10.5 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 6

Neden Kitap Okumuyoruz?

 “Kitapsız yaşam kör, sağır ve dilsiz yaşamaktır.” Seneca

Kitap okumak, bireyin zihinsel ve duygusal gelişimi için hayati önem taşır. Çocuklardan yetişkinlere kadar birçok insan, “hayatlarının yoğun temposu ve teknolojik dikkat dağıtıcılar vb.” nedenlerle kitap okumayı ihmal etmektedirler. Anne babaların, eğitimcilerin ve sanatkârların en çok sitem ettiği konudur okumamak.

 “Neden okumuyoruz” sorusuna yanıt ararken, ailelerin ve okulun kitap okuma alışkanlığı kazandırmadaki rolüne ve bu süreci nasıl daha verimli hale getirebileceklerine ışık tutacağız.

Neden Kitap Okumuyoruz?

1. Teknolojinin Etkisi: Modern çağda teknoloji, aile bireylerini ve yaşamlarını doğrudan etkiliyor. Özellikle televizyon, akıllı telefonlar ve tabletler, aile içinde okuma alışkanlığını büyük ölçüde baltalamakta. Çocuklar ve yetişkinler, kitap okumak yerine, dijital içeriklere yöneliyor ve zamanlarının büyük bir kısmını bu mecralarda geçiriyor.

2. Aile İçinde Kitap Okuma Kültürünün Eksikliği: Çocukların kitap okuma alışkanlığı geliştirmesinde en önemli rol, ailelerin ve okulun nasıl bir model oluşturduğudur. Kitap okumayan ebeveynler, çocuklarına bu alışkanlığı kazandıramazlar. Evdeki okumayan bireyler, çocukların zihninde kitap okumanın gereksiz olduğu algısına neden olurlar.

3. Zaman Yönetimi ve Hayatın Hızı: Çocuklar ve yetişkinler, yoğun okul ve iş hayatı, ev işleri ve sosyal sorumluluklar arasında, kitap okumaya vakit ayırmakta zorlanıyor. Günlük yaşamın stresi içinde, kitap okumak bir lüks gibi görünse de, aslında zihinsel ve duygusal sağlığımız için bir ihtiyaçtır.

“Zamanım yok, çok meşgulüm, işlerimi yetiştiremiyorum vb.” nedenler doğru değildir. Her nereye giderseniz yanınızda kitap bulundurun. Beklerken, metroda ayaktayken bir iki satır okuyun. Uzun kitaplara odaklanamıyorsanız, öykü ya da şiir okuyarak başlayın. Kısa bir süreliğine de olsa zihninizi besleyin.

4. Kitapların Anlamlı Olmaması: Çocuklar, okudukları kitapların onları etkileyip etkilemediğine bakar. İlgi çekici, yaşlarına ve seviyelerine uygun kitaplar sunulmadığında, okumaya olan ilgileri azalır.

5.Param Yok Bahanesi: Günümüzde parasızlık, kitap okumamak için bir engel değil artık. Para vermeden kitaplara ulaşabileceğimiz o kadar çok seçenek var ki. Halk kütüphaneleri, sahaflar vb.

 Okuduğunuz ve bir daha okumayacağınızı kitapları yenileriyle takas edin. İnternetten ücretsiz ya da düşük ücretli e-kitaplar bulun. Telefondan, tabletten ya da herhangi bir elektronik cihazdan okuyun.

6. Nereden Başlanacağını Bilmemek: Elinize ilk geçen kitabı okuyun. Okumak zaman içinde öğrenilecek, okuya okuya sevilecek bir aktivitedir. Okudukça neyi sevdiğinizi, hangi türe daha fazla yakınlık duyduğunuzu anlayacaksınız. Farkında olmadan bazı kitaplarla bağ kuracaksınız, belki de hayatınızın kitabını bulacaksınız. Öğretmeninize, arkadaşlarınıza, kütüphane görevlisine ya da bir kitapçıya danışın. Kitaplarla haşır neşir olan birilerini bulun. Ya da bir kitap kulübüne katılın. Edebiyat tartışmalarında bulunmak zihninizi açar.

7.Çok Yorgun Olmak: Eğer okuduğunuz kitaba kendinizi kaptırmışsanız, okumayı bırakıp uyumak istemezsiniz. Ya da kitap okurken bir fincan çay ya da kahve içmeyi tercih edebilirsiniz. Yorgun olmadığınız zamanlarda okumayı deneyin. Kitap okurken uyuyakalmak aslında o kadar da kötü  değildir.

8.Filmini/Dizisini İzlerim Bahanesi: İzlediğinizfilmi sevdiyseniz orijinal hali olan kitabı daha da sevebilirsiniz. Örneğin macera, gizem, gerilim türünde bir şeyler arıyor olabilirsiniz. Bu türdeki birçok klasik, filme ya da diziye uyarlandı. Sherlock Holmes, Harry Potter, Alice Harikalar Diyarında gibi kitapları önce izleyin sonra okuyun.

9.Okumanın Zor Gelmesi:  Okumak her zaman kolay değildir, ama çok zor da değildir. Eğer az zamanınız ya da enerjiniz olduğunu düşünüyorsanız büyük kitaplar seçmeyin. Bir kitap seçin ve onu keyifli bir deneyim haline getirin: Gülün, ağlayın, şaşırın, merak edin.

10.Alışkın Olmamak: O zaman alışın. Azar azar başlayın. Her gün için bir hedef koyun, birkaç dakika okumakla başlayın. Yavaş yavaş süreyi uzatın. Sonra zaten çok seveceksiniz ve bırakamayacaksınız. Sadece kendinize okumak zorunda da değilsiniz. Bir çocuğa da okuyabilirsiniz. Kitapları hayatın bir parçası yapmak hiç de zor değil. Sadece bir yerden başlamak lazım.

Ailelerin Kitap Okuma Alışkanlığını Kazandırmadaki Rolü

Aile içinde okuma kültürünün geliştirilmesi, sadece bireylerin değil, toplumsal gelişimin de önemli bir parçasıdır. Ailelerin, çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırırken dikkat edebilecekleri bazı temel noktalar vardır:

1. Rol Model Olmak: Ebeveynler, çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırmada rol model olmalıdır. Çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarını gözlemleyerek öğrenirler. Anne ve baba düzenli olarak kitap okuyorsa, çocuklar da okur. Evde belirli bir saati birlikte kitap okumaya ayırmak, bu alışkanlığı geliştirmenin ilk adımıdır.

2. Birlikte Okuma Saatleri Oluşturun: Aile içi kitap okuma etkinlikleri, çocuklar için kitap okumayı eğlenceli hale getirir. Aile üyeleri, belirli günlerde bir arada aynı kitabı okuyabilir veya her birey farklı bir kitap okuyup kitaplar hakkında konuşabilir. Bu tarz etkinlikler, okuma alışkanlığını pekiştirir, aile içi iletişimi güçlendirir.

3. Kitap Seçiminde Özgürlük Verin: Çocuklar kitap seçiminde özgür olursa, okuma alışkanlığı edinirler. İlgi duydukları kitapları seçmelerine izin vermek, onları okumaya teşvik eder.

