15.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 6

Hâkimiyet Milletin Diyebilir miyiz?

105. kuruluş yıldönümünü kutladığımız TBMM’nin Genel Kurul Salonunda “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazılıdır.

Kurucu iradenin “Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu” ifade eden anlayışı halen devam ediyor mu? Özellikle Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçtiğimizden bu yana bu konuda yoğun tartışmalara şahit oluyoruz.

Bu sorunun cevabı için, 105. Yılda “milli hâkimiyeti” veya “ulusal egemenliği” sağlayan unsurları sorgulamamız gerekiyor.

·       Milli egemenliğin merkezi olması gereken TBMM’nin günümüzde etkinliği kalmamıştır.

Özellikle Cumhurbaşkanlığı sistemine geçtikten sonra, ülkenin kaderini etkileyen bütün karar ve uygulamaların merkezi Meclis’ten Saray’a geçmiştir.

TBMM’de “seçilmiş kralların” yönettiği siyasi partilerin aday göstermesiyle ve milletin oy vererek seçtiği 600 milletvekilimiz var.  Ancak YASAMA yetkisi fiilen partili Cumhurbaşkanının elinde.

Cumhurbaşkanı kararnameler yoluyla yasama yetkisi kullanmaktadır. TBMM’de karara bağlanması gereken konularda da, CB’nın başkanı olduğu parti çoğunluğu elinde bulundurduğundan, Meclis bağımsız bir irade ortaya koyamamakta, Saray’da hazırlanan metinler aynen kabul edilmektedir.

·       Yeni sistemde “YÜRÜTME yetkisi cumhurbaşkanına aittir.”

Cumhurbaşkanı aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanıdır.

Siyasi bir organ olan bir “Bakanlar Kurulu” yoktur. Birer sekreter durumunda olan atanmış bakanların halktan kopukluğundan, milletvekillerinin dahi bakanlara ulaşamamasından, iktidar milletvekilleri dahi şikâyetçidir. Bakanlar muhalefet partileri genel başkanlarıyla söz düellosuna girebilir. Ancak Bakanların Cumhurbaşkanına, bırakın belli bir konuda itiraz edebilmesi, kendi iradeleriyle istifa edebilmesi dahi mümkün olmuyor.

·       YARGI da tamamen Cumhurbaşkanının kontrolündedir. Cumhurbaşkanının istemediği bir kişinin HSK, AYM, Yargıtay, Danıştay üyeliklerine seçilmesi mümkün değil. HSK üzerindeki siyasi gücün etkisi kritik davalarda “doğal hâkim ilkesine” aykırı olarak yapılan atamalar, hâkimlerin “coğrafi teminatının olmaması” gibi uygulamalarla açıkça ortaya çıkıyor.

“Türkiye’deki Yargı sistemine/ mahkemelere güveniyor musunuz?” sorusuna “Hayır” diyenlerin oranı yüzde 70,1 iken, “Evet” diyenlerin oranı yüzde 22,5 olması tesadüf değil. (Area Türkiye Siyasi Durum Araştırması- Nisan 2025)

Millet iradesinin hâkim olduğu rejimlerde, devleti oluşturan yasama- yürütme- yargı kuvvetleri arasında görev ve yetki ayrılığı ile birbirinden bağımsızlığı ifade eden KUVVETLER AYRILIĞI gerçekleştirilmeye çalışılır. Türkiye’de fiilen yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin tek kişide toplandığı bir “kuvvetler birliği” sistemi uygulanmaktadır.

Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı, kanun ve kuralların herkese eşit olarak uygulanmadığı bir ülkede, hâkimiyetin millete ait olduğundan bahsedilemez.

*************************

Seçimle Gelmek Yeterli mi?

İktidarın/ Cumhurbaşkanının millet iradesini temsil ettiği iddiasının tek bir dayanağı vardır: Cumhurbaşkanının ve milletvekillerinin seçimle işbaşına gelmesi.

Bu iddia adil ve eşit şartlarda girilen, iktidarın devlet kaynaklarını hoyratça kullanmadığı, halkın aldatılmadığı, sayımın düzgün olduğu dürüst seçimler olursa haklıdır.

“Mühürsüz, nereden geldiği belli olmayan pusulaların sandıklar kapanmadan bir saat önce geçerli sayıldığı” bir seçim sonucu seçilenin millet iradesini temsil ettiği iddiası inandırıcı olmaz.

Yüksek Seçim Kurulu’nun siyasi iradeye göre karar verdiği algısı yerleşmiş bir ülkede, seçimle gelenin millet egemenliğini temsil ettiği iddiasına sadece kazananlar inanır.

İktidarın istediği sonuç çıkmadığında seçimlerin iptal edildiği bir ülkede, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu söylenebilir mi?

Milletin seçtiği milletvekillerini AYM kararlarına rağmen göreve başlatmaz hapiste tutarsanız, milletin seçtiği Belediye başkanlarını siyasi gerekçelerle ve yargı sopası kullanarak, Kayyım atama yoluyla ele geçirirseniz Milli iradeye saygıdan bahsedilebilir mi?

Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhtemel rakiplerinizi idare ve yargı sopası ile etkisizleştirirseniz, siyasi parti liderlerini bile (bir tedbir olan tutukluluğu cezaya dönüştürerek) hapiste tutarsanız egemenliğin millete ait olduğundan bahsetmenin bir inandırıcılığı olamaz.

*************************

Sivil Vesayet, Seçilmiş Krallar, STK’lar ve Medya

Eskiden asker içinde “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin” üstlenilmesi veya “durumdan vazife çıkarmak” anlayışı ile yapılan darbeler sürecini eleştirirdik. Bugün bir SİVİL VESAYET sisteminden bahsediliyor. Yandaş medyada bir siyasetçi, yazar, sanatçı ve iş insanı hakkında başlatılan bir kampanya ile muhatapların itibar kaybına uğratıldıkları, uzun tutukluluk süreçlerine muhatap oldukları, aynı yöntemle bazı kişilerin mallarına el konulduğu ülkede milli iradeye saygıdan bahsedilebilir mi?

Parti içi demokrasi ve liderlerin denetlenebilir, (partililerin ortak iradesinden sapması halinde) gerekirse görevden uzaklaştırılabilir olması, millet iradesinin üstünlüğü için çok önemlidir. Oysaki bugün parti içinde liderlerin aleyhine konuşmak, karşısına aday olmak hemen hemen imkânsızdır. Bu sebeple parti başkanları adeta (M. Duverger’in tabiriyle) SEÇİLMİŞ KRAL durumundadırlar.

Liderin mutlak hâkimiyeti sebebiyle fiilen milletvekilleri, belediye başkanları ve hatta Belediye Meclis Üyeleri bile bizzat parti başkanı tarafından seçilmektedir. Parti üyeleri ve delegeler nezdinde yapılan temayül yoklamaları da tamamen gösterişten ibaret. Bütün partiler Anayasa değişikliğinden bahsettikleri ortamda bile bu garabet durumu ortadan kaldırmak, “Siyasi Partiler Kanununu” değiştirmek için kıllarını bile kıpırdatmıyor.

Güçlü ve bağımsız sivil toplum kuruluşları (STK’lar) milli iradenin hâkim olması için bir fırsattır. Ancak Türkiye’de bir kısmı “güçlüden yana olarak nemalanma” endişesi taşıyan, bir kısmı hukuki veya mali baskılarla sindirilmiş, diğer bir kısmı da belli tarikat, cemaat ya da “kanaat önderlerinin” kontrolünde olan STK’lar milli iradenin tecellisi yönünde beklenen hizmeti verememektedir.

Sendikalar ise hem oransal olarak çok az bir kesimde örgütlenmişler ve hem de artık işçinin hak arama organları olma fonksiyonunu büyük ölçüde kaybetmişlerdir.

Türkiye’de Medya sektörü yüzde 90 mertebesinde iktidara bağımlı ve onun kontrolündedir. Çünkü medya patronları ayrıca enerjiden, iletişime, madencilikten, ticarete kadar çok çeşitli alanlarda çalıştığı için iktidara göbekten bağlıdır. Medyanın bir kısmı siyasi baskı sonucu, devlet bankalarından alınan kredilerle, yandaş iş adamlarına devredilmiştir.

Bu şartlar altında “Egemenlik Milletindir” diyebilir miyiz? Siz karar verin.

                         Muhatap

     Şu kâinatın / evrenin sâhibi, mutasarrıfı / idarecisi,

     Elbette bilerek yapıyor.

     Hikmetle / bir gaye ve amaç gözeterek tasarruf ediyor.

     Her tarafı görerek tedvîr / idare ediyor.

     Herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor / yaratıp yetiştiriyor.

     Herşeyde görülen hikmet, gaye ve faydaları,

     İrade ederek yaratıyor.

     Madem yapan bilir,

     Elbette bilen konuşur.

     Madem konuşacak,

     Elbette şuur / bilinç ve fikir sahibi olup,

     Konuşmasını bilenlerle konuşacak.

     Madem fikir sahibi ile konuşacak,

     Elbette şuur sahipleri içinde en kabiliyetli,

     Şuuru en geniş olan insan nev’iyle konuşacak.

     Madem insan nev’i ile konuşacak,

     Elbette insanlar içinde muhatap kabul edilebilecek,

     En mükemmel / en kâmil ve olgun insanlarla konuşacak.

     Mâdem en mükemmel, istidat ve kabiliyeti en yüksek,

     Ahlâkı yüce, insanlığa rehber olacak olanlar ile konuşacaktır.

     Elbette dost ve düşmanın ittifakıyla,

     En yüksek istidatta ve en yüce ahlâkta,

     İnsanlığın beşte biri ona tâbi olmuş / uymuş,

     Dünyanın yarısı onun manevî hâkimiyeti altına girmiş.

     İstikbal onun getirdiği nûrun ışığıyla,

     Bin üç yüz sene ışıklanmış.

     İnsanların nûranî kısmı olan inananları;

     Günde beş defa, devamlı olarak,

     Onunla bağlılıklarını yenileyerek;

     Ona rahmet ve saâdet duaları eden,

     Onu medih ve ona muhabbet etmiş olan,

     Hz. Muhammed ile konuşacak.

     Nitekim konuşmuş, onu resûl / elçi seçmiş.

     Diğer insanlara rehber yapmıştır.

                         Firdevsî Cennet

     Herkesin bütün saâdetleri, merhamet edici bir Rabbe olan teslimiyete bağlıdır.

     Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünkü insan;

     Kabiliyetlerinin çok kapsamlı oluşu bakımından herşeye ihtiyaç hisseder.

     Herşeye karşı alâka duyar.

     Üstelik, herşeye karşı, gerek hissederek gerekse hissetmeyerek;

     Üzüntüleri, elem ve acıları vardır. Bu durum ise,

     Tam bir Cehennemî vaziyet ve hâldir.

     Fakat Rab zannedilen sebeplerin; aslında Allah’ın kudretine;

     Hikmet ve imtihan gereği birer perde olduğunu anlayıp,

     Bir tek Rabbe teslimiyet;

     Firdevsî / Cennet saâdeti gibi bir vaziyet ve hâldir.

Nefis

     İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda dilediğince, istediği gibi hareket ettikçe, hem şahsın maddî  hayâtına tıbben zarar verir. Hem de helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırır. Âdeta mânevî hayâtını da zehirlemiş olur. Artık kalbe ve rûha, itaat etmek o nefse güç gelir. Serkeşâne / başına buyruk olarak dizginini eline alır. Bir daha insan ona binemez olur. O insana biner.

Delil

     Biz Müslümanlar bürhâna / delile tâbi oluyoruz. Akıl, fikir ve kalbimizle iman / inanç hakikatlerine giriyoruz. Başka dinlerin bazı fertleri gibi, ruhbanları / hristiyan din adamlarını taklît için, bürhânı / delîli bırakmıyoruz.

     Çünkü ancak, başlarımızı kaldırıp hakkı dinlemekle, Kur’an’ın irşadına / doğru yolu gösteren çağrılarına kulak vermekle; necat ve kurtuluşumuz mümkündür.

     Fakat nefislerimizin şeytanca heves ve istekleri -Kur’an’ın sadâ ve sesini kulaklarımıza işittirecek havayı karıştırdığı için- Kur’an’ın bizleri irşat etmesine / doğru yolu göstermesine mâni’ ve engel olmuştur.

Adâlet

     İnsanın fiilleri, kalbin ve hissin meyillerinden çıkar. O temâyüller, rûhun hislerinden ve ihtiyaçlarından meydana gelir. Ruh ise îman nûruyla harekete geçer. Hayır ise yapar, şer / kötülük ve fenalık ise, kendini ondan çekmeye çalışır. Artık kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlup edemez. Kısaca demek lâzımsa, had ve ceza; Allah’ın emri ve adâleti nâmına icra edildiği vakit; hem rûh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mâhiyetindeki / ruhundaki hisler etkilenir ve dikkatleri çekilmiş olur.

     Fakat asıl adâlet ve etkili ceza odur ki, Allah’ın emri nâmıyla olsun. Yoksa te’sîri yüzden bire iner! İnsanlığın saâdeti, dünyada adâlet ile gerçekleşir. Adâlet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.

TEBLÎĞ

     Mutlak Üstad ve herkesin kendisine uyduğu, Rehber-i Ekmel / En Mükemmek Rehber ve Kılavuz olan Resûl-i Ekrem: “Peygambere düşen ancak teblîğdir.” şeklindeki Allah’ın emrini, kendine mutlak rehber etmiş. Bir kısım insanların çekilmesi ve dinlememesine rağmen; daha çok çalışmış. Daha büyük bir gayret ve ciddiyetle teblîğde bulunmuştur. Çünkü:

     “Şüphesiz ki sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin! Fakat Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir” sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayete erdirmek, Cenab-ı Hakk’ın vazîfesidir. Bundan dolayı Allah’ın vazîfesine karışmazdı.

SÜNNET

    “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin.’ ” (Âl-i İmrân: 31) Âyet-i azîmesi, sünnete tâbi’ olmanın; ne kadar mühim / önemli ve gerekli olduğunu pek kat’î bir sûrette ilân ediyor. Şu âyet-i kerîme der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz / sevginiz varsa, Habibullah’a tâbi’ olunacak. Eğer tâbi’ olunmazsa, netîce veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Eğer Allah sevgisi varsa, netîce verir ki, Habibullah’ın sünnetine uymak gereklidir.

     Evet, Allah’a iman eden, elbette O’na itaat edecek. İtaat yolları içinde en makbûlü, istikametli olanı ve en kısası, şüphesiz Allah’ın Habibi olan Hz. Muhammed’in gösterdiği ve tâkip ettiği yoldur.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

Giriş

Büyük Millet Meclisi memleketin kara günler yaşadığı bir zamanda kuruldu. Çok zayıf kuvvetlerimiz, batı ve güney cephe­lerinde çarpışıyorlardı. Batılılar Türkiye’yi parçalamağa çalışırlar­ken içteki karışıklıklar önem kazandı. 2 Nisan’da Salih Paşa hükü­meti çekilince 5 Nisan’da işbaşına gelen Ferit Paşa bütün gücü ile millî hükümeti yok etmeğe çalışmağa başladı. En büyük tehlike Şeyhülislâm Dürrîzade Mehmet Efendiye, düşmanların etkisi ile de hazırlatılan fetvalardan geliyordu. 10 Ni­san 1920 de hazırlanan bu fetvalar 12 Nisan’da ilân edilerek düş­man uçaklariyle Anadolu’ya atılıyor. Savaş gemileriyle de kıyılara dağıtılıyordu. (G. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı kronolojisinde fetva­nın müttefiklerin isteği ile hazırlandığını açıklar)[1].

Damat Ferit Paşa Hükümeti döneminde Şeyhülislam Dürrîzâde’nin Kuvâ-yı Milliyeciler aleyhine çıkarttığı fetvâ işgal devletleri tarafından Anadolu’nun içlerine sokulmuş ve halka tebliğ edilmiştir. Adana’da da böyle bir olay vaki olmuş fakat Vali Celal Bey ile Adana’da ilmiyle tanınmış din adamları fetvânın okunacağı Ulucamii’ye gitmemişlerdir. Hatta Vali Celal Bey, Kadirli Müftüsü Osman Nuri Efendi’ye İstanbul’un fetvâsının geçersiz olduğu ve halkın millî kuvvetler yanında yer alması gerektiği yönünde bir karşı fetvâ dahi hazırlatmıştır. Bu durum Adana bölgesinde fetvâya itimat edilmesini büyük oranda engellemiştir. Bunun üzerine Fransızlar harekete geçerek İstanbul Hükümeti’nden, Celal Bey’in görevden alınması istemişlerdir. Hükümet de 27 Mayıs’ta Celal Bey’i İstanbul’a çağırmıştır. Nihayetinde Celal Bey, Fransız İşgal Komutanlığı’nın baskıları neticesinde 30 Mayıs’ta Adana Valiliği görevinden ayrılarak Mersin’e gitmek üzere yola çıkmış ve İstanbul’a dönmüştür[2]

Ferit Paşa “yalancı milliyet davasıyla vatan ve milleti feda edenlere” karşı bir bildiri yayınlamıştı. VI’ncı Memed’in tekrar ilân edilen bildirisinde de “Milliyet adı altında çıkarılan karışıklıklar” suçlanmakta idi. Millî kuvvetleri dağıtmak için Kuvayı inzibatiye “Halife Or­dusu” hazırlanıyor (18 Nisan 1920) padişah isyan bölgelerinin ileri gelenlerini Saray’da kabul ediyordu. Bir yanda Düzce ayaklanması Ankara yakınına kadar dayanmıştı[3].

            1920 yılı, İç İsyanların birbirini kovaladığı bunalım senesidir: 12 Şubat 1920’de, Ege ve Marmara bölgesini kasıp kavuran Anzavur ikinci defa ayaklandı, 14 şubatta Yenihan isyanı oldu, 3 mart 1920’de Yunanlılar Doğuya doğru ilerlemeye başladı, 16 martta İstanbul işgal edildi, 1. Nisan 1920’de Antep düştü, 11 nisan 1920’de Şeyhülislam Dürri Zade Abdullah Efendi millî kuvvetler aleyhine fetva verdi ve iç isyanlar alevlendi, 13-17 nisan arasında Bolu-Düzce- Gerede isyanları başladı, 18 nisan 1920’de Anadolu’daki millî harekete karşı savaşacak olan Kuvay-ı İnzibatiye (Hilafet Ordusu)nun kurulması hakkındaki kararname yayınlandı. Buna karşı Anadolu Uleması millî mücadelenin meşruiyyetine dair meşhur fetvayı yayınladılar, vatanın kaderini eline almış olan Birinci Büyük Millet Meclisi, irşad (aydınlatma) encümenleri kurdu. Mücadele, her alanda kıyasıya başladı[4].

Dürrizade’nin fetvalarında, Anadolu hareketi padişaha karşı ayaklanma sayılıyordu. Millî kuvvetlere Kuvayı Bağiye adı verilerek, padişahın sadık tebaasına zulüm edenlerin katledilmeleri gerektiği ileri sürülüyordu. Bir fetvada Hilâfet makamına karşı gelenlerin dinden ve imandan çıkacakları ve bu şakilerin öldürülmeleri caiz: olduğu açıklanıyordu. Hasılı bu fetvalar milliyetçilere karşı bir cihat ilânı niteliğin taşıyorlardı. Böylece Türk Türk’e kırdırılacak, Anadolu’da tekrar bir kardeş kavgası devri açılacaktır. Anadolu’da padişahın doğum günü şenlikleri yapılıyor, halk padişahın, İngilizlerin, hatta İngiliz papazı Fro (Frew) nın etkisi altında olduğun­dan habersiz bulunuyordu[5].

Damat Ferit Paşa, dördüncü sadaretinde, Kuvâ-yı Milliye Hareketi’ni Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi vasıtasıyla “Fetvâyı Şerîfe” yayınlamak suretiyle dinsizlikle itham etmiştir. Dürrîzâde’nin vermiş olduğu fetvâlarda; Kuvâ-yı Milliye Hareketi eşkıya kuvvetleri olarak nitelendirilmekte, Anadolu ile İstanbul arasındaki bağları koparmak, halifenin yüceliğini zedelemek, padişaha itaatsizlik etmek, mevcut düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak, halktan zorla mal ve eşya toplamak, halkı zorla kendine asker etmek ve nihayet vatanın birlik ve bütünlüğünü bozmakla suçlanmakta ve hüküm olarak da bu asilerin öldürülmelerinin dinen farz olduğu vurgulanmaktaydı[6].

11 Nisan 1920’de Takvim-i Vekayi’de Kuvâ-yı Milliye aleyhinde yer alan kararda Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi  tarafından verilen Fetvâ üzerinde durmak gerekmektedir. Bu Fetvâ, birbirini tamamlayan beş fetvâ olarak çıkartılmıştır ve hepsinin esası da “hurûc ale’s-sultan” yani padişaha isyana dayanmaktadır. Böylelikle Fetvâ’ya meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Çünkü “ulü’l-emre” itaat gereklidir ve Kuvâ-yı Milliye Hareketi, “ulü’l-emre” açık olarak isyan bayrağı açmış olan şahıslardan mürekkep bir hareket olarak görülmektedir. Bu yüzdendir ki Kuvâ-yı Milliye’nin halk desteğinden yoksun bırakılmasını sağlamak amacıyla “ulü’l-emre itaat”in gerekli olduğu, fakat Kuvâ-yı Milliye’nin “ulü’l-emre itaat”in önüne geçtiği ve halkı düşmanlığı sevk ettiği düşüncesinden yararlanılmıştır. Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin çıkardığı ilk fetvâda Kuvâ-yı Milliye Hareketi, “Kuvâ-yı Bağiyye” yani eşkıya kuvvetleri olarak vasıflandırılmıştır. Fetvâ’ya göre bazı kötü kimseler -Millî Mücadele’yi başlatanlar ve idare edenler- anlaşarak, birleşerek ve kendilerine elebaşıları seçerek, padişahın sadık tebaasını, hile ve yalanlarla aldatmakta ve yoldan çıkarmaktadırlar. Yine Fetvâ’ya göre bu “Kuvâ-yı Bağiyye” erbabı, Padişahın emri olmaksızın asker toplamakta ve görünüşte asker beslemek ve donatmak bahaneleriyle, hakikatte ise mal toplamak sevdasıyla şeriata uymayan hareketlerde bulunmaktadırlar; ayrıca kanunlara aykırı olarak halkı kendi koydukları zorunlu vergilerle mağdur etmekte ve bu suretle de haksız kazanç elde etme peşinde koşmaktadırlar[7]. Tüm bunlara rağmen Anadolu’da Denizli ve Bursa Müftüleri başta olmak üzere İstanbul’a karşı fetvalar veriyorlardı:

Bursa’da 21 /22 Nisan, 1920 gecesi, Belediye Meclisinin toplantı salonunda, Anadolu üleması adına verilen fetva, İzmir’in işgalinden dört saat yirmi dakika sonra, Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin, vatanı, mukaddesatı, dini, namusu, bayrağı korumanın farz olduğu yolundaki ilk fetvası’ndan mantık ve gerekçe olarak farkları vardı ve öylesine kudretli mantık örgüsüne sahipti ki, İstanbul’daki ihanet şebekesini çileden çıkardı, fevri kararlara zorladı ve karar mevkiinde olan bedbaht kişinin ruhi yapısı üzerinde, selim hisse sahip Türk milletinin doğru kararına asıl sebep oldu[8]. Mill’i Mücadelenin ilk Garp Cephesi Kumandanı ve Kuva-yı Milliye ilk Genel Kumandanı Ali Fuad Paşa 23 Nisan, 1920 sabahı, Mustafa Kemal Paşa ile baş başa kaldığı zamanda Mustafa Kemal Paşa heyecanla tebrik eder ve ona şöyle der: “- Bursa ülemasının fetvası büyük bir zaferdir. Buradaki, esaret altındaki fetva emininin hükümlerinin şer’an geçerli olmıyacağı ve düşman tazyiki altındaki halifenin kurtarılıncaya kadar vazifesini yerine getiremiyeceği yolundaki mantık yolu üzerinde gidilirse, birçok kasıtlı belalardan kurtulmuş oluruz.”[9]

“Nitekim daha sonra Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi (ilk Diyanet İşleri Reisi rahmetli Rıfat Börekçi) tarafından verilen fetvanın muhtevasını, bu Bursa ulemasının fetvasındaki esasların izahlı şekli teşkil etti. Padişah, bu fetvasından dolayı Rıfat Efendiyi idama mahkûm eden kararı tasdik etti[10]” . Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin hazırladığı fetvalar 16 Nisan’da bütün müftülerin imzalarına sunulmak üzere vilâyetlere gönderildi. Buna karşı gelen­ler olmadı. Bursa’da aksini iddia eden bir hocanın İngiliz casusu olduğunun anlaşılması da yararlı oldu[11].

Padişah üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olan Hürriyet ve İtilafçı Mustafa Sabri ve Zeynelabidin Hocalar, Halife’nin ismini kullanarak, diğer memleket köşelerinde olduğu gibi Bursa yöresinden de Kuvay-yı Milliye aleyhine kışkırtmalar yapmışlardır. Onlar da Kuvay-ı Milliyeciler nasıl vatan savunması ve istiklal için din adamlarına dayanmayı düşünüyor ve hatta zorunluk duyuyorsa, onlar da, İşgal Makamlarının çizdiği yolun halk tarafından benimsenmesi için aynı kaynaklara istinad ediyorlardı. Bursa’ya bir çok ajan, casus tahrikatçı da göndermişlerdi. İstanbul’a yakın olması kadar, ilk Osmanlı başşehri, bir ilim ve maneviyat mihrakı olması itibariyle de Bursa’nın memlekette özel yeri vardı[12] .

Anadolu fetvaları, kan dökmekten söz etmiyor, millî kuvvet­lere karşı yapılan iftiraları din yoluyla çürütmek istiyordu. Bu fet­valarda Halifenin esarette olduğu ve onun kurtarılacağı, millî mü­cadeleye katılanların âsi ve bâgi olmadıkları açıklanıyordu[13].

Mustafa Kemal Paşa da, her vesile ile ihtilâlci olmadığını ileri sürüyordu. Fakat Anadolu’yu teşkilâtlandırmış ve hey’eti temsiliye yönetimi kurmuş olan bu büyük adamın kaderi, kendisini Anado­lu’da kurulacak meclise kabul ettirmesine dayanıyordu. O kendi aleyhine işleyebilecek bütün çıkarları da görüyordu. Onun Meclis önünde söylediği’ gibi İstanbul hükümeti ve düşmanlar onun şah­sını çürütmeyi bir silâh gibi kullanıyorlardı[14].

Celâlettin Ârif Bey başkanlık rolünde idi. Meclisin açılması için padişahtan izin alınmasını, padişahla gizli ve açık ilişki kurul­masını isteyenler de vardı, İslâmda kavmiyet olmadığı için Mustafa Kemal’in getirdiği milliyetçilik fikri de yadırganıyordu. Fakat o bir kahraman olarak ortaya çıkmıştı ve memlekette bir kahraman da bekleniyordu. Böyleçe terazinin kefesine, ne yandan bakılsa hep onun tarafı ağır basıyordu. O Büyük Millet Meclisinde verdiği demeçte yalnız zaferler kazanmış bir komutan, bir hatip olarak değil, büyük bir devlet adamı olarak belirecektir. Meclise seçilen mebusların arasında hocalar ve şeyhler % 20 oranında ise de, önemli bir değer taşıyorlardı. Bunlar Osmanlı toplumunun belirli Halk önderleri, etrafta ilgi toplayan insanlardı[15].

Gerçekte Mustafa Kemal Paşa millî bir siyaset takip etmek is­tiyor, İslâm ve Türk birliği gibi hayallere kapılmıyordu. (Nutuk 430). O, Osmanlı Devletinin çökmüş olduğunu düşünerek yeni bir devlet kuracaktır. Cumhuriyetten sonra verdiği büyük nutukta (Nutuk 458) “Millî egemenlik esasına dayalı halk hükümetinden maksa­dının Cumhuriyet olduğunu” açıklayacaktır.

Mustafa Kemal millî egemenlikten söz etmeğe Meclisin açılı­şından 9 ay sonra muvaffak olmuştur. Çünkü, halk padişaha bağlı, toplanmakta olan mebusların çoğunluğu da hilâfet ve saltanat ile irtibat kurmak ve İstanbul Hükümeti ile de anlaşmak istiyordu. (437). Bu bakımdan Millî Egemenliğin kabul edildiği 20 Ocak 1921 tarihine kadar devam eden zamanı Üçüncü Meşrutiyet dönemi sa­yanlar haklı olabilir. Bu döneme “Türkiye Büyük Millet Mec­lisi” dönemi adı verilmektedir. Millet Meclisini Ankara’da toplamağa çalışılırken 1919 yılın­daki ayaklanmalar devam etmekte idi. 2’nci Anzavur îsyanı 16 Nisan’da bastırıldı. 13 Nisan’da birinci Düzce, 19 Nisan’da Bey­pazarı ayaklanması başlayacaktır. Paşalık unvanı verilen Anzavur tekrar sahneye çıkacak, Adapazarı, Yozgat isyanları başlayacaktır. Bu hareketler hep din adına yapılıyordu[16].

