23.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 19, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 7

Müspet Hareket

     Müspet hareket;

     Kendi meslek ve yolunun sevgisiyle hareket etmektir.

     Değil çekişme ve sürtüşme, belki başkalarını düşünmeye bile,

     Müspet hareket izin vermez.

     Aldanmış veya aldatılmış kimselerle de,

     Uğraşmamak, münakaşa etmemek ve tartışmamak gerek.

     Bir tasallut ve sarkıntılıkla karşılaşıldığı takdirde,

     Bunu vesile yapıp vakit kaybetmemek, ilişmemek lâzım.

     Çünkü “İt ürür, kervan yürür.” hükmünce,

     Bu durumlarda mümkün mertebe barışcıl bir tavır takınmalı.

     Karşılık vermek zorunda kalınırsa,

     Savunma ve korunma vaziyeti alarak;

     O hâli geçiştirmeye çalışmalı.

     Çünkü asıl olan müspet hareket etmek;

     Huzur ve âsâyişin bozulmasına fırsat vermemektir.

     “Vela teziru vaziretün vizre uhra.”

     “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’am: 164)

     Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz.

     İşte bunun için, hayatta bütün kuvvetimizle âsâyişi korumaya çalışmalı.

     Evet, bu kuvveti içe karşı değil, ancak dış tecavüze karşı kullanmalı.

     Âyet’in düsturuyla görevimiz; yurt içinde âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

     Evet, daima müspet hareket etmeli. Çünkü yurt içinde hareket menfîce olmaz.

     Dâhildeki mânevî cihat, mânevî tahrip ve yıkımlara karşı çalışmaktır ki,

     Bunun için de maddî değil, mânevî hizmetler lâzım.

     Birkaç adamın hatâsıyla, yüzlerce adamın zarar görmesine sebep olmamalı.

     Kat’î zaruret olmadan bunlarla uğraşmamalı.

     Çünkü “Cevabü’l-ahmaki’s-sükût.” /

     “Ahmaka cevap, onu cevapsız bırkmaktır.”

     Fakat şunu da unutmamalı ki,

     Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek,

     Onu hücuma cesaretlendirdiği gibi,

     Canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavuklukla zaaf göstermek,

     Onları tecavüze sevk eder.

     Öyleyse dostlar uyanık davranmalı.

     Ta dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden,

     Menfîlere taraftar olanlar istifade etmesinler.    

     Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa,

     Kur’an adâleti; o masûmun hakkına zarar vermemek için,

     O haneyi yakmayı ve o gemiyi batırmayı yasakladığı halde,

     Dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretiyle,                                                                                                                                

     O haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak,

     En büyük bir zulüm, bir hıyanet, bir haksızlık olduğundan;

     Dahilî âsâyişi bozmak suretiyle,

     Yüzde on câni yüzünden doksan mâsumu tehlike ve zararlara sokmak;

     İlahî adâlete ve Kur’an gerçeği ile şiddetle men’ edildiği için,

     Biz bütün kuvvetimizle,

     Kur’an’dan alacağımız dersle,

     Âsâyişi muhafazaya kendimizi dînen mecbur bilmeliyiz.   

PKK Komisyonunda Neler Konuşuluyor?

İYİ Parti milletvekili Yüksel Arslan’ın X’te paylaştığı “DEM’in komisyondan talepleri” listesi (özerklik, ‘Türk Milleti’ yerine etnik kimlikler, bölgeye vali atanmaması, ‘Kürt ordusu’, ayrı iç-dışişleri bakanları, Kürtçenin resmî dil olması, PKK mensuplarının toplu dönüşü) geniş yankı buldu.

Ancak DEM Parti bu iddiayı açıkça yalanladı.

Komisyon şeffaf çalışmadığı için bu iddianın ve inkarın doğru olup olmadığını bilemiyoruz. Ancak -listede yer alan taleplerin komisyona gelmiş olsa da olmasa da- bu aşamada kamuoyunda dile getirilmesinin “sürece zarar vereceği” düşüncesiyle inkar edilmiş olması muhtemeldir.

Çünkü Birinci Süreçte de başlangıçta, MİT başkanı ve PKK temsilcilerinin Oslo’da yaptıkları müzakereleri taraflar inkar etmişlerdi.

Önce Oslo Müzakerelerin varlığı devletçe kesin bir şekilde reddedilmişti. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 18 Ekim 2010’da “Devlet hiçbir zaman terör örgütüyle masaya oturmaz, görüşmez. Bizim terör örgütüyle pazarlık gibi bir durumumuz asla olmamıştır” demişti.

Benzer şekilde dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay da görüşmelerin yalan olduğunu, bir “psikolojik savaş” ürünü olduğunu söylemişti.

Ancak süreç ilerleyince, belgeler ortaya çıktı ve Erdoğan açıklamak zorunda kaldı: “Oslo’da, benim talimatımla devlet görüşmeler yaptı…” dedi.

2013’te İmralı tutanakları basına yansıyınca, bu kez de “Evet, devlet görüşür. Ama örgütle pazarlık olmaz. Bu bir çözüm sürecidir” söylemi öne çıktı.

Aynı şekilde PKK/HDP kanadı da başlangıçta net bir sahiplenme sergilemedi. Öcalan’ın avukatları ve Kandil, süreci ifşa edecek açıklamalardan özellikle kaçındı. Çünkü görüşmelerin devamı için “devlet inkâr ediyorsa biz de susalım” taktiğini uyguladılar.

Ama süreç tıkandığında, Karayılan ve diğer PKK yöneticileri açık açık “Devlet bizimle görüştü, inkâr etmesi doğru değil” dediler.

Oslo sürecinde yaşanan “önce inkâr, sonra itiraf” çizgisi, bugünkü DEM’in Meclis komisyonundaki “görüşülmedi” iddiasıyla kıyasladığımızda, önemli bir siyasi strateji tekrarı olarak görülebilir.

Bu stratejiyle sürecin ilk aşamasında kamuoyunda tepki doğurabilecek içerikler gizlenir, inkâr edilir. Böylece milliyetçi-muhafazakâr kesimlerden gelecek sert reaksiyonlar yumuşatılmaya çalışılır.

Böylece Türk kamuoyunu şok etmemek, DEM’in kendi tabanını ise “sabredin, adım adım oluyor” mesajıyla diri tutmak istiyorlar.

