Derlediklerimizden bahisle; Filistin halkına bugün yapılan alçak ve acımasız İsrail saldırılarına elbet karşı olacağız ve yapılması gereken her eylemin yanında ve destekleyicisi olacağız. İnsanlık adına! Müslümanlık adına meselesine gelince bence bir şerh koymalıyız ve dikkatli olmalıyız. Müslüman olmanın sorumluluğu ile destek olmamız ise sadece Filistin’de ki zulüm gören sivil halk adına olmalı. Yöneticilerine ve örgütlerine karşı değil. Şuna eminim ki, kurulacak bir Filistin devletinin yöneticileri Hıristiyanlarla eskisi gibi yine dost ve işbirliği içinde olacaklardır. Ve Türk milletinin hiçbir haklı davasında onun yanında yer almayacaklardır. Dün Karabağ’da Ermenilerin, PKK ve ASALA’nın yanında ve bugün de Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın yanında oldukları gibi. Mahmut Abbas’ın Doğu Türkistan için Çinin yanında yer alan ve Doğu Türkistan mücadelesini veren Türklere terörist diyen ve Çin haklı diyerek verdiği “herze “ demecinin daha dumanı tütüyor. Bu durumda Türkiye deki siyasal İslamcı yapı ve sivil toplum örgütlerinin Filistin için ortaya koydukları sert protestolarda paydaşlarının Katolik Kilisesi ve Hrıstiyan Batı olması inşallah sadece Yahudi düşmanlığı ortak paydası ile sınırlı kalır diyelim! Su uyur Türk’ün düşmanı asla uyumaz! Gaza gelip dostumuzu düşmanımızı karıştırsak bedelini çocuklarımız ve torunlarımız öder!
* Türk tarihini incelerseniz ‘’Türk’ün tarihi dostu kendisidir’’olduğunu görürsünüz, Arap’tan dost olmaz! Yaşanan yakın tarihi vakalardan sadece iki olay: ‘’Araplar; 1900 yıllarda Anglo-saksonlarla işbirliği yaparak Türk’ü arkadan hançerlemiş ve topraklarına onları yerleştirerek, Güney bölgelerimizin işgaline yardım etmişlerdir. Türklerin içlerine sızarak genellikle şeyhülislamlık makamlarına gelmişler. Çıkardıkları fetvalarla, Anadolu Türklerini aşağılamışlar, yönetimin güvenine dayanarak Kavm-i Necip (üstün kavim) unvanıyla her türlü hileye başvurmuşlardır. İngiliz Lawrence’le işbirliği ederek onları korumak amacıyla orada bulunan Türk askerini arkadan hançerleyerek Arap çöllerinde binlerce Vatan evladını şehit etmişlerdir’’. * ‘’1965 yılında BM de Kıbrıs oylamasında Türkiye aleyhine oy kullandılar.1976 yılında BM de Türkiye’nin Kıbrıs ı terk etme oylamasında da çekimser kalarak Türkiye aleyhine karar çıkmasına neden oldular. 1975 yılında Mısır Başkanı Enver Sedat; Kıbrıs’a dönen Makarios a kardeşlik telgrafı çekmiştir. O dönemde Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat; Kıbrıs Rumlarına “Biz sizleri kardeş mücadeleciler sayıyor, sizin zaferiniz bizimde zaferimiz olacaktır çünkü Düşmanımız ortak düşmandır.” demiştir. Makarios’un ölümünde tüm Arab Ülkeleri Bayraklarını yarıya indirerek 3 günlük yas ilan ettiler’’. Değişeceklerini mi zannediyorsunuz? *
Bildiğiniz gibi Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılını kutlama eylemlerinden biride ülkenin tanınmış iki rakip futbol takımının yüzüncü yıl kupasını kazanma adına ilgililerin düzenlediği karşılaşmanın Suudi Arabistan’ın Riyad şehrinde yapılmasına karar verilmiş. Bu ezeli rakip iki takımız Galatasaray ile Fenerbahçe arasında Riyad’da oynanacak Süper Kupa finali iptal edildi. Krizin İstiklal Marşı’ndan değil, futbolcuların giydiği Atatürk armalı forma ve taşımak istedikleri “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” pankartından kaynaklandığı ifade ediliyor. * Süper kupa finalinin iptali, tamamen toplumsal duyarlılıkların iki kulübümüze telkin ettiği düşüncelerin sonucudur. En vahimi siz ülkeyi yönettiğinizi sananlar; ülkemizin kurucu kadrosunun önderi dünyanın saygı duyduğu Başbuğumuz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü Suudilerin cibilliyeti bozuk liderlerinin dillerine dolamanızdır. Yanlış politikalarınız böylece Riyad’dan döner.
Bugünler Ortadoğu coğrafyasında savaş adı altında çocukları kadınları sivilleri öldüren bir katliam yaşanıyor. İsrail Filistin arasında katliam devam ediyor. İnsanlık çukurlara gömülmüş. Savaşın çevre ülkelere sıçramasını teşvik edenler de pusuda bekliyor… Bu içler acısı vahşi manzarayı seyrederken daha önce yazdığım bir makaleyi siz mümtaz okurlarımızla paylaşma gereğini hissettim. * Türklerin Anadolu coğrafyasını yurt edinmesiyle başlayan Anadolu toprakları tarihi boyunca medeniyetlere beşik olmuş, sevgi, insanlık, hoşgörü zirve yapmış, kendi kültür kodlarımız ise; Ahmet Yesevi’nin önderliğinde Horasan Erenleri, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Hacı Bayram Veli, Taptuk Emre, Sarı Saltuk, Somuncu Baba gibi sevgiyi bayraklaştıran, Anadolu’yu İslamlaştıran kültür elçileri ve düşünce üreten manevi önderler olarak insanlığa ışık olmuşlardır.. * Asırlarca savaşlara rağmen terörizm mevcut olmamıştır. Neyazık ki son kırk yılı aşkındır terör belasıyla iç içeyiz.
* Birey; birilerinin kulu olmaktan kurtulmuş sadece vicdanının sesine kulak veren, toplumsal yararı bireysel yarardan üstün tutabilen kişidir. * Birey; talimatlarla vicdan arasında kalırsa vicdanını devreye sokan kişidir. Bu anlayışı düstur edinebilmektir. Dolayısıyla birey olma, insan olmanın olmazsa olmazıdır. * Demokrasi; insanoğlunun aklıyla ulaşabildiği ideal bir yönetim tarzıdır. Başka bir ifadeyle halkın yönetime direk ya da temsili katılımıdır. * Demokrasilerde sağlıklı işleyiş ise toplumu oluşturan insanların “birey” olup olmadıklarıyla direk ilintili bir konudur. * Doğu toplumlarında demokrasi serüvenlerinin bir türlü kurumsallaşamamasının nedeni de insanların yığından bireye geçişte ortaya çıkan ” kültürel gecikmeyle” ilgili durumdur. *
” Demokrasiyi içselleştireceğiz” ifadesinin nedeni de demokrasi kültürü olmadan demokrasinin kurumsallaşamayacağı gerçeğinden kaynaklanmaktadır. *
Atatürk’le başlayan Milletleşme sürecimizi tamamlamalıyız.” Derken milli iradeyi cemaat – tarikat ve aşiret esaretinden kurtarmayı hedeflemeliyiz. * Zira fikri hür vicdanı hür bireylerden oluşan toplum ancak Türk medeniyetinin temel taşlarını döşeyebilir. * Hedeflediği Kızılelma Türk’ün aydınlanma çağıdır. Bu çağın temel parametreleri demokrasi, birey olma, sivilleşme hesap verebilirlik, liyakat ve en ömemlisi hukukun üstünlüğüdür. Birey böylesi şartlarda ancak özgür olabilir. * Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ” ise kuvvetler ayrılığı dediğimiz Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin Türk milleti adına kontrol- denge mekanizması içinde çalışması idealidir. * Evet, demokrasi kültürü bir günde gerçekleşmiyor. Bunun için bir süreç gerekmektedir. Ne kadar çok çabalarsak hedefe daha çabuk ulaşırız. Bu süreçte yanlışlar, hatalar ve yanlış anlamalarda olacaktır. Ancak bıkmadan usanmadan bu çabaya devam etmek gerekir. Bu çabayı filozofun felsefe nedir sorusuna – “yolda olmaktır. ” Cevabı herhalde en iyi açıklamadır. Bizler hep yolda olacağız. Türk’ün Kızılelmamsı olan demokrasi ve birey olma mücadelemizi vereceğiz. *
Bilim, düşünce ve sanat insanları doğruları söylemekten korkmaz ve bildiklerini sonuna kadar savunabilme cesareti gösterirlerse; Hâkimi, savcısı, avukatı; siyasete eklemlenmeden sadece ve sadece adalet üzere olurlarsa; * Kamu kaynaklarını kullananlar, haktan- hukuktan ayrılmaksızın, tercihlerini milletten yana kullanırlarsa; * Seçilmişler her attıkları adımda, seçmen benden hesap sorar anlayışıyla hareket ederse; * Okumak, öğrenmek bir ibadet haline gelmişse; * İnsanlar birbirlerinin yaşam tercihlerini sorgulamak yerine, kendileriyle meşgul oluyorlarsa; * Şekilci anlayışın yerini, ahlak ve bilgi temelli bir dindarlık almışsa; İşte oradadır huzur… Oradadır başarı… Oradadır insanlık… Oradadır İslam… * Bunlar yoksa Küçük çocuklara dahi tecavüz edilir; sokakta, çarşıda, evde kadınlar da öldürülür; Farklı yaşayan, farklı giyinen, farklı konuşan öteki ilan edilir; olmadı tekfir edilir. * Böylece, ilim ve irfanın yerini örümcek tutmuş beyinlerin tekrarladıkları teraneler alır ve ortaya garabet çıkar. Bakın cehenneme dönmüş coğrafyalara, nerede insanlık?