Memlekette 300.000 kişilik bir işgal kuvveti vardı. Doğuda Ermeniler üç sancakta kurulan şûrâların çoğunu dağıtarak 1878 sınırına doğru ilerliyorlardı[17]. Karadeniz bölgesinde 25.000 Rum, Güneyde 10.000 Ermeni silahlandırılmıştı. Batıda Yunan ordusu taarruza hazırlanıyordu. Böyle bir durumda millî mücadelenin başarıya ulaşamıyacağını sananlara, özellikle İngilizlere karşı koymamak isteyenlere hak verebiliriz. Fakat dünya şartları gün geçtikçe değişmekte idi. Millî idare önce İngilizleri Anadolu’dan kovmakla işe başladı. Kütahya’­daki İngiliz kuvvetleri çekilmişlerdi. 18 Mart sabahı 24’üncü Tü­men Komutanı Mahmut Bey Eskişehir’e yürüyerek buradaki İn­giliz kuvvetinin de İzmit’e kadar çekilmesini sağladı. İngilizler Mer­zifon ve Samsun’daki askerlerini de geriye alacaklardır. Fransızlar da Urfa ve Maraş’tan atılmışlardı. Gerçi atılan kuvvetler küçük olsalar bile bu hareketler, batılıların baskısı altında bulunan milletler üzerinde iyi etkiler bıraka­rak millî hareket sempati ile karşılanıyor, Sovyet Rusya da bu ha­reketi dikkatle izliyordu[18].

Seçimler ve Meclisin Ankara’da toplanması:

İstanbul’daki Osmanlı Meclisi dağıldıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa Ankara’da bir kurucu meclis kurmak istiyordu. Kâzım Paşa (Karabekir) başta olmak üzere kurucu meclis fikrini uygun bulmayanlar vardı. Kurucu meclis deyiminden rejimi değiştirmek amacı sezilmekte idi. Bundan vazgeçilerek selâhiyeti fevkalâ­deye (olağanüstü) sahip meclis deyimi kabul olundu. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mart günü her sancaktan beş üye seçilmesini bir genelge ile yayınladı. 21 Mart bildirisinde de olağanüstü Meclisin 23 Nisan’da Ankara’da toplanmasını istedi. 21 Mart bildirisinde de Meclisin dinî törenle açılacağı, vilâyetlerde de dinî merasimin yapılması isteniyordu[19].

İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan mebuslar büyük zorluklar çekiyorlardı. Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi Şeyhi Atâ Efendi, Maltepe’de Kocaeli Kuvayı Milliye Komutanı Şükrü Bey bunların kaçmalarını kolaylaştırıyordu. Bu zorluklar olurken hükümet tarafından trenle gönderilen bir mebus kurulu dikkati çekti. Kısa bir incelemeden sonra onlar da kabul edildiler. Diğer yandan Anadolu’daki mebus seçimleri de zorluklara uğruyordu. Bir İngiliz muhribi ile İstanbul’dan Trabzon’a gelen Vali Hamit Bey seçimleri geri bıraktırdı. Diyarbakır, Konya, Elazığ, Malatya, Dersim’de de seçimler yapılamıyordu. Diyarbakır’daki 13‘üncü Kolordu Komutan vekili Albay Cevdet Bey bunun nedeni olarak Kürtçülük hareketinin başlamasını gösteriyordu. İstanbul’dan kaçarak 27 Mart’ta Düzceye gelen, İstanbul Mec­lisi Başkam, Celâlettin Arif Bey de ortaya yeni bir mesele çıkardı. İstanbul’dan Anadolu’ya geçeceklerden başka her sancaktan beş değil, iki üye seçilmesini, beş üye seçmenin Anayasaya aykırı ol­duğunu ileri sürdü. O, kendi aklına göre İstanbul’dan gelenlerin çoğunlukta kalmalarının, bu suretle kendisinin de başkan olmasını istiyordu[20].

Türkiye Büyük Millet Meclisi

Büyük Millet Meclisi 23 Nisan’da 120 kişi ile öğleden evvel Hacıbayram Camiinde dinî merasim yapıldıktan sonra, toplandı. En yaşlı olan Sinop Mebusu Şerif Bey oturumu açtı. Şerif Bey verdiği demeçte: Tam bağımsız yaşamak için kararlı olan ve ezelden beri özgür yaşayan milletimizin kurtul­ması, padişahın yabancı kayıtlarından, İstanbul ile diğer zulüm ve işgal altında bulunan illerimizin kurtarılmaları için Tanrı’dan ba­şarı diledi. 24 Nisan’da 112 üye ile toplanan Meclis, Mustafa Kemal Paşa’yı Başkanlığa seçti[21].

24 Nisan 1920’de yapılan Meclis Başkanlığı seçiminde elle yazılan müşterek oy pusulası kullanıldı. Başkanlık için Atatürk’ten başka aday gösterilmedi. Atatürk, 110 oyla  1. başkan seçildi. Celalettin Arif Bey ise 109 oyla 2. başkan seçildi,  (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 1, Cilt 1, İçtima 1, 24. 4. 1336.) Yani iki ayrı seçim yapıldı. Atatürk, yüzde doksanın üstünde oyla Başkan seçildi[22].

Mustafa Kemal Paşa Mecliste verdiği nutukta genel durumu geniş ölçüde açıkladı. Onun başlıca dileklerini şöyle özetleyebiliriz[23]: “Eğer bu milleti insan olarak, namus ve şerefiyle yaşatmak istiyorsak kabul edeceğimiz husus, bütün kuvvet ve vasıtalarımızı gereğine göre kullanarak, bizi yok etmeğe çalışan düşmanların, düşmanca emellerini kırmaktır. Saltanat ve Hilâfet merkezi fiilen işgal altındadır. Halifemiz ulu atalarımızın en değerli yadigârı olan padişahımız işgal altındaki bir memlekettedir………Padişahımız Efendimiz Hazretleri Cuma namazına giderlerken kendilerini koruyan askerî birlik İslâm asker değil, İngiliz askeridir. Bu elim şartlar içinde padişahımızla özel temas kurulamaz”.

25 Nisan 1920 oturumunda Hacı Bektaş Çelebisi Cemalettin Efendi ile, Mevlevi Çelebisi Abdülhalim Efendi ve Celâlettin Arif Beyler Başkan vekilliklerine seçildiler, Mustafa Kemal Paşa, Mec­lisin bütün işlere elkoyması düşüncesinde olduğunu, Genel Kurula karşı sorumlu olarak Meclis Başkanının hükümete de başkanlık etmesini teklif etti. Bu teklif kabul edilerek on kişilik bir yürütme organı kuruldu. 2 Mayıs 1920 de Meclis vekillerine dair Kanun kabul edilerek, Meclis vekillerini seçti. 3 Mayıs’ta hükümet kurul­du. 9 Kasım’dan sonra da vekillerin Başkanın gösterdiği aday­lardan seçilmesi kabul edilecektir. Büyük Millet Meclisi kendisini son Osmanlı Meclisinin devamı saymakta idi. Bu fikri Celâlettin Arif Bey ortaya koymuş, bunu Mustafa Kemal Paşa da kabul etmek zorunda kalmıştı. O cumhu­riyete benzer bir hükümetin halkı ürkütmesinden çekinmekte idi. Memâliki mahrusa, tebaai şahane sözleri kullanılıyordu. Kanunu Esasi ve yürürlükteki kanunların uygulanması isteniliyordu. Mec­lisin adına (Meclisi Kûbrai Millet), (Meclisi Kebiri Millî) adlarının konulması tavsiye edilerek bunların Türkçe karşılığı olan (Büyük Millet Meclisi) adı kabul olundu[24].

Anadolu’da İslâm ümmetçiliği, sosyalizm akımları varsa da padişaha bağlılık ve ümmetçilik kuvvetli idi. Siyasal ve sosyal hayata da hocalar, şeyhler, arazi sahipleri hâkim idiler. “Mecliste ilk anda Hilâfet ve Saltanat makamı ile irtibat ve merkezî hükümet ile an­laşma cereyanı baş gösterdi” (Nutuk 437). Bu durumda Mustafa Kemal Paşa devrimci fikirlerini bir sır gibi saklayacaktır[25].

Hilâfet ve Saltanata bağlılık:

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu hareketinin padişaha karşı bir isyan hareketi olmadığını göstermek için bütün gücü ile çalışıyor­du. Hatta ihtilâl zamanı yasalar susar diyen Konya Mebusu Refik Bey’e (Koraltan) kürsüden verdiği cevapta böyle nâzik bir za­manda ihtilâl sözünün toplum düzenim bozacak nitelikte olduğunu belirtti. Mustafa Kemal Paşa tarafından padişaha çekilen telgrafta “Millî Savunmaya karşı olan hainler milleti birbirine kırdırmak istiyorlar. Oysaki vuran da, vurulan da sizindir. Kalbimizde size karşı bağlılık ve kulluk duygularıyla doludur” diyordu. (Z. C. 28 Nis.) Bu bağlılığı göstermek için Millet Meclisi üyeleri de şöyle and içeceklerdir. “Hilâfet ve Saltanatın, vatan ve milletin kur­tuluş ve bağımsızlığından başka amaç gütmeyeceğime ant içerim” (Z. C. 6 Tem.) . Bu tarih, Anadolu’da büyük bir ayaklanma olduğu, Yunanlılar taarruza hazırlandıkları, elde ayaklanmayı bastırcak kuvvet bulunmadığı bir zamana rastlar[26].

