11.6 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 5

Öyle Bir İnfilâk Et ki Aynı Şehre Düşmesin İki Parçan

Bu aşkın ateşi var

Yüreğimin dumanı

Sevdâmın çok leşi var

Şimdi ölmek zamânı

Damara lâv topu gönder

Korakor gönül mosmor

Hasret acılara önder

Tutkular bombalık fosfor

Sıra kalbin fitilinde

Oksijenle kayna koçum

Kendini bul Ʞâtilinde

Gayri bitsin sevdâ borcum

Düşünmek tütmek demektir

Yanarız arslanlar gibi

Aşk azrâil beklemektir

Kocamış korsanlar gibi

Geceler sayıklıyor

Saatler sanki duvar

Bir bakar mısın doktor

Bu aşkın ateşi var

Haziran 2013 – Başiskele Barbaros

“Hüzün En Çok Bize Yakışır!”

Şair ve Yazar Yavuz Bülent Bakiler’i daha orta mektep talebesi iken ne zaman, nerede ve nasıl yayınlanacağı belli olmayan Serdengeçti Dergisi’ndeki Cebeci Camii şiiriyle tanıdım(1959). Şairimiz diyordu ki “Cebeci Camii’nde ezan okunur/ Kapısı önünde fakir fukara/ Al git bu sevdayı başımdan rüzgâr/ Al git uzaklara” Duygusal” şiirin son dizesi şöyle biter “Ne güzel Rabbim, Rabbim ne güzel/ Türk İslam yaratılmak”

Bir dönemin şiir meraklılarının her yıl beklediği yıllık, almanak ve antolojilerde mutlaka yer alan ve hep okuduğumuz Cebeci İstasyonu şiirinde ise aşk fideleri filiz vermiş, dal olmuş ve çiçeğe durmuştu Yavuz Bülent Bakiler’de.

“Cebeci İstasyonu’nda bir akşam üstü/ İncecikten bir yağmur yağıyordu yollara/ Yeni baştan yaşıyorduk kaderimizi/ Sıcak bir kara sevda/ Yüreğimizin başına bağdaş kurup oturmuştu/ Acımsı, buruk!”

Harman, Yalnızlık, Duvak ve Seninle adlı şiir kitaplarının bir milyon sattığını söylerdi bana. Ben kendisinden daha fazla sevinirdim.

“Gözlerin İstanbul oluyor birden” dizesini nasıl açıklamalıyız?

Benim neslim ideoloji ve aşk ikisini birlikte yaşamadı, yaşayamadı ya da yaşatılmak istenmedi.

Ya hep ideoloji, ya da hep aşk.

Oysa ideoloji aşk ile bütünleşmezse cılız kalırdı, bunu geç öğrendik.

Avrupa’da Türk İzleri

Yavuz Bülent Bakiler ikisini birleştirdi; yüreği öne çıkardı, insana endeksledi.

Kendisiyle yüzyüze dostluğumuz TRT’de başladı(1976). Ben muhabir olarak girmiştim kuruma ve çok yeniydim. Kendisi benden birkaç ay önce. TRT’nin kiraladığı bir apartmanın zemin katlarındaki rutubetli bir odaya görüşlerinden ötürü mahkûm edilmişti. Başkent Ankara’da her yönetim değiştiğinde böyle gelişmeler olur. Ankara’da bürokrasi hükümetlere göre kaynak ve kadrolarını devreye sokar. Zaman dilimi Prof.Dr. Şaban Karataş yönetimindeki TRT Genel Müdürlüğü emrine girince Yavuz Bülent Bakiler de devrede buldu kendisini. Kurumda tertibim Prodüktör Mehmet Ali Özpolat’ın 16 dizi olarak hazırladığı Avrupa’da Türk İzleri Yavuz Bülent Bakiler’in metin yazarlığını üslendiği başarılı bir prodüksiyonla öne çıktı, reating rekorları kırdı. Hatta şairliğinin önüne geçti Yavuz Bülent Bakiler’in. Yabancı televizyonlara bile satıldı dizi.

Yeni bir dönem başladı artık. Defalarca ve ısrarla siyasi deneyime ısındırılan, hatta birinci sırada olmasına rağmen parlamentoya giremeyen Yavuz Bülent Bakiler böylece önemli bir sıçrayış yaptı, başardı. Bence daha da iyi oldu.

Sivil Toplumda Beraberlik

Daha önceki kamusal alanlarından sonra Kültür Bakanlığı’na da hizmet etti. Bakan ve hemşerisi Mükerrem Taşçıoğlu ile siyasi rakip olduklarından örtülü müsteşar yardımcısı olmasına rağmen bu rekabet sürekli artarak devam etti. Darbe sonrasında bakan olan ve her Avrupa seyahatinde eşine kürkler getiren Cihat Baban hikayelerini duyduğunda çok üzüldü. Bize nakletti. Hele bir Kültür Bakanının “Mehmet Akif’in mezarını Moskova’dan Türkiye’ye getireceğiz!” demesini yüreğine kabul ettiremedi. Ülkemizde kimler Kültür Bakanı oluyordu şaşıp durdu. Bakan Fikri Durmuş Sağlar ile medyada ciddi bir tartışmaya girdi. Görevden alınıp, sürgün edileceği sanılırken Başbakan Demirel tarafından danışmanlığa getirdi.

Birlikte Türkiye Yazarlar Birliği ve Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfını 14 arkadaşımızla birlikte kurduk. Şair, yazar ve politikacı İsmail Hakkı Yılanlıoğlu vakfımızın kuruluşuna çok katkı verdi, zaman ayırdı ama damadı Yavuz Bülent Bakiler’in daha faydalı olacağına inandı.

Yavuz Ağabey çok erken emekli oldu ve İstanbul’a taşındı. Yurtiçi ve yurt dışında konferanslara dahil oldu. Viyana ve Budapeşte’ye birlikte gittik. Ayşe Hanım kesinlikle eşinin konferanslar falan için seyahatlere çıkmasına şiddetle itiraz ediyor, telefonla konuşmasına bile müsaade etmiyordu.

“Vay Başıma Gelenler”

Yavuz Bey de bunu biliyordu. Ama aile bağları çok güçlüydü. Bir defasında aradığımda Ankara’da ameliyat olmuştu, ama İstanbul’daki ailesi üzülmesin diye kimseye haber etmemişti. “Ağabey en azından bizi bilgilendirseydin” desem de ailesine haber ulaştıracağımızı tahmin ediyordu. Hitabeti çok güçlüydü. Sordum, “Bu özelliği nasıl kazandınız?” diye. Bir Milli Eğitimin unutulması mimarı Tevfik İleri hayranı çıktı karşımıza. Sırf hitabet tarzını öğrenmek ve ülke sorunları hakkında bilgi donanımına sahip olmak için Tevfik İleri’nin her etkinliğini takip edermiş. İki can arkadaşı Kültür Bakanları Ağah Oktay Güner ve Namık Kemal Zeybek’in de hitabetleri ve birikimleri bir hayli fazlaydı. Üçü birlikte az göründü daha sonraları “Vay Başıma Gelenler”de limoniliklerini ideolojik değişim olarak ileri sürüyordu.

TOBB’daki bir sempozyumda tebliğ sunuyordum, Yavuz Bülent Bakiler de oturum başkanıydı. Birden bire konuşmamı kesti ve “Sayın Çiftçigüzeli bazen bazı harfleri yutarak konuşmayın” dedi ama moralim de bozulmadı çünkü kendimi biliyordum, iyi bir hatip değildim hele hele kendisi gibi hiç değildim.

“Akif’in Çağdaş Türkiye İdeali”

Sözün Doğrusu çalışmaları güzel Türkçemize olan duyarlılığındandır. Eleştirel düşünceye kimsenin hala tahammül edemediği bir dönemde bu çıkış dikkat çekmişti. Peki Fetöcü müydü? Zaman’da yazıyor, Samanyolu’nda programlar gerçekleştiriyordu. Kesinlikle hayır. Ankara başta olmak üzere, ülke yönetiminde sorumluluk almış herkesin ve siyasilerin Fetöye methiyeler dizdiği, hasretinden yanıp tutuştuğunu açıklayanlarla aynı döneme denk gelmişti. Çünkü o zaman diliminde yurtdışındaki okullarda güzel Türkçemizin öğretilmesi, İstiklal Marşımızın söylenmesi, Türk Bayrağının göndere çekilmesi iktidar ve muhalif liderlerin bile iltifatına mazhar olurken, Yavuz Beyin de etkilenmemesi bittabi mümkün değildi. Öyle ki bugün bu hususu eleştirenlerin de böyle bir kamburu çıkması muhtemeldir.