İstanbul’un orta yerinde, bir avukat suikasta uğradı. Bu, basit bir cinayet değil. Çünkü olayın failleri, azmettirenleri ve maktulün kişiliği sosyal, siyasi ve hukuki boyutlarını karmaşıklaştırıyor.
Suç örgütlerinin pervasızlığını ve devletin caydırıcılığının kaybolduğunu bir kere daha gördük. Bu olayda kurşunlar bir kişiyi değil, hukuka olan güveni de vurdu.
Daha da kötüsü bu olayla, bir kere daha, suçun “yasadışı” olmaktan çıkıp meşrulaşan bir güç ilişkisine dönüştüğü kanaatine sürükleniyoruz.
Serdar Öktem cinayeti bu yapının yalnızca dışa sızan bir parçası.
Bu tür olaylarda, tetiği çeken ellerden, o tetiği çekmeye cesaret verenler daha önemlidir. Belli ki tetikçiler yeni nesil suç örgütlerinden birine mensup çocuk ve genç suç makineleri. Fakat -Sinan Ateş cinayetinde olduğu gibi- azmettirenlerbelli değil.
Bazı yorumcular “bu iktidar döneminde azmettiricilere ulaşılmasının mümkün görünmediğini” söylüyor. Suçluların korunduğu izlenimi kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bir sürecin sonucudur bu.
Türkiye, uzun süredir hukuk devleti olmaktan çok “güç devleti” anlayışıyla yönetiliyor.
Gücü elinde tutanlar için kurallar esnetildi; yasa dışı ile yasa içi arasındaki çizgi bulanıklaştı. Gazetecilere, muhalif siyasetçilere saldırı ve suikast teşebbüsünde bulunanlardan hiç ceza alan olmadı.
Çünkü yargı siyasete bağımlı hale geldi. Ardından siyaset sermayeyle iç içe oldu.
Son halka olarak da suç ekonomisi meşrulaştı.
Yıllardır siyasetin, sermayenin ve medyanın iç içe geçtiği bu sistem, artık suç örgütlerini değil, suçla yönetilen bir düzeni konuşur hale getirdi.
Bugün mesele mafyanın varlığı değil; onun neden bu kadar rahat yaşadığı, neden bu kadar korunabildiği.
Çünkü hukuk çekildiğinde boşluğunu korku, suskunluk ve gayrimeşru çıkar ağları dolduruyor.
Türkiye’de artık mafya denilince akla sadece karanlık sokaklarda tabanca taşıyan kabadayılar gelmiyor. Yeni mafya kravat takıyor, kamu ihalelerine giriyor, televizyon ekranlarında yorum yapıyor, kimi zaman da siyaset kürsülerinde boy gösteriyor.
****
Toplumda artık güç odaklarına yakınlığı bilinen kişi ya da grupların işledikleri suçların cezasız kalacağına dair yaygın bir kanaat var.
Bu kanaati güçlendiren örnekler hafızalarda tazeliğini koruyor.
“Hesap sorulmaz” inancı, sadece adalete olan güveni değil, suç işleme eşiğini de düşürdü.
Böylece hukuksuzluk bir yönetim tarzı haline geldi.
Bir zamanlar mafyatik yapılar devletin gölgesinde var olmaya çalışırdı. Yasalar etkisiz kaldıkça güç ilişkileri derinleşiyor; yasadışılık sistemin dışına değil, içine yerleşiyor.
************************************
MHP ve Ülkü Ocakları’nda Derin Sessizlik
Avukat Serdar Öktem’in öldürülmesinin ardından ülkücü camiada derin bir sessizlik hâkim.
Cinayetin, Sinan Ateş suikastıyla ilgisi ve benzer yönleri olduğu konuşuluyor. Sinan Ateş Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yapmıştı. Serdar Öktem de MHP ve Ülkü Ocaklarında üst düzey görevlerde bulunmuş ve milletvekili adayı olmuş biri. Ama buna rağmen her iki cinayette de MHP ve Ülkü Ocakları yönetiminden neredeyse hiç ses çıkmadı.
Bu sessizlik, yalnızca ihtiyatlı bir tutum gibi görünmüyor. Toplumda, özellikle ülkücü tabanda “bazı şeylerin gizlendiği ve konuşulmasının yasak olduğu” hissini güçlendiriyor.
Kamuoyunda oluşan kanaat şu: MHP yönetimi, bu tür olaylarda kurumsal olarak tartışılmak istemiyor.Ancak bu tercih, partiyi iktidarın gölgesinde görünmez hale getiriyor. Hatta MHP’yi teröristbaşı Öcalan’ın taleplerinin karşılanması gibi kritik dönüşümlerde kullanılan bir aparat olarak gösteriyor.
Oysa ülkücü hareketin tabanında, “adalet” duygusu ve “vatanın birliği ve milletin bekası” fikri güçlüdür.
Kardeşlik ve dava bilinciyle yetişmiş insanlar, kendi çevrelerinden çıkan isimlerin, kendi camiasından insanların katledilmesinden sorumlu olması ihtimalinden bile çok rahatsız.
Sessizlik uzadıkça bu rahatsızlık, yerini kırgınlığa ve iç sorgulamaya bırakıyor.
****
Ülkücü taban, uzun yıllar boyunca “devletin bekası” inancıyla siyasete bağlı kaldı.
Ancak son yıllarda MHP’nin geleneksel politikasına tam zıt yöne savrulması, yaşanan güç ilişkileri, suikastlar ve derin sessizlik bu inancı sarsmaya başladı.
Çünkü insanlar artık yalnızca “kimin vurduğuna, vurulduğuna” değil, “kimin sustuğuna” da bakıyor.
Sinan Ateş ve Serdar Öktem cinayetleri, ülkücü camianın vicdanında travmatik bir etki yarattı.
Her iki olayda da kurbanlar “camiadan biri” idi; buna rağmen kendi camialarından güçlü bir sahiplenme sesi çıkmadı.
Bu durum, “bizim değerlerimiz gerçekten hâlâ geçerli mi?” sorusunu tetikledi.
Genç ülkücülerde bu sorgulama daha belirgin.
Sosyal medyada artık “lider-doktrin-teşkilat” sloganının yerini, “adalet, liyakat, vicdan” arayışı alıyor.
Bu dönüşüm sessiz ama derin: Dışarıdan bakıldığında bir sükûnet var; içeriden bakıldığında ise bir inanç depremi yaşanıyor.
************************************
AKP Kanadı da Sessiz
Sadece ülkücü çevreler değil, iktidar partisi de bu cinayetler karşısında sessiz.
Ne Cumhurbaşkanlığı’ndan ne de AKP sözcülerinden kamu vicdanını rahatlatacak bir açıklama duyuldu.
Oysa aynı çevreler, kendi tabanlarına yönelen en küçük eleştiride dahi anında sert cevaplar verebiliyor.
Bu seçici sessizlik, “bazı ölümler daha az önemli” tavrı siyasetin adalete bakışını gösteriyor.
İnsanlar artık öldürenlerin ve/veya öldürülenin hangi safta olduğuna bakılarak adalet dağıtıldığına inanıyor.
Bu inanç, devletin eşitlik iddiasını aşındırıyor; “adalet duygusu” yerini “taraftarlık duygusu” alıyor.
İktidar kanadındaki sessizlik toplumsal vicdanı kanatıyor.
Serdar Öktem ve Sinan Ateş cinayetleri, tekil suçlardan ibaret değil.
Bunlar, devletin adalet damarlarının tıkandığı, siyasetin ahlak pusulasını kaybettiği bir dönemin göstergesi.
Bugün Türkiye’de artık mesele “suçluların kim olduğu” değil; suçun neden bu kadar korunur, kollanır ve cezasız kalabildiğidir.
Bu tabloyu değiştirmek ancak toplumsal bir uyanış, korkunun yerini vicdanın almasıyla sağlanabilir.
Adaleti mahkemelerde ve toplumun ortak vicdanında yeniden inşa etmeliyiz.
Türkiye’nin bugün en büyük ihtiyacı, güçlü liderler değil, güçlü kurumlar, cesur hukukçular ve adalete inancını kaybetmemiş insanlardır.
19 Ekim 2025 Pazar günü KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktır. Bugüne kadar bağımsızlar da dâhil 8 adayın başvurduğu bu seçimin en güçlü iki adayı var.
İlki halen Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Sn. Ersin Tatar, diğeri ise CTP Genel Başkanı Sn. Tufan Erhürman…
Seçimin bu iki aday arasında geçeceği kesin. İlk Turda %50+1 oy alan yeni Cumhurbaşkanı olacak. KKTC’de yapılan anketler bu seçimin başa, baş geçeceğini gösteriyor. %14 civarında olan kararsızlar bu seçimin sonucunu belirleyecek.
Her iki adayın seçim vaatlerine bakıldığında Sn. Tatar halkının kayıtsız şartsız egemenliğini, adada iki devletli çözümü, Sn. Erhürman ise sonu ‘’Birleşik Kıbrıs’’ olan federasyonu destekliyor.
Ancak 1968 yılından beri adada devam eden çözüm sürecine bakıldığında federasyon odaklı hiçbir çözüm modeli kabul görmedi!
Çünkü bu modelin içinde var olan ve Türk tarafına verilmesi düşünülen en küçük taviz dahi Rum tarafınca ret edildi.
Yönetim, toprak paylaşımı, mülkiyet ve garanti başlıklarının içerisindeki federatif çözüm modeli ne zaman ortaya konulsa Rum tarafı çözüm masasını terk etti.