Büyük Millet Meclisinin padişaha bağlılık gösterileri bir süre devam edecektir. 5 Eylül’de kabul edilen 18 sayılı Kanunun 1 inci maddesinde “Büyük Millet Meclisinin amacı, hilâfet ve saltanatın, vatan ve milletin kurtarılmasından ibarettir” sözü yer alacaktır. 18 Eylül 1920 günü Mecliste okunan hükümet programının birinci maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi millî sınırlar içinde yaşama, bağımsız olma, hilâfet ve saltanatı kurtarma amacıyla kurulmuştur” deniliyordu. Buradaki sözcük dikkati çeker. Artık Meclis padişahın kuvveti değil, onun kurtarıcısı durumundadır. Osmanlı sözcüğü yerini de Türk sözü yer almıştır. Artık Meclise Türkiye Büyük Millet Meclisi denecektir. Bununla birlikte 8 Eylül tarihli Bütçe Kanununun başında “Zatı Hazreti Padişahı ve Hanedanı Saltanat” adı ve bazı kanunlarda da memâliki Osmaniye adı kullanılmıştır. Mustafa Kemal Paşa da yabancı devlet temsilcilerine gönderdiği protesto telgraflarında “Biz Osmanlılar” diyordu (Nutuk 416)[27].

Ne var ki padişah’a sadakat göstermekle ne Padişah’ın millî harekete karşı olan kini, ne de ayaklanmalar söndürülebiliyordu. Büyük Millet Meclisinin meşru olmadığı propagandası yaygın bir halde idi. Buna karşı tedbir olarak 29 Nisan’da Hiyaneti Vataniye Kanunu çıkarılmıştı. Kuvvayı seyyareden Ethem Bey’de bastırdıkları ayak­lanmalarında özel mahkemelerin kararlarıyla idam hükümleri veri­yorlardı. Yozgat ayaklanmasını bastırmak için Ethem Bey’e verilen tali­matta ceza selâhiyeti de yer alıyordu. Yozgat, Düzce ayaklanmalarının bunalım yarattığı bir dö­nemde (29 Nisan) Hiyaneti Vataniye Kanunu, sonra da İstiklâl Mahkemeleri Kanunu çıkarılarak Meclisten 22 üye seçilmiştir. Bu kanunun çıkarılması ve üyelerinin seçilmeleri zorluklara uğra­mıştır[28].

Padişah’ın gücü ve yetkisi ele alınmış, yürütme organı teşki­lâtlandırılmış, Sivas’ta Yargıtay Mahkemesi kurulmuştu. Bu­nunla birlikte Millî Egemenlik sözü kullanılmıyordu. Böylece Padi­şah’ın manevî varlığı devam ediyordu. Mustafa Kemal Paşa ken­disi hakkındaki idam hükmünü tasdik eden padişah’a karşı elinden gelen saygıyı göstermeğe devam ediyordu. Onun hanedandan birini Anadolu’ya getirmek istediği de söylenir.

Böylece Büyük Millet Meclisinin toplandığı (23 Nisan 1920) tarihinden (20 Ocak 1921) tarihine kadar süren 9 aylık dönemi Osmanlı Meclisinin devamı sayılmıştır. Bunun böyle olması üze­rinde İstanbul Meclisinin eski başkanı Celâlettin Arif Bey’le İstan­bul’dan gelen mebuslar önemle durmuşlardır. 20 Ocak 1921’de hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, prensibi kabul edilecek, asırlardan beri zincire vurulan Türk adı değer kazanacak, ümmetçilikten milletçiliğe doğru önemli bir adım atılacaktır[29].

23 Nisan Nasıl Bayram Oldu?

“Millet 23 Nisan’da ilk sözünü söyledi ve milli davaya atıldı. Yoktan bir ordu çıkardı. Dağılan halkı bir araya topladı. Milletin başına musallat olan halifeyi orada yalnız bıraktı. Yalnız Türklerin, yalnız Anadolu’nun değil, bütün İslam âleminin hayatını, istikbalini
kurtaracak bir devletin temellerini 23 Nisan’da attı. 23
Nisan günü bu milletin, özgür ve bağımsız Anadolu’nun
sonsuza kadar millî bir bayramıdır.”

(Bursa Milletvekili Muhittin Baha Bey, 23 Nisan 1921)

Nisan 1921.

Anadolu işgal ve isyan ateşiyle yanıyordu. 1 Nisan’da Yunan  ordularını yenip II. İnönü Zaferi’ni kazandık. 7 Nisan’da Aslıhanlar Savaşı’nı kaybettik. Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine yerleşti. 15 Nisan’da Anzavur İsyanı bastırıldı. Anzavur, Biga yakınlarında öldürüldü. 15 Nisan’da yeni Yunan başbakanı Gunaris ve bazı Yunan bakanlar İzmir’e geldiler. Yunan ordusunun güçlendirilip taarruza geçmesini kararlaştırıp geri döndüler.

Tarih 23 Nisan 1921.

Günlerden cumartesi.

24’üncü içtima.

Başkanlık makamında Birinci Reis Vekili Hasan Fehmi Bey oturuyor. TBMM’nin toplanmasının üzerinden tamı tamına bir yıl geçmiş; Milletin egemenliğini kendi eline almasının birinci yıl dönümü. Saruhan Milletvekili Refik Şevket Bey ve arkadaşları ile İçel milletvekili  Şevki Bey, 23 Nisan’ın “millî bayram ilan edilmesi” hakkında Meclis’e  kanun teklifi verdiler[30].

Şevki Bey teklifinde, “23 Nisan 1920 gününde Büyük Millet Meclisi kurularak milletin yazgısıyla ilgili işlere el koyduğu mutlu bir gün olduğundan, (bugünü) halkın yüreğinde yüceltmek için, bu tarihin resmi bayram olmasını” öneriyordu[31].

Teklif sahiplerinden Saruhan Milletvekili Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın mutlaka bayram olması gerektiğini savundu:  

“Efendiler, rica ederim, millî amacımızı gerçekleştirmek için attığımız adımın şerefi hürmetine bunu bir kutsal tarih olarak tespit etmekle yükümlüyüz. (…) Efendiler, yüreklerimizde zafer azmini öyle bir güçlü imanla yaşattık ki, bütün bu şereflerin, bütün bu başarıların ilk adımı 23 Nisan’dır. Rica ederim, bunu kabul etmekte ne sakınca vardır?”

Refik Koraltan (Konya), “23 Nisan’ın millî bayram olarak kabulünü rica ederim” dedi. 

Tunalı Hilmi Bey (Bolu), “Efendim, millî bayramdır, Türkçe olsun” dedi.          

Abdülkadir Kemali (Kastamonu), “Efendim, millî bayram olsun” dedi.

Görüşmelerde, Vehbi Hoca ve Ali Şükrü Bey dışında 23 Nisan’ın millî bayram olmasına kimse itiraz etmedi. 

Görüşmeler bitince başkan söz aldı[32]: “Efendim, millî bayram olması teklif ediliyor. Kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edildi… ”

Böylece, “23 Nisan’ın millî bayram kabulüne dair” 112 sayılı kanun çıkarıldı.

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca 1 Kasım da Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ilan edildi.

Zamanla 23 Nisan, Millî Hâkimiyet Bayramı olarak kutlanmaya başlanınca 1 Kasım kutlamalarından vazgeçildi.

1935’te çıkarılan 2739 sayılı kanunla bu bayram, “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak adlandırıldı.

1981’de kabul edilen 2429 sayılı kanunla bayramın adı “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” oldu[33].

Çocuk Bayramı

1922’de Ankara’daki 23 Nisan kutlamalarına öğrencilerin de katılması bir coşku yarattı. Atatürk’ün desteğini alan Himaye-i Etfal Cemiyeti 23 Nisan 1923’te yetim ve öksüz çocuklar için yardım toplamaya başladı. Bu sırada yardım amaçlı rozetler çocuklar tarafından satıldı. Böylece 23 Nisan’da çocuklar ön plana çıktı. 23 Nisan’ın “çocuk bayramı” olmasını isteyen Atatürk’ün de bu faaliyetlere destek olmasıyla 1925’te 23 Nisan aynı zamanda “Çocuk Günü”, 1926’dan itibaren Çocuk Bayramı” olarak kutlandı. İlk kapsamlı “Çocuk Bayramı” kutlamaları Atatürk’ün himayesinde 1927’de yapıldı. 23 Nisanlar, 1929’dan itibaren de “Çocuk Haftası” olarak kutlandı[34].

Kaynaklar

1-Cemal Kutay, İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu, Cemal Kutay Kitaplığı, İstanbul, 1977.

2-Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.

3-Osman Akandere& Hasan Ali Polat, Damat Ferit Paşa Hükümetlerinin Millî Mücadele Karşıtı Politikaları, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2011.

4-Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, Yüzyılın Lideri, İnkılâp Yayınevi, İstanbul, 2018.


[1] Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983., s.162.

[2] Osman Akandere& Hasan Ali Polat, Damat Ferit Paşa Hükümetlerinin Millî Mücadele Karşıtı Politikaları, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2011, s.36.

[3] Fahri Belen, a. g.e., s.162.

[4] Cemal Kutay, İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu, Cemal Kutay Kitaplığı, İstanbul, 1977, s.140.

[5] Fahri Belen, a. g.e., s.163-165.Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam”, 2. cilt-296.

[6] Osman Akdere&Hasan Ali Polat, a. g. e., s. 85-86.

[7] A.g. e., s.128-129.

[8] Cemal Kutay, a. g. e., s. 199.

[9] A.g.e., s. 200.

[10] A. g. e., s.201. Millî Mücadelede Öncekiler ve Sonrakiler, Cemal Kutay. 2. Cilt. Sayfa. 102.

[11] Fahri Belen, a. g.e., 165.

[12] Cemal Kutay, a. g. e., s. 192.