Ayrıca bir başka gazete ve televizyondan da teklif yoktu, imkân verilmiyordu. Mısır’da idam edilen Prof.Dr. Seyyit Kutup’un medyası olmadığı için diktatör iktidarın baskısı karşısında kendisine komünist-marksist gazetelerin teklifi ile oralarda yazıyordu. Peki Seyit Kutup komünist miydi? Şiddetle hayır.

İstiklalimizin yazarı Mehmet Akif’in son dönemde çektiği başta vatan özlemi olmak üzere üniversitedeki işinden el çektirilmesi, borçlarını ödemekteki zorlukları, sürekli takip edilmesi, yalnızlaştırılması ve hastalık gibi sıkıntıları kendisi aynen yaşıyormuş gibi bir ruh hali vardı. Yavuz Bülent Bakiler, Akif’e öylesine bir sevgi-saygı-minnet doluydu.  Akif’in Kahire’ye gönüllü sürgüne gittiği dönemin yönetimine de bundan ötürü kızıyordu. “Mehmet Akif Ersoy’da Çağdaş Türkiye İdeali” adlı eseri bunun bir yansıması oldu. Yeni bir esere de başlamıştı. Yanlış anlaşılacağından ben ve ortak dostlarımız Oğuz Çetinoğlu ile Mehmet Şadi Polat’ın endişeleri vardı “Yaz ama yayınlama, kalsın. Zamanı gelince bakılır ve değerlendirilir” demiştik. Öyle de oldu. Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’nda kendisiyle halef-selef olmuştuk.

Yakup Kadri İle Yavuz Bülent Örtüşüyor mu?

Şimdi Peyami Safa’nın Türk İnkılabına Bakışlar’ını ilk değerlendiren bir aydın olan Yavuz Bülent Bakiler inkılap düşmanı mı? Şimdi buna cevap arayalım.

Macaristan’da o yıllarda TİKA Başkanı olan ve bugün Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Rektörlüğü görevi yapan  Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Yavuz Beyle beni konuk etmişti. Macaristan’ın ünlü bütün Türkoloğlarının katıldığı, Budapeşte’de sorulu cevaplı bu toplantıda konu dışı da olsa her husus tartışıldı. Kimse kimseyi itham etmedi, kınamadı. Sonrasında da hep birlikte çay içtik, sohbet ettik.

Hafızası güzlü, ezber kabiliyeti yüksek Yavuz Bülent’ten bizzat dinledim. Mustafa Kemal Paşa’nın en güvendiği ve en yakınlarından, inkılapların savunucusu yazar-milletvekili Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Hisar Dergisi’ne röportaj yapmak üzere buluşmuşlar. Kadro Dergisinin kurucusu, Kemalizmi değiştirmekle suçlanan, Zoraki Diplomat, Yaban, Bir Sürgün, Ankara, Sodom ve Gomore ile Panorama kitaplarının yazarı yazılmamak kaydıyla öyle şeyler anlatmış ki Yavuz Bülent bile şaşırmış. Yakup Kadri “söylediklerimi sakın ola ki yazma seni mahkemeye veririm sonra” demek mecburiyeti hissetmiş. Ufku açık Yakup Kadri’nin anlattıkları özgür düşüncenin gereği, yanlışların hatırlatılması, doğruların teşviki biçimindeydi. İlerde bunlar konuşulacak ve bir aydınımız çıkıp “neden ve niçin geç kaldık peki?” diye sorabilir. Bekleyip göreceğiz.

HASTA YATAĞINDA AYTMATOF

“Hüzün En Çok Bize Yakışır” diyen, “kitap” dendiğinde yüreğinin yağı eriyen Yavuz Bülent Bakiler Türkistan Türkistan, Üsküp’ten Kosova’ya eserlerinin yanında bir döneme damga vuran Serdengeçti Geldi Geçti, sonra Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamar, kılık kıyafeti müsait olmadığı için Ulus’tan Kızılay’a geçmesine müsaade edilmeyen Aşık Veysel, şaibeli bir helikopter kazasında şehit olan Muhsin Başkan, Efendime Söyleyeyim, Hatıraların Işığında ve bir ilk “Şiirimizde Ana” yazarına rahmet diliyorum. Son günlerinde gelgitleri olmaya başlamıştı, diyalize giriyordu ve 89 yaşında hakka yürüdü. Mekânı cennet olsun. Hasta yatağında bile Cengiz Aytmatof okuyordu rahmetli.

Yavuz Bülent Bakiler iyi bir insan ve aile babası, çok önemli bir yurtsever, milliyetçi saygın bir sanatçı, muhafazakâr örnek bir Türk-Müslüman entelektüeli, bağımsız bağlantısız olarak sivil toplumun bir önderiydi.

Kitap Tanıtım

Kocaeli Aydınlar Ocağı site yazarlarımızdan Sevil Köse Hanımefendi, “Çörek Otu” isimli kitabı ile edebiyat dünyasına adım atmıştır. Kendisini tebrik ediyor, başarılarının devamını, okuyucusunun bol olmasını diliyoruz.

Kocaeli Aydınlar Ocağı

Çörek Otu

Savaşarak yaşadığım hayat her ne kadar beni yorsa da, en iyi bildiğim yoldan yürüyerek değil koşarak geçiyorum. Arkamdan atlı kovalıyormuş gibi, sırtımda yumurta sepeti var gibi, nefes nefese, biraz tedirgin, biraz öfkeli, biraz suskun. Her şeye geç kalmanın telaşı belki de.

İnsan hayallerinden arda kalanmış. Arda kalan tarafımı sırtıma alıp düştüğüm yollar beni yolda koymaz. Koymaz zira o yollardan geçerken yaşadıklarımın üzerine biraz çörek otu serpiyorum. Çörek otu bana bir ölüme çare olmadığını hatırlatırken, bir yandan da insanın yaşadıkları acıların bir hal çaresi bulunur olduğunu hatırlatıyor.

Çörek otunun felsefesini kalbime yazdım. Saçlarımdan aşağı döküldükçe çörek otları, bir mucize gibi geçip gidiyor acılar. Daha olmadı yerlere dökülen çörek otlarını tekrar ellerimle tek tek toplayıp yeniden döküyorum döküyorum başımdan aşağı.

Ayağa dokunmadık taşlar, gelip başınızda kışladığında, Olmaz değiniz ne varsa yaşadığınızda , kalabalıklar içinde yalnız kaldığınızda, söyleyecek onca şey varken susmak zorunda kaldığınızda, kalbinizin üzerinde bir sancı hissettiğinizde, özlediğinizde, çaresizliğinizde, öfkelendiğinizde, anlaşılmadığınızı düşündüğünüzde başınızdan aşağı çörek otu serpin.

İnsanın kefenine bile serpilen çörek otu. Acıyla yaşayıp duran insanı kolay çıkarır zor yokuşlardan. Tırmandığım dağlardan geri dönerken de kolay inemedim hiç. Zorlandığım yerde, kandığım yerde, kanadığım yerde bir avuç çörek otu serptim.
Herkes yaraları kanadığında tuz basar, ben çörek otu tozu. Yarayı bir siyahlık kaplar, durdurur kanamayı, çörek otuyla kabuk bağlar yaralarınız. Siz bile isteye kabuğu kaldırmadıkça, o yara kapanır gider.

Şiirler, mektuplar, türküler çörek otuna benzer, evet evet çörek otuna benzer. Ne alakası var demeyiniz. Bir çift kara göze yazılan şiirler, alına bağlanan kara çelgili türküler, çörek otu kokulu mektuplar. Kara toprağın dip dalgalarından gelen uğultulu, iniltili, kokulu çörek otu gibi yürekten yüreğe dökülen ayrı bir dili vardır.

Yetim çocuğun gözyaşlarına benzeyen çörek otu, yanaklarına süzüldüğünde, dökülen gözyaşı değildir, söz yaşlarıdır. Yetim çocuğun gözyaşlarını sildiğinizde mendilinize bir avuç çörek otu dökülür kalır. Bulutlar hep çörek otu biriktirir.
Ay gökyüzünde kaybolduğunda üzerine çörek otundan yorgan örter, yorganı kaldırdığında avuç avuç yıldız dökülür.

Hep sorarsın sana ne getireyim diye, bir avuç çörek otu getir uzak diyarlardan. Gel birlikte dökelim saçlarımızdan aşağıya şifa niyetine. Şifa niyetine diyorum, evet evet şifa niyetine. Bu kadar arsıza, bu kadar uğursuza denk gelmemizi kadere bağlayamayız ya en iyisi çörek otu serpelim ki arsızlar, uğursuzlar, nankörler , kem gözlüler uzaklaşsın gitsin bizden.

İster inanın, ister inanmayın, arınmak da çörek otuna dahil. Ne kadar çörek otu, o kadar arınmış olur insan tüm kötülüklerden. Çörek otu duasını da unutmayın, kırk bir tane Ayetelkürsü okuyup, tüm kötülükleri, tüm kötüleri Allaha havale edebiliriz…

Osmanlı’nın Çöküş Nedenleri

Konuya ilişkin edindiğim bilgilerden bahisle;
Bir aile devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, kendi ipini kendi çekmiş, kendi kendini bitirip yok etmiştir.
Dinci çevrelerin dolduruşuyla Memlukluların elinden Abbasi halifeliğini almak için yoktan Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını yaratan Yavuz Sultan Selim, bu savaşları kazanarak halifelik makamını üstlenmiştir.
Tarih 1517.
Ancak bu makam, Osmanlıya hiçbir şey kazandırmadığı gibi Osmanlının düşüşe geçmesinin miladı olmuştur.
Yani?
Yani gerçekte iki farklı Osmanlı vardı.
İlki, Halifeliğe kadar olan Osmanlı, diğeri Halifelikten sonra Araplaşan Osmanlı İmparatorluğu…
*
“Araplaşan Osmanlı” dedik, bu konuyu da açalım.
Arap dünyası, halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler.
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarında seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebu Suud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır…
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle “Türk İslam’ı” terk edilerek; “Arap İslam’ına” evirilmesi, konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi”
Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
(Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm ya da Türkmen’im” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.)
Maalesef Osmanlı’nın son 350 yılı ilk 250 yılın aksine Türklere zulümle geçer.
Günümüz Arap mezhepçiliğinin ve tarikatçılığının temelleri o günlerde atılmaya başlanır..
1603 yılına gelindiğinde artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanıp kapatılır, yerine Halid-i Nakşî Kürt-i Tekkeleri kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilir…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve kırdırılma amacıyla en ön safta savaştırılır, ganimet toplamalarına bile izin verilmez.…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlar, Halaçlar, Mukrizler, Bayatlar, Begdililer, Evyalar, Yıvalardır…
Tarihimizde bunlara “Ekrad Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı da İran’a gider.
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak sorunlar bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir; çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı da ıskalatırlar.
Bu molla hazretleri(!) her defasında yeni bir fetva ile Osmanlının matbaaya kavuşmasını engellerler; ta ki Batı, Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani tam 240 yıl sonra 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile Osmanlı matbaaya kavuşur ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Bu aşamada irdelenmesi gereken konu şudur.
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan başta ‘’Türk imparatorluğu Osmanlı” varken;
neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?!
(Osmanlı, son 250 sene; yani 1683 Viyana Bozgunu’ndan, 1922’de Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.)
*
Şimdi şu soruyu soralım kendimize…
Halifelik uğruna, Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve bir başka soru…
Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaşilerin, Seyit Gazilerin, Ahmet Yesevilerin… İslam’ı, İslam değil miydi?
Ya da Osmanlıyı kuran Şeyh Edebalilerin İslam’ı, Akşemseddinlerin İslam’ı İslam değil miydi de Ebu Suudlara teslim edip, batırdık koca İmparatorluğu…
*
Yazarken kalemimin ucu bile titriyor ama şunu da dillendirmek zorundayım.
Bugün de hâlâ aynı sürecin devam ettirilmesi tarihten, hiç ders almadığımızı gösteriyor..
Ve anlayana son söz… Ahmet Yesevi der ki: “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”
*
Evet, Osmanlının küllerinden çıkardığımız bağımsız bağlantısız yeni bir devlet Türkiye Cumhuriyeti TURAN dediğimiz Türk dünyası birliğini de sağlamalıdır. Türk dünyasının birliği vaz geçilemez önceliğimiz olmalıdır. Türk birliği için çalışmanın pek çok yolu vardır. Efsane, destan, tarih, dil ve edebiyattaki ortaklıkları göstermek için ilmî çalışmalar yapmak bu yollardan biridir. Aynı amaçla sanat çalışmaları yapmak da bir yoldur. Tek tek insanlarla konuşarak onlarda birlik bilincini oluşturmaya çalışmak da bir yoldur. Yazılar yazmak, yazılı ve görüntülü iletişim araçlarında faaliyette bulunmak, bu amaca yönelik sivil toplum kuruluşları meydana getirmek ve onlar içinde yer almak… Daha fazla ayrıntıya girmek gerektiğini sanmıyorum. Bu amaçla yapılacak her türlü faaliyet, Türk birliği için çalışmak demektir.
*
Bütün bu faaliyetler iyi ve kutsaldır. Ancak en başta uyulması gereken bir şart vardır: Mevcut durumu doğru bilmek, doğru tespit etmek. Doğru bilgiye dayanmayan hareketler, amaca fayda vermek yerine zarara yol açabilir. Hiçbir şey abartılmadan her şey doğru bilinmelidir. Bütün olgular, sebepleriyle birlikte doğru tespit edilmelidir. Doğru ve sağlam bilgilerden hareket edilerek amaca doğru yürünmelidir.
Bugün için bilinmesi gereken doğrulardan biri, bizim Türk dediğimiz topluluklardan birçoğunun veya o topluluklar içindeki insanlardan birçoğunun kendilerini Türk bilmedikleridir. Aynı şekilde dillerini de Türkçe olarak adlandırmadıklarıdır. Onlar, kendilerinin ve dillerinin bizimle aynı kökten geldiğini biliyorlar, fakat artık ayrı olduklarını düşünmeyebilirler.
Elbette sadece bu bilgiyle yetinmek doğru değildir. Neden kendilerini ve dillerini öyle biliyorlar? Bu sorunun da cevabını araştırmalı ve sebebini bilmeliyiz. Bunun için, yakın dönemlere kadar onların da genel adlarının Türk, dillerinin adlarının Türkçe olduğunu, durumun başka devletlerin bağımlılığı altına girdikten sonra değiştiğini onlara tarihî delillere dayanarak ve sabırla anlatmamız gerekir.
*
Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız, Tatar, Başkurt kimlikleri uydurma kimlikler değildir. Bu kimlikleri kullanmakta sorun yoktur. Önemli olan, Türk üst kimliğinin unutulmuş veya hâkim güçler tarafından unutturulmuş olmasıdır. Onlara hatırlatmamız gereken, üst kimlik adlarının Türk olduğudur.
Hâkim güç, Türk adını sadece Türkiye Türklerine, Türkçe adını da Türkiye Türklerinin dillerine inhisar ettirerek kardeşlerimizde yanlış bir imaj oluşturmuştur. Bunun, hâkim güç tarafından zihinlere yerleştirilmiş bir bilgi olduğunu onlara yumuşak ve ikna edici bir dille anlatmamız gerekir.
Özbek, Türkmen, Uygur, Kazak ve diğer kardeşlerimize Türk olduklarını anlatmaya çalışmak bir zorlama değildir. Ortak Latin alfabesinde birleşmek gerektiğini anlatmaya çalışmak nasıl zorlama değilse Türk olduklarını anlatmaya çalışmak da zorlama değildir.
Tabii ki usul ve üslup çok önemlidir. Hiç kimseye zorla bir şeyi kabul ettirmek yetkisine sahip değiliz. Yumuşak bir üslupla, delilleri ortaya koyarak karşımızdakini ikna etmeye çalışmalıyız.
Zaman da önemlidir. Yüz yılların tortusu, on yılda, yirmi yılda giderilemez. 20-25 yılda olmadı diye “bu iş olmaz” yargısına varmak da doğru değildir. Azerbaycan, özellikle Güney Azerbaycan’daki kardeşlerimizin artık kendilerini Türk kabul ettiklerini, hatta Azeri sözüne öfkelendiklerini görüyoruz. O hâlde “olmaz” diye bir şey yoktur. Ülküler, çetin ve zorlu uğraşlardan sonra gerçekleşebilen kutsal dileklerdir.

Acip Bir Saray

     İnsan, kasr / köşk ve sarayların en güzeli, o sarayların en acibidir.

     Bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden, bir kısmı misal âleminden ve Levh-i Mahfuz’dan, diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği gibi; ihtiyaçları ebede uzanmış, emelleri semaların ve yeryüzünün her tarafında yayılmıştır. Bağları, alâkaları dünya ve ahiret devirlerinde dağılmış bir acip saray, bir garip kasr gibidir.

     İnsanın kalbi, hüviyet ve mahiyeti ise, bir ayna hükmündedir. Fıtratında / yaratılışında ve kalbinde şiddetli bir beka / kalıcılık ve daimîlik sevgisi vardır. Fakat o muhabbet, o ayna için değildir. O kalp ve mahiyet için hiç değildir.

     Belki o aynada istidat ve kabiliyete göre yansıması bulunan Bâki-i Zülcelal olan Allah’ın tecellilerine karşı muhabbeti vardır. Düşüncesizlik yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.

     Fâtır-ı Hakîm / hikmetle benzersiz yaratan Hz. Allah; insanın mahiyetine öyle garip bir hâl ve keyfiyet koymuştur ki, bazen dünyaya yerleşemiyor.  Dünyadan daha geniş bir yer istiyor. Fakat bu durumda iken, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşir. Fakat koca dünyaya yerleşemeyen kalp ve fikri, o zerreciğe sığar. En şiddetli hisleriyle o dakikacık, o hatıracıkta dolaşır.

     İnsanın mahiyetine öyle manevî cihaz, uzuv, organ ve lâtifeler konmuştur ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi içinde yerleştiremez. Baş bir batman taşı kaldırdığı hâlde, göz bir saçı bile kaldıramaz. O lâtife; saç kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâle dayanamaz. Hatta bazen söner ve ölür.

     Öyleyse insan; hazer etmeli / çekinmeli, dikkatle basmalı, batmaktan korkmalı! Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batmamalı! Dünyayı yutan büyük lâtifelerini onda batırmamalı!

     Çünkü, çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl ki küçük bir cam parçasında gök yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal tohumcuğu gibi küçük hafızasında, amel sayfalarının çoğu, ömür sayfalarının ekseri içine girdiği gibi, çok küçük şeyler var ki, öyle büyük şeyleri bir bakıma yutar, içine alır.

     İnsanın çok geniş tasavvur ettiği dünyası ise, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi yerin; duvarları camdan olduğu için, birbiri içinde aksedip, göz görünceye kadar genişliyor.

     Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünüyor. Çünkü, o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi de yok hükmünde oldukları hâlde, birbiri içinde aksedip, gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mevcut olmayan bir dünyayı var zanneder.

     Nasıl ki bir hat, hızlı bir hareketle bir satıh / düz bir yer gibi geniş görünürken; aslında hakiki vücudu ince bir hat olduğu gibi, insanın da dünyası hakikatçe dar, fakat insanın gaflet, vehim ve hayaliyle duvarları çok genişler. O dar dünyada, bir musibetin harekete geçirmesiyle kımıldasa, başını çok uzak zannettiği duvara çarpar. Başındaki hayali uçurur, uykusunu kaçırır. O zaman görür ki, o geniş dünyası kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Zamanı ve ömrü şimşekten daha çabuk geçer, hayatı ırmaktan daha hızlı akar.

     Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvansal hayat böyledir. İnsan, hayvanlıktan çıkmalı. Cismaniyeti bırakmalı, kalp ve ruhun hayat derecesine girmelidir. Vehmettiği geniş dünyadan daha geniş bir hayat dairesi, bir nur âlemi bulur. İşte o âlemin anahtarı; marifetullah / Allah’ı tanıma, anlama, bilme ve vahdaniyet / Allah’ın bir oluş sırlarını ifade eden “La İlahe illallah” kutsal kelimesiyle kalbi söylettirmeli, ruhu işlettirmelidir.

     Evet, bu önemsiz, zail, fani tavırlarda bu derece kusursuz, yanlışsız hafiziyet tecellisi; kesin bir delildir. Ebedî etkisi ve azîm ehemmiyeti bulunur. En büyük emanetin taşıyıcısı ve arzın halifesi olan insanların fiil, iş, eser, söz ve iyi amelleri ve fenalık ve kötülükleri; tam bir dikkatle muhafaza edilip muhasebeleri görülecek. Bu durumda olan insan zannetmesin ki, başıboş kalacak? Elbette insan, ebede gönderilecektir. Ebedî saadete, daimî bir sıkıntıya adaydır. Küçük büyük, az çok, her yaptığından hesaba çekilecek, ya taltif görecek veya tokat yiyecektir.

Konferansa Davet

Kocaeli Aydınlar Ocağı konusunda dünyaca ünlü bilim insanlarını İzmit halkı ile buluşturmaya devam ediyor.

Ekim ayı konuğumuz, deprem biliminde ülkemizin yetiştirdiği ve bu konuda dünyanın saygın isimlerinden birisi olan Prof. Dr. Tuncay Taymaz.

Özellikle Marmara bölgesinde ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde meydana gelecek depremlerin olası etkileri hakkında sormak istediğiniz tüm soruları birebir sorma imkanının olduğu söyleşimize tüm halkımız davetlidir.

Saygılarımızla

Kocaeli Aydınlar Ocağı

Trabzon Ne “LAZ” Ne “Pontus RUM’u”dur !Öz be ÖZ TÜRK Yurdudur

kypchak #beceneng #peçenek #kıpchak #turkic #hungary #avşar #çepni

Trabzon tarihten bu yana Türk’tü bugünde Türk’tür. Ebediyen de Türk olarak kalacaktır.
Geçmişten günümüze Doğu Karadenizi; Kimmer, Gaska, İskit, Dril, Tibaren, Peçenek, Bulgar, Akhun, Hun, Hazar, Kuman ve Çepni, Avşar gibi birçok Türk Budunu yurt tutmuştur.
Bugün çokça adı duyulan iki Türk Budunu Çepni ve Kıpçaktır. Ancak Doğu Karadeniz’e geçmişten günümüze dek yerleşen Türk-Turani kavimlere bakılırsa aslında Doğu Karadeniz’in küçük bir Turan olduğu ortaya çıkmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed Hanın fethettiği, Yavuz Sultan Selim Hanın vâlilik yaptığı ve Kanuni Sultan Süleyman Hanın doğduğu bu şehir dört bin senelik eski bir târihe sahiptir.
●Önce Şunu Bilmek Gerekiyor! “Lazlar Türk mü, değil mi?
Lazlar Türk değil Kafkasya kökenli bir halktır. Genel görüş Gürcü kökenli olduklarıdır. Karadeniz’de nüfusları en fazla 200 bin en az 80 bindir. Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin, Fındıklı, Arhavi, Hopa ve Borçka’da yaygın olarak yaşarlar. Yani Artvin ve Rize haricinde Lazların Karadenizle alâkaları yoktur.
● PEKİ KİMDİR BU RUMLAR?
Rum etnik kökeni temsil eden bir kelime değildir.Yazılışı “Rome” Okunuşu “Rom” dur. zamanla Rum kelimesine evrilmiştir. Roma ve Romalı demektir. Anadolu’ya yerleşmeleri çok eski tarihlere dayanan Rumlar, 1923 yılından sonra Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ve en son olarak 6-7 Eylül Olayları ile Türkiye Cumhuriyeti’nden neredeyse tamamen ayrıldılar.(1.dünya savaşına kadar Anadolu’da bütün etnik kökenler ayrı ve eli tetikte yaşamaktaydı. Kaldı ki İslama göre kız alnır kız verilmezdi. Anadolunun Türkleşmesi kavramı yüzyıllar boyunca bu şekilde oldu.)
Rum sözcüğü etimolojik ve tarihsel kullanılışıyla Roma’dan kaynaklanmıştır. Bu sözcükle “Roma İmparatorluğu”, “Roma İmparatorluğu’nda yaşayan kimse”, “Romalı”, “Arap ilinden başka ilden olan kimse”, “Anadolulu”, “Osmanlı” gibi anlamların karşılığıdır. Eski Türkçede Anadolu’ya Diyar-ı-Rum;yani Roma Ülkesi denirdi.
Türkiye Selçukluları zamanında Anadoluya hakim olan Türklerden bahsederken ‘Konya Rum sultanlığı’, ‘Rum sultanı’”Diyarı Rum Selçuklu Devleti” gibi isimlerin yanı sıra, Mevlana Celaleddin Rumî, Eşrefoğlu Rumî, Osmanlı dönemi Yıldırım Bayezid’ın Sultan-ı İklim-i Rum ünvanını alması gibi tarihi simâların taşıdıkları adlar Türklerin bu isim zarfında, Akdeniz dünyasına dahil edilmiş olduklarını gösterir.
● TRABZON’A İSKÂN EDİLEN OĞUZ BOYLARI
Trabzon’da de çeşitli Türk boyları yaşamaktadır. Bunların ezici çoğunluğu Fatih Sultan Mehmed’in Trabzonu fethinden sonra Trabzon’a yerleştirdiği, ezici çoğunlukla tımar sahiplerinin de Çepnilerin olduğu görülmektedir. Çepniler Şalpazarı, Beşikdüzü, Düzköy, Vakfıkebir, Akçaabat, Çarşıbaşı, Of ve Sürmene ile Araklı ilçelerinde yaşamakta olup bazı yöreler en eski Türkmen geleneklerini hala sürdürmektedirler. Trabzon genelinde Çepni, Çebi, Hamzaçebi, Akifçebi, Çep, Çapoğlu, Çebili, Çepnioğlu, Çetmi gibi soyadları oldukça yaygındır. Bu soy isimler dışında isim ve soy isim olarak, Çepnilerin çoğunluğunun bektaşi olmaları var sayılarak bölge halkının soy ve isimlerinin Ali, Hasan, Hüseyin olması da Çepnilerin varlığını göstermektedir.
Osmanlı döneminde Trabzon’un da içinde bulunduğu Ordu-Giresun-Trabzon-Gümüşhane bölgesine “Vilayet-i Çepni” de denmekteydi. Ayrıca Evliya Çelebi, eserinde Trabzon bölgesi için “20.000 Çepni Türkmen çadırının bulunduğu yer.” olarak bahsetmektedir. Fatih zamanında Oğuzların Avşar boyundan olan Karamanoğullarından gelen Türkmenler ile Halep-Irak bölgesinden gelen Türkmenler de Trabzon’a yerleştirilmişlerdir.
Trabzon 1461’de Osmanlı topraklarına katıldıktan sonra, Çepni Türkmenlerinin
doğuya doğru ilerlemeye, yer yer yerleşmeye başladığı görülmektedir.
1486’da, Ze’amet-i Kürtün adlı bölgede Çepnilere, 28 dirlik verilmişti. Bu tarihte yörede 2 kale, 2 nefs, 73 köy bulunmaktaydı (Bostan, 2002a: 359-360). 1486 yılında, Akçaabat
ve Atina kazasına ait dirliklerden birer tımar Çepnilere aittir (Bostan, 2002a:
360-361). 1486’da yapılan tahrire göre, Araklı’nin Ayvadere (Aho) köyünde tımar sahipleri arasında Mustafa Veled-i İskender Çepni, İskender Çepni’nin oğlu Mehmet sayılmaktadır.
Gahura köyünde (Araklı’ya bağlı
Ortaköy civarı), Hasan Veled-i Mustafa Çepni’nin hissesi bulunmaktadır. Ayoforid köyünde (günümüzdeki yeri tespit edilememiştir) ise İskender Çepni Veled-i Sinan, Araklı Bereketli (Mahura) köyünde ise Mahmut Veled-i İskender Çepni hisse sahipleri arasındadır (Bilgin ve Yıldırım, 1990: 180-182, 191, 200, 212). Mah-ı nev köyünde (günümüzde Yeniay beldesi, Sürmene Çamburnu)25, Hüseyin Veled-i Mustafa Çepni isimli kişi tımar sahibidir (Bilgin ve Yıldırım, 1990: 207-208). Of’un pek çok köyünde Çepniler yaşamaktadır (Bostan,
2002a: 369-370) ve bunların pek çoğunun isminin Bayram (Umur, 1942: 25-62)olması, dikkat çekicidir.
● FETİHTEN ÖNCE TRABZON’DA VE KARADENİZ Bölgesi’nde ÇOĞUNLUK VE HRİSTİYANLAŞMIŞ OLARAK YAŞAYAN KUMAN-KIPÇAK TÜRKLERİ
Doğu Karadeniz bölgesinin Türk yurdu haline gelmesinde Çepni Türkleri kadar Hıristiyan Kuman-Kıpçak Türklerinin de etkisi olmuştur. Gürcü kaynaklarında sarışın ve mavi gözlü Kıpçak Türklerinin Artvin üzerinden Rize ve Trabzon dolaylarına yerleştikleri belirtilmektedir.
Yine manastır kayıtlarına göre Trabzon Rumlarının da yaklaşık %52.7’si Kuman-Kıpçak kökenlidir.
Yani bakıldığın da bölgeye(Özellikle Trabzon,Rize ve Artvin) çok sayıda sarışın-kumral renkli gözlü bir yapıya sahip olan 100.000’den fazla Kuman-Kıpçak Türkleri de yerleşmiştir.
Hristiyan olan bu Türkler; bölgeye Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim olmasıyla Müslümanlığa geçtiler.
Kumanların bu bölgeye girmelerinin Kafkasya üzerinden olduğunu görürüz. 1118-1124 arasında Kuman Hanı Atrak zamanı Kumanlar Ardahan, Göle, Oltu, Tortum, Şavşat, Ardanuç, Yusufeli bölgelerine yerleşmiştir. Kubasar Beğ çocukları İkizdere’ye bağlı Cimil Merkez olmak üzere Pazar, Çamlıhemşin, Rize’de ve Sürmene’nin Cimilit köyünde yaşayan ve Osmanlı döneminde de Tımar ve nüfuz sahibi Kumbasaroğullarının Kubasar’ın soyundan geldiği bilinmektedir.
Gümüşhane/Yağmur dere ye bağlı Buğalı/Boğalı köyündeki Kubasar Tepesi bu adı taşımaktadır. Ayrıca Osmanlı fethinden sonra bölgeye ait Tapu Tahrir Defterlerinde gerek Boğalı köyünün ve komşu Arpalı (bu gün metruk eski Arpalı) ile Bağçeçik köylerinin isimleri Türkçe olmasına rağmen Osmanlının ilk dönemine ait Tapu Tahrir Defterlerinde Bağu Aslan dır.
Trabzon, Osmanlı’nın dağılmasından sonra Kırım Türkleri tarafından da yerleşim yeri olarak seçilmiştir.
Bölgedeki Rum nüfus 1923 yılında Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan “Nüfus Mübadelesi” ile gönderilmiştir.(Gönderilenlerin çoğunluğu da Hıristiyanlığı benimsemiş olan Kuman-Kıpçak Türkleri olmuştur.)
● ŞİVE, AĞIZ, LEHÇE YAPISI
Trabzon’un batısındaki konuşmalarda genellikle Çepni ağzı yaygınken doğuya doğru gidildikçe konuşulan Türkçenin daha sert bir hal aldığını ve Kıpçak-Kuman ağzına döndüğünü görürüz.
Örnek vermek gerekirse Karadeniz de sıkça kullanılan “haçan (ne zaman, mademki), uşak (çocuk, evlat), afkurmak (boş konuşmak, çemkirmek), ula (oğlan/ulan), gız (kız), kitmek (gitmek) gibi sözcüklerin öz Türkçeden gelen sözcükler olduğu ve diğer Türk devletlerindeki Kıpçak
Türkçesiyle eşleştiği görülmektedir. Trabzon’da ayrıca sayısı tam bilinmemekle beraber 5.000 civarında olduğu tahmin edilen konuşucu tarafından da Romeika (Antik Roma Dili/Rumca) konuşulmaktadır.
Bu dil Çaykara, Dernekpazarı, Tonya, Maçka ilçelerinde toplamda yaklaşık 45 köy insanı tarafından bilinmektedir. Bu dili konuşan insanların o bölgeye Osmanlı’dan önce yerleşen Kommenos (Kumanlar) olduğu tarihçiler tarafından belirtilmiştir.
● KEMENÇE ÖZ TÜRK ÇALGISIDIR HORON ÖZ TÜRK OYUNUDUR !
Karadeniz bölgesinin geleneksel çalgısı Kemençe ismi Kumanlar da şahıs ismi olarak ta kullanılmıştır.1290 da Macar Kıralı IV. Laszlo’yu öldüren Kumanlardan birinin adı Kemence idi. Kemençe ismini Kumanların yayıldığı sahalarda da görmek mümkündür.
Kırım yarımadasında Kemençe, Küçük Kemençe, Murzatar Kemençe isimli köyler bunlardan bazılarıdır. Gagauzlarda Kemençe kelimesinin anlamı Keman olup Kemençe çalıp oynanan oyunun adı da Horon dur.
Bunlar, Türkler’in Orta Asya’dan getirdikleri çalgılardır. ‘Horon oluşturmak, horan tepmek’ gibi horanla beraber kullanılan kelimeler ile horon oyunuyla ilgili kelime ve terimlerin tamamına yakını Türkçe’dir ve Türk kültürüyle ilgilidir.
Ayrıca Gagavuzlardan derlenmiş dil ve masal, bilmece vb gibi halk edebiyatına ait malzemelerin bir değerlendirmesi yapıldığı zaman Trabzon bölgesi ile çok büyük bir benzerlik olduğu görülür. Aynı şeyi Kumanlardan kalmış dil ve halk edebiyatı malzemesi için de söyleyebiliriz.
● TRABZON İSMİNİN ANLAMI VE TARİHÇESİ
Hıristiyan batı târihçileri Hıristiyan emperyalizminin gereği olarak Anadolu’da târihi şehirlerin isimlerini Yunanca veya Lâtince bir kelimeye dayandırmaktadırlar. Hıristiyan Batı eserleri, İyonların Trabzon’u kuşatan surlarına bakarak, Yunanca “dört köşeli” manasına gelen “Tarpezus” dediklerini kaydederler. Fakat İyonların rastladığı surları kim yaptı? Sorusuna cevap vermekten çoğu çekinir.
Trabzon üzerine pek çok araştırmalar vardır. Bunlar arasında en gerçekçi olan Alman Arkeoloji Bilgini Falmerayer’dir. 1827 senesinde Münih’te basılan Geschichte Kaiserturm Trapezont isimli eserinde bu araştırıcı, Trabzon târihini teferruatlı olarak inceler. Alman bilgini Falmerayer, tarihi vesikalara dayanarak Trabzon’u Orta Asya’dan gelen Türk kavimlerinden Turanlara bağlı “Tibarenler”in kurduğunu ifade eder. Tibarenler bu bölgenin ilk sâkinleri Elizonlarla kaynaşmış ve gelişen şehir “Tibaren-Elizon” ismini almıştır. Zamanla “Tirenbun” sonra da “Trabzon” olan bu ismin menşei “Tibaren-Elizon”ların yaşadığı şehir isminden gelmiştir.
Ayrıca, eski Türk kavimi olan Saka-İskitler’in ilk yurtlarının Trabzon olduğu ve kilat köyünde yaşadıkları bilinmektedir. Sakaların ilk boyları M.Ö. 8. yüzyılda bu bölgeden batıya göç etmişlerdir
Ahmet Erim Beyaz alıntı #trabzone #trabzond #türkiye

Ziya Gökalp’in “Firavun Sandalyesi” Benzetmesi

Bu benzetmeyi Taha Akyol’un yazısında okudum.  Ziya Gökalp’in yakın arkadaşı Ahmet Ağaoğlu 1939’da yaptığı konuşmasında şöyle diyor: Ziya Gökalp “kendisine defaatle teklif olunan Bakanlık sandalyesini aşağı görerek reddeylemiştir. Zaten Bakanlık sandalyesini ‘FİRAVUN SANDALYESİ’ diye adlandıran odur…” (İş Mecmuası, 1939, sayı 19, sf. 160)

Ziya Gökalp, bu ifadeyi dönemin “bakanlık makamı” için kullanmıştı. Ama özünde kastettiği şey “iktidarın/ makamın insanı dönüştürme gücü” idi.

Bugün bu anlamı genişleterek, “Firavun sandalyesi”ni yalnızca bakanlık değil; gücü denetlenmeyen, hukukun üstüne çıkan, hesap sorulamayan her türlü otoritenin oturduğu koltuk olarak yorumlayabiliriz. Mevkiyi işgal eden kifayetsiz muhterislerin koltuktan aldığı güçten zehirlenmesi, kibir, eleştiriden rahatsızlık, “devlet benim” duygusu gibi olumsuzluklara dikkat çektiğini söyleyebiliriz.

Çünkü tarih boyunca, gücün sınırları kalktığında insanın zaafları da içindeki kötülükler de ortaya çıkar.

Bu durumdan ilgili tüm ekosistem etkilenir. Bu otorite devlet başkanı ise tüm ülke, Trump gibi bir devlet başkanı ise tüm dünya etkilenir.

Öncelikle iktidarların tepesinde başlayan denetimsiz güç yoğunlaşması aşağıya doğru bir zincirleme etki yaratır. Bu durum siyasi, ticari veya idari alandaki tüm iktidarlar için geçerlidir.

Denetim mekanizmaları zayıfladığında yalnızca üst kademedeki karar süreçleri değil, bürokrasinin tüm basamakları etkilenir.

Gücünü hesap sorulamayan otoriteden alan alt kademe yetkilileri de hesap vermekten bağımsızlaşır. Bu kademeler için kurallar yerine kişisel sadakat öne çıkar; zamanla “kural dışı olanın normalleştiği” bir düzen oluşur.

Yetkisini sınırlandırılmamış biçimde kullanan her makam, etrafında küçük iktidar adacıkları üretir. Bu küçük iktidar adacıklarında oturanlara Ziya Gökalp muhtemelen “KÜÇÜK FİRAVUNLAR” derdi.

Bu küçük firavunlar, çoğu zaman mevzuata değil, bağlı oldukları merkezin iradesine göre hareket eder. Her küçük firavun kendi etki alanı içinde denetimsiz gücünü, ne pahasına olursa olsun, devam ettirmek kaygısına düşer. 4Y (yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar ve yalanlar) yaygınlaşır.

Kısacası, denetimsiz güç yalnızca merkezde değil, çevrede de yozlaşmayı büyütür.

************************************

Siyasi Ahlak Yasası Neden Çıkmaz?

Hatırlayınız Ahmet Davutoğlu Başbakanlığı döneminde “Siyasi Ahlak Yasası” çıkarmayı gündeme getirmişti.

Ama bu tasarı, “Uygulanırsa görev yapacak il/ilçe yöneticisi bile bulamayız” kaygısıyla rafa kaldırıldı.

Bu gerekçe, aslında iktidarın bir kabullenişini gösteriyordu: Başbakan kurumsal temizlik istiyor ama Cumhurbaşkanı ahlakın maliyetini göze alamıyordu.

Çünkü sadakati, liyakatin önünde tutmayı tercih ediyor. Böylece denetimsiz gücün devamı sağlanabiliyordu.

Ancak görüldü ki, gücü sınırlandırmayan sistem kendini temizleyemez hale geliyor.

****

Bizim geleneğimizde devlet halkın değil, halkın devlete ait olduğu bir yapıydı.

Padişah “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”ydi; Cumhuriyet’te bile “devlet büyüğü” söylemi bu kalıbı sürdürdü.

“Hikmet-i hükümetten sual olunmaz” deyimi, denetlenemez ve hesap sorulamaz yöneticiler için bir meşruiyet zemini oluşturmaya devam etti.

Modern demokrasinin istediği ise bunun tam tersidir: Gücün kaynağı halktır, ama sınırını hukuk (Anayasa ve kanunlar) çizer.

Hangi seviyede olursa olsun, hiç kimse “Anayasa ve yasalara uymuyorum” diyemez. Derse meşruiyetini yitirir.

Osmanlı’da “padişahın adaleti” kavramı, eşit bireylerin hukukuna değil yönetimin yüceltilmesine dayanıyordu.

Hukukun üstün olduğu bir sistem arzusunu dile getiren “Şeriatın (hukukun) kestiği parmak acımaz” gibi sözlerimiz de vardır. Ama bu sözün özünde (şeriat kavramına verilen dini anlam yüzünden) “hukukun üstünlüğü” anlamını bulamadık.

Cumhuriyet döneminde de “devlet büyüğü” anlayışı, her bir vatandaşın eşit birer birey olduğunu algılamamızın önüne geçti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, işçi örgütlerinin 1 Mayıs bayramını Taksim meydanında kutlamak istemeleri üzerine söylediği, “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” sözü; Gezi Parkı eylemcilerine söylediği “Ayaklar ne zamandan beri baş olmaya başladı?” sözü de bu anlayışla söylenmiş olmalıydı.

Yani bu anlayışa göre, yönetenin iradesi esastı, kurumsal denetim ise kanunlarda yazan lüzumsuz sözlerdi.

Modern demokrasinin özü ise bunun tam tersidir: Kişiye değil, kurumlara güven esastır.

Hukuk devletini ayakta tutan, kim olursa olsun, yetkinin sınırlandırılabilmesi ve gücün hukuka uygun olarak kullanıldığının denetlenmesidir.

************************************

Dünyada Da Güçlü Liderler Dönemi Var Ama…

Bugün dünyada da benzer eğilimler yaşanıyor. ABD’de popülist liderlik, Avrupa’da aşırı sağ partiler güçlenmekte. Birçok ülke tek adamlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bu ülkelerin gelişmiş olanlarında denge-denetim mekanizmaları hâlâ işliyor.

Basın, yargı, sivil toplum güçlü ve seçim süreçleri iktidar gücünden bağımsız. Kurumlar iktidar talimatlarına göre değil, kurallara uygun çalışıyor.

Bizde ise, özellikle partili Cumhurbaşkanlığı sistemine geçtikten sonra, kuvvetler ayrılığı bitti; kurumlar devletin değil, siyasi iktidarın kurumları haline geldi. Kurallar herkese eşit olarak uygulanmaz oldu.

“Siyasi rakiplere düşman hukuku uygulanıyor”, “Yargı siyasi rakiplerin tasfiye aracı oldu” algısı yerleşti.

Kurumlar kişilere bağlı hale geldiğinde, hukuk normu yerini keyfiliğe bırakıyor.

Böyle olunca ekonomik istikrar ve toplumsal huzur üretilemiyor.

****

Demokrasiyi kurmak ve korumak bir anayasa meselesinden çok bir zihniyet ve bir kültür meselesidir.

Kuvvetler ayrılığı, yalnızca teknik bir hukuk düzenlemesi değildir. “Güç bozar, mutlak güç bozar” sözüyle kastedilen bozulmayı önleme veya bozulan ahlakı terbiye etme aracıdır.

Kuvvetler ayrılığını sağlamadan sıkıntılarımız bitmeyecek. Ama günümüz şartlarında kuvvetler ayrılığı, güçler arası denge, denetim, hukukun üstünlüğü ilkelerine dönüş kolay olmayacak.

Yine de tarihi tecrübemiz umut vericidir:

Bu ülke Meşrutiyet’i, Cumhuriyet’i, çok partili sistemi ve her darbeden sonra yeniden demokrasi arayışını başlatmayı başardı.

Bugün genç kuşakların adalet, özgürlük ve şeffaflık talepleri, o birikimin devamıdır.

Toplum bilgiyle, eleştirel düşünceyle olgunlaştıkça; gücün cazibesi azalır, adaletin itibarı artar.

Gerçek demokrasinin ölçüsü, kimlerin yönettiği değil, nasıl denetlendiğidir.

Ve bu ilkeler yerleştikçe, denetim bilinci kökleştikçe, hiçbir sandalye oturanı “Firavunlaştıracak” kadar etkili olamaz.

Türkiye’nin Nadir Toprak Elementleri

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında yapılan zirve öncesi, Trump’ın Eskişehir-Beylikova Nadir Toprak Elementleri (NTE) rezervlerini gündeme getireceği söylentisi vardı. Trump’ın NTE rezervlerimizi stratejik hedef olarak gördüğü, Türkiye’yi bu alanda ortaklığa ikna etmeyi amaçladığına dair kulis bilgileri paylaşılmıştı. Ancak NTE konusunun Trump-Erdoğan görüşmesinde gündeme gelip gelmediğini bilmiyoruz.

Bu görüşmede resmi talep olmasa bile Trump’ın stratejik niyeti olan rezervleri kontrol etme hedefinden vazgeçmeyeceği kesindir.

Çünkü artık “nadir elementler çağı”nda yaşıyoruz. 17 elementten oluşan bu özel grup, hayatın her yerinde: cep telefonundan elektrikli otomobile, radar sistemlerinden rüzgâr türbinlerine kadar her teknolojik ürünün kalbinde onlar var. Bu elementler olmasa savunma sistemleri çalışmaz, dijital hayat yavaşlar.

**************************************

Trump’ın Maden Diplomasisi

Bugün Çin NTE alanında küresel tedarikin %60’ını, bazı elementlerde ise %95’ini tek başına karşılıyor. ABD, Çin’in nadir elementlerdeki hâkimiyetini kırmak istiyor. Dünyadaki enerji kaynaklarını büyük ölçüde kontrol ettiği gibi NTE üretimi ve pazarını da kontrol etmek istiyor.

Trump seçilir seçilmez Grönland’ı ABD topraklarına katmak istediğini açıkça söylemişti. Yorumcular Trump yönetimi Grönland’ı sadece coğrafi konum için değil, nadir toprak elementleri ile lityum, titanyum gibi kritik mineraller için stratejik bir hedef olarak gördüğünü söylüyorlar.

Trump’ın Ukrayna savaşını bitirme yaklaşımı da bu çerçevede. Trump, Ukrayna’ya yapılan savaş yardımlarına karşılık, ülkenin nadir toprak elementlerinden 500 milyar dolarlık bir pay talep etti. Zelenski ise “Ukrayna satılamaz” diyerek direndi. Bu direniş sonucunda anlaşma, tek taraflı sömürü biçiminden çıkarılıp “ortak yatırım mutabakatı” çerçevesine indirildi. Ancak herkes biliyor ki ABD’nin asıl amacı, Ukrayna’nın yeraltı zenginlikleri üzerinde kontrol kurmaktır.

Bu tablo, Türkiye açısından da ciddi bir uyarıdır. Beylikova sahası, yakın gelecekte benzer tekliflerin hedefi olabilir. Eskişehir Beylikova’daki 694 milyon tonluk cevher rezervi, Türkiye’yi Çin’in Bayan Obo sahasından sonra dünyanın en büyük ikinci rezerv alanı.

Trump, ağzını sulandıran bu rezervler için, “yatırım” ya da “teknoloji ortaklığı” adı altında anlaşmalar yapmak isteyecektir. Trump’ın bize “siz çıkarın, biz işleyelim” demesi şaşırtıcı olmaz. Bu tür anlaşmalar, ülkeyi kendi madenlerinde söz hakkı kalmayan bir taşerona dönüştürebilir.

Bugün için Türkiye’nin en büyük riski, bu rezervi “çıkarıp satmak”la yetinmek olur. Daha önce de benzer hatayı yaptık; dünyanın en kaliteli kromunu, borunu ve bakırını yıllarca ham madde olarak ihraç ettik, sonra işlenmiş hâlini kat kat pahalıya ithal ettik.

**************************************

Önce İnsan Kaynağı Yatırımı

Bu elementlere sahip olan ülkeler, bu kaynaklar sayesinde jeopolitik üstünlük elde ediyor. Petrol ve doğalgaz zengini ülkelerden bile belirleyici hale gelebilir. Petrolün 20. yüzyılda yarattığı stratejik güç, bugün nadir toprak elementlerinde toplanıyor.

Bu rezerv Türkiye için hem muazzam fırsatlar ve hem de ciddi riskler barındırıyor. Turgut Özal’ın “iyi ki petrol ve doğalgaz zengini değiliz” demişti. “Bu kaynaklara sahip ülkeler gelişmedi, fakat Japonya, Almanya gibi bu kaynaklardan mahrum ülkeler insan kaynaklarıyla gelişti” manasında bir sözdü bu.

Gerçekten insan kaynağını bilgi ve yüksek teknoloji üretir hale getiremeyen ülkeler, kıymetli madenlerini değerlendiremiyor ve emperyalist güçlerin sömürgesi haline geliyor.

Bu metaller nadir, çıkarılması ve ayrıştırılması son derece zor. Çin, 1990’larda Japonlardan bu teknolojiyi öğrendi ve bu alana yaptığı yatırımlarla üretimde ve ihracatta dünya lideri haline geldi. Türkiye de aynı yolu izleyebilir.

ABD, Japonya ve Avrupa ülkeleri Çin’e bağımlılığı azaltmak için alternatif kaynak arayışına girmiş durumda. İşte bu noktada Türkiye devreye giriyor.