2016-2017 yıllarında Crans Montana’da yapılan son görüşmeler devam ederken, GKRY okullarında Enosis’in yıl dönümü kutlanıyor, Rum Ortadoks Kilisesi Kıbrıs Türk tarafına azınlık haklarından başkası verilemez açıklamasını yapıyordu…
Sözün özü Rum tarafı adanın yönetimi kendilerinde olmadığı sürece; ne federasyona ne de başka bir çözüm modeline evet demeyecektir.
Rumların bu saplantılı davranışları üzerine özellikle Türkiye bundan böyle federasyon modelinin artık çözüm olmaktan çıktığını, adada iki yapılı devlet modelinin gerçekçi bir çözüm olacağını açıklayarak, KKTC’nin uluslararası camiada tanınması için her platformu kullanmaya başlamıştır.
İşte 19 Ekim Pazar günü KKTC de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi yıllardır yaşanan bu sürecin Kıbrıs Türk Halkının üzerinde yapmış olduğu etkiye göre şekillenecektir.
Yani bir tarafta federasyoncular, diğer tarafta iki devletli yapıyı destekleyenler olacaktır…
Pekiyi, hangi tarafın adayı ipi göğüsleyecektir?
Aslında yaklaşık 60 yıldan beri konuşulan çözüm sürecine, yapılan seçimlere bakıldığında hiçbir model sonuca etki etmeyeceğinden, halk sadece kendisine yakın gördüğü, geleceğini iyi savunacak adayı seçecektir.
Bugünün KKTC’sinde Sn. Ersin Tatar halka en yakın, halkın içinde yaşayan bir Cumhurbaşkanlığı sergilemektedir.
Sn. Tufan Erhürman ise 1,5 yıllık başbakanlığı ile tanınmaktadır…
Bu arada KKTC’de unutulmaması gereken iki cumhurbaşkanlığı dönemini de hatırlatmak gerekirse; Mehmet Ali Talat ve Mustafa Akıncı’nın cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde; federasyonun savunulduğu çözüm adı altında Rum tarafına verilen teslimiyetçi tavizlerin unutulmaması, bu süreçleri yaşayan halkın 19 Ekim de oy kullanırken Rumlarla iç, içe yaşayıp yaşayamayacaklarını da değerlendirmeleri gerekir.
Bir hatırlatmada KKTC Cumhurbaşkanlarının seçildikten sonra yapmış oldukları yeminin içeriğidir. Bu yemin metni Kurucu Cumhurbaşkanı rahmetli Sn. Denktaş döneminden beri değişmemiş, seçilen her cumhurbaşkanı aşağıdaki yemini yapmıştır.
‘’Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma; her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ile özgürlüklerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa ve yasalara bağlılıktan ayrılmayacağıma; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Daha ilk satırında ‘’yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız ve şartsız egemenliğini’’ koruyacağına dair namus ve şerefi üzerine yemin edecek olan Cumhurbaşkanı nasıl olur da sonu ‘’Birleşik Kıbrıs’’ olan Federasyon modelini yeniden halkın önüne koyacaktır?
Ben siyasetçi değilim ama adadaki siyasi gelişmeleri yakinen takip ederim. 1985 yılında yapılan ilk genel seçimde adada görevliydim. O zamanki coşkuyu hala hatırlarım. Ancak aradan geçen 40 yıl çok şeyi değiştirmiş, adada defalarca yapılan seçimler, hayat şartları her şeye yeni baştan şekil vermiştir.
Bu nedenle adanın kuzeyinde de, güneyinde de yaşam çok değişmiş, halkın önceliği seçim şartlarına değil; yaşam şartlarına odaklanmıştır.
Ada coğrafyasındaki uluslararası gelişmelerin Kıbrıs’a yansımaları da farklı olmuş, bu bölgedeki enerji yataklarının zenginliği, adanın jeostratejik konumu siyasi gelişmeleri de çok etkiler olmuştur.
Ancak her ne yaşanırsa yaşansın önemli olan halkın kendi geleceğini nasıl görmek istediğine odaklanmıştır. Bu seçimlerin sonucunu da bu gelecek belirleyecektir.
Kıbrıs Türk Halkı eğitim seviyesi yüksek, milli menfaatlerine öncelik veren, 42 yıldan beri özgürce ve mutlu bir şekilde yaşadıkları devletinin kıymetini bilen, seçeceği adayın niteliklerini, becerilerini, yapabileceklerini ölçümleyen bir toplumdur.
İşte bu nedenledir ki, yeni cumhurbaşkanı bu değerler ve ölçümler çerçevesinde seçilecektir.
Devlet; milletin teşkilatı, millete hizmet eden örgüt, milleti yaşatan örgüt… Milletin diğer milletler arasında, milletler dünyasında hayatiyetini devam ettirecek, diğer milletlerle iş birliğinde ve rekabette güçlü kılacak örgüttür.
Bu bir anlayış, bir görüş. Devleti bundan farklı anlayan görüşler de var.
Devlet bizim ve arkadaşlarımızın günlük ekmeğini, yatacak yerini temin ettiği yer. Gelir kapısı. Tabii yalnız ekmekle yaşanmayacağı gibi yalnız yatakla da barınılmaz. Niçin benim adamlarım ejder meyvesi yiyip Londra veya New York’un en güzel caddelerindeki malikânelerde barınmasın? Bu görüşe göre devlet, afiyetle yenilecek yerdir. Halktan alıp biz yandaşlara sunan sofradır.
Kurumların başına kimleri getiririz? Bu sorunun tek cevabı yok. Devleti, millete hizmet eden örgüt diye görüyorsanız cevap başka; yiyip içeceğimiz yer diye bakıyorsanız başka. Hem de bambaşka.
Diyelim bir sefaret. Bir büyükelçilik. Birinci görüşe göre uluslararası ilişkileri ve diplomasiyi iyi bilen, uluslararası toplantılarda, sohbet ve tartışmalarda ülkeyi utandırmayacak- tersine, bize husumet besleyenleri utandıracak- birilerini ararsınız. “Bilen” dediysem o bilgi, kitaplardaki hatta sınıflardaki bilgiden ibaret değildir. Böyle bilgi gereklidir ama yeterli değildir. Araba kullanmayı, trafik kurallarını kitaplardan okuyabilir, sınıfta bir hocadan dinleyebilirsiniz. Fakat F1 pilotu olmanız için bu bilgilere ilaveten on yıllarca direksiyon sallamanız, daha önce nice yarışlara katılmanız gerekir. Büyükelçi hariciyenin F1 pilotudur ve yetişmesi F1 pilotundan kolay değildir.
Eğer maksat millete hizmet ise.
Tayin terfi işleri
Yok adamımızın rızkını teminse kriterler farklıdır. O ne bilir, ne yapabilir diye değil, münhal makam var mı diye bakarsınız. Patagonya sefareti? Daha yeni mi tayin ettik? Hay Allah. Peki Takunya? Yakında boşalacak. Takunca bilmiyor mu? Zarar yok. Hiç mi dil bilmiyor, bakın bakalım eşi çat pat biliyorsa ona da tercüman kadrosu açarız. Tamam mı? Ha bir de iyi dil bilen birini de yanında tayin edin. Olur a bir yerde dinlemesi veya konuşması gerekir.
Takunya da mı dolu? O zaman sefir değil de Tenvirat Genel Müdürü yapalım. Nere mezunu arkadaşımız? Çocuk psikolojisi uzmanı mı? Olsun canım, Tenvirat’ta tonla mühendis var. O tepeden onları idare eder. Hem tenvirat olmadan, karanlıkta, çocuk psikolojisi yapılmaz ki. Değil mi?
Birincide makamlara gerekli nitelikte adam bulmakta sıkıntı çekersiniz. Hem o yerin akademik bilgisine sahip olacak, hem de becerisine. O meslekte yıllanmış olacak, pişmiş olacak. Hele makam, her ülkede geçerli bir mesleğin makamıysa giderlerse gitsinler stratejisiyle elinizdekileri yurt dışına kaçırmış da olabilirsiniz. Velhasıl makamlara adam yetiştirmekte zorlanırsınız.
İkincide problem bunun tam tersidir. Adamlara makam yetiştiremezsiniz. Devletin makamları sizin adamlara yetmez. Siz iktidarsanız yandaşınız çoktur. Diploma ve tecrübe de söz konusu olmayacağından adamlarınızın talebi her zaman makam arzından kat kat fazladır.
Daha daha farklar
Birinci tip devlette, kendini işe adamış bir sürü deli vardır. Zor bir gelişme karşısında hemen davranır. Talimat beklemez. Çünkü önemli olan millete hizmettir. Acil gelişmeye acil tepki gerekir.
İkincide önemli olan kurum değildir. Önemli olan bize o kurumu, o makamı sunan veli nimetimizdir. Dolayısıyla ani olaylara tepkimiz ağırdır. Önce sorar, sonra talimata göre hareket ederiz.
Birinci tip devlette, başarısız yönetici, başaramadığını görür ve istifa eder. Ne yapacağı, neyi yapamadığı, başarının ve başarısızlığın şartları bellidir.
İkinci tipte velinimetinin tayini ile gelen, neyin başarı, neyin başarısızlık olduğunu pek bilmez. Bu önemli de değildir. O yüzden ikinci tip devletlerde kurumların başına ne gelirse gelsin, yöneticilerin istifa ettiği görülmez. O makam bir lütuftur. Lütfa sırt çevrilmez. Ancak müteşekkir kalınır.
İki devler karşı karşıya
Millete hizmet eden insanlarla, milletin hizmet ettiği insanlar arasındaki asıl fark, devletler karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkar.
