETİLEN’le ilgi meraklar dizisindendir.
Edebiyatı bir bağımsız araştırma alanı sayanlar için en önemli çalışma ve incelemeler ise İLETİ ögesi üzerindendir; çünkü, bu değerlendirmeler edebiyat Târihine girecek eserlerin sicil bilgisidir. Tahkiyeli eserler birer bediî tefekkür örneğidirler. Tahkiyeli eserlerdeki bediî tefekküre aracılık eden İLETİ ögesi nelerden oluşuyor, niçin oluşturuluyor ve nasıl anlatılıyor ana soruları edebiyat bilimcilerin meselesidir.
İletilen bir karakol veya mahkeme tutanağı yahut bir hekiminin hasta hakkındaki kayıtları değildir. Anlatılmak, iletilmek istenen mizaç denilen büyük imbikten geçirilerek bediî tefekkür sayılan bir yapı oluşturulmuştur. Tefekkür, fikir yürütme dediğimiz zihin işlemleri, düşüncenin hayalin sezginin ilhamın yeni hükümlere yol açmasıdır. Edebiyat metinlerinin anlatmaya dayalı olanlarının tamamı -çok örtülü metinler olan şiirler de dahil- bediî tefekkür mahsulleridir.
Çetinoğlu: Bu röportajımızı sona erdirecek düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Prof. Tural: İnsan gerçek sandıkları ve saydıkları ile değişmez hakîkat, derin hikmet arasında gelgitler yaşayan bir canlı. Bu hâllerin bir kısmı hikâye etme yoluyla oluşturulmuş metinlere yansıtılmaktadır. Bu yansımaların da taşıyan özel bir yapı olan tahkiyeli metinlerin tahlilinin yöntemli olması gerektiği açıktır.
Metnin tahlili ana duygu ve duygulandırmalar, ana hayaller ve hülyalar, ana düşünceler ve fikir yürütmeler, yorum üretmeler, bu ögeleri kişi ve olay ögelerine bağlamak işlemlerine ait inceliklerin tahlilidir.
Bediî tefekküre aracılık eden İLETİ’nin birincil ögelerinden biri ana çizgileriyle vak’a, diğeri olaydaki hareket unsurlarına doğrudan veya dolaylı olarak katılan, olumlu ve olumsuzlukları ile ilgiyi canlı tutan insanlar (tip, karakter, figüran), varlıklar, görüş açısı/bakış açısı, ana fikir, meraklar ve bunların dizilimiyle anlatanın kimliğidir.
Zaman, mekân, eşya, alıntılar, ritüeller, olağanüstülükler ile başka metinlerden alıntılar, mahallî söyleyişler başta olmak üzere bir takım ikincil unsurlar, tahkiyeyi bezeyen, ileti’ye estetik değer katmaya yardımcılık eden ögelerdir.
Okuyucunun, dinleyicinin, seyircinin ilgi gösterip, ilişkiye geçtiği, bir vak’a etrafında oluşturulmuş bilgiler, tespitler, yorumlar çok özel bir eğitim iklimi yaratmaktadır. Hikâye, roman/novel, piyes ve senaryolar sosyolojiye, sosyal psikolojiye ve Târih araştırmalarına yardım edici kaynaklar bilgisidir. Bu eserler toplumun fotoğrafıdır, videolarıdır; sadece gerçeğimsileştirilmiştir. Târihçi ve eğitimci bu kaynaktan yararlanmayı bilmelidir. Pek azı edebî değer sâhibi olan başarılı sayılabilen konusunu Târihten alan kısa hikâye, roman ve piyesler ise Târihçinin ihmal ettiğini varlık alanına çıkarma işlevli eserlerdir. Modern tahkiyeli eserler, hem örgün eğitime yakın bir etki ile değişim ve dönüşümlere yol açmakta, hem de mevcuda ait kişi olay ve durumların altını çizmektedir.
Edebiyat Târihi bir toplumun edebiyattan sayılan kaynaklarına dayanarak az tartışmalı hükümlerle var edilmiş bir büyük metindir. Edebiyat bilimi araştırıcıları ortak kavramlarla, ortaklaşmış yöntemlik sorularla metinleri tahlil ettikçe, edebiyat târihimizin aslî malzemesi olan muteber hükümler de, az eksikli olarak gün yüzüne çıkacaktır.
Prof. Dr. SADIK KEMAL TURAL 1946 yılında Kırıkkale’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı şehirde tamamlayıp fark derslerinin imtihanını vererek İlk öğretmen okulu diploması aldı. Atatürk Üni. Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Ocak 1972’de, Hacettepe Üniversitesi’nde Türkçe dersleri öğretim görevlisi,1978’de Edebiyat Doktoru, 1983’de Doçent, 1988’de Profesör oldu. Kadrosu Hâcettepe Üni.de kalmak kaydıyla Devlet Plânlama Müsteşarlığı’nda, ardından da, bir proje için10 ay Almanya’da bulundu. 1989’da geçtiği Gazi Üni. Fen-Edebiyat Fak.nde Sanat Târihi ve Felsefe bölümleri ile Gazi TÖMER’in kurucu başkanlığını, TDE Bölümünün başkanlığını yaptı. Hacettepe, Selçuk, Gazi ve Abant İzzet Baysal Üniversitelerinde, lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. 1989’da önce, Atatürk Kültür Merkezi üyeliğini, Eylül 1995’ten itibaren 3 Ocak 2002 târihine kadar AKM Başkanlığı’nı, 1996-2003 yıllarında UNESCO Türkiye Millî Komisyonu ‘Yönetim Kurulu Üyeliği veKültür Komitesi Başkanlığı’nı üstlendi.Eylül 2000 târihinde tayin edildiği Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı unvanlı görevinden, Mayıs 2009’da alındı, 1 Mart 2011’de emekli oldu. Türkiye’de ve yurt dışında, yüzü aşkın millî ve milletlerarası paneller, sempozyumlar, kongre ve bilgi şölenleri düzenledi, bildiri verdi, tartışmacı olarak yer aldı, dergi yöneticiliği yaptı, toplantıların kitaplarını hazırladı. Ortaklaşa 4, kendi imzasıyla 12 kitap yayınladı. Eserleri ve çalışmaları sebebiyle kendisine Türkiye Millî Kültür Vakfı, Kayseri Sanatçılar Derneği, Türk Ocakları Genel Merkezi, Kazakistan Bilimler Akademisi, Motif Halk Oyunları Eğitim Derneği/Vakfı, Türk Folklor Araştırmaları Kurumu, Kazakistan Bilimler Akademisi, Kırgızistan Devleti Millî Devlet Üniversitesi, Kazakistan Ahmet Yesevi Üniversitesi, Türkmenistan Bilimler Akademisi, Dağıstan Bilimler Akademisi tarafından armağanlar, Sivil Toplum Kuruluşları Platformu, Türk Edebiyatı Vakfı v.b. kuruluşlar tarafından çeşitli ödüller ve unvanlar verildi. Ayrıca Kazakistan ve Kırgızistan Devlet Ödülü’ne lâyık görüldü. İLESAM’ın ve TEKAR’ın kurucularından ve Eğitim Dostları Vakfı’nın Mütevelli heyet üyelerindendir. Kütüphanesindeki eserlerden 15.550 kitap, 11.100 adet süreli yayını Çankırı Karatekin Üniversitesi’ne, Eski Harfli Türkçe basma ve bazıları yazma 1450 kitap ile 250’ye yakın sözlük ve ansiklopedik sözlük gibi kaynak eserleri Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki Millet Kütüphânesi’ne bağışlamıştır. .