19.1 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 19, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 5

Malazgirt’ten İzmir’e

26- 30 Ağustos, zafer günleri… Önceki yıllarda bu köşede, doğup büyüdüğüm İzmir’in kurtuluşunu, büyüklerimden dinlediğim gibi nakletmiştim. Onlar o aşağılık işgali, soykırımı, etnik temizliği, o işgalin gerçek terörünü ve zaferin sevincini bizzat yaşamışlardı, bana, torunlarına anlatırlardı.

Geçen eylüllerde, gün gün Sakarya’yı da anlatmıştım. Stanford Shaw’un, From Empire to Republic ~ İmparatorluktan Cumhuriyete eserindeki olağanüstü anlatımından yararlanarak… Türk Tarih Kurumu’nun, İngilizcesini yayımlamasından neredeyse çeyrek asır geçti. Türkçesi niye çıkmaz, bilemiyorum. Shaw bile tarih olacak. Nitekim ondan nakil yaptığım bir yazıya gelen yorumda, “Shaw pek itibarlı değildir, Stanford’da tutunamayıp Türkiye’ye gelmişti.” mealinden bir hüküm vardı. Okuyucu haklı. ASALA evini bombaladığı için itibarsızlaşmıştı zahir. “Millî mücadele hiç olmadı, denize kimse dökülmedi, şehitliklerin de içi boş” diyen türden biri…

Aman bozkurt olmasın

Benim bu seferki kutlamam 25 Ağustos gecesinden başladı. Günlerce devam etti. 

Daha çok sosyal medyada gezindim. Pek mutlu oldum sayılmaz. Önce rahmetli dostum, ağabeyim Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı’nı aradım. Kader beni sevindirmemeye kararlı herhâlde. Önüme, aklı evvellerin tahrif ettiği mehter icrası marş çıktı. Doğrusu:

Aylardan Ağustos günlerden Cuma

Gün doğmadan evvel iklimi Rum’a

Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

diye başlayan o güzelim destandaki bozkurt, birilerinin bir yerini ısırmış olmalı ki o mısrayı, “Öztürkler ordusu” diye bozmuşlardı. Hangi akılla? Daha önemlisi hangi hakla? Muhtemelen Pentagon’un “bizim oğlanlar”ının etkisinin devam ettiği yıllarda ve mahfillerde olmalı.

Şiir okuyamamak

Sosyal medya turuma devam ettim. Rahmetli Yusuf Ziya Ortaç’ın, çok sevdiğim, Akdeniz’e şiirini buldum:

Yirmi altı Ağustos, gece sabaha karşı,

Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.

Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar,

Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar.

Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı,

Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.

Keşke bulmasaydım. Şiir hatırladığım gibi pek güzeldi… Ama okuyanlar. Kesinlikle karar verdim ki eğitimimiz artık şiir okumayı hiç mi hiç öğretmiyor. Daha doğrusu öğretemiyor. Muhtemelen öğretecek olanlar da öğrenmeden gelmişler oralara. İşte dümdüz, güpgüzel bir hece şiiri. Bazı okuyuşlar, görüntü üstüne haber okuyan ruhsuz spikerler gibi. Bazısı bağırmayı, sesi gırtlaktan hırıltıyla çıkarmayı güzel okumak sanıyor. Ama şiir yok, şiir okumak yok. Eskiden şiirlerimizi tiyatro sanatçılarımız okurdu. Onlar eğitimliydi ve pek güzel okurlardı. Allah rızası için biri, birkaçı Malazgirt Marşı’nı, Akdeniz’e şiirini bir okusa. Öbürleri çekilecektir piyasadan. Yoksa tersi mi olur? Kötü şiir iyi şiiri mi kovar?

Nihayet güzel bir şey buldum. Dr. Selim Erdoğan’ın Türk Tarih Kurumu için yaptığı 16 bölümlük Afyon’dan İzmir’e Adım Adım Büyük Zafer videosu. Dr. Erdoğan kesinlikle prompterden okumuyor. Uzman tarihçilerde gördüğüm, anlattığını yaşama hâli onda da var. Görüyorsunuz ki bozulmuş düşmanlar hiç de yel gibi kaçmamış. Söke söke, kazıya kazıya varmışız Akdeniz’e. İlk bölümün başlığı “Paşa’nın Hayalet Süvarileri”. Benim geçen yıllarda, Holywood’a verseniz bir düzine film çıkarır dediğim, süvari kolordumuzun gece karanlığında Ahır Dağı’ndan geçişi anlatılıyor. Orada, yerinde, Ahır Dağı’nda anlatılıyor.

İhmal mi fukaralık mı?

Yine de beni üzen iki nokta vardı. Erdoğan Hoca şehit mezarlarını da gösterdi. Her muharebenin şehitlerini. Yerde birer taş yığını. Bakımsızlıkları insanın içini yakıyor. Yeni Türkiye mi eski Türkiye mi bu vefasızlığa imza atanlar, hangisi ise ayıptır, günahtır.

İki nokta dedim. Bu güzel çalışma besbelli çok fakir bir bütçeyle yapılmış. Tek kamera. Pek de işinin ehli olmayan bir kameraman. 6. Bölüm 30 Ağustos’u anlatıyor. İlk sahne flu çekilmiş. 15. dakikadan sonra rüzgârın mikrofondaki uğultusundan Selim Hoca’nın dediklerinin çoğu anlaşılamıyor. Işık için bir önlem yok. Yansıtıcı, doldurma ışığı falan hak getire. Zaman zaman askerî harekâtı gösteren hareketli oklar, semboller, hatta dron çekimleri öyle güzel otururdu ki. Eşsiz bir konuya mükemmele yakın bir yapım olurdu. Belli ki Türk Tarih Kurumu’nun parası yok. Acaba Stanford Shaw’u da bu yüzden mi çeyrek asırdır Türkçeye çeviremiyorlar.

Eline sağlık Selim Hoca, teşekkürler Türk Tarih Kurumu. Keşke… Keşke size biraz daha bütçe ayırabilsek.

Tablacı

     Kur’an-ı Kerîm “Fakr” yarasını rızka, nihayetsiz rahmetine ve sonsuz lezzetli ninetlerine arzu duymaya vesîle kılar. Evet, sınırsız rahmet meyvelerine aç olan ruh ve insan lâtifeleri; o nihayetsiz rahmet meyvelerine ihtiyaç hissettikçe; saadet lezzeti daha da artar. “Fakr” hâli, insanı işte bu durumunu giderecek arayışlara yöneltir. 

     Çünkü, ihtiyaç tekrar tekrar kendisini belirtince, lezzet ziyadeleşir. İşte “Fakr”dan böyle bir anlam çıkarmak gerek. Bu yüzden fakrımızla, her zaman iftihar edip, öğünmemiz lâzım.

     Nasıl ki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir halkını zorla bir yere sevketti. Cebren işlerde çalıştırdı. Kesin olarak anlarsın ki, o adam kendi adıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet nâmına hareket eder, devlet kuvvetine dayanır.

     İşte bunun gibi, her şey Cenabı Hakkın nâmına hareket eder.

     Nitekim zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler; başlarında koca ağaçları taşıyor. Dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Yani koca ağaçlar, minnacık çekirdeklerden çıkıyor, açılıp saçılıyor; yine kocaman birer ağaç oluyorlar.

     Demek her bir ağaç “Bismillah” der. Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.

     Demek her bir ağaç, birer tablacı hükmünde. Tablacı ise, üretici değildir. Tablacı, yapan da değildir. Ya nedir? Derseniz. Tablacı, sadece tablacıdır. Yâni üretilen ve yapılan şeyle, alıcı veya ihtiyaç sahipleri arasında aracı olandır.

     Demek ki sebepler: Görünüşü kurtarmak için, birer perdeden ibaret. Sebeplerin varlığı dünyadaki imtihan / sınav sırrından kaynaklanmaktadır.

     Asıl iş gören ezel ve ebed Sultanı olan Allah’tan başkası değil.

     Tıpkı postacının getirdiği parayı, postacıdan bilmediğimiz gibi. Postacı sadece bir aracı.

     Gönderenle gönderilen arasında tablacı hükmünde.

     Bu açıdan baktığımızda, dünyada kim tablacı değil ki? Tabiatın kendisi başlıbaşına büyük bir tablacı sayılır. Allah’ın Cemal ve Celâl isimlerine tablacılık ediyor.

     Âdeta Cemal ve Celâl isimleri ile bizim aramızda tablacılık yani aracılık yapıyor. Bütün varlık âlemini bu mânada düşünebiliriz.

     Nitekim bütün varlık âlemi, Yaratanla İnsan arasında tablacılık yapıyor. Tüm mevcûdât Allah’ın isimlerini aksettiren / yansıtan birer tablacıdır. Bütün varlık âlemi, Allah’ın güzel isimleri ile gözümüz ve kulağımız arasında tablacı değil mi?

      Bütün varlık âlemi Esmaü’l-Hüsna’ya yani Yüce Allah’ın güzel isimlerine tablacılık yapmış olmuyor mu?

     Evet, her bir bostan “Bismillah” der. Kudret mutfağından bir kazan olur ki:

     Çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

     Gerçekten yeryüzü, aynı zamanda bir mutfaktır. Bu mutfakta sayısız ocaklar kurulmuştur.

     Ocakların üstüne “Bostan” denen “Kazanlar” oturtulmuştur.

     İşin tuhafı aynı kazanda binbir farklı yemekler aynı anda, beraberce, yanyana, içiçe pişirilmekte.

     Üstelik birbirine karışmadan, birbirine bulaşmadan.

     Bizler aynı kazanda; bırakın çeşit çeşit yemekler pişirmeyi, aynı kazanda iki çeşit yemeği birbirine karıştırmadan, birbirine bulaştırmadan pişirebilir miyiz?

     “Tabii ki hayır” dediğinizi duyar gibiyim.    

     İnsan bu kadar meziyeti ile beraber bunu başaramıyorsa;

     Kuru bir toprak veya görünüşteki sebepler bunu nasıl başarır?

     Kaldı ki kazanı kaynatacak, yemekleri pişirecek olan ateşi üstten veriliyor.

     Bostan denen kazanlar, binlerce kilometre ötelerden ısıtılıyor.

     İnsan ise ateşi alttan veriyor.

     Halbuki bostan denen kazanların ateşi yukarıdan geliyor.

     Yani Güneşten.

İslâm Felsefesi İlim Dalında Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY    

ile Din – Devlet İlişkisi Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Din ve devlet ilişkisi konusunda zaman zaman şiddetli tartışmalar olduğu görülmektedir. Konu ile alâkalı sorulara geçmeden Din – devlet münâsebetleri hakkında genel bir değerlendirme lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay: Din – devlet münâsebetleri, dâima geniş, kapsamlı ve iddialı bir konu olarak gündeme gelmiş veya getirilmiştir. Böyle çok ihâtalı ve o derecede iddialı bir konuda yapılabilecek şey, bir takım kitaplardan bir takım mâlumatı aktarmak değildir. Diğer ülkelerin olduğu gibi Türkiye’nin de gündemini her zaman işgal eden, ülkemizin sosyal ve siyâsî hayatında mühim bir mesele olarak kendini gösteren bu problem etrafında bazı görüşler ileri sürerek ilgilenen kişileri düşünmeye sevk etmek olmalıdır.

Çetinoğu: Mükemmel bir giriş. Teşekkür ederim. Din ve siyâset münâsebeti her devirde tâzeliğini ve canlılığını korumuştur. Neden?

Prof. Bolay: Çünkü hangi din olursa olsun, dinlerin milyonlarca veya milyarlarca mensubu ve mümini var. Bu durum, siyâset açısından bakıldığında, siyâsetçi için bulunmaz bir hazine, her zaman işletilmeye müsâit çok kıymetli bir mâdendir. Bu mâden târih boyunca çok farklı şekillerde işletilmiştir. Bunun yanında, siyâsetçiler, samîmi dindar oldukları zaman, mensup oldukları dinin inançlarını yaymak vazifesini de üstlenmişlerdir. Bugün İran’da olduğu gibi, doğrudan doğruya din devleti de olabilir, yâni devlet dînî esaslara dayanarak kurulmuş ve tespit edilen dînî ideallere göre faaliyette bulunurlar, Katolik ‘Vatikan Devleti’ gibi.

Çetinoğlu: Söyledikleriniz beşerî dinlerde de geçerli mi?

Prof. Bolay: İster ilâhî dinler isterse beşerî dinler olsun, hepsi şöyle veya böyle siyâsete karışmışlardır ve karışmaktadırlar. Tanrı ve âhiret inancı olmayan Hinduizm ve Budizm gibi beşerî dinler, büyük halk kitlelerine sâhip oldukları için iktidarlar üzerinde kontrolde bulunmak, bu kontrollerini artırmak, daha çok hak ve hürriyet elde etmek için o kitleleri her zaman yönlendirirler. Aynı zamanda dünyâda müminlerini artırmak, daha çok yayılmak ve ideoloji hâline gelerek maddî gelirler de elde etmeyi hedefliyorlar. Fakat bu adı geçen dinlerden ikincisi, ilkine alternatif olarak ortaya çıktığı hâlde, ikisi de ‘kast’ sistemini kaldıramamıştır.

Mûsevîlik’te: İlâhî dinlerden Mûsevîlik, kendisini Yahûdî milletine hasrettiği için o, şeriat devleti olmak mecbûriyetindedir. Zâten târihlerinde Hz. Mûsa, Hz. Hârun, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman gibi bizim de peygamber olarak inandığımız ve sevdiğimiz peygamberler, aynı zamanda devlet başkanları idi. Yâni Hz Mûsa’nın kurduğu devleti asırlarca idâre ettiler. Bu da günümüze İsrail şeriat devleti olarak yansımaktadır. Hem öyle bir yansımaktadır ki, bu şeriat devleti, inançlarına şiddetli bağlılıktan dolayı günlük hayatı da âdeta felç etmektedir. Nitekim günümüzde de cumartesi dînî/resmî tâtil günü (şabat) olarak lokantalar açılmamakta, otellerin asansörleri bile çalışmamaktadır. Yâni inançtan dolayı âdeta hayat durmaktadır. Tevrat’ta bildirilen ‘Arz-ı mev’ud = va’edilmiş topraklar’ı ele geçirmek, bu devletin en büyük ideali ve itici gücü olmaktadır. Dolayısıyla ilâhî din olarak Mûsevîlik, tam bir şeriat devleti kurmuş olup siyâseti yönlendiren en büyük etken olmaktadır. Böylece siyâset dinin tamâmen hizmetinde olmaktadır.

Çetinoğlu: Hıristiyanlıkta durum nasıl?

Prof. Bolay: Hıristiyanlıkta, Hz. İsa’nın hükümdarlığı yok. Zâten peygamberliği üç sene kadar sürmüş. Fakat ‘İktidar tanrı’dan neşet eder.’, ‘İktidar sadece Allah’a âittir ve mevcut olan iktidarlar da O’nun tarafından tesis edilmiştir. (Nur Vergin, ‘Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin Bitmeyen Senfonisi’, Türkiye Günlüğü, S. 72, Ankara 2003, s. 46’dan naklen) diyen havarilerden Aziz Paul (Pavlus) ve arkadaşlarının gayretleriyle, Roma İmparatorluğu içinde Hıristiyanlık hızla yayılmaya başlayınca sırf siyâsî endişelerle imparator, bu dinin yayılmasını destekledi. Böylece Saint Paul, Roma İmparatorluğu’nun gölgesinde kendi Mânevî ve maddî imparatorluğunu kurmanın yolunu açtı. Burada da yine din, siyâsetin hizmetine girmiş olmaktadır.

Daha sonraki asırlarda Hıristiyan âleminde din devletinin değil, ilâhî devletin teorileri yapıldı. Çünkü Hıristiyanlığın, din olarak, bilim, siyâseti ve hayatın her köşesini ilgilendiren hükümleri yok sayılır. Dolayısıyla bunlar üretilmek zorunda idi. Böylelikle sonrada kurulmuş olan Kilise, âdeta yeni bir din oluşturdu. Papalar, iki bin senedir, dünyâ iktidarı peşinde koşup durdular.

St Augustine (354-430), devletin oynayacağı rolün alanını daraltarak ‘devlet, yoldan çıkmış insanların kötü eğilimlerinin önüne geçmesi için ilâhî canipten görevlendirilmiş dünyâya bakan/maddî zorlayıcı bir araçtır.’ (Cameron McDonald, Wes-tern Political Theory, New yok 1968, s. 9’dan nakleden Lokman Tayyib, Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, İlke yay, İstanbul 1996, s.39.) Bu kilise babası, Tanrı Devleti adlı eserinde Dünyâ Devleti’nin Gökyüzü Devleti ilkelerine göre yönetilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu anlayışın Rönesans’tan sonra batı ülkelerinde birçok yansımaları olmuştur.

Dinler Açısından Din-Siyâset Münâsebeti: Din veya dinler açısından bakıldığında ise durum fazla değişiklik arz etmez. Her dinin bir ferdî, bir de sosyal yönü vardır. Her din, bireyden topluma ve oradan da insanlığa hitap etmeyi ve ona ulaşmayı hedef alır. Zira bütün dinler, en ilkel din de olsa, kendi inançlarını yaymak, varlığını geliştirerek korumak ister. Bu da toplumla iyi bağlar kurarak ve yeni müminler, hatta yeni taraftarlar kazanmakla olacaktır. Bunun için halkın ve bütün insanların maddî ve Mânevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni inançlar, yeni fikirler geliştirmesi lâzımdır. Toplumda yerleşmiş yanlış inançları, davranışları düzeltmek, zulme, kötülüklere karşı durup onlarla başarılı mücadele etmek, yoksulun kimsesizin, acın ve fakirin hâmisi olmak, hurafelerden zihinleri arındırmak ve bilhassa adaleti toplumda hâkim kılmak için mücadele etmek gibi hususlar, dinlerin yayılmasının şartlarıdır. Fakat bunların yanında siyâsî kudretin de desteğini almak mecbûriyetindeler. Çünkü siyâsî kudret ve devlet ile çatışmak, devletin o dini yasaklaması tehlikesini getirebilir.

Öte yandan dinler, bilhassa ilâhî menşeli dinler, insanlara günlük meşakkatli ve zevkçi hayatın üstünde ideal bir ahlâkî hayat vaat ederler. Mânevî huzur dolu bu hayatın âhiret uzantısı da düşünülünce, bu idealin gerçekleşmesi için dinler, mutlaka siyâsetin mutlak desteğine ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, din açısından siyâset bir zaruret olarak kendini gösterir.

Siyâsetin yapısında hâkimiyet, hükmetme ve meşrulaştırma esastır. Bu meşrulaştırma evvela, kavramlarda kendisini gösterir. Yâni siyâsî kavramlara siyâsetçiler ve nazariyeciler ihtiyaç duydukları anlamları yüklerler. Bu sebeple siyâsetin belli başlı kavramlarına bir göz atmak yerinde olur. Bunları şöylece tespit etmek mümkündür:

Fert, toplum, iktidar, devlet, meşruiyet, yönetim, hükümet, hâkimiyet, hak, hukuk, kanun, bürokrasi, demokrasi ve tabîi ki laiklik ile milliyetçilik.

Dinler de genel olarak bu kavramlara itiraz etmezler. Büyük dinlerin daha faklı kavramları olmakla beraber, bu kavramların çoğu dinlerin kavramlarıyla örtüşür veya siyâsetle ortak kavramlara sâhiptirler. Meselâ İslâmî siyâset ve devlet yapısında her biri Kur’an-ı Kerîmde, defalarca zikredilen ve mânâları da kolayca anlaşılabilen şu kavramlar var: Tevhîd, bey’at (biat), itaat, hilâfet, şûra, mülk, hüküm/hükmetmek, adalet, velayet, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker, ehliyet ve emanet. Bunlara başka kavramlar da ilâve edilebilir.

Şimdi bu kavramların bazılarına şöyle bir göz atalım:

Fert: Fert kelimesinin mânâsı, bölünmez parça olmakla beraber toplumun bölünmeyen en küçük unsuru olan varlık da fert veya ‘tek insan’dır.

Toplum: Toplum ise fertlerin bir araya gelerek teşkil ettiği canlı ve şuurlu bir bütündür. Fertler nasıl kendilerini yenilemek ve aşmak mecbûriyetinde iseler, toplumlar da fertten daha fazla kendilerini yenilemek ve aşmak mecbûriyetindeler. Aksi takdirde yaşamak imkânına sâhip olamazlar. Yaşasalar bile müstakil ve bağımsız olarak yaşayamazlar. Onlar da dünyâdaki gelişmelere, değişmelere paralel olarak kendilerine lâzım olan uyumu sağlamak ve kendilerini aşmak durumundalar. Bu açıdan toplumlar, insanların emniyetini, temel ihtiyaçlarını sağlamak amacına yönelik olarak faaliyet gösterirler. Böyle bir toplum esas itibariyle ortak bir kültürün eseridir.

Burada sivil toplum ile onun mukabili olan toplumu yâni siyâsî toplumu ayırmak zorundayız. Çünkü sivil toplum, devlet, hükümet, siyâsî partiler ve askeriye gibi resmî-siyâsî güçlerin tesirinden âzâd olmuş toplum demektir.

Siyâset: Siyâset’in değişik târifleri olmakla beraber ‘Devleti her alanda idâre edecek kuralların bütünü’ olarak tarif etmek mümkündür. Siyâsetin yapılabilmesi için uygun ortamın bulunması lâzımdır. Her ne kadar siyâset yapacak ortamı demokratik zihniyet ve anlayışın sağlayacağı ve ancak demokratik bir ortamda siyâset yapılabileceği söylenir durursa da, bundan demokratik zihniyetin olmadığı zamanlarda ve toplumlarda yapılan idârelerin siyâset olmayacağı mânâsı çıkmaz. Şöyle veya böyle onlar da siyâsettir. Siyâset felsefesi, ahlâk felsefesi ve bizzat ahlâkın kendisi gibi, olanı değil, olması gerekeni ele alır. Bu bakımdan toplumların gelecekte nasıl idâre edilmesi gerektiğini ortaya koyabilmek için toplumların dününü ve bugününü de inceleyerek mukayese imkânına kavuşur.

Devlet: Yunan filozofları, umumiyetle, tabiatı icabı, insanın ‘siyâsî bir varlık’ olduğuna kanidirler. İnsan bir devlet içinde yaşamak mecbûriyetindedir. Aristo, siyâsete dair kitabının baş taraflarında, devletin, ‘tabiatın maksatsız hiçbir şey yapmadığı teo-lojik bir sürecin mahsûlü’ olduğunu söyler. Ona göre devlet, en yüksek iyiliği hedefler. Bu sebeple de devlet, insanını, toplumların ve insanlığın kemâle/olgunluğa ve mutluluğa ulaşabileceği yerdir. Yâni devlet, ferdin maddî ve Mânevî her türlü tatmine ulaştığı yer olarak görülmüştür. Devlette temel olan meşrûiyettir. Bu meşrûiyet içeride millet tarafından ve hukukî kurumlarca dışarıda ise yabancı ülkelerce kabul görmek suretiyle kendini gösterir.

Çetinoğlu: Batı’da devlet-din münâsebetlerine bakabilir miyiz Hocam?

Prof. Bolay: Avrupa ülkelerinde devlet anlayışı daha çok Rönesans’tan sonra gelişmeye başlamıştır. Bu cümleden olarak ortaya çıkan siyâset felsefeleri, din-devlet münâsebetlerini farklı şekillerde ileri sürmüşlerdir. Bossuet, Calvin ve Luther gibi papaz-ilâhiyatçı nazariyecilere göre, devletin dinden müstakil bir varlığı yoktur. Dolayısıyla devlet âdeta bir ‘Kilise devleti’dir.

Makyavel, Hobbes, Montesquieu ve Rousseau gibi siyâset filozoflarına göre de devlet, dini emri altına almalı ve din mutlak surette devlete tâbi olarak onun emrinde olmalıdır. Hobbes, dinin kişiye olduğu kadar topluma ve devlete de lâzım olduğuna kanidir. Bundan dolayı dini ve dînî hayatı devlet belirlemelidir. Mühim olan dinin devlet için bir tehdit ve tehlike olmaktan çıkarılmasıdır. Bunun için din işleri ile siyâsî işleri tanzim etme hakkı birbirinden ayrılmamalıdır. Bunun neticesi olarak da ‘Devletin hizmetinde ve emrinde bir Kilise’ anlayışı kendini gösterir. Rousseau’ya göre de din siyâsetin yedeğinde ve onun güdümünde olmalıdır.

Çetinoğlu: Din-devlet ilişkilerinin uzaktan görüldüğünden daha netâmeli bir konu olduğu anlaşılıyor. Hegel’in de bu konuda beyanları var…

Prof. Bolay: Almanların ve batının büyük filozofu sayılan Hegel ise devleti, mutlak din dediği Hıristiyanlığın Tanrısının yeryüzündeki tek ve en büyük temsilcisi saydı. Bu temsilciği de Alman milletine ve devletine hasretti. Ona göre dünyâyı idâre etmesi gereken ‘Cermenlik ruhu’dur.

Çetinoğlu. Dünyânın sonunu getirecek cihan savaşına sebebiyet verecek bir iddia. Bu düşünceyi destekleyenler de karşı çıkanlar da vardır mutlaka…

Prof. Bolay: Sosyolojinin ve pozitivist felsefenin kurucusu olan Auguste Comte ‘Pozitivizmin İlmihali’ adıyla dilimize çevrilen ve Millî Eğitim Bakanlığı’nca iki defa basılan kitapta şöyle veya böyle ruhbanlığın bulunmadığı bir toplumun kendi kendisini idâme ettirmesine ve gelişmesine de imkân olmadığını bildirir. Her türlü metafiziğe savaş açmış olan bu filozofun, Tanrı’nın yerini ebediyen beşeriyetin aldığını söylerken toplumun mevcudiyetini ve gelişmesini ruhbanlığa bağlaması şaşırtıcı değil midir? Artık insanlık ve toplum tanrılaştığına göre, din de onların tespit ettiği amaçlara ulaşmakta sadakatle hizmet verecektir. Toplumların ve insanlığın ilerlemesi de inancın ve bu yeni dinin gölgesinde ve refakatinde gerçekleşecektir. Tabii ki bu anlayışta ‘Allah’ın rızâsı’ değil toplumun ve yeni tanrı olan insanlığın rızası esas olmaktadır.

Liberalizmin babası sayılan İngiliz filozofu John Locke (1632-1704) Treatise of Civil Government (New yok 1968, s. 88) adlı eserinde devletin nihaî gayesinin ‘insanların hayatlarının ve refahlarının korunması’ olarak belirtmektedir. Gerçi o da din ile siyâsetin ayrılmasını, kilise’nin devlet karşısında bağımsız kılınmasını istemiştir. Fakat o dönemde bu fikrin bir yankısı olmamıştır. Gerek Augustine gerekse J. Locke, devlete koruyuculuk rolü biçmektedirler. Bu da müspet olmakla berâber sınırlı bir roldür. Halbuki İslâm’da devletin rolleri arasında koruyuculuk olmakla birlikte ‘takva’ sâhibi insanların yetiştirilmesi, Emr-i bil ma’ruf ile sosyal açıdan kontrol edilmesi ve böylece iyi ve huzurlu bir hayatın teşvik edilerek yaygınlaştırılması, böylece Müslümanların âhiret hayatının huzurlu olarak hazırlanmasının şartların hazırlamak vardır.

Çetinoğlu: Sözün burasında; İslâm’da devletin gayesinin ne olduğunu sorabilir miyim?

Prof. Bolay: Bu soruya Âl-i İmran suresinin 103-104. âyetlerina dayanılarak cevap verilebilir: ‘Müslümanların birliği ve iş birliği için bir çatı sağlamak; sınırları korumak, barışı tesis etmek, insanların ortalama hayat seviyelerini yükseltmektir. Onları her türlü baskıdan, zulümden uzak tutmak, dengeli bir sosyal adâleti tahakkuk ve tekâmül ettirmek eşitlik ve adâleti sağlayan, kötülüğe karşı iyiliğe çağıran, yanlışa karşı doğruyu savunan bir topluluk meydana getirmektir. Muhammed İkbal’le beraber İslâm’da devletin maksadı: ‘İslâmî ilkeleri kabul etmek ve târihteki belirli insan örgütlenmelerinde gerçekleştirmektir.’

Çetinoğlu: Hepsi bu kadar mı?

Prof. Bolay: İslâm’da devletin amaçları bunlardan ibâret değildir elbette. Bu saydığımız gayeler kadar hattâ onlardan daha mühimi, müminlerin âhiret hayatındaki ebedî kurtuluşu ve huzurunun temin edilmesi yolunda gereken şartların hazırlanmasıdır. Bu gaye, büyük bir önem arz etmektedir. Zira İslâm’da siyâsetin ve devlet anlayışının zarûreti burada kendini göstermektedir.

Günümüz devlet anlayışında böyle bir gaye yer almaz. Çünkü modern devlet anlayışı, laik, maddeci veya ateist temellere dayanır. Hıristiyanlar ve Mûsevîler âhirete inanmakla birlikte batı dünyâsında gelişen ve yerleşen devlet kavrayışında insanların ebedî hayatı kazanması için bir endişe ve bu yolda bir gayrete yer verilmez.

Devlet kavramına Kur’an’da ve Peygamberimiz döneminde rastlanmaz. Kur’ân-ı Kerîm sâdece teşkilatlı otoriteden bahseder, bu da hâkim olan otoritenin menşei olarak bizzat Allah’a âittir. ‘Devlet’ kavramı ilk defa Abbasî devletinin kuruluşu sırasında bu yeni devlet için kullanıldı Yâni Emevîler bile bu tâbiri kullanmamışlardı. Bu kavram, genel olarak, otorite ve idâre anlamlarını ihtiva etmektedir.

Çetinoğlu: Modern anlayışa göre devlet farkı târif edilmektedir…

Prof. Bolay: Modern anlayışta devlet, genel olarak ‘Sınırları belli bir toprak parçası üzerinde teşkilatlanmış ve bağımsız bir hükümete sâhip olup mensubu bulunduğu toplumun idârecisi ve temsilcisi olan topluluktur.’ Şeklinde târif edilir.

Çetinoğlu: İktidar’, ‘meşruiyet’, ‘demokrasi’ ve ‘laiklik’ kavramları da söz konusu. Bu kavramlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Prof. Bolay: ‘İktidar Devletin hâkimiyet kurma, toplumun kendi irâdesini hâkim kılma kudretidir. İktidarsız devlet olmaz; ama iktidara gelmek, her zaman, devlete tam hâkim olmak anlamına da gelmez.

Meşruiyet İktidara gelişin veya iktidarın; hukuk kaidelerine ve kanunlara uygun bir zemine sâhip olması, dolayısıyla devletin ve hükümetlerin hukukî dayanaklarının bulunması, bu dayanaklardan destek ve kuvvet almasıdır.

Meşruiyet, iktidara gelişin hukuk kuralları içinde olması ise meşruiyetin ölçüsü de kanun hükümlerine uygun iktidar olduktan sonra bu kural ve yasa hükümlerine uygun olarak devleti ve ülkeyi yönetmedir.

Milletin ve yabancı devletin bir devletin varlığını kabul etmesiyle meşruiyet ortaya çıkar. Milletin egemenliği yerleşince ve perçinleşince devlet ancak meşruiyet ve yapı kazanır.

Demokrasi Çağımızda demokrasi kavramı, boyuna içi değişik şekillerde doldurulan ve boşaltılan bir kavram olarak kendini göstermektedir. En geniş manâsıyla siyâsî iktidarın halkın iradesine dayandığı idâre şeklidir. Çağdaş demokrasilerde şu üç ilke hâkim unsurlardır:

1-Çoğunluğun yönetim hakkı, 2- Siyâsî eşitlik, 3- Azınlığın çoğunluğun baskısından ve zulmünden korunması.

Son ilkenin gerçekleşmesi için hâkimiyetin/egemenliğin yürütme, yasama ve yargı hâlinde kuvvetler ayrılığı ilkesine göre bölünmesi ve bu üç kuvvetin birbirini denetlemesi gerekir.

İslâm dünyâsında, önceki dönemlerde demokrasiden bahsetmek mümkün görülmüyor. Bu da daha çok 19. asırdan itibaren geliştirilen bir kavram sayılır. Ama Osmanlıda Nâmık Kemal, demokrasi yerine ‘Bey’at/biat’ kavramını kullanıyordu. Gökalp ise demokrasi karşılığı ‘Halkçılık’ kavramını geliştirmişti.

Laiklik Bu kavram da esas olarak batıdan gelişerek yerleşmiş bir kavramdır. Belki de dini en çok ilgilendiren kavram budur. Bizde ‘laicite’ ve ‘laisizm’ dâima karıştırılmış olmakla beraber kavramın târifinde de bir türlü ittifak sağlanamamıştır. Sağlanması da mümkün değildir, böyle bir şey de beklenmemelidir. Çünkü muhtelif devletlerde bu kavrama yüklenen mânâlar, dâima değiştiği gibi uygulamalar da değişmektedir. Bu bakımdan laiklik ‘Din ve devlet işlerinin ayrılması, özellikle bizde, dinin devlet işlerine karışmaması, devletin dinlere eşit mesâfede durması’ gibi târifler, yanlış anlamalara ve yanlış uygulamalara meydan vermiştir. Çünkü din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin toplum dışı bırakılmasına yol açtığı gibi, devletin dinin her alanına müdahale etmesine ve dini istediği gibi şekillendirmeye yol açmıştır. Devletin dinlere eşit mesâfede durması ise bir kandırmaca olup aslında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir anlayıştır. Çünkü her iktidar, oy aldığı büyük kitleyi her şeyden daha çok kollamak ve onların ihtiyaçlarını öncelikle karşılamak durumundadır. Başka oyları kazanmak için uğraşmaktan evvel kendi taraftarlarını kaybetmek ve muhafaza etmek mecbûriyetindedir.

Laiklik için aslında modernite ile ilgili olduğundan aydınlanmadan bu tarafa gelişen anlamıyla ‘Muteal’in mündemiç kılınması’dır demek daha doğru olur. Ülkemizde devlet, nüfusunun % 99’u Müslüman bir ülkenin devleti olduğu hâlde ve siyâsîler, Müslüman olmakla beraber, İslâm’dan dâima korkmuşlar, dolayısıyla Müslümanlığa ve Müslümanlara dâima baskı uygulamışlardır. Buna mukabil Türkiye deki İslâm dışı inançlara ve diğer dinlere dâima müsamaha gösterilmiş ve onların gelişmesi şöyle veya böyle desteklenmiştir. İslâm ve Müslümanlar, dün olduğu gibi bugün de potansiyel tehlike olarak görülmüştür. Bundan dolayı Prof. Dr. Osman Turan merhum: ‘Durum batı ülkelerinde farklıdır. Katolikliğin hâkim olduğu bir ülkede mesela İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerde Protestanlık gelişemediği gibi, Protestan bir Prof. Katolik okuluna veya üniversitesine tâyin edilemez. Katolik olmayan bir siyâsetçi kolay kolay iktidara gelemez. Durum Protestan olan ülkelerde de farklı değildir. Dolayısıyla her dine aynı mesafede durmak sözü bir aldatmacadan ve bir masaldan ibarettir.’ diye yazmaktadır.

Çetinoğlu: ‘Laiklik’ kavramının bizdeki durumuna da kısaca göz atarak bu muhteşem röportajı bitirebilir miyiz Efendim?

Prof. Bolay: Eğer laiklik, başka inançlara saygılı ve hoşgörülü davranmak ise, bunu İslâm dünyâsı, medeniyeti ve özellikle Selçuklu, Osmanlı asırlarca en iyi şekilde uygulamıştır. Batı dünyâsı, Avrupa Parlamenterler Meclisi, bu konuda örnek vermek mecbûriyetinde kalınca Endülüs İslâm devletinin ve Osmanlının uygulamalarını örnek göstermek durumunda kalmaktadır. Çünkü onların târihine böyle bir örnek yoktur. Hattâ liberalizmin babası sayılan John Locke, 17. asırda ilk defa bir ‘Hoşgörü Risalesi’ yazmak ihtiyacını duymuş, fakat risâlesinde Katoliklere ve ateistlere mahkemede şâhitlik yapma hakkı tanımamıştır. (Bu risale dilimize de çevrilmiştir.)

Fransız araştırmacı Gilles Keppell ve 10 arkadaşının on sene süren araştırmaları neticesinde, Türkçeye ‘Tanrının İntikamı’ adıyla çevrilen bir kitap yazmışlardır.  Keppell’in bildirdiğine göre: 1975’ten beri Yahûdîler, Hıristiyanlar, bilhassa Kuzey Amerika Protestanları ile bir kısım Müslüman gruplar, yüz binlerce laiklik aleyhtarı yetiştirerek laik idâreleri yıkmak ve laik idârelerden Tanrı’nın intikamını almak için mücâdele etmektedirler.

Çetinoğlu: Son cümlenizi bir başka röportajda mercek altına almak isterim. Efendim, zaman ayırdığınız, fevkalâde yeni ve alâka çekici bilgiler verdiğiniz için teşekkürlerimi sunarım. Sağolunuz.

SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY      1937 yılında, o dönemde Konya’nın, günümüzde ise Karaman’ın ilçesi olan Ermenek’te doğdu. İlkokulu Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Bolay kasabasında, ortaokulu ve liseyi Konya’da, üniversiteyi Ankara’da okudu.       Türkiye’de felsefe ilminin gelişimine önemli katkılar sağlamış isimlerden birisidir. Bugüne kadar çok sayıda eser sunan ve eserleri ile önemli çalışmalara imza atan Süleyman Hayri Bolay, dini konulara da farklı bir yaklaşım açısı ile bakmıştır. Başta İslam Felsefesi olmak üzere Batı Felsefesi, Osmanlı Düşünce Hayatı gibi konular üzerinde önemli eserler yazdı.      1961 – 1969 yılları arasında öğretmenlik yaptı. Askerlik vazifesini ifa ettikten sonra 1971’de Ankara Üniversitesi Felsefe Târihi bölümünde asistan oldu. 1975’te doktor, 1980’de doçent unvanlarını aldı.  Sorbon Üniversitesi’nde araştırma yaptı. 1982 yılında Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan yardımcılığına tâyin edildi. 1987’de Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe Târihi profesörlüğününe getirildi. 1996 yılında Gazi Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı yaptı.      Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücâdelesi, Felsefe Dünyasında Gezintiler, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Kur’an’da İman ve Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme, Tanzimat’tan Günümüze Türk Düşünürleri isimli eserleri yayımlandı. 

Satır Aralarından Anladığımız! Bir 30 Ağustos Çıkarımı…

Türk Milleti, kendisine unutturulmak istenen bir dönemin bayramı ve zafer günü olan 30 Ağustos’u, bir kez daha gurur ve sevinçle idrak ediyor.

İşte böylesine milli bir karakter taşıyan bayram gününde, bizde satır aralarında gezerek, Türk Milleti adına gerçekleri yakalayabilirmiyiz dedik…

Araştırmacı – yazar Aytunç Altındal 29 Ağustos 2013 günü Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında ilginç tespitler yapıyor. Bunlardan bazıları şunlar; “Türk halkı denen amorf yapı, zaten birçok tarihi olayın iç yüzünü bilmez… Dünyada hiçbir halk olayların iç yüzünü bilmez. Zaten bilmesi de gerekmez, halkın ilgisini çeken ya futbolcudur ya da sinema oyuncusu bilmem kimdir. Onun don giyip giymediği, kimlerle yatıp kalktığı daha önemlidir…”.

Burada hem bir aşağılama hem de bunun yanında doğru tespitler bulunmaktadır.

Aytunç Altındal; Türk Milletinin “amorf” bir yapı içinde olduğunu söylüyor. Amorf demek; şekli olmayan, biçimsiz olan, sürekliliği bulunmayan, tanımlanması zor, dağınık, belli bir düzene sahip olmayan anlamlarına geliyor. Benim bunu, Türk Milleti açısından kabul etmem mümkün değil. Ancak ne yazık ki Türk Milleti, Altındal’ın kast ettiği gibi olmasa da böyleymiş gibi bir görüntü vermektedir. Bu sebeple, Türk Milleti, içinde bulunduğu durumu iyi görmelidir…

Yine Altındal: “Ben “1980’lerde CIA, Ankara’dan İran ve Irak darbeleri düzenledi ve başkan Roosvelt’in oğlu Kermit Roosvelt Türkiye’den bu işleri yönetiyordu” diye yazdığım zaman; Türk halkı “Olmaz öyle şey” dedi ama o zamanlar MİT’deki maaşların bile CIA tarafından ödendiğini bilmiyorlardı…”. Altındal bunları 1980 için söylüyor. Ben de yazdıkça ve konuştukça “Olmaz öyle şey” tepkileri alıyorum. Bu da bize, gelişmelerin kendisinden gizlendiği anlaşılan Türk Milleti’nin, halen akıl gözünün açılmadığını gösteriyor…

30 Ağustos elbette bir zaferdir. Ancak bugün kendimize sormamız gereken sorular; “bu zaferle elde ettiklerimizi koruyup koruyamadığımız ile gelecekteki akıbetimizin ne olacağıdır”.

Bu soruları doğru cevaplayabilmeniz için, size Türkiye’nin başına gelen bazı olaylardan bahsetmek istiyorum.

Türkiye’de, 1923 ile 1950 yılına kadar muazzam bir havacılık sanayisi oluşmuştur. Hatta 1950 yılında Türk mühendis ve teknisyenlerinin yaptığı ve Danimarka’ya sattığımız THK – 5 ambulans uçağı, 1961 yılına kadar uçmuştur.

Ancak uçak ve uçak motoru fabrikamız “siz tarım ülkesisiniz” denilerek traktör ve tekstil makineleri fabrikalarına sonrada malzeme deposuna dönüştürülmüştür. Ve sonraki yıllarda bugünde devam ettiği gibi Amerika ve Avrupa’dan uçak alma yarışına girilmiştir. THY’nin büyümesi nedeni ile ABD ve Avrupa’ya ödenen milyar dolar uçak paralarını bir düşünün!

Türkiye’nin 1950 yılından sonra yön değiştirmesinde; Hilts, Baker ve Thornburg adı verilen raporların büyük etkisi vardır.

ABD Federal Kara Yolları Bürosu Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in adını taşıyan raporda “Türkiye’nin demiryolundan vazgeçmesi ve öncelikle karayollarını yapması” telkin yada başka bir deyişle dikte edilmiştir.

Dünya Bankası yöneticisi Baker’in adını taşıyan rapor ise savaştan yeni çıkan Avrupa’nın gıda ve hammaddeye ihtiyacı olması sebebiyle, Türkiye’nin Avrupa’nın tarım deposu olacağı varsayımına yönelik olarak Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçerek tarıma yönelmesini emretmiştir. Sözde Türkiye, Avrupa’nın tarım ihtiyacını karşılayacak, Avrupa ise Türkiye’ye sınai mallar ihraç edecektir. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Dış ticaret açığımızın ulaştığı rakamlar korkutucudur.

Üçüncü rapor ise 1949 – 1950 yıllarında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda petrol danışmanı olan Max Weston Thornburg’un adını taşıyan rapordur. Bu Thornburg’un 1956 yılında Başbakan Menderes’in danışmanı olduğu birçok yerde yazılmıştır. Thornburg’un başında bulunduğu heyetin raporun da “özelleştirmelerin önünün açılmasından, Sümerbank, Etibank, Karabük Demir – Çelik gibi kuruluşların satılması veya tasfiye edilmesi gerektiğinden, uçak ve uçak motoru fabrikalarının kapatılmasından” bahsedilmektedir. Ne kadar tanıdık ve bildik talepler değilmi?

Bu raporları yazan Hilts, Baker ve Thornburg’lar; tehdit ile bu raporlardaki hususların hemde Türk Milletinin aleyhine olmasına rağmen hayata geçirilmesini sağlamışlardır. Acı olan ise, Türkiye’yi yönetenlerin, bu yabancıların baskı ve tehditlerine boyun eğerek, raporlarda yazan hususları yaşama geçirmeleridir.

Soruyorum size, tarih 30 Ağustos 2013, değişen ne var?

Bu gerçekleri bilmeden ve anlamadan “Zafer Bayramı” kutlasak ne olur kutlamasak ne olur?

Millet olarak, içeriden ve dışarıdan hakarete uğruyoruz. Zafer Meydanlarında kan dökerek vatanı bize emanet eden ecdattın yüzünü kara çıkartıyoruz. Sonra da hamasetle Alparslan, Fatih, Mustafa Kemal diyoruz!

Ben hepinize söylüyorum ki; uyanık, mücadeleci, şuurlu ve gerçekten 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlamayı hak edenlerin bayramı kutlu olsun… Diğerleri Aytunç Altındal’ın dediği gibi zaten bir şey bilmezler ve bilmeleri de gerekmez!!!  Öyleyse kutlanacak bir şeyleri de yoktur.

Milli Zaferler Unutulamaz ve Unutturulamaz

            Türk Milletinin bir bütün olarak elde ettiği milli zaferlerimiz sürekli ders almamız gereken örneklerdir. Zaferler milli varlığımızın genç nesillerce korunmasını, gelecekte de sürdürülebilmesini sağlayan uyarı ve derslerle doludur. Zaferler milli beraberlik şuuru ve yüce bir sevgi olan Peygamber sevgisiyle beraber vatan sevgisinin muhafaza edilmesini ve sürdürülmesini sağlarlar. Bu konuda “Vatan sevgisi imandandır” hadisi hiçbir zaman unutulmamalıdır. Zaferler milletleri var eden fedakârlıklarla elde edilir. Egemenliğin ve milli bağımsızlığın sürekli kılınmasına yol açar. Bu bakımdan zaferler milli bağımsızlığın çimentosudur. Bizde 27 Ekim 2023 Cuma günü maalesef hutbede rahmetli Atatürk ve şehitler için Fatiha okunması bile unutulmuştur.

            Milli Mücadele ve 30 Ağustos acaba olmasaydı Anadolu’nun çehresi nasıl olurdu? Anadolu’nun ortasına sıkışmış, egemenliğini ve bağımsızlığını kaybetmiş, itilen ve kakılan bir millet ne dinini, ne de Türklüğünü koruyabilirdi. 30 Ağustos Türk’ün ve kendilerini Türk olarak hissedenlerin, işgalcilerin kışkırtmalarına rağmen, emperyalizme karşı kazanılan bir büyük zaferin mührüdür. Dünya değişik bölgelerde emperyalizmin tokadını yedikçe onu daha iyi tanıyor ve anlıyor. Doğu Türkistan’da, Bosna’da, Kıbrıs’ta, birçok Türk bölgelerinde ve son olarak da Filistin ve Gazze’deki soykırım ve Müslüman nüfusu ortadan kaldırma çabaları İslam dünyasında kolay kolay unutulmamalıdır. Eğer emperyalizme boyun eğip emir kulu oluyorsanız ne dindaşlarınızı, ne de soydaşlarınızın insan haklarını düşünebilirsiniz. Eğer insan katilleri ve işgalcilerle aynı bölücü ve yıkıcı fikirleri paylaşırsanız maalesef onlardan bir parça olursunuz.

            Bu bakımdan, Anadolu’da Dar-ül Harbi Dar-ül İslam’a çeviren Milli Mücadele’nin muzaffer komutanı başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, çeşitli cephelerde şehit düşmüş bütün vatan evlatlarını rahmet ve minnetle anmak her Türk vatandaşının önemli görevidir. Bu anlayış ve şuur içinde 30 Ağustos Zafer Bayramınızı tebrik ediyorum.  

“Elektrik Üretim Verimliliği Üzerine: Enerjiyi Nasıl Daha Etkili Kullanırız?”

Hüseyin Çevik
Hüseyin Çevik

“Değerli okuyucular, bugün sizlerle enerji dünyasının en önemli konularından birini, yani elektrik üretim verimliliğini konuşalım. Ama merak etmeyin, bu konuyu öyle sıkıcı teknik terimlerle değil, gayet anlaşılır ve samimi bir şekilde ele alacağız.

Öncelikle, elektrik üretim verimliliği nedir diye soranlarınız olabilir. Basitçe ifade etmek gerekirse, elimizdeki enerjinin ne kadarını gerçekten elektriğe dönüştürebildiğimizi gösteren bir ölçü bu. Diyelim ki 100 birim enerjiye sahibiz ve bunun sadece 20 birimi elektriğe dönüşüyor, işte bu durumda elektrik üretim verimliliğimiz %20’dir. Yani, aslında elimizdeki enerjinin büyük bir kısmı başka bir şeye dönüşmeden boşa gidiyor.

Peki, enerji kaynaklarına göre bu verimlilik nasıl değişiyor? Örneğin, su gücünden (hidroelektrik enerji) elektrik ürettiğimizde, bu verimlilik neredeyse %80’e kadar çıkabiliyor. Bu oldukça yüksek bir oran ve bu yüzden hidroelektrik santraller çevre dostu ve verimli enerji üretimi açısından önemli bir yere sahip. Öte yandan, güneş enerjisi kullanarak elektrik üretmek istiyorsak, bu verimlilik genellikle %15-20 arasında kalıyor. ‘Neden bu kadar düşük?’ diye sorabilirsiniz. İşte bu noktada bazı teknik detaylar devreye giriyor ama merak etmeyin, basitçe açıklayacağım.

Güneş enerjisinin verimliliği neden düşük, biliyor musunuz? Çünkü güneş ışığının tamamı elektriğe dönüşmüyor. Güneş ışığı, farklı dalga boylarında gelir ve bu dalga boylarının hepsi güneş panelleri tarafından elektriğe dönüştürülemez. Yani, sadece belirli dalga boylarındaki ışık elektrik üretiminde kullanılıyor, diğer dalga boyları ise ısıya dönüşüp kayboluyor. Bu da verimliliği düşüren en önemli faktörlerden biri. Bir başka deyişle, güneş ışığının sadece belirli bir kısmını kullanabiliyoruz, geri kalanı ise işlevsiz kalıyor.

Bununla da bitmiyor. Güneş panelleri zamanla performans kaybeder, kirlenir, tozlanır ve bu da verimliliği daha da düşürür. Özellikle sıcak havalarda panellerin yüzey sıcaklığı arttığında, verimlilik ciddi şekilde azalır. Bu yüzden, güneş enerjisi kurulumlarında panel açısı, yerleştirme yönü gibi faktörler çok önemli hale gelir; çünkü en küçük bir hata bile verimliliği etkileyebilir.

Ancak, enerji verimliliği sadece sayıların yarışından ibaret değil. Her enerji kaynağının kendine göre avantajları ve dezavantajları var. Mesela, hidroelektrik enerji üretimi çok verimli olabilir ama devasa barajların inşası hem pahalıdır hem de çevresel etkileri olabilir. Öte yandan, güneş enerjisi her evde bile kolayca kurulabilir. Evet, verimlilik daha düşük ama sürdürülebilirliği ve çevreye olan katkısı tartışılmaz.

Bir diğer önemli enerji kaynağı ise termik santraller. Termik enerji üretimi, fosil yakıtların (kömür, doğalgaz, petrol) yakılmasıyla elde edilen ısı enerjisinin elektrik enerjisine dönüştürülmesi sürecidir. Burada verimlilik oranı genellikle %30 ile %40 arasında değişir. Yani, fosil yakıtların büyük kısmı atık ısı olarak kaybolur. Ancak, termik santraller büyük miktarda elektrik üretme kapasitesine sahiptir ve enerji ihtiyacının büyük bir kısmını karşılar. Sürekli enerji üretimi sağlar ama çevreye zararlı gazlar salınımı yapar. Haliyle, bu tür santrallerin gelecekte yerini yenilenebilir enerji kaynaklarına bırakması bekleniyor.

Rüzgâr enerjisi üretimi ise doğanın gücünü kullanmamızın başka bir yolu. Rüzgârın kinetik enerjisini kullanarak elektrik üreten türbinler, çevre dostu ve sürdürülebilir bir enerji kaynağı sunar. Verimlilik oranı genellikle %30 ile %40 arasında değişir. Bu, rüzgârın gücünü ne kadar iyi kullanabildiğimizle ilgilidir. Ancak, rüzgârın sürekli esmemesi, enerji üretiminde dalgalanmalara neden olabilir. Yani, rüzgâr enerjisi çok temiz ve yenilenebilir bir kaynak olsa da, her zaman güvenilir bir enerji üretim kaynağı olmayabilir.

Gelelim nükleer enerjiye. Nükleer enerji üretimi, uranyum gibi radyoaktif maddelerin fizyon yoluyla bölünmesi sonucu büyük miktarda enerji açığa çıkar. Bu enerji, suyu buhara dönüştürür ve bu buhar türbinleri döndürerek elektrik üretir. Verimlilik oranı yaklaşık %33 civarındadır. Nükleer enerji, karbon emisyonu üretmeyen ve yüksek enerji yoğunluğuna sahip bir kaynak olarak öne çıkar. Ancak, radyoaktif atıkların yönetimi ve olası nükleer kazalar, bu yöntemin risklerini artırır. Fukushima gibi kazalar, nükleer enerjinin güvenliği konusunda büyük soru işaretleri doğurmuştur.

Jeotermal enerji üretimi ise yerin derinliklerinden gelen sıcak su ve buharı kullanarak elektrik üretir. Bu yöntemin verimliliği yaklaşık %20 civarındadır. Jeotermal enerji, sürekli bir enerji kaynağı olmasına rağmen, yerel çevresel etkileri ve düşük verimlilik oranı nedeniyle sınırlı bir kullanım alanına sahiptir.

Biyokütle enerji üretimi, biyolojik kaynakların (odun, tarım atıkları gibi) yakılması veya gazlaştırılmasıyla elektrik üretir. Bu yöntemin verimliliği de genellikle %20 civarındadır. Biyokütle, yenilenebilir bir kaynak olmasına rağmen, büyük ölçekli elektrik üretimi için pek uygun değildir ve kar elde etmek zor olabilir.

Son olarak, güneş enerjisi üretimi, elektrik üretmek için güneş ışığını kullanır. Güneş panelleri, ışığı emerek elektrik enerjisine dönüştürür. Ancak, güneş enerjisinin verimliliği %15 ila %20 arasında değişir. Güneş enerjisi her ne kadar düşük verimli bir yöntem gibi görünse de, kurulum kolaylığı ve sürdürülebilirliği nedeniyle oldukça popülerdir.

Özetle, enerji üretim verimliliği, sadece rakamlarla ifade edilen bir başarı kriteri değil. Enerji kaynağının türü, kullanım amacı, maliyetler ve çevresel etkiler gibi birçok faktör bu verimliliğin değerlendirilmesinde önemli rol oynar. Dolayısıyla, enerji üretiminde tek bir doğru yol yok; önemli olan her kaynağı etkin ve sürdürülebilir şekilde kullanabilmek.

Peki, bizler ne yapabiliriz?

Enerji üretim verimliliği sadece büyük enerji santrallerinin sorunu değil; bu, aynı zamanda bizim de günlük yaşamımızda dikkat etmemiz gereken bir konu. Hep birlikte enerji verimliliğini artırarak hem çevreye katkıda bulunabilir hem de faturalarımızı azaltabiliriz.

Evlerimizde ve işyerlerimizde uygulayabileceğimiz bazı basit ama etkili adımlar:

Herkesin bildiği klasik yöntemler yerine, günlük yaşamımızda daha fark yaratabilecek uygulamalara odaklanabiliriz:

1.         Mikrogritler ve Yerel Enerji Üretimi: Kendi evinizde veya mahallenizde bir mikrogrit kurmayı düşünün. Bu, yerel enerji üretimini artıran ve enerji kaybını minimize eden bir sistemdir. Güneş panelleri ve küçük ölçekli rüzgar türbinleri ile kendi elektriğinizi üretebilir, komşularınızla enerji paylaşımı yapabilirsiniz. Bu, şebekeye olan bağımlılığı azaltır ve enerji verimliliğini artırır.

2.         Beyaz Boya Kullanarak Enerji Tasarrufu: Evinizin çatısını veya dış duvarlarını özel yansıtıcı beyaz boyalarla boyayarak yazın soğutma ihtiyacınızı %10’a kadar azaltabilirsiniz. Bu boyalar, güneş ışığını yansıtarak iç mekânların daha serin kalmasını sağlar ve bu sayede klima kullanımını düşürür. Bu basit adım, özellikle sıcak iklimlerde yaşayanlar için oldukça etkilidir.

3.         Dijital Karbon Ayak İzi Ölçerler: Enerji verimliliğinizi artırmak için sadece elektrik tüketiminizi değil, dijital alışkanlıklarınızı da gözden geçirin. İnternetteki karbon ayak izi ölçer araçları kullanarak, çevrimiçi aktivitelerinizin enerji tüketimini analiz edebilir ve buna göre düzenlemeler yapabilirsiniz. Örneğin, video izleme kalitenizi düşürmek veya gereksiz çevrimiçi veri depolamadan kaçınmak bile fark yaratabilir.

4.         Yapısal Termal Pencereler Kullanımı: Evinizin pencerelerini yenilerken, içlerinde şeffaf yalıtım malzemeleri bulunan yapısal termal pencereler tercih edin. Bu pencereler, görünmez ısı yalıtım katmanları sayesinde enerji kaybını minimize ederken, doğal ışığın eve girmesini sağlar.

5.         Enerji Verimliliği Oyunları ve Eğitimleri: Çocuklarınız ve kendiniz için enerji verimliliği hakkında interaktif eğitimler ve oyunlar oluşturun veya bunlara katılın. Özellikle çocuklar için geliştirilen bu tür oyunlar, enerji tasarrufu bilincini eğlenceli bir şekilde kazandırır. Bu tür uygulamalar, enerji tüketimini azaltma konusunda davranış değişikliği yaratabilir.

6.         Yapay Zekâ Destekli Enerji Analizi: Yapay zeka tabanlı araçlarla enerji tüketiminizi analiz edin. Bu tür araçlar, enerji kullanım alışkanlıklarınızı inceleyerek size özel tasarruf önerileri sunar. Özellikle büyük evlerde ve iş yerlerinde enerji tüketim kalıplarını optimize etmek için faydalıdır. Bu adımlar, sadece bireysel düzeyde enerji verimliliğini artırmanın ötesinde, toplumsal bir fark yaratmanıza da olanak tanır. Bu yenilikçi yöntemleri uygulayarak hem evinizde enerji tasarrufu yapabilir hem de gelecek nesiller için daha sürdürülebilir bir yaşam tarzını benimseyebilirsiniz. Enerji verimliliği konusunda farkındalığı artırmak ve daha sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek için her birimizin yapabileceği çok şey var. Unutmayın, küçük yenilikçi adımlar büyük değişimlere yol

Vücûdunu Mûcidine Feda Et

     İnsanın elinde ihtiyaç, zaaf, fakr ve aczinden başka bir şey yok! Üstelik insan her yerden, her yönden hücumlara uğramakta. Sayısız musibetlere düşmekte. Sayısız düşmanlarla karşılaşmaktadır. Bütün bunlarla karşı karşıya kalan bîçare / zavallı ve çaeresiz insanın ömrü çok kısa, hayatı ise gayet dağdağalı olup, sıkıntı ve zorluklar içinde geçmekte. Geçim derdiyle bocalayıp durmakta. Kalbi acılarla kıvranmakta, daima ayrılık belâsı içinde yanıp kavrulmaktadır.

     Gaflet içinde olduğu için, kabir ve mezarlıkları daimî karanlık bir kapı şeklinde görmekte! İnsanların birer birer, grup grup mezar denen, o karanlık kuyuya atıldıklarına şahit olmakta. Aslında böyle olmadığı hâlde, böyle sanmakta. Bu da insanı dehşete düşürmektedir. Çünkü Allah kuluna, kendisine nasıl muamele edeceğini sanıyorsa, ona öyle davranacaktır. Çünkü Allah, bir kudsî hadiste mealen: “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim.” diyor.

     Evet insan, aczi ve düşmanlarının çokluğundan dolayı, dayanacak bir istinat noktasına muhtaçtır ki, düşmanlarını def’ etmek için, o noktaya sığınabilsin. Ve bunun gibi ihtiyaçlarının çokluğu ve fakrının şiddeti dolayısiyle de, bir istimdat / yardım isteyecek bir noktaya muhtaçtır ki, onunla ihtiyaçlarını giderebilsin. Çünkü insan, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayansın. Ona güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona yönelsin. Tıpkı ayna gibi. Aynanın nesi var, mülküm diyebilecek? Herşeyi akisten ibaret. Zaten varlığı bu hiçlikten, bu mülkiyetsizlikten kaynaklanıyor. İnsan da bu vasıfta kendini görmeli ki, var olsun. Demek insanın varlığı yoklukta!  Yokluğu varlıkta! Yâni insan kendini var bilirse yoktur. Kendini yok bilirse, vardır. İşte insanın fakrı, bu mânâda anlaşılmalı.

     Güneşten ışık alan Kamer / Ay gibiyiz. Evet tıpkı ışığını Güneşten almakla ışıklanan Ay misali. Ay nasıl ki, ışığını Güneşe borçludur. İnsan da varlığını, hayat ışığını Güneşler Güneşi, her şeyin kaynağı Rabbü’l-âlemîn olan Allah karşısındaki fakrını bilmeye borçludur. Aksi takdirde varken yok hükmündedir. Yokluk bilinci ise varlığını gösterir. İşte insan, fakrını böyle idrak etmeli. Varlığını: “Vücûdunu, mûcidine feda et.” hükmünde ifadesini bulan yokluk bilincinde aramalıdır.

     İnsan yaratılıştan gayet zayıftır. Halbuki, her şey ona ilişir, onu üzer, ona acı verir. Hem gayet âcizdir. Oysa belâları ve düşmanları pek çok. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyaçları pek ziyade. Hem tembel ve güçsüzdür. Oysa hayatın külfeti son derece ağır. Oysa insan oluşu onun kâinatla ilişki kurmasını gerektirir. Üstelik sevdiği, alıştığı şeylerin göz önünden bir bir gidişi ve onlardan ayrı ve uzak kalışı, onu daima incitir. Bütün bunlara rağmen aklı, ona yüksek maksat ve baki meyvelerden haber veriyor. Fakat eli kısa, ömrü kısa. İktidarı, gücü, kuvveti ve sabrı azdır.

     Evet, yeryüzünü bir nimet sofrası yapan. Bahar mevsiminde arzı, bir çiçekistan gibi süsleyip, üstüne nice rızıklar serpen; çok cömert bir zâtın misafirine yani insana; fakr ve ihtiyaç içinde bulunması, nasıl acı gelebilir? Nasıl ağır olabilir? Aksine fakr ve ihtiyacı, hoş bir istek ve arzu suretini almalı. İştiha gibi fakrın artmasına sebep olmalı. Onun içindir ki: Kâmil, mükemmel ve olgun insanlar fakr ile fahretmiş / övünmüşlerdir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Allah’a karşı fakrını hissedip O’na yalvarmaktır. Yoksa fakrını halka karşı gösterip, dilencilik durumu almak değildir.

     Evet, Allah ârifi / Allahı lâyıkıyla bilen, aczden lezzet alır. Allahtan korkmaktan gerçekten mânevî bir haz alır. Evet, havf / Allah korkusunda tarifsiz bir lezzet vardır. Eğer, bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sorulsa: “En lezîz ve en tatlı hâlin nedir?” belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp, annemin tatlı tokatından korkarak, yine annemin şefkatli sinesine sığındığım hâldir.” Halbuki bütün anaların şefkatleri, ancak Rahmetten tecellî eden bir parıltıdır. Onun içindir ki: Kâmil / olgun insanlar, aczde ve Allahtan korkmakta öyle bir tad bulmuşlar ki, kendi kuvvetlerinden şiddetle kaçınıp, Allaha acz ile sığınmışlar. Acz ve Allah’tan korkmayı kendilerine şefaatçi yapmışlar.

     Kaldı ki, Cenabı Hakk’a ulaştıracak yollar pek çoktur. Bütün hak yollar Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatların bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha genel oluyor. O yollar içinde, Kur’an’dan alınan “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür.” yolu en güzeli olup, Aşk gibi, insanı kulluk ve ibadet yoluyla mahbubiyete, yâni sevilen bir kul olmaya ve Rahman ismine eriştirir.

Gerçek Yüzünü Göster

Altı yaşındaki torunum Asil, Apple ürünlerindeki bilgisayar yazılımı SİRİ’yi kullanmayı keşfetti. Bilindiği gibi SİRİ akıllı telefon ve bilgisayarlarda bir kişisel asistan ve bilgi gezgini olarak kullanılan yapay zekânın adı. Yalnızca sesinizi kullanarak kolayca arama yapmanızı, mesaj göndermenizi, uygulamaları kullanmanızı ve işlerinizi halletmenizi sağlıyor.

Torunum, Siri ile her konuda konuşmaya ve taleplerde bulunmaya başladı. O kadar çeşitli konularda soruları ve talepleri oldu ki Siri’yi şirazeden çıkardı diyebilirim.

Asil’in zihninde Siri nasıl bir varlık olarak şekillendi bilemiyorum. Ama bir ara “Hey Siri bana gerçek yüzünü gösterir misin?” diye sordu. Bu soru ve Siri’nin “ben görünmezim” cevabı beni hayli düşündürdü.

İnsanlar da çok karmaşık ve gelişmiş birer bilgisayara benzetilebilir. Bir bizim gözümüzle gördüğümüz fiziksel yapı (donanım) ve bir de içinde göremediğimiz zekâ, vicdan, merhamet, sevgi, adalet ve yardımlaşma duygusu gibi doğuştan yüklenmiş yazılımlar söz konusu. Yazılımlar insanın etkileşimde bulunduğu çeşitli etkenler sebebiyle sürekli güncelleniyor. Yapılan güncellemeler donanımın kullanımının etkinliğini veya doğuştan yüklü yazılımların çalışıp çalışmamasını belirliyor.

******************************

Hâkimler De İnsandır

Bir avukat olarak mesleğe başladığımda en çok şaşırdığım konulardan biri özellikle ceza hâkimlerinin en ağır cezaları verirken bile sıradan bir olay gibi soğukkanlı olmalarıydı. Bu doğaldı, çünkü mesela bir gün ağır ceza mahkemesi başkanı dostum “bugün çeşitli sanıklara verdiğim cezaların toplamı 500 senenin üzerinde oldu” demişti.

İster ceza, isterse hukuk davalarında verilen kararların çoğu taraflar için telafisi imkânsız çok ağır sonuçlar doğurabiliyor. Ama kararları veren hkimlerin davanın tarafları gibi etkilenmesi beklenemez. Tıpkı ağır ameliyatlar yapılan hekimlerin hastalarının yaşadıklarını aynen yaşamasının beklenmemesi gibi.

Ancak kendi HATASI ile hastasının ölümüne yol açan doktorun vicdan azabı çekmesi yaratılış kodlarına daha uygun bir davranıştır. O soğukkanlı görünüşün arkasındaki “gerçek yüzünü” görebilseydik bu tür hekimlere daha çok saygı duyardık.

Hakim ve savcıların da kendi hatalarıyla, haksız olarak, canlarından, hürriyetlerinden veya malvarlıklarından ettiği insanları düşününce rahat uyku uyuyamaması gerekir. Yargı sistemimiz hakim ve savcıların hata yapma ihtimalini büyüten bir yapıdadır. Ancak adaletin tecellisi için bir hukukçudan azami dikkat ve özeni göstermesini beklemek hakkımızdır.

Bu konuda duyarsızlık veya mesleki kanıksama içinde olan bir hakim insani vasıflardan soyutlanarak bir makineye dönüşmüş demektir ki bu hakimlik mesleği için kabul edilemez bir durumdur. Artık kalbi taşlaşmış bir hâkimin gerçek yüzünü görmek bizde hiç güzel bir duygu oluşturmayacaktır.

******************************

Prof. Dr. Sami Selçuk’tan Bir Hatıra

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami SELÇUK Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli hukukçulardan biridir. Mesleğinin ilk yıllarında bir ilçede görev yaparken ilçe kaymakamının kayınbabası olan ve ağır ceza mahkemesi başkanlığından bir emekli hâkimin kendisini ziyaretinde anlattıklarını hiç unutmamıştır:

“Görevini yaparken tasarlayarak insan öldürme suçundan birini, mahkeme olarak oybirliğiyle ölüm cezasına çarptırdıklarını, Yargıtay’ın onamasından, TBMM’den geçtikten ve cezanın yerine getirilmesinden sonra bir gün, yolda birinin ellerine sarılarak kendisine “hayatımı size borçluyum” diyerek teşekkür ettiğini, nedenini sorunca da “O adamı, sizin astığınız adam değil, ben öldürmüştüm” dediğini, o günden sonra da kendisinin doğru dürüst hiç uyuyamadığını anlatmaya ve ağlamaya başlamıştı.”

“Ve o başkan, birkaç ay sonra da ölmüştü. Ben ise, ömrüm boyunca ne bu anıyı ne de elbette o merhum başkanı hiç, ama hiç unutamamış, belleğimden hiç silememişimdir.”

******************************

Hata ile Değil Kasten Yanlış Karar Verenler

Hâkim ve savcıların içindeki çürük elmaların oranı, toplumun diğer kesimlerindeki oran ne kadarsa yaklaşık o kadardır. Ancak yargı sistemi bu çürük elmaları ayıklamak yerine ödüllendirir ve kritik yerlerde yetkilendirirse durum vahim olur.

Çürük elmadan kastım hukuki ve adil olmadığını bilerek -rüşvet, iltimas veya baskı altında kalmak gibi sebeplerle-yanlış kararlara imza atanlardır.

“FETÖ yargısının” hakim olduğu dönemde TSK’nın seçkin subaylarını hapislere atarak tasfiye eden hakim ve savcılar verdikleri kararların adil ve hukuki olmadığını biliyorlardı. Fakat yaratılıştan gelen vicdan ve ahlak gibi programlarını formatlayıp silip atan bir cemaat etkisi altındaydılar.

Fetö yargısının tasfiyesinden sonra getirilen belli bir kadronun da “hükümete uyumlu karar vermek” üzere formatlanmış olduğu anlaşılıyor. Siyasi içerikli davalarda “söz dinlemeyen” vicdanlı hâkimler yerine “söz dinleyen” formatlanmış hakimlerin tayin edilmesini nasıl açıklayabiliriz.

“Fetö borsası” iddiaları, İstanbul Anadolu C. Başsavcısının HSK’ya gönderdiği dilekçede anlattığı yargının içindeki rüşvet skandalları ahlaki bozulmanın yargıya yansımış örneklerindendir. “İş takibi ve aracılık yapan, rüşvete tevessül eden yargı mensuplarıyla” ilgili ne yapıldı bilmiyorum.

Uyuşturucu kaçakçılarının, yasadışı bahisçilerin, milyonlarca lira gasp edenlerin rüşvetle tahliye edildiğine dair anlatılanlar adalete güven duygusunu yok etmektedir.

Bir organize suç çetesi lideri ile eski İçişleri Bakanı eski Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, bir Yargıtay üyesi ve daha başka bazı yargı mensuplarıyla bağının olduğuna dair iddialar utanç vericidir. Hukuk Fakültesinde Anayasa hukuku hocam olan merhum bir bilim adamı/ politikacının uyuşturucu baronlarıyla ilişkisine dair okuduklarım içimi acıtmıştır.

Kötü örnekler yüzünden, “Yargı vasıtası ile hakkını alabileceğini kesin olarak düşünenlerin oranı, yüzde 80 civarında olması gerekirken, yüzde 20 civarında.” Yargıya güvenin bu kadar azalmasından özellikle “siyasi davalarda” hâkimlerin tarafsız davranacağına inananların sıfıra yakın olduğu kanaatine varıyoruz.

Yargının tarafsız ve bağımsız olduğuna olan inancı katleden iddia ve olaylar devletin temeli olan adalete güveni yok ediyor. Keşke bütün iddiaların muhataplarının “gerçek yüzünü” görebileceğimiz bir teknik imkânımız olsa.

Ben Kimim? Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi

Muhammed Binici’nin hazırladığı 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 176 sayfalık eseri; eşcinsellerle alâkalı incelemelerin, araştırma ve soruşturmaların notlarıdır.

Kitabın konusuyla uzaktan-yakından hiçbir alâkası olmayan bir toplantıda kitaplarını imzalarken berâber olduğum Sosyolog Prof. Dostum yanına gidip kendi adına kitap imzalatıp aldıktan sonra, yazarına benim için de imzalı kitap talep etti. İmzalarken, mâhiyetini bilmediğimden, tanıtım yazısı yazıp yayınlattıktan sonra kendisini bilgilendireceğim için telefon ve e-posta adresini de yazmasını istedim. Yazdı. Böylece aramızda bir sözleşme akdedilmiş oldu. Bir müddet sonra kitabı okuma fırsatı bulduğumda, kitabın ilk yarısındaki ‘Biz eşcinseller, sorumsuz anne ve babalarımızın günahlarıyız’ (s: 21), ‘Eşcinselliğimizin kökenleri, derinlerdeki âile dinamiklerimizde gizli bir pusuda yatar’ (s: 22), ‘Kahraman babası olmayanın, ne yazık ki yabancı erkekler kurtarıcısı oluyor’ (s: 23), ‘Eşcinsellik sapıklık değildir’ (s: 39) cümleleri, eşcinseller hakkındaki olumsuz düşüncelerimi pekiştirdi.  

Filmlerde eşcinsel figürlerin sempatik gösterilmesi, müzikle ilgili sahne sanatkârlarının eşcinselmiş gibi görünmeleri ve öyle görünenlerin ön plâna çıkarılması… Ve benzeri durumlar hep canımı sıkardı.

İlk aklıma gelen düşünce, ‘sözleşmeyi bozmak’ oldu.  Öteden beri eşcinsellerin, kader kurbanı, eşcinselliğin hastalık olduğu ileri sürüp eşcinsellerden yana tavır koyanların toplumu yanlış yönlendirdiğini, onların müdafaasını yapmanın gençleri eşcinselliğe yönlendirmek olduğunu düşünür, konu ile gizlice ilgilenmeyi bile kendime yakıştırmazdım. Yayınevi sâhibini de tanıdığım için böyle bir kitabı nasıl olup da yayınlamayı kabul ettiğini düşündüm, mâzeret bulamadım.

Tanıdığım ve güvendiğim Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın kitaba ‘Takdim’ yazısı yazdığını görünce; düşünce ve görüşlerimde hafif bir kırılma olduğunu hissettim. Sayfaları hızlı bir şekilde gözden geçirdim. İkinci yarıdan sonraki sayfalara geldiğimde, sözleşmeyi iptal etmeye gerek kalmadığını, taahhüdümü yerine getirebileceğimi anladım. 

Netice: Onları dışlayarak, toplumu eşcinsellerden kurtarmanın değil, eşcinselleri, eşcinsellikten kurtarmanın doğru olduğunu düşünmeye başladım. Toplu taşıma araçlarında özellikle de karşılıklı oturma imkânının bol olduğu metroda, gördüğüm eşcinselleri belli etmeden ve dikkatli bir şekilde tetkik ettiğimde hemen hepsinin mahcubiyet hatta utanç içerisinde olduğunu anladım. Hepsi öyle değildi. Olsun… Sayıları azalınca onların da mahcubiyetten kıvranacaklarını düşünüyorum. Sayılarını azalttıkça başarıya ulaşma şansımız artar.

Bilinmeli ki asıl suçlu eşcinseller değil, çocukları ve gençleri, çeşitli yollarla eşcinselliğe yönlendirenler ve özendirenlerdir.

*** 

Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın Takdim Yazısı:

Soner tıbbiyeyi yeni bitirmişti. Anne-baba çok sevdikleri çocuklarının doktor olduğuna sevinememişti. Çünkü onu evlendirmek isteyen ebeveyninden Soner önce bahanelerle kaçmış. Üzerine fazlaca gidilince eşcinsel (homoseksüel) olduğunu açıklamıştı. ‘Bu erkeklik oyununu daha fazla devam ettiremezdim’ diye kederli ifâdeyle durumunu izah ediyor ve ekliyordu, ‘Ben buyum, kendimi değiştirmek istedim, ama olmadı.’

Annesi gözyaşlarına engel olamayarak Soner’in açıklamalarını dinliyor ve çâresizlik içinde, ‘Bir şeyler yapın doktor bey. Oğlumun bu hâlini kabullenemiyorum. Lütfen bana ümit verin’ diyordu.

Eşcinsel Olmak

Homoseksüel olduğunu fark etmek, sadece ebeveyne değil, ergenin kendisine de acı verir, üzücü tepkiler doğurur: Suçluluk, korku, utanç, ayıp, reddedilme, yalnızlık, inançsızlık, öfke ve kendinden iğrenme duyguları yaşanabilir. İşin ilginci eşcinselliği savunan, toplumda âşikâre yaşamalarını isteyenler de çocuklarının eşcinsel olmasını istememektedir.

Vakamız Soner bu aşamaları geçmiş, artık yeni cinsel kimliğini benimsemiş durumdadır. Ancak eşcinsel dürtüleri olanların pek çoğu Soner gibi kabullenmeye yanaşmaz, sıkıntılar içinde kıvranır durur. Kabullendikleri takdirde ise fıtratlarıyla ve toplumla çatışma başlar, kişi yine mutsuz olur.

Sebebi Ne?

Acaba insanlar niçin karşı cinsi değil de hemcinsini şehvet objesi olarak tercih ederler? Bu konuda yapılan sayısız araştırma, belirli bir sebep bulamamıştır. Çünkü normal ve eşcinsel şahıslar arasında organik, genetik, yapı, biyolojik ve hormonlarla ilgili bir fark bulunamamıştır.

Yani eşcinsel bir şahısla normal cinsel yönelimli birinin kandaki hormon seviyeleri arasında bir fark olmadığı gibi kromozomları da aynıdır. Ancak eşcinselliğin ortaya çıkışında birçok teori ileri sürülmüştür:

•Bu teorilerden ilki, uygunsuz veya mevcut olmayan baba rolünün önemli olduğunu vurgulamaktadır. Aşırı sert, gaddar bir baba tipi kadar silik, şahsiyeti zayıf veya ilgisiz babaların çocukları da eşcinsellik riski altındadır. Veya babanın yokluğu durumunda, genellikle kadınlardan oluşan ortamda büyüyen çocuklarda da aynı risk vardır.

•Ayrıca çocuklukta cinsel tecavüze uğramak, ağır bir travma olarak eşcinsellik dürtülerini ortaya çıkarabilmektedir.

•Yine bazı anne ve babaların işledikleri bir hatayı da belirtmek gerekir. Bu ebeveynler, çocuklarına ‘keşke karşı cinsten olsaydın’ demekte, hatta onlara karşı cinsin elbiselerini giydirerek, karşı cinsiyetteymiş gibi davranarak büyütmektedirler. Anne-baba, bu ve benzer sözlerin ve davranışların çocuklar üzerinde yapacağı zararı hesaplayamamaktadır. Bu gibi telkinler kadını erkekleşmeye, erkeği kadınlaşmaya sürükler. Yaradılışı değiştirmeye kalkışmanın kötü sonuçlar vereceği herkesçe bilinmektedir.

•Hormonlu gıdaların artışı da suçlanmaktadır.

İnternete Girince

Maalesef bugün psikiyatri ilmi, eşcinselliği üçüncü bir cinsiyet olarak kabul etmekte, çözümün olmadığını ileri sürmektedir. Böyle eğilimleri olan ergen bunları internette okuyunca artık her şeyin bittiğine, kalıcı olarak eşcinsel olduğuna inanmaktadır. Yardım için başvurdukları hekim ise ona, ‘Boşuna uğraşma, kendini böyle kabullen’ telkinini vermektedir.

Ama insanlar, erkek veya kadın olmak üzere tasarlanmıştır; üçüncü bir cinsiyet yoktur. Dahası medeniyet târihi gösteriyor ki bir takım problemlerine rağmen insanın tabii (yâni anne-baba ve çocuklardan oluşan âile), gelecek nesillerin yetişmesi için en uygun ortamı oluşturur. Târih boyunca bütün devirlerde ve bütün topluluklarda durum böyledir.

Toplumda Yer Bulma

Bâzen normal erkek rolü oynayarak evlenip çoluk çocuğa kavuşan, ancak erkeklikten nefret eden veya cinsiyetine soğuk olan babalar gelir, toplumun baskısıyla böyle bir konumu seçtiklerini ve mutlu olmadıklarını söylerler. Ben ise kendilerine içinden gelen sapkın dürtüleri bastırmaya devam etmelerini tavsiye ederim ve eklerim: ‘Eğiliminizin gerektirdiği gibi davranacak olursanız inanın daha da berbat olursunuz. Ancak şimdi hiç olmazsa dinî ve vicdanî suçluluk hissetmiyorsunuz. Sabredin ve inşallah sabrınızın karşılığını bu dünyada da öbür dünyada da görürsünüz.’

Bu kişiler evlenip baba da olsalar, ömür boyu eşcinsel dürtülerini inkâr da etseler bu duygular onların peşini kolay kolay bırakmaz.

Bu yüzden onların çektikleri ıstırabı bilmeden, acı içinde kıvrandıklarının farkına varmadan acımasızca yargılamaktan kişi ve toplum olarak uzak durmalıyız. Çevremizde böyle kişileri gördüğümüzde onların problemlerini anlamaya ve yardımcı olmaya çalışmalıyız. Çünkü onlar ağır dürtülerin tesiri altındadırlar ve bâzılarının zannettiği gibi keyfî ve irâdî olarak bu yolu seçmiş değillerdir.

Sonra eşcinsel deyince sadece televizyon ve basında izlediğimiz gibi küstahça davranışlar sergileyen, kıvırtarak yürüyen, kadınsı giysiler giyen ve makyajlar yapan, olmadık maskaralıklar sergileyen tipler aklımıza gelmemelidir. Gerçek eşcinselleri gördüğümüzde onların normal cinsî eğilimli olduklarını düşünürüz. Tabii içlerinde kopan fırtınanın farkına bile varmayız.

Anne-Babanın Paniği

Oğullarında eşcinsel eğilim hisseden ebeveynin endişe duyması tabiidir. Bugünkü ortamda eşcinsel eğilimi olan ergenin karşılaşacağı o kadar çok problem vardır ki… Bâzı eşcinsel ergenler şiddetli bunalıma girerler. Ancak anne-babanın paniği sorunu çözmez. Aksine sıkıntıyı artırır.

Bazen Kuruntu Olabilir

Bazı durumda genci bunalıma sürükleyen eşcinsellik değil de eşcinsel olma korkusu veya kendini böyle sanma saplantısıdır. Bununla ilgili birçok örnek biliyorum.

Selim, kalçası masaya değince zevk duyduğunu söylüyordu. Bundan eşcinsel olabileceği sonucunu çıkarmış ve bunalıma girmişti. Olayı inceleyince kuruntulu bir tip olduğu ortaya çıkmıştı.

Ahmet 17 yaşına gelmesine rağmen sesinin inceliğinden ve sakallarının çıkmayışından yakınıyordu. ‘Acaba eşcinsel miyim?’ diye tedirginliğe girmişti. Hâlbuki ergenlik bulguları bazı kişilerde gecikebilirdi ve bu tamamen normaldi, eşcinsellikle ilgisi yoktu.

İsmet ise arkadaşları tarafından gayrimeşru ilişkiye teşvik edilmişti: ‘Zaten haram, bir de teklif edilen kadını iğrenç ve çirkin buldum’ diyordu. Bu haldeyken cinsel ilişkiye girmekte başarılı olamayınca eşcinsellik kompleksine sürüklenmişti.

Bu gibi durumlarda muhakkak bir psikiyatri uzmanından yardım istenmelidir. Böylelikle korkuları giderilir, gencin içinde kopan fırtınalar yatışır ve hayata daha olumlu bakar.

Eşcinsellik ‘Gey’likten Farklı

Bazı insanlarda eşcinsel eğilimler olabilir. Ancak mücâdele ile bunları yenebilir, bastırabilir veya gizleyerek yoluna devam edebilir.

Eşcinsellikle ilgili uzun yıllar araştırma ve terapi çalışmaları yapan, iki değerli eseri dilimize de çevrilmiş olan ABD’li Dr. Joseph Nicolosi, ‘Homoseksüel olduğu halde ‘gey’ etiketini ve bu etiketin îma ettiği her şeyi reddeden erkekler var’ diyor. Böyle olunca da, ‘homoseksüellik (eşcinsellik)’ ile ‘gey’lik iki ayrı kategori hâline geliyor. ‘Bu erkekler’ diyor Dr. Nicolosi, ‘Psikolojilerinde inkâr edemeyecekleri bir homoseksüel yönleri olsa da ‘gey’ kavramının işâret ettiği yaşama biçimini ve değerleri benimsemiyorlar: Bu yüzden de değer yargıları ile cinsel eğilimleri arasında çatışma yaşıyorlar. Bu tür erkeklerin kişilik gelişimi hikâyeleri eşcinsel arzularla yüklü olmasına rağmen, bu duygulara boyun eğmek yerine homoseksüel yönelimlerinin üstesinden gelmeyi hedefliyorlar .’

Sağlıklı Âile

İdeal âile tipi demek olan sağlıklı âilede baba otoriter roldedir; yani dışa karşı âileyi savunan, düzeni sağlayan, âile birliğini elinde tutan, gelir sağlayan kişidir. Her şeyden önce eşi ve çocukları için güven kaynağıdır. Çocuklar babayı anneye göre daha güçlü, daha bilen, daha çok saygı uyandıran kişi olarak bilirler. Anne ise çocuğun yanındadır. Şefkat doludur. İlgi ve sevgisini bebeğe dengeli ve tutarlı şekilde verebilir. Babanın yardımcısıdır, besleyen, büyüten, evde sıcaklık ve sevgi sağlayan kişidir. Âile ortamı sıcaktır ve muhabbet doludur. Böyle âilede büyüyen çocuk sevmeyi öğrenir. Sağlıklı âilelerde baba başkan, anne de yardımcısıdır. Eşler uyumludur. Anlaşamadıkları konuları birlikte konuşurlar. Konuşarak çözüm bulamadıkları çok ender durumlarda ise, son kararı verme sorumluluğu erkektedir.

Anne Otoriter ve Baba Silik Roldeyse

Günümüzde kadının statüsü gittikçe değişmekte, daha çok aktif olmakta, çalışmaya yönelmekte ve âdeta erkeksi rollere bürünmektedir. Kadını erkekten ayıran ruhî farklar bu şekilde törpülenmekte, kadın da erkek gibi hissi açıdan fakir ve bencil olmaktadır. Böylece evde kadının hâkim olduğu ‘anne tipi âile’ler gittikçe artmaktadır.

İşte annenin otorite rolünde olduğu, silik bir baba modelinin bulunduğu âilelerde erkek çocuk kendisine örnek ve rol model olarak baba yerine güçlü gördüğü anneyi seçebilmekte, davranışlarını annesine benzeterek ve taklit ederek kişiliğini ve cinsiyetini geliştirebilmektedir. Böylelikle bedenen erkek, ancak zihnen kadınlığa yatkın yâni cinsel kimliği bozuk şahıslar ortaya çıkabilmektedir.

Çocuklarımızı Eşcinsellikten Koruma

Günümüzde bu yüzden babalara büyük görev düşmektedir.

Babalar çocuklarına, özellikle onu örnek alacak erkek evlâdına daha çok vakit ayırmalıdır. Çocuğun en iyi arkadaşı olabilmek ümidiyle, coşku ve hevesle dürüst bir duygu ve sevgi alışverişine girmeye can atmalıdır. Çocuğunu yetiştirirken onun hayatında daha etkili ve aktif rol almayı istemelidir, içinden geldiği gibi hareket etmeli, çocuğuna baba sevgisi yaşatmalıdır. Otoriter yönünün olduğu kadar anlayışlı ve yumuşak tarafını da göstermelidir. İlgisini, sevgisini ve bağlılığını göstermek hevesiyle hareket etmelidir, işinde, meşguliyetinde varmak istediği hedeflerine bütün zamanını ayırmamalı, muhakkak çocukları dünyaya getirmenin sorumluluğunu yüklenmeye daha çok gayret göstermelidir.

Ne Yapmalı?

Eşcinsel eğilimleri olan çocuğu olduğunu öğrenen anne-baba en başta paniğe kapılmaktan kaçınmalıdır. Soğukkanlı olmakta fayda vardır. Delikanlı ile arkadaşça konuşmalı, problemini anlamaya çalışmalıdır. Duruma göre psikiyatristle görüşerek olayın boyutuna göre gence yardımcı olmaya çalışmalıdır.

Önemli olan da hemen bu gençleri damgalamamak, muhakkak neler yapılması gerekiyorsa tatbik etmelidir. Bu yüzden durumun erken farkına varıp gerekli tedbirleri almalıdır.

En yakınlarına dahi öyle bir dürtülerinin olduğunu açıklayamayan ve aslında dinen günah olduğunu bilmesine rağmen içlerinde gizlediklerini sürekli bastırmak için çıkar yol bulamayan bu insanlar için terapi ve tedâvi imkânları düşünülmelidir.

Muhammet Binici dostumuzun ‘Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi’ adlı eseri bu yüzden çok önemli. Âilelerin içine atılan bu LGBT bombasının tehlikesini, sebeplerini ve korunma yollarını şiirsi üslubuyla ve toplumdan gerçek vaka örnekleriyle anlatıyor. Hepimize sağlıklı âilenin ne kadar elzem olduğunu ve neler yapmamız gerektiğini izah ediyor.

Dostumuzu tebrik ediyor, bu hârika eserini evlilere ve evlenecek olanlara hararetle tavsiye ediyorum. Eline, koluna, o güzel zihnine sağlık Muhammet Binici. Daha nice böyle yararlı eserler ortaya koyman istek ve arzusuyla teşekkür ve tebrik ediyoruz.

İNKILAP BASIM YAYIN GORGANİZASYON TİCARET LİMİTED ŞİRKETİ 

Akşenseddin Mahallesi, Şehitkubilây Sokağı Nu: 6/A-B Fatih, İstanbul  

Telefon: 0.212-524 44 99 e-posta: inkilap@inkilab.com.tr  www.inkilap.com.tr. 

MUHAMMET BİNİCİ: 1979 yılında Sivas’ın Suşehri ilçesinde doğdu. Gazeteci, yazar ve prodüktör olan Binici, ilk eğitimini Boyalıca Köyü’nde tamamladı. Daha sonra İstanbul-Pendik İmam Hatip Lisesi’nden, ardından Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. 2016 yılında Akit TV’de televizyon programcılığına adım atan Muhammet Binici, çeşitli konularda geniş bir yelpazede dikkat çekici programlar hazırlayıp sundu. Eğitimden âileye, ekonomiden siyâsete, teknolojiden kültüre kadar birçok alanda izleyicileriyle buluştu ve Teknovia, Yakın Mercek, Kardeşlerimiz, Genç Görüş, Referanduma Doğru, Söz Meydanı ve Gece Ajansı gibi programlarla ön plana çıktı. Ege TV’de özel programlar hazırladı. 2021-2023 yıllarında Lalegül TV-FM’de Hafta Sonu Ana Haber Bülteni ve her Cumartesi canlı olarak yayınlanan ‘Nesli Müdafaa’ programlarını hazırlayıp sundu. Görev yaptığı kurumların tamamında özel dosya haberlere imza attı. Binici ayrıca, BNC Medya Haber başta olmak üzere çeşitli internet sitelerinde makaleler yazdı ve İttifak Gazetesi’ndeki köşesinde aktüel yazılarına devam etmektedir. Gençlere yönelik okullarda birçok proje geliştiren ve yüzbinlerce öğrenciye ulaşan Binici, Tekno-Şenlik gibi etkinliklerle de tanınmaktadır. ‘Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi’ adlı belgeseli ‘Benim Âilem’ programıyla ekranlara taşıdı. Bilişim teknolojileri ve Sosyal Medya uzmanı olan Binici, bu alanda 15 yılı aşkın süredir EMBİ Bilişim Teknolojileri’nde proje danışmanlığı yapmaktadır. Orta derecede İngilizce ve Arapca bilen Binici, evli ve iki çocuk babasıdır.

DERKENAR:

LGBT: Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel kelimelerinin baş harflerinden oluşan kısaltmadır. Cinsel bozuklukları bulunan insanların tamamını ifâde eden çatı kelimedir.

Interseks kelimesinin ilâvesiyle LGBTI, Queer kelimesinin eklenmesiyle: LGBTIQ Şeklinde geliştirilmiştir.

Lezbiyen: Bir kadının başka bir kadına fizikî ve/veya hissî alâka hissetmesidir. Eşcinsel kadın anlamına gelmektedir.

Gey: (İngilizcede ‘gay’ yazılır, ‘gey’ okunur. ‘Eşcinsel’ mânâsında kullanlmaktadır.

Biseksüel: Hem kadınlara hem de erkeklere çekim hisseden kadınlarla; hem erkeklere hem de kadınlara karşı cinsî arzu duyan erkeklere ‘biseksüel’ denilir. (Alâkanın veya çekimin aktif veya pasif mi olduğu hususu belirlenememiştir)

Transseksüel: Şahsın, kendisini doğuşundaki cinsiyetine ait hissetmeyerek karşı cinsten olduğunu hissetmesidir. Cinsel yönelim değildir. Farklı cinsiyete sâhip olma durumudur.

Interseks: Hem erkeksi hem de kadınsı cinsiyet özelliklerine sâhip olan insanların durumunu belirtir. İnterseksüel olmak bâzı durumlarda fizikî, bâzı durumlarda da fizikî olmasa da hormonal anlamda çift cinsiyetli olmak durumudur. İnsanlar, içinde hem erkek hem kadın özellikleri taşıyabilir.

Queer: ‘Kuir’ okunur. Aslen erkek veya kadın olmakla birlikte, tavır ve hareketleriyle karşı cinsten olmakla aşağılanan insan.

(İnternetten derlenmiştir)

Muayenehanelerden Özel Hastaneye – Atakent Cihan Hastanesi

Bir önceki yazımızda İzmit’te muayenehanesi olan hekimlerden bir kısmının iş ve imkân birliği yaparak Cankat Tıp Merkezi’ni kurması ve burada mesleklerine devam ettiklerini yazmıştık. Bu yazıda ise, bu grubun öncülüğünde kurulan Cihan Hastanesi’nin hikâyesini okuyacaksınız.

Burası, Yenişehir Mahallesi, Özden sokak no:125’de, Bekirpaşa belediye başkanı Abdullah Çakmak döneminde, 1996 yılında sağlık alanı olarak planlanan bir yerdir. Belediye, kadın doğum ve çocuk hastanesi şeklinde hizmet vermek üzere burayı planlamıştır. O dönemde, Refah Yol hükümeti vardır ve başbakan Necmettin Erbakan’dır. Bu binanın temeli bizzat başbakan tarafından atılmıştır. O tarihlerde İzmit Büyükşehir Belediye Başkanı Sefa Sirmen’dir.

Burası alt belediye olan Bekirpaşa Belediyesi’ne ait olup yerel yönetimlerin imkânları bu tür sosyal projeler için yeterli olmadığından bu çalışmaya gerekli kaynak aktarılamamıştır. Bu durum binanın satış mecburiyetini doğurmuş olup 1997 yılında Cihan A.Ş tarafından satın alınmıştır.

Bu şirket, bölge insanlarımızın çoğunlukta olduğu bir şirkettir. Ortakları arasında Abidin Özkaraslan (sendikacı) , Dr. Fahrettin Özkan (Derince Hastanesi Başhekimi), Dr. Ahmet Uzar (Belediye Hekimi) , Dr. Faruk Demirhan, Prof. Dr. Davut Aktaş, Abdurrahman Yıldırım (iş insanı) gibi isimler vardır. Bu kurucu ortaklara daha sonra Ecz. Hüseyin Gezer, iş insanı Ferit Yağız, Mehmet Uzunoğlu, Sami Aydın, Muhasebeci Ali Deniz Ecderoğlu gibi isimler de katılmıştır. Bu grup, bir taraftan inşaatı tamamlamaya çalışırken; bir taraftan da Sağlık Bakanlığı üzerindeki işlemleri bitirmeye uğraşır ama 1999 depremi çalışmalara ara verdirir. Depremden sonra çalışmalara devam edilerek A Blok tamamlanmıştır. Bu şirket, işletme sermayesi ve hastane donanımı için bakanlıktan kredi ve teşvik işlemlerinden sonuç alamayınca bina geçici olarak 2007’de SEDAŞ’a kiraya verilmiştir. Bina, 2010’da SEDAŞ tarafından boşaltılmıştır. Bu günlerde, Abidin Özkaraslan tarafından buranın hastane olarak açılabilmesi için ilgi ve destek talebi tarfımca Dr. Uğur Doğan ile paylaşılmıştır. Bu konunun, Cankat Tıp Merkezi ortakları tarafından düşünülen hastane arayışına uygun olduğu değerlendirilmiştir. Buranın satın alınıp hastane olarak açılabilmesi için Cankat grubu tarafından yeni ortaklar arayışına gidilmesi kararı alınmıştır. Bu arayış ile Prof. Dr. Sefa Müezzinoğlu, Prof.Dr. Haluk Akbaş, Prof. Dr. Melih Çulhan, Prof.Dr. Yetkin Özer, Dr. Necati Günaltay, Dr. Kemal Kaşmer, Dr. Çağdaş Öztürk, Dr.Gültekin Uzun, Dr. Zeki Hamşioğlu, Dr. M.Zeki Eren, iş insanı Mahmut Eriş ve Gökhan Tanrıverdi gibi isimler bu ortaklığa evet demişlerdir. Cihan A.Ş yönetiminden ise Hüseyin Gezer ve Sami Aydın da bu düşünceye katılarak, binanın 2011’de Cihan A.Ş tarafından bu gruba satışı gerçekleşmiştir. Satışta hastanenin adının Cihan Hastanesi olması şartı konulmuştur. Bu yeni şirket binanın yeniden planlayıp, B Bloğu da ekleyerek gecikmeden inşaata başlamıştır. İnşaatının tamamlanması ve sağlık bakanlığındaki işlemlerin 2013’de bitirilmesi ile hastane önce 74 yataklı olarak ve daha sonra 44’ü yoğun bakım olmak üzere 124 yataklı olarak hizmete sokulmuştur. Cankat Tıp Merkezinin hekimlerine ek olarak Dr. Çağdaş Öztürk (KBB) , Dr. Zeki Hamşioğlu (Üroloji), Dr. Gültekin Uzun (Fizik tedavi) , Dr. Nuran Burcu Akal (Nöroloji) , Dt.Özlem Eriş iş ve görevlerinden ayrılıp bu hastanenin kadrosuna katılmışlardır. Cihan Hastanesi, güven veren bu hekim kadrosu ile kısa sürede şehrimizin iyi hizmet veren bir sağlık kuruluşu olmuştur. Başhekimliğini Dr.Ali Hürmeydan, genel müdürlüğünü Dr. Uğur Doğan, şirket yönetim kurulu başkanlığını Dr. Metin Öztürk’ün yönetiminde 2020’lere gelinmiştir. Covid-19 pandemisinin getirdiği şartlar, ek ekonomik kaynak ihtiyacı doğurmuştur. Bu durumun hastane ortakları tarafından değerlendirilmesinde hastanenin ya hastane çalışanları tarafından satın alınması ya da hastanenin satılmasını gündeme getirmiştir. Bu süreç, 2021 sonunda hastanenin iş insanı Kemalettin Akkurt tarafından satın alınması ile sonuçlanmıştır.

Böylece, Akkurt Grup Yalova’daki Hastanesi, Bursa Orhangazi’deki Cerrahi Tıp Merkezi ve Gemlik’teki Tıp Merkezi’ne Cihan Hastanesi’ni de ekleyerek Atakent Grup olarak sağlıkta daha geniş bir hizmet alanı ve güce kavuşmuştur. Yeni dönemde bu hastanemiz 2007’den beri, sağlık alanında çalışmakta olan Latif Sezgin’in genel müdürlüğü, halen ortağı ve çalışanlarından KBB uzmanı Dr.Çağdaş Öztürk’ün tıbbıkoordinatörlüğünde yeni hekimler ve bölümleri de bünyesinde ekleyerek 7/24 hizmet vermeye devam etmektedir.

Sağlıkta olmanız dileğiyle…