4. Kitaplar Üzerine Sohbet Edin: Kitap okumanın sadece bireysel bir aktivite olmadığını göstermek için, aile içinde okunan kitaplar üzerine sohbet edilebilir. Bu, çocukların okudukları hikâyeleri düşünmelerine ve anlamlandırmalarına yardımcı olur. Aile bireyleri arasında derinlemesine sohbetlere de zemin hazırlar.

5. Teknolojiyi Doğru Kullanın: Teknolojinin dikkat dağıtıcı etkilerini reddetmek yerine, onu doğru kullanmak kitap okuma alışkanlığını teşvik edebilir. Örneğin, e-kitap uygulamaları, sesli kitaplar ve çocuklar için eğitici dijital kitaplar, teknolojiyi faydalı hale getirmenin yollarından sadece birkaçıdır. Aileler, bu teknolojileri kullanarak çocuklarının kitaplara olan ilgisini artırabilirler.

Kitap okumak, bireyin zihinsel ve duygusal gelişimini destekleyen en önemli alışkanlıklardan biridir. Aileler, çocuklarına erken yaşlardan itibaren kitap okuma sevgisi aşılayarak onların hayat boyu sürecek bir okuma alışkanlığı kazanmalarına yardımcı olabilirler.

Unutulmamalıdır ki, kitap okuma sadece bireysel bir kazanç değil, aile içi iletişimi güçlendiren ve toplumsal gelişime katkıda bulunan bir alışkanlıktır.

Sevgiyle kalın…

Toplum Çalışmaları Enstitüsü

Toplum Çalışmaları Enstitüsü (TÇE) Türkiye’nin STK göğünde bir kuyruklu yıldız.

8 Ekim’de, Ankara Sheraton Oteli’nde Türkiye’nin Milliyetçilik Haritası anketini sundular. Bu sunuş aynı zamanda birinci yıl jübilesiydi. 10 Ekim 2024’te, aynı salonda Türkiye Toplumsal Eğilimler Araştırması ile işbaşı yaptıklarını duyurmuşlardı.

Bahçeli’nin namlı “Öcalan gelsin TBMM’de DEM grubunda konuşsun.” ve Özel’in “El yükseltiyorum, devlet vaat ediyorum.” konuşmalarından sonra yaptığı anketle TÇE, fenomen olma yolundaki ilk adımını atmıştı. Birçok şirket birçok anket yapıyor. Bol da dedikodu var. TÇE’nin farkı ne? Terör ve Açılım başlıklı 25 Ekim anketinin birinci farkı, hızındaydı. Bahçeli ve Özel’in konuşmaları 22 Ekim’de, anketin yayımı 25 Ekim’deydi. Arada sadece iki gün var. İki günde anket planlanmış, hazırlanmış, yaptırılmış ve rapor hâline getirilip yayımlanmıştı. Çarpıcı sonuç, MHP ve CHP seçmen tabanının bu beyanlardan hoşlanmadığı ve CHP’nin yaklaşık beş seçmeninden birini, MHP’nin üç seçmeninden birini kaybettiğiydi. Meşhur, “Bu pazar seçim olsa…” diye başlayan anket sorusuna verilen cevaplar bu çarpıcı sonuca işaret ediyordu. Aradan geçen bir yıl içinde MHP ve CHP kayıplarının büyük kısmını telafi etmiş gibi. Bunu da yine TÇE’nin anketlerinde görüyoruz.

Güvensizlik denizine güvenli bir ada

TÇE’nin ikinci farkını, başkanları Osman Ertürk Özel’in geçen Çarşamba konuşmasında bulabilirsiniz: “Toplum 2024 çalışmamız, ‘Türkiye’de güvenmediğim kurum yok’ diyenlerin oranının yalnızca %10,6 olduğunu ortaya koyuyordu. Tam da bu nedenlerle Enstitümüzün önceliğini itibarlı bir kurum inşa etmek olarak belirledik. Bu 1 senelik süre zarfında finansal ve siyasal bağımsızlığımızı korumak noktasında ise zannedilenin aksine büyük bir çaba göstermemize de gerek kalmadı. Yalnızca kendimize ve sizlere verdiğimiz sözü tuttuk. Talepkâr olmadık, sipariş ile iş yapmadık, çalışmalarımızın neticelerinden kimlerin mutlu, kimlerin huzursuz olduğunu bir an bile düşünmedik. Enstitümüzü bir geçim kapısı olarak görmedik. Hiçbir ad veya nam altında, hiçbir kişi ya da kuruluştan, resmî yahut gayri resmî yollarla destek talep etmedik. Toplum Çalışmaları Enstitüsü olarak söz verdiğimiz gibi yalnızca matematiğe, veriye ve doğru bilgiye bağlılık gösterdik; siyasi tarafgirlik yapmadık. Çok kez, bizlerin de hoşnut olmadığı neticeleri çalışma etiğimiz gereğince en ufak bir müdahaleye yer vermeksizin kamuoyu ile paylaştık.”

Güvensizlik denizinin ortasında güvenli bir ada olabilmek. Bir de sadece ve sadece kendinin patronu olmak- olabilmek. Bu değerlerle, bu kendine güvenle işe girişen insanların motivasyonları muhakkak yüksek olacaktı. Herkesin günlere yaydığı işe iki-üç gün içinde karar verip yapıp bitireceklerdi.

Hız, karar ve atılım

Nitekim Bahçeli ve Özel’in konuşmalarından sonra bu beyanların o partilerin oylarını nasıl etkilediğini öğrenmek için para harcayacak bir müşteri de bulamazdınız.

TÇE’nin yıldızını daha da parlatan atılımlarından bir diğeri, mart ayında İmamoğlu protestolarına katılan gençler arasında yapılan “Kim Bu Gençler?” başlıklı anketti. Bu, olaydan bir gün, iki gün sonra değil, aynı anda, gösteriler devam ederken protestocuların arasına girerek yapıldı.

Anket piyasası Türkiye’de on yıllar içinde büyüdü. Artık anketler iş bölümüyle gerçekleştiriliyor. Anketin altında imzasını gördüğünüz firma soruları hazırlıyor. Hangi hata payına razı olacağına, dolayısıyla kaç kişiye sorulacağına ve başka teknik hususlara karar veriyor. Ondan sonra anketin fiilen yapılmasını, bu işte ihtisaslaşmış şirketlere veriyor. İşte bu veri toplama şirketleri elemanlarını protestocuların arasına sokmaktan kaçınıyorlardı. Ne yapmalı? Karar verdiler: Kendimiz yapalım. Ankara’daki protestocuların arasına girdiler ve o harran gürra arasında yüzlerce protestocuyu “denek” eylediler.

Başarı hikâyesi

Bu özverili çalışma sonucunu başkanları konuşmasında özetliyor,

“Geride bıraktığımız 1 yılda; 84 makale, 8’i anket niteliğinde 14 rapor, 35 video içeriğini ve onlarca infografiyi sizlerle paylaştık. Çalışmalarımız ulusal çapta da büyük yankı buldu. 208 basılı, 3078 dijital haberin, 94 televizyon haber ve yayınının konusu olarak toplamda 146.014.800 dijital erişime ulaştık.

“Kim Bu Gençler? raporumuz Financial Times’ın referans verdiği bir çalışma olurken, Gazze infografimizdeki verilerimiz ana muhalefet partisinin Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırmasına referans oldu.”

Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nü anlatmaktan, Türkiye’nin Milliyetçilik Haritası raporuna yerim kalmadı. Belki bir başka yazıda raporun bende tetiklediği düşünceleri anlatırım. O raporu, bu yazıda bahsettiğim diğer raporları ve bahsetmediğim çalışma ve makaleleri Enstitü’nün  adresinde bulabilirsiniz.

            Biz Böyle Değildik, Ne Olmalı?

Üzüntü ve hayretle karşılamamak mümkün değil. Ya biz böyle değildik ya da hep böyleydik de ben yeni fark ediyorum.

İnsanlar, niye birbirlerine güvenmezler, güven duygusunun kişiye vereceği yüksek cesaretten kendilerini mahrum ederler?

Emeklilik dönemimde öğrenmenin, öğrenici olmanın hazzını yaşıyorum, dostlarıma tavsiye ediyorum. “Halk Üniversitesi” adıyla faaliyetlerini sloganlaştıran KO-MEK kursları benim için fırsat oldu. Organizasyonda görev yapanlara teşekkür ediyorum. Gittiğim Sıhhi Tesisat Kursunda katılımcılardan duyduklarım beni ziyadesiyle üzüyor. Müteahhit olup malzemeden çalmayan neredeyse yokmuş. İnşaatın içinde bulunan işçi de usta da amele de mutlaka bir şekilde malzemeden, mesaiden çalar, her çaldığını kar bilirmiş. Müteahhit yönetmeliklerde belirtilen kaliteyi yüzde on düşürse on daireden birini, otuz daireden üçünü bedavaya getirirmiş. Müteahhit çalıyor, mühendis çalıyor; betoncu, elektrikçi, sucu çalıyormuş. Biz zavallı müşteriler de görselliğine bakarak daireleri beğenip alıyormuşuz. Kullanıcı olarak sonra arızalarla uğraşıyor, ilk depremde yıkılan binanın altında kalıyor, buna “Kader” diyoruz. Hırsızlığımızı “kader”le aklıyoruz. Biz, niye böyleyiz?

Domateslerin ezik ve çürüklerini arkada saklayıp gizlice baskülüne koyan satıcıya güvenmiyoruz, evimizi veya arabamızı sigorta ettirdiğimiz brokere güvenmiyoruz, memleketi yöneten siyasetçiye güvenmiyoruz. Biz niye böyleyiz?

Ayrıca kedimizi çok seviyoruz, bencilliğimiz üst seviyede. Bir yakınım, bir gün çocuklarıyla piknik yapan, çok sevdiği yeğeninin yanına gider. Sevgi ve coşkuyla ondan çay ister. Yeğeninden “Çay bize kadar, fazla yok.” cevabı alınca derin bir kırgınlık yaşar. Bir bardak çay kadar değerin olmadığını duyması onun bütün sevgisini öfke ve dargınlığa dönüştürür.

Verici olmak, güvenilir olmak kişiyi yücelten, değerli kılan nitelikler. Alarak değil vererek büyümek ve zenginleşmek, şeytani nefsi öldürerek elde edebileceğimiz ayrıcalık bir meziyet. En zor şartlarda dahi adaletten, yardımseverlikten, merhametten vazgeçmemek, bu niteliklere sadakatle bağlanmış biri olarak tanınmak ve bilinmek, istendiğinde herkesin kazanabileceği yüksek vasıflar.

Haşr suresindeki 9. ayet dikkatimi çekti. Allah (CC): “Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” buyurur. Bu surenin şu olay üzerine indirildiği rivayet edilir:

Bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek: “Ben açım” der. Allah’ın Resul’ü, hanımlarının her birinden “Seni Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki evde sudan başka bir şey yok” cevabı alınca ashabına dönerek: “Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister?” diye sorar: Ensar’dan Ebu Talha, “Ben misafir ederim ya Resulallah” diyerek o yoksulu alıp evine götürür. Eve varınca hanımına: “Resulullah’ın misafirini ağırlayalım” der. Sonra: “Evde yiyecek bir şey var mı” diye sorar. Hanımı: “Hayır, Sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var” diye cevap verir. Sahabi: “Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahaneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım” der. Sofraya otururlar. Misafir karnını doyurur; onlar da aç olarak yatarlar. Sabahleyin Ebû Talha Peygamber’imizin yanına gider. Onu gören Allah Resulü: “Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allah Teâlâ razı oldu” buyurur.

Bir medeniyetin inşası, bir toplumda huzurun sağlanması ancak fertlerin birbirine güvenmesi, varlık sebebinin başkasının varlığını yaşatmak, mevcut birikiminin bir emanet olduğuna inanması ile mümkündür. Yokluk içindeyken bile verici, cömert olmak, yardım eli uzatabilmek, kolay elde edilebilecek büyüklük seviyesi değildir. Bunu yapanlar, medeniyet inşa ettiler, tarih sayfalarındaki kıymetli yerlerini rol model olarak aldılar. Onlar kaybetmedi, kazandı; onların hikâyelerini dinlediğimiz halde hallerini hayatımıza indiremeyen bizler kayıptayız, bu bataklıkta debelendikçe batıyoruz.

Din anlayışımızda eksiklikler, insanlık anlayışımızda yanlışlıklar var. Bütün değerlerimiz gözden geçirilmeli, ıslah edilmeli. Toplumda bulunduğumuz yer, olay ve olgulara bakış açımız sorgulanmalı, huzurlu birey, toplum ve dünya için hedefler belirlenmeli. Vusulün ön şartı olan usul için yol haritası çizilmeli.

 Üzüntü ve hayretten kurtulmak, medeniyet inşası hareketinin figüranı olmak istiyorsak, hayatını ıskalayarak dünyayı terk edenlerden olmak istemiyorsak …

Düşün Damlaları  (11)

      “Anlamadım!” diye, hemen okumaktan vazgeçmemeli. Sonra anlamamız; bugün anlamadan bile okumamıza bağlı. Aslında, hiç anlamıyor değiliz. Çünkü okuyuş; toprağa tohum ekmek gibidir. Nasıl ki, tohum nice zaman sonra başını topraktan çıkarıyor. İşte bu çıkış için, önceden ekiş ve bir müddet bekleyiş gerek. Bütünü, kuş uçuşu ile okuyarak, önce keşfe çıkmalı. Böylece konacağımız yeri, üstünde duracağımız konuyu tespit etmiş oluruz. Zira bütünü bilen; parçayı daha iyi, daha kolay anlar ve kavrar. Evet, her okuyuş bilgi toplayıcılıktır. O netice, nice müşkülleri anlamada anahtar vazifesi görür. Meçhullerin kapılarını aralar ve açar.

     Tekrar tekrar okumakla; akıl, beyin ve hâfıza tarlasını sürmeye ettikçe devam;

     Ancak bu uğraş sonunda hedef; eninde sonunda verir sana selâm.

x

     Her yer gurbet.

     Her yer uzlet.

     Cehalet; gafletle seyrin eseri.   

     Bırakırsan gafletli bakışı,

     Edinirsen hikmetli akışı,

     Görünür her şeyde hikmetin başı.

     Çünkü,

     Ancak, hikmetli bakış gösterir;

     Her şeydeki gerçek değeri.

x

     “Lâ ikrahe fi’d-dîn.”

     İslâma girmeleri için, kişilere baskı yapmak, İslâm’da yok.

     Tebliğ ve anlatış var, zorlayış yok.

     Akla kapı açıp, düşünceye çağrıda bulunup;

     Tercih ve seçimi muhataba bırakmak asıldır.