[13] Fahri Belen, a. g.e.,s. 165.

[14] A.g.e., s.165.

[15] A.g.e., s.165.

[16] A.g.e., s.165

[17] A.g.e., s.166.

[18] A.g.e., s.167.

[19] A.g.e., s.167.

[20] A.g.e., s.168.

[21] A.g.e., s.168.

[22] Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, Yüzyılın Lideri, İnkılâp Yayınevi, İstanbul, 2018, s. 86.

[23] Fahri Belen, a.g.e., s.168-169.

[24] A.g.e., s.169-170.

[25] A.g.e., s.171.

[26] A.g.e., s.171.

[27] A.g.e., s.171-172.

[28] A.g.e., 172.

[29] A.g.e., 172-173.

[30] Sinan Meydan, a. g. e., s. 79.

[31] A.g.e., , s. 81.

[32] A. g. e., , s. 84.

[33] A. g. e.,  s. 85.

[34] A. g. e., , s. 85.

Milli egemenlik!..

“Türk’ün adının tartışılmaya başlandığı bu günlerde Türk Milletine bazı hatırlatmalar!”

Türkiye önümüzdeki günlerde Türk Milleti adına hareket etmek üzere kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nin açılışının 105.yılını kutlayacak. Türkiye Cumhuriyeti devleti TBMM’nin açılışını bir bayrama dönüştürmüş ve adını “23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak koymuştur.

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, sözü Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan bu yana Türkiye anayasasında yer alan ve Türk Milleti adına Türkiye’nin kuruluşunu ilan eden TBMM’nin temel dayanağını oluşturan ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 6. maddesi de bu cümle ile başlamaktadır.

Yani egemenlik kayıtsız şartsız milletindir (Türk Milleti)… Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz…

Kağıt üzerinde ne güzel yazılmış! Zannediyorsunuz ki; Türk Milleti her şeye egemen… Peki öyle mi?

Günümüzde gelişen olaylara bakarsak Türk Milletinin ülke sınırları içinde egemen olduğunu söylemek çok zor hatta imkansız.

Bugün siyaset ve bürokrasi bununla bağlı olarak da ekonomi Türklüğü hissetmeyen ve Türklüğe inanmayanlarca işgal edilmiş! Ortalık her şeyin bol miktarda kriptosundan geçilmiyor. Anladık imparatorluk bakiyesiyiz ama bu kadar da olmaz! TBMM’de olan bitene (kavgalara ve bilhassa menfaat içerenlerine) bakın ne demek istediğimi anlarsınız!

Yabancılara yapılan özelleştirmeler, gayrı menkul satışları, borçlanmalar, petrol arama, su kaynakları, baraj gibi enerji kaynakları ile maden arama ve işletme ruhsatlarının verilmesi, finans kuruluşlarının satışı, ithalata dayalı bir ekonomi anlayışı, gümrük birliği gibi ticari bağımlılık olayları Türk Milletinin egemenliğini ortadan kaldırmış gibi gözükmektedir. Yani hülasa bayrak Türk’ündür ama ya ekonomi kimindir sorusunu sorma zamanı çoktan geçmiştir.

Salda Gölünün kumlarını bile koruyamaz haldeyiz. Ya Suriyeliler için harcanan ama ihtiyaç halinde halktan esirgenen paralar için ne demeli? Son virüs salgını da ekonomimizin ne kadar zayıf olduğunu bize bir kez daha gösterdi. Dünyanın güçlü devletleri bırakın kendi vatandaşlarından yardım istemeyi bütçelerinden parası olana olmayana talep etmeksizin yardımda bulundular. Türk Milleti bu çağda günlük kazanıp günlük yer haldedir. Fakir, yoksul ve borçlu durumdadır.

Halbuki Türkiye’deki her şey kayıtsız şartsız (kağıt üzerinde) Türk Milletine aittir. Türkiye için birileri her ne kadar kaynakları kıt bir ülke dese de çok zengin bir ülkedir. Bu zenginlik şüphe yok ki; Türk Milletinindir. Öyle ise nerede bu zenginlik?

Türk Milleti reel anlamda bu topraklar üzerinde fiili egemenliğini yitirmiştir. İş şimdi hukuki egemenliğini yitirmeye gelmiştir. Onun için birçok karanlık mahfil onlarca yıldır yeni anayasalar hazırlayıp duruyorlar.

TBMM’nin açılışının yüzbeşinci yılı vesilesi ile Türk Milleti bu topraklar üzerindeki egemenliğini yeniden hatırlamalı ve üzerinde düşünmelidir. Kağıt üzerinde yazılı egemenlik Türk Milleti için yeterli gelmez. Bu egemenlik anlayışının mutlaka fiiliyata geçmesi gerekir. Yani siyaset, bürokrasi ve sermaye Türkleşmeli ve millileşmelidir. Egemenliğimiz bu şekilde bir anlam kazanır.

Başımıza gelen bütün olumsuzlukların temelinde bu sorun yatmaktadır. Bu vesile ile bu topraklarda binlerce yıldır süren Türk egemenliğinin, TBMM eliyle bir kez daha ilan edilişinin 105.yılını kutluyor hepinizi bu konu üzerinde düşünmeye davet ediyorum.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın Anlam ve Önemi

Her yıl 23 Nisan’da büyük bir coşkuyla kutlanan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı ve egemenliğin halka verildiği önemli bir gündür. Aynı zamanda dünya üzerinde çocuklara adanmış ilk ve tek bayram olma özelliği taşır. Bu özel gün, hem milli egemenliğin ilanı hem de çocuklara verilen değerin simgesidir.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Neden Çocuklara Adanmıştır?

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla birlikte, egemenlik ilk kez millete verilmiştir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, bu tarihi günü yalnızca ulusal egemenliğin başlangıcı olarak değil, aynı zamanda geleceğimizin teminatı olan çocuklara armağan ederek, onların önemini tüm dünyaya ilan etmiştir. 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın kabulü, çocukların özgürlük, barış ve mutluluk içinde büyümesi gerektiği anlayışını yansıtır.

23 Nisan Çocuk Bayramı’nın Toplumsal Gelişime Katkıları

23 Nisan, sadece çocuklara yönelik bir bayram değil; aynı zamanda birlik, beraberlik ve barış mesajları içeren bir gündür. Çocukların farklı kültürlerden gelen akranlarıyla tanışmaları, toplumsal farkındalık, hoşgörü ve empati becerilerini geliştirir. Ayrıca bu bayram, Türkiye’nin çocuk haklarına verdiği önemi ortaya koyar ve çocukların özgüvenli bireyler olarak yetişmesine katkı sağlar. 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın topluma katkısı, nesiller arası bağları güçlendirerek sosyal bütünleşmeyi destekler.

23 Nisan Çocuk Bayramı Nasıl Kutlanır?

Her yıl Türkiye genelinde ve yurt dışındaki temsilciliklerde coşkuyla kutlanan 23 Nisan’da çeşitli etkinlikler düzenlenir. Okullarda şiir dinletileri, halk oyunları, tiyatro gösterileri, resim sergileri ve çocuk şenlikleri yapılır. Farklı şehirlerde düzenlenen bu kutlamalar sayesinde çocuklar hem eğlenir hem de yeni kültürlerle tanışma fırsatı bulur.

 Sevgili çocuklar,

23 Nisan sadece bir tatil günü değil; aynı zamanda sizin ne kadar özel ve değerli olduğunuzu hatırlatan bir bayram! Bu güzel günde eğlenirken, gülüp oynarken aynı zamanda ülkemizi daha güzel bir yer haline getirecek fikirlerinizin ve hayallerinizin ne kadar kıymetli olduğunu unutmayın.

Çünkü sizler, geleceğin doktorları, öğretmenleri, astronotları, sanatçılarısınız!

Siz büyüdükçe dünyamız da güzelleşecek.

🎉 Hepinizin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun!

Neşeniz hiç eksik olmasın, yüzünüz hep gülsün! 😊

Merve Uğur

https://www.derslig.com/blog/23-nisan-ulusal-egemenlik-ve-cocuk-bayraminin-anlam-ve-onemi?ysclid=m9spw0yppr413187929

İnsanlık Tarihi Kadar Eski, Hırsızlık Kadar Çirkin

“Rüşvet, Şike, İrtikap” başlıklı yazıma çok miktarda yorum geldi. Takipçilerim, yazıma ekleme yaptılar, açılım getirdiler. Demek ki bu konu toplumumuzda önemli bir kangrenmiş.

Söz konusu çirkin fiilin işlenmesinde en az iki taraf var: Alan ve veren. Aracı olanı da eklersek üç taraf mevcut. İnancımıza göre hepsi lanetlenmiş. Bakara suresi 188. ayette Rabb’im “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” diye emreder. Haksız kazanç, insanlık tarihi kadar eski. Bu, önemli bir imtihan, ağır bir günah.

Rüşvet eylemine taraf veya aracı olmak için kalbin, vicdanın bir hayli kirlenmesi gerekiyor. İman zayıflığı ayrı bir konu. Kişi nasıl bir değer anlayışıyla rüşvet alabilir, verebilir? Hakkı olmayan bir birikimi cebine koyabilir, evine götürebilir, çocuklarına yedirebilir? Bunun utancını nasıl duymaz? “Bu işi şu rakama çözeriz veya bu işini halledersem şu miktar paranı alırım.” cümleleri, nasıl bir duygusuzluğun, haramzadeliğin ifadesi olabilir? Vicdanın çürüdüğü yerde adalet bitmiştir, devletin temeli olan adaletin bittiği yerde toplum tefessüh etmiştir. Kıyamet ne zaman kopacak, diye bekleyenlere denecek söz “Günaydın”. Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. 

