20.7 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 16, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 4

Eski Tas, Eski Hamam Dedikleri…

            Son mahalli seçimler sonrası siyasette ortamın normale dönmesi, karşılıklı saygı ve hoşgörünün yerleşmekte olduğu ümidi vatandaşların morallerini güçlendirmişti. Geleceğe olan güven artma eğiliminde idi. Filistin’de tavuk keser gibi çocuk, kadın demeden insanların öldürülmesi ve iki taraflı oynayan ABD’nin bu soykırımın patronu olması bütün Dünyada tepki ve nefreti üzerine çekmiştir. Cinayetleri ve soykırımı normal karşılayan adeta Netanyahu gibi geleceğin Ortadoğu projesini yürüten ABD’nin ve onun emir kulu olan Batılı ülkelerin bu durumda dahi İsrail’i desteklemeleri, her çeşit silah yardımı yapmaları yaşadığımız çağın bir utanç kaynağıdır.

            Dünyanın bu çirkin yüzü, NATO’yu ve BM’yi bile kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda utanmadan kullananlar, siyasi bir depreme sebep olmuştur. Güneyimizde ABD’nin yıllardır PKK’yı desteklemesi, onu kara kuvvetleri gibi görmesi, kendisine bağlı devletçikler yaratma çabası ve Akdeniz’e uzanması, planlanan terör koridoru Türkiye için dikkat çekici örneklerdir. Batı ve sözde dostlarımız Türkiye’yi bölgesinde ve Dünyada tecrit etmeye çalışarak etkisiz hale getirme çabası içindedirler. Olumlu bazı gelişmelerin önünde devamlı bir sur gibi durmaktadırlar. Türkiye’nin Libya ile yaptığı antlaşma Yunanistan’a Akdeniz’de büyük bir alan kaybettirmiştir. Yunanistan’ın kaybı işgalci ABD’nin kaybıdır. Libya ile yapılan çok stratejik antlaşma, Türkiye’nin önünü açmış, ardından yanlışlar düzeltilerek önemli bir Afrika ülkesi olan Mısır’la kurulan son derece önemli ilişkilerle yakınlaşma bölgemizde olumlu değişikliklere gebedir. Demek ki Libya’da ve Akdeniz’de milli menfaatlerimizi koruyabilmek için “işimiz” varmış. “Mavi Vatan” anlayışına masal diyenler, işbirlikçiler vatani ahlaktan yoksun olduklarını ve ülkeyi yönetmeye hazır olmadıklarını göstermişlerdir. “Türkiye’nin orada, burada ne işi var” malum tekerlemesi ülke çıkarlarının ileride yeterince korunamayacağı endişelerini ortaya çıkarmıştır. Ege’de Rusya’ya karşı değil; bize karşı Yunanistan’ı korumak ve kollamak üzere kurulan ABD üsleri, ABD’nin genişlemesine hizmet etmekte ve Karadeniz’e çıkmayı kolaylaştıracağı ümidini taşımaktadır. Ukrayna – Rusya savaşı Ukrayna’nın Batı tarafından aşırı desteklenmesi barış ümitlerini zayıflatmaktadır. AB’nin KKTC’yi hedef tahtasına oturtması ve yok sayma alışkanlığı sürmektedir. Yıllardır Türkiye’nin yakasına mutlaka taviz almak niyetiyle dost ve düşman tarafından yapışılmıştır. Dost bildiğimiz çevreler ve ülkeler aile yapımızı ve ahlaki değerlerimizi çökertmek için, cinsel sapmaları teşvik etmek üzere LGBT gibi dernekleri bile kurmuşlardır. Kaldı ki, bunlar bazı ülkelerde kapatılmıştır. Çocuklarımıza yönelen onları birbiriyle tekrar çatıştırma çabaları, bağımlılık yaratan dijital saldırı, gençlerin sosyalleşmesini ve vatandaşlık şuurunu önleyici oyunlar devam etmektedir. Çocuklarımızı okul ve aileden koparmak için her şey yapılmakta, uyuşturucu terörü bir silah olarak Türkiye’ye karşı kullanılmaktadır. Andımızdan neden bu kadar çekinilir ve okullarda okunmaz olduğunu hala anlamış değilim. Anormal kapalı kıyafetlere tepki duyup, plaj kıyafetiyle ortada dolaşanlar yüz kızartıcı örneklerdir. Rehbersizlik dolayısıyla artan boşanmalar ve kadın cinayetleri çok düşündürücüdür. Savunma sanayiindeki gurur duyduğumuz üretimlerin sadece siyasi sebeplerle “teneke” diye aşağılanmaları bile görülmüştür.

            Harp Okulu mezuniyet töreninde bazı Teğmenlerimizin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”  şeklinde ant okumaları maalesef siyasi malzeme bile yapılmıştır. Son yılarda Atatürksüz Atatürkçülük yapmaya çalışanlar ve Atatürk çizgisinden uzaklaşan bazı milletvekilleri “Atatürk’ün askeriyiz” ifadesine karşı çıkmışları ve reddetmelerine rağmen, gerekli bir işlem yapılmamıştır. Konu kapatılmıştır. “Anayasadan 66. madde çıkarılmazsa Türkiye demokratikleşemez” diyen hanım siyasetçi de iktidar kanadında ortaya çıkmış ve kendisine önemli görevler verilmiştir. “Türk olmadığımızı biz partimiz sayesinde öğrendik” diyen birisi milletvekilliği ile ödüllendirildi. 40.000’in üzerinde şehit veren, vatan toprağına sahip çıkan Hamas’a bile terörist damgasını vuranlar oldu. Bu üzücü ve düşündürücü saldırıları ve örnekleri çoğaltmak mümkündür.      

            Bütün bunlar yaşanırken siyasetçilerimizin bir kısmı kendilerine geçmişten miras bırakılan kavga ve hakaret ile maalesef birbirine saldırdılar. Siyasette rakip olmak, düşman olmayı hiçbir zaman gerektirmez. Dostlarımız ve yüce Türk Milleti “Türkiye İttifakı”nın hep arayışı içinde olmuştur. Ülkemizin bu dönemde buna fazlasıyla ihtiyacı vardır.

Milliyetseverlik…

* Bu yazı BÖRK Dergisinde yayınlanmıştır..

Günümüzde milliyetçilikten ne anlamamız gerektiği konusu biz Türkler tarafından çok doğru bir şekilde ortaya konulmalıdır.

Milliyetçilik bana göre, içinde yaşadığımız toplumu, üzerinde yaşadığımız vatanı, kullandığımız dili, sahip olduğumuz kültürü ve birlikte oluşturduğumuz tarihi sevmek ve bu değerlere gönülden bağlı olmak demektir.

Ne yazık ki, böyle, olması ve anlaşılması gereken “milliyetçilik” kavramı ülkemizde bilerek ve kasten yapılanlar nedeni ile olumsuz yerlere çekilmeye çalışılmıştır. Bu durum uzun uzadıya anlatılması gereken nedenler ile hâlen devam etmektedir. Örneğin Faşizm bile milliyetçilik ile yan yana getirilmeye çalışılmıştır.

Bir kelimeye doğru anlamlar yükleyebilmek için o kelimenin tarihsel süreçlerde neyi ifade ettiğini bilmek gerekir. Örneğin Mehmet Akif Ersoy’un İstiklâl Marşı’mızda ifade ettiği “ırk” sözcüğü aslında Türk Milletini anlatmaktadır. Günümüzde ise ırk başka bir anlam taşımaktadır.

Bizim kast ettiğimiz şey yani milliyetçilik ırkçılık anlamına gelen bir kavram değildir. Ancak Türk ve Türkiye düşmanları milliyetçiliğimizi kötülemek için uzun yıllardır onu ırkçılık ile özdeşleştirmeye çalışmışlardır. Bugünde bu konuda olumsuz gayretler sürmektedir.

Bu yüzden Türk Milliyetçiliği son yüzyılda karanlık mihraklar tarafından ırkçılıkla suçlanmış ve bu yolla “milliyetçilik” kavramı sulandırılmaya ve mecrasından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.

Halbuki Türk Milliyetçiliği anlayışımız insanı ve tüm canlıları sevmeye dayanır. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri bu sevgi yolunun ışığı olan sönmez aydınlatıcılarıdır… Bunun yanına yurt sevgisi yani toprak sevgisi de eklenmelidir.

Milliyetçilik adına yaptırılan(!) en büyük yanlışlardan biri de bu kavramın siyaseten kullanılmıştır olmasıdır. Halbuki Türk Milliyetçiliği sadece bir siyasi kurumun değil milleti bir bütün olarak çevreleyen ve kucaklayan bir anlayıştır.

Osmanlı-Türk İmparatorluğu her ne kadar bir Türk devleti de olsa; çok dilli, çok kültürlü birçok etnik kimlikten oluşuyordu. Osmanlı-Türk devletinin doğal mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti’de kurulduğu topraklar üzerinde bu durum benzerlikler gösteriyor. Bu nedenle Cumhuriyet’i kuran irade çok doğru bir şekilde “milletleşme projesi” başlattı. Bu proje “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” anlayışına dayanan milleti, ülkeyi sevmek ve yeni kurulan devlete bağlılığı öne çıkarıyordu. Bu sebeple Mustafa Kemal Atatürk kendisinin en önemli vasfının bir “Türk Milliyetçisi” olmak olduğunu defaatle vurguladı.

Cumhuriyet’in milliyetçiliği de içeren ki, Cumhuriyet’i kuran Cumhuriyet Halk Partisi’nin Altı Ok’undan biri de milliyetçiliktir, “milletleşme projesi” iç ve dış düşmanları bugün olduğu gibi geçen tüm süreçte çok rahatsız etti. İç ve dış düşmanlar bu konuda ittifak ederek belli projeler ile “milliyetçilik” ve “milliyetçiler”i ötekileştirmeye çalıştı. Bunda da nispeten başarılı oldular.

Ancak burada şu örneği vermek istiyorum ki, her ne kadar “milliyetçilik” bir partinin ya da partilerin içine hapsedilmek istense de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100.yılı vesilesiyle tüm yurt sathında Türk bayrakları ile sokaklara dökülen vatandaşlarımızın her biri aslında birer “milliyetçi” olduklarını herkese göstermişlerdir. Onlar kimseyi ayırt etmeden “insanları seviyorum, ülkeme ve devletime bağlıyım” diye duygu ve düşüncelerini halleriyle ifade ettiler. Bundan daha iyi bir “milliyetçilik” anlayışının dışa vurumu olabilir mi?

Ziya Gökalp, milleti tarif ederken: “Millet, ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, lisanı, dince, ahlakça ve güzel sanatlarca müşterek olan yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir” diyor. İşte biz burada tarif edilen milleti seven ve ona her yönüyle bağlı olan “milliyetçilik” kavramını yüceltmek ve bu kavramı toplumun tamamına mâl etmek zorundayız…

Hasan Ali Yücel ; “… bir topluluğun “millet” olabilmesi için sanıldığının aksine çok güçlü bir süreç gerekir. Topluluklar için “milliyet” önemli bir tekâmül basamağıdır. Fertte şahsiyet ne ise toplumlarda da milliyet odur… bir toplumun milli bir varlık haline yükselebilmesi için “tarih boyunca derin bir cehit (evrim)” geçirmesi gerekir.” demektedir. Bizler bu evreleri geçirerek millet hâline gelmiş olan topluluğu seven, sayan ve ona yürekten bağlı olan bir “milliyetçilik” anlayışı içindeyiz. Adına Türk Milleti dediğimiz insan topluluğunun da kahır ekseriyetinin benzer düşünceler içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Binbir saldırı ile içi boşaltılmaya çalışılan “milliyetçilik” için son kafa bulandırıcı söylem “Atatürk Milliyetçiliği” ifadesinin kullanıma sokulmuş olmasıdır. Kimse çıkıp demiyor ki; Atatürk bizzat kendisi Türk Milliyetçisi olduğunu defaatle söylemiştir diye! Bununla kalmamış Türk Milletinden neyin anlaşılması gerektiğini birçok kez izah etmiştir.

Her ne kadar “milliyetçilik” kavramından çok hoşnut olsam da, toplumun kafasındaki karışıklıkları gidermek için günümüzde “milliyetseverlik” tanımının kullanılmasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Belki böyle yaparak Türk Milletine karşı milliyetçilik kavramı üzerinden yürütülen tuzakları da boşa çıkartabiliriz…

Siyaseten “milliyetçilik” kavramının belli siyasi kuruluşlar ve siyasetçiler tarafından kullanılmış olması bu ulvi kavramın istismarına yol açmıştır. Çünkü milliyetçilik topyekûn Türk Milletine ait bir özellik olması gerekir! Yani hepimiz milliyetçi olmalıyız… Anayasal olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin devletine vatandaşlık bağı olan herkes Türktür… Bu nedenle anayasal olan bu tarifle milliyetçiliğe de ulaşmak çok zor olmayacaktır. Kimsenin vatan ve millet sevgisi siyasi bir saikle sınırlanamaz. Bu nedenle milliyetçilik kavramı ayrıştırıcı değil birleştirici anlamda kullanılmalıdır.

Milliyetçilik dar bir çerçeveye hapsedilmemelidir. Ne yazık ki, bugüne kadar bunun tam tersinin olduğunu izliyoruz.

Milliyetçiliğin daha iyi anlaşılabilmesi için bir hususun yerine oturtulması gerekir. O da “devlet milliyetçiliği”nin değil “millet milliyetçiliği”nin esas alınmasıdır. Bu sebeple milliyetçilik öncelikle devlet için değil millet için var olmalıdır. Zaten devlet milletin teşkilatlanmış halidir. Onun için “milliyetçi” demek kendisi ile aynı potada erimiş insanlara dil, din, mezhep, meşrep farkı gözetmeksizin karşılıksız hizmet etmek demektir. Yani Gagavuz, Çuvaş, Tuva, Uygur, Kazak, Özbek, Kırgız, Türkmen demeden herkesi seçmek zorundayız.

Milliyetçilik benim kullanmayı teklif ettiğim ve sevdiğim tabir ile “milliyetseverlik”; olaylar ve gelişmeler karşısında hür ve müstakil bir irade sergilemektir, tahakkümcü ve emperyalist anlayışlar karşısında dik durmaktır, adaletten yana olmaktır., bilimi üstün tutmaktır… Böyle olmayanların milliyetçilikleri şekilden ibarettir ve ben onlara “milliyetçi görünümlüler” sıfatını yakıştırmaktayım.

Türk Milletinin her bir ferdi ve özellikle kendini milliyetçi veya milliyetsever olarak tanımlayanlar okumalı ve düşünmeli “milliyetçilik” kavramının altını doğru bir şekilde doldurmalı ve yaşamında bu ölçü üzerine hareket etmelidir.

Unutulmasın ki; milletler ve devletler milliyetçilerin omuzları üzerinde yükselir…

Ötüken Neşriyat’tan İki Adet Hikâye Kitabı

1-Efeli Hayriye 2-Vaktinden Evvel Bir Zemherir

Efeli Hayriye

Savaş bitince onları okullarda görürüz, öğretmenlik görevi üstlenmiş, Kürşatlar yetiştirir.   Kimilerinin de eli kalem tutar, Kürşatlarımızın, her işe koşan Asenal

Asenalarımızın kiminin eli hançer tutar, savaşlara katılır. Kimi cepheye mermi taşır.

Kiminin elinde sargı bezi ve tentürdiyot,  gazilerimize pansuman yapar, onların yaralarını sarar. Kimi sahra çadırında aş hazırlar.

arımızın hikâyelerini yazar.

Onların hizmeti de diğerleri kadar kıymetlidir. Hedefi yeni Asenalar, yeni Kürşatlar yetiştirmektir.

Hepsinin ‘say’i meşkûrdur, adı şeref listesindedir. Madalyası, okuyucularının gönlüdür.

***

Sümer Tek Hanımefendi’nin ‘Han kapısında göçünü toplayıp uçmağa varan atalarının hâtırâsına…’ armağan ettiği eserinde her biri yekdiğerinden güzel, okunası 23 adet hikâye var. Hangisinden örnek alınsa, diğerlerine haksızlık olacaktı. Hepsinden alınsa, bu yazının hacmini aşacaktı. Yazarının tercihine ayak uyduruldu. Kitaba adını veren birinci hikâyenin bir bölümü, tadımlık olarak okuyucuya sunuldu.

 İyi okumalar efendim…

Selçuklu Veziri Celâlettin Karatay tarafından İpekyolu’nun Kayseri-Malatya güzergâhı üzerinde 1240 yılında yaptırılan Karatay Hanı Kervansarayı kutlu akşamlarından birini yaşıyordu. Hayli yüksek duvarlarıyla kale görüntüsüne sâhip hanı aydınlatan çıralar coşkuyla şahlanıyor, âdeta gökyüzündeki yıldızları kıskandırıyordu.

Penceresi, Gölyeri’ndeki harmana bakan küçük odada tatlı bir telaş vardı. Nesiller boyunca hanın idâresini üstlenen Sunguroğulları’nın kıymetlisi Hayriye ile büyük âlimlerden Bekir Hoca’nın oğlu İsmail’in kuracağı yuvanın heyecanı sarmıştı dört bir yanı.

Çanakkale Cephesi’nde savaşan Sunguroğlu Hüseyin’in eşi Hatice, küçük kızının kınasını kararken duâlar ediyor, bacısını hazırlamakta olan büyük kızı Sâre’yi hüzünlü bir tebessümle seyrediyordu.

Annesinin el emeği göz nuru olan kıyâfetiyle kardeşini donatırken dudakları kıpır kıpır eden Sâre, işliğin üzerine kenarları işlemeli üç eteğini giydirdi, beline şalını doladı. Onun da üstüne işlemeli önlüğünü bağladı. Yün çoraplar ve deri yemenilerin kınalı ayakları sarması uzun sürmedi.

Sırada, damadın düğün hediyesi olan en görkemli parça vardı. Kardeşinin geceden siyah saçlarını iki yana belik ördü. Yanlarından, boncuk ve kare akik taşlarla süslü gümüş yanak dövenler sarkan, alnı gümüş pullarla işli fesi, güzeller güzeli kardeşinin başına özenle taktı. Çift katlama yapığını bağlayıp gelin alını örttü.

Selvi boyu, ince beli, zümrüt yeşil gözleri, ipeksi beyaz teni, beline kadar inen uzun ve gür saçlarıyla asâlet sembolü gibi duran küçük kızına hayranlıkla bakan Hatice Aba, kınasını yaktığı zarif elleri bağlarken daha fazla dayanamadı. Yaşmağının altındaki bulutlu gözlerinden Nisan yağmurları dökülmeye başladı. Kınalı kuzusunun boynuna sımsıkı sarıldığı anda Gölyeri’ne bakan pencereye odaklanan gözlerinde, yıllar önce yaşadığı o kıyamet günü canlandı.

Seferberlik zamanıydı.  

Sabah erkenden, şimdi gelin ettiği Hayriye’sini de alıp madımak toplamaya gitmişti.

Üç yaşındaki can paresi önüne koyduğu yumurtalarla oynarken bir yandan işini görüyor diğer yandan kuzusu göle doğru gitmesin diye göz ucuyla onu tâkip ediyordu.  

  Uzaktan seslenerek gelen muhtarın, adını ünlemesiyle doğrulup ona doğru baktı.    

  Yüzündeki acı ifâdeyle telaşlı bir şekilde yaklaşan muhtar, elindeki kâğıdı uzattı.

  ‘Hüseyin’den haber var.’  

Heyecandan eli ayağına dolandı Hatice’nin, önlüğündeki madımaklar harmana saçıldı. 

‘Benim okumam yazmam yok ki. Hele bir oku, Hüseyin’imden ne haber var?’     

Pusulada ne yazdığını gayet iyi bilen ve yutkunmakla yetinen muhtara, soran gözlerle baktı. 

‘Okusana muhtar. Ne yazıyor kâğıtta?’    

Çaresiz okumaya başladı.

‘Çanakkale Cephesi’nde muharip asker er Hüseyin Sungur, yakalandığı amansız sıtma hastalığından şehitlik makamına ermiştir. Allah şehadetini kabul eylesin.’

İki kişinin bile güreşte yenemediği, iki yıldır cephede düşman kurşunlarının yıkamadığı yiğidinin şehadet haberi, yüreğini yangın yerine çevirdi. Donuklaşan gözlerinden çıkan alevler bedenini sardı, bir anda küle dönen varlığını harmana savurdu. Olduğu yere yığılıp kaldı.

Annesinin düştüğünü gören Hayriye, sanki ne olup bittiğini anlamış gibi kapandı ayaklarına, ağlamaya başladı.

Akrabaları tarafından hana getirildikten sonra kendine gelebildi Hatice. Hâlâ ağlamakta olan Hayriye’sini beşiğine yatırdı. Babasının kokusu ve nişanıyla büyüsün diye kuzusunun göğsüne şehit eşinin künyesini koydu.

Yetim Hayriye; dedesi İsmail Çavuş, Halil ve Tevfik emmileri tarafından büyütüldü.

Babasının eksikliğini göstermemek için etrafında pervane oluyordu herkes.

Yaşı ilerlediği için hanın tapu ve idâresini büyük oğlu Halil’e bırakan İsmail Çavuş, şehit oğlunun emâneti, biricik torunu Hayriye’nin üzerine daha bir titrer oldu.

Eli silah tutanlar cephedeydi. Bütün yük, kadınların ve ihtiyarların omuzlarındaydı.

Akşam karanlığı çökünce handakiler ve köylüler, dışarıya ışık sızmasın, gölgeleri belli olmasın diye pencerelerine hayvan derileri geriyorlardı.

Yaşından olgun ve korkusuz bir çocuktu Hayriye. Emmileri bu hâllerini gördükçe,

Yiğit yeğenim.’ yahut ‘Efe’m.’ diye seviyorlardı kendisini.         

Yaşı ilerledikçe her işin ucundan tutuyor, herkesin yardımına koşuyordu. Başı dik, gözü pekti. Elinde değneğiyle dolaşıyor, her işe korkusuzca atılıyor, haksızlığa uğrayanların yanında yer alıyordu.

Atları çok seviyordu Hayriye, at koşturmayı öğreten Halil emmisiyle yarışmaktan ayrı bir keyif alıyordu.

Artık yaşının geldiğini düşünen Halil emmisinin yönlendirmesiyle elindeki değneği bırakıp handaki ve köydeki kadınları korumak üzere silah tâlimlerine başladı. Kendisine duyulan güveni boşa çıkarmayıp kısa sürede iyi bir nişancı oldu.

Başında fesi, bel kuşağında silahı, elinde değneğiyle alalı atına biniyor, dörtnala dolaşıyordu köy ve civarında. Erleri, oğulları cephede olan kadınların ihtiyaçlarını görüyor, onları koruyup kolluyordu.

Yaşı on dörde değdiğinde herkesin sevdiği, saygı duyduğu, erkeklerin bile çekinerek baktığı ‘Hayriye Efe’ olarak anılmaya başlandı,

‘Efeli’m!’ diye seviyordu annesi, ‘Ömrün babana benzemesin Efeli, aynı baban gibi yiğitsin.’ diyordu…

Hikâye böyle devam ediyor ve ‘mutlu son’ ile bitiyor.

SÜMER TEK: 1976 senesinde Kayseri’nin Koçcağız köyünde doğdu. İlkokulu Kayseri ve Ankara, Ortaokul ve Liseyi Alanya’da okudu. Alanya Turizm Meslek Lisesi Halkoyunları Ekibi’nin ekip başı olarak ilçe, il ve Türkiye şampiyonlukları kazandı. Öğrenim hayatı boyunca yüzme, basketbol, voleybol ve motorsiklet olmak üzere çeşitli spor dallarında faaliyet gösterdi. Etimesgut Belediyesi Hanım Faaliyetleri Binası’nda Fatma Korkmaz Hoca’dan tezhip meşk etti. Yaptığı eserleriyle sergilere katıldı. Çocukluk yıllarında annesi halı dokurken tezgâhın başında hayranlıkla baktığı motiflere ilgi duyarak araştırmaya başladı. İlerleyen yıllarda el nakışı (Türk işi), makine nakışı, dikiş (mahallî kıyafetler) üzerine kurslar alarak kendini bu alanlarda geliştirdi. Aldığı eğitimler sırasında edindiği tecrübelerini kaleme alarak hikâyelerinde işlemeye başladı. Önceleri kendi Facebook hesabında yayınladığı hikâyeleri, sonraki dönemde Söğüt, Kayıp Kayıt, Türk Edebiyatı ve Altı Sütun dergilerinde yayımlandı. Evli ve dört kız annesidir.

Vaktinden Evvel Bir Zemherir

Taner Ay’ın, 12 X 19,5 santim ölçülerindeki 104 sayfalık eserinde her biri 7’şer bölümlük 3 hikâye yer alıyor: *Vaktinden Evvel Bir Zemherir. *Gecikmiş Bir Ferverdînde. *Hecîr Vaktinde Üşümek.

Eskilerin ‘zemherir’ dediği ‘şiddetli kış’, günümüzde ‘karakış’ olarak ifâde ediliyor. Kışın en şiddetli dönemidir.

Bu hikâyede 1902-1916 yılları arasındaki İstanbul’un mahalleleri, sokakları, evleri ve insanları, kitap kapağında resmi bulunan döneminin tanbur üstâdı Tanbûrî Cemil Bey ekseninde anlatılıyor.

Öyle bir anlatış ki… okuyucu okuduğunun farkında değil. Tiyatro veya film seyrediyor gibi… Ne de olsa yazar, hukuk tahsilinden sonra diplomasını bir kenara koyup yazarlığı tercih etmiş usta bir kalem erbabıdır. 

Ustalık sâdece ifâdede değil, 1902-1916 yılları arasındaki örf ve âdetlerinin en ince teferruatına kadar nakledilmesiyle taçlanmaktadır. Söz konusu tâcın evsafı hakkında bilgi edinmek isteyenlere tadımlık bir bölüm hâlinde aşağıdadır:

Gelin adayı Sâide’ye tâlimat verilir:

‘Sakın görücülerin yüzlerine bakma, sonra sana yüzü gözü açık serbest kız derler. İskemleye içinden mim deyip otur ki, ağzın küçük görünsün.

Halayık, görücülerin karşısına bir iskemle getirip koymuş, ardından gümüş tepsi içinde fağfûrî fincanlarla kahve ikramında bulunmuş ve bir kenara çekilmişti. Saîde, uzun üç etekli entarisi, onun altındaki dökme şalvarı ve ayaklarındaki sarı işlemeli çedikleriyle içeriye gelip başı önüne eğik vaziyette görücülerin karşısındaki iskemleye oturmuştu. Görücü olarak gelenlerden Beyhan, kahvesini ağır ağır içerken Saîde’yi tepeden tırnağa kadar inceledi. Halayık boş fincanları toplayıp mutfağa inerken Saîde de onun peşinden odadan çıkmıştı. Beyhan, ‘Maşallah, maşallah!’ diyerek Saîde’yi taltif ederken, Zihniyâr Hanım da Saîde’yi oğlu Cemil’e istemişti. Akşam ezanından sonraysa, Defter-i Hâkân-i müdürlerinden Ahmed Nazif Bey eve gelince Emîne Eflâknûr Hanım usulen meseleyi kocasına açmıştı. Ahmed Nazif Bey, zevcesinin ve onun Âdile Sultan Sarayı’ndan arkadaşının niyetlerini önceden bildiğinden, sâdece kerimesinin Cemil ile izdivacını münâsip bulduğunu ifâde etmişti. Bu görücü faslından birkaç gün sonra da, Zihniyâr Hanım, yetiminin ağabeyi Ahmed ile birlikte gidip, Saîde’yi Allah’ın emri ve Peygamber’in kavliyle resmen istemişti. Ahmed Nazif Bey, ‘İçeri mi yoksa dışarı mı?’ diye sorunca, ağabeyi Ahmed de ‘Dışarı!’ diyerek Saîde’nin damadın evine gelin gideceğini belirtmişti. Bu mesele halledildikten sonra iki tarafın şerefine uygun miktarda bir mehr-i müeccel kararlaştırılmış ve Taşkasap’ta nikâhları kıyılarak düğünleri yapılmıştı. Gelin güveyin evine gideceği için çeyizi pazartesi gönderilmiş, salı gelin hamamı, çarşamba kına gecesi, perşembe yüz yazısı, cuma da paça günü yapılmıştı. Bunlar Cemil’in nefret ettiği âdetlerdi ama vâlidesinin kalbini kırmamak için sesini çıkartmamıştı.’

Yeni evlilerin durumunu, kitabı okuyacakların takdirine bırakıp o dönemin sokak ve gece hayatı hakkında yazarın verdiği bilgilere göz atalım:

Namazında niyazında olmamasına rağmen, Gedik Paşa Yokuşu’ndayken şehrin ezansız mahallelerinden birinde de yaşayamayacağını düşündü. Müslüman mahallelerindeki câmi avlularında, mezarlıklarda ve yangın yerlerinde bütün gün körebe, esir almaca, topaç çevirme, pilav pişti, kapamazsın, uzuneşek, aşık atma, seke seke ben geldim ve ceviz açma oynayan çocukların seslerini sever, sur dışından uzun tüylü çomarlarıyla, sıska beygirleriyle ve karazağ cücüğü şoparlarıyla kalaya gelen Çingenelerin hengâmesineyse bayılırdı. Mahalle hayatında bir ‘Haydi kocaoğlan hamamda kocakarılar nasıl bayılıyor, göster!’ emriyle tef çalarak ayı oynatılmasına, bir de çocukların kedi köpek kovalayıp, teneke çalarak kirpileri rahatsız etmelerine tahammülsüzdü. Çingenelerden kara gözlü hoşor bir kadının, kapı önüne kalay için kap kacak çıkaran vâlidesine sırtındaki şoparını gösterip, ‘Hoy miday, hoy miday! Te bu şoparım yetimdir, veresin buncağıza paracık!’ deyip, Zihniyâr Hanım’ın uzattığı meteliği aldıktan sonra da elindeki tefiyle kıvrak bir Todi şarkısına başlamasını ise hiç unutamıyordu. Cemil, hoşorun sesini pek beğenmiş, dayanamayıp, kısarak boylu ve köse çehreli bir Çingeneye onun kim olduğunu sormuştu. Adamın Cemil’i yanlış anladığı muhakkaktı. Ağrılı gözleriyle Cemil’e bakıp, ‘Enişte, onun mangaptutu pek fazladır lâkin terlayni karı kimseciklere yüz vermez!’ demiş ve hoşorun çalkalanan kalçalarına doğru gırnatasını üflemişti. Cemil, ne Kantocu Peruz’da ne de Şamram Hanım’da öyle bir sesin olmadığına emindi. Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçmiş ama kara gözlü o hoşoru bir daha görememişti.

Cemil, nikâhından evvelki rivâyetleri, hep duymazlığa gelmişti. Taşkasap’ta hakkında neler söylenmemişti ki! Veremli bir kıza âşık olduğu, kız vefat edince de her gün onun mezarına gidip tanbûr çalıp ağladığı en bilineniydi. Hattâ, kızın mezarını kazıp onun kemiklerinden birini topraktan çıkarttığını ve içi kadife bir kutuda sakladığını söyleyen câzû kocakarılar dahî bulunuyordu. Oysa, izdivacına kadar, hiçbir cins-i latif, muhtemelen o Çingene hoşoru kadar kendisini efsunlamamıştı. Cemil, kadında ruhi ve fiziki güzelliğin bir arada olmasına meftundu. Hayli fazla dilberi görmüştü ama âgazı kelamlarıyla dil-i nâ-mihribânlıkları anında zuhur etmiş, bu sebeple târifi imkânsız bir efsürdedil olarak yıllarca rindane hayat sürmeyi yeğlemişti.

 ……………..

Karabıçak’a girince, soldaki uzun mermer tezgâha baktı. Barba görünürde yoktu, ikindi ile akşam arası gelen dört kaşlı esnaf kalfalarıysa çoktan tezgâh başını bırakıp bekâr odalarına gitmişlerdi. Şarap fıçılarının durduğu karşı duvarın dibindeki bir masaya oturup, mastoriye bir muğbeçe göndermesi için seslendi. Buradaki alınları kâküllü ve şakakları zülüflü muğbeçeler Sakız Adası’ndan suretimahsusa getirilmişlerdi. Dışarıdaki feci soğuğa rağmen göğsü açık ve kolları sıvanmış beyaz gömlek üstüne önü çapraz kavuşur sırma işleme yelek ile kara bezden yapılma bol ağlı tiril tiril bir şalvar giymiş olan muğbeçe gelip Rum ağzıyla sormuştu:

‘Kalinihta, kalos orisate. Mastika i duziko?’                                                                                                                                Cemil, muğbeçelerin hepsinin dilimizi mükemmel derecede konuşabildiklerini bildiğinden, ona Türkçe cevp verdi:

‘Bana Deniz Kızı Rakısı, yanına da unutma bizi dolması ve limon suyunda ezilmiş tahin helvası getir.’

Siparişi alan muğbeçe tezgâha dönerken, Cemil sağına soluna bakındı. Buranın kalender meşrep müdâvimleri henüz içtima etmemişlerdi. Siyah perdesi çekilmiş pencerenin önündeki masadaysa, herhâlde kar yüzünden Samatya’daki Büyük Kuleli’ye kadar gidememiş olan Adalı bir saz ekibi oturmuş, nûş ediyorlardı. Bir pedimu şişeyi getirip bırakınca, Cemil kadehine domuz sıkısı ölçeğinde rakı koyup, üzerine az su ekledi. Zeminin birkaç basamak yukarısındaki şirvandan inen barba, Cemil’i görünce hemen Adalı saz ekibinin yanına gidip, onlara bir şeyler fısıldadı. Mastikalarını bırakan Adalılar hep birden dönüp şaşkınlık içinde Cemil’e bakmışlardı. Barba da Cemil’in masasına gelip, ricacı oldu.

‘Hadi, şu adamlara birazcık çal, sonra yerine koyarsın.’

Barba, Cemil’in kemeresini yanından hiç ayırmadığını ve onu koyduğu torbayı abasının sol iç cebinin yanındaki bir düğmeye iliştirdiğini biliyordu. Barbadan cesaret alan Rum çalgıcılardan biri gelip eteğini öpünce, Cemil utanıp kemençesini çıkardı.

Kısa bir akordun ardından nikriz, arazbâr ve karcığar nağmeleriyle taksime girdi; peşinden bir sirtoya kaptırınca lavtacılar da ona refakate başladılar. Direklerarası’ndan gelen Kanbur Nazif, Tıflı Hasan ve Karakulağın Lütfi meyhâneye girdiklerinde, Karabıçak, bir kleftiko bir taksim, bir kalamatiano bir taksim ve bir rebetiko bir taksim ile âdeta yıkılıyordu. O güne kadar hiç kimse Cemil’i böyle kan ter içinde delirmişcesine çalarken görmemişti.

Barba, kilosuna rağmen nasıl becerdiyse, tezgâhın üzerine çıkıp bağırdı:                                               ‘Duzikolar benden, keras!’                                                                                                                                                               ‘Yasu!’

Karabıçak’tan yükselen sesleri kim duyarsa sazını kapıp içeriye dalmış, kimisi Cemil’in elini, kimisi de eteğini öpmüştü. Cümbüşün nihayetinde Cemil ayağa kalktı ve oradakilerden birinin elindeki tanbûru isteyip konuştu: ‘Bugün mahdumum Mes’ûd dünyaya teşrif ettiler. Bu sebeplele şimdi zevcem Saîde Hanım ve mahdumum Mes’ûd için bir ferahfezâ peşrev icra etmek istiyorum.’

Cemil’in tanbûra dokunuşuyla birlikte meyhâneyi sükûtun uhrevi sesi kuşattı, içeride bir hava cereyanı olmamasına rağmen bütün lambaların alevleri oynaşıp bir bir söndüler. O karanlıkta ölülerinin ruhları saklandıkları yerlerden çıkıp, kederlerini pür hayal eden tanbûrun sihirli nağmesini dinlemeye oturdular.

Devamı kitabın 30. ve sonrasındaki sayfalarda…

İyi okumalar Efendim!

TANER AY: 1957 yılında Bafra’da doğdu. Son yıllarda Rüzgâra Yazanlar (1984 Yayınevi), iki ciltlik Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler (Ötüken Neşriyat) ve İsmail Sâib Sencer (Zeytinburnu Belediyesi) kitapları yayımlandı. Halen Karar gazetesinde, Söğüt, Sözcükler, Ayarsız ve Şiraze dergilerinde şehir kültüründeki edebiyatımıza ve kültür insanlarına ilişkin yazıları yayımlanmaktadır.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.

  İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50  

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

A ş k e d e r

 Adını aşk koydular içimdeki kederin

Derin üşümüşsün kurt yalnızlıkları

Bağırsam – çağırsam İsrâ seksendört

Bir dağ kasabası poyraz azığı

Allah’a bir arzuhâl

Farz-ı muhâl

Bir çığlık dediler yaşamak bildim

Bir giz gördüm izlerinde ulaklar

Kulaklarımda insanlığın ritmi

Timsahın avını ısırdığı gibi döndüre döndüre

            dişlemişlerdi dünyayı

Cemaat sevabı buymuş

Birinden duymuş

Bildiridir imanın eylem boyutu

Sular gibi arık olasın ey toprak

Şimdi mevsim candan özge

Keşke bir nefes öleydin

Göz koyup dirilişe

Sıfır endişe

İkitaş’a Sığmayan İnsan: Muammer Beg

“Eskişehir gazeteleri 07.12.2015 tarihinde şu başlıkla çıkmıştı: Eskişehir Valisi Sayın Güngör Azim TUNA İhtiyaç Sahiplerine Yardım Eden Tülomsaş emeklisi Muammer İKİTAŞ ve Orhangazi Camii’nde imam olarak görev yapan İmam Abdülvahit MERMER’e Teşekkür Plaketi Verdi”.

“Valilik makamında düzenlenen programda Vali TUNA, ihtiyaç sahiplerine yardımlarda bulunan MERMER ve İKİTAŞ’ı çalışmalarından dolayı tebrik etti. Kış aylarına girdiğimiz bugünlerde Eskişehir’de yaşayan binlerce ihtiyaç sahibi insanın olduğuna dikkat çeken Tuna, konuşmasının devamında şunları söyledi: Bunların içerisinde evinde yakacağı olmayan, ihtiyaç maddeleri olmayan vatandaşlarımız var. Onları düşünmek zorundayız. Fakat birileri var ki onlar daha çok düşünüyor bu durumları. Maalesef bu insanlarımızın sayısı çok fazla değil. Kurumsal olarak bu yardım çalışmaları yapılıyor elbette, fakat bireysel olarak yapılan yardımların yeri çok önemli. Bu sebepten ötürü Abdülvahit MERMER ve Muammer İKİTAŞ vatandaşlarımızı tebrik ediyorum. Muammer Bey Tülomsaş emeklisi, Abdülvahit Bey ise ilimizde imamlık yapıyor. Kendilerini çevrelerindeki insanlara yardım etmek için adamış olmaları insanlık adına, şehrimiz adına onur vericidir”.

Bu teşekkürde bahsi geçen yardımsever insanlardan dostumuz Muammer İKİTAŞ Beyi 01.09.2024 tarihinde kaybettik. O Telaferli Türkmenlerin Muammer Dayısıdır. Açta açıkta, yolda yokuşta kalmışın kardeşi, arkadaşı, dostudur. O Akabe’yi (Sarp Yokuşu) aşan bir yiğit insandır.

Beled Suresi 11-16. Ayetlerde buyrulmaktadır: “Fakat insan, sarp yokuşu (zor geçit) (Akabe) aşamadı (Fakat o, sarp yolu göze alamadı.). O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? İnsanları bütün sömürü ve boyunduruklardan kurtarmaktır (Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o) veya açlık ve perişanlık gününde doyurmaktır o (yahut [kendi] aç iken (başkasını) doyurmaktır), Yakınında, çevrende bulunan sahipsiz, kimsesiz kalmışları yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu (toprakta sürünen bir yoksulu) doyurmaktır”.

Muammer İKİTAŞ Sarp Yokuşu aşmayı göze alan bir insandı. O sarp yokuşu tırmandı ve onu aştı. Son nefesinde dostları, ailesi ve Türkmen evlatlarından Abdülmevcut’un şahitliğinde ÜÇ KEZ KELİME-İ ŞAHADET getirdikten sonra(01.09.2024) ruhunu teslim edip sonsuza kanatlandığını tüm dostları işitti. Cenazesi üzerine, kabrinin dostlarının gözyaşları ile ıslanmış toprağına, varlığı yakmadan ısıtan güneşe, esen rüzgâra şahit oldu (02.09.2024).

Yedi sekiz ay önce ağır bir akciğer ve kalp rahatsızlığından Yoğun Bakıma yatırılmış Prof. Dr. Birgül YELKEN, Doç. Dr. Ebru KARAKOÇ ve ekibinin gayretleri ile tekrar hayata tutunmuştu. Göğüs Hastalıklarından Prof. Dr. Güntülü AK ve Prof. Dr. Muzaffer METİNTAŞ ve ekibinin her zaman ki destekleri ile sağlıklı günlerini yaşıyordu.

Muammer İKİTAŞ Myastenia gravis hastalığına rağmen Türkmenlerin Irak’tan IŞID (DAEŞ) terör örgütünün zulmünden Türkiye’ye sığınmaları ile insanüstü bir gayretle Türklüğün yetim evlatları için gece gündüz koşturuyordu. İşte Sarp Yokuşu aşmak buydu. Onların küçük büyük her derdi onun da derdi oluyordu. Ufacık bebeleri sünnet ettirmekten gençleri evlendirmeye kadar onun meşguliyet alanına giriyordu. Prof. Dr. Şahin KABAY’ı Kütahya’dan davet edip çocukları sünnet ettirmekten hastaların sağlığına, vefat edenin defnedilmesine kadar her yerde Türkmenlerin Muammer Dayısı vardı. Arkadaşı ve dostu Hüseyin ŞEN de omuz omuza onunla birlikte ömürlerinin sarp yokuşunu garip ve kimsesiz insanlar için sarf etti. Atilla AYVA, Ferruh SİNGER ve Eskişehir Türk Ocağının değerli üyeleri ve birçok Sivil Toplum Kuruluşu da onlarla birlikte koşmaya çalıştılar. Fakat şunu ifade edebilirim ki Muammer İKİTAŞ öncü olmak üzere Hüseyin ŞEN’le yürek yüreğe Akabe’yi aşan kartalın kanatları oldular.

Şüphesiz Aziz Türk Milleti Eskişehir ve Tüm Türkiye’de birçok fedakâr insanın omuzlarında Türklüğün, insanlığın ve tüm varlığın dertleri ile dertlenmeye devam ediyor. Çözüm yolları bulmaya çalışıyor. Bu gayretleri mutlaka sonuçsuz kalmayacaktır. Necm Suresi/ 39. Ayette buyrulduğu gibi: “İnsan için, yalnızca çalışmasının, gayretinin, halis niyetlerinin karşılığı vardır

Muammer İKİTAŞ’ın bir taziye yazısına sığmayacak çalışmalarının ve gayretlerinin mutlaka gelecek nesillere anlatılması gerekiyor. Vefa, fedakârlık, karşılıksız yardım, başkaları için yaşamak ve tüm güzel hasletlerin cem olduğu şahsiyetleri gençler ve tüm insanlık bilmelidir.

Bir gün çalışacağı işyerinin giriş mülakatında ona sorarlar:

-Soyadın “İkitaş” ne anlama geliyor. Muammer Bey cevap verir: -“Hayat doğum ve ölüm arasında yani iki taş arasında” der. Evet, hayat kimimiz için İKİTAŞ arasında, Muammer Can dostumuz içinse bu soyada sığdı denilmeyecektir. Muammer Can gibi insanlar “İKİTAŞ” arasına değil “İKİ CİHAN”A da sığmayanlardır. Onlar Hakk’a Yunus Emre gibi seslenir:

“Cennet Cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene sen ver onu/BANA SENİ GEREK SENİ

Bizde Hak ile Hakikat olmuş “MUAMMER İKİTAŞ” gönüllü “KAMİL İNSANLARA” şu mısralarla GÜL*’e GÜL*’e (Selam söyle) diyelim:

*GÜL: İslâm tasavvufunda Sevgililer Sevgilisi, Kâinatın yaratılma gayesi İki Cihan Serverı HZ. MUHAMMED’i (O’NA, ASHAB-ı GÜZİNE ve EHL-İ BEYTİNE SELAM OLSUN) remz eder

 “Sen Maksuduna erdin/ Maksudu canda buldun/ İkitaş’a sığmadın/ANA (DEHRE)** SEN GEREK SENİ

**ZAMANA (ANA) (DEHRE) SENİN GİBİ İNSANLAR GEREKTİR.

EKTİĞİN İYİLİK TOHUMLARI ARTARAK ÇOĞALSIN SONSUZA KADAR EKSİLMESİN.

Çocuk ve Aile

“Çocukların nasihatten çok, iyi örneğe ihtiyaçları vardır.” Joseph Joubert

“Ana-babaların çocuklarına gösterebileceği en büyük sevgi, onlar­la kuracağı arkadaşlıktır.” Henry Ward Beecher

Anne, baba, çocuklar ve bazen de yakın akrabaların sıkı bir hayat birliği oluşturacak şekilde toplanıp birleştiği, biyolojik, psikolojik, hukuki, ahlaki, ekonomik, kültürel ve dinî bağlara dayalı en küçük sosyal birime aile denir.

Aile; içinde insan türünün üretildiği, toplumsallaşma süre­cinin ilk ve en etkili biçimde yer aldığı, ana-babalar ile çocuklar arasında birincil ilişkilerin kurulduğu, ekonomik etkinliklerin yer aldığı bir toplumsal kurumdur.

Toplumun temeli ailedir. Çocuğun eğitiminde en önemli ku­rum ailedir. Mutluluğun kaynağı para ve teknoloji değil, “huzurlu” bir ailedir.

Aile, çocuğun kişiliğinin biçimlenmesinde en önemli çev­resel etkendir. Kişilik, çocuğun kendisine, çevresindeki in­sanlara ve dünyaya karşı tavırlarını belirleyen özelliklerin tümüdür.

Aile; çocuğun gelişimini, toplumsal uyumunu ve başarısını etkileyen en önemli etkenlerden biridir. Çocuğun yaşamasında ve gelişiminde anne-baba kadar önemli olan başka bir etken söz konusu değildir.

Olumlu aile ortamı, çocukların sosyalleşmesini, öğrenmesini, bağımsızlığını ve başkaları ile geçinme kurallarını benimseten önemli bir kurumdur. Hayattaki başarısını ve özgüven duygusunu da önemli ölçüde geliştirir.

Aile ortamındaki yakın, sıcak ve duyarlı iliş­kiler aile bireyleri arasında güvenli bir bağ kurar. Duyarlı ve ilgili ailede, çocuğun istekleri ve bakış açısı önem­senir; çocuğun gereksinimleri uygun bir biçimde ve zamanında karşılanır.

Çocuğun; “bedensel, ruhsal ve sosyal gelişimi” sevgi dolu sı­cak bir ortamda yetişmesine bağlıdır. Böyle bir ortamı sağlaya­cak ilk ve temel topluluk şüphesiz ailedir.

Uyumlu ilişkiler içinde, güvenli bir aile ortamında sevgi ve anlayışla büyüyen çocuk olgunlaşır, kişilik kazanır, kendi ayak­ları üzerinde durmayı öğrenir. Sevildikçe güven duygusu pekişir, desteklendikçe öz saygısı artar. Anlayış gördükçe hoşgörülü ol­mayı, sorumluluk aldıkça bağımsız davranmayı öğrenir.

Aileler, çocuklarının başarılı bir eğitim hayatına sahip olmaları ile birlikte  değerler ve ahlaki normlar, motivasyon ve ilgilendirme, eğitim destek ve kaynakları, eğitim alışkanlıkları, sosyal beceriler gibi özelliklerinde de önemli rolleri vardır.

Aileler, çocuklarının karakter gelişiminden, akademik başarılarına kadar her yönüyle eğitimlerine etki ederler. Çocuklarının fiziksel, duygusal ve bilişsel gelişimlerine destek olurken, aynı zamanda onların değerlerini, davranışlarını ve öğrenme alışkanlıklarını da şekillendirirler. 

Günlük hayatta “huy” dediğimiz karakter vasıflarının pek çoğunun temeli çocuklukta aile vasıtasıyla atılır. “Cömertlik, cim­rilik, temizlik, düzenlilik, dağınıklık, çekingenlik ve sosyallik, merhamet, kıskançlık, paylaşma, fedakârlık, kin tutma, doğru­luk, yalancılık” gibi değer ve alışkanlıkların kazanılması hep ço­cukluktaki eğitime bağlıdır.

Bir çocuk evinde rahat değilse, anne baba ile her konuda se­vincini ve sıkıntısını paylaşamıyorsa, sevildiğinden ve kendisine değer verildiğinden emin değilse; cezalar, baskılar ve yasaklar bir fayda vermeyecek, aksine işler daha kötüye gidecektir.

Anne babanın davranışları, çocuklarını olumlu ya da olum­suz şekilde etkilemektedir. Çocuklarda görülen davranış sorun­larından bazıları aileden, anne babanın çocuğa uygun olmayan yetiştirme tarzından kaynaklanmaktadır.

Ailenin çocukla ilgilenme, denetleme, iletişim kurma biçim­leri de çocuk üzerinde etkili olmaktadır.

Sağlıklı aile ortamında sevgi ve anlayış içerisinde büyüyen çocuk, gelişimi için gerekli olan deneyimleri elde eder. Öz­saygısını kazanarak hoşgörülü olmayı, sevilerek sevmeyi, alıcı ve bencil olmaktan kurtularak paylaşmayı öğrenir.

Aile birliğindeki çökme ve çözülmelerin artması toplumsal sorunları da çoğaltır. Bu nedenle aile, çocuk ve toplum açısından hem önemli hem de birleştirici rol oynar. Dünya üzerindeki bü­tün ailelerin bir tek, ortak yanı vardır: İnsanlar, kim olduklarını ve nasıl bir kişi haline geldiklerini aile içinde öğrenirler. Açık ve et­kin iletişim mutlu ve huzurlu ailelerin ortak özelliğidir.

Çocuğun davranışlarının ve huyunun temelleri evde atılır. Anne babalar çocuklarının kötü davranışlarını gördükleri zaman, Çocuğuma nazar değdi!” diyerek kendilerini kandırmaktan vaz geçmeli. Nerede hata yaptım?” sorusunu kendilerine sormalıdır­lar.

Ailenin oluşmasında rol oynayan duygu ve sevgidir. Sev­giyle büyüyen bireylerin ruh sağlıkları yerinde olur. Sevgi, say­gı, hoşgörü ve anlayışın hâkim olduğu bir ailede büyüyen çocuk kendini ve çevresindekileri seven, kendisiyle ve hayatıyla barı­şık, özgüveni yüksek bir birey olarak yetişir.

Uyumlu ve özgür bir aile içinde dengeli ve tutarlı ilişkilerle büyüyen çocuk, bir birey olarak yetişkin yaşamına ulaşabilir. Karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörü ve fedakârlığa dayanan ilişkilerle yetişen çocuklar sağ­lıklı kişilik geliştirirler.

Ailenin çocuk için önemi, sadece onun maddi ihtiyaçlarını karşılamaktan kaynaklanmaz. Çocuğun maddi ihtiyaçları deği­şik şekillerde karşılanabilir. Ancak aile içinde sağlanan sevgi ve güven ortamını başka yerlerde sağlamak oldukça zordur. Çocuk için özellikle anne sevgisi çok önemlidir.

Sağlıklı benlik gelişimi için aileye düşen görevler: Bedensel benliğin oluşumu için çocuğun bedeninin farkına varması sağlanmalı. Çocuğun kendini diğer varlıklardan ayırarak öznel benliğini oluşturması için, çocuk ismiyle çağrılmalı. Benlik saygısı için, sorularına doyurucu ve çocuğun seviye­sinde cevaplar verilmeli. Özdenetim için, kendi düzeyindeki engelle karşılaştırmalı ve müdahale etmemeli. “Biz” duygusunun gelişimi için, çocukların başka çocuklarla oynamasına izin verilmeli. “Öz yeterlilik” için, yapabileceği işlerle yüzleştirerek, yapa­bildiğini hissettirmeli. “Özgüven” için, çocuğu şartsız kabul etmeli, sevmeli.

            “Çocuklar, hiçbir zaman göremeyeceğimiz bir geleceğe ilettiğimiz mesajlardır.”
Geleceğin yetişkinlerini ve geleceğin ailelerini hazırlıyorsunuz. Çocuklarınız ve aileniz için en iyisini yapmanın peşindesiniz.

Mutlu çocuklar yetiştirebilmek görevlerinizden bir tanesidir. Çocuk yetiştirme işini çok onurlu, size bahşedilmiş bir ayrıcalık olarak görmeniz gerektiğini ve bu sorumluluğun sizin yaşamınıza bir anlam ve önem kazandırdığını bilmelisiniz.

Bu gün ailem için neler yapabilirim? Çocuklarımın hangi iyi yönünü ortaya çıkarabilirim? Onları nasıl onurlandırabilirim? Sorularını sıklıkla düşünüyorsanız ve cevaplarını verebiliyorsanız, ideal aile ortamı için harekete geçtiniz demektir.

Anne baba olmak yeterince zor. Anne baba olmanın en zorlu yanlarından biri de, “Yeterince iyi bir anne baba mıyım? sorgulamasıdır.

İçinizi ferah tutun. “Mükemmel anne babalık yoktur” diyor Prof. Dr. Neriman Samurçay ve “Kendini mükemmel sanan anne babalar vardır, ama mükemmel anne babalık yoktur” diye ekliyor.

Leyla Navaro, “Beni Duyuyor musun?” adlı kitabında anne babalara  şu mesajı vermektedir: “İnancımız, mükemmel anne babanın mükemmel çocuk yetiştirdiği değil, mutlu anne babanın mutlu çocuk yetiştirdiğidir”

Mükemmel değil, mutlu anne babalar olunuz!…

Sevgiyle kalın…

Malazgirt’ten İzmir’e

26- 30 Ağustos, zafer günleri… Önceki yıllarda bu köşede, doğup büyüdüğüm İzmir’in kurtuluşunu, büyüklerimden dinlediğim gibi nakletmiştim. Onlar o aşağılık işgali, soykırımı, etnik temizliği, o işgalin gerçek terörünü ve zaferin sevincini bizzat yaşamışlardı, bana, torunlarına anlatırlardı.

Geçen eylüllerde, gün gün Sakarya’yı da anlatmıştım. Stanford Shaw’un, From Empire to Republic ~ İmparatorluktan Cumhuriyete eserindeki olağanüstü anlatımından yararlanarak… Türk Tarih Kurumu’nun, İngilizcesini yayımlamasından neredeyse çeyrek asır geçti. Türkçesi niye çıkmaz, bilemiyorum. Shaw bile tarih olacak. Nitekim ondan nakil yaptığım bir yazıya gelen yorumda, “Shaw pek itibarlı değildir, Stanford’da tutunamayıp Türkiye’ye gelmişti.” mealinden bir hüküm vardı. Okuyucu haklı. ASALA evini bombaladığı için itibarsızlaşmıştı zahir. “Millî mücadele hiç olmadı, denize kimse dökülmedi, şehitliklerin de içi boş” diyen türden biri…

Aman bozkurt olmasın

Benim bu seferki kutlamam 25 Ağustos gecesinden başladı. Günlerce devam etti. 

Daha çok sosyal medyada gezindim. Pek mutlu oldum sayılmaz. Önce rahmetli dostum, ağabeyim Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı’nı aradım. Kader beni sevindirmemeye kararlı herhâlde. Önüme, aklı evvellerin tahrif ettiği mehter icrası marş çıktı. Doğrusu:

Aylardan Ağustos günlerden Cuma

Gün doğmadan evvel iklimi Rum’a

Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

diye başlayan o güzelim destandaki bozkurt, birilerinin bir yerini ısırmış olmalı ki o mısrayı, “Öztürkler ordusu” diye bozmuşlardı. Hangi akılla? Daha önemlisi hangi hakla? Muhtemelen Pentagon’un “bizim oğlanlar”ının etkisinin devam ettiği yıllarda ve mahfillerde olmalı.

Şiir okuyamamak

Sosyal medya turuma devam ettim. Rahmetli Yusuf Ziya Ortaç’ın, çok sevdiğim, Akdeniz’e şiirini buldum:

Yirmi altı Ağustos, gece sabaha karşı,

Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.

Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar,

Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar.

Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı,

Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.

Keşke bulmasaydım. Şiir hatırladığım gibi pek güzeldi… Ama okuyanlar. Kesinlikle karar verdim ki eğitimimiz artık şiir okumayı hiç mi hiç öğretmiyor. Daha doğrusu öğretemiyor. Muhtemelen öğretecek olanlar da öğrenmeden gelmişler oralara. İşte dümdüz, güpgüzel bir hece şiiri. Bazı okuyuşlar, görüntü üstüne haber okuyan ruhsuz spikerler gibi. Bazısı bağırmayı, sesi gırtlaktan hırıltıyla çıkarmayı güzel okumak sanıyor. Ama şiir yok, şiir okumak yok. Eskiden şiirlerimizi tiyatro sanatçılarımız okurdu. Onlar eğitimliydi ve pek güzel okurlardı. Allah rızası için biri, birkaçı Malazgirt Marşı’nı, Akdeniz’e şiirini bir okusa. Öbürleri çekilecektir piyasadan. Yoksa tersi mi olur? Kötü şiir iyi şiiri mi kovar?

Nihayet güzel bir şey buldum. Dr. Selim Erdoğan’ın Türk Tarih Kurumu için yaptığı 16 bölümlük Afyon’dan İzmir’e Adım Adım Büyük Zafer videosu. Dr. Erdoğan kesinlikle prompterden okumuyor. Uzman tarihçilerde gördüğüm, anlattığını yaşama hâli onda da var. Görüyorsunuz ki bozulmuş düşmanlar hiç de yel gibi kaçmamış. Söke söke, kazıya kazıya varmışız Akdeniz’e. İlk bölümün başlığı “Paşa’nın Hayalet Süvarileri”. Benim geçen yıllarda, Holywood’a verseniz bir düzine film çıkarır dediğim, süvari kolordumuzun gece karanlığında Ahır Dağı’ndan geçişi anlatılıyor. Orada, yerinde, Ahır Dağı’nda anlatılıyor.

İhmal mi fukaralık mı?

Yine de beni üzen iki nokta vardı. Erdoğan Hoca şehit mezarlarını da gösterdi. Her muharebenin şehitlerini. Yerde birer taş yığını. Bakımsızlıkları insanın içini yakıyor. Yeni Türkiye mi eski Türkiye mi bu vefasızlığa imza atanlar, hangisi ise ayıptır, günahtır.

İki nokta dedim. Bu güzel çalışma besbelli çok fakir bir bütçeyle yapılmış. Tek kamera. Pek de işinin ehli olmayan bir kameraman. 6. Bölüm 30 Ağustos’u anlatıyor. İlk sahne flu çekilmiş. 15. dakikadan sonra rüzgârın mikrofondaki uğultusundan Selim Hoca’nın dediklerinin çoğu anlaşılamıyor. Işık için bir önlem yok. Yansıtıcı, doldurma ışığı falan hak getire. Zaman zaman askerî harekâtı gösteren hareketli oklar, semboller, hatta dron çekimleri öyle güzel otururdu ki. Eşsiz bir konuya mükemmele yakın bir yapım olurdu. Belli ki Türk Tarih Kurumu’nun parası yok. Acaba Stanford Shaw’u da bu yüzden mi çeyrek asırdır Türkçeye çeviremiyorlar.

Eline sağlık Selim Hoca, teşekkürler Türk Tarih Kurumu. Keşke… Keşke size biraz daha bütçe ayırabilsek.

Tablacı

     Kur’an-ı Kerîm “Fakr” yarasını rızka, nihayetsiz rahmetine ve sonsuz lezzetli ninetlerine arzu duymaya vesîle kılar. Evet, sınırsız rahmet meyvelerine aç olan ruh ve insan lâtifeleri; o nihayetsiz rahmet meyvelerine ihtiyaç hissettikçe; saadet lezzeti daha da artar. “Fakr” hâli, insanı işte bu durumunu giderecek arayışlara yöneltir. 

     Çünkü, ihtiyaç tekrar tekrar kendisini belirtince, lezzet ziyadeleşir. İşte “Fakr”dan böyle bir anlam çıkarmak gerek. Bu yüzden fakrımızla, her zaman iftihar edip, öğünmemiz lâzım.

     Nasıl ki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir halkını zorla bir yere sevketti. Cebren işlerde çalıştırdı. Kesin olarak anlarsın ki, o adam kendi adıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet nâmına hareket eder, devlet kuvvetine dayanır.

     İşte bunun gibi, her şey Cenabı Hakkın nâmına hareket eder.

     Nitekim zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler; başlarında koca ağaçları taşıyor. Dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Yani koca ağaçlar, minnacık çekirdeklerden çıkıyor, açılıp saçılıyor; yine kocaman birer ağaç oluyorlar.

     Demek her bir ağaç “Bismillah” der. Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.

     Demek her bir ağaç, birer tablacı hükmünde. Tablacı ise, üretici değildir. Tablacı, yapan da değildir. Ya nedir? Derseniz. Tablacı, sadece tablacıdır. Yâni üretilen ve yapılan şeyle, alıcı veya ihtiyaç sahipleri arasında aracı olandır.

     Demek ki sebepler: Görünüşü kurtarmak için, birer perdeden ibaret. Sebeplerin varlığı dünyadaki imtihan / sınav sırrından kaynaklanmaktadır.

     Asıl iş gören ezel ve ebed Sultanı olan Allah’tan başkası değil.

     Tıpkı postacının getirdiği parayı, postacıdan bilmediğimiz gibi. Postacı sadece bir aracı.

     Gönderenle gönderilen arasında tablacı hükmünde.

     Bu açıdan baktığımızda, dünyada kim tablacı değil ki? Tabiatın kendisi başlıbaşına büyük bir tablacı sayılır. Allah’ın Cemal ve Celâl isimlerine tablacılık ediyor.

     Âdeta Cemal ve Celâl isimleri ile bizim aramızda tablacılık yani aracılık yapıyor. Bütün varlık âlemini bu mânada düşünebiliriz.

     Nitekim bütün varlık âlemi, Yaratanla İnsan arasında tablacılık yapıyor. Tüm mevcûdât Allah’ın isimlerini aksettiren / yansıtan birer tablacıdır. Bütün varlık âlemi, Allah’ın güzel isimleri ile gözümüz ve kulağımız arasında tablacı değil mi?

      Bütün varlık âlemi Esmaü’l-Hüsna’ya yani Yüce Allah’ın güzel isimlerine tablacılık yapmış olmuyor mu?

     Evet, her bir bostan “Bismillah” der. Kudret mutfağından bir kazan olur ki:

     Çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

     Gerçekten yeryüzü, aynı zamanda bir mutfaktır. Bu mutfakta sayısız ocaklar kurulmuştur.

     Ocakların üstüne “Bostan” denen “Kazanlar” oturtulmuştur.

     İşin tuhafı aynı kazanda binbir farklı yemekler aynı anda, beraberce, yanyana, içiçe pişirilmekte.

     Üstelik birbirine karışmadan, birbirine bulaşmadan.

     Bizler aynı kazanda; bırakın çeşit çeşit yemekler pişirmeyi, aynı kazanda iki çeşit yemeği birbirine karıştırmadan, birbirine bulaştırmadan pişirebilir miyiz?

     “Tabii ki hayır” dediğinizi duyar gibiyim.    

     İnsan bu kadar meziyeti ile beraber bunu başaramıyorsa;

     Kuru bir toprak veya görünüşteki sebepler bunu nasıl başarır?

     Kaldı ki kazanı kaynatacak, yemekleri pişirecek olan ateşi üstten veriliyor.

     Bostan denen kazanlar, binlerce kilometre ötelerden ısıtılıyor.

     İnsan ise ateşi alttan veriyor.

     Halbuki bostan denen kazanların ateşi yukarıdan geliyor.

     Yani Güneşten.

İslâm Felsefesi İlim Dalında Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY    

ile Din – Devlet İlişkisi Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Din ve devlet ilişkisi konusunda zaman zaman şiddetli tartışmalar olduğu görülmektedir. Konu ile alâkalı sorulara geçmeden Din – devlet münâsebetleri hakkında genel bir değerlendirme lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay: Din – devlet münâsebetleri, dâima geniş, kapsamlı ve iddialı bir konu olarak gündeme gelmiş veya getirilmiştir. Böyle çok ihâtalı ve o derecede iddialı bir konuda yapılabilecek şey, bir takım kitaplardan bir takım mâlumatı aktarmak değildir. Diğer ülkelerin olduğu gibi Türkiye’nin de gündemini her zaman işgal eden, ülkemizin sosyal ve siyâsî hayatında mühim bir mesele olarak kendini gösteren bu problem etrafında bazı görüşler ileri sürerek ilgilenen kişileri düşünmeye sevk etmek olmalıdır.

Çetinoğu: Mükemmel bir giriş. Teşekkür ederim. Din ve siyâset münâsebeti her devirde tâzeliğini ve canlılığını korumuştur. Neden?

Prof. Bolay: Çünkü hangi din olursa olsun, dinlerin milyonlarca veya milyarlarca mensubu ve mümini var. Bu durum, siyâset açısından bakıldığında, siyâsetçi için bulunmaz bir hazine, her zaman işletilmeye müsâit çok kıymetli bir mâdendir. Bu mâden târih boyunca çok farklı şekillerde işletilmiştir. Bunun yanında, siyâsetçiler, samîmi dindar oldukları zaman, mensup oldukları dinin inançlarını yaymak vazifesini de üstlenmişlerdir. Bugün İran’da olduğu gibi, doğrudan doğruya din devleti de olabilir, yâni devlet dînî esaslara dayanarak kurulmuş ve tespit edilen dînî ideallere göre faaliyette bulunurlar, Katolik ‘Vatikan Devleti’ gibi.

Çetinoğlu: Söyledikleriniz beşerî dinlerde de geçerli mi?

Prof. Bolay: İster ilâhî dinler isterse beşerî dinler olsun, hepsi şöyle veya böyle siyâsete karışmışlardır ve karışmaktadırlar. Tanrı ve âhiret inancı olmayan Hinduizm ve Budizm gibi beşerî dinler, büyük halk kitlelerine sâhip oldukları için iktidarlar üzerinde kontrolde bulunmak, bu kontrollerini artırmak, daha çok hak ve hürriyet elde etmek için o kitleleri her zaman yönlendirirler. Aynı zamanda dünyâda müminlerini artırmak, daha çok yayılmak ve ideoloji hâline gelerek maddî gelirler de elde etmeyi hedefliyorlar. Fakat bu adı geçen dinlerden ikincisi, ilkine alternatif olarak ortaya çıktığı hâlde, ikisi de ‘kast’ sistemini kaldıramamıştır.

Mûsevîlik’te: İlâhî dinlerden Mûsevîlik, kendisini Yahûdî milletine hasrettiği için o, şeriat devleti olmak mecbûriyetindedir. Zâten târihlerinde Hz. Mûsa, Hz. Hârun, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman gibi bizim de peygamber olarak inandığımız ve sevdiğimiz peygamberler, aynı zamanda devlet başkanları idi. Yâni Hz Mûsa’nın kurduğu devleti asırlarca idâre ettiler. Bu da günümüze İsrail şeriat devleti olarak yansımaktadır. Hem öyle bir yansımaktadır ki, bu şeriat devleti, inançlarına şiddetli bağlılıktan dolayı günlük hayatı da âdeta felç etmektedir. Nitekim günümüzde de cumartesi dînî/resmî tâtil günü (şabat) olarak lokantalar açılmamakta, otellerin asansörleri bile çalışmamaktadır. Yâni inançtan dolayı âdeta hayat durmaktadır. Tevrat’ta bildirilen ‘Arz-ı mev’ud = va’edilmiş topraklar’ı ele geçirmek, bu devletin en büyük ideali ve itici gücü olmaktadır. Dolayısıyla ilâhî din olarak Mûsevîlik, tam bir şeriat devleti kurmuş olup siyâseti yönlendiren en büyük etken olmaktadır. Böylece siyâset dinin tamâmen hizmetinde olmaktadır.

Çetinoğlu: Hıristiyanlıkta durum nasıl?

Prof. Bolay: Hıristiyanlıkta, Hz. İsa’nın hükümdarlığı yok. Zâten peygamberliği üç sene kadar sürmüş. Fakat ‘İktidar tanrı’dan neşet eder.’, ‘İktidar sadece Allah’a âittir ve mevcut olan iktidarlar da O’nun tarafından tesis edilmiştir. (Nur Vergin, ‘Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin Bitmeyen Senfonisi’, Türkiye Günlüğü, S. 72, Ankara 2003, s. 46’dan naklen) diyen havarilerden Aziz Paul (Pavlus) ve arkadaşlarının gayretleriyle, Roma İmparatorluğu içinde Hıristiyanlık hızla yayılmaya başlayınca sırf siyâsî endişelerle imparator, bu dinin yayılmasını destekledi. Böylece Saint Paul, Roma İmparatorluğu’nun gölgesinde kendi Mânevî ve maddî imparatorluğunu kurmanın yolunu açtı. Burada da yine din, siyâsetin hizmetine girmiş olmaktadır.

Daha sonraki asırlarda Hıristiyan âleminde din devletinin değil, ilâhî devletin teorileri yapıldı. Çünkü Hıristiyanlığın, din olarak, bilim, siyâseti ve hayatın her köşesini ilgilendiren hükümleri yok sayılır. Dolayısıyla bunlar üretilmek zorunda idi. Böylelikle sonrada kurulmuş olan Kilise, âdeta yeni bir din oluşturdu. Papalar, iki bin senedir, dünyâ iktidarı peşinde koşup durdular.

St Augustine (354-430), devletin oynayacağı rolün alanını daraltarak ‘devlet, yoldan çıkmış insanların kötü eğilimlerinin önüne geçmesi için ilâhî canipten görevlendirilmiş dünyâya bakan/maddî zorlayıcı bir araçtır.’ (Cameron McDonald, Wes-tern Political Theory, New yok 1968, s. 9’dan nakleden Lokman Tayyib, Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, İlke yay, İstanbul 1996, s.39.) Bu kilise babası, Tanrı Devleti adlı eserinde Dünyâ Devleti’nin Gökyüzü Devleti ilkelerine göre yönetilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu anlayışın Rönesans’tan sonra batı ülkelerinde birçok yansımaları olmuştur.

Dinler Açısından Din-Siyâset Münâsebeti: Din veya dinler açısından bakıldığında ise durum fazla değişiklik arz etmez. Her dinin bir ferdî, bir de sosyal yönü vardır. Her din, bireyden topluma ve oradan da insanlığa hitap etmeyi ve ona ulaşmayı hedef alır. Zira bütün dinler, en ilkel din de olsa, kendi inançlarını yaymak, varlığını geliştirerek korumak ister. Bu da toplumla iyi bağlar kurarak ve yeni müminler, hatta yeni taraftarlar kazanmakla olacaktır. Bunun için halkın ve bütün insanların maddî ve Mânevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni inançlar, yeni fikirler geliştirmesi lâzımdır. Toplumda yerleşmiş yanlış inançları, davranışları düzeltmek, zulme, kötülüklere karşı durup onlarla başarılı mücadele etmek, yoksulun kimsesizin, acın ve fakirin hâmisi olmak, hurafelerden zihinleri arındırmak ve bilhassa adaleti toplumda hâkim kılmak için mücadele etmek gibi hususlar, dinlerin yayılmasının şartlarıdır. Fakat bunların yanında siyâsî kudretin de desteğini almak mecbûriyetindeler. Çünkü siyâsî kudret ve devlet ile çatışmak, devletin o dini yasaklaması tehlikesini getirebilir.

Öte yandan dinler, bilhassa ilâhî menşeli dinler, insanlara günlük meşakkatli ve zevkçi hayatın üstünde ideal bir ahlâkî hayat vaat ederler. Mânevî huzur dolu bu hayatın âhiret uzantısı da düşünülünce, bu idealin gerçekleşmesi için dinler, mutlaka siyâsetin mutlak desteğine ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, din açısından siyâset bir zaruret olarak kendini gösterir.

Siyâsetin yapısında hâkimiyet, hükmetme ve meşrulaştırma esastır. Bu meşrulaştırma evvela, kavramlarda kendisini gösterir. Yâni siyâsî kavramlara siyâsetçiler ve nazariyeciler ihtiyaç duydukları anlamları yüklerler. Bu sebeple siyâsetin belli başlı kavramlarına bir göz atmak yerinde olur. Bunları şöylece tespit etmek mümkündür:

Fert, toplum, iktidar, devlet, meşruiyet, yönetim, hükümet, hâkimiyet, hak, hukuk, kanun, bürokrasi, demokrasi ve tabîi ki laiklik ile milliyetçilik.

Dinler de genel olarak bu kavramlara itiraz etmezler. Büyük dinlerin daha faklı kavramları olmakla beraber, bu kavramların çoğu dinlerin kavramlarıyla örtüşür veya siyâsetle ortak kavramlara sâhiptirler. Meselâ İslâmî siyâset ve devlet yapısında her biri Kur’an-ı Kerîmde, defalarca zikredilen ve mânâları da kolayca anlaşılabilen şu kavramlar var: Tevhîd, bey’at (biat), itaat, hilâfet, şûra, mülk, hüküm/hükmetmek, adalet, velayet, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker, ehliyet ve emanet. Bunlara başka kavramlar da ilâve edilebilir.

Şimdi bu kavramların bazılarına şöyle bir göz atalım:

Fert: Fert kelimesinin mânâsı, bölünmez parça olmakla beraber toplumun bölünmeyen en küçük unsuru olan varlık da fert veya ‘tek insan’dır.

Toplum: Toplum ise fertlerin bir araya gelerek teşkil ettiği canlı ve şuurlu bir bütündür. Fertler nasıl kendilerini yenilemek ve aşmak mecbûriyetinde iseler, toplumlar da fertten daha fazla kendilerini yenilemek ve aşmak mecbûriyetindeler. Aksi takdirde yaşamak imkânına sâhip olamazlar. Yaşasalar bile müstakil ve bağımsız olarak yaşayamazlar. Onlar da dünyâdaki gelişmelere, değişmelere paralel olarak kendilerine lâzım olan uyumu sağlamak ve kendilerini aşmak durumundalar. Bu açıdan toplumlar, insanların emniyetini, temel ihtiyaçlarını sağlamak amacına yönelik olarak faaliyet gösterirler. Böyle bir toplum esas itibariyle ortak bir kültürün eseridir.

Burada sivil toplum ile onun mukabili olan toplumu yâni siyâsî toplumu ayırmak zorundayız. Çünkü sivil toplum, devlet, hükümet, siyâsî partiler ve askeriye gibi resmî-siyâsî güçlerin tesirinden âzâd olmuş toplum demektir.

Siyâset: Siyâset’in değişik târifleri olmakla beraber ‘Devleti her alanda idâre edecek kuralların bütünü’ olarak tarif etmek mümkündür. Siyâsetin yapılabilmesi için uygun ortamın bulunması lâzımdır. Her ne kadar siyâset yapacak ortamı demokratik zihniyet ve anlayışın sağlayacağı ve ancak demokratik bir ortamda siyâset yapılabileceği söylenir durursa da, bundan demokratik zihniyetin olmadığı zamanlarda ve toplumlarda yapılan idârelerin siyâset olmayacağı mânâsı çıkmaz. Şöyle veya böyle onlar da siyâsettir. Siyâset felsefesi, ahlâk felsefesi ve bizzat ahlâkın kendisi gibi, olanı değil, olması gerekeni ele alır. Bu bakımdan toplumların gelecekte nasıl idâre edilmesi gerektiğini ortaya koyabilmek için toplumların dününü ve bugününü de inceleyerek mukayese imkânına kavuşur.

Devlet: Yunan filozofları, umumiyetle, tabiatı icabı, insanın ‘siyâsî bir varlık’ olduğuna kanidirler. İnsan bir devlet içinde yaşamak mecbûriyetindedir. Aristo, siyâsete dair kitabının baş taraflarında, devletin, ‘tabiatın maksatsız hiçbir şey yapmadığı teo-lojik bir sürecin mahsûlü’ olduğunu söyler. Ona göre devlet, en yüksek iyiliği hedefler. Bu sebeple de devlet, insanını, toplumların ve insanlığın kemâle/olgunluğa ve mutluluğa ulaşabileceği yerdir. Yâni devlet, ferdin maddî ve Mânevî her türlü tatmine ulaştığı yer olarak görülmüştür. Devlette temel olan meşrûiyettir. Bu meşrûiyet içeride millet tarafından ve hukukî kurumlarca dışarıