Haspolat Köyü ve Mehmetçik Anıtı…

Bir halkın varoluşunda, bir devletin kuruluşunda çok önemli olaylar ve bu olayların yaşandığı tarihler vardır.
20 Temmuz ve 14 Ağustos 1974 tarihleri de Kıbrıs Türk Halkı için bunların en önemlileridir. Çünkü bu tarihlerde yaşanan Kıbrıs savaşı 1878 den sonra Kıbrıs Türk’ünün adada ölümün kıyısından kurtarıldığı, özgürlüğüne kavuştuğu, sonrasında da kendi devletinin KKTC’nin temelinin atıldığı tarihlerdir.
20 Temmuz 1974’te Mehmetçik adaya gelmeseydi, günümüzde Kıbrıs adasında yaşayan kaç Türk kalacaktı sorgulamak gerekir. Kaldı ki, bu gün de Rum tarafının değişmeyen, hiçbir zaman da değişmeyecek olan davranış biçimi, Enosisçi politikaları da bu gerçeğin en çarpıcı göstergesidir.
Evet, 51 yıl önce üsteğmen rütbesi ile 26 yaşında genç bir subay olarak ben de oradaydım. 230’ncu Alayın bir bölük komutanı olarak adada yaşanan her iki savaşa da katıldım. Benimle birlikte savaşan Mehmetçiklerimizden Şehitler verdik, onları o gazi vatan topraklarına emanet edip, anavatan Türkiye’ye döndüm.
Ama 1975 yılında dönmeden önce ele geçirdiğimiz Rum dönemindeki adıyla Miamilya köyüne şehit bir Mehmetçiğimizin adını vermeyi kafama koymuştum. Harekât şehitlerimizden Kayserili Mahmut Haspolat’ın soyadı dikkatimi çekmişti. Nedeni ise ikinci harekâtta adanın doğusuna taarruz eden birliklerin komutanı rahmetli Osman Fazıl Polat paşamızın soyadının da Polat oluşu idi. Biliyordum ki harekâttan sonra bu komutanımızın adını ele geçirdiğimiz bölgenin pek çok yerine, pek çok tesisine vereceklerdi.
Ben de neden bir Mehmetçiğimizin adı da bu topraklarda yaşamasın diyerek ele geçirdiğimiz bu köyün adını Haspolat olarak koydum. Ve dönmeden önce de Magosa’dan ve Lefkoşa’dan gelirken görünecek şekilde kırmızı bir levhanın üstüne bu adı yazdırarak levhaları köyün girişine diktirdim.
Ayrıca Gazimağusa’dan Lefkoşa’ya gelen anayolun köye giriş caddesine de bu köye taarruz ederken şehit olan ‘’Şehit Asteğmen Mehmet Özel Caddesi’’ adını verip, bu adı da kırmızı bir levhaya yazdırıp yolun başına diktirdim.
Kısmet bu ya 11 yıl sonra 1985 yılında yeniden adada görev aldım. Bu defa binbaşı rütbesindeydim. O süreçte de elimden geldiği kadar vatan bellediğim bu topraklara hizmet ettim. Adaya ikinci kez gelişimde ilk yaptığım şey adını Haspolat olarak koyduğum köye uğramak oldu. Diktirdiğim levhalar yerinde duruyordu. Köye yerleşimde başlamış, hayat normale dönmüştü. Bu tespitimden sonra bölgenin tapu kadastro işlemlerinin yapıldığı büroya giderek, bu işin sorumlusu rahmetli Halil Giray beyle görüştüm ve köyün adını Haspolat olarak resmileştirmiş oldum.
İşte 14 Ağustos 1974’te ele geçirdiğimiz Miamilya köyü bundan böyle artık resmen şehit bir Mehmetçiğimizin soyadı ile anılacaktı.
Emekli olduktan sonra da Kıbrıs Türk’ü ile temasımı hiç kesmedim. Haklı davalarını savunmak adına KTKD İstanbul şubesinde yıllarca görev yaptım. Pek çok kitap kaleme aldım. Konferanslara katılıp, tv programlarında konuşmacı oldum. Köşe yazılarımla tarihi gerçekleri anlattım. Hala da bu göreve devam ediyorum.
Ancak emekli olsam da kafama koyduğum adada yapmam gereken önemli bir şey daha vardı. Adını Haspolat olarak koyduğum köy Rum bölgesinin hemen dibinde sınır hattındaydı. Burada öyle bir şey daha olmalıydı ki, hem Rumlara tarihi gerçekleri anlatsın, hem de bu toprakların artık Türk’ün öz be öz kendi malı olduğunu atalarından yadigâr kaldığını hatırlatsın.
Böyle bir şey de ancak orada bir anıt olmasıyla mümkün olabilirdi. Bunun için ilk temasım o dönemin Mücahitler Derneği başkanı rahmetli Vural Türkmen ile görüşmek oldu. Kendisinden yardım talep ettim. Ancak yeterli desteği bulamadım. Aslında sadece yer konusunda yardımcı olmasını, ilgililerle koordine etmesini rica etmiştim, olmadı.
Bunun üzerine dönemin Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Mehmet Daysal ve Kurmay başkanı Kur. Alb. Orhan Güçlü ile temas kurdum. Sağ olsunlar anıt yerinin tespiti, koordinasyonu v.d işler konusunda yardımcı oldular. Dönemin köy muhtarı Cemal İnangil’le de temas kurup, işlerin takibini sağladım.
Sıra Mehmetçik heykelinin yapımı ve adaya nakline gelmişti. Bu noktada da savaşa birlikte katıldığımız takım komutanlarımdan Teğmen Fikret Gökçe devreye girdi. Kendisi makine mühendisi idi. Heykeli Ankara’da OS TİM’de bulunan bir heykel atölyesinde yaptırdı. Bununla da kalmadı, kendisi Ankara’da yaşadığı için heykelin bir tır ile adaya nakli ile bizzat ilgilendi.
Fikret kardeşimin bu büyük yardımı anıta hayat veren en büyük destektir. Şu gerçeği de açıklamam gerekirse Fikret Gökçe şu anda adada Gönendere ilçesinde bulunan Mehmetçik anıtını da yaptırıp adaya uçakla gönderen kişidir.
Nihayet anıt tamamlanmış sıra açılışına gelmişti. 3 Haziran 2011 tarihinde anıtın açılışı Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Kıbrıs Barış Kuvvetleri Korgeneral Âdem Hududi, Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Mehmet Daysal, Kurmay Başkanı Orhan Güçlü ve diğer yetkililerin de katılımı ile açıldı.
Katılımcıların yaptığı konuşmalarla tarihe not düşülen bu özel günde; anıtın açılmasını planlayan, organize eden ne ben vardım, ne de o görkemli Mehmetçik Heykelini yaptıran Fikret Gökçe kardeşim!
Çünkü bizler davet edilmemiştik! Davet edilmesem de en azından anıtın açılışında okunsun diye muhtar Cemal’e gönderdiğim mesajımda okunmadı…
Gelelim bu güne kadar neden bu konuya değinmedin? 14 yıldır hiçbir açıklama yapmadın sorusuna…
Evet, hiçbir açıklama yapmadım. İstedim ki, her yıl 14 Ağustosta Haspolat köyünde yapılan anma törenlerinden birine Fikret kardeşim de, ben de davet edilirim; o zaman yukarıda yazdığım gerçekleri bizzat yerinde açıklarım diye düşündüm.
Ama bugüne değin hiçbir davet olmadı. Ben de tarihi gerçeklere olan vicdan borcumu ölmeden önce bu yazım ile sizlere duyurmak istedim.
14 Ağustos 2025 tarihinde Haspolat köyündeki Mehmetçik Anıtında yapılan şehitlerimizin anma töreni haberlerine, fotoğraflarına baktım. Bir avuç mücahit, bir-iki dernek temsilcisi ve burada her yıl yapılan törene katılan değerli dostum Zorlu Töre.
Sivil toplum kuruluşlarının dışında devleti temsil eden hiçbir yetkili yok!
Neden?
Unutulmasın ki, oradaki Mehmetçik anıtı bir simge. KKTC’nin sınır boylarını koruyan vatan yemini yapan aslanları temsil eden bir anıt…
Buradan tüm yetkililere sesleniyorum:
Vatan ve Bayrak uğruna hayatlarını feda edenleri, bu uğurda görev alıp da hayatta kalanları sakın ola ki, unutmayın. Şehitlerimizin aziz varlığı o toprakları vatan yaptı.
Yaşayanları ise o özel günleri tarihe yazan kahramanlardır.
Bu satırlardan Değerli Dostum Cumhurbaşkanım Ersin Tatar’a da sesleniyorum:
Evet, Haspolat’taki Mehmetçik anıtı bir şehitlik değil ama temsil ettiği değer; Mehmetçiğin kudreti ve vatan sevdasının göstergesidir.
Lütfen her yıl 14 Ağustos’ta ki devletimizin yaptığı resmi anma törenlerinde Haspolat’taki Mehmetçik anıtında yapılan törene de yer veriniz. En azından bir devlet temsilcisi oradan Rum tarafına güçlü bir mesaj versin Hem Şehit Mahmut Haspolat’ın, hem de Şehit Asteğmen Mehmet Özel’in ruhları şad olsun.
Biz hatırlanmasak da olur…
Bülbül Senin Ahu Zarın Bitmez mi?
Bülbül senin ahu zarın bitmez mi?
Hazan geldi diye feryat edersin
Biz baharı unutalı çok oldu
Ya biz neyleyelim,söyle ne dersin
Sana yine bahar gelir, gül açar
Nice Gulistan’da bülbüller uçar
Biz hazana mahkûm, çaresiz, naçar
Sen bir daldan diğerine gidersin.
Cemre düşer Toprak Ana canlanir
Gül bağları birer birer senlenir
Dört bir yanda nagmelerin dinlenir
Kalkıp bir de şikayet mi edersin.
Bülbül bırak artık gamı hicrani
Hasret biter gelir vuslat zamanı
Sabır getirecek sana Leyla’ni
El Hak böyle konmuş hüküm neylersin…
10 Ağustos 2025
30 Ağustos’ta Türk Olmak!
“Tarihinde batıya doğru yürüyüşünü yüzyıllar öncesinden başlatan Türk Milletinin, Anadolu’ya attığı en büyük askeri ve siyasi adımların yaşandığı günlerin tekrarını bu günlerde yeniden yaşıyoruz.
Her ne kadar gözden, gönülden ve akıldan uzak tutulmaya çalışılsa da Alparslan’ın Malazgirt Ovası’nda bir kez daha açtığı kilidin Mustafa Kemal Atatürk’le daha da sağlamlaştırıldığı ve Türk Ordusunun zaferlerle yoğrulduğu günleri içeren “Zafer Haftası”nı bir kez daha gururla idrak ediyoruz.
Bu sebeple Türk Milletinin ve bağrından çıkardığı Peygamber Ocağı olarak gördüğü şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerinin, 30 Ağustos Zafer Bayramı hepimize kutlu olsun.
Türk Milletini ve Allah’ın nizamını yeryüzüne hâkim kılma davasında, toprağı kanları ile sulamış bulunan bütün şehitlerimizin aziz ruhları önünde bir kez daha saygıyla, minnetle ve şükranla eğiliyor, Müslüman Türk Milletinin bu kahraman evlatlarını binlerce Fatiha ile selamlıyorum.
Yine Allah yolunda, Türk Milleti için çarpışarak gazilik mertebesine ulaşmış yiğit insanlarımızın ebediyete intikal etmiş olanlarına rahmet yaşayanlarına da hayırlı ve bereketli bir ömür diliyorum.
Şahsen Allah’tan sonra kendimi en borçlu hissettiğim varlıklar, şehitlerimiz ve gazilerimizdir.
Anama, babama, dedeme, atalarıma ve çocuklarıma nefes alacak, karın doyuracak bir toprak bulduysam onlar sayesindedir.
Onlara ve mirasçılarına ne yapsam haklarını ödeyemem. İnanıyorum ki; kendisini Türk olarak hisseden her kişi, aynı duygular içerisindedir.
Şehitlerin ve gazilerin, kanları ve canları pahasına bize emanet ettikleri bu vatanda, bugün Türklük sorgulanmakta ve adeta aşağılanmaktadır.
Hatta Türk Milletinin devlet üzerindeki hükümranlığı referandum (şimdi “Öcalan Komisyonu”) ile geçirileceği farzedilen anayasa değişiklikleri ile sonlandırılmak istenmektedir. Demek ki; yaşananlara bakarsak, emaneti korumakta, üzerimize düşeni layıkıyla yerine getirememişiz. Ya da en azından ben getirememişim!
Bu yıl (2010) Zafer Haftası nedeni ile camilerde okunan Cuma hutbesinde bir kez dahi “Türk” sözcüğü geçmedi. Sanki Alparslan ve Mustafa Kemal; Türk ve komutalarında savaşan askerler Türk askerleri değildi!!!
Bu Diyanet İşleri’nde, imamlarımızda, vaizlerimizde ve müezzinlerimizde hiç mi haysiyet kalmadı? Yeri ve zamanı değil ama birçok konu var ki neredeyse beni arkalarında namaza durmaktan alıkoyacaklar. Onun için acilen aynaya bakmalarında fayda görüyorum.
Eskiden vaaz ve hutbelerde “Müslüman Türk”lerin İslamiyete yaptıkları hizmetlerden bahsedilir ve Zafer Haftasında Türk Ordusunun komutanları ismen zikredilerek övülürdü. Şimdi bakıyorum da ne Alparslan’ı (onu anıyorlar şimdi ama nedenleri farklı işi kürtlere bağlıyorlar) ne de Mustafa Kemal’i anan var, ne hatırlayan. Varsa yoksa “bu millet” tantanası. Tarih mi değişti yoksa bu imam, müezzin ve vaiz tayfası ımı?
Gözümün önünden camilerde asılı “Ne mutlu Türküm Diyene” ve diğer milli söylemli mahyaların apar topar indirilişi geçiyor ve bu anı hiç unutamıyorum. İnsan ister istemez, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra yurdun dört bir köşesinde müttefik güçlerin işgalinde yaşananları hatırlıyor. Yoksa aynı günlere doğru mu gidiyoruz? Ya da nereye gittiğimizi biliyor muyuz?
Atatürk’ün, Bulgar Ivan Manelof’la 1906 yılında yaptığı konuşmaya bakacak olursak, “Türk Milleti gerçeği görünce arkasından yürür…” diye ifade ettiği düşüncesinin doğru olduğu kadar bugün bunun hayata geçirilmesinde büyük zorluklar içinde olduğumuz tartışılmaz bir hakikattir.
Türk Milleti kendisinden saklanan gerçeği nasıl görecektir? İşin püf noktası budur…
Her türlü yol denenerek Türk Milletinden, başına gelecek olanlar saklanmaktadır. Bunu anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur. Biraz tarih bilgisi ve de gündemi takip etmek bizi sonuca götürmektedir. Yeter ki gaflet içinde olmayalım.
30 Ağustos Zafer Bayramında “Türk” sözcüğünün es geçilmesi ve bunun için, camilerin ve din adamlarının da içinde bulunduğu her türlü argümanın kullanılmış olması fikirlerimizin haklılığına delalet eden en büyük göstergelerdir.
Ancak yine de Türk Milletinin içinde yok edilemeyecek ve asli cevher olarak nitelendirilen bir öz vardır ki; bu öz oynanan oyunu yine bozup atacaktır.
Dünyanın neresinde “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışı içinde yaşayan, gönlü ve kalbi Ayyıldızlı bayrak için atan ne kadar kardeşimiz varsa, onlarla hep birlikte nice 30 Ağustoslarda birlikte olmayı diliyor, Asil Türk Milletinin Zafer Bayramını kutluyor, Cenab-ı Allah’tan Türk Ordusuna her daim muzafferiyet niyaz ediyorum.”
Hepinize soruyorum; ülkemiz silahlı bir bölücü saldırı (terör) ve iç savaş tehditi altındayken, Türk Silahlı Kuvvetlerinin büyük bir gösterisi ile 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlasak, yeniden dosta güven düşmana korku salsak, kahramanlık türküleri ile halkımız coşsa, kara toprağın bağrına bizim için düşen şehitleri ansak, “hepimiz Mustafa Kemal’iz”, diye haykırsak fena mı, olurdu? İstemezler değil mi?
Olsun onlar istemesin; biz şerefle, onurla, gururla 2010 (2025) yılında da 30 Ağustos’u kutlayalım ve haykıralım “Her Türk Askerdir”, “Türk Milleti, Ordu Millettir”. Var mı ötesi?
30 Ağustos Zafer Bayramı “Büyük Zaferi Anlamak
Büyük Zafer, gerçek anlamda vatan kurtaran bir zaferdir. Bu zafer sayesinde Türk milleti özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşmuştur. Tam bağımsız ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti bu zaferin eseridir. Büyük Zafer, sadece Türk ulusunu bağımsızlığına ve özgürlüğüne kavuşturan ulusal ölçekte bir zafer değil, aynı zamanda bütün mazlum uluslara özgürlük ve bağımsızlık yolunu açan uluslararası ölçekte bir zaferdir.