Belirli bir ilerleme sağlandıktan sonra ise devletin milletin yararı için yaptık diyerek itiraf edilir.

***********************************

PKK/DEM Talepleri

İYİ Parti milletvekili Yüksel Arslan’ın, Meclis’te kurulan komisyona ilişkin paylaştığı “DEM’in talepleri listesi” Türkiye’nin birliğini doğrudan hedef alan maddelerle dolu.

“İmralı Tutanakları”na bakınca, DEM yöneticilerinin inkar ettiği bu listede yer alan talepler ile Abdullah Öcalan’ın yıllar boyunca dile getirdiği taleplerin büyük ölçüde örtüştüğü görülüyor.

Öcalan’ın tutanaklara yansıyan talepleri: “Demokratik özerklik”, “yerinden yönetim”, “kültürel hakların anayasal güvence altına alınması”, “PKK kadrolarının güvenceyle dönüşü”… Bunların her biri, Arslan’ın paylaştığı maddelerin diplomatik dildeki karşılığıdır. Bir başka deyişle, Arslan’ın paylaşımında, PKK/DEM talepleri halkın anlayacağı şekle sokulmuş.

Öcalan “Kürdistan İçişleri Bakanı” ifadesini kullanmaz ama “özyönetim” ve “yerel meclisler” dediğinde kastettiği şey tam da budur.

KCK eşbaşkanı Bese Hozat, “Türk devleti demokratikleşmezse özerklik ilanı kaçınılmazdır” diyerek aslında nihai hedefi tarif etti.

Murat Karayılan, “Ortadoğu’da Kürtler statü elde etti, sıra Türkiye’de” diyerek bu hedefin uluslararası boyutunu işaret etti.

Avrupa’daki PKK yöneticileri de “Kürtler Irak’ta ve Suriye’de elde ettiklerini Türkiye’de de alacak” sözleriyle aynı hedefi tekrar ettiler.

DEM Partili TBMM Başkanvekili (Eski HDP Eş Genel Başkanı) Pervin Buldan’ın konuşmalarında dile getirdiği, “Irak Kürdistanı’nda ve Suriye’nin kuzeyinde (Rojava’da) kazanımlar oldu; benzerini Türkiye’de de elde edeceğiz” şeklindeki sözleri, hem DEM’in resmi diliyle hem de KCK/Kandil çizgisinin “demokratik özerklik” stratejisiyle doğrudan bağlantılıdır.

****

Bahsi geçen Irak örneğinde ne olmuştu hatırlayalım: 2003’teki ABD müdahalesiyle Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne dönüştü. Fiilen özerklik, sonra da anayasal statü kazandı.

Suriye örneğinde ise; 2011 iç savaşı sonrası ABD’nin PYD/YPG ile ittifakı sayesinde kuzeyde kantonlar, ardından “özyönetim” bölgeleri oluştu.

Bu iki örnekte 4 parçalı Büyük Kürdistan projesinin iki ayağında devletleşme hedefine yaklaşıldı.

PKK/KCK/DEM kanadına bu örnekler büyük cesaret verdi. Bu yetkililerinin açıklamaları Türkiye’de benzer bir şekilde “adım adım özerklik” stratejisi izlendiğini gösteriyor.  

“Türkiye’de de yerel özyönetim ve siyasi statü” yani önce özerk sonra federe ve nihayetinde bağımsız bir Kürdistan oluşturmak istiyorlar.

Bu hedefleri ABD/ İsrail’in BOP projesiyle tam uyumlu. Bu yüzden özgüvenleri çok yüksek.

KCK ve Kandil “Devleti yıkmak değil, dönüştürmek” söylemiyle; Irak ve Suriye’de olduğu gibi özerklik ve anayasal statü hedefliyor.

Öcalan’ın “Demokratik özerklik, yerinden yönetim, kültürel haklar” vurgusu da aynı amacı güdüyor.

***********************************

Komisyon Çalışmaları Naklen Yayınlansın

Yıllardan beri AKP ve MHP kanadı, DEM Parti için “PKK Terör Örgütünün Meclis’teki Uzantısı” dedi. DEM yetkililerinin de her fırsatta “sayın Öcalan” dedikleri teröristbaşını lider kabul ettiklerini, dağdaki teröristlerle “yoldaş” olduklarını bilmeyen yok.

“PKK’nın Siyasi Uzantısı” DEM’in inkarının inandırıcı olabilmesi için, Komisyon’a sundukları iddia edilen konularda Öcalan, KCK ve PKK’nın talepleri olsa bile kendilerinin böyle talepleri olmadığını açıkça beyan etmelidir. Bunu diyemezler. Zaten DEM bağımsız bir siyasi parti gibi hareket edemez.

Komisyonda halktan önemli bilgileri gizlemek ve yalan söylemek konusunda sicili iyi olmayan partiler yer alıyor. Komisyonda konuşulanlara dair bilgilerin inandırıcı olması için tek şart var: Komisyonun çalışmaları açık, şeffaf, medya huzurunda ve hatta naklen yayınla doğrudan millet huzurunda yapılmalıdır.

Komisyonda “terör örgütü irtibatlı ve iltisaklısı” üyelerin haberdar olduğu hiçbir bilgi Türk Milletinden gizlenemez.

Meşveret

     Sosyal hayatta ede edilmek istenen saadet ve mutlulukların anahtarı meşverettir.

     Çünkü: “Ve emrühüm şûrâ beynehüm.” (Şûrâ Suresi: 38) /

     “İşleri, aralarında şûrâ (danışma) iledir.”

     Âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.

     Geri kalmamızın bir sebebi de, hakikî şûrâyı yapmazlığımızdır.

     Oysa, istikbal ve geleceğimizin keşfedicisi ve anahtarı şûrâdır.

     Madem insanın ihtiyaçları ve düşmanları sayısız!

     Buna karşı kuvvet ve sermayesi çok az!

     Özellikle, dinsizlikle canavarlaşmış tahribatçı, zarar verici insanların çoğalması;

     Elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı dayanak noktamız;

     İnancımız ve şahsî hayatımızdan alacağımız yardıma bağlı olduğu gibi,

     İçtimaî / sosyal hayatımız da, yine iman ve inanç gerçeklerinden gelen;

     Meşveret ve şûrâ ile yaşayabilir.

     O düşmanları durdurur, ihtiyaçlarımızın temin yolunu açar.

     Her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir tefsir edici ve açıklayıcıdır.

     Evet, herşeyde meşveret / fikir alış verişi hükmünü yürütmeli.

     Efkâr – ı umûmiye / kamuoyu ise, gözcüdür.

     İçtihat sahiplerinin anlayış birliği ise, buna hüccet ve delildir.

     Hem de karşılıklı fikirlerin ortaya konmasıyla, yâni meşveretle; maksat ve gösterilen yollar;

     Kesin deliller üzerine kurulur. Sabitleşen hakikatler kayıt kuyut altına alınmış olur.

     İnsan saadetinin bir sebebi, millî hâkimiyeti sağlayan ve hayat makinesinin buharı olan;

     Hürriyet’teki insan iradesini; istibdat ve tahakküm belâsından kurtaran, ancak meşverettir.

x

     Zira, İslâm Âlemi’nin ve Türkiye’nin istikbal ve gelecekte,

     Terakki ve ilerlemesinin birinci kapısı;

     Meşveret ve şûrâ ve bu daireler içinde yer alan hürriyet’tir.

     Türkiye’nin şahsında İslâm Âlemi’nin bahtının anahtarı da,

     Demokrasi’deki meşveret ve şûrâ’nın tatbiki ile mümkün.

x

     Kalenin inşası, bir taşın işi değil. Tüm taşların baş başa

     Ve el ele vermesiyle oluşan bir yekpârelik ve bir bütünlüktür.

     Çünkü, bir elin nesi var, iki elin sesi var.

x

     Kavga ve çekişmeye sebep olacak bir mes’ele varsa,

     Meşveret ve şûrâya / danışma kuruluna başvurmalı.

     Fakat, çok sıkı da tutmamalı!

     Çünkü herkes aynı meşrep / huy, yaratılış ve mizaçta olmaz.

     Herkes birbirine müsamaha ve hoşgörü ile bakmalı.

     Özellikle, farklı meşrepte olmamızdan ve zayıf damarlarımızdan;

     Maişet derdi gibi zaruretlerimizden;

     Dalâlet / sapık yol mensupları istifade edip faydalanmasınlar.

     Bu yüzden, bizleri tenkit etmeye fırsat bulamasınlar.

x

     “Görüşerek ve müzakere ile hizmeti ifa ve icra etmenin;

     Mukaddemesi (öncüsü) mânâsında olan

     Meşveret, istişare ve şûrâ;

     Mezkûr beyanat ve tavsiyelerin neticesi olarak;

     Bir esas ve düstur olduğu zâhir oluyor.”

Hayat Yoldaşımız Kadın

Anaerkil bir yapı içeren Türk toplumlarında hakanların boyun eğdiği kadın anadır, kadın liderdir, kadın güçtür ve kadın devlettir İslam öncesi ve sonrası toplum yapısının dinamiklerinde
Bir gönül ehlinin kadını adeta ilahlaştırarak şiirleştiren tasvir ini izleyelim:
Altıncı gün dolmak üzereydi
Ve Tanrı hala kadını yaratıyordu.
Bir melek çıkageldi.
Tanrı’ya;

  • Ötekini, erkeği çok daha çabuk yaratmıştın, buna niye bunca zaman ayırıyorsun?
    diye sordu.
    Tanrı yanıt verdi:
  • Çünkü buna çok değerli, çok farklı özellikler katıyorum.
    Dedi.
  • Örneğin yüzlerce parçadan oluşturuyorum.
    Ama yine bir bütün olmasını sağlıyorum.
    Bu yarattığım bir çok çocuğa aynı anda sarılabilmeli,
    Dünyanın her yerindeki çocukları kucaklayabilmeli.
    Düşen bir çocuğun kanayan dizini de,
    Yaralı bir yüreği de iyileştirebilmeli..
    Melek sordu:
  • Kaç eli, kaç kolu olacak?
  • Sadece iki.
  • İki el, iki kolla mı yapacak bu dediklerini…
  • Hepsi bu değil…
    Kendi yaralarını da kendi sarabilecek.
    Ayrıca günde 18 saat çalışabilir durumda olacak…
    Melek yaklaşıp kadına dokundu…
  • Onu çok yumuşak yapmışsın.
  • Yumuşak ama aynı zamanda çok güçlü.
    Gücünü ve kaldırabileceklerini hayal bile edemezsin…
  • Düşünmeyi de bilecek mi?
  • Yalnızca düşünmeyi değil.
    Hem sağduyusunu kullanmayı,
    Aklıyla ve yüreğiyle muhakeme etmeyi,
    Hem de mücadele etmeyi,
    Düşüncelerini savunmayı,
    Sorun çözmeyi de biliyor…
    Bunların yanı sıra, uzlaşmayı da biliyor…
    Melek, kadının yanağına dokundu.
    Eli ıslanınca bu nedir diye sordu.
    Tanrı yanıtladı:
  • Buna gözyaşı denir.
  • Neye yarar?
  • Kendini ifade etmeye yarar.
    Acıyı, kuşkuyu, aşkı, yalnızlığı, onuru,
    Ama aynı zamanda sevinci ifade etmesine yarar…
    -Kadının kendini ifade biçimleri sonsuzdur:
    O, sevinci, mutluluğu ve aşkı yakalayıp,
    Sımsıkı sarılmayı bilir…
    Haykırmak istediği vakit susabilir;
    Sustuğunda çığlığını duyurabilir;
    Öfkelendiği vakit gülümseyebilir,
    Ağlamak isteyince şarkı söyleyebilir,
    Mutlu olunca ağlayabilir,
    Korktuğu vakit gülebilir…
    O inandığı doğrular için sonuna dek mücadele eder;
    Haksızlığa karşı savaşır,
    Çözüm yolunu biliyorsa,
    ‘Hayır’ yanıtını asla kabullenmez.
  • Amma çok marifeti varmış!
  • Arkadaşı doktora yalnız gitmesin diye ona refakat edendir.
    Korkan birini gördüğünde,
    ‘Tut elimi korkma’ deyip,
    Elini uzatandır…
    Her düğün her doğum haberine mutlu olandır.
    Tanıdığı ya da tanımadığı amma kendine yakın bildiği her ölüm haberine kalbi kırılandır.
    Ama yine de yaşamı sürdürme gücünü kendinde bulandır…
    Çocukları daha çok yesin diye ‘ben zaten toktum’ diyendir…
    -Bir öpüş, bir sarılış, bir kucak açışla kırık,
    Ya da yaralı bir yüreğin onarılacağını bilendir…
  • Peki, bunun hiç mi eksiği ya da yanlışı yok?
  • Hiç olmaz olur mu?
    Var bir hatası:
    “Ne kadar değerli olduğunu unutur…”
    *
    Bazı kadınlar yeryüzünde doğar, gökyüzünde yaşarlar. .
    Onların adı “SEVGİ” dir.
    Bazı kadınlar siyah elbiseler giyip beyaz ışık saçarlar.
    Onların adı “ASALET” tir.
    Bazı kadınlar saatlerde yelkovanı durdurur, hayatı başlatırlar
    Onların adı “SİHİR” dir.
    Bazı kadınlar dünyayı ellerinde taşır, sonra da usulca avucunuza bırakırlar
    Onların adı “KUDRET” tir.
    Bazı kadınlar damlalardan deniz, bulutlardan güneş sağlarlar
    Onların adı “GÜÇ” tür.
    Bazı kadınlar sulardan ateş çıkarırlar
    Onların adı “MUCİZE” dir.
    Bazı kadınlar kalplerinde tüm renklerin paletini taşırlar
    Onların adı “RESİM” dir.
    Bazı kadınlar kusursuz bir imla ile yaşarlar
    Onların adı “ŞİİR” dir.
    Bazı kadınlar bir ömürlük hayatta üç ömür paylaşırlar
    Onların adı “EMEK” tir.
    Bazı kadınlar melodisi her yerden duyulan notalar olurlar
    Onların adı “ŞARKI” dır.
    Bazı kadınlar buram buram masumiyet kokarlar
    Onların adı “ÇİÇEK” tir.
    Bazı kadınlar gökyüzündeki dualardır. Yeryüzünde kabul olurlar.
    Onların adı “HEDİYE ” dir.
    Bazı kadınlar küçücük kalplerinde kainatı saklayan, kendinden başkasına içinde bulunduğu kalbi kuralsız yasaklayan bir hayal olurlar
    Onların adı “AŞK” tır.
    Bazı kadınlar bütün bunların hepsi birden olurlar, hayatın içinde bir abide gibi dururlar
    Onların adı “EFSANE” dir…
    Tüm kadınlara…

Ortadoğu Sendromu

TUBİTAK kuruluşumuzun 1967 yılından beridir çıkardığı bir dergi vardı “Bilim ve Teknik” dergisi. İşte o dergiyi, 1975 yılından 2000 yıllarının başına kadar sürekli alır ve okurdum. O yıllarda çıkan bilimsel yayınlar arasında bu derginin kalite ve içerik açısından emsallerinin içinde en kalitelisiydi diyebilirim.

Bilim ve Teknik dergisinin kaçıncı sayısındaydı şimdi hatırlayamıyorum ama okuduğum “Çin Sendromu” başlıklı bir yazı sanki bugün okumuşum gibi aklımda.

Orta yaşın üzerinde olanların gayet rahatlıkla hatırlayacakları iki kutuplu dünyada, ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında teknoloji yarışı had safhadaydı. Her iki blokta da 1940’lı yıllardan sonra başlayan bilimsel nükleer araştırmalar, bilim adamlarının düşünme sınırlarını oldukça zorluyordu. 1967 yılında Los Angeles dışında kurulmuş Ventana Nükleer Santralinde bir arıza çıkar ve bilim adamları bu arıza sonucunda bilim kurgu yönünde düşünceler sergilerler. Neticede; Nükleer Santralin reaktöründeki çekirdeğin reaktör kazanını eritmesi sonucunda çıkacak nükleer atıkların yeraltından su ve toprağa karışacağı ve etkisinin Çin’de görüleceği düşüncesinde hemfikir olurlar. İşte oluşacak bu felaketin adını bilim adamları “Çin Sendromu” koydular. Sonrasında 1979 yılında bu felaket senaryosunun, Jane Fonda, Jack Lemmon, Michael Douglas’ın birlikte oynadığı “Çin Sendromu” isminde filmini de yaptılar.

Esas konumuza dönecek olursak ABD eski dışişleri bakanlarından Condoleezza Rice’nin ulusal güvenlik danışmanı olduğu günlerde 2003 yılında kaleme aldığı makalede: “Ortadoğu’da Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırları değişecek” ifadesi,adeta Ortadoğu’da “Çin Sendromu”nun vücut bulmuş manzarasını gözler önüne seriyordu. Düşünsenize, Ortadoğu’da gerçekleşecek her türlü senaryo binlerce Km. Uzakta ABD’de yazılıyor, Ortadoğu’da uygulamaya sokuluyor.

Bu yazılmış senaryonun neticelerini günümüzde eşzamanlı olarak bizzat yaşıyor ve görüyoruz. 18 Mart 2010 yılında Tunus’ta başlayan “Arap Baharı” olayları sonraki günlerde bütün Ortadoğu’ya sıçradı. Tunus, Mısır, Libya, Irak ve en sonunda Suriye’de cereyan eden olaylarda liderler değişti, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

“Arap Baharı”nın neticelerini biz Türkiye olarak Suriye iç karışıklığından sonra hissetmeye başladık. Nedendir bilinmiyor, Suriye ile aramızda olan 911 Km. sınırımızdan Mayınları temizlettik! Bir üst paragrafta kullandığım “Eşzamanlı” kelimesi önemini işte bundan sonraki olaylarda kendini göstermeğe başladı. Mayınlar temizlendikten sonra Suriye iç savaşından ve bombardımanlardan kaçan söylentilere göre 4 milyondan fazla Suriyeli mayınların temizlendiği sınırımızdan Türkiye’ye girdi. Gelişen olaylar sonunda görüyoruz ki, Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın da söylediği gibi, bölgede patlayan bombalar, Suriye’den kaçan Iraklıları öldürmek için değil, o toprakları Suriyeli Araplardan temizlemek için patlatıldı. Onların yerlerine bir cumhuriyet Bayramında Kuzey Irak’tan topraklarımızı çiğneterek geçirdiğimiz Peşmergeler ve diğer bölgelerden gelen PKK’lılar yerleştirildi.

İran, Ermenistan sınırımızdaki mayınları da Avrupa Birliği fonundan gelen paralarla temizlettikten sonra ülkemizde, Suriyelilerle birlikte bugün İran ve Afganistan’dan gelenler dâhil 17-18 milyona varan yabancıyı barındırıyor ve besliyoruz. Türkiye’deki ekonomik krizin en büyük sebebi de bu.

Suriye’de bundan sonrası için gelişen olayların Türkiye’ye yansıması; Türk Milletine ağır bedeller ödeteceğe benziyor. Türkiye tarafından yerli ve milli olarak başlatıldığı söylenen 2. “Terörsüz Türkiye” açılımı, söylenenlerin aksine tamamen ABD, İsrail ve bebek katili Öcalan ürünüdür. Güya PKK silah bırakacak bunun göstergesi olarak sembolik manada silahlarını yaktılar. Türkiye’de Terör güvenlik kuvvetlerimizce zaten bitirilmişti. İran’da PEJAK, Suriye’de PYD/YPG unsurları silah bırakma eylemini kabul etmiyor. Kandil’de Cemil Bayık, Turan kalkan yeni anayasa taleplerinde bulunuyorlar. Gerekçeleri de oldukça ilginç: “PKK olarak biz yenilmedik, yenilen taraf barış teklif eder, o teklifi de bize Türk yetkililer yaptı” diyorlar.

İçlerinde İYİ Parti’nin olmadığı iyi ki de olmadı, Öcalan önderliğinde sözde: “Barış, Kardeşlik ve Demokrasi” adı altında 51 milletvekilinden oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun hiçbir yasal dayanağı olmamasına rağmen, komisyondan çıkacak kararların Türkiye’yi nereye taşıyacağı doğrusu merak konusu. Kulaklarımıza komisyondan yansıyan duyumlara göre mevcut anayasamızı ve Türkiye’nin üniter yapısını tehlikeye atacak kadar pervasızca konuşmalar geliyor.

Göz göre göre bütün bu olaylar etrafımızda oluşurken 28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra Devlet Bahçelinin söylediği şu sözler sık, sık hafızalarımızı tırmalarken: “Önümüzdeki günlerde çok şey değişecek, inşallah Türkiye değişmez” sözüne dualar etmekten başka elimizden bir şeyler maalesef gelmiyor.

Enflasyon ve Kitap

Kitap zayıf noktam. Hem yazarıyım hem okuru. Karınca kararınca kültür adamlığım da var, eski çağlarda kalmış yayıncılığım da. Bunlardan olmalı, kitap deyince içim titrer. Pazartesi günü Karar’da o içimi titreten haberlerden biri vardı; başlığı, “Enflasyon kitap sektörünü vurdu: Yayınevleri ve sahaflar zorda”. Haber Nefes Gazetesi’nin yaptığı bir araştırmaya dayanıyormuş.

Bu konuda, bu köşede birkaç defa yazdım. Kitap piyasamızın üzücü yönleri var, sanıldığı kadar üzücü olmayan yönleri de var. “Ben ekonomistim, nas böyle, sana bana ne oluyor” krizlerinden sonra halkın yalnız kitaba değil her türlü mal ve hizmete ulaşması zorlaştı. Fakirlik artık bahse konu olmayacak kadar yaygın. Kitap da ekmek gibi, barınak gibi ilk elde edinilmesi gerekenlerden değil. Onun için yayınevlerinin ve kitapçıların zorda olmasını bekleriz ve onlar gerçekten zordalar.

Faizlerin yüksekliği ve kitabın ham maddesinin dövizle fiyatlanması, kitap piyasasının temelini teşkil eden vade zincirini paramparça etti. Kitap basılır ama ona yatırdığınız para, orta satan bir kitapta, neredeyse beş altı ayda ancak geri döner. O hâlde neden kitap basasınız ki! O parayı faize yatırın; çok daha iyi kazanırsınız veya herhangi başka bir işe; yeter ki o işin piyasası peşin çalışsın.

Talep kadar basmak

Yayıncı kitabı basar ve dağıtım şirketine verir. Vadeyle verir. Dağıtım şirketi kitapçıya verir. Vadeyle verir. Ekonomimiz ekonomiye dayanırken yayınevi bu zincirden rahatsız değildi. Çünkü o da kâğıdı vadeyle alır, matbaaya vadeyle bastırır, telifini birkaç ay sonra veya taksitler hâlinde öderdi. İşte bukâğıt, matbaa vadesi yok oldu. Çünkü onlar dövizle fiyatlanıyordu ve dövizle fiyatlanan mallara kimse vade yapmaya cesaret edemiyordu. Bu hâlin son aylarda biraz rahatlamış olması beklenebilir. Çünkü döviz eski oynaklığında değil.

Yayınevleri yeni teknolojiden de yararlanarak bir kısmi çözüm daha buldu. Geçen yıl eylül ayında “Kitap okunmuyor mu?” başlıklı yazımda bu çözümden bahsettim. Eskiden tahmin edilen satış hızına göre bir kitap 1000 ilâ 10 bin arası tirajlarda basılırdı. Sıklıkla 1000 adet basılırdı. Daha az basmak, kitap başına maliyeti arttırırdı. Bugün, sayısal baskı sayesinde birkaç yüz baskı bile ekonomik hâle geldi. Hatta talep üzerine baskı (print on demand) bile var. Yayınevleri de ilk dağıtıma yetecek kadar üretip yeni talebi bekliyor. Yazımda,  yıllara göre yayımlanan başlık sayısını, her başlığın kaç adet basıldığını ve ikincinin birinciye oranını grafiklerle vermiştim. Zaman içinde basılan başlık sayısının arttığını fakat baskı sayısının azaldığı görünüyordu. Başlık başına basılan kitap sayısı düzenli olarak azalıştaydı. Bu çok kötü bir haber değil. O birkaç yüz kitap bittiğinde yeniden çoğaltılır.

Kahraman kitapçı İnternete karşı

Nefes ve Karar’ın haberinin “sahaflar zorda” kısmı yerden göğe haklı. Sadece sahaflar değil, bütün kitapçı dükkânları da zorda. Niçin? Çünkü dövizin fırlamasıyla kitap fiyatları arttı. Okuyucunun hane geliri aynı oranda artmadı. Siz bakmayın “halkı enflasyona ezdirmeyeceğiz” nutuklarına, nutukçular da halk da büyük çoğunluğun enflasyona ezdirildiğini bal gibi biliyor. Enflasyonun ezmediği %5, hatta refahını arttırmış %1 gibi bir kesim var. Sonuç: Kitap okuyan genç, yaşlı herkes aynı anda iki darbe birden yiyor: Bir taraftan kitap pahalanırlem diğer taraftan kitaba ayırabilecekleri gelir azalıyor. Acı gerçek bu.

Kitapçı dükkânları ve sahaflar için bir acı gerçek daha var. Kitap satışları fiziki dükkânlardan internet kitapçılarına kaydı. Bunun da iki sebebi var. İnternet kitapçıları büyük maliyet avantajına sahip. Niçin? Bir kere arada dağıtım şirketi yok; dağıtıcı kârı yok. İkincisi, kira, personel, elektrik gibi sabit giderleri satış miktarına göre pek az çünkü bir kitapçı dükkânı bir mahalleye, bilemediniz bir semte satış yaparken bunlar bütün ülkeye satıyor. Bu avantajlara dayanarak büyük indirimler yapabiliyor ve sahafların fiyatlarıyla rekabet edebiliyorlar. Fiyat rekabetinde kitapçı dükkânlarının hiç şansı yok.

Uzun kuyruk ve internet sahafı

Fakat internet kitapçısının asıl stratejik avantajı, hiçbir kitapçının bulunduramayacağı bir envanteri sunabilmesi. Bu stratejiyi ilk defa Amazon keşfedip uyguladı. Adı da ondan gelir. Amazon dünyanın en büyük nehridir. Amazon da kendini “Dünyanın en büyük kitapçısı” diye takdim etti. Bir kitapçı, raflarında birkaç yüz başlık bulundurur. Hadi çok katlı dev bir kitapçı olsun. Birkaç bin başlıktan sonra raflar dolar. Amazon, piyasadaki her kitabı satışa sunabilir. Kendi deposunda yoksa birkaç gün içinde getirip müşteriye gönderir. Bu satış stratejisine “uzun kuyruk” deniyor. Birkaç çok satana değil, az satan fakat çok sayıda kitaba dayanmak. Çok satanlar da satılmaya devam ediyor ama asıl para uzun kuyruktan geliyor.

Kitapçı kitapçı dolaşıp falan kitap var mı diye sormanın devri geçmiş gibi. O kitap satıştaysa internette vardır. Satışta değilse Nadir Kitap’ta: nadirkitap.com ile sahaflar da internet kanalına açıldı. Ancak bunun hayatta kalmalarına yetip yetmeyeceğini bilmiyoruz. Nadir Kitap, kendi kitap alıp satmaktan ziyade sahaflarla tüketici arasındaki akışın aracısı. Yakın gelecekte internet kitapçılarının doğrudan sahaflık işine girmeleri beklenir. Onlar adına alım yapan bir ikinci el kitap tedarik zinciri doğabilir. Bugünün sahafları o zinciri kurar… Şimdiden, doğrudan Amazon üzerinden satış yapan kitapçılar var.

Diyanet Hutbesinde Kadınların Miras Payı

Cuma günü Türkiye’deki bütün camilerde okutulan hutbe metni içine yerleştirilen şu cümle çok tartışma yarattı:

“Karşılıklı rıza olmadan Yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek ilahî adalete aykırıdır. Dolayısıyla kişinin; kız çocuklarını mirastan mahrum bırakması, kız çocuklarının da Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır.”

Bu cümle içinde ayetle bildirilen “miras ölçüsünün” ne olduğu açıklanmıyor. Ama bu ölçüyü bildiren Nisa Suresi 11. Ayetin, Diyanet Mealine göre, anlamı şöyle: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder.”

Çok sayıda mealde aynı ayet “emreder” yerine “tavsiye eder” olarak tercüme edilmiş. Hatta Diyanet’in eski mealinde bile “Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder” şeklinde iken yeni mealinde “emreder” olarak değiştirilmiş. Yani meal kitaplarında bu konuda bir birlik yok.

Bu durumda ister emir ister tavsiye olsun “Allah’ın bir emrini hatırlatan hutbe neden bu kadar tartışma yarattı?”

Bunu birkaç açıdan değerlendirmek gerekiyor.

****

  • Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan bile “İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar aciz bunlar. Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız” demişti. (Mart 2018). Gerekçe olarak da Mecelle’nin “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” maddesini göstermişti.
  • TÜRKİYE’DE EN DİNDAR KESİMLERDE BİLE MİRAS PAYLAŞIMI AYETE GÖRE DEĞİL KANUNA GÖRE YAPILIYOR. Fiilen Nisa 11. Ayet hükümleri uygulanmamaktadır.

Mesela İslamcı siyasetin öncüsü Necmettin Erbakan vefat edince, oğlu Fatih Erbakan kız kardeşine “İslami hükümlere göre mirastan ben 2 pay, sen 1 pay alacaksın” demiş. Fakat kız kardeş mahkemeye başvurarak, laik devletin kanunlarına göre eşit miras payını almıştı.

****

Şimdi denilebilir ki, uygulansa da uygulanmasa da, “bir ayet hükmünü hatırlatması Diyanet’in görevidir.”

Böyle söyleyenlere şu soruları sormamız gerekiyor:

Diyanet, Kur’an ayetleriyle bildirilmiş, Recm (Zina Eden Evli Kişilerin Taşlanarak Öldürülmesi) ile ilgili ayeti, Kölelik ve cariyelik hükümlerini içeren ayetleri, hırsızın elinin kesilmesi hükmünü bildiren ayeti (Maide 38) niye hatırlatmıyor?

Bu ayetlerin hükümlerinin uygulanmamasını dert edinen var mı? Hırsızın eli kesilsin, kölelik cariyelik gelsin diyen var mı? En azından Diyanet’in böyle bir talebi olduğunu duydunuz mu?

*************************************

Hz. Ömer Bazı Ayet Hükümlerini Uygulamadı

İslam tarihinde 2. Halife Hz. Ömer’den itibaren ayetle bildirilmiş bazı hükümlere aykırı uygulamalar yapılmıştır.

İslam hukukunda “içtihat” ve kamu yararı (maslahat) kavramlarının temellerinden biri ve en meşhuru olan örnek Hz. Ömer’in “Hırsızlık Cezasını (El Kesme)” uygulamamasıdır.

Kur’an’da (Maide, 38) hırsızlık yapanın elinin kesilmesi hükmü vardır. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde (17. hicri yılda) şiddetli kıtlık ve açlık baş göstermişti. İnsanlar yiyecek bulamıyor, açlıktan dolayı hırsızlık yapıyordu.

Hz. Ömer, “zaruret hali” olduğu için, hırsızlık cezasının uygulanmamasına karar verdi. Hz. Ömer, ayetteki hükmün “mutlak ve her şartta uygulanacak bir emir değil, şartlara bağlı bir düzenleme” olduğunu değerlendirmiştir.

****

Kur’an’da (Tevbe, 60), zekât verilecek sınıflar arasında “müellefe-i kulûb” yani İslam’a ısındırılmak istenen kişiler sayılmıştır.

Hz. Ömer, Hz. Peygamber dönemindeuygulanan, bu hükmü şartların değişmesiyle uygulamadan kaldırdı.

****

Kur’an, Müslüman erkeklerin Ehl-i Kitap kadınlarla (yani Yahudi ve Hristiyan kadınlarla) evlenmesine izin vermiştir. Hz. Ömer, toplumsal sorunlar doğuracağı gerekçesiyle, ayet izin verdiği halde, Müslüman erkeklerin Ehl-i Kitap kadınlarla evlenmesini yasakladı.

Bu da Kur’an’daki bazı hükümlerin “mutlak değil, şartlara bağlı” olarak görülebileceğini gösteren bir tarihi örnektir. Yani Hz. Ömer, “ayetin verdiği ruhsat bile, şartlar gerektiriyorsa sınırlandırılabilir; Kamu yararına göre, Kur’an hükümlerinin uygulanma biçimi değişebilir” görüşünü uygulamıştır.

*************************************

Ayetlerdeki Miras, Kölelik, Recm, El Kesme Hükümleri Uygulanabilir mi?

İslam bilginleri Allah’ın buyrukları hakkında farklı ilkelerle yorumlar yapmışlar ve yapmaktadırlar:

Klasik çizgide olanlar “Hükmün lafzı + icmâ + kıyas” eksenindedir.

İslam’ın yorumlarının güncellenmesini savunan ilahiyatçılar (Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Öztürk vd) ise, Maksat-ahlâk merkezli ve tarihsel bağlamlı yorum yaparlar. Bunlar “metin + amaç + kamu yararı” ilkeleriyle güncel yorumlar yaparlar.

****

Süleyman Ateş ve benzer görüşteki ilahiyatçıların ilkeleri şunlardır:

  • Kur’an adalet, merhamet, eşitlik, özgürlük ve kul hakkına riayet gibi ilahi ve evrensel ilkeleri öğütler. Ancak bu ilkeler, Kur’an’da indiği dönemin sosyal ve kültürel şartlarına uygun hükümlerle ifade edilmiştir.
  • Kur’an’daki bazı cezalar ve düzenlemeler (örneğin kölelik, cariyelik, bazı ceza hükümleri) 7. yüzyıl Arap toplumunun anlayışına uygundu. Fakat insanlığın ulaştığı akıl, vicdan ve medeniyet seviyesinde bu hükümler uygulanmaz; çünkü Kur’an’ın asıl hedefi köleliği kaldırmak, adaleti hâkim kılmaktı.
  • Kur’an’ın maksadı değişmez, araçlar değişebilir.
  • Ayetlerde bildirilen hükümlerin bir kısmı “araç hükmündedir.” Yani amaç, ilkeyi yerleştirmek; hüküm ise dönemin şartlarında geçici bir uygulamadır. Örneğin miras, kadın hakları, ceza hukuku gibi konularda Kur’an’ın getirdiği düzenlemeler devrim niteliğindeydi ama çağımızda daha ileri düzenlemeler yapılabilir.
  • Kur’an, “insanlığın akıl ve vicdan mertebesine göre” sürekli ileriye açılan bir kitaptır. Bu nedenle Müslümanların görevi, Kur’an’ın temel ilkelerini günümüz şartlarına göre yorumlayıp hayata taşımaktır.

Özetlersek;

Kur’an’ın ruhu ve hedefi evrenseldir.

Hükümlerin bir kısmı tarihseldir ve araç niteliğindedir.

Aklın, vicdanın ve insanlığın ulaştığı mertebe Kur’an’ın evrensel ilkeleriyle çelişiyorsa, o hüküm bağlamında değerlendirilip günümüzde tatbik edilmez.

Çağımızda insan haklarıyla çelişen, vicdana ve adalete sığmayan uygulamalar Kur’an’ın “evrensel maksatları” ile bağdaşmaz. Dolayısıyla böyle hükümler “mutlak ve değişmez” kabul edilemez, tarihsel bağlamıyla değerlendirilmelidir.

“Kadınların Miras Payı” da “BAŞÖRTÜSÜ” ve “FAİZ” meselesi de aslında “ayetlerde bildirilen hükmün lafzının bağlayıcılığı mı, yoksa amaç ve kamu yararı mı öne çıkar?” tartışması kapsamında konulardır.

Diyanet’in klasik “Hükmün lafzı + icmâ + kıyas” eksenindeki yorum tarzından çıkıp, dini hükümleri Maturidi- Hanefi yaklaşımı ile “metin + amaç + kamu yararı” ekseninde yapması halinde, ancak bu durumda, imanımız ile akıl ve vicdanımızın çatışmasının sona erebileceği kanaatindeyim.

DİB Din İşleri Yüksek Kurulunun özellikle TOKİ ve benzeri kamu eliyle sağlanan konut kredilerinde FAİZE cevaz vermesi, ayeti “amaç ve kamu yararı” ilkeleriyle yorumlayarak verilmiş bir ruhsattı. Diyanet ileride kadınların miras payı hakkında da bu yöntemi kullanabilir.

İnsan ve Dua

     “İnsan, kâinatın zübdesi (özeti)dir. Bütün kâinat, insanın yaratılması için seferber olmuştur.

      Galip Dede şu beytiyle bu noktaya dikkati çeker:

     ‘Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlem (âlemin özeti)sin sen,

      Merdüm-i dîde-i ekvân (kâinatın göz bebeği sayılan insan) olan Âdem’sin  sen!’

      Yani sen kendini iyi düşün ki sen, evrenin (kâinatın) özüsün.

      Evrenin gözbebeği olan Âdem’sin.

      Eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) olarak yaratılan insanda;

      Sevgi, aşk olmazsa ondan hayır gelmez.

     ‘Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

      Muhabbetsiz Muhammed’den ne hâsıl?’ ”

      (Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 2, s. 442)

x

    “İbrahim bin Edhem’e:

   – Neden dua ediyoruz, duamız kabul edilmiyor?

     Şöyle yanıt (cevap) vermiş:

   – Çünkü siz Allah’ı bildiniz, O’na itaat etmediniz!

     Resûlü bildiniz, Sünnetine uymadınız!

     Kur’an’ı bildiniz, onunla amel etmediniz!

     Allah’ın nimetlerini yediniz, O’na şükretmediniz!

     Cenneti bildiniz, onu istemediniz!

     Cehennemi bildiniz, ondan kaçmadınız!

     Şeytanı bildiniz, onunla savaşmadınız, ona uydunuz!

     Ölümü bildiniz, ona hazırlanmadınız!

     Ölüleri gömdünüz, ibret almadınız!

     Kendi ayıplarınızı bıraktınız, başkalarının ayıplarıyla uğraştınız!”

     (a.g.e., s. 436)

x

   “Görünür âlemin yegâne (tek) mükellef (yükümlü) ve sorumlu varlığı olarak

     İnsanı tanıyan K.Kerim, onun ahlâkı konusuna özel bir önem vermiştir.

     Buna göre Allah, insanı en güzel bir tabiatta (huy ve karakterde) yaratmış (Tîn: 28 / 4),

     Ona kendi ruhundan üflemiştir (Hicr: 54 / 29).

     Bundan dolayı insanın atası, meleklerin secde edeceği kadar değerli bir varlık olmuştur.

     Ancak insanın bu üstün cephesi yanında, bir de topraktan yaratılan beşerî (insanî) cephesi vardır.

     İşte insandaki bu ikilik,

     Onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur.

    ‘Allah, insan nefsine fücurunu (günahını ve) takvasını ilham etmiş’

     Yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir.

     Dolayısıyla ‘Nefsini yücelten kurtuluşa ermiş, onu alçaltan da perişan olmuştur.’

     (Şems: 26 / 8 – 10) ”

     (Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 70)

Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak’tan Kocaeli için olası Deprem Uyarısı:

0

“1999’dan sonra birikmeye devam eden enerji bölgeyi bir sonraki depreme hazırlıyor”

Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Mühendislik Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak, 17 Ağustos 1999 Depremi’nin yıl dönümünde gazetemize yaptığı açıklamada depremin ardından bölgenin sismik tehlike açısından Türkiye’nin en sakin illerinden birisi haline geldiğini belirterek, “Ancak geçen zaman içinde birikmeye devam eden enerji bölgemizi bir sonraki depreme hazırlıyor” ifadelerini kullandı.

17 Ağustos 1999 yılında saat 03.02’de 7,4 büyüklüğünde meydana gelen Marmara Depremi; Kocaeli, İstanbul, Yalova, Sakarya ve Düzce’de yıkıma sebep oldu. 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti, 48 bin 901 kişi yaralandı. Üzerinden 26 yıl geçen deprem ile ilgili KOÜ Mühendislik Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak gazetemize değerlendirmelerde bulundu.

“BÖLGEMİZ 100 YILLIK PERİYOTTA 7 VE ÜZERİ BÜYÜKLÜKTE DEPREMLE SARSILIYOR”

Yakın tarihte yıkıcı olan 3 depremin olduğunu söyleyen Irmak, “Her ne kadar tarihsel depremlerin episantr bilgileri tartışmalı olsa da, tarihsel dönemde Kocaeli ve çevresinde meydana gelen ve yıkıcı olan yakın tarihli depremlerin 1719, 1894, aletsel dönemde ise 1999 yıllarında meydana geldiğini görüyoruz. Baktığımızda, kaba bir yaklaşımla da olsa, her 100 yıllık periyotta bölgemiz 7 ve üzeri büyüklükte bir depremle sarsılıyor. 17 Ağustos 1999 Kocaeli depreminden sonra biriken enerjinin boşalması, bölgemizi sismik tehlike açısından Türkiye’nin en sakin illerinden birisi haline getirmişti. Ancak geçen zaman içinde birikmeye devam eden enerji bölgemizi bir sonraki depreme hazırlıyor” dedi.

“26 YILLIK SÜREÇTE KOCAELİ İÇİN OLUMLU ADIMLAR ATILDI”

26 yıllık süreçte Kocaeli’de deprem tehlikelerinin azaltılması adına olumlu adımlar atıldığını söyleyen Irmak, “Örneğin zemin etüdü uygulamasının belediyeler tarafından zorunlu koşulması ilk kez o zamanki ismi ile Saraybahçe Belediyesi tarafından uygulanmıştı. Daha sonraları Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan sismik tehlike analizleri, toplumdaki afet farkındalığını arttırıcı yönde halk eğitimi çalışmaları, riskli binaların tespiti ve yavaş da olsa kentsel dönüşüm çalışmaları bu adımlara örnek olarak gösterilebilir” diye konuştu.

“BÖLGEMİZDEKİ FAYLARI TETİKLEYECEK KADAR BİR GERİLME MEYDANA GETİRMEDİ”

Son büyük depremleri de analiz eden Irmak, “Son dönemde meydana gelen 23 Nisan 2025 Silivri açıklarında 6.2 şiddetindeki deprem ve 10 Ağustos 2025 Balıkesir Sındırgı merkezli 6.1 şiddetindeki depremler, bölgemizdeki fayları tetikleyecek kadar bir gerilme değişimi meydana getirmemiştir ancak Marmara bölgesinde meydana gelecek büyük bir depremin bölgemizi etkileme potansiyeli olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Deprem zararlarının en büyük kısmının zemin özelliklerine bağlı olarak geliştiğini, bu yüzden zemin – bina etkileşiminin düzgün analiz edilmesi gerektiğini ve zemin-bina etkileşiminde jeofizik mühendisliği, jeoloji mühendisliği ve inşaat mühendisliği disiplinlerinin bir arada olduğu çalışmaların dikkate alınması gerektiğini unutmamız gerekir” ifadelerini kullandı.

https://www.ozgurkocaeli.com.tr/haber/25959069/prof-dr-irmaktan-kocaeli-icin-uyari-1999dan-sonra-birikmeye-devam-eden-enerji-bolgeyi-bir-sonraki-de