     Müslümana; incitmeden, kalbini kırmadan, yumuşak bir dille;

     Dinî görevlerini hatırlatmak ise, ona baskı olarak anlaşılmamalı.

     Yapması gerekenleri yapması,

     Bilmesi gerekenleri bilmesi,

     Yapmaması gerekenleri yapmamasını, güzellikle anımsatmak demektir.

     Çünkü o, bunları yerine getirmekle mükellef ve yükümlüdür.

     Kaldı ki bunlar; İslâmı kabul etmekle,

     Zaten, yapmayı taahhüt ettiği hususlardır.   

x

     “ ‘Vusûlsüzlüğümüz usûlsüzlüğümüzdendir.’ denilir. Yani hedefe varamayışımız, usûlüne uygun hareket etmeyişimizdendir. Usûl / metod bilgileri, binanın temeline veya ağaçların köklerine benzer. Temel sağlam olmazsa bina çöker. Ağacın kökü sağlam değilse, meyveleri ya hiç olmaz veya cılız olur.” (Prof. Dr. Şadi Eren)

x

     “Hem Kur’ân hem de Kâinat birer kitaptır. Kur’ân Cenab-ı Hakk’ın kelâm sıfatından (Kelâmî / Sözel bir kitap), Kâinat da (Kevnî / maddî bir kitap olarak) kudret sıfatından gelir.”                                                                                                                                           

x

     Okumayan insan; insan olarak yaratılışının gereğini, diğer varlıklardan bu yönüyle ayrıldığını, mümtaz / seçkin bir şahsiyet olduğunu göstermiyor demektir!

x

     Bizde olan “Hürriyet” yarım hürriyettir. Onu tamamlamak için, başkasının hürriyetini de tanımalı ve ona saygı göstermelidir.                                                      

Dr. Süleyman Pekin Kocaeli Kitap Fuarında

Kocaeli Aydınlar Ocağı önceki dönem Başkanlarından Eğitimci, Şair ve Yazar Dr. Süleyman Pekin Kocaeli Kitap Fuarı Şairler ve Yazarlar Derneği Standında çok sayıda dinleyiciye söyleşide bulundu ve kitaplarını imzalayarak okuyucu ile buluşmasını sağladı.

Söyleşisinde; Türkiye’nin çeşitli meselelerine temas ederken, Ortadoğu Coğrafyasında olup bitenlere bir tarihçi gözüyle dokunmadan geçmedi.

Pekin: “Bu toplumda oku-manın, yaz-manın; Kutsal Kitap da dâhil hiç bir kitabın kıymeti yok ÇÜNKÜ “oku” diye başlayan bir Dinin okuma-yan mensuplarıyız.

* Coğrafyamız (İslâm, Türk) pislik/rics içinde; savaş – dövüş, yalan – dolan, rüşvet – yolsuzluk, ahlâksızlık ve yozluk.. ÇÜNKÜ akletmiyoruz ve Allah, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakıyor (Yunus 100).

* 8 milyonluk Israil’in câni yöneticileri 8 milyonluk Filistin’linin 4/1’ini Gazze’de soykırıma tâbi tuttu; 480 milyonluk Arap Ligi ve 1 milyar 800 milyonluk İslâm Dünyası & 57 ülkelik İslâm Işbirliği Örgütü hiç bir şey yap(a)madı. ÇÜNKÜ derdimiz değil..

* Çünkü PARA-PEREST’iz; ‘para’ya tapıyoruz.

* Çünkü ÇIKAR-PEREST’iz; menfaate tapıyoruz.

* Çünkü GÜÇ ‘e tapıyoruz. ÇÜNKÜ Ortadoğu’da Allah diye Güç’e tapılır.” Gibi sözlerle Ortadoğu gerçeklerini akıcı ve etkileyici bir üslupla dile getirdi.

Dr. Süleyman Pekin’i Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz.

Kocaeli Aydınlar Ocağı

Av. Ruhittin Sönmez Kocaeli Kitap Fuarında İlk Kitabını İmzaladı

Kocaeli Aydınlar Ocağı eski Başkanlarından Av. Ruhittin Sönmez, Kocaeli Kitap Fuarı Anayurt Yayınları Standında ilk kitabı “Siyasetin Gölgesinde Hukuk” kitabıyla okuyucusunun karşısına çıktı. Çok sayıda okuyucuyla kitaplarını buluşturan Sayın Ruhittin Sönmez’i Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak tebrik ediyor, yazdığı kıymetli eserine bol okuyucular diliyoruz.

