17.7 C
Kocaeli
Salı, Kasım 11, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 54

HÜDAPAR ve KÜRT Çalıştayı

                15 – 16 Şubat günlerinde Diyarbakır’da düzenlenen “Kürt Meselesine İnsani Çözüm” başlığı altında HÜDAPAR tarafından düzenlenen iki günlük toplantıya çok sayıda bildik konuşmacıların yanında kendine münhasır yazar ve düşünürlerin de katıldıklarını öğrenmiş bulunuyoruz.

                Esas konuya geçmeden önce HÜDAPAR’ı kısaca tanıyacak olursak; HÜDAPAR, 1979 yılında Diyarbakır – Batman merkezli alanda kurulan Hizbullah kanlı terör örgütünün devamı bir partidir. Hizbullah’ı biz, “Domuz Bağı” ile Gonca Kuriş’i katleden, bazı gazetecileri ve Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan cinayetleri olmak üzere birçok faili meçhul cinayetlerin sorumlusu olarak tanıyoruz. Bu örgüt 90’lı yıllarda PKK’ya karşı da bazı eylemler yaptığından “Böcek yiyen Böcekler” namı ile de anılmışsa da sonradan anlaşılmıştır ki o da PKK gibi Kürtçü, kanlı bir terör örgütüdür. 19 Aralık 2012 Yılında kurulan HÜDAPAR, hunharca işlediği bunca cinayetlere rağmen Hizbullah’ı terör örgütü olarak kabul etmemektedir.

                HÜDAPAR’ın “Kürt Meselesine İnsani Çözüm” başlığı altında iki günlük çalıştayına tabir caizse hıyarım var diyene tuzluğu ile koşan ne kadar Sorosçu, 2. Cumhuriyetçi, FETÖ’cü Türk düşmanı varsa bu toplantıda onların isimlerini görüyoruz. Bu toplantıya katılanlar, bu çalıştayı fırsat bilerek Türk Devletine, cumhuriyete, üniter devlet yapısına ve Mustafa Kemal Atatürk’e zehirlerini kusmuşlardır.

                15 Maddelik sonuç bildirgesinin yayınlandığı 2 günlük çalıştayın içeriğinde, Türkiye Cumhuriyetinin temeline adeta dinamit konulmuştur. Türk Devleti: “Ankara’nın huzuru Diyarbakır’dan geçer” denilerek tehditler savrulmuştur. “100 yıllık çözüm bekleyişi” denilerek içlerinde besledikleri karanlık ve kötü niyetli fikirlerini açık açık deşifre etmişlerdir.

Şeyh Said ve Seyid Rızanın posterleriyle donatılmış salonda ayrıca Türk devletine isyan etmiş, kan dökmüş bu isyan hareketinden dolayı Kerkük ve Musul’u kaybetmiş olmamıza rağmen bu eşkıya bozuntusu Şeyh Said’ten devlet özür dilemeliymiş, küstahlığa bakar mısınız?

                Bu Kürt Çalıştay gurubunun içinde gerçekten Kürtleri düşünen birisi var mıydı, eğer varsa hiç düşünmüş müdür bilemiyorum: “yaşadığımız bu ülkede Türkler hangi haklara sahipse ben de o hakları kullanıyor muyum, Irak, İran ve Suriye’de yaşayan Kürtlerle benim Türkiye deki durumum hakkında ne gibi farklılıklar var” diye acaba bir muhakeme yapmış mıdır? Eğer yaptıysa görecektir ki; böyle bir toplantı İran’da yapılsaydı katılımcıların çoğu idam edilirdi. Suriye’de ise Kürtlerin kimlikleri yok, vatandaş olarak dahi sayılmıyorlar.

                Ana dilde eğitim isteniyor. Amerika, İngiltere, Kanada, Almanya gibi birçok ülkede de dilleri ve milliyetleri ayrı topluluklar var. Bu ülkelerin hangisinde ana dilde eğitim uygulaması var gösteremezler. Böyle bir uygulama bir zamanlar TİTO Yugoslavya’sında vardı TİTO öldükten sonran Yugoslavya’nın kaç parçaya bölündüğünü 80’li, 90’lı yıllarda hep birlikte görmüş olduk.

                İşin garip tarafı kendilerini yerli ve milli olarak niteleyen, her defasında beka meselesini gündeme getiren iktidar ve onun küçük ortağından bu toplantı için hiçbir tepki gelmedi. DEM Partisini kapatmadığı için Anayasa Mahkemesinin kapatılmasını dahi isteyen Devlet Bahçeli ve partisinden de bir tepki gelmedi.

                Tepkinin gelmediği diğer taraf ise; ekonomiden, siyasetten, toplumsal olaylardan bahsedenler için hassas duyarlılık gösteren, soruşturma açan savcılıklar sanki Türkiye’de böyle bir toplantı hiç yapılmamış, böyle konuşmalar olmamış gibi sessiz kalınması oldukça ilginçtir.

Jetonum Yıllardır Düşmüyor!

“Hoş gerçi şimdi nesiller jetonu da pek bilmiyor ama…”

Türk doğmak, Türk yaşamak ve Türk ölmek dünyanın en zor zanaatlarından biri… Bunu hemen anlamıyorsunuz. Yıllar yılları kovaladıkça, bu gerçek önümüzde daha da belirginleşiyor.

Elimde İskender Öksüz’ün “Türk’üm Özür Dilerim” adlı kitabı var. Onu okurken bir jetonum daha düştü. Ne yapalım beni tanıyanlar köşeli jeton kullandığım için, bir türlü jetonumun düşmediğini söylerler. Herhalde yine aynı şey tekerrür etti!

Ben İskender Öksüz’ü tanımam. Ancak 1980 yılında Almanya’nın Köln şehrinin Ehrenfeld semtinde kurulu olan “Türk Kültür Ocağı”na giderken, Tarık adlı bir öğretmen ağabeyimizin elime tutuşturduğu “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi Teorisi” isimli Ayhan Tuğcugil tarafından yazılmış bir kitabı okumuştum. Bu kitabı bölüm bölüm çalışıyor ve Cumartesi günleri fabrikalarından yorgun argın gelen işçi ağabeylerime, 17 – 18 yaşlarında bir kardeşleri olarak seminer şeklinde anlatıyordum. Çünkü Tarık hocanın emri böyleydi. Meğerse o Ayhan Tuğcugil şimdi okuduğum “Türk’üm Özür Dilerim” kitabının yazarı İskender Öksüz’müş. Nereden nereye…

İskender Öksüz, bahsettiğim bu son kitabında, benimde dahil olduğum Balkan Türkleri zümresinin yaşadıkları coğrafyadan temizlenmelerine de değiniyor. Batılılar arasında o zaman Avrupa’dan Türklerin temizlenmesinden endişe edenler bulunduğunu söylüyor. Zannederlermiş ki; Türkler Anadolu’dan önce Türkleştirdikleri Rumeli topraklarından sürülmelerini unutmayacaklar ve intikam peşinde koşacaklar… Ne güzel bir ideal değilmi? Ama olmadı, ben de niye olmadı diye ömrüm boyunca sorgulamaya devam ediyorum!

Tabii Batı’lıların bu endişesinin boş çıktığını söylüyor Öksüz Hoca, gerekçesini de milli hafızadan yoksunluk olduğunu vurguluyor. Ben bu yokluğa sadece milli hafıza olsa katlanacağım. Bir bilseniz ne yokluklar var bizde!