BÜYÜK ZAFER’İN SIRRI
Her şeyden önce Büyük Zafer, büyük bir aklın eseridir. Zaferin temelinde bilimsel düşünce biçimi vardır. “Milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda meselelerinde de birer namuskâr mütehassıs, faal birer âlim olmaları lazımdır” diyen Atatürk, 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere yaptığı konuşmada, kazandıkları zaferin sırrının “orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen ilkelerini rehber kabul etmek” olduğunu söylemişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE), C.14, s. 44) Atatürk, Nutuk’ta da Büyük Zafer’in “her evresi ile düşünülmüş, hazırlanmış ve yönetilmiş bir hareket” olduğunu belirtiyor.
Atatürk, zafere giden yolda, dört yıl boyunca, akıllı stratejilerle çok büyük güçlüklerin üstesinden gelmeyi başardı.
HAKLI, HALKLI VE ÖRGÜTLÜ MÜCADELE
Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar çıkmaz yerel ve bölgesel direnişleri ulusal boyutta örgütlü bir halk direnişine dönüştürmeye çalıştı. Bunun için davasının haklılığına (Müdafaa-i Hukuk) ve halklılığına (Kuvayı Milliye) güvendi. Gücünü haklı olmaktan ve halka dayanmaktan aldı. “Herhalde âlemde hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir” derken buna vurgu yapıyordu.
AKILLI TAKTİKLER
Atatürk, kendi ifadesiyle, halife-padişahın ihanetini bilmesine karşın, geleneksel, dinsel bağlarla bu makamlara bağlı insanların mümkün olduğunca Kurtuluş Savaşı’na cephe almalarını önleyebilmek için -belirli bir aşamaya kadar- halife padişaha doğrudan cephe almadı, onun yerine saray hükümetinin işbirlikçi sadrazamı Damat Ferit’i hedef aldı.
Bir taraftan karşısındaki düşman cephesini /blokunu (İngiltere, Fransa, İtalya) dağıtmaya ve zayıflatmaya çalışırken diğer taraftan kendi cephesini güçlendirdi. Bu bağlamda 1921’de Sovyet Rusya ve Fransa ile anlaştı, İtalya’nın da çekilmesiyle İngiltere’nin yalnız kalmasını sağladı.
KURTARICI KARARLAR
Atatürk, Temmuz 1921’de Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde yenilen Türk ordularını, daha fazla kayıp vermemek ve yeniden toparlamak için Sakarya Nehri’nin doğusuna, Ankara yakınlarına kadar geri çekmeye karar verdi.
Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sonrasında, çok kritik bir aşamada, 5 Ağustos 1921’de olağanüstü yetkili başkomutan oldu; vatanın ve milletin tüm sorumluluğunu üzerine alıp ordunun başına geçti.
7/8 Ağustos 1921’de ordunun eksiklerini tamamlamak için zorunlu iç borçlanma olarak adlandırılabilecek Tekâlifi Milliye Emirlerini yayımladı. O koşullarda en gerçekçi seçenek, yoksul da olsa halka gitmek; olabildiği kadar, kendi kaynaklarına, kendi gücüne dayanmaktı.
AKILLI STRATEJİLER
TBMM orduları, 23 Ağustos-13 Eylül 1921 arasında, Atatürk’ün “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” stratejisiyle Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazandı. Başkomutan, daha önce görülmemiş biçimde “hat savunması” yerine “alan savunmasını” yaparak sayıca daha az bir kuvvetle çok daha güçlü düşmanı durdurmayı başardı.
Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında Meclis’teki muhaliflerin bir an önce düşmana saldırma isteğine karşı çıktı. 4 Mart 1922’de Meclis gizli oturumunda yaptığı konuşmada “Yarım hazırlıkla, yarım önlemle yapılacak saldırı hiç saldırı yapmamaktan daha kötüdür” dedi. Bu kritik aşamada “duygularımızla” ve “tutkularımızla” değil “aklımızla” hareket etmemiz gerektiğini belirtti. Atatürk, aynı konuşmasında düşmana saldırmak için verilmiş kesin kararı uygulamadan önce “üç savaş aracı” diye adlandırdığı Meclis’i, milleti ve orduyu hazırlamak zorunda olduğumuzu belirti. O; milletin, Meclis’in ve ordunun oluşturduğu cepheye “iç cephe” adını veriyordu: “Temel olan iç cephedir. Bu cephe bütün yurdun, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir; ama bu durum hiçbir zaman bir milleti bir ülkeyi yok edemez. Önemli olan, ülkeyi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren iç cephenin düşmesidir…” Büyük Zafer’in başarısı, Atatürk’ün “üç savaş aracı” dediği “milleti”, “meclisi” ve “orduyu” iyi hazırlamasında ve “iç cepheyi” olabildiğince sağlamlaştırmasında gizlidir.
MECLİS ISRARI
Atatürk, yıkıcı muhalefete rağmen asla Meclis’ten vazgeçmedi. 5 Ağustos 1921’de Atatürk’ü olağanüstü yetkili Başkomutanlığa getiren bu meclis, üç aylık sürelerle bu yetkiyi yenileyecekti. Büyük Taarruz öncesinde, 5 Mayıs 1922’de, Meclis’teki muhaliflerin etkisiyle Atatürk’ün başkomutanlık yetkileri yenilenmedi. Ertesi gün Atatürk Meclis’e geldi. Normal koşullarda başkomutanlığı hemen bırakabileceğini belirterek şunları söyledi:
“Ama önlenemeyecek bir kötülüğe yol açmamak zorunluluğu karşısında kaldım. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakmam ve bırakmayacağım.” Atatürk’ün bu açıklamasından sonra Başkomutanlık Kanunu yeniden oylandı ve kanun 3. kez uzatıldı.
Büyük Taarruz öncesinde Atatürk’ün, başkomutanlık yetkisini elinden almayı başaramayan muhalif 2. Grup, bu sefer de Atatürk’ün Meclis üzerindeki etkisini azaltmak için 8 Temmuz 1922 tarihli bir kanunla bakanların ve Bakanlar Kurulu Başkanının, Meclis Başkanı (Atatürk) tarafından gösterilecek adaylar arasından değil de doğrudan doğruya Meclis tarafından gizli oyla seçilmesini sağladı. Atatürk, Meclis’teki muhalif baskıya karşı Meclis’i susturmayı değil, ikna etmeyi tercih etti, asla Meclis’ten vazgeçmeyi düşünmedi.
ZORUNLU BİR SAVAŞ
Atatürk, 16 Mart 1923’te şöyle demişti: “Savaş zorunlu olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Ben milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. ‘Öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye savaşa girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça, savaş bir cinayettir.” (Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923, s.1) İşte Kurtuluş Savaşı, Türkiye için “millet hayatının tehlikeye maruz kaldığı” bir savaştır. Bu savaş Türk milleti için “haklı” ve “meşru” bir savaştır. Buna rağmen Atatürk, Büyük Taarruz öncesinde bir kere daha süngüden önce diplomasiye dayandı. Bu kapsamda önce Mart 1922’de Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Beyi (Tengirşek), Temmuz 1922’de de İçişleri Bakanı Fethi Beyi (Okyar) Avrupa başkentlerine gönderip savaşsız antlaşma yolunu aradı. Ancak bakanların Paris ve Londra’daki görüşmeleri sonuçsuz kaldı. Fethi Bey, Paris ve Londra görüşmelerinden sonra hükümete verdiği raporda şöyle diyordu: “Milli amaçlarımızın elde edilebilmesi ancak askeri hareketlerle mümkün olabilecektir. Başka incelemeye başka yoruma gerek yoktur.”
BARIŞIN ANLAMI
Türk milleti bir an önce “barış” istiyordu. Atatürk, gerçek barışın ancak “tam bağımsızlık”la mümkün olacağını biliyordu. Lozan görüşmelerinin tıkandığı günlerde, 30 Ocak 1923’te Şark gazetesine verdiği demeçte “Barış istiyorum dediğim zaman bilinmelidir ki bağımsızlık ve hâkimiyet istiyorum” demişti. (ATABE, C.15, s. 43) 2 Şubat 1923’te İzmir’de halka şöyle seslenmişti: “Arkadaşlar, barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On sene, yirmi sene, elli sene sonra aşağı görülerek ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.” (ATABE, C. 15, s. 86-87) Atatürk, düşmanı yenmeden, emperyalizmin merhametine sığınarak sağlanan barışın gerçek barış getirmeyeceğini biliyordu. Bu nedenledir ki İtilaf Devletleri’nin, Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında Sevr Antlaşması’nın biraz yumuşatılmış şekli olarak 22 ve 26 Mart 1922’de TBMM’ye sundukları barış tekliflerini, tam bağımsızlığa aykırı bularak reddetti. TBMM, 5 Nisan 1922’de İtilaf Devletleri’ne sunduğu karşı teklifte dört ay içinde işgal altındaki bütün Türk topraklarının boşaltılması halinde belirlenecek bir kentte barış görüşmeleri yapılabileceğini bildirdi. İtilaf Devletleri bu teklife 15 Nisan 1922’de olumsuz yanıt verdiler.
TAARRUZ PLANI
Atatürk, Büyük Taarruz hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde yürüttü. 23 Temmuz 1922 akşamı Ankara’dan ayrılıp Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhı’na gitti. 28 Temmuz 1922’de, bir futbol maçı bahanesiyle ordu ve bazı kolordu komutanlarını da Akşehir’e çağırdı. 28/29 Temmuz gecesi komutanlarla taarruzun ayrıntılarını konuştu. Bu görüşmeler sırasında 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’nın planı çok riskli görüp itiraz etmesi üzerine Başkomutan Atatürk, bütün sorumluluğu üzerine aldığını söyledi. Her duruma yönelik senaryoların oluşturulduğu ve gerekli önlemlerin alındığı belirtilerek 2. Ordu komutanı da ikna edildi.
Büyük Taarruz Harekât Planı, riskli ancak kesin sonuç almaya yönelik bir plandı. Eskişehir-Afyon hattındaki Yunan ordusu yaklaşık 225 bin insan, yaklaşık 420 top, 50 uçağa sahipken; Türk ordusu, yaklaşık 208 bin insan, 320 top ve 10 uçağa sahipti. Düşman karşısında kuvvet üstünlüğüne sahip olmayan başkomutan, düşmanın en stratejik kanadına Afyonkarahisar’ın güneyinden tüm gücüyle saldıracaktı. Buradaki Türk 1. Ordusunun 40 km’lik genişlikteki taarruz bölgesine 10 gün içinde, gizlice, gece yürüyüşleriyle yaklaşık 100 bin asker yığıldı. Böylece asıl taarruz noktasında Türk ordusu Yunan ordusuna karşı ezici bir üstünlük kurdu. Asıl muharebe alanı olarak Afyonkarahisar-Altıntaş-Dumlupınar üçgeni seçilmişti. Plana göre Nurettin Paşa’nın komutasındaki 1. Ordu Afyon’un güneyinden düşmana saldıracaktı. Bu sırada Yakup Şevki Paşa’nın komutasındaki 2. Ordu düşmanın güneye kuvvet kaydırmasına engel olacaktı. Fahrettin Altay Paşa’nın süvari kolordusu da Ahır Dağları’nı aşıp düşman üzerine akacaktı. Kocaeli Grubu ise Geyve Boğazı’ndan Gemlik’e kadar olan bölgeyi savunacaktı. Atatürk, Afyon’un güneyinden yapacağı taarruzu gizlemek için kuzeyden İzmit ve Eskişehir yönünden taarruz edecekmiş gibi beklenti yaratmıştı. Düşmanın gafil avlanma nedenlerinden biri de buydu.
TAARRUZ VE SONUCU
Başkomutan, 17 Ağustos 1922 akşamı cepheye hareket etti. Bu gidişi gizlemek için 21 Ağustos 1922’de Çankaya’da çay ziyafeti vereceğini duyurdu. 20 Ağustos 1922 tarihli gazeteler Atatürk’ün yarın Çankaya’da çay ziyafeti vereceğini yazarken, Atatürk Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhı’nda taarruzun son hazırlıklarını yapıyordu.
26 Ağustos 1922, sabah 05.30’da Kocatepe’de Başkomutan Atatürk’ün başlattığı Büyük Taarruz, beş gün içinde başarıya ulaştı. Atatürk’ün Nutuk’taki anlatımıyla, “26/27 Ağustos günlerinde, iki gün içinde Afyonkarahisar’ın güneyinde 50 km ve doğusunda 20-30 km uzunluğundaki güçlendirilmiş düşman cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun büyük kuvvetlerini 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar yöresinde imha ettik. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (Buna Başkomutan Savaşı unvanı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak ettik. Düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de tutsaklar arasındaydı. Demek, tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oldu.”
Daha sonra Atatürk’ün, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emri doğrultusunda Türk orduları İzmir’e doğru kaçan Yunan ordularını kovalamaya başladı. 9 Eylül’de İzmir, 18 Eylül’de Anadolu düşmandan temizlendi. 400 bini aşkın asker-subayın karşı karşıya geldiği savaşta Türk ordusu 2 bin 543 şehit, 9 bin 976 yaralı olmak üzere -101 esir hariç- toplam 12.519 kayıp verdi. Buna karşılık -çeşitli kaynaklara göre- Yunan ordusunun kaybı -20 bin civarında esir hariç- yaklaşık 120 bin kişiden fazlaydı. Bu nedenle Büyük Zafer, dünya tarihinin en kesin sonuçlu zaferlerinden biridir.
GERÇEK ZAFER
Atatürk için Büyük Zafer’in büyüklüğü tam bağımsız, ulusun egemen olduğu, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yolunu açmasından kaynaklanır. Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra şöyle demişti: “Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Gaye, fikirdir; zafer, bir fikrin istihsaline hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. (…) Her büyük meydan muharebesinden, her Büyük Zafer’in kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar, yoksa başlı başına zafer boşa gitmiş bir gayret olur.” (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, 1, 1998, s. 66) İşte Büyük Zafer, “yeni bir âlem doğuran” zaferdi.
Atatürk, 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da, Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada, Büyük Zafer’in üç büyük amaca hizmet ettiğinin altını çizmişti. Birincisi ulusal egemenlik, ikincisi çağdaşlaşma, üçüncüsü de ekonomik bağımsızlık…
30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun…
Hızlanma Hızlanıyor
Sosyal medyada 1950-70 doğumluları metheden bir yazı dolaşıyor. Bebekken hiç hazır mama ve hazır bez kullanılmadığından başlayıp bir dizi övgüyle devam ediyor. Mesela, “En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış, en azı 10 ekonomik krizden nasibini almış, tecrübe abidesi, yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil…” İnternette bir aradım. 2020’ye gidiyor. Aydın 24 Haber sitesinde ve Ahmet Kızılaslan yazmış. O da Mevlüt Kaleli’den paylaşan Ümit Zileli’ye atfediyor.
Bu kadar methü sena olunca hemen azıcık üzerime aldım. Gerçi 5 yıl fazlam var ama…
Teknoloji doğrudan
Ancaaak, o güzel değerlendirmenin bir eksiği var. O yetmiş beş, hadi seksen yılda daha önceki sekiz yüz yılda, sekiz bin yılda; aslında daha önce hiç yaşanmamış şeyler var. Teknoloji! Teknoloji daha önce de değişiyordu ama mesela bir matbaa, bir buhar makinesi, sokaktaki insanı, evinde oturan insanı keşfinden çok sonra ve ancak dolaylı etkiliyordu. 20. asrın teknolojisi çamaşır makinesinden, radyodan başladı, televizyonla hayatımızı doğrudan değiştirdi. Yüksek teknolojinin yanında çamaşır makinesinin ne işi var diyeceksiniz. Güney Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang’a göre aile yaşantısında en büyük değişikliği yapan ve özellikle kadına zamanını hediye eden icat o alçak gönüllü çamaşır makinesi. Yine 20. asırda kişisel bilgisayar… Ve asır değişirken internet!
Bunlar, daha önceki asırların yenilikleri gibi değil; günlük hayatımıza doğrudan girdi. Yalnız iş hayatına, yalnız sokağa değil, evin içine girdi. 24 saatimize girdi.
Daha onbeş- yirmi yıl önce gelecek tahmincileri “evernet” diye bir öngörüde bulunuyor, her an internete bağlı olacağımız bir dünya tasavvur ediyorlardı. Evernet cep telefonuyla hemen geldi ve bir kucak daha değişiklik getirdi.
Turpun büyüğü: Yapay zekâ
50-70 doğumlular bütün bu olan bitene de şahit oldular. Asıl ayrıcalıkları, bu yaşantı tarzı değiştiricilerin mevcut olmadığı zamanların büyük bölümünü de hatırlamaları. 75 doğumlu oğlumun sorusu hâlâ aklımda: “Baba, televizyon yokken akşamları ne yapardınız?”
Bilgisayar yokken nasıl yazardınız? Tabii ki daktiloyla. Ama bizlerin, kalem kullanmışlığımız da vardır. “Yazıyı kaleme almak”, falancanın “özel kalemi” gibi lafları hâlâ kullanıyoruz değil mi. (“Özel klavye” diye bir makam mı uydursak?)
Fakat internet yazıda da okumada da haber almada da buraya kadar saydığım donanımdan daha önemli. Siz bu yazımı muhtemelen internetten okuyorsunuz. Basılı gazeteden okuyanlar da olacak tabii. Ben yazarken birkaç kez internete danıştım. Önce 1950- 70 doğumluları metihnamesinin ilk çıkışını buldum, sonra Ha-Joon Chang’ın yazılışını, doğum yılını ve hatırladığım gibi Güney Koreli oluşunu kontrol ettim. Oğlumun televizyon sorusu gibi: İnternet yokken biz nasıl yazardık sahi!
Yeni ürünler, sistemler yayılırken S eğrisi dediğimiz bir gelişme grafiği izler. Apsiste zaman, ordinatta kullanıcı sayısı vardır. Yeniliği önce tek tük birkaç kişi kullanır. Sonra bir kullanıcı patlaması başlar. Nihayet, hemen herkesin kullanıcı hâline gelişiyle eğri kafasını tekrar aşağı eğer. Neticede üstten ve alttan çekilip uzatılmış bir S harfi çizilir. Bu başlangıç, yavaş yavaş yayılma, tutunma, hızla edinme ve sonra ağır ağır doyum mesela ilk otomobilde on yıllar sürdü. Cep telefonunun ortaya çıkışıyla bugünkü yaygınlığına ulaşmasını hemen bütün okuyucularım izledi. Yapay zekâya sorayım…
Sihirbaz henüz işini bitirmedi
İlgi çekici bir karşılaştırma olur diye CoPilot’a otomobillerin, cep telefonlarının ve üretken yapay zekânın kullanıcıya nüfuz hızlarını sordum. Somut bir soru olsun diye de S eğrilerinin yükselişe geçiş ve yavaşlama aralarını vermesini istedim. (Pazarlamada erken çoğunluk ve geç çoğunluk denilen aralık) Şu sonuçlar çıktı:
Otomobil: 1915-1950, 42 yıl.
Cep telefonu: 2000- 2015 15 yıl.
Üretken yapay zekâ: 2023- 2025. 2 yıl.
Nüfuz (penetrasyon) sürelerindeki kısalma çarpıcı.
Birkaç not eklenebilir: Otomobildeki yıllar bizdeki değil ABD’deki yayılmayı gösteriyor. Bizde 1950 tarihini bir 1970’lere çekmek gerekir. Cep telefonunu akıllı telefonla sınırlarsak 2000 yerine 2007 yazıp yayılma süresini 8 yıla indirebiliriz. Yapay zekâ da geç çoğunluk aşamasına henüz giriyor. 2025’i 2030 yapabiliriz. O zaman süre 7 yıla çıkar.
Nasıl hesaplarsak hesaplayalım, teknolojinin etkisini arttırdığı, aynı zamanda da yayılma süresinin kısaldığı açık. Bunun temel sebebi, yine teknoloji, teknolojilerin birbirini desteklemesi. İnterneti bilgisayar teknolojisi, yapay zekâyı hem bilgisayar hem de internet destekledi. Yapay zekâ bilgisayarda oturuyor ve ona internet vasıtasıyla ulaşıyoruz.
Sonuçta, 1970’ten sonra doğanlar üzülmesin. Teknoloji sihirbazı henüz işini bitirmedi.
______________
103 yıl önce bugün Yunan işgalci Dumlupınar’da çembere alınmak üzere. Yarın işini bitiriyoruz. Birkaç gün sonra (2 Eylül’de) Trikopis’i tutsak alıyor, sonra da Yunan Orduları Başkomutanlığına atandığını haber verip tebrik ediyoruz. Kutlu olsun.
30 Ağustos Büyük Türk Zaferi
Eşsiz Lider ve Onun güçlü kadrosunun önderliğinde, inanç ve direnişle kazanılan kutlu zafer, 30 Ağustos bayramımızın 103.Yılını sonsuz yıllara taşımaya and içerek kutluyoruz. Türk’ün son devletinin kurulmasını sağlayan Zafer Bayramımız İslam Âleminin örnek alabileceği bu Bağımsızlık Savaşımız, aynı zamanda bağımsızlıklarını kazanmalarında mazlum milletlere örnek teşkil etmiş bir zaferdir.
*
Türk tarihinin zaferler ayı olarak bilinen Ağustos ayında irili ufaklı 62 zafer kazandığımızı tarihler kaydeder. Bu büyük zaferimizin en kesin sonuçlusu olan 30 ağustos Büyük Türk Zaferi aynı zamanda bütün Batılı ülkelerin de yenilgisi mahiyetinde idi.
Bu Türk zaferi sonucunda ortaya çıkan durum, tarihe yepyeni bir Türk devletinin, tamamıyla milli ve dipdiri bir Türk devletinin doğmasını sağlamıştır. Avrupalı emperyalist güçlerin tam bir oyunu olarak ortaya çıkan ve Sevr’in zorla Türklere kabul edilmesi için tertip edilen bu Anadolu seferi, onların oyuncağı olan ve kendi küçük ülkesinin ulaşamayacağı bir serüven halinde başlayıp sona eren Yunan macerası, aynı zamanda tarihin bir dönüm noktasıdır
Avrupalı emperyalist güçlerin ve sömürgeler devrinin de sonunu ilan eden bir Türk zaferidir.
*
26 Ağustos 1071 tarihinde Anadolu’nun kapılarını İslam’a açan Malazgirt Meydan Muharebesini zaferle sonuçlandıran Türk zaferi, aynı zamanda, 30 Ağustos 1922 tarihinde Anadolu’nun kapılarını Hıristiyan Emperyalist düşmanlara kapatan Baş Komutanlık Meydan Muharebesini kazanmış bir Türk zaferidir.
Kazanılan bu Başkomutanlık Meydan Muharebesi zaferi sonucudur ki, Batılı ülkelerin demir pençeleri altında inleyen esir ülkelerin ayaklanması ve milli devletlerini kurmak için savaşmaları dönemini de başlatmıştır. Artık her zincirin kırıldığının başında Anadolu mücadelesi, Türk Kurtuluş Savaşı ve sonuçları anılacaktır.
*
Burada zaferlerimizi destanlaştıran onlarca şiirler arasından birkaç mısra sıralayalım:
‘’Bir avuçtan fazla insan değildik,
Bize dünya düşman oldu, yenildik,
Bilirlerdi şan vermiştir eski Türk,
Sandılar ki can vermiştir eski Türk
Topumuzu süngümüzü aldılar
Ülkemize Yunanlıyı saldılar
Minareler duyguları var gibi
Bizi kurtar! Bizi kurtar ya Rabbi,
Deyip yanan şehirlere kapandı
Bu yıkılan bütün her şey vatandı.
*
Yine aynı mahiyetteki zafer şiirleri ile Türk Kurtuluş Savaşını öğrendik:
‘’Tekbirle hücum sesleri gök kubbeyi buldu,
Hür Ankara’nın savleti Afyon’da duyuldu,
Ulu serdarla ardındaki Müslüman oldu,
Allah diye seslenerek cenge koyuldu.
*
‘’Türk ordusu saldır, Akdeniz olsun,
Yunan denilen sıska hareminde boğulsun,
Tarihi kül olsun, o lâin bayrağı sönsün,
Şanlar dolu tarihime bin menlice dulsun’’
*
30 Ağustos’ta bizzat Türk orduları Başkomutanı Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa tarafından yönetildiği için Başkomutanlık Meydan Savaşı adını alan çarpışmalar başlamıştır. Bu çarpışmalar sonucunda, boğaz boğaza yapılan amansız bir savaş sonucunda düşmanın ana kuvvetleri büsbütün yok edildiler. Geri kalanların büyük bir kısmı da esir edildiler. Savaş alanının büyük bir kısmındaki Türk kasabaları ve köyleri ise büyük bir katliama uğrayarak halkı vahşice öldürülüp evleri yağmalandıktan sonra ateşe veriliyordu. Bazı yerleşim birimlerinde sivil halk, kadınları, çocukları ve ihtiyarları ile beraber ahşap köy camilerine doldurularak gaz yağı döküp ateşe veriliyordu. Can havliyle yangından kaçanlar ise camilerin önüne dizilen mitralyözlerin ateşi ile öldürülüyorlardı. Bu köyleri yakmak emrini veren Yunanlı subaylar_ başlarında General Triko pis olduğu halde_Türk ordusunun esirleri durumuna düşmüşlerdir. Bu esir Yunan generallerini karşılayan Türk Ordusu Kurmay Başkanı General Asım Gündüz’ün onlara Türkçe ilk hitabı bir tokat gibi suratlarında şaklamıştır:
‘’Sizleri medeni bir ordunun mensupları olarak mı, yoksa bir eşkıya sürüsünün temsilcileri olarak mı karşılayacağımdan mütereddidim.’’
*
Yunanlı esir komutanlar kendilerine bir araç sağlanmasını, iskân edilecekleri yöreye yaya gönderilmemelerini istediklerinde ise;
‘’_Şu anda sizin emirleriniz doğrultusunda askerleriniz Türk şehirlerini ateşe vermekle meşguldürler. Bütün araçlarımız ordunuzun peşinde süratle bu cinayetlere engel olmak için seferber edilmişlerdir. Gideceğiniz yere kadar sizde bizim gibi yaya gitmek zorundasınız’’deniliyordu.
*
Yine de onları Türk asaletine sığacak şekilde, kimsenin tacizine uğramadan uzun zaman Anadolu’da iskân ettik. Ülkelerine sağ salim gönderdik. Bu Yunanlı generallerden çoğu kendi ülkelerinde yargılanarak kurşuna dizildiler. Suçlanma sebepleri ise ‘’Anadolu’daki başarısızlıkları’’idi. Oysa bu sonuç daha Anadolu istilasının başladığı günlerde, Anadolu’da zaferden zafere koştukları anlarda bile belli olmuştur.
*
Kurtuluş Savaşımızı sona erdiren bu büyük ‘’Türk Zaferi’’ öyle bir zaferdir ki, Viyana’dan başlayan bozgun, Ankara önlerine kadar gelmişti. Türk bayrağı eski şahsüvarların kavukları üzerinde bir kızıl gül gibi zaferden zafere koştuktan sonra çocuklarının başına bir yas çevresi gibi düşüyordu. Fakat Anadolu bozkırlarındaki bir avuç büyük mazlumun direnmesi sonunda yeniden doğdu. Bir kızıl yele gibi göklere doğru savrulmaya başladı. Ankara önlerinde Sakarya’da durdurulan ve geri atılan bu zaferimizde biz yeryüzündeki ‘’ Son Türk Devleti’nin Kalesini savunduk’’
*
Değerli okur, Türk Milleti olarak Başkomutanlık Meydan Muharebesini ve diğer zaferlerimizi hatırlamalıyız, hatırlatmalıyız. Tarihimize giderek, ondan aldığımız güçle bugünümüzü ve geleceğimizi inşa etmeliyiz. Bizi başarılı kılan, zaferlere ulaştıran ruh ve manayı anlamaya çalışmalıyız; bundan yüksek bir şuur elde etmeye gayret etmeliyiz.
Bu zaferler ayında büyük milletimize düşen, zaferlerle övünmekten daha çok, bu zaferlerin nasıl elde edildiğini, zaferlerin arkasındaki yüksek inanç ve ruhu iyi kavrayabilmektir. Bugün de aynı iman ve teslimiyete sahip olup olmadığımızın muhasebesini yapabilmektir.
Hepimizin bildiği gibi, İslam coğrafyasında olduğu gibi, son kalemiz olan güzide ülkemizin maruz kaldığı PKK zulmü, adi FETÖ kalkışması demokratik ve laik cumhuriyetimize yönelik aşağılık darbe denemeleri, zorbalık, haksızlık ve kötülükler, zaferlerimizi ve bu zaferlerin arkasındaki ruhu yeniden anlamaya olan ihtiyacımızı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır,
*
Ve biliyoruz ki, 103 yıl önce Türk milletini devletsiz bırakmaya karar veren Batılı emperyalistler, 100 yıl sonra bugün de takip ettikleri, “BOP coğrafyası” ve “stratejik göç mühendisliği” projeleri ile Türkiye’yi karıştırmak ve bölmek istiyorlar. Ama milletçe uyanık olur, bu oyunları sezer ve vatanımıza sahip çıkarsak, 100 yıl sonra da başaramayacaklardır…
Yeter ki kendine yabancılaşmamış, milli değerlerini içselleştirmiş (dindar ya da değil, gerçek kimliğini gizleyerek ırkçılıkla suçlama şovuna soyunanların değil ) varoluş ıstırabıyla yoğrulan ‘’can’’lara her durum ve şartlarda daha çok ihtiyacımız var olduğunu bilelim. Millet olarak bu netameli ve yaşlı coğrafyada güçlü kalmanın, ebedi kalmanın reçetesi, bir bilgenin ifadesiyle ‘’Birleyerek Oluşalım’’ ifadesinde billurlaşır, gerçek yerini alır.
Bu reçete,’’Türk Ulusal Kimliğinin’’ reçetesidir.
*
Biliriz ki, asıl zafer insanın gönlünü kazanmaktır. Asıl fetih, bir kalbi hakikate açmaktır. Zafer, egemen olma hırsına kapılmadan güzelliği herkesin avucuna bırakmaktır. Fetih, insan iradesini incitmeden, baskı ve zorlama yapmadan, iman gücünün gönüllere nakşedilmesidir. Zaferlerin arkasında hep aynı ruh vardır. Bedir’de de aynı ruh vardır, Malazgirt’te de… Mekke’nin fethinde de aynı ruh vardır. Çanakkale Zaferinde de… İstanbul’un Fethinde de aynı ruh vardır. Kurtuluş Savaşında da… İşte bu ruh, İstiklal Şairimizin:
‘’Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddım var,
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘’ Medeniyet’’ dediğin tek dişi kalmış canavar?’’
Dizelerinde ifade ettiği fetih ruhunun ta kendisidir.
*
Gazi Paşamız Atatürk’ün günümüz Liderlerine ışık tutacak iki veciz ifadeleriyle yazımızı sonlandıralım:
‘’Artık millet, iki şey için silaha sarılacaktır: Milli sınırlarımız içinde yaşamını, bağımsızlığını ve egemenliğini korumak için! Artık bizim saldırgan bir askeri siyasetimiz olmayacaktır. Cihangirlik sevdasında, savaşarak ülkeleri alma peşinde olmayacağız. O düşünüş biçimini izleme yüzünden en ağır cezaları hala çekmekteyiz. ‘’
*
Anlaşılan o ki, dünyada en büyük talihsizlik bir insanı tanımadan, dinlemeden, eserlerini okumadan o’nun hakkında hüküm vermektir. Sanırım en talihsiz insanlar nankörlerdir. Bu vatan için ter döken, kan döken, can veren herkese sonsuz minnet duyuyoruz. O eşsiz kahraman kadronun tırnağı etmeyen zavallıların, onları küçümseme gayretleri sadece ve sadece ‘’yarının utanç levhaları’’ olacaktır. Diğer Müslüman ülkelerin hali karşısında bugün pırıl pırıl bir Türkiye varsa unutmayalım bu ‘’Atatürk’ün ve arkadaşlarının’’ eseridir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların iradesini, milliyetçi iradenin önemini Türk Düşmanlığı üzerine kurgulanmış ve cemaatçilik örgütlenmesi adı altında son yaşanan melanetten görmeliyiz.
En cahilinden bilginine kadar insanları beşine takarak koyunlaştıran ‘’Sahte Din Soslu’’ iki sihirli kelime yeterli olabildi: ‘’Diyalog’’ve ‘’Hoşgörü’’! Çocuklarımız, Türk Kültür DNA’sı ile donanımlı ‘’Kurt Gibi’’ yetiştirilmezse yine olacağı budur.
Tarih boyunca bizlere zaferler kazandıran bütün büyüklerimizi, ecdadımızı, aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmet ve şükranla yâd ederken;
Başta Ebedi Başbuğ Atatürk olmak üzere, bize bu toprakları vatan kılmak, vatan tutmak için can veren Kuvva-i Milliye şehitleri atalarımız, bu aziz milletin necip evlatları, kutlu ruhlarınız şad olsun.
Emanetiniz 30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun.
Mahallenin Namusu
“Mahallenin namusu”, tarihî şehir hayatımızın önemli bir değeriydi. Acaba neden? İnsanların, komşularının davranışlarına bu hassasiyeti neden? Kendilerini ilgilendirmeyen davranışlarına? Çünkü şuurlu veya şuursuz şunu biliyorlardı: Namussuz mahalle, namussuz gençler yetiştirir. Sonra o gençler namussuz yetişkinler olur ve namussuzluk bir sarmal hâlinde yükselir. Bütün mahalle namussuzluk bataklığına gömülür.
Biz böyle bir sarmalın içinde miyiz?
Durduk yerde hüküm vermeyelim. Fakat son haftaların rüşvet, özellikle en olmayacak yerde, yargıda rüşvet haberlerini düşünün. Çıkara dayanan partiler arası geçişler… Zaten bu yazıyı yazmamı tetikleyen de bu yeni rüşvet ve yolsuzluk dalgası. Acaba rastlantıya bağlı bir şey mi? Öyle ya, “sarmal” denebilmesi için bir süreklilik gerekir.
İyiye mi kötüye mi?
Bu sorunun cevabını da Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün (Transparency International) ölçümlerinde arayabiliriz. Örgüt, 2024 sonuçlarını açıkladı. (https://seffaflik.org/cpi2024/ ) Türkiye’nin son bir yılda yeri değişmemiş. 100 üzerinden 34 puanla dünyada 180 ülke arasında 107’nci sıradayız. Yükseklerde gezdiğimiz ender sıralamalardan biri. Puan arttıkça yolsuzluk azalıyor. Buna karşılık sırayı gösteren sayı büyüdükçe yolsuzluk algısı artıyor. En üstlerde 90 puanllı Danimarka 1’nci sırada. Yedi yıldır oradaymış. Ardından 2. sırada 88 puanla Finlandiya, 84 puanla Singapur 3. sırada yer alıyor. İlk onu tamamlayalım: 4-Yeni Zelanda (83), 5- Lüksemburg, 6- Norveç ve 7-İsviçre (hepsi 81); 8- İsveç (80), 9- Hollanda (78). 10’ncu sırada 77 puanlı ile üç ülke var; Avusturalya, İzlanda ve İrlanda.
Puanda altlarda, yolsuzluk liginde üstlerde bulunuyoruz. Peki, iyiye mi kötüye mi gidiyoruz? Türkiye 2016’dan beri 16 puan kaybetmiş. Bizim civarımızdaki sıralama da şöyle: Malavi, Nepal, Nijer, Tayland, Türkiye, Belarus, Bosna Hersek, Laos… Türkiye Yüzyılı’na iyi bir giriş. Ne dersiniz?
Mahallenin namusu kavramına geri dönelim. Yalnız mahallede değil her yerde ahlâksızlıklar gizlenir. Yapan toplumun müeyyidesinden korkar; tamam. Ama toplum da kendini ahlaksızlıkları gizlemek zorunda hisseder. Acaba neden? Çünkü bir kişinin ahlâksızlığı herkesi zehirleyeceğinden korkulur. Özellikle gençleri ama yetişkinleri de yaşlıları da.
Ahlâksızlık ahlâksızlığı tetikler
Bugün bizim başımıza gelen tam da budur. Ahlâksızlık ortaya çıktıkça insanlar, “A ne ayıp. Ben yapmayayım bari.” demiyor. Tam aksine, “Demek ki işin raconu bu. Bakalım ben de nereden çarparım.” diye bakmaya başlıyor. Bunu kültür psikoloğu Prof. Michael Morris’in Tribal kitabından bahsederken yazmıştım. Morris’in üç içgüdüsünden biri, akranlara uyum içgüdüsü.
Bu ahlâksızlık sarmalından ötürü dünyada yolsuzluk haritaları çizilebiliyor. Yolsuzluk ülkeleri ve yolsuzluk bölgeleri tanımlanıyor. Şeffaflık Örgütü’nün yukarıda verdiğim bağlantısında bu haritaları görebilirsiniz.
Adı lazım değil, eski bir hikayedir, bu ülkelerden birinde- şimdi baktım bizden şu anda 4 puan daha iyi durumda- bir gazete, bir alanda namuslu memur yarışması açıyor. Adaylar bildirildikçe isimleri yayımlanıyor; yayımlanan isimlere itirazlara da imkân tanıyor. Namuslu diye sunulan her isme o kadar teyitli, ispatlı itiraz geliyor ki gazete sonunda yarışmayı ve ödülü iptal ediyor.
Bütün bunlar neyi gösteriyor? Namussuzluk; rüşvet ve yolsuzluk, salgın hastalık gibi. Bir kişiyle, üç-beş kişiyle sınırlı değil. Salgın gibi yayılıyor. Beklenti hâline, norm hâline geliyor. İfşa edildikçe artıyor. Hani “Açıklayalım da insanlar irkilsin, önlesin, önleyemezse de bari kendi yapmasın” düşüncesinin tam tersi doğru. Açıklandıkça artıyor, sonra bütün suçluların savunması, “Ama herkes yapıyor!”, kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet hâline geliyor.
İçerde de yolsuz dışarda da
Yine Micael Morris’ten aldığım bir çalışmayla bitireyim.
İktisatçı Ray Fishman, yolsuzluğum kültür köklerini araştırmanın bir yolunu buldu. Birleşmiş Milletler personelinin hatalı park cezalarının istatistiğine baktı.
Diplomatların trafik cezaları bir diplomasi folkloru klasiğidir. Diplomatların- adı üstünde- diplomatik dokunulmazlığı vardır. Trafik polisi görevini yapar ve mesela hatalı park eden diplomatların araba plakalarına ceza keser. Fakat bu cezalar tahsil edilemez. Dokunulmazlıktan.
Fishman araştırmasını Birleşmiş Milletler personeli üzerinde yapıyor. Böylece dünyadaki hemen bütün ülkelerin diplomatlarını karşılaştırma imkânı buluyor. Elinde, park cezası alan diplomatların ülkelere göre dağılımı var. Bir veri daha var. Her ülkenin yolsuzluk endeksi. Bu ikisi arasında ilgileşim var mı? Hem de çok kuvvetli. Yolsuzlukta başı çeken ülkelerin diplomatları trafik ihlallerinde de başı çekiyor. Morris eski bir Marlboro reklamından ilham almış. Marlboro’nun alameti farikası dağda bayırda sigara için bir kovboydu ve slogan şöyleydi: Marlborough’yu kırdan çıkarabilirsiniz ama kırı Marlborough’dan çıkaramazsınız. Uyarlamış: Yolsuzu ülkesinden çıkarabilirsiniz ama ondan yolsuzluğu çıkaramazsınız.
Yolsuzluk kültür hâline geliyor. Bu yüzden salgın gibi. Yayıldıkça yayılıyor. Fakat bu yüzden de sonlandırılması mümkün. Kültür, zor da olsa, değişebilir.
Baktım, Tribal’in Türkçesi hâlâ yayımlanmamış.
Güçlü Muhalefet ve Bağımsız Medya Varsa İktidar Şanslıdır
Liderin, kendi iradesini rehin almaya çalışan güçlere karşı direnebilir olmaması, yönettiği ülkenin (veya partinin/ şirketin/ kurumun) rehin alınması demektir.
Rehin alınmaya karşı direnme gücü öncelikle doğrudan liderin karakteri ile alakalıdır. Yani lider zaafları, hataları, ihtiras ve korkuları sebebiyle, bir şekilde iradesini ve karar verme özgürlüğünü birilerinin rehin almasına izin verebilir.
Şimdi daha kritik soruya cevap arayalım: Bir lideri rehin olmaktan kurtaran şey, sadece kişisel karakteri midir, yoksa güçlü kurumlar ve herkese uygulanan kurallar mıdır?
Hiç kuşkusuz, kriz anında liderin kişisel duruşu ilk savunma hattıdır. Ahlaki zaafları olmayan, şantajdan korkmayan, kriz anında paniklemeyen lider daha dirençlidir. Ancak bir ülkenin lideri ne kadar güçlü olursa olsun, tek başına şantajlara ve baskılara karşı sürekli direnemez. Onu ayakta tutacak olan hem kişisel karakteri hem de kurumların kalkanıdır.
Çünkü her insanın zaafları vardır, herkeste suç işleme eğilimi olabilir. Ancak çoğu zaman cezalandırılabileceği korkusu veya toplumdan dışlanabileceği endişesi suç işleme düşüncesinden uzaklaştırır.
Bir lideri de hatalardan alıkoyan şey sadece onun vicdanı değildir. Vicdan bazen uyur, bazen çıkarların sesine yenilir. Liderler de insandır, hata yapabilir, günah işleyebilir, çıkarlarını ülkesinin önüne koyabilirler. Tarih ve bugünün siyaset sahnesi de bunun örnekleriyle dolu. O yüzden, “Benim liderim asla hata yapmaz” romantizmi, demokrasiler için en büyük tehlikedir.
Liderin şahsi zaaflarının bedelini bütün bir toplum ödüyorsa, mesele sadece kişilik meselesi değildir. Asıl mesele, bu zaafları dizginleyecek denge ve denetim mekanizmalarının olup olmamasıdır.
Lider rehin alınırsa bütün ülke rehin alınır. Ama güçlü kurumlar ve özgür kamuoyu varsa, lider hata yap(a)maz ve rehin alınmaya direnebilir. Asıl beka meselesi budur: Kişilere değil, kurumlara güvenen bir düzen kurmak.
********************************
Kırık Cam Teorisi
ABD’li bir suç psikoloğunun yaptığı deneylere dayan meşhur bir teori vardır: “Kırık Cam Teorisi.” Bir mahallede bir pencere kırılır ve uzun süre onarılmazsa, kısa sürede başka camlar da kırılır. Çünkü insanlar, “Burada kurallar işlemiyor” kanaatine kapılır. Bir kaldırımda birkaç çöp varsa insanlar oraya ellerindeki çöplerini çekinmeden atarlar.
Küçük ihlaller engellenmezse ve cezalandırılmazsa, büyük suçlar da sıradanlaşır.
Bu teori New York metrosunda bizzat uygulanmıştı. 1980’lerde suç oranları tavan yapmışken, metroya turnikeden kaçak girenlerden, vagonlara duvar yazısı (grafiti) yazan gençlere kadar küçük ihlaller sıkı şekilde cezalandırıldı. Sonuçta sadece metroda değil, tüm şehirde suç oranları dramatik biçimde düştü. Çünkü küçük kusurlara göz yumulmadığında, büyük suçların da önü kesilmiş oldu.
Aynı şey liderler için de geçerlidir. Bir lider, “küçük çıkar” diye düşündüğü şeyler için, bazı ufak yasadışılıklarına tolerans gördüğünde, daha büyük yanlışlara yelken açabiliyor. Önce bir ihalede kayırma, sonra makamını servet için kullanma, en sonunda ülkenin çıkarlarını kişisel ikbaline feda etme…
İşte tam bu noktada devreye denge ve denetim sistemleri girmeli. Yargı bağımsızsa, medya özgürse, muhalefet güçlüyse, liderin en küçük hatası bile kamuoyuna yansır. Bu da onun daha büyük hatalara sürüklenmesini engeller.
Yani lideri “rehin almak” isteyen güçlerin, toplumun gözü kulağı olan kurumlar sayesinde, etkileri sınırlı kalır.
Önceki yazıma bir okuyucum “Bugün Ortadoğu ülkelerin liderlerinin hepsi rehin alınmış durumdadır” diye yorum yapmış. Doğrudur, çünkü tek adam rejimlerinde liderin gücünü dengeleyip denetleyecek kurumsal ve yasal yapılar yoktur.
********************************
Denge ve Denetimin Önemi
Güçlü muhalefet ve özgür medya, iktidarın istemediği ama aslında ihtiyacı olan şeydir. Aslında bunlar, sadece halk için değil, iktidardaki lider için de bir şanstır. Çünkü hata yapmasını engeller.
Bir liderin arkasında “yağcı ve yalaka” korosu varsa, o liderin zaafları büyür. Karar alma iradesi hem içerde hem dışarda kolayca rehin alınır. Ama karşısında güçlü bir muhalefet, özgür basın ve hesap soran bir kamuoyu, bağımsız bir yargı varsa liderin en küçük hatası bile büyümeden frenlenir.
Kırık Cam Teorisinin bize öğrettiği budur. Bazı ülkelerde devlet adamlarının kamu parasıyla aldığı bir çikolatanın istifaya yol açması veya bedava bir maç biletinin rüşvet kabul edilmesi ve istifaya sebep olması bundandır.
Böylesi bir kamuoyu baskısı aslında lideri de korur. Çünkü onun kendi iradesini dış güçlere rehin bırakmasını engeller. Halkın baskısı, yabancıların şantajından daha iyidir.
****
Demek ki mesele “asla hata yapmayan lider” bulmak değildir. Böyle bir insan muhtemelen yoktur. Önemli olan, hata yapma ihtimali olan liderleri denetleyecek, onları yanlışlardan alıkoyacak kurumları güçlendirmektir.
O yüzden lidere kayıtsız şartsız güvenmek doğru değildir. Asıl mesele liderin de hesap vereceği bir düzen kurmaktır. Kuvvetler Ayrılığı Sistemi, güçlü kurumlar, özgür medya ve güçlü muhalefet sadece halkın değil, bizzat liderin de sigortasıdır.
****
Mevcut iktidarın ilk yıllarında iç ve dış politikada daha az hata yapılmasının sebeplerinden biri buydu. O dönem hem muhalefet daha etkiliydi hem de medya daha çok sorguluyordu. Yargı daha bağımsız ve tarafsızdı. İktidarın çekindiği kurumlar vardı, AB süreci vardı. Dengeler daha çok gözetiliyordu.
Sonra tek adam güçlendikçe fren mekanizmaları zayıfladı. Eleştiri azaldı, alkış çoğaldı. Muhalefet, medya, yargı ve diğer kurumlar zayıfladıkça da iktidar kanadında hatalar ve kural tanımazlık arttı. Rehin alınma riskimiz de arttı.
Çünkü John Acton’un 1887’de söylediği “Güç bozar, mutlak güç bozar” sözü doğruydu.
Büyük ve Küçük Cihat
Büyük cihat; vatan savunması için nadiren, fakat gerektiğinde yapılması zarurî olan bir savaştır. Yensek de yenilsek de, sonuçta ya gâzi veya şehit oluruz.
Küçük cihat ise, nefsimizle yaptığımız ve mutlaka gâlip gelmemiz gereken bir savaştır. Çünkü büyük cihatta, maddeten yenilsek de, her hâl ü kârda mânen kaybetmeyiz. Fakat küçük cihadı kaybettiğimiz takdirde, ebedî, sonsuz hayatı kaybetmek tehlikesi var!
Bu bakımdan küçük cihat; mânen büyük cihattan büyüktür! Çünkü işin sonunda ebedî hayatı kaybetmek tehlikesi var!
Evet, küçük cihat dediğimiz, fakat daima yaptığımız büyük cihadı, yâni nefisle yapılan cihadı, daima kazanmamız gerekir. Aksi takdirde cehennemi boylamak işten bile değil!
Evet, mânen büyük cihat dediğimiz; mânen küçük cihat denilen savaşı kaybetmek bizi ya gâzi veya şehitlik rütbesine çıkarır.
Şüphesiz her iki cihadı da kazanmamız asıldır. Çünkü küçük fakat mânen büyük olan; nefsimizle yaptığımız cihat; ebedî hayatımızı kaybetmekten bizleri korur. Diğer büyük, fakat mânen küçük olan; yurdumuzun savunması için yapacağımız cihat / savaş ise, azîz vatanımızı kaybetmemizin önüne set çeker.
Pasaport
Ehliyeti olmayan şoför, arabasıyla sokağa çıkamaz. Sokaklarda gezemez, dolaşamaz. Hemen yakayı ele verir.
Okula kaydı olmayan talebe, elini kolunu sallayarak; okul binasına giremez. Zaten içeri almazlar. Girmesine fırsat vermezler.
Keza, içinde çalışmadığı fabrikaya, herhangi bir işçi veya memurun izinsiz girmesine müsaade etmezler. Ancak geçerli bir isteği için, belli bir müddet zarfında, girip çıkmasına imkân tanınır.
Herhangi bir ülkeye pasaportsuz girilmez. Ancak pasaportu olanlar girip çıkabilir. Gezip tozabilir.
Dünya da bir mekân, bir mülk, bir memleket; gezilecek, görülecek, seyredilecek, içinde kalınacak muhteşem bir gezeğendir. O’nun da bir sâhibi, bir mâliki, onda tasarruf edeni, girip çıkanları kollayan, gözetleyen ve takip edeni vardır. Dünya başıboş değildir. Daima gözetim altındadır. Herkesin nereye gittiğini, ne yaptığını, ne yapacağını bilen ve onları kontrol eden bir Mutasarrıfı, yani Allah’ı vardır. İnsan denen gezginlerin; dünyada rahatça dolaşmaları için, kendisinden izin aldıklarını gösteren bir belge, bir pasaport edinmeleri lâzımdır. Yoksa derdest edilmeleri mukadder!
İnsanın edineceği İlahî pasaport, her yerde göstermesi gereken belge, kendisini emniyet içinde hissedeceği ve her an ibraz etmesi gereken, olmazsa olmaz olan İlahî vesika ise “Bismillahirrahmanirrahim” denen kudsî kelâmı edinmektir. Her yerde ve her hususta bu kelâmı anıp zikrederek; bu zikrin sâhibinin himayesi sayesinde dolaştığını, her kapının, kendisine ancak bu pasaport sayesinde açılacağının bilincinde olduğunu belirterek; kendisinin emniyet içinde serbestçe hareket ettiğini, karşısındakine hatırlatmakla, gezmekliğini mümkün kılmaktır.
Velhasıl mülk sahibi Allah, kullarına verdiği hüviyet cüzdanı / pasaport ise, “Bismillah.”
Var mı Bir Çare?
Ey Büyük Allah’ım! Yol ver aşk’a;
Sen’den Sana sığınmaktan başka,
Var mı en küçük bir çâre?
Yoksa yol açılır, girmek için nâre!