Kocaeli Aydınlar Ocağı

Ankara’nın Başkent Oluşunun 102. Yılı Kutlu Olsun

Başkentler ülkelerin bütün siyasal, ekonomik, kültürel, idari, askerî, güvenlik vb. konularla değerlendirildiği, kararların alındığı hayat merkezleri veya başka bir deyişle beyinleridir. Bu nedenle çoğu kez ülkelerin adından çok, o ülkenin başkentinin adı kullanılmış, başkentlerin esir düştüğü durumlarda devletlerin yıkıldığı da sık görülmüştür. Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden itibaren başkentleri de devletin konumuna göre değişmiştir. Bilecik, Bursa ve Edirne’den sonra, İstanbul’un fethiyle başkent buraya taşınmıştır. Misak-ı Millî’de de belirtildiği gibi İstanbul üç başlı bir başkentti: 1. Payitaht-ı Saltanat-ı Seniyye 2. Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve 3. Merkez-i Hükûmet-i Osmaniye. Yani hem Osmanlı tahtının bulunduğu şehir hem de İslam dünyasının halifesinin oturduğu karargâh ve hükûmet merkeziydi. İstanbul bu hâliyle devletin tam ortasında yer alıyordu. Bir tarafında Anadolu, diğer tarafında Rumeli ve Balkan toprakları. İstanbul stratejik açıdan ise Karadeniz’den Akdeniz’e giden deniz yollarıyla, Asya’dan Avrupa’ya giden kara yollarının kesiştiği bir noktadaydı. Devletin güçlü olduğu dönemlerde önemli bir avantaj sağlayan bu stratejik özellik, devletin zayıflamasıyla birlikte, ülkeyi bu kadar farklı yönden (denizden ve karadan) tehdide açık bir hâle getirdi. Değişen sınırlar ve İstanbul’un bu tehlikeye açık durumu başkentin yerinin değiştirilmesi tartışmalarını XIX. yüzyılın ilk yarısında gündeme getirdi. Osmanlı ordusunda görevli Von Moltke, 1839’da başkentin yerinin değiştirilmesini önerdi. Benzer bir öneri 1877-1878 yenilgisi sonrasında von der Goltz Paşa’dan geldi. Ona göre başkentin Konya ya da Kayseri veya daha güneyde bir yere nakledilmesi uygundu. 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlaması ve savaş sürecinde Çanakkale Cephesi sırasında yine başkentin Anadolu’ya (Eskişehir ya da Kayseri) taşınması gündeme getirilmiş, hatta bu konuda gerekli hazırlıklar da yapılmıştı. Bu cephedeki inanılmaz başarı sayesinde başkentin nakli konusu gündemden düştü. I. Dünya Savaşı içerisinde yapılan Anadolu’yu paylaşım planları, savaş sonunda 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması ile yürürlüğe konuldu. 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri İstanbul’a yerleştikten sonra, Türklerin buradan da doğuya sürülmesi gündeme geldi. Zira İngilizler başkenti Bursa’ya taşıyıp İstanbul’u Türklerden almak istiyorlardı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali, bunun hemen sonrasında Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çıkması, tüm gözleri Mustafa Kemal Paşa’ya çevirdi. Havza’da yayımlanan genelgenin ardından alınan Amasya kararlarıyla ortaya konulan, Millî Mücadele’nin gerekçe ve programı Erzurum ve Sivas Kongrelerinde somut bir biçim aldı. Bu olaylar sürecinde de Batı Anadolu’da işgal genişliyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya göre, Anadolu’da gerçekleştirilecek Millî Mücadele’nin “sıklet merkezi”ni Batı Anadolu yani Yunan Cephesi oluşturacaktı. Diğer yandan, Meclis’in İstanbul’da toplanması nedeniyle, Sivas buraya çok uzak kalmaktaydı. Telgraflar da buraya özetlenerek geldiğinden sıkıntı çekilmekteydi. İstanbul demir yolu da Ankara’ya kadar uzanıyordu. Tüm bu düşünceler, Sivas Kongresi sonrasında, İstanbul Hükûmeti ile haberleşmenin kesilmesinden, Damat Ferit’in istifasına kadar geçen 18 gün boyunca Millîciler arasında görüş ayrılıklarına neden oldu. Aynı dönemde ortaya çıkan yönetsel boşlukta Mustafa Kemal Paşa’nın 13–14 Eylül gecesi yayımladığı telgraflarla giderilmeye çalışıldı; fakat bu telgraflar da görüş ayrılıklarını artırdı. Millî Mücadele sürecinde bu tür ayrışmalar yaşanırken, İstanbul’da ise İngilizler Türkleri İstanbul’dan atmanın planlarını yapmaktaydı. Büyük bir stratejist olan Mustafa Kemal ise hem işgal devletlerini, hem İstanbul hükûmetlerini, hem de Anadolu’daki gelişmeleri yakından izliyor ve gelecek planlarını bu gelişmelere göre kurguluyordu. Temsilciler Kurulu ve örgütler arasındaki anlaşmazlıklar üzerine Mustafa Kemal Paşa, Meclisin toplanacağı yer, seçimler vs. üzerinde beliren görüş ayrılıklarını çözüme kavuşturmak amacıyla Temsilciler Kurulu olarak Anadolu direnişini destekleyen Kolordu ve Tümen komutanlarıyla ortak bir toplantı düzenledi. Toplantının üçüncü günü olan 18 Kasım’da Mustafa Kemal, Meclis açıldıktan sonra Temsilciler Kurulunun “Mebuslar Meclisini ve Milleti izlemek ve yönetebilmek” için daha yakın bir yerde bulunması gerektiğine dikkati çekmişti. Mustafa Kemal’in bu yönlendirmesiyle Temsilciler Kurulu Merkezi’nin Eskişehir yakınında Seyitgazi olması kararlaştırıldı. Ancak Ali Fuat Paşa’nın önerisi ile Ankara tercih edildi. Bu kararın bir müddet gizli tutulması, zamanı geldiğinde ilan edilmesi kararlaştırıldı. Bu plan doğrultusunda harekete geçen Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye üyeleri 18 Aralık 1919’da Sivas’tan ayrılıp millî bağımsızlık ve egemenlik savaşının tarihî yolculuğuna devam ederek Kayseri, Hacıbektaş, Kırşehir, Karaman, Beynam üzerinden 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiler.

Heyet-i Temsiliye üyelerinin Ankara’ya gelmeleriyle birlikte Heyet-i Temsili­ye merkezinin “şimdilik” Ankara’ya taşındığı duyuruldu. 1920 yılına gelindiğinde İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Curzon 4 Ocak’ta İngiliz Hükûmeti’ne bir rapor sundu: “Türkiye’yi İstanbul’dan atmak… Yüz­lerce yıllık sürecin devamı olacaktır.” dedi. Türkleri atmak için ele geçirilmiş olan bugünkü fırsatın kaçırılmaması için ısrar etti. Lord Curzon, İstanbul’dan atılacak olan Türklerin kendilerine Bursa’yı ya da Konya’yı başkent seçebileceklerini de eklemekteydi. İtilaf Devletleri’nin bu planlarının basına sızması üzerine Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa, 11 Ocak 1920 günü İngiliz Yüksek Komiserliğine gönderdiği telgrafta durumu şiddetle protesto etti. Anadolu’nun her tarafından da İngiliz Yüksek Komiserliğine protesto telgrafları gönderildi. 16 Mart 1920’de İstanbul fiilen işgal edildi. İstanbul’un işgali, bazı aydın ve milletvekillerinin tutuklanması üzerine Mustafa Kemal yapılan bu eylemi, yirminci yüzyılın kutsal saydığı değerlere yöneltilmiş bir darbe olarak nitelendirdi. Aslında bu beklenmeyen bir olay değildi. Mustafa Kemal komutanlık tecrübesinin verdiği alışkanlıkla yaptığı “Durum Muhakemesi” sonucu Meclis’in İstanbul’da saldırıya uğrayacağını tahmin ederek, İstanbul dışında bir yerde toplanması gereğini anlatmış; fakat arkadaşlarına benimsetememiştir. Fakat olaylar onu haklı çıkardı ve Anadolu’ya geçtiği ilk günden beri düşündüğü Yeni Türk Devleti kurma olanağını verdi. 16 Mart 1920’de hem İtilaf Devletleri temsilcilerine hem de milletine yayımladığı bildirilerde durumu değerlendirdi. Mustafa Kemal 17 Mart 1920’de bütün Valilik ve Ordu Komutanlarına gönderdiği bildiride bir “Meclis-i Müessi­san”ın Ankara’da toplanacağını bildirdi. Böylece yeni devletin ilerideki başkentinin ilk emareleri de belirmiş oldu: Ankara.