İkisi de millete hizmet eden devlet teşkilatlarında rekabet çetindir. Uzun sürer. Belki bir orta yolda anlaşılır. Belki anlaşılmaz ve çekişme sürer gider.
İkisi de yeme peşindeki devlet teşkilatları birbirini hemen anlar, kolayca anlaşır. İş birliği yapıp kendi servetlerinden karşıdakine sunup karşılığında onlardan da bir şeyler alırlar. “Sen benim sırtımı kaşırsan ben de senin sırtını kaşırım.” felsefesi daha ilk birkaç saatte hâkim olur. Anlarlar birbirlerini ve anlaşırlar. “Yeme sırası bizde” felsefesi milletler arası barış için çok elverişlidir.
Sıkıntı zıt değerlere sahip kadrolar karşılaşınca çıkar. Ne yapacağını bilen, mesleğinde pişmiş ekip ikinciyi paralar, ufak parçalara ayırıp kuş yemi yapar. Bu sebepledir ki yiyicilerden kılavuz tutan milletlerin burnu krizden kurtulmaz.
İyi ki bizde “yeme sırası bizde” ve “biraz da biz yiyelim” anlayışı hâkim değil. Ya olsaydı.
“Harese”, Arapça kelimedir; hırs, haris, ihtiras, muhteris sözcükleri buradan türetilmiştir. Araplar, develere çöl gemileri derler. Deve, üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür; o kadar dayanıklıdır. Bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır; gördükleri yerde o dikeni koparır, çiğnemeye başlar. Keskin diken, devenin ağzında yaralar açar, yaralardan kanlar fışkırır. Tuzlu kanın tadı devenin hoşuna gider. Yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı, haresedir.
Hırs, öfkeyi doğurur. Öfkenin olduğu yerde akıl, sağduyu olmaz. Şiddet, kaos, kavga kaçınılmazdır.
Hırsın esiriyiz; üretirken tüketildiğimizin ne kadar farkındayız? Zamanı, güzellikleri, huzuru; sonuç olarak kendimizi tüketiyoruz. Haz verici bir tüketim çağını hızlı yaşıyoruz. Tüketim bitince lezzet de kalmıyor, kendimiz de yok oluyoruz. Tüketim sarhoşluğunun korkunç sonucunu görebilmek için derin bir bilince ve yüksek bilgeliğe de gerek yok. Bunu anlamak için gözlerin görür, kulakların işitir, aklın çalışır, cibilliyetinin temiz olması yeterli.
Biriktirme sevdası, inançlarımızın verdiği motivasyon, mahalle baskısı, kurduğumuz yüksek hayaller birer hırs katalizörü. Hırs; hayatımızın dengesini bozan, olağan akışını ifsat eden, varlığı biyoloji ve kimya ilmiyle izah edilemeyen gizli virüs.
İnsanın itidale, dengeye, huzura ihtiyacı var. Dengeyi bozun her motivasyon bir ifsat ve ihtiras sebebi. Dünya, muhteris insanların ifsatları yüzünden huzurdan mahrum. İsrail’in ne işi var Gazze’de? Yahudiliğin siyasi jargonu olan Siyonizm ideolojisi ve onun baş aktörü Netanyahu, niçin öldürtür yüz binlerce Müslüman’ı? Sapkın inancına göre, kendinden olmayanlar onun kölesi, emir kulu. Yahudi değilsen hayvansın. Arz-ı mevut, ona tanrının verdiği kutsal belde. Yahudi’nin kutsalına engel olan her insan, fikir, eşya yok olmalıdır. Öldürülen her insan, Yahudi’nin Cennet’teki makamını yükseltecektir. Motivasyon kaynağı, dünya insanlığının huzurunu kaçıran bu saçma inanç sistemi.
Harese, hırs sahibi her canlının uğradığı mutlak son. İsrail’den sonra Amerika’nın da harese felaketi yaşayacağını düşünüyorum. Sosyolojinin yasaları ve tarihi belgeler, bunu anlatıyor anlayana. Gazze, bugün sadece İsrail’e ve Amerika’ya karşı savaşmıyor. Düşman, beynelmilel Siyonizm. Siyonizm’in, azman bir deve olduğunu inkâr edecek değilim. Silah, para, medya, sanat ne varsa her türlü gücün sahibi. Her taşın altından bu pis ideolojinin aparatları çıkıyor. Dünya Siyonizm’i şimdilik Gazze’deki dikeni yemekle meşgul.
Diken, kendi içinde özgür yaşar, savunması kendinden, dokunmayana dokunmaz, durduğu yerde kimseye batmaz. Küreselleştikçe diken olma özelliğimizi, özgünlüğümüzü, dolayısıyla özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Dikleşmeden dik durmaktı insan ve millet olarak karakterimiz. Sindirildik, meşruiyetimizi başkalarına kabul ettirme, kendimizi beğendirme adına iyice ezik olduk. Yahudilik bir din ve kültürel kimliktir, Siyonizm ise bu kimliğin siyasi bir ifadesidir. Bakara suresi 120. ayetteki “Sen onların dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır. De ki: ‘Asıl doğru yol ancak Allah’ın yoludur.’ Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır.” buyruğunu dikkate almadık ya da bu uyarının gereğini yapmaktan kaçandık. Şimdi birbirimize bakıp ağlaşıyoruz, düşmanı ayağımıza çelme takmakla suçluyoruz. Düşman görevini yaptı, biz yapmadık.
İnsanlık onuru Siyonizm’i yenmeli. Şimdilik, Gazze bir diken, Filistin, Yemen birer diken. En kısa yarınlarda ezilen, sömürülen milletler, uyuşturulan beyinler uyanmalı, kendilerine dönüp özgün halleriyle, özgürlüğün gururunu yaşayabilmek için Yahudi devesini harese mecrasına sokmalıdır. Süreç, başlamıştır, devam ettirilmelidir.
Allah’ın dostluğunu ve yardımını kazanmak, onun koyduğu yasalara uymak ve prensiplerine uygulamakla mümkündür. Sadece, oturup yalvarmak değildir, dua. Dua, dik durmaktır, gereğinde diken olmaktır, özgün olmaktır. Kimsenin olmadığı yerde “Ben varım.” diyebilmektir. Sadece mescitler değildir duanın mekânı; muharebe meydanları, sosyal medya mecraları, siyaset arenaları, beynelmilel merkezlerdir. Sadece birkaç salavat değil, kandır, terdir, gözyaşıdır duanın alametifarikası. Düşmanın silahıyla silahlanmaktır, yapılması gereken en acil dua. Allah’ın tavsiye ettiği yöntem, koyduğu yasa budur.
Harese süreci başlamıştır. Siyonist deveye diken olanlara, ne mutlu! Onların yeri belli, senin durduğun yer neresi?
Seçkin bir Türk kadının ders veren örnek davranışı olduğu kadar hüzün veren hikâyesi; göz pınarlarını nemlendiren bir öykü; sabırla okuyalım; dersimizi alalım: * Yaşlı kadın yatağından kalktı. Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu. 88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu. Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı. Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti. Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı. Yaşlı kadın ‘Günaydın Anne, Günaydın Baba’ dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı. Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. ‘Günaydın Kocacığım’ dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı. Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp ‘Günaydın Evlatlarım’ dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp ‘Sizleri, hepinizi çok özledim’ dedi. Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama ‘Bir taksi istiyorum’ dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu. Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. ‘Patlama be adam’ dedi. Nihayet taksiye binebildi. ’Teyze hoş geldin’ dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. ‘Nereye gidiyoruz?’ Kadın kısa bir sessizliğin sonunda ‘Tüm bir gün beni taşır mısın?’ diye sordu. ‘Sana 500 lira veririm.’ Adam küçümser bir gülümseme ile ‘Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze’ dedi. Kadın gülümsedi ‘O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?’ ‘Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?’ ‘Anıtkabir’e’ ‘Anıtkabir’e mi? ‘Evet’ ‘Tamam teyzeciğim’ ‘Yaş kaç teyzeciğim?’ ‘Seksen sekiz’ ‘Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim’ ‘Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum’ ‘Haklısın teyzecim’ Taksi Anıtkabir’in kapısına gelmişti. Şoför ‘Teyzeciğim geldik’ dedi. Dalgın görünen kadın ‘Evladım burada yardımına ihtiyacım var’ dedi. ‘Benimle gel’ Adam şaşırmıştı. ‘Tabii teyze’ dedi. Kuşkulu gözlerle ‘Bizi buraya alırlar mı?’ diye sordu. O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak ‘Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?’ dedi ‘Hayır’ ‘Kaç yıldır Ankara’da yaşıyorsun?’ ‘Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme’ ‘Ee o zaman’ ‘Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben’ Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı. Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde ‘Nasıl çıkacaksın Teyze?’ diye sordu. ‘Her ay nasıl çıkıyorsam öyle’ ‘Her ay geliyor musun?’ ‘Evet’ Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti. ‘Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım’. Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra, ‘Hadi gidelim’ dedi. Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı. ‘Yoruldun mu Teyze’ dedi. Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra ‘Evet hem de çok yoruldum’ diye cevapladı. Nereye gidiyoruz?’ ‘Bankaya’! Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk’e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı. ‘Teyzeciğim bir şey sorabilir miyim?’ ‘Sor bakalım evladım’ ‘Anıtkabir’de Atatürk’e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?’ ‘Uzun hikaye evladım’ ‘Olsun be teyze anlat ne olur’ ‘Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende ‘Adalet’ dedim. Bunun üzerine ‘Ne güzel ismin varmış’ dedi. ‘Okulu bitirince ne olacaksın’ dedi bana. Hemşire dedim. Oda ‘Güzel meslek ama bence sen Hakim ol ismine çok yakışır’ dedi. Ben kadından hakim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, ‘Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hakim olacaksın’ dedi .’ ‘Sen ne dedin peki?’ ‘Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim.’ ‘Peki, olabildin mi Adalet Teyze?’ ‘Evet, ben Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerindenim.’ ‘Vay be. Sende ne hikaye varmış Adalet Teyze’ ‘Herkesin bir hikayesi vardır evladım. Herkesin hikayesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikayelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin’ ‘Haklısın Adalet Teyze. Bu banka mı gelmek istediğin’? ‘Evet’! ‘Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?’ ‘Hayır. Sen burada bekle lütfen. Bu arada adın neydi evladım?’ ‘Osman teyzeciğim’ ‘Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?’ ‘Tamam teyzeciğim’! Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü. ‘Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür’ diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi. ‘Hoş geldin Hâkim Teyze’ ‘Çok uzun zamandır bana Hâkim denmemişti.’ ‘Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?’ ‘Yok, aksine hoşuma gitti. Sağol’ ‘Nereye gidiyoruz?’ ‘Seyranbağları’na’ ‘Tabii’ ‘Hakim Teyze çok yer gezmişsindir sen’ ‘Tüm Anadolu’yu karış karış gezdik rahmetli kocamla’ ‘Ne iş yapardı amca?’ ‘Subaydı.’ ‘Ne zaman vefat etti?’ ‘1952′de’ ‘Çok olmuş. Gençmiş’ ‘Kore savaşında şehit oldu.’ ‘Allah rahmet eylesin Hakim teyze’ ‘ Sağol’ ‘Seyranbağları’na geldik nereye gideceğiz?’ ‘Sağa sap. İkinci binanın önünde dur.’ ‘Tamam. Buyur Hakim Teyze. Geleyim mi ben’ ‘Yok bekle burada’ Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. ‘Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu’ yazısını okudu. Anlam veremedi. ‘Bu kadın burada ne yapar ki?’ diye düşündü. Yarım saat sonra Adalet Hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın ‘Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin’ dedi. Adalet hanım, buğulu gözlerle ‘İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın’ dedi. Araba hareket etti. ‘Nereye Hakim Teyze?’ ‘Hemen iki sokak öteye’ Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti. Bu binada da ‘Ankara Seyranbağları Huzurevi’ yazıyordu. ‘Bekle beni’ ‘Tabii Hakim Teyze’ Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım’ın gözlerinden akan yaşları fark etti. ‘İyi misin Hakim Teyze’ ‘İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor’ ‘Nereye gidiyoruz?’ ‘Cebeci Asri Mezarlığına’ ‘Tamam’ ‘Teyze nerelisin sen?’ ‘Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke’ye döndük. Allah’a Şükür Babam’da sağ salim döndü savaştan.’ ‘Sonra ne oldu?’ ‘Liseye Aydın’a gönderdi babam. Orada Atatürk’le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul’a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye’de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik..’ ‘Çocuğunuz var mı?’ ‘Bir kızım bir oğlum vardı.’ ‘Neredeler şimdi?’ ‘Oğlum dışişlerinde çalışıyordu.’ ‘Ne güzel’ ‘1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler.’ ‘Üzüldüm Hakim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi şehit oldu yani’ Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin.’ ‘Amin. Ya kızın?’ ‘O eşi ve çocukları ile İzmit’te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999′da depremde hepsi vefat ettiler.’ ‘Allah rahmet eylesin. Boş boğazlığımla üzdüm seni Hakim Teyze kusura bakma’ ‘Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım. Sen üzülme sağol’ ‘Geldik Teyze’ ‘Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin.’ ‘Hakim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım.’ ‘Yok beni alacaklar buradan’ ‘Hakim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim. Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 ‘yi ona veririm. Gerisi kalsın. Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten.’ ‘Çocukların var mı?’ ‘İki tane ellerinden öperler.’ Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi. ‘Adları nedir?’ ‘Kemal ve Ayşe’ ‘Oğlumun adı da Kemaldi.’ Sessizliğin ardından Osman’ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım.. ‘Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut. Atatürk’ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara.’ Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi. Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu. Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı. Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı. Ertesi gün Ankara’da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti. Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi. Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı. Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti: ’Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hâkimlerinden Adalet YILMAZ’A ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ’IN bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları’ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’IN mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor.’ Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar. Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını. Herkesin tek bildiği Osman’ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında ’Gökler bile sana ağlıyor’ diyerek ağladığıydı.. * Ne yazık ki bugüne değin gelinen süreçte ülke adaletini arıyor.
ABD Başkanı Trump; 2017 yılında İslam âlemini hiçe sayarak, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklayınca!
Türkiye’nin dönem başkanlığını yaptığı bu süreçte, İslam İşbirliği Teşkilatına üye ülkeler de, ülkemizin liderliğinde bu kabul edilmez duruma anında karşılık verdiler:
Doğu Kudüs’ü Filistin Devletinin Başkenti olarak tanıdıklarını ilan ettiler.
Türkiye’nin liderliğinde yapılan iş birlikteliğiyle, bu emperyalist İmparatorluğa verilen yanıt, ülkemiz adına önemli bir başarı olarak tarihte yerini almış; İslam ülkeleri adına da güçlü bir moral kaynağı yaratmıştı…
İşte tam da bu noktada; bu coğrafyada neredeyse bir asırdan beri çözülmesi gereken önemli bir konu daha akla gelmektedir:
Kıbrıs adasında yaşanan de-facto durum ne olacaktır?
Akdeniz’in orta yerinden; dünyanın enerji coğrafyası Ortadoğu’yu kontrol eden Kıbrıs’ın kaderi değişeli neredeyse yarım asır olmuş; adanın güneyinde ayrı, kuzeyinde ayrı iki devlet yaşamaktadır.
Kıbrıs’ın Güneyinde yaşayanlar Ortodoks, Kuzeyinde yaşayanlar Müslümandır. Her dönemde GKRY’ni koruyup kollayan Hristiyan âlemi Rum tarafını yasal hükümetmiş gibi tanımakta ama adanın kuzeyinde 42 yıldır yaşayan KKTC’yi yok saymaktadır!
Adada biri varmış, diğeri yokmuş gibi bir durum yaşanmaktadır!
Bu adanın bir de başkenti vardır: Adı Lefkoşa’dır. Dünyanın bölünmüş son başkentidir! Bu bölünmüşlük 1964’ten beri geçerlidir. 1963’ün 21 Aralığında adanın tamamında Türk köylerinin Rumlar tarafından yakılıp yıkıldığı, Türklerin kanının oluk, oluk akıtıldığı o meşum geceden sonra adına ‘’kanlı dere’’ denen yerin hemen dibinden geçen bir hatla bölünmüş bir başkenttir burası…
Aslında 50’li yıllardan, bugüne adada değişen bir şey yoktur!
Rumlar adanın tamamını ele geçirmek için 21 Aralık 1963 ve 15 Temmuz 1974’te iki hamle yapmış, adada yaşayan Kıbrıs Türk Halkı ve Türk Milleti buna müsaade etmeyince; adanın Güneyi Rumlarda, Kuzeyi Türklerde kalmıştır.
Adada her birinin yaşamı da, dili de, dini de, yönetimi de, meclisi de, halkların irade gücü de ayrı iki devlet vardır.
Ama hala birileri bu coğrafyadaki türlü menfaatleri için, ‘çözüm dedikleri türlü oyunlarla’ bu iki halkı, bu iki ayrı devleti birleştirmenin peşindedir!
Bu oyunlar artık durmalı, durdurulmalıdır.
Bunu yapacak olan da yine Türkiye’nin liderliğidir, İslam ülkeleridir.
Mademki Hristiyanlık dünyası adanın sahibi olarak Rum kesimini tanımakta; asırlardan beri yaşadığı, vatan topraklarını Kıbrıs Türk’ünün elinden koparıp almanın planlarını yapmaktadır!
O zaman ahir çoğunluğu ile asırlardan beri Müslüman olan, günün beş vakti minarelerinden Ezan-ı Şerifin, salaların yükseldiği KKTC’yi devlet, başkentini de Kuzey Lefkoşa olarak tanımanın zamanı gelmiştir.
Bu konuda da öncülüğü 42 yıldan beri KKTC’yi tanıyan tek ülke olarak Türkiye yapmalı, İslam ülkelerini de bu tanınmaya davet etmelidir.
1963’te adayı kan gölüne çeviren Rum tarafını Hristiyan âlemi adanın yasal sahibi olarak tanımakla kalmamış; onları AB’ye üye de yapmıştır!
Bu adaletsizliğin, hukuk tanımazlığın yanı sıra; adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıs Türk Halkı hala Rum tarafının uyguladığı insanlık dışı ekonomik ve siyasi ambargolarla boğuşmakta, insan hakları ellerinden alınmaya devam etmektedir!
KKTC’de yaşayan Kıbrıs Türk Halkı Müslüman kimliği ile tıpkı Kudüs’te olduğu gibi İslam âleminin de temsilcisidirler.
Kudüs tabii ki önemlidir, Kudüs İslam âleminin simgesidir. Filistin Devleti de, Filistin Halkı da özgürce yaşamalı; Kudüs sonsuza dek İslam’ın elinde kalmalıdır.
İşte tam da bu noktada sorulması gereken soru şudur:
Ya Kıbrıs Türk’ünün yaşam hakkı ne olacaktır? Hak ve hukuk sadece Rum tarafının mıdır?
Rumları adanın yasal hükümeti olarak tanıyan Hristiyan âlemine mensup ülkelere, İslam ülkelerinin vereceği bir cevap olmalıdır!
Ey İslam Ülkeleri: Görün artık bu gerçeği.
Hani GKRY’de mevcut 39 Büyükelçilik arasında sizin de elçiliklerinizin bulunduğu yerin kuzeyinde de bir devlet var.