Yine aynı kitapta İskender Öksüz, işin ilmi formülünü düşünür Ernest Renan’a kurdurmuş: “Bir devleti kurtaran kuvvet, manevi bir uyanıştır. Bu milli ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri, hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle bir şey yoktur.”

Evet, Ernest Renan şimdilik haklı çıkmıştır. Batı’nın ve küresel güçlerin ilerleyişi karşısında Türklerin, karşı bir intikam tehdidi yoktur. Hatta Batı’ya karşı Türkler arasında tedbir almayı ve karşı hamle yapmayı sağlayan milli hafızaya sahip bir insan topluluğu da yoktur. Aksine onların hizmetine girmiş, aramızda çok sayıda bizden olan insan vardır denilebilir.

Dediğim gibi ben bir Balkan Türk’üyüm… Türk olmamızı sağlayan birçok hususiyetin, içinde bulunduğum toplulukta törpülendiğini görüyorum. Kendi değerlerine sahip çıkamayan, korkaklık, ürkeklik hali her tarafımızı sarıp sarmalamış… Güç karşısında en ufak menfaati için eğilen bir dal misali, en küçük rüzgârda bile temenna için yere yapışıyoruz. Acaba geçmişte de böyle miydi?

Geçenlerde benim öfke dolu eleştirilerime kızan bir Balkan Türkü, söylediklerimin dedesinin hatırasına hakaret anlamı taşıdığını ifade ederek “dedemin ayağında iki kurşun yarası vardı” diye ekledi. Ben de duru rmuyum “nasıl oldu?” sorusuyla devam ettim. Cevap daha üzücüydü “Yunan’dan kaçarken Meriç’i geçerken olmuş” dedi. “Kaçarken” ne acı değil mi? Durup hem de nüfus üstünlüğüne rağmen vatanı için ölmek varken, “kaçmak” bana acı geliyor. Bu kaçış Türkiye’de de tekrar eder mi dersiniz?

İşin üzücü yanı da “Evlad-ı Fatihan”, “Atatürk’ün hemşerileri”, “Yahya Kemal ile Mehmet Akif’in nesilleri” gibi birçok ulvi kavramı da pervasızca ve hayasızca kullanıyor olmamız.

Türk güçlü olunca herkesten fazla Türk kesilmemiz, Türk dara düşüncede hemen başka bir etnik kimlik şemsiyesi altına girmemizde, Türkiye’ye Balkanlardan göç edenler için ayrı bir ayıp!

“Türk’üm Özür Dilerim” adlı kitabı için İskender Öksüz’e teşekkür ediyorum. Ancak ben hem bir Balkan Türkü hem de Türk olduğum için değil özür dilemek aksine Allah’a şükrediyorum. Hem milli hafızam hem de karakterimde Türklüğe ait değerler var. Hedefim; kaybedilmiş Türk yurdu Balkanlarda, Ay Yıldızlı bayrağın hükümran olarak yeniden dalgalanması ile Türkiye’de Türk Milleti olarak güçlü ve mutlu bir şekilde yaşamaktır. Bunlara ilaveten Türk Birliği’nin kurulması için yeri geldiğinde taş, yeri geldiğinde de harç olmaya çalışıyorum. Biliyorum ki; yalnız değilim ve milyonlar olarak varız. İntikamsa intikam… Bir gün mutlaka ecdadın uğradığı zulmün hesabı sorulacak ve Ernest Renan’ında ne kadar yanıldığı ortaya çıkacaktır. Hatırlamak ve hatırlamayı da hatırlatmak insani bir görevdir. Bunu yapanlara bir insan olarak minnet

Gerçeğe Aykırı Bilgiyi Yayma Suçu

TÜSİAD Başkanı ve Yüksek İstişare Kurulu Başkanı hakkında “adil yargılanmayı etkilemeye teşebbüs” ve “gerçeğe aykırı bilgiyi yayma” suçundan soruşturmalar başlatıldı.

Bu suçları düzenleyen kanun ve uygulama şekli “Yeni Türkiye’nin” hukuk anlayışının somut göstergelerinden birisidir.

TÜSİAD iktidar gücünü elinde tutmadığına göre adil yargılamayı etkilemesi söz konusu olamaz. Çünkü yargıyı etkileme suçunu ancak iktidar işleyebilir. Hakimler ve savcıların TÜSİAD’ın açıklamasına göre karar verebileceğini düşünmek mantığa aykırıdır.

“Gerçeğe aykırı bilgiyi alenen yayma suçu” 13 Ekim 2022’de kanun değişikliği ile düzenlendi. Ak Parti iktidarlarının demokratik tavırdan otoriterleşmeye evrilmesinin bir eseridir.

Bu düzenleme ile TCK 217. madde şu hale getirildi: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”

Burada önemli husus şudur: Bir bilginin “gerçek bilgi” veya “gerçeğe aykırı bilgi” olduğuna kim karar verecektir?

Biz ki son yıllarda rakamlarla ifade edilen gerçekliklerde bile anlaşamamayı başarmış bir toplumuz.

Devletin resmi kurumu TÜİK’in verdiği enflasyon ve büyüme rakamlarının yanlış olduğunu, TÜİK’in rakamlarının bilerek yanlış verilmesi suretiyle asgari ücret, emekli maaşı gibi milyonlarca insanı ilgilendiren maaş zamlarının hak ettiklerinden düşük tutulduğu iddia ediliyor. Bu konuda Eski Yargıtay 7. Ceza Dairesi Onursal Üyesi Seyfettin Çilesiz’in açtığı bir davanın da bulunduğunu biliyoruz.

TÜİK’in rakamları ile İTO ve ENAG rakamları arasındaki büyük farklar “hangi bilginin gerçek olduğu” konusunda şüphe uyandırmıyor mu? Yanlış bilgiyi hangi kurum veriyorsa “gerçeğe aykırı bilgiyi yayma suçundan” yargılanacak mıdır? Bunlardan herhangi birini yayınlamak gerçeğe aykırı bilgiyi yaymak sayılır mı?

****

TÜSİAD, üyeleri kamu dışı milli gelirin yüzde 50’sini, kayıtlı istihdamın yüzde 50’sini, kurumlar vergisinin yüzde 80’ini sağlayan, enerji ithalatı hariç dış ticaretin yüzde 85’ini gerçekleştiren bir dernek. Bu dernek yöneticilerinin ekonomiyi olumsuz etkileyen gelişmelerden yakınması “haddi aşmak” olarak kabul edildiğinde, böyle bir suçtan soruşturma açılmasını artık yadırgamıyoruz.

TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ve YİK Başkanı Ömer Aras’ın polislerin kolları arasında ifadeye götürülürken gösteren resimleri acı bir gerçektir.

Ama bu resimlerin Türkiye ekonomisine ve hukuk devleti olma iddiasında olunan devletimizin itibarına zarar vermeyeceğini söylemek, gerçeğe aykırı bilgiyi yaymaktır.