Ankara şehri İç Anadolu’da yerleşime elverişli bir düzlükte yer almaktadır. İlkin Galatlarca Ancyra denilen kentin adı, günümüze kadar Ankura, Angur, Engürü, Angora şeklinde biçim değiştirmiştir. Kimi dillerde üzüm, bostan, kıvrıntı anlamlarına geldiği ileri sürülen Ankara adının Yunanca Ancyra-Çapa’dan geldiği sanılmaktadır. Nitekim Romalıların şehre arma olarak çapayı seçtikleri, Roma paralarında da bu armanın görüldüğü bilinmektedir. Yüzlerce yıl ticaret yolu üzerinde olan kent XVII. ve XVIII. yüzyıla kadar her türlü sıkıntı, salgın hastalık, savaş vb. rağmen tiftik üretimi ve dokumacılığın merkeziyken ulaşım yollarının değişmesi, İngilizlerin 1860’lı yıllarda Ankara’dan götürdükleri Tiftik Keçisini Güney Afrika’da yetiştirmeyi başarması, kentin canlılığını yitirmesine neden oldu. XIX. yüzyılın son çeyreğinde demir yolu hattının Ankara’ya ulaşması bile kenti canlandıramadı. Bu yüzyılda kıtlık, ekonomik sebepler, sel baskınları ve yoğun kar yağışları Ankara’yı felce uğrattı. Tüm bunlarla beraber 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı için vilayetten 178 bin asker alındı. O zaman doğal afetlere bir de bu olay eklenince Ankara’nın nüfusu oldukça azaldı. Ankara yaşanan tüm bu olumsuz koşullara karşılık, nüfusunun %95’i Türk-Müslüman bir şehirdi. İşgal tehlikesinden uzak görülmekle birlikte, Mondros Mütarekesi sonrasında İngiliz ve Fransız askerleri tarafından kontrol altına alınmıştı. Kente gelen İtilaf Devletleri askerleri her yerde olduğu gibi burada tutuklamalara girişti ve bunların bir kısmını İstanbul’a gönderdi. Özgürlük duyguları yoğun Ankara halkı, Mustafa Kemal’in Amasya Genelgesi‘ni yayımladığı sırada İzmir’in Yunanlılarca işgalini protesto için yaptığı çağrıya uyarak derhâl mitingler hazırladı (29 Mayıs 1919). Yurt savunmasına katılmak için özellikle 1919 Eylülünden itibaren kentte Müdafaa-i Hukuk-u Milliye merkezi kuruldu. Aynı adla kazalarda kurulan örgütler de düzenli bir eylem oluşturulması amacıyla merkeze bağlandı. Şehirdeki örgütlenme, Ali Fuat Paşa, Ankara müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi ve şehir aydınlarının birleşmesiyle kuvvetlendirildi. Tüm bu çabalara Ankara halkı da candan katıldı. Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden itibaren Büyük Millet Meclisinin açılışına kadar gelecek tüm konukların konaklama ve yemek giderlerinin çoğunluğu buradaki Müdafaa-i Hukuk örgütünün parasal desteğiyle karşılandı. Ankara halkının Vali Muhittin Paşa’yı halka ters gelen tutumu nedeniyle Padişaha şikâyeti, Damat Ferit tarafından engellenince, sözcülük yapan Hoca Atıf Efendi, “Padişahı da Sadrazamı da Ankaralıların tanımadığını” belirtti. Bu durum, Ankara’nın İstanbul’dan kopmasında büyük bir adımdı. Bundan sonra Ankaralılar İstanbul Hükûmetinin gönderdiği vali ve memurları da kabul etmeyeceklerini belirterek, İstanbul’a karşı doğrudan bir tavır aldı. Muhittin Paşa yakalanarak yargılanmak üzere Sivas’a Mustafa Kemal Paşa’ya gönderildi. Böylece Ankaralılar, Mustafa Kemal’e ve Millî Mücadele’ye bağlılıklarını bir kez daha kanıtlamış oldu. Kendi seçtikleri ve vali vekili olarak gördükleri Yahya Galip Bey de Ankara’ya yaraşır bir yönetim kurdu. Bütün bu gelişmeler Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nı yürütmek için bir merkez seçmeye, seçimini de Ankara yönünde yapmaya yöneltti. İstanbul’un işgali ile Ankara daha da ön plana çıktı. Gözler Ankara’ya çevrildi. Ankara’yı karargâh yapmış olan Heyet-i Temsiliye hemen devletin sorumluluğunu üzerine aldı.

23 Nisan 1920’de TBMM açılınca, bütün ulusun başvuracağı en yüce kat oldu. Böylece Heyet-i Temsiliye’nin gelişiyle başlayan Ankara’nın fiilî başkentlik süreci, TBMM’nin açılışıyla hukuki bir durum kazanmaya başladı. 2 Mayıs 1920’de yeni devletin ilk hükûmeti de kurulunca Ankara fiilen hükûmet merkezi oldu. Yalnız Türkiye’nin değil, dış dünyanın da dikkatleri Ankara’ya çevrildi. Ankara herkesin gözünde bir merkezdi ve hukuken de Türkiye’nin başkenti olmaya adaydı. Gerçi ilk günlerde henüz hiçbir ülke TBMM’yi tanımamıştı; ama gün geçtikçe Mustafa Kemal Başkanlığında yapılan çalışmalarla gücünü göstermeye başlayan Meclis, dünyanın dikkatini çekti. Ankara bir yandan Türk vatanseverlerinin toplantı merkezi olurken, diğer yandan, bu yeni ve genç rejimle bağlantı kurmak isteyen devlet temsilcilerinin de uğrak yeri oldu. Sovyet Rusya, Azerbaycan, Ukrayna, Buhara, Afganistan gibi devlet ve emirliklerin elçi ve temsilcileri Ankara’ya geldi. Bunları Batı ülkelerinden gelen heyetler ve uzmanlar izledi. Böylece Ankara, hiç de hesapta olmayan, üstelik hazırlıklı da olmadığı bir nüfusu barındırmak zorunda kaldı. Hükûmetin oluşmasından sonra da başkent konusu hükûmetin gündeminde kaldı. 28.11.1920’de “Millî sınırlar içinde bir başkent seçilmesi için durumun askerî bakımdan Erkan-ı Harbiye Riyasetine bildirilmesi ve bir payitaht komisyonu kurulması kararlaştırıldı”. Komisyona Millî Savunma, İktisat, Bayındırlık ve Sağlık Bakanlığından seçilecek üyelerle TBMM’den de üç üyenin katılması kabul edildi. Başkent olabilecek yer konusunda Genelkurmay Başkanlığının da bir ön çalışması vardı. Hükûmetin kararnamesi de Genelkurmaya ulaşmış; ancak araya I. İnönü Muharebesi girdiğinden kararname Genelkurmayda bekletilmişti. Ancak I. İnönü Zaferi’nin hemen ardından konu tekrar meclis gündemine getirildi. Çalışmalar sonucunda hazırlanan hükûmet kararnamesine göre, İstanbul bir “merkezî merasim” olarak bırakılacak ve “hukuki merkez-i hükûmet” Anadolu’da olacaktı. Ankara Hükûmeti, başkenti İstanbul’dan Anadolu’ya taşımaya karar vermişti. Bu taşıma İstanbul’un yabancı işgalden kurtuluşuna kadar “geçici” bir taşınma değil, kalıcı bir taşınma olacaktı. Hükûmetin bu şekilde hazırladığı Kararname milletvekilleri için âdeta sürpriz oldu. 31 Ocak 1921’de TBMM’ye sunulunca tepki, hatta öfkeyle karşılandı. “red, red” gürültüleri içerisinde yapılan oylamada kararname, 26’ya karşı 71 oyla reddedildi. I. TBMM başkentin değiştirilmesine hazır değildi. Milletvekillerinin önemli bir bölümü, zaferin kazanılmasından sonra başkent konusunun gündeme alınmasından yanaydı. Hükû­met, edindiği tecrübe sonrasında 3 yıl boyunca başkent konusunu bir daha gündeme getirmedi. Ankara da bu 3 yıl boyunca başkent adayı olarak kaldı. Mustafa Kemal 1921 yılında Amerikalı gazeteci Clarence K. Streit’in Türkiye’nin başkentinin neresi olacağı konusundaki sorusuna; “…Saltanat ve Halifelik İstanbul’da kalacaksa da gerçek hükûmetin, millî hükûme­tin merkezi Anadolu’da olacak; yani İstanbul’dan daha iyi korunan yurdun orta yerinde bulunacaktır. Başkent olabilecek yerler arasında Kayseri, Sivas ve Yozgat aklımızdan geçiyor. Başkentimizi kurmak amacıyla bir komisyon bu merkezî bölgeyi inceleyecektir.” dedi. Mustafa Kemal kendisini ziyaret eden Le Temps gazetesi yazarı Berthe Georgen Gaullis’in yine başkentle ilgili sorusuna “Siyasi başkentimiz Anadolu’nun ortasında kalacaktır.” derken, özel görüşmelerinde de bunun Ankara olacağını söyledi. Mudanya Ateşkes Antlaşmasına göre, İtilaf Devletleri’nin yurdu terk etmeleri kesinlik kazandı. Bu süreçte bazı İstanbul gazeteleri “Pay-ı Taht” (başkent) sorununu gündeme getirdi. Mustafa Kemal’in gerek basına verdiği demeç, gerekse yakınlarıyla yaptığı konuşmalarda Ankara’nın resmen başkent olması gereğini vurgulamaması bir strateji gereği idi. Nitekim bu konuda yapılan çok erken bir açıklama “Ulusal hükûmetin İstanbul üzerindeki iddialarını zayıflatabilirdi. Başka bir deyişle yabancı devletler ve İtilaf Devletleri “Türkiye’nin Halifelik merkezinden vazgeçmek üzere olduğu” şeklinde yorumlanabilirdi. Bu nedenle Mustafa Kemal belirlenmesi/açıklanması için öncelikle savaşın kazanılması ve Lozan Antlaşması’nın belirli bir noktaya gelmesini bekledi. Nitekim 16 Ocak 1923’te İzmit’te İstanbul gazetelerinin temsilcileriyle yaptığı basın toplantısında Hükûmet merkezinin Ankara, Kayseri, Sivas üçgeni içerisinde bir yerde olması gerektiğini belirtti. Bu üçgenin bir ucunda olan “Ankara pekâlâ bir hükûmet merkezi olabilir ve hadisat orasını merkez yaptı ve feyizli bir merkez yaptı. Binaenaleyh Ankara’ya karşı nankörlük etmek caiz değildir…” dedi. Mustafa Kemal bu söylemiyle başkent konusunda tavrını net olarak ortaya koyarken, var olan tartışmalara da bir son vermek isteğindeydi.