İlk tespitlere göre Türkiye, yaklaşık 10 farklı nadir element rezervine sahip. Ancak rezerv zenginliği tek başına yetmez; asıl mesele bu elementleri ürüne dönüştürecek teknolojiye sahip olmak gerekiyor.

**************************************

Çin Ve Ukrayna Vakalarından Çıkaracağımız Dersler

Çin, Japon şirketlerini ülkesine çekerken onlara teknoloji paylaşımı şartı koydu. Düşük maliyetli iş gücü, devlet planlaması ve uzun vadeli stratejiyle üretim zincirini baştan sona kurdu. Ardından “kaynak milliyetçiliği” politikasıyla ham madde ihracatını sınırladı ve kendi sanayisini güçlendirdi.

Türkiye bu modelden dersler çıkarmalı:

1- Devlet yönlendirici olmalı; nadir elementler piyasa değil, milli güvenlik konusudur.

2- Katma değeri içeride tutmalıyız; maden çıkarmak değil, mıknatıs, batarya, radar, çip üretmek hedef olmalı.

3- Bağımsız teknoloji geliştirmek gerekir; Çin gibi Türkiye de başka ülkelere değil, kendi bilgi gücüne yaslanmalıdır.

*****

ABD- Ukrayna anlaşması bizim için bir uyarı olmalıdır. “Yardım veriyorum, o halde madenlerine ortak olacağım” anlayışı, yeni bir sömürü biçimidir. Zelenski, güvenlik garantileri olmadan kaynaklarını vermeyeceğini ilan ederek ülkesinin onurunu kısmen korudu. Türkiye de benzer baskılarla karşılaşırsa daha da kararlı olmak zorundadır.

Herhangi bir ülke ile nadir element anlaşması yapılacaksa: Milli kontrol şartı açıkça yazılmalı, Teknoloji transferi zorunlu olmalı, Kamu denetimi ve şeffaflık sağlanmalıdır. Burada belli şirketler üzerinden rant paylaşımı anlayışına izin verilmemelidir.

Bu kaynaklar yalnızca ekonomik değil, stratejik değere sahiptir. Onların mülkiyeti, ülkenin bağımsızlık alanını belirler.

NTE konusu yalnızca ekonomik kalkınma değil, milli güvenlik meselesidir. “Nadir toprak elementleri çağı”nda, bağımsızlığın ölçüsü artık toprağın altındaki bilgiye sahip olmaktır.

Bugünlerde vereceğimiz kararlar “kaynak mı, güç mü olacağız?” sorusunun cevabını belirleyecektir.

Türkiye’nin önünde iki yol var: Ya Çin gibi üretim zincirini kurup kendi teknolojik çağını başlatacak, ya da kaynaklarını ucuz pazarlıklarla kaptırma riski taşıyacak.

Trump’ın Ukrayna’ya yaptığı teklif, yarının Türkiye’sine yapılacak baskının provası olabilir.

O yüzden şimdi karar zamanıdır: Toprağın sahibi miyiz, yoksa toprağın altındakilerin kölesi mi olacağız?

İnsan ve Nefsi

     İnsan, yaratılışından ötürü, iyiliğe ve kötülüğe meyyal olan nefsini sever. Çünkü, nefsine karşı muhabbet ve sevgi besler bir mahiyet ve içerikte yaratılmıştır. Hatta nefsi kadar, başka hiçbir şeye sevgisi yoktur! Kendisini, ancak mâbud’a / tapılana lâyık övgülerle metheder! Nefsini / kendini bütün ayıp ve kusurlardan tenzih edip / uzak görür! haklı olsun veya olmasın şiddetli bir şekilde müdafaa edip savunur! Hatta, Hz. Allah’a hamd ve şükür etmek için, kendisinde yaratılan uzuv ve organları; kendi nefsine hamd ve şükür için sarf eder ve “Nefsinin arzusunu kendisine mâbud edinip, onun her emrine uyan (kimseyi gördün mü?)” (Furkan: 43) âyetindeki “o kimsenin” şümul ve kapsamına kendini dahil eder!

     Bu mertebede nefsin tezkiyesi / temizlenmesi, kötülüklerden arındırılması; ancak nefsi temize çıkarmamak, nefsi ayıp ve kötülüklerden uzak bilmemekle olur. Kısaca: “Nefislerinizi temize çıkarmayın.” (Necm: 32) âyetine sarılmakla olur. Çünkü nefis, hizmet zamanında geri kaçar, ücret vaktinde ileri safa hücum eder! Bu mertebede onun tezkiyesi (nefsin temizlenmesi) yaptığı fiilin aksini, zıddını yapmakla mümkündür. Yani işe, hizmete, ileriye sevk edilip yönlendirilmeli, ücret tevziinde / dağıtımında ise, geriye bırakılmalıdır. Kısaca: “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi akıbetlerini unutturmuştur.” (Haşir: 19)

     Kendi nefsinde kusur, noksanlık, acz ve fakrdan başka bir şeyi bırakmamalıdır. Çünkü, bütün güzellikler, iyilikler; Fâtır-ı Hakîm yani her şeyi bir maksada uygun ve hikmetle benzersiz bir şekilde yaratan Allah tarafından ihsan edilen nimetler olup, hamdi gerektirir. Fahri / övünmeyi ve böbürlenmeyi icap ettirmediklerini itikat ve telâkki edip, böyle kabul etmelidir.

     Bu mertebede nefsin tezkiyesi / temizlenip, kötülüklerden arındırılması; mükemmelliğin mükemmelsizlikte, kudretin aczde, zenginliğin fakirlikte olduğunu bilmekten geçer. Kısaca: “Sana her ne iyilik erişirse, Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurunun sebebiyledir.” (Nisa: 79)

     İnsan, hür ve bağımsız bir kuldur. Fakat, bu halinde fânî / geçici, ölümlü, hâdis / sonradan yaratılma ve mâdum / yok olacağını bildiği takdirde ve İlâhî isimlere aynalık ettiğini anladığı zaman; şahit / gören, meşhut / görülen ve mevcut olduğunun bilincinde olan, insan denen üstün bir varlıktır. İşte bu mertebede olan insan nefsinin tezkiyesi; menfi ve olumsuz bakıştan kurtuluşu; ancak, vücudunda ademini / yokluğunu anlamakla. Ademinde / yokluğunda vücudunu / var oluşunu bilmekle mümkün olur. Zira “Her şeyin mülkü onundur, her türlü övgü de ona mahsustur.”  (Tegabün:1) âyetini kendisine zikir edinmekledir.

     Vahdetülvücud / varlığın bir ve tek olduğu düşüncesinde olanlar, kâinatı nefyedip yok saymakla idam ediyor / yokluğuna hükmediyorlar!

     Vahdetüşşuhut, görülen şeyleri tek varlık halinde görenler ise, bütün varlığı, kürek cezalıları gibi, nisyan / unutkanlık zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.

      Kur’ân’ın ifham ettiği / fehm ettirdiği yol ise, kâinatı ve mevcûdâtı hem idamdan / yok oluştan, hem de hapisten kurtarır. Kâinat ve tüm var edilmişler, Esma-i Hüsna / Allah’ın doksan dokuz güzel isimlerine mazhariyetle, onlara aynalık etmek gibi, vazife ve görevlerde çalıştırılıyor. Fakat kâinatı / evreni istiklaliyetten / müstakil / kendi başına ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor. Böyle olmadığını idrak ettiriyor.

      İnsanın vücudunda birkaç daire vardır. Bunlar hem nebatî, hem hayvanî, hem insanî, hem de imanîdirler.

      Tezkiye muamelesi, bazen imanî tabakada olur, sonra nebatî tabakaya iner. Bazen de, yirmi dört saat zarfında, her dört tabakada muamele / işlem vaki olur / gerçekleşir..

     “O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara: 29) âyetine istinaden, insaniyetin mide-i hayvanîye ve nebatîyeye münhasır / sınırlı olduğunun zannıyla galat edip yanlışa düşülüyor! Sonra bütün gayelerin nefse ait olduğunun hasrıyla / nefse mahsus kılınmasıyla yanılıyorlar. Sonra, her şeyin kıymeti, kendi menfaati nispetinde, kendine göre olduğunun takdiriyle hata ediyorlar! Hatta Zühre Yıldızını, kokulu bir zühreye / çiçeğe karşılık olarak almazlar! Çünkü, kendilerine bir menfaat ve çıkar sağlamıyor!