*******************************

RTÜK’ün Gerçeğe Aykırı Haber Ölçütü

RTÜK’ün 8 Şubat 2025 tarihinde yayınladığı duyuruda “bazı haberlerin ÜLKEMİZDE OLUMLU OLAYLAR OLMUYORMUŞ GİBİ kamuoyuna servis edildiği ve böylelikle vatandaşların karamsarlığa ve yalnızlığa sürüklendiği görülmektedir” ifadesi gerçeğe aykırı haber ölçütü hakkında bir fikir vermektedir.

RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in “Yalan haber ve dezenformasyona geçit vermeyeceğiz” başlığı ile haberleştirilen 31 Ocak tarihli mesajında “gerçeklikten uzak yayın içerikleri, habercilik etik ilkelerine aykırı manipülatif yalan haberler maalesef ekranları çokça kaplamaktadır” gibi cümleler kullandı.

Ülkemizdeki bütün medyanın, sadece “olumlu olayları” öne çıkaran “olumsuz bir şey olmuyormuş gibi” haberler servis eden, yandaş kanallar gibi olmasının istendiği anlaşılıyor.

Aklıma dünyanın gelmiş geçmiş en zengin adamı olarak bilinen John Davison Rockefeller’in ölüm döşeğinde iken mutlu olması için tek nüsha olarak çıkarılan gazete aklıma geldi. Bu gazetenin her bölümüne Rockefeller’i mutlu edecek haberler ve yorumlar serpiştirilirmiş. Böylece her sabah gazetesini okuyan Rockefeller ölünceye kadar mutlu olmuş.

Böyle gazetelere “pembe gazete” deniyor. Anlaşılan iktidar da “pembe medya” ile bizi mutlu etmek istiyor.

RTÜK Başkanının Kasım 2022’de TBMM’de “Dezenformasyon ve yalan haber kanunu gerçekten devrim niteliğinde. Belki daha katı kuralların olması gerekiyordu ama nihayetinde bu da yeter” sözünü ve uygulamalarını biliyoruz.

“Kanunda daha katı kurallar” olmasa da RTÜK’ün uygulamaları ile bu eksikliği tamamlama görevini yapmaya çalışıyor.

Elbette kimse yalan haberi savunmaz. Ama sadece muhalif medya kanallarına ceza üstüne ceza yazılmasını başka türlü açıklayamıyorum.

İlerici – Gerici

Geçen asırda yıllarımız “İlerici!”, “Gerici!” bağrışlarıyla geçti. Comte, Hegel, Marks; hepsi, toplumların “tekâmül” ettikleri iddiasındaydı. Tekâmül ediyorlar, olgunlaşıyor, kemale yani daha az iyiden daha çok iyiye gidiyorlardı. Bu kadarla kalsa neyse. İşin en vahim yönü, iyiye gidişin mutlaka tek ray üzerinde yürüyeceğiydi. Zorunlu aşamaların her birinden ve sırayla geçmek lazımdı. Mesela Marks’ın tek rayı, ilkel komünist toplum – köleci toplum – feodal toplum – burjuva toplumu – proleter diktatörlük – komünist toplum şeklindeydi. Sosyalist dostlarıma bu hikâyenin Hristiyan cennetten kovulma ve sonunda tekrar cennete, Tanrı’nın krallığına dönme macerasını hatırlattığını söylediğimde kızarlardı. Bizim bilimsel sosyalistlerimiz arasında, Türkiye feodal aşamadan geçmediği için sanayileşmedi, kalkınmak için önce feodal aşamadan geçmemiz gerekir diyenleri bile dinlemiştim.

Erol Güngör anlatıyor

Dostum, rahmetli sosyal psikoloji zirvemiz Erol Güngör’ün şu satırları o tek raylı tekâmül anlayışının resmini çizer:

“Bugünkü Batı medeniyetinin ve dolayısiyle bugünkü Batı cemiyetinin insanlığın eriştiği son merhale diye görülmesi, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Batılı düşünürlerin kafasına kuvvetle yerleşmiş bir fikirden doğuyordu; medeniyet insanlık tarihî boyunca tek çizgili bir yol takip etmiştir, ve bu yol daima daha mükemmele doğru olmuştur. Dikkat edilirse geçen yüzyılın bütün büyük doktrin sahiplerinde bu fikir ortaktır; ancak her biri bu tekâmülde esas olan değişme üzerinde farklı fikirlere sahiptirler. Hepimizin bildiği Fransız filozofu Auguste Comte insanlık tarihini herbiri öbüründen daha gelişmiş olan zihniyet dönemlerine ayırır ve insanlığın son yüzyılda nihayet ilmî (pozitivist) düşünceye ulaşarak tekâmülünü tamamlamış olduğunu söyler. Ona göre insanın ferdi hayatı da aynı merhaleleri geçirir ve olgun insan artık pozitif düşünceye ulaşmış kimse diye kabul edilir. Marx, bu tekâmülü ilkel komünizmden kapitalizme kadar çeşitli merhaleler halinde görüyor ve tekâmülün komünizmle tamamlanacağını söylüyordu. Ondan önce Hegel tarihi objektif ruh dediği şeyin geçirdiği tekâmül merhaleleri halinde izah etti. Kısacası Batılı düşünürler dünyanın uzak köşelerindeki ilkel toplulukları insanlığın ilk halinin temsilcileri olarak kabul ediyorlar, onlardan itibaren on dokuzuncu yüzyılın Batı Cemiyetine doğru uzun bir çizgi çekiyorlar ve rastladıkları her cemiyeti bu çizginin üzerinde bir yere oturtuyorlardı.”

Popper’in tarihselciliği

Güngör devamında “Hayır” der, “insanın macerası tek raylı tekâmül hâlinde gelişmez. Medeniyet hem toplumun mirasının birikimiyle hem de diğer toplumların birikiminden yararlanarak yükselir ama bu yükseliş tek çizgi üzerinde yürümez. Karl Raimond Popper bu tek yol yanılgısına “tarihselcilik” der.

Ne Popper ne de sevgili dostum Erol 21. yüzyılı görebildi. Fakat sosyolojinin, sosyal psikolojinin ve sosyal psikolojide ağırlığını giderek arttıran evrim psikolojisinin yeni bulguları sürekli onları destekledi. The Dawn of Everything – Her Şeyin Şafağı gibi antropoloji- arkeoloji- sosyoloj ve sosyal psikoloji’nin tuttuğu ışıklarla insanlığın geçmişini aydınlatan çalışmalar tek raylı modelin yanılgısını pek güzel gösteriyor. Avcı-toplayıcılar tarıma mı geçti dediniz? Asırlar boyu yan yana yaşayan avcı-toplayıcı ve yerleşik toplumlar var. Daha beteri, yılın bir kısmında avcı-toplayıcı, bir kısmında tarımcı toplumlar, yine yılın bir kısmında diktatörlükle yönetilirken bir kısmında anarşik olanlar da mevcut.

Kamış değil çınar

İnsanlık ilerlemesine ilerliyor. Toplumlar önce kendi birikimlerini, onun yanında başka toplumların birikimlerini üst üste koyarak ilerliyor ama bu bir kamışın yükselişi gibi değil. Daha çok bir ağacın yükselişi gibi. Birçok ana dal, ana dallardan da birçok tali dal çıkıyor. Estetik duyuşla çınar diyelim.

İlerici- gerici ile uğraşırdık diye başladım. 19. Asırda, 20. asrın ortasına kadar Batı dünyası kendisinin ileri, kendi dışında herkesin geri olduğuna inanıyordu. Batının ürünü Marksistler ise tek raya iman etmişti.