9 Aralık 1922’de TBMM Hükûmeti’nin İstanbul “Murahhası” olarak atanan Dr. Adnan Bey 25 Şubat 1923’te İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’u ziyaretinde Türkiye’nin başkentinin neresi olacağı sorusuna karşılık, Adnan Bey geçmişte çok ihmal edilmiş olan Anadolu’nun kalkındırılması için başkentin Anadolu’da bulunması gerektiğini ama; resmî olarak bir bilgisi olmadığını açıkladı. Horace Rumbold, 25 Martta Londra’ya yolladığı raporda milliyetçiler için Ankara’nın âdeta “Türkün Kıblesi” gibi olduğunu belirtti. İzmit toplantısında bulunan gazeteciler sonraki günlerde başkent konusunu aylarca gazetelerinde dile getirdi. İkdam yazarı Ahmet Cevdet, Ankara’nın başkent olmasını savunurken, Tanin’den Hüseyin Cahit İstanbul’u ön plana çıkardı. Vatan gazetesinden Ahmet Emin ise, Bursa’yı önerdi. Başkent tartışmalarının devam ettiği günlerde II. TBMM’ye seçilen ve Ankara’ya gelmeye başlayan milletvekillerine başkent konusunda bir anket yapıldı. Ankete katılan milletvekillerinin büyük bir bölümü Ankara’nın başkent olmasını istedi. Bu sonuç üzerine Vatan gazetesinden Lütfi Arif 8 Ağustos tarihli “Merkezî Hükûmet Neresi Olacak” başlıklı yazısında, yeni meclisin ilk kararlarından birinin başkent meselesi olacağını dile getirdi. Hüseyin Cahit ise, Tanin’deki yazısında “Merkezî Hükûmetin Anadolu’da bir yerde kalması bir fikr-i sabit ve bir iman hâline gelmiştir. Artık bunun karşısında muhakemeye girişmek, deliller göstermek, istemek manasızdır.” diyerek, Meclisin Ankara lehine alacağı kararı kabullenmiş görünüyordu. Diğer taraftan II. TBMM’de meclis ikinci başkanlığına seçilen Ali Fuat Paşa’da Vatan gazetesine verdiği bir demeçte Ankara’nın başkent olması gerektiğini açıkça söylemekte bir sakınca görmüyordu. Lozan Barış Antlaşması’nın 24 Temmuz 1923’te imzalanması ve 23 Ağustos 1923’te TBMM’de onaylanmasından sonra, onay İtilaf Devletleri temsilcilerine aynı gece bildirildi. Artık yeni meclisin önünde çözümlenmesi gereken iki temel sorun vardı: Bunlardan birincisi uzun süreden beri kamuoyunu meşgul eden başkent sorunu, diğeri ise devletin şeklini belirlemekti. Meclisin ele aldığı ilk konu 2 Ekim 1923 günü İstanbul’un boşaltılmasından dolayı başkent sorunu oldu. Mustafa Kemal Paşa gelişen süreci Nutuk’ta şöyle açıklamaktaydı: Lozan Antlaşması’nın eklerinden olan boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, tümüyle düşman elinden kurtulan Türkiye’nin bütünlüğü eylemli olarak gerçekleşti. Artık yeni Türkiye Devleti’nin başkentini yasa ile saptamak gerekiyordu. Bütün düşünceler, yeni Türkiye Devleti’nin başkentinin Anadolu’da ve Ankara kenti olması gerektiğinde toplanıyordu… Devletin başkentini bir an önce saptayarak iç ve dış kararsızlıklara son vermek çok gerekli idi. 9 Ekim 1923’te Dışişleri Bakanı İsmet Paşa tek maddelik yasa tasarısını meclise sundu: “Türkiye Devletinin makar­rı idaresi Ankara şehridir”. Bu toplantı 10 Ekim tarihli İkdam gazetesinde “Türkiye devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir.” şeklinde yer aldı. Haberin detayında ise saat ikiden altıya kadar devam eden toplantıda İsmet Paşa ve rüfekasının verdikleri takrir mucibince Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na “Türkiye Devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir.” seklinde madde ilavesi kabul edildiği ve sorunun yarın Meclisin genel toplantısında tekrar gündeme getirilip maddenin kanuniyetinin savunulacağı”… belirtilmekteydi. Yine aynı tarihli Tanin gazetesinde “Ankara Merkezî Hü­kû­met” başlıklı haberde ise; fırka toplantısında Ankara’ya Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın adının verilmesi hakkındaki teklifin toplantıya başkanlık eden Mustafa Kemal Paşa tarafından gündeme dahi alınmadığı yer almaktaydı. Yasa tasarısı 10 Ekim’de Layiha Komisyonundan, yine aynı gün Anayasa Komisyonundan hızla geçti ve 13 Ekim 1923’te Meclis genel kuruluna geldi. Yapılan tartışmalardan sonra oy çokluğuyla kabul edildi. Oturum başkanı Ali Fuat Paşa’nın oy çokluğuyla (ekseriyet-i azime) sözüne bazı milletvekilleri “oy birliğiyle” (ittifakla) sesleriyle itiraz etmesi üzerine, Ali Fuat Paşa “Efendim kalkmayan el vardır. Oy birliğiyle diyemem, gördüm, büyük çoğunlukla kabul edilmiştir.” diyerek oturumu sonlandırmıştır. Yasa teklifi şeklinde gündeme gelen bu konu karar biçimine dönüştürülmüştür: Karar 27: Ankara şehrinin Türkiye devletinin başkenti olmasına ilişkin Malatya Milletvekili İsmet Paşa’nın 2/188 sayılı yasa önerisi üzerine Anayasa Komisyonunca düzenlenen 10.10.1923 tarihli mazbata TBMM’nin 13.10.1923 tarihli otuz beşinci birleşiminin ikinci oturumunda okunarak olduğu gibi kabul edilmiş ve Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin başkenti olması büyük çoğunlukla kararlaştırılmıştır. Kabul edilen karar Ankara’nın, Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye’nin kente gelişinden itibaren fiilî olarak sürdürdüğü merkez olma özelliğini, başkent sıfatıyla taçlandırdı. Bu metin bir kanun değil TBMM kararı olduğundan, daha sonra Anayasamızda yer alacaktı.