Adı: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti.
Filistin’i devlet, Doğu Kudüs’ü de başkenti olarak tanıdığınıza göre; bu devleti de, devletin başkenti olarak Kuzey Lefkoşa’yı da tanımanızın zamanı gelmedi mi?
Bu ikircikli durum niye?
Yoksa bu tanımaya küresel güçlerle birleşen bölgesel menfaatleriniz mi mani?
“Geldikleri Gibi Gittiler” 6 Ekim 1923; İstanbul’un Kurtuluşu
Bugün, 6 Ekim 2025, Tarih boyunca Türkiye’nin göz bebeği olan İstanbul’un işgalden Kurtuluşu’nun 96’ncı yılını kutluyoruz. Türk Milleti’ne kutlu olsun.
Bugün, 6 Ekim 2025, Tarih boyunca Türkiye’nin göz bebeği olan İstanbul’un işgalden Kurtuluşu’nun 96’ncı yılını kutluyoruz. Türk Milleti’ne kutlu olsun.
İstanbul ilk çağlardan itibaren önemli konumda bulunması nedeniyle tarih boyunca milletlerin iştahını kabartan yerleşim yeri olmuştur. O yüzden, birçok ülke kendi merkezlerini bu önemli topraklara taşımak için savaşlar yapmıştır.Dünyada eşi benzeri olmayan en güzel kentlerden biri olan İstanbul,29 Mayıs 1453’de Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesi ile yeni bir çağın başlamasına yol açmıştır.Dünyanın en önemli merkezlerinden biri olan İstanbul, Avrupa ve Asya Kıtası’nın birbirlerine en yakın mesafede olduğu yerdir. Karadeniz’den, Marmara Denizi’ne geçişi sağlayan iki yakaya kurulmuştur. İstanbul Boğazı’nın doğu kıyılarında Anadolu-Asya ve batı kıyısında Trakya-Avrupa toprakları yer almaktadır.
Şairlerin, yazarların, komutanların ve kralların hayranı olduğu ve sahip olmak için çabaladığı 5 asır başkentimiz olan İstanbul için Hz. Muhammet; “İstanbul bir gün elbet fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askeri ne güzel askerdir.” Mustafa Kemal ATATÜRK; “İki büyük cihanın birleştiği yerde, Türk vatanının değeri, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği İstanbul, bütün vatandaşların kalbinde yeri olan bir şehirdir.” Fatih Sultan Mehmet; ”Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni. ”Gerard De NervaI; “İstanbul eskiden beri Avrupa ve Asya’yı birleştiren büyülü ve adeta kutsal bir mühürdür. İstanbul, muhakkak dünyanın en güzel yeridir.” Yahya Kemal Beyatlı; “İstanbul, gözleri en ziyade kamaştırmış ve gönüllere en ziyade yerleşmiş bir şehirdir. Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı, tek başına yalnız bu eser şeref namına yeterdi”. Napoleon Bonaparte; “Eğer dünya tek bir devletten ibaret olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” Petrus Gyllius; “Diğer bütün kentler ölümlüdür, ama sanırım İstanbul, insanlar var oldukça yaşayacaktır”. Rus Çarı I. Petro; ”İstanbul’a hükmeden bütün cihana hükümdar olur. Onun için, mümkün olduğu kadar İstanbul’a yaklaşmak gerekir.” Sözleri İstanbul’un önemini ve güzelliğini anlatmışlardır.
İşte; bu İstanbul’u, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra İngiltere, Fransa ve İtalya’nın oluşturduğu üçlü blok aralarına aldıkları Yunanistan tarafındanfiilen işgale başlamıştır.Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerinde yer almamasına rağmen İtilaf Devletleri’nin her türlü isteklerine boyun eğilmiştir.Bu antlaşma gereği ve Boğaz’ın güvenliğini sağlamak amacıyla, 6-12 Kasım 1918’de Çanakkale Boğazı düşman savaş gemileri ile kuşatılmıştır.13 Kasım 1918’de; 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan 61 adet gemi ile İtilaf donanmaları Boğaz’a girerek Haydarpaşa önlerine demirlemişlerdir. 15 Kasım’da donanmadaki gemilerin sayısı 167’ye yükselmiştir. 1’nci aşamada 3500 kişilik bir işgal kuvveti değişik bölgelere yerleştirilmiş ve 7 tepeli şehir 5 yıl kan ağlamıştır.7 Şubat 1919’da, İngiliz General Edmund Henry Allenby, “İşgal Orduları Kumandanı” olarak büyük bir kinle beyaz at sırtında İstanbul’a girmiştir.
II.Mehmet’in (Fatih Sultan) 29 Mayıs 1453’de fethettiği İstanbul’u, VI. Mehmet (Vahdettin) kaybetmiştir. 1453’den I.Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde olan İstanbul, savaşın ardından kâğıt üzerinde ve antlaşmalarla işgal edilmiştir. İtilaf Devletleri işgali, ilk önce denizden başlamış, boğaz gemilerle abluka altına alınmış ve karaya asker çıkartılması ile süreç devam etmiştir. İşgal girişimi çok kanlı olaylara sahne olmuş,sivil, asker ve görevliler öldürülmüştür. Hükümet daireleri, kışlalar işgal edilmiş ve silahlara el konulmuştur.Bu olan olaylar karşısında padişah ve hükümet çaresizlik içerisinde seyirci kalmıştır. İmzalanan antlaşma Osmanlı Devleti’ni askeri ve siyasi yönden etkisizleştirmiş, güçsüz ve kişiliksiz bir kuklaya çevirmiştir.
Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal Paşa, 10 Kasım 1918’de Adana’dan bindiği tren düşmanın işgal ettiği 13 Kasım’da Çarşamba günü saat 12.45’te İstanbul Haydarpaşa Garı’na inmiştir.Aynı gün öğleden sonra saat 15.00’e doğru Haydarpaşa’da trenden inip,Galata rıhtımına gitmek için Fransız “Kartal” (Enterpise) istimbotuna binmiştir. Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında düşman gemilerinin zafer bayrakları açmış şekilde toplarını sağa sola çevirerek İstanbul limanına girdiklerini, gayri Türk azınlıkları da sevinç çığlıklarıyla karşı sahilleri çınlattığını gördüğünde çok üzülmüştür. Boğaz’daki dev boyutlu düşman zırhlılarının arasından Sirkeci’ye geçerken güvertede bir sigara yakmış, sigarasında birkaç nefes almış ve bakışlarını boğazı kaplayan çelik yığınlarının üzerinden ufka doğru çevirerek, yanındaki yaveri Cevat Abbas Bey’in duyacağı şekilde, bu görüntü için kendinden emin, “Endişelenme! Geldikleri gibi giderler” demiştir.
İşgal sürecinin ilk tohumları atılırken düşman kuvvetlerin baskısı giderek artmış ve baskılara dayanamayan padişah,21 Aralık 1918’de meclisi dağıtma kararı almıştır. Tevfik Paşa, Damat Ferit Paşa ve Ali Rıza Paşa art arda Osmanlı Hükümetlerini kurmuştur. Ancak Mustafa Kemal Paşa, kurulmuş olan Osmanlı Hükümetlerini tanımadığını beyan etmiştir. Bu durum, İstanbul’un kurtuluşu ile ilgili Ankara’nın tavrını net bir biçimde ortaya koymuştur. Ali Rıza Paşa, Anadolu’daki çalkantıyı fark etmiş ve Mustafa Kemal Paşa’yı kızdırmamak için Ankara Temsil Heyeti teklifinde bulunmuştur. Ancak bu teklifi Mustafa Kemal Paşa,Meclis-i Mebusan’ın derhal toplanması ve Sivas Kongresi’nde alınan kararların hemen tanınması ve dünyaya duyurulması şartı ile kabul etmiştir. Osmanlı Hükümeti, 12 Ocak 1920’de seçimleri yapmış, İstanbul’da ilk toplantısını icra ederek yeniden Meclis-i Mebusan’ı oluşturmuştur. 20 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan gizli bir toplantı yaparak Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararları, “Misak-ı Milli” kararları olarak kabul etmiş ve bütün dünyaya duyurmuştur.
İzmir’in işgali sonrası başlayan mitingler, yükselen milli tansiyon ve Misak-ı Milli’nin, yani “Ulusal And”ın kabul edilmesi İtilaf Devletlerini korkutmuştur.Bu olaylardan endişe duyan İngilizler, İstanbul u işgal etmek üzere Sarayburnu’na asker çıkartmışlardır. Mustafa Kemal Paşa, 16 Mart 1920 İstanbul’un işgalini Manastırlı Hamdi’den saat 10.00’da gelen;“Bu sabah, Şehzadebaşı’ndaki Muzıka Karakolu’nu İngilizler basıp oradaki askerlerle çarpışarak, şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar”telgrafı ile duyurmuştur. İtilaf Devletleri,Türk halkına işgali duyurmak için 16 Mart’ta telgraf ile tebliğ yayınlamıştır.Tebliğ de; İşgalin geçici olduğunu, Padişah ve Halifeliği korumak için geldiklerini belirterek, halktan verilecek kararları uymaları istenmiştir. Bu tebliğ üzerine, Mustafa Kemal Paşa;bütün Vali, Komutanlara ve Müdafaa-i Hukuk Heyetlerine yayınladığı genelge de; “İtilaf Devletleri tarafından silahlı çarpışma sonunda, İstanbul’un işgali zorla gerçekleştirilmiştir. Bu suikasttan yararlanarak hainlik düşünen birçok kimsenin milleti aldatmaya kalkışmaları muhtemeldir. Nitekim resmi bildiriler şeklinde imzasız bazı bildirilerin yayınlanmak istediğini öğreniyoruz. Yanlış hareketlere yer verilmemek ve gerçek duruma ters düşen heyecanlar yaratılmamak bakımından, bu gibi bildirilere asla değer verilmemesi gerekir. Gerçek durumu izleyen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, milleti aydınlatacaktır”sözleri ile Türk halkına işgalin kabul edilmeyeceğini belirtmiştir. Aynı gün;İtilaf ve tarafsız yabancı devletlerin Dışişleri Bakanlıkları ve Millet Meclis Başkanlıklarına, işgali protesto ettiğini içeren mesajlar göndermiştir.Manastırlı Hamdi Efendi, Mustafa Kemal Paşa’ya son çektiği telgrafta; “Harbiye telgrafhanesini İngiliz askerleri, işgal edip telgraf teli kestikleri gibi Tophane’yi işgal ediyorlar ve zırhlılardan asker çıkarılıyor. Durum ağırlaşıyor ve sabahki çarpışmada 6 şehit 15 yaralımız var” sözleri ile işgalin boyutu anlatmıştır.