Peki gerçek ne? İnsana ait, hatta tabiata ait her şey gibi gerçek daha karmaşık. Kesinlikle bir ray değil bir ağ, bir kamış değil bir çınar söz konusu. O halde gerici-ilerici ikiliği bitti mi?

Hem evet hem hayır.

Evet, çünkü tek ray, tek çizgi yoksa birine ileri, diğerine geri demek o kadar kolay değildir.

Hayır, çünkü tek yönlü ray anlamında değil ama bilime, yani insanın gerçeği keşfedebileceğine inanmayan ve bilginin sadece ve sadece eskiden geldiğini düşünenler var. Bunlar başka bir cins, gerici. Benim skolastik dediğim cins.

‐————————————————————

¹Erol Güngör, Dünden Bugünden- Tarih- Kültür- Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, 2. Baskı 1984, sayfa 141- 142

²Popper’in “tarihselcilik”ten kast ettiği ile Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün hermenötik metodu “tarihselcilik” terimlerinin hiçbir ilişkisi yoktur. Bu hatanın yapıldığını gördüğüm için belirtmek gereği duydum.

³David Graeber ve David Wengrow, Dawn of Everything, Picador Paper 2023. Türkçesi Epsillon’dan çıktı (2024). Eserin alt başlığı: İnsanlığın yeni bir tarihi.

Kıbrıs’ı Yazmak…

      Tamı tamına 50 yıl olmuş Kıbrıs konusunda yazıyorum… Adayı savaşla tanıdım. 1974 Yılı Temmuzunun 20’nci günüydü; ilk gördüğüm şey silah seslerinin çınlattığı alev, alev yanan bir ada, bu adada yaşamaya çalışan Kıbrıs Türk’üydü…

    Adalı Rumları ise savaşın içinde tanıdım…

     Savaşın içinde bulduğum kalınca bir defterde not tutmaya başladım. Kaleme aldığım ilk şey gencecik yaşımda katıldığım Kıbrıs savaşlarında yaşadıklarımdı.

     Sonrasında yazdıklarım ise kaderime iz bırakan bu adadaki her şeydi. Hala adayı izler, izlediklerimi yazmaya çalışırım.

     Bir insanın savaştığı yerlerde, bu yerlerde tanıdığı insanlarla öylesine özel yaşanmışlıkları oluyor ki! Bunları hiçbir zaman unutamıyorsunuz.

   Yediğiniz yemekten, içtiğiniz suya; gördüğünüz yerlerden, yaşadığınız olaylara kadar ne varsa beyninize kazınıyor, unutamıyorsunuz.

    Hele ki, bir de orada omuz, omuza savaştığınız silah arkadaşlarınızı toprağa vermiş, onların şehadetlerine tanıklık etmiş iseniz.

    Bu adada yaşayan insanların öz geçmişlerine baktığınızda; onlar adalı olmanın tüm özelliklerini taşıyor ama size, adaya bir amaç uğruna gelen görevli olarak verilen vazifeyi yapmakla mükellefsiniz diye bakılıyor.

   Nasıl olsa görevi bitip dönecektir deniyor. Ama hiç de öyle olmuyor. Çünkü siz günü geliyor bir adalı gibi düşünüp, bir adalı gibi yaşamaya başlıyorsunuz.

  Pekiyi, adalı ne demek?

   Adalı demek, yaşadığı coğrafyanın dört bir tarafının denizle kaplı olduğunu, ana karadaki sevdiklerini istediği anda göremeyecek olmasını bilen, onların hasreti ile yaşayabilen, adada acil bir ihtiyacı olduğunda ona hemen ulaşamayacağının, alamayacağının bilincinde olan;  acıyı da, sevinci de, mutluluğu da çoğu zaman anılarında hatırlayabilen demektir.

  Sanırım bu cümlelerim okuyanlarına belki çok şey ifade etmeyecektir. O zaman şöyle söylemek gerekirse, adalı demek:

   ‘’Kaderinin sesini kalp atışlarında duyan’’ demektir.

      İşte Kıbrıs’ta yaşayan adalı dostlarım da kaderlerinin sesini yıllar boyunca hep kalp atışlarında duydular.

     O kalp atışları ki; onlara hep acıyı, korkuyu, hasreti yaşattı. Geride kalan asırlar boyunca o kalp atışlarıyla sadece çok özel günlerde mutlu oldular…

     Adada yaşadığım dönemde bazı zamanlar Lefkoşa’nın Türk kesimi kırsalında, bazı zamanlar Girne kıyılarında ben de dinledim kaderin sesini. Tıpkı adalılar gibi…

    Onların savaş öncesinde, savaşın içinde yaşadıklarını bilen birisi olarak bu topraklarda nelere tanıklık ettiklerini bir kez daha analiz ettim.

   Adalı Türkler;  sırf kimliklerinde Türk yazdığı için bir gece içinde yok edilmek istenmişler.

   Adalı Rumların eşkıya kılıklı çetecileri ise; elde silah tarih sayfalarını sadece kirletmekle kalmamış, insanlığa sığmayan pek çok cinayetin izlerini de eklemişler. Rum yöneticileri ise değil bunlara ses çıkarmak, sessizce onay verircesine seyretmişler…

  Günü gelmiş savaş bitmiş, Türk tarafı kendi kaderinin sesine kulak vermiş. Onca acının, kan ve gözyaşının karşılığını hürriyetine kavuşarak almış, adanın kuzeyinde ayrı bir devlet kurmuş, Rum tarafı yaptıkları onca cinayetin, aymazlığın, acımasızlığın bedelini ödemiş, adanın sadece güneyinde yaşamak durumuyla karşı karşıya kalmış.

  Şimdi sınırlar ayrı, devlet ayrı, bayrak ayrı, halk ayrı, dil ayrı, din ayrı, gelenek görenek ayrı, yaşam biçimi ayrı.

  Kısacası her şey apayrı…

  Yarım asırdan beri adada durum böyle. Kaderinin sesini kalp atışlarıyla duyanlar, bundan böyle bu şekilde yaşamaya devam edecekler.

  Elbette ki, her yerde olduğu gibi bu adada da yaşamın böyle devam etmeyeceğini varsayanlar, böyle bir yaşam olmasını istemeyenler de var!

  Adalı siyasiler, adayı kendi menfaatleri için kullanmak isteyen dünya devletleri… Bunlar dur durak bilmeden, Kıbrıs konusunu çözelim diye türlü, türlü öneriler sunmaya devam ediyorlar.

  Taraflara gelince:

  Rum tarafı hala adanın yasal hükümeti benim; çözüm olacaksa Türkler ancak azınlık haklarına evet derse olur diyor.

  Türk tarafı ise Rumlarla iç, içe yaşanamayacağının bilinci ile benim için çözüm, ayrı bir devlette, yani KKTC ‘de yaşamaktır. Bu da gerçekleşmiştir diyor.

   İşte son dönemde adadan elde etmiş olduğum izlenimlerin, bu yazıya düşen izleri bunlar.

   Ve adalılar hala ‘’ Kaderlerinin sesini kalp atışlarında duyuyorlar…’’

    Ama şu gerçek de unutulmasın:

    Ne zaman ki; Adalıların ‘’Kalplerinin atışı kaderlerinin sesi olacak…’’ İşte o zaman adalılar için hayat çok daha güzel olacak…

Nezle mi, Grip mi Yoksa Anjin miyim?

Her üç sağlık sorunumuz da boğaz ağrısı, ateş ve öksürük gibi ortak şikâyetlere sebep olan hastalıklarımızdandır. Bunun için teşhisi, takibi ve tedavisinde bilinmesi ve uyulması gereken bazı hususlar vardır. Basit gibi görünen fakat doğru teşhis ve uygun tedavi ile herhangi bir önemli sağlık sorunu yaratmayacak olan bu hastalıklar; şayet gerekli dikkat gösterilmez ise bulaşıcılıkları ile çevreyi; komplikasyonları ile sağlığımızı ve yaşam konforumuzu bozacak hastalıklardır.

Nezle; virüslerin sebep olduğu, boğaz ağrısının hafif seyirli, ateşin ise genellikle 38 dereceyi geçmediği gibi öksürüğün de fazla olmadığı bir hastalık halidir. Bu hastalığın en belirgin diğer bir özelliği burun akıntısının olmasıdır. Adenovirüsler, insan corona virüsler, rino virüsler, influenza virüsleri gibi birçok etken halk arasında soğuk algınlığı olarak da bilinen nezlenin sebebidirler. 24-72 saatlik bir kuluçka süresi sonrası başlar ve 3-7 gün içinde iyileşebilen bir hastalık halidir. Eğer sinüzit, bronşit, orta kulak iltihabı gibi bir komplikasyon oluşmazsa koruyucu tedbirler dışında herhangi bir tıbbi uygulamaya ihtiyaç kalmayan bir sağlık durumudur.

Grip de bir virüs hastalığıdır. Burada da influenza virüsleri, corona virüsleri, rino ve adeno virüsler etkenlerdendir. Ayrıca hayvanlarda bulunan ve mutasyon dediğimiz yapı değiştirme özelliği ile insanlarda hastalık yapabilme özelliği kazanan virüslerde etken olabilir. Son covid-19 salgını buna örnektir.. Ayrıca kuş gribi ve domuz gribi adını verdiğimiz H1N1 viral hastalıkları da bunlardandır. Gripte baş ve boğaz ağrısı daha belirgindir. Ateş genellikle 38 derecenin üstüne çıkmakta, yaygın adale ağrıları ile genel bitkinlik olmakta ve bu tabloya öksürük de eşlik etmektedir. Burun akıntısı genellikle yoktur. Etkenin alınmasından 1-2 gün sonra ani ateş yükselmesi ile şikâyetler başlar. Bitkinliğin fazla olması sebebi ile PAÇAVRA HASTALIĞI olarak da adlandırılmaktadır. Ateş 2.gün düşüp 3 ve 4. gün tekrar yükselerek devam eder, daha sonra bir komplikasyon yapmadı ise normale düşer.

Grip mevsimlerle ilişkili bir hastalıktır. Isının inişli çıkışlı olduğu ilk ve son baharlarda fazla görülür. Irk ve cins ayımı yoktur. Çocuklar ve gençler daha duyarlıdır. Kronik kalp-akciğer hastalığı olanlar, şeker hastaları, bağışıklık seviyeleri düşük olanlar, kemoterapi görenler ve ileri yaştaki insanlar risk grubudurlar. Bunlarda özellikle akciğer enfeksiyonları gelişerek hayati tehlike oluştururlar. Bu hastalık solunum yolu ile ve yakın temas ile bulaşarak salgınlara sebep olmaktadır. Salgın küçük bölgelerle sınırlı (endemi) şekilde sürekli bulunur. Daha yaygın ve geniş bölgeleri etkiler özellikte (pandemi) 3-4 yılda bir görülmektedir. Daha uzun aralıklarla,10-12 yılda bir ise dünyayı tehdit edecek boyutlarda salgınlar (epidemi) yapmaktadırlar. 2019 aralık ayında başlayıp 3 yıl süren covid-19 pandemi şeklinde bir salgındı.

Hastanın akıbeti salgının şiddetine, hastanın yaş ve genel durumuna göre değişir. Hafif vakalarda ölüm oranı %0.1 iken pandemilerde %10-15’lere kadar çıkabilir. Bunun için teşhisi, takibi ve tedavisi ile bulaşmayı önleyici tedbirlerin uygulanması yönü ile dikkat edilmesi gereken bir hastalıktır. Teşhiste kan sayımındaki beyaz küre sayı ve yüzde dağılımı, CRP değerindeki sapma ve burun/boğaz sürüntüsünden yapılan virüs tipi tayini gibi tetkiklerden yararlanılmaktadır. Tedavi genellikle semptomatiktir. Yeterli istirahat, bol sıvının da alındığı uygun beslenme gerekir. Ağrıkesici ve ateş düşürücü olarak parasetamol grubu ilaçlardan yararlanılır. Antiviral ilaçlar ilk 2-3 gününde başlamak şartı ile riskli vakalarda kullanılarak iyileşme hızlandırılabilir. Antibiyotiklerin bir yararı yoktur. Komplikasyon oluşmadı ise kullanılmamalıdır. 4-5 gün içinde ateş düşmez ise mutlaka hekim kontrolü ihmal edilmemelidir.

Korunma önemlidir. Toplu yaşanılan yerlerin temizliği ve havalandırılması, ortak kullanılan yer ve malzemelerin azaltılıp temiz tutulması, kişisel temizliğe dikkat bulaşmaları azaltır. Bu virüsler güneş ısısına dayanıksızdırlar. 56 derecede birkaç dakikada inaktive olurlar. Sabunlu suda 30 saniyede aktiviteleri düşer. Korunmada diğer bir husus özellikle risk grublarının her yıl yenilenen grip aşısı ile aşılanmalarıdır.

Anjine gelince bu bademciklerimizin bakterilerce hastalandırılmasıdır. Burada da ateş ve boğaz ağrısı vardır. Burada da etkenin teşhisi önemlidir. Teşhiste kan tetkikleri yanında boğaz kültüründen yararlanılır.50-60 yıl öncelerinin en korkulan boğaz enfeksiyonu difteri (kuşpalazı) idi. Ömer Seyfettin’nin kaşağısındaki kahramanlarından biri difteriye yakalanır ve kurtarılamaz. Şimdi bu enfeksiyonlar antibiotikler sayesinde korkulur olmaktan çıkmıştır. Anjinlerde önemli bir sağlık sorunu eklem romatizması, kalp ve böbreklerde sorun yaratabilecek olan beta streptekok enfeksiyonlarıdır.

Bunun için doğru teşhis ve uygun tedavi önemlidir. Tedavide uygun antibiyotiğin yeterli doz ve süre kullanımı iyileşmeyi sağladığı gibi komplikasyonların da önüne geçilmesini sağlar. Ağrı ve ateş için bunlarda aspirin de kullanılabilir.

Her hastalıkta olduğu gibi bu sağlık sorunlarımıza da korku ve endişe ile yaklaşmaktan ziyade genel sağlık kurallarına uymak, beden direncimizi sağlam tutan bir günlük yaşantıya dikkat edilmelidir.

Hastalanma durumunda ise hekimimize zamanında başvurulmalıdır. Hekimimizin koyacağı teşhise göre vereceği tedavinin şartlarını yerine getirip konrolleri de ihmal etmeyerek sağlıklı yaşanacağı unutulmamalıdır.