Nitekim 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından ve Halifeliğin Kaldırılmasından (3 Mart 1924) sonra 20 Nisan 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisince benimsenen Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Devleti’nin başkentinin Ankara olduğu belirtildi. Ankara’nın başkent ilan edilmesi Avrupa’da tepkilere neden oldu. Özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya’yı da kendi yanına çekerek Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun başkentine karşı ortak bir cephe oluşturmaya çalıştı. Devletler arasında karşılıklı notalaşmalar oldu. Ama genç cumhuriyet egemenliğinden asla taviz vermedi. Türkiye’deki yabancı diplomatik temsilcilikler âdeta 1. Ankara’da oturanlar 2. İstanbul’da oturanlar olmak üzere ikiye bölünmüştü. Afganistan, Sovyetler Birliği, Polonya ve Yunanistan’ın Elçilikleri Ankara’da, başta İngiltere olmak üzere diğer 18 devletin elçiliği İstanbul’da idi. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti yabancı elçilikleri Ankara’ya getirebilmek için başta bedava arsa vermek olmak üzere çeşitli kolaylıklar tanıdı. Ayrıca hükûmet, 1927’de İstanbul’daki Türk Dışişleri Bakanlığı İrtibat Bürosunu da kapattı. Bunu sonucu olarak da 1927’den itibaren Ankara’ya taşınan elçiliklerin sayısı her gün biraz daha arttı. Ankara’da hızlı bir imar faaliyetine girişildi. Yabancı uzmanlar getirilerek kentin gelecek yılları planlandı. Eğitim ve kültürel kurumlara öncelik verildi. Böylece Türk Devrimi’nin ortaya koyduğu değerlerin farkında, çağdaş bir insan tipolojisi de bu kentte yaratıldı.

https://www.bing.com/ck/a?!&&p=fc1ed1e0a7d18d93e451a2f814b25887d03a8b827fb681d0a2bb848b69e0f34cJmltdHM9MTc2MDMxMzYwMA&ptn=3&ver=2&hsh=4&fclid=2ff220ae-3355-64c1-2780-324532cc656f&psq=Ankaran%c4%b1n+Ba%c5%9fkent+olu%c5%9fu&u=a1aHR0cHM6Ly95ZW5pLmF0YXR1cmthbnNpa2xvcGVkaXNpLmdvdi50ci9kZXRheS84NjgvQW5rYXJhJUUyJTgwJTk5biVDNCVCMW4tQmElQzUlOUZrZW50LU9sdSVDNSU5RnU

Düşün Damlaları  (10)

     Bâzıları, “Allah, niye kötülere, suç işleyenlere ve zâlimlere fırsat veriyor? Öyleleri niçin hemen cezalandırmıyor?” diye Yüce Allah’ı tenkit ediyor!

     Halbuki, bilerek bilmeyerek her insan hata ve suç işlemekten kendini uzak tutamaz! Hemen cezalandırmak gerekseydi, ortada insan kalmazdı. Oysa Allah; ihmal etmiyor, imhal ediyor. Kulun kendine gelmesi için, ona zaman tanıyor.

     Öğrenciler kötü not almaktan, ödevini yapmamaktan, devamsızlıktan; hemen sınıfta bırakılsalardı; sınıflar boş kalırdı! Oysa öğrencilerin çoğu; sene içinde, silkinerek bu hâllerinden bir süre sonra akılları başlarına gelip, toparlanıp çalışarak, devamlarına dikkat ederek; sınıfta kalmaktan kendilerini kurtarırlar.

     İşte insanlara da bu gözle bakmalı, yanlışlarından vazgeçeceklerini her zaman hesaba katmalıyız.

x  

     Bir şey, “İnandım.” demekle tamam olmuyor. Onu korumakla da mükellef ve yükümlüyüz. İnandığımızın gereklerini yapmıyorsak; inandığımıza güvenmiyoruz demektir.

                                                                              x

     “Kur’ân, yönetimde keyfiliği ve istibdadı değil, hukuku ve meşvereti emrediyor.”

 x  

     “Âlemin merkezi, insanın kendisidir.” (Elmalılı M. H. Yazır)

     Kur’an’da vurgulanan “Şura” ve “Meşveret” kavramları Meşrutiyet / Demokrasi ve Meclis demektir. Bunu bilmeyen “Meşveret” sistemine dayanan “Demokrasi”ye itiraz eder! Kimileri de savaş açar.  Halbuki, Meşrutiyet ve Demokrasi’nin ruhu ve özü Şeriat’tandır. Hayatı da ondandır.

     “Peygamberimiz Bedir, Uhud, Hendek’te ordunun konuşlandırılması, savaş taktikleri gibi en kritik hususlarda bile arkadaşlarına danışmış, kendi görüşlerine aykırı olsa bile meşverete göre hareket etmiştir…hakkında vahiy olmayan her meselede ashabıyla istişare etmiş (onlara danışmış)dır. Sahabe, özellikle Hulefa-i Raşidîn (Dört Büyük Halife) istişareyi pratik hayata geçirip şaheser örnekler vermiştir.”

     Farklı kelimelerle ifade edilse de, gerçek değişmez.    

                                                                              x    

     Okula, okul için değil, okul sonrası için gidiyoruz.

     İşe, iş için değil, emekli olmak için gidiyoruz.

     Arabaya, araba için değil, gideceğimiz yer için biniyoruz.

     Dünya’da da, dünya için değil, sonrası için bulunuyoruz.

     Öyleyse, ona göre yaşamalı, sonrası için gayret sarfetmeliyiz.

     Cansız beden neyse, tefekkürsüz ruh da öyledir.

   x   

     Tefekkür; can kuşunun mânen bedenden ayrılıp, çok uzaklarda cereyan, sereyan etmesi.

     Heyecan ve halecanlar içinde gezip tozarak, nice mesafeleri kat’ edip, durduğu yerden bir anda mânen, ruhen dolaşmaya çıkması, hatta felekten feleğe, âdeta tozu dumana katarak, yeni mekanlara erişip yeni simalara kucak açması, kısaca; kısa zamanda tayeran ederek, ufuktan ufuğa geçerek, ruhu, âlemden âleme gezdirmesidir.

     Şeyhi olmayanın şeyhi Şeytandır.

     Kitap okuyanın şeyhi var demektir.

     Şeyhin, ille de insan olması şart değil.

     Tabii, o kitap da kitap olacak.

     Aklın, akıl olması gerektiği gibi.