İstanbul’un işgaliile Osmanlı’nın fiilen hayatiyetine son verilmiştir.Hava kuvvetleri ve teşkilatı tamamen dağıtılmış ve ortadan kaldırılmıştır.İngiliz ve Fransız hava birlikleri, Yeşilköy Tayyare İstasyonu’na yerleşmiştir. Yeşilköy’den çıkartılan Türk havacıları, Milli Mücadele’de kullanmak amacıyla kurtardıkları faal olan tayyare ve malzemelerini mavna ve kayıklar ile Maltepe İstasyonuna nakletmişlerdir. Yeşilköy Tayyare İstasyonu’ndaki 60 tayyareden faal olan 31 av, 3 eğitim/irtibat ve 11 keşif/bombardıman toplam 45 tayyare, deniz yolu ile portatif hangarlara nakledilmiştir. Tayyareler, binalara sokulamadığından deniz kıyısına istiflenmiş, getirilen malzeme, tezgâh ve eşyalar üst üste yığılmıştır. İşgal sonrası istasyon’daki havacılar, Anadolu’da yükselmekte olan harekete katılmak için büyük istek duymuş, tayyare kaçırmak amacıyla hazırlıklar yapmış ve Ankara’ya ulaştırmayı hedeflemişlerdir. Yeşilköy Tayyare Mektebi, Maltepe İstasyonu’na intikal etmiş, meydan uygun olmadığı için uçuş yapabilme olanağı olmamış ve tayyarelere bakım-onarım tam olarak yapılamamıştır. Milli Mücadele’de, İzmir’in işgali ile kaçan pilotlar ve İngilizlerin esir pilotları serbest bırakması ile 20 Rasıt-Pilot Subay, 10 Astsubay Pilot ve 10 makinist 40 kişi görev almıştır. Bnb. Latif, Yüzbaşı Fazıl ve İsmail Hakkı, Svl. Plt. Vecihi Bey Maltepe Tayyare İstasyonu’ndan Anadolu’ya geçmiş ve Milli Mücadelede etkin olarak harekâta katılmıştır.
İngilizler,16 Mart sabahı direnişi kırmak için Türklere çok sert davranmış, uykudaki askerlerimizi bile şehit etmişlerdir.İngilizler, çok sayıda asker karaya çıkarılarak ilk iş olarak Milli Savunma Bakanlığını ve bilahare, resmî daireler fiilen işgal edilmeye, karakollar basılmaya başlanmıştır. 16 Mart 1920’de,Meclis-i Mebusan basılmış ve dağıtılmış, 11 Nisan 1920’debir kez daha ve son kez resmen kapatılmıştır.Halkın seçmiş olduğu milletvekillerini yerlerde sürükleyerek götürmüş ve bazıları tutuklamışlardır. İngilizler, Milli Mücadele’yi engellemek içinmilletvekili, asker ve sivil 145 Türk aydınını tutuklayıp Akdeniz’in ortasındaki Malta adasına sürgün etmişlerdir.Sürgün edilenlerin arasında; Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit Yalçın gibi yazar ve fikir adamları, Hüseyin Rauf Orbay ve Ali Fethi Okyar gibi milletvekilleri, Fahrettin, Cevat Çobanlı, Ali Saitve Ali Sabis Paşa, Ali Çetinkaya gibi asker ve devlet adamları yer almıştır. İngilizlerin Malta’da 3 yıla yakın tuttuğu 145 sürgünden 15’i ölmüş, 20 sürgün ise tek veya topluca kaçmayı başarmıştır. Malta sürgünleri, Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN gayretleri ile esir İngilizlere karşılık takas edilerek kurtarılmıştır.
İstanbul’un Kurtuluşuna giden süreç, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN Samsun’a çıkması ile Milli Mücadele’de, çeşitli cephelerde verilen zorlu savaşlar sonundaki zaferler ile başlamıştır. İstanbul’un 16 Mart 1920’de İtilâf Devletleri tarafından işgali, Millî Mücadele’nin bir dönüm noktasını oluşturmuştur.Milli Mücadele’nin zaferle bitmesinden sonra 9 Eylül 1922’de İzmir ve 18 Eylül 1922’de Batı Anadolu işgalden kurtarılmıştır. Türk Ordusu’nun İzmir’e girmesinden sonra Fahrettin Paşa komutasındaki 5.Süvari Kolordusu İtilaf Devletleri kontrolündeki tarafsız bölgeye doğru ilerlemeye başlamıştır. Bunun üzerine Müttefik kuvvetlerde bulunan Fransız ve İtalyan birlikleri derhal geri çekilmiştir. İngiltere, Ankara Hükümeti ile anlaşma yolları aramaya başlamıştır. Ancak, Ankara Hükümeti İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini istemiştir. İngiltere Başbakanı Lloyd George, bu istekleri reddetmiş ve birliklere savaş pozisyonu alması emrini vermiştir. Türk birlikleri, İngiliz direnişi ile karşılaşmadan tarafsız bölgeye girerek Çanakkale Boğazı’na doğru ilerlemeye başlamıştır. Türklerle savaşılmasını istemeyen Winston Churchill’in başını çektiği bir grup bakan istifa etmiştir.
İzmir’in Kurtuluşu’ndan ile Damat Ferit Paşa, 21 Eylül 1922’de ülkeden kaçmıştır. 23 Eylül’de, Türk orduları Gelibolu-Lapseki’yi kurtarmış ve İngiliz birlikleri geri çekilmek zorunda kalmıştır. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması ile İstanbul, Boğazlar Bölgesi, Edirne ve Doğu Trakya’nın Türkiye’ye teslim edilmesine karar verilmiştir. Mudanya Mütarekesi gereği, Trakya topraklarının teslimi yapılırken Türkiye’yi temsil edecek kişi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın isteği ile Refet Paşa; İstanbul komutanı olarak da Millî Müdafaa Umumi Kâtibi Selahattin Adil Paşa görevlendirilmiştir. Refet Paşa TBMM’in temsilcisi olarak, 19 Ekim’de TBMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik jandarma kuvveti ile “Gülnihal Vapuru” ile Mudanya’dan ayrılıp, halkın büyük coşkusuyla İstanbul’a girmiştir. Bilahare, “İstanbul Komutanı” sıfatıyla Selahattin Adil Paşa, 81.Alay ile İstanbul’a gelmiştir. Refet Paşa ve Selahattin Adil Paşa komutasında görevli Türk Askeri Birliği İstanbul’a girmesine rağmen, işgal resmi olarak kaldırılamamıştır. Özellikle, Doğu Trakya’nın kurşun atılmadan, Yunan işgalinden kurtarılması, Türklerin yeniden Avrupa’ya dönüşünü gerçekleştirmiştir.24 Temmuz 1923’de İsviçre’nin Lozan şehrinde Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Bu Antlaşmanın Türkiye tarafından onaylandığı İtilaf Devletlerine bildirildikten sonra 42 gün içerisinde İstanbul ve Boğazlardan çekilmiş ve Türk topraklarını boşaltmış olacaklardır.Ancak, gitmemek için çok uğraşmışlarsa da başta Fransızlar olmak üzere işgalciler, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başlamıştır.19 Eylül’de İstanbul Komutanı Selahattin Adil Paşa tarafından Beykoz Parkı’nda veda partisi verilmiştir. 2 Ekim’de 1923’de Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan Birliklerinin hazır olduğu Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle İtilaf Birlikleri kumandanları ile birlikte Türk Alay Sancağı’nı selamlayarak İstanbul’u terk etmişlerdir. 5 Ekim 1923’te şehrin Anadolu yakasına gelen Türk Ordusu, 3.5 yıllık Milli Mücadele’den sonra 6 Ekim 1923’de Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu’nun coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul’a girmiştir. 4 yıl 10 ay 23 gün süren işgal sona ermiş ve 470 yıl sonra yeniden ele geçirilmiştir. Ancak, Mustafa Kemal Paşa’nın sabırlı ve sağduyulu politikası sayesinde, İstanbul’un 2’nci fetih silahsız ve savaşsız elde edilmiştir.
İstanbul, İtilaf Devletleri’nin 13 Kasım 1918’de fiili işgaline kadar 465 yıl Türk toprağı olarak kalmıştır. Tarih boyunca Türkiye’nin göz bebeği olan 5 yıl kan ağlayan güzel İstanbul kurtulmuştur. Tarih sahnesinde var olduğundan beri bağımsız yaşamış Türk Milleti, bağımsızlığına, milli eğemenliğine ve hürriyetine kavuşmuştur. İstanbul’un kurtuluşu, Milli Mücadeleyi tamamen sona erdirmiş, taçlandırmış, milletimizin hürriyetinden asla vazgeçmeyeceğini bütün dünyaya ilan etmiştir. İstanbul kurtuluş ile adeta her yer bayram yerine dönmüş, öğrenciler, işçiler sevinç içerisinde karşılamış ve kurbanlar kesilmiştir. Halk, Gülhane Parkı’nda konaklayan askerlerin tüfeklerinin namlularına çiçek takıp, şekerleme ve tütün paketleri hediye etmiştir. İstanbul’un Kurtuluşu, Milli Mücadele’nin zaferler alanındaki son halkasını oluşturmuştur. Milli Mücadele’nin önce askeri, sonra siyasi açıdan kazanılması üzerine, İstanbul tutsaklıktan kurtulmuş ve Anavatan’a katılmıştır. 6 Ekim 1923’de Türk ordusunu bağrına basan Türk Milleti, bin bir çileyle, hak edilerek kazanılmış zaferi kurtuluş günü olarak belirlemiş ve bayram coşkusuyla kutlamıştır. İstanbul’un düşman işgalden kurtuluşunun 96. Yıldönümünde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve İstanbul’un kurtuluşunu sağlayan başta Ebedi Başkomutan Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşları olmak üzere işgale direnen, bu güzel vatan için mücadele ederek vatanı bizlere emanet eden, uğrunda canını feda eden ve vatana eşsiz fedakârlıklarıyla milletimizin gönlünde ölümsüzleşen bütün şehitlerimizi rahmetle, minnetle, sevgi ve saygıyla anıyor, gazilerimize saygı ve şükranlarımı sunuyorum.
Türkiye, son haftalarda Can Holding soruşturmasıyla sarsıldı. Soruşturma Ciner Holding’e de sıçradı. Can Holding sahipleri Mehmet Şakir Can, Kemal Can ve Kenan Tekdağ’ın da aralarında olduğu 10 kişi için gözaltı kararı verildi. Habertürk ve Show TV başta olmak üzere 121 şirkete ve malvarlıklarına el konularak TMSF’ ye devredildi.
Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı suç işlemek amacıyla örgütsel faaliyet yürütüldüğü, bünyesindeki şirketlerin dolandırıcılık ve kaçakçılık gelirleriyle finanse edildiği gerekçesiyle operasyonu düzenlemişti.
Can Holding’in patronlarının kara paradan kazandıkları servetin 50-60 milyar dolar civarında olduğu iddia ediliyor. İddia MASAK raporlarına dayandırılıyor.
İktidara yakın Sabah Gazetesinde Dilek Güngör, Can Holding hakkında şu bilgileri verdi: “2002’deki Duman Operasyonu, Can Ailesi’nin erken dönem faaliyetlerini açığa çıkardı. O dönemde 8 trilyon TL değerinde kaçakçılık ağı ve 4 milyon paket sigara ele geçirildi. Zamanhan Can ile oğulları Kemal ve Mehmet Şakir Can, hem Türkiye’de hem uluslararası operasyonlarda sigara kaçakçılığı suçlamalarıyla gözaltına alındı. 2016’da 11 ülkede yürütülen operasyonlarda “küresel baronlar” arasında anıldılar. 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu kapsamında hapis cezası aldılar, milyonlarca liralık adli para cezası ödediler.”
Ama Can ailesi işlerine devam etmiş ve dudak uçuklatan servet kazanmayı başarmış.
Eğer bu iddia doğruysa bir tek şirketin kara paradan kazandığı para bu boyuttaysa, ülkenin ekonomik yapısında kara paranın boyutu tasavvurlarımızın ötesinde demektir.
****
Peki, 50 milyar dolar ne anlama gelir?
Bu miktar, Türkiye’nin yıllık tarımsal destek bütçesinin yaklaşık beş katı.
Yaklaşık 5 milyon emekliye bir yıl boyunca asgari ücret ödenebilir.
Ya da 3 milyon dar gelirli aileye kalıcı konut sağlanabilir.
Yani, birkaç kişinin kasasında dönen kirli servet, toplumun yıllarca sürecek refahını gasp ediyor.
Forbes’un 2025 listesine göre, Türkiye’nin en zengin 10 iş insanının toplam serveti 30,8 milyar dolar.
Yani, Can Holding dosyasında iddia edilen kara para, Türkiye’nin en zengin 10 kişisinin toplam servetinden bile neredeyse iki kat fazla.
Bu, “görünmeyen servet”in görünür ekonomiden nasıl büyük hale geldiğini gösteriyor.
******************************
Kim Bu Devlet Büyükleri?
Böylesine bir kara para trafiğinin devlet tarafından bilinmemesi, servetin kaynağı ve miktarı hakkında bilgi sahibi olmaması hatta bizzat içinde olmaması mümkün değil.
Yine Dilek Güngör’ün yazısından alıntı yapalım: Can Holding patronları “bu gelirleri daha sonra kara para aklama mekanizmalarıyla sisteme soktular.Savcılığın MASAK raporlarına dayandırdığı rakam 88 milyar TL. Bugünkü kurla 2 milyar dolar…”
“Bilgi Üniversitesini, Doğa Kolejlerini aldılar. Bu satın almalar, prestij kazanımı sağlarken aynı zamanda kaçakçılıkla edinilen servetin ‘yasal’ zemine taşınmasını kolaylaştırdı. Aralık 2024’te Turgay Ciner’den Habertürk, Show TV ve Bloomberg HT medya grubunu aldılar.”
Bu arada gazeteci Timur Soykan, Can Holding patronu Kemal Can’ın savcılıkta verdiği ifadelere ulaştı. O’nun açıklamalarına göre;
Kemal Can şirketlerin satın alınması konusunda DEVLET BÜYÜKLERİNİN” devreye girdiğini, onların tavsiye ve talimatlarına uyduklarını söylemiş. Kemal Can’ın savcılık ifadesinde “devlet büyüğümüz” veya “üst düzey yetkililer” ifadeleri defalarca geçiyormuş.
KRT TV için “devlet büyüğümüz satın almamızı istedi” denmiş.
Ciner Medya Grubu’nu alma sürecinin de “üst düzey yetkililerin araya girmesiyle” gerçekleştiğini söylüyor.
Türk Telekom’un satın alınmasıiçin yönlendirme yapıldığını, “peşin para olmadan bankalar aracılığıyla alma” planının oluşturulduğunu söylüyor.
Doğa Koleji, Bilgi Üniversitesi gibi kurumları alırken de “üst düzey yetkililer yönlendirdi” denmiş.
Timur Soykan haklı olarak “Savcı bu ‘devlet büyükleri kim?’ sorusunu sormuyor” diye eleştiriyor. Bilgi Üniversitesi’nin yönetiminde Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu üyesi, Cumhurbaşkanı başdanışmanı gibi isimlerin bulunduğunu, bunun “devletin yönlendirmesiyle” alındığını gösterdiğini söylüyor.
Soykan’a göre; “bu ifade Türkiye’deki yeni rejimin özeti.”
Timur Soykan’ın açıkladığı savcılık belgeleri, “kaçakçılıkla başlayan ve medya, eğitim, enerji gibi sektörlerde AKLANAN” devasa bir para akışına işaret ediyor.
******************************
Kara Para Kaynakları
Türkiye’de kara para, kaçakçılıktan ve kayıt dışı ticaretten, kamu ihaleleri ve imar rantlarından, (uyuşturucu, yasa dışı bahis ve göçmen kaçakçılığı gibi) uluslararası suç ekonomilerinden besleniyor.
Bu ağların ortak noktası, siyaset, bürokrasi ve iş dünyası arasında oluşan “puslu bölge”.
Devletin kimi yetkilileri bu trafiğe göz yumduğunda, hatta bazıları “yatırımcı çekme” bahanesiyle bu sermayeyi akladığında, adalet terazisi bozuluyor.
MASAK raporlarına yansıyan milyarlarca liralık hareketler, yalnızca birkaç holdingi değil, ülkenin ekonomisini etkiliyor. Dilek Güngör’ün yazdığı gibi, bu paralar “eğitim, medya ve enerji yatırımlarıyla yasal zemine taşınıyor.” Böylece kirli servet, “prestij” maskesi takarak toplumsal meşruiyet kazanıyor.
Kara para akışları bir yandan döviz girişini artırarak makro verilerde geçici bir canlılık yaratıyor. Ancak yolsuzlukla büyüyen şirketlerin kazandığı kadar, emeğiyle yaşayan vatandaş kaybediyor. Devletin bütçesinden kara para ekonomisine sızan her lira, sabit gelirlilerin sofrasından eksiliyor.
Bu yüzden kara para, yalnız “zenginlerin suçu” değil, yoksulların yükü hâline geliyor.
******************************
Temizlenmek İçin…
Türkiye’nin ekonomisinde kayıt dışı gelirlerin payı OECD ortalamasının iki katı.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2024 endeksinde Türkiye, yolsuzluk algısında 180 ülke arasında 115. sırada.
Bu tablo, “kara para”nın ülkemizde yalnızca bir suç unsuru değil, bir yönetim modeli haline geldiğini gösteriyor.
Bu nedenle bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, tekil soruşturmalar ve göz yumulmuş kirli servetlere el koymadan öte, temiz bir devlet aygıtına kavuşmaktır.
Gerçek bir arınma süreci, yalnızca birkaç iş insanının tutuklanmasıyla değil;
• Siyasetin finansmanının şeffaflaştırılması,
• Kamu ihalelerinin açık denetime açılması,
• Yargının tam bağımsızlığının sağlanmasıyla mümkündür.
Aksi halde, yeni “Can’lar” çıkar, yeni “devlet büyükleri” bulunur, yeni “temizlik operasyonları” yapılır ama kir, hep aynı yerde kalır.