Salgınsız ve sağlıklı günlerde yaşamanız dileklerimle.

Hakikat Çekirdekleri (1)

     – “Fıtrat (yaratılış) yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüv (büyüyüp gelişme meyli) der: ‘Ben sümbülleneceğim (başak olacağım), meyve vereceğim.’ Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat (hayat bulma meyil ve arzusu) var; der: ‘Piliç olacağım.’ Biiznillah (Allah’ın izni ile) olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad (donma meyli) ile der: ‘Fazla yer tutacağım.’ Metin (sağlam ve katı olan) demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar (meyiller), iradeden gelen evamir-i tekviniyenin (Allah’ın kâinata koyduğu varlıklarla ilgili kanunların) tecellileridir, cilveleridir.”

x

     – “Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-i mütenahî (sonsuz güç ve kuvvet) lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebir-i kâinatın (büyük kâinat kitabının) her bir harfinin, bahusus (özellikle) zîhayat (hayat sahibi) her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih (yönelik) birer yüzü, nâzır (bakan) birer gözü vardır.”

x

     – “Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir. (Haricî vücud sahibi, varlık âlemine çıkmış, belirli bir beden giymiş), bir namus-u zîşuur (şuur sahibi bir kanun)dur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emir (Allah’ın değişmeyen sabit hakikatler şeklinde devam eden kanunlar âlemin)den, sıfat-ı irade (Allah’ın irade sıfatı)ndan gelmiş; kudret ona vücud-u hissî (duygu ve duyarlılığı olan bir vücud) giydirmiştir. Bir seyyale-i lâtifeyi (akıcı özelliğe sahip olan ince manevî varlığı) o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emir (Allah’ın değişmeyen sabit hakikatler şeklinde devam eden kanunlar âlemi)nden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara Kudret-i Ezeliye (Ezelî Kudret sahibi olan Allah) bir vücud-u haricî (görünür âlemde var olan beden, yani maddî bir vücut) giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut (ölümsüz, devamlı) bir kanun olurdu.”

x

     – “Ziya ile mevcudat görünür. Hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaf (keşf edici ve açıcı)dır.”

x

     – “Nasraniyet (Hristiyanlık) ya intıfa (edip sönecek) veya ıstıfa edip (safileşecek); İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecek (silahı bırakıp teslim olacak)tır. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide (Allah’ı bir bilmeye ve O’nu birlemeye) yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan (içine alan) hakaik-i İslâmiyeyi (İslâm’a ait hakikatleri ve doğruları) karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme (büyük sırra) Hz. Peygamber işaret etmiştir ki, ‘Hz. İsa nâzil olup (inip) gelecek, ümmetimden olacak, Şeriatimle amel edecek (demiş)tir.’ (Buharî, Enbiya: 49, …)”

x

     – “İnsan fıtraten (yaratılış bakımından) mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız (elinde olmaksızın), dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”

x

     – “Birbirinden eşeff (daha şeffaf) ve eltaf (daha latif, daha ince), Kudret’in çok âyineleri (aynaları) vardır; sudan havaya havadan esîre (kâinattaki boşlukları dolduran, havadan hafif olup ısı ve ışığı nakleden cevhere), esîrden âlem-i misale (görüntüler âlemi; eşyanın görüntülerinin bulunduğu âleme) âlem-i misalden âlem-i ervaha (ruhlar âlemine), hatta zamana, fikre tenevvü ediyor (çeşitleniyor). Hava âyinesinde, bir kelime milyonlar kelimat (kelimeler) olur; kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü (çoğalma sırrını) pek acip istinsah ediyor (nüshasını yazıp çoğaltıyor).” İ

  x

     (Alıntılar, HAKİKAT  ÇEKİRDEKLERİ – I’den)

Unutma!

‘’Milli Düşünce Merkezi’’ derneğinin Doğu Türkistan’ın kadim halkı Uygur Türklerine ÇİN mezaliminin uyguladığı insanlık dışı, insaniyet dışı işkence ve katliamlarla alakalı düzenlediği toplantıdayız. Anladığım; ÇİN mezaliminin Doğu Türkistan’ın zengin tarım arazilerine yer altı zenginlilerine el koymak; Müslüman Uygur Türklerini asimile ederek milliyetlerini yok etmek; bağımsızlık mücadelelerini kırarak nihayetinde Özerk Cumhuriyet olarak ÇİN’ e bağlı Doğu Türkistan’ı işgâl etmektir. Dünya Kamuoyunun tepkisini çekmeden, uyguladığı sinsice yapılan akla hayale gelmedik işkencelerle Uygur halkını sindirerek hedeflerine ulaşmak.
Tek örnek vereceğim izlediklerimizden;
Uygur Türkü bir hanım evli iki çocuk annesi, eşi ve çocuklarıyla Fransa’da yaşıyor. Yıllar sonra ülkesi Doğu Türkistan’da yaşayan ailesini ziyaret etmek üzere doğduğu memleketine gider; Sınırda ÇİN polisi kendisini karşılar ve sorgulamaya başlar, polis ne kadar rezil bir işkence uygular ki; onurlu kişilikli bu hanım efendi polise adeta yalvarır; hemen burada beni öldürün diye!…
*
Son Osmanlı Türk İmparatorluğunun Tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte yabancı coğrafyalarda mahzun kalmış Türk insanına karşı o coğrafyalarda güçlü duruma gelen gayrı Müslimlerin zulmüne, baskısına, işkencesine maruz kalmış biçare insanımız kendilerini Anadolu coğrafyasında Osmanlının devamı olarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyetinin kucağında bulmuşlardır.
Balkanlar’da, Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Sovyet Rusya’da… Daha nice beldelerde; işkenceye uğramış öldürülen binlerce Müslüman Türk evladı…
Öyle ki, bu coğrafyada eline Türk kanı bulaşmamış bir tek ülke, devlet, rejim, yapı, oluşum yok.
*
Bu asil milleti teselli edecek, Türk milletine düşmanlık besleyenlerin asalet yoksunu oldukları; insani, manevi değerlerden nasiplenememiş, kadim kültürlerden mahrum, sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşayan insan müsvetteleri olduklarından hiç şüphem olmayışıdır.
Öyle ki murdar kanı eline değmemiş Engin Tarihiyle Müslüman Türk milletinin benliğini oluşturan engin kültürünü sanatını kavrayarak… Yetiştirdiği gönül erbaplarını tanıyarak…
Türk’ün o muhteşem tarihinde Ahmet Yesevilerin, Hacıbektaşların, Hacı Bayramların, Mevlanaların, Taptuk Emrelerin, Yunusların… İrşatlarıyla, Doğudan Batıya, Güneyden Kuzeye Kur’an Dininin bayraktarlığını yaparak Hz. Peygamberin methiyesini kazanmış asil bir millet; Türk Milleti; unutma!
Türk milliyetçileriyle, Kuvayı milliye ruhuyla; zamanın Emperyal ülkelerinin sana dayattığı Serv paçavrasını yırtarak Anadolu yollarına düşmüş, katıksız Türk halkıyla bütünleşerek verdiği kurtuluş savaşlarının sonucu, Yezitleri Kadim Coğrafyan Anadolu’dan kovmuş, Tarih sahnesinden çekilen Osmanlının yerine bağımsız, bağlantısız Türkiye Cumhuriyetini kurarak sana teslim eden Anafartalar komutanı Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK’ ü unutma, unutturma!
Unutma ki, Başbuğumuzun ifadesiyle; ‘’süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar, başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez; Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır. Bu kalkış, elbette yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değer’’.
*
Unutma ki; Bin yılı aşkındır vatan edindiğimiz Anadolu topraklarında Türk Milleti bütün unsurlarıyla bir bütündür, manzum bir kültür bahçesidir. Bu kültür bahçemizde vatan sevgisi vardır; İman vardır. Ana sütü gibi saf ve temiz Türkçemiz vardır, Tarihimiz vardır; örf ve adetlerimiz vardır, sanatımız vardır, temiz ahlakımız vardır, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, insana saygı, yardımseverliğimiz, dürüstlüğümüz vardır. Bir tek kültür kavramı değildir, itelenen… Milli kültür, geçmişten geleceğe yol alan milletimizin rehberidir, ışığıdır, gücüne güç katan cevheridir. Bizi biz yapan bu değerleri güçlendirerek yaşatmak Tarih sahnesinde saygın mevkiimizi almamızın, var olmamızın ana nedeni!
*
Unutma! Sadece gafletten, enaniyetten uzak, zamanın ruhunu kavrayarak, birbirimizi kırmadan, severek, güvenerek, millet olarak kendimizi birleyerek, ecdadımızın yol gösterici ışığımız olduğunu kavrayarak, çağdaş ilmin öncülüğünde güçlenerek yolumuza devam etme şuuruna vakıf olmalıyız bu zor coğrafyada.

Karanlıkta Bilimin Mum Işığı

Gerçeğe nasıl ulaşırsınız? Bu maalesef gayet anlamlı bir soru. İçinde bulunduğumuz bu gerçek sonrası, post-hakikat çağında öyle.

Post-hakikat galiba post-modernitenin arabeski. Post-modernlik de “bilimsel sosyalizm”in. Tam dünyayı kuran saati bulmuşlardı, adını “tarihi maddecilik” koydular. Tez-antitez-sentez ve her şey içinde kendi zıddını taşırdı… Bilimsel sosyalist devlet de kurulmuştu ve rap rap, kesin ve önlenmez adımlarla ilerliyorlardı. Burjuva hâkimiyetinden proleter diktatörlüğüne geçilmiş, refahın yağmur gibi yağdığı komünist topluma geçmek üzereydiler ki alttan taban göçtü, üstten çatı çöktü. Meğer proleter diktatörlüğü sandıkları Stalin’in, Kruçev’in diktatörlüğü imiş ve dünyanın ilk ve tek bilimi kavramış, hayatını bilime göre düzenlemiş ülkesine refahın yağması beklenirken sistem fakru zaruretten çökmüş.

İşte bu acıklı çöküş karşısında Avrupalı eski Marksist kültürden bir ağıt yükseldi: Batsın bu dünya! Tam böyle demediler. Onun yerine post-modernizm dediler.

Yalan dünya

Kapitalizm yalandı ama sosyalizm de yalandı. Her şey yalandı. “Yalan dünya her şey bomboş/ Yolcu sarhoş, hancı sarhoş.” Tabii böyle ifade etmediler. Onun yerine anlatı dediler. Bütün ideolojiler, bütün inançlar, maddecilik, idealistlik, hepsi ama hepsi birer anlatıydı. Ufak tefek meselelere bulduğumuz açıklamalar da anlatıydı ama sosyalizm, emperyalizm, kapitalizm falan gibi büyük meseleler de büyük anlatıydı, grand-narrative idiler.

Beşer şaşar. Fikir tarihinde yanılmalar her zaman vardır. Ne yani? Binlerce yıl dünyayı kâinatın merkezi zannetmedik mi? Ay, güneş, yedi sema, yıldızlar, her şey dünyanın etrafında dönüyor diye yazıp söylemedik mi? Bugünün farkı ne?

Bugünün farkı şu ki, eskiden doğru bildiğimiz yanlışları doğru bilirdik. Hoppala! Ne demek bu? Şu demek: Eskiden, aksi gösterilene kadar inandıklarımızın doğru olduğunu sanırdık. Bugün, post-modernistler, peşin peşin, halihazırda doğru bildiklerimizin de yalan olduğunu söylüyor. Hiçbir şeyden emin değiller. Bir tek her şeyin yalan olduğundan eminler.

Post hakikat

Post-hakikat bundan da karmaşık. Post hakikatçiler, hiçbir şey gerçek değildir demiyor. İşlerine gelmeyen gerçekleri reddediyor, işlerine gelen yalanları gerçek diye piyasaya sürüyor. Örnekler:

Sigara kanser yapmaz.

Küresel ısınma diye bir şey yoktur.

Covid-19 pandemisi bir tiyatrodan ibaretti.

Aşılar bizi çiplemek içindir.

Aşılar bir şeye yaramaz, ancak büyük ilaç firmalarına para kazandırmak içindir.

Liste bu kadar değil tabii. Çok uzun. Bu anlatıların bazılarının arkasında para var. Mesela “sigara kanser yapmaz”ı büyük tütün firmaları destekliyor, uzman kiralıyorlardı. Küresel ısınmanın gerektirdiği bazı önlemler büyük petrolün cebini yakıyor ve aslında böyle bir şeyin olmadığına dair hikâyeyi destekliyorlardı. Ancak geçen zaman gerçeği gittikçe daha görünür kıldıkça, bu gayretlerden de vazgeçiliyor. Trump bile vazgeçecek gibi.

Siyasi yalanlara hiç girmiyorum. Onları dillendirmek şu ortamda, malum, sağlığıma zarar verebilir. Mesela maazallah halkı kötümserliğe sevk edebilirim. Veya söylediklerim iktidarı tenkit gibi anlaşılabilir. İktidarı tenkit yasak mıdır? Yasak değildir ama yasaktır. Bakınız nasıl: İktidarı tutanlar var ya. Şimdi ben iktidar aleyhine bir şey yazarsam okuyucularımı iktidarı tutanlara karşı şartlandırmış olmaz mıyım? Olurum. İşte “halkın bir kısmını halkın diğer bir kısmına karşı…” Yaa.

Buraya kadar yazdıklarım latifeydi deyip, asıl söylemek istediğime geçmeyi planlıyordum ama şimdi yazdıklarıma bakıyorum… Belki bir kısmı latife ama maalesef hepsi değil. Bir kısmı da fena halde ciddi ve gerçek.

Karanlıkta mum ışığı

Neydi demek istediğim? Gerçek kaygan. Ele gelmiyor. Herkesin her şeyi söyleyip yayımlatabildiği bir ortamda daha önce olmadığı kadar kaygan. Post-modernitenin anlatı arabeskiyle ve ahlaksız post-hakikatle daha da kayganlaşıyor. Fakat sığınabileceğimiz bir korunaklı liman var: Bilim. Carl Sagan’ın deyişiyle “Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı”nın yarattığı aydınlık. Bu isimdeki kitabını da henüz okumamışsanız lütfen okuyun.

Peki bilim hakikati nasıl elinde tutabiliyor? Bu kaos içinde nasıl gerçeği tutup kaldırabiliyor? Bir kere yanılabileceğini peşinen kabul ederek. Sonra da her iddiasını kıyasıya yanlışlamaya çalışarak. Böylece geriye her türlü testten geçmiş güvenilir hakikatler kalıyor.

Bu “bilim” dediğim ne? Bir kişi mi? Bilimin mahkemesi mi var ki böyle kararlar veriyor?

Bir bakıma evet. Bir mahkeme olmasa da bilimin dünya çapında örgütlü bir camiası var. Başarılarıyla, keşifleriyle kendilerini defalarca ispatlamış, bu yolla itibar kazanmış bilim adamlarının camiası. Bu kişilerin hakemliğiyle yürüyen dergilerin etrafında toplaşmış bir camia. İnternete trol orduları kiralayabilirsiniz ama bilim camiasında bunu beceremezsiniz. Ne büyük tütün şirketlerinin ne büyük petrolün buna gücü yetti.

Bir kişi, iki, üç kişi yanılabiliyor ama bütün bir camianın yanılması çok zor. Camianın tamamının yanıldığı dönemler de oldu ama bunlar da bilim devrimleriyle düzeldi. Mum hâlâ ışık veriyor.

Yapay Zekâya Yandaş Yazar Görevi Verdim

Her gün haberlerde çeşitli kesimlerden ünlülere soruşturma, gözaltı, tutuklama kararlarını izliyoruz. Kaçma ve delilleri karartma ihtimali olmayan, ceza alsa bile “yatarı olmayan” vakalarda dahi polis nezaretinde ifadeye götürme uygulaması sıradanlaşmış görünüyor.

Muhalif olanların başında sallanan “Demokles’in kılıcı” gibi, hatta bir ekin biçme aparatı olan “tırpan” gibi hedefindekileri biçen uygulamalar bunlar.

Biçilenlerin içinde bildikleriniz tanıdıklarınız varsa, Yunus’ça içiniz yanabilir: “Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/ Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi” demek istersiniz.

Ancak Parti liderlerinden gazetecilere, yazarlardan sanatçılara, iş insanlarından seçilmişlere kadar, iktidarın radarına giren muhalifler için üzüldüğünü söylemek, onlara uygulanan “bu hukuki muameleleri” eleştirmek kolay değil.

Çünkü bu tür eleştiriler “Yeni Türkiye’de haddini aşmak” olarak kabul edilebilir. Herkesin neyi konuşabileceğini, neleri eleştireceğini bilmek için, yargı sürecinden muaf olan muktedirlerin söylediklerine iyi kulak vermek lazım.

Bu bakımdan risksiz bir yazı yazmak niyetiyle, “acaba ben de yandaş yazarların veya sosyal medyada görevli trollerin gözüyle olaylara baksam nasıl bir makale yazardım?” diye düşündüm.

Beynim böyle bir çalışma yöntemine alışık olmadığı için yapay zekadan yararlanmaya karar verdim. Yapay zekaya yandaş bir yazar gözüyle yazması için talebimi ilettim.

****

Yapay zekadan talebim şöyle oldu:

Türkiye’de son aylarda siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, iş insanları hakkında soruşturmalar açılmasını, gözaltı ve tutuklama kararlarının verilmesini, belediyelere kayyım atanmalarını savunan…

Muhalefetin “yargı sopası ile korku iklimi yaratılıyor” eleştirilerine yol açan uygulamaların aslında Türkiye’nin hukuk devleti olduğunun, bağımsız ve tarafsız yargının varlığını gösterdiğini gerekçeleriyle anlatan…

Bu uygulamaların ülkede huzur ve barışı artıracağını, ekonominin olumlu etkileneceğini ispatlamaya çalışan bir makale yaz lütfen.

*****************************

Yapay Zekânın Benim İçin Yazdığı Makale

Yapay Zekanın, yukarıdaki talebim üzerine, yazdığı makaleyi bilgilerinize sunuyorum:

Türkiye’de Hukuk Devleti ve Bağımsız Yargı: Son Dönem Uygulamaların Önemi

Son aylarda Türkiye’de siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve iş insanları hakkında açılan soruşturmalar, verilen gözaltı ve tutuklama kararları ve belediyelere kayyım atanması gibi uygulamalar, kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştır. Muhalefet bu uygulamaları “yargı sopası ile korku iklimi yaratılıyor” diyerek eleştirirken, bu yazıda bu tür uygulamaların aslında Türkiye’nin hukuk devleti olduğunun ve bağımsız, tarafsız yargının varlığının kanıtı olduğunu savunacağız.

Hukuk Devleti ve Bağımsız Yargı

Bir hukuk devletinde, hukuk kurallarının egemenliği esastır ve yargı organları, kanunların tarafsız ve bağımsız bir şekilde uygulanmasını sağlar. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda belirtilen hukuk devleti ilkesi, tüm bireylerin yasalar önünde eşit olduğunu ve devletin hukuk kurallarına uygun hareket etmesi gerektiğini vurgular. Bu bağlamda, hukukun üstünlüğünün sağlanması için yargı organlarının bağımsız ve tarafsız bir şekilde çalışması elzemdir.

Son Dönem Uygulamaların Gerekçeleri

Son dönemde Türkiye’de siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve iş insanları hakkında yürütülen soruşturmalar ve verilen gözaltı ile tutuklama kararları, hukukun üstünlüğünün korunması ve toplumsal düzenin sağlanması amacıyla yapılmaktadır. Suç işlediği düşünülen kişiler hakkında soruşturma açılması ve yargı sürecinin işletilmesi, hukuk devletinin olmazsa olmaz bir unsurudur. Bu uygulamalar, kanunların ihlali durumunda kimsenin dokunulmaz olmadığını ve yargı önünde hesap vermesi gerektiğini gösterir.

Son dönemde Türkiye’de yürütülen soruşturmalar, gözaltı ve tutuklama kararları ve belediyelere kayyım atanması gibi uygulamalar, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve yargı organlarının bağımsız, tarafsız bir şekilde çalışmasının bir göstergesidir. Bu tür uygulamalar, toplumsal huzur ve barışın artırılmasına, ekonomik istikrarın sağlanmasına katkıda bulunarak Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.

Bu tür uygulamaların tartışılması ve eleştirilmesi elbette demokratik bir toplumun gereğidir, ancak yargı organlarının bağımsızlığı ve tarafsızlığına duyulan güvenin sarsılmaması da son derece önemlidir. Türkiye’nin geleceği için hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kalmak, toplumsal barışın ve ekonomik refahın anahtarıdır.

****

Gördüğünüz gibi yapay zekanın tek merkezden yönlendirilen yandaş yazar ve trollerden öğreneceği çok şey var. Yapay Zekâ henüz onların kalemlerindeki kıvraklığa erişebilecek kadar iyi eğitilmemiş. Evrensel doğrulardan ayrılmakta güçlük çekiyor. Ama yine de muhalif bir yazarın bağımsız düşüncelerini aktardığı yazılardan daha az riskli bir yazı yazmayı becerdiğini söyleyebilirim.

Siz ne dersiniz nasıl yorumlarsınız bilemem. Ama şu sorumun cevabını sizden öğrenmek isterim: Bundan sonra yandaş yazarlarınkine benzeyen veya oto sansür uygulanmış makaleler okumak ister misiniz?