Türkiye’nin en zengin iş adamı, sosyal medya hesabında işlerin rüşvetsiz yürümediğinden, bürokrasinin rüşvetsiz iş görmediğinden yakınıyor; pek çok işverenin bu tür ilişkileri kanıksadığını, olağan karşılar hale geldiğini yazıyor.

Gazetelerde, Devlet Hava Meydanlarındaki sözleşmeli bir kamu görevlisinin, fahiş oranda maaş aldığı halde, evinde yirmi kg altın ve çok miktarda döviz bulunması nedeniyle sorguya alındığını okuyoruz.

Belediyelerde dönen rüşvet çarkının sayısını hatırlamak için hafızamızda yer bulamıyoruz.

Kimin eli kimin cebinde olduğunu öğrendikçe dudaklarımız uçukluyor, hayretlere düşüyoruz. Kişilere ve topluma karşı güvenimiz azalıyor, alan ve verenlere karşı öfkemiz artıyor.

İçişleri Bakanlığında müfettişlik ve valilik görevlerinde bulunduktan sonra emekliye ayrılan değerli bir büyüğümüz, içeriden biri olarak, önceki yazıma şöyle bir açıklama göndermiş: “Rüşvet ülkemizde yaygın olarak sürmekte. Zatıalinizin yaşı gereği hastanelerle daha fazla teşrik-i mesai içinde olduğunuz için, siz sağlık alanındaki çürümüşlüğü görüyorsunuz. Ama eğer yargıya düşse yolunuz, oradaki çürümüşlüğün ve rüşvet çarkının ne kadar yoğun bir şekilde çalıştığını fark edersiniz. Şu sıralar fazla kullanılmıyor ama “fetö borsası” diye bir şey hala çalışıyor. Adalet müessesesinde bile rüşvetin çok yaygın olması, ülkenin nasıl bir kangrene maruz kaldığının en açık belirtisidir. Belediyelerde özellikle muhalif belediyelerde yolsuzluk ve rüşvet haberlerini ve soruşturmalarını görüyoruz. Doğrudur, olabilir. Ama ben uzun yıllar mülkiye müfettişliği yaptığım için yakinen biliyorum. Şu sıralarda muhalif belediyelerde soruşturması yapılan yolsuzluk ve rüşvet miktarlarına bakıyorum ve bu miktarların iktidar belediyelerinde yapılan yolsuzluk ve rüşvet miktarları yanında “devede tüy” bile olmayacağı kanaatindeyim.”

Bu ifadeler; barış, huzur, güven ortamında yaşamayı arzulayan bireyler adına çok korkunç. Fuzuli’nin, “Selam verdim rüşvet değildir deyip almadılar” ifadesi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa’nın sıfırdan büyük bir servete nasıl sahip olduğunun entrikaları, tarihimizdeki rüşvet, iltimas, irtikaba çarpıcı örneklerdir. Belki de Osmanlı’ın yıkılmasının önemli sebeplerindendir.

Gidecek yerimiz yok, bu topraklar bizim. Gideceğimiz son yer kara topraktır. Bu toprakların üzerinde yaşayanlar, devletine güvenmeli, yöneticilerine inanmalı, birbirini sevmeli, paylaşmayı bilmeli, geçmişiyle yüzleşmeli, geleceğine ümitle bakabilmelidir.

Adamına göre ihale kanunu çıkarılmaktan vazgeçilmeli. Bir türlü işlemeyen hal yasası canlandırılmalı. Adliye sistemi ıslah edilmeli. Devletle vatandaş arasında güvensizliğe yol açacak her türlü gedik kapatılmalı, emniyet ve güven temel ölçü olmalı. Siyasi partiler rant değil, hizmet odaklı olmalı. Belediyeler siyasi at gözlüğünü çıkarmalıdır. Eğitime yön verenler, merkez ayağı kendi değerlerimize sabitken diğer ayağı bütün dünyayı kuşatan pergel misali derin ufka ve inanca sahip nesiller yetiştirecek moral ilkelerini tesis etmeli, yürürlüğe koymalıdır.

Ziya Paşa’mız ne kadar veciz ifade etmiş: 

“Seyr etti hevâ üzre denir taht-ı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.”

Dünya fani, insanlık baki. Kubbede hoş seda bırakmak, bizim tercihimiz. Yoksa “Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr / Katır mühürdar oldu, eşek defterdar!” diyerek izzet ü ikbal ile “Bana ne?” demek da var.

23 Nisan Hikâyesini Anlayarak Kutlama

Aşağıdaki hikâyeyi okuyalım ve sadece sıradan bir günmüş gibi kutlamayalım.
Ülkemin her anı her günü çok önemli değerler barındırıyor.
Kurtuluş Savaşı’nda sayısız şehit çocuğu öksüz ve yetim kalmıştı. Bu kutsal emanetlere sahip çıkabilmek için, bizzat Mustafa Kemal’in himayesinde 1921’de Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kuruldu.
*
23 Nisan henüz “Hâkimiyeti Milliye” bayramıydı. Çocuk bayramı değildi.
*
23 Nisan 1923’te TBMM’de yapılan
Hâkimiyeti Milliye Bayramı töreninde, Mustafa Kemal’in isteğiyle, Himaye-i
Etfal Cemiyeti Başkanı’na protokolde yer verildi.
*
Bir sene sonra, 23 Nisan 1924 törenlerinde Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni Mustafa Kemal’in eşi Latife hanım temsil etti.
*
23 Nisanlar cemiyetin tanıtımı için fırsat olarak değerlendiriliyordu. Mesela… Gelir elde etmek için rozet satılıyordu, 23 Nisan törenlerine katılan herkes bu rozetleri takıyordu. Gazeteler teşvik edici yayınlar yapıyordu, her rozet, bir şehit çocuğuna destek manasına geliyordu.
*
23 Nisanlar, Himaye-i Etfal’le özdeşleşmişti. 23 Nisan denilince şehit çocukları, şehit çocukları denilince 23 Nisan akla geliyordu.
*
Milliyet gazetesi 23 Nisan 1926’da
“Çocuk Bayramı” manşeti attı. Alt başlığında “bugün istiklal günü, vatanın kimsesiz çocuklarına yardım edelim” deniliyordu. Bağış patlaması oldu. Cemiyet, yardım kutuları koydu, para atmak için kuyruklar oluştu. Ankara’nın lokantacı, kahveci, otomobilci esnafı 23 Nisan hâsılatlarını Himaye-i Etfal’e verdi.
*
23 Nisan 1927… Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin yayınladığı bildiri gazetelerin manşetlerindeydi: “Büyük Gazimiz, çocuklarımızın 23 Nisan bayramını daha sevinçli geçirmelerine vesile olacak büyük bir jestte bulunmuşlardır. Mustafa Kemal Paşa, otomobillerinden birini, törenlerde çocuklara tahsis etmiş, Cumhurbaşkanlığı bandosunun çocuk bayramı için görev yapmasını sağlamıştır. Çocuklarımız ne kadar övünse ve sevinse yeridir.”
*
Himaye-i Etfal aynı zamanda şu çağrıyı
Çıkardı, “çocuk haftası” ilan edildi. Etkinlikler çığ gibi büyümüş, tüm yurda yayılmıştı. Himaye-i Etfal’in bu organizasyonu tek başına yapabilmesi artık mümkün değildi. Balolar, konferanslar, anne eğitimleri, müsamereler, yarışmalar, şenlikler içeren kapsamlı kutlamaların organizasyonu, dönemin en büyük sivil hareketi olarak kitap, elbise, çamaşır, oyuncak, süt, yemek ve şeker dağıtır hale gelmişti.
*
Himaye-i Etfal sayesinde herkes gücü ölçüsünde amca, teyze, dayı, hala olmuş, şehit çocuklarının elinden tutmuştu. Mustafa Kemal vizyonuyla “dünyanın en büyük ailesi” kurulmuştu.
*
23 Nisan Çocuk Bayramı’nın varlık sebebi şehit çocuklarıdır.
*
23 Nisan, kendi çocuğumuzu şefkatle bağrımıza basarken, şehit çocuklarını unutmayalım günüdür. 23 Nisan, bizim çocuklarımızın saçının teline zarar gelmesin diye, kendi canını hiçe sayan kahramanları unutmayalım günüdür.
*
23 Nisan, bu milletin şehitlerine ve çocuklarına borcudur.
*
Şehit çocuklarını himaye etmek için kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1935’te Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüştü.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayram’ınızı saygı ve minnetle kutluyorum.

Âlemler

     Semâ ve göklerde binlerce âlem var. Yıldızların bir kısmı, her biri birer âlemdir. Yerde ise, her bir cins mahlûk birer âlemdir. Hattâ her bir insan bile küçük bir âlemdir. “Âlemlerin Rabbi” ta’biri ile, doğrudan doğruya her âlemin; Allah’ın rububiyeti / yetiştirici oluş ve keyfiyetiyle idare ve terbiye edilmekte olduğu, her bakımdan O’nun tedbîrine tâbi’ tutulduğu anlaşılmaktadır.

DÜŞMAN

     Düşman meçhûl / bilinmez olduğu zaman, daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha fena olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şiddetli olur. İçte olursa, zararı daha büyük olur. Çünkü içteki düşman, kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Dıştaki düşman ise, aksine asabiyeti şiddetlendirir. Dayanıklılığı artırır. Nitekim, nifak ve münafıklığın cinayeti ile, İslâm’a verilen zarar pek büyüktür. Çünkü İslâm Âlemi’ni zelzeleye uğratan nifaktır.

İBADET

     İ’tikad ve imana ait hükümleri kuvvetli ve sâbit kılmakla, meleke hâline getiren ancak ibadettir.

     Hakikaten Allah’ın emirlerini yapmaktan ve yasaklarından sakınmaktan ibaret olan ibadetle; vicdanî ve aklî olan imanî hükümler; terbiye ve takviye edilmezse eser, te’sîr ve etkileri zayıf kalır.

     Bu hâle, İslâm Âlemi’nin şimdiki durumu şâhittir. Nitekim, ibadet dünya ve âhiret saâdetlerine vesile olduğu gibi, dünya ve âhiret işlerini tanzîme de sebeptir. Ayrıca, fert ve insanlığın olgunlaşmasına da vasıtadır. Yaratıcı ve kul arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir bağdır.

HAKÎM  İSMİ

     Hz. Allah, Hakîm isminin gereği olarak, varlıkların yaratılmasında bir merdivenin basamakları gibi bir tertîb ve düzen, yani bir çeşit sıralama yapmıştır. Sabırsız insan ihtiyat ile hareket etmediği için, basamakları ikişer üçer atlamaya kalkar ve düşer. Böylece istediği yere çıkamaz. Gösterdiği hırs, mahrumiyetine sebep olur. Sabır ise, müşkilât ve zorlukların anahtarıdır. Zorluklardan kurtuluşa vesiledir.

     Çünkü “Hırs gösteren mahrumdur, zarardadır.” “Sabır, ferahlığın anahtarıdır.” deyişi, atasözü hükmündedir. Bundan anlaşılıyor ki, Allah’ın inayet ve tevfiki / yardımı ve başarılı kılması, sabırlı adamlar ile beraberdir.

NİMETİN  NİMET  OLMASI

     İnsan bir nimete veya bir lezzete mazhar olduğu / kavuşturulduğu zaman, en evvel fikrini bozan ve insana vesvese veren, o nimetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği endîşe ve düşüncesidir. Bu vesveseli düşünceye yer verilmemesi için, Kur’an-ı Kerîm; Cennetliklerin eşleriyle, aldıkları lezzetlerle beraber, Cennet’te devamlı kalacaklarını müjdelemekte, o kederli düşünceden insanı uzak tutmaktadır.

    “İman edip / inanıp sâlih ameller işleyenlere / yararlı işler yapanlara gelince, işte onlar Cennet ehli / Cennet halkı olup, orada ebedî ve sürekli olarak kalıcıdırlar.” (Bakara Sûresi: Âyet 82)

EN  BAHTİYAR  ODUR  Kİ

     Dünya mâdem fânidir! Hem mâdem ömür kısadır!

     Hem mâdem gâyet lüzumlu vazîfeler / görevler çoktur!

     Hem mâdem ebedî hayat burada kazanılacaktır! Hem mâdem dünya sâhipsiz değil!

     Hem mâdem şu dünya misafirhânesinin gayet Hakîm ve Kerîm bir Müdebbiri / İdarecisi var!

     Hem mâdem ne iyilik ne fenalık karşılıksız kalmayacaktır!

     Hem mâdem “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz”

     Sırrınca gücün yetmediği teklif yoktur!

     Hem mâdem zararsız yol, zararlı yola tercih edilir!

     Hem mâdem dünya dostları ve rütbeleri, kabir kapısına kadardır!

     Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için âhiretini unutmasın. Âhiretini dünyaya fedâ etmesin. 

     Ebedî hayatını dünya hayatı için bozmasın. Faydasız şeylerle ömrünü telef etmesin.

     Kendini misafir kabul edip, misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin.

     Selâmetle kabir kapısını açsın. Ebedî Saâdet yeri olan Cennete girsin!

Beyaz Yürüyüş, Büyük Hekim Buluşması(4)

“Hekimi kendine yakın ve iyi tut, Onun haklarını koru”Kutadgu-Bilig-1070

Bu etkinlikte dağıtılan broşürde “Türkiye sağlık sistemi tam anlamıyla çöktü.

Altında kalan hekimler, sağlık çalışanları, hastalar; kazananlar ise hastane patronları oldu. Başka bir sağlık sistemi mümkün!” şeklinde bir ifade vardı.

Bu çok abartılı bir tenkit olup halkımız ve sağlık çalışanları tarafından genellikle kabül görmeyen  bir kanaattir. Şehrimizde 14 özel hastane, 9 tıp merkezinde 1600 yatak kapasitesi bulunmakta; 950 uzman ve 100 pratisyen hekim buralarda sağlık hizmeti vermektedir. Ülke genelinde ise 567 özel hastanede 30 bin uzman ve 5 bin pratisyen hekim çalışmakta; 55 bin yatak kapasitesi ile sağlık hizmeti verilmektedir. 2024 yılındaki 6 milyona yakın müdahalenin 1,5 milyonunun buralarda yapıldığı bilgisi ülkemizin sağlık hizmetlerinin neredeyse

%30’unun özel sağlık kurumlarında yapıldığını göstermektedir. Bu kurumların birçoğunun Tabip Odası üyesi olan hekimlerce kurulduğu; buralarda çalışan hekimlerinde oda üyesi oldukları malumdur. Tabip Odalarımızın bu kurumları ve buralarda çalışan hekimlerin sorunları ve çözüm önerilerini daha uygun bir dil ve günün gerçeklerine uygun olarak değerlendirmesi daha doğru olacaktır.

Sağlıkta dönüşümün başladığı 2006’dan sonra SGK mensuplarının özel sağlık kurumlarından istifade  imkânının sağlanması özel muayenehanelerin kapanmasını hızlandırırken, özel hastanelerin hızla artmasına sebep olmuştur. İlk yıllarda sağlık uygulama talimatı (SUT) ile verilen ücretlendirmeler, fark almadan veya çok az fark ile vatandaşların buralardan istifadesine imkân veriyordu.

Muayene başına 2006’da 16  lira (10 dolar) verilirken, 2024 de   110 lira (3 dolar) olmuştur. Önemli bir tıbbi müdahale olan ve zehirlenmelerde hayat kurtarıcı bir işlem olan mide yıkamanın bu gün SUT fiyat karşılığının 110 lira olması (araba yıkatmak 500 lira!) gibi çarpıcı bilgiler yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Özel kurumlar bu sebeple vatandaşlardan çok daha fazla fark

alma mecburiyetinde kalmaktadırlar. Sağlık hizmetlerinde uygulanan  SUT ve paket fiyatlandırmalar ve            bu ücretlerin  her geçen yıl enflasyon karşısında erimesi bu kurumları da zora sokmaktadır. 2015’den sonra bunların bazıları kapanırken, bir kısmı da el değiştirmiştir. Kocaeli’mizde de 1 özel hastane ve birkaç tıp merkezi kapanırken hekimlerin ortaklığı ile kurulan 2 hastane    satılmış ve 2 hastanemizin de yönetim yapısı değişmiştir. Dolayısıyla buraları patronların yalnız çok para kazanma yerleri olarak görmek doğru değildir. Vatandaşlar için sağlık hizmeti alımında farklı ve yeni imkânlar olarak görülmelidir. Özel sağlık sigorta bilincinin artırılması dâhil yeni teşvik ve imkânlar verilerek çalışma şartları iyileştirilmelidir.

Özel hastane ve sağlık kurumlarımızın her geçen yıl artan sağlık turizmindeki payları             önemlidir. 2024 de sağlık hizmeti almak üzere 1.5 milyon kişi yurt dışından gelmiştir. Bunların yalnız sağlık harcamaları 3,5 milyar doları bulurken toplam getirilerinin 10 milyar doları bulduğu bilinmektedir. Tanıtım ve teşvikler ile bunun çok daha fazlası mümkündür. Bu gelişmeler bu kurumlarımız ve buralarda çalışan hekimlerimiz için ayrı bir kazanç   ve övünç vesilesidir.

Yönetimlerin buraların sorunlarını azaltıcı ve düzeltici, bu kurumlarımızın daha fazla ve daha iyi hizmet üretmelerine yönelik çalışmalar yapması gerekir.

Meslek odalarımızda bu çalışmalara destek vermelidir. Tabiiki başta hekimlerimiz olmak üzere çalışanların iş güvencesi, ekonomik paydan yeterli oranda istifadesi, özlük haklarının korunması ve daha iyi şartlarda emeklilik haklarına kavuşmaları gibi konulardaki iyileştirmeler unutulmamalıdır.

Hekimlik bilgi, tecrübe ve sanatın birlikte uygulandığı bir meslektir. 55-60 yaş sonrasında çalışmak isteyen meslektaşlarımıza yarı zamanlı, nöbet muafiyeti gibi imkânlar ile kamu ve özelde çalışma imkânlarının sağlanması bu meslektaşlarımızdan daha fazla faydalanılmasına imkan verecektir. Memur emeklisi olan hekimler ile BAĞKUR ve SSK emeklisi hekimler arasındaki ciddi emekli maaşı farklılıkların olması diğer çözülmesi gereken bir sorundur.

Sağlıkta dönüşüm süreci sonrası muayenehane hekimliği çok azalmıştı. Kamu kurumlarındaki hasta yığılmaları yanında hekim seçme imkanının zorlaşması; özel hastanelerdeki fark ücretlerinin çok artması   muayenehane açıp bağımsız çalışmak isteyen hekim sayısında artışa sebep olmuştur. Özel hastane ve tıp merkezlerine

tanınan SGK’lı insanlarımıza bakma imkanının buralara da tanınması gerekir. Bu durum hekimlere yeni bir imkân yanında hekimlik mesleği için teşvik edici olacaktır.

Tabip odalarımızın etkinliği vesilesi ile yazdığım bu değerlendirmeler üzerine çok daha fazla şey yazılabilir. Meslek odamız sorunlarımızın seslendirmesi ve çözüm önerilerinde daha kapsayıcı ve günün şartlarına uygun yol izlemesi daha fazla kabul görecek ve faydalı sonuç verecektir.

Hekimlerimiz ve sağlık çalışanlarımızın daha iyi ve mutlu oldukları çalışma şartalarına kavuşması. Sağlık hizmetlerimizin de insanlarımız için daha verimli ve güzel olması dilek ve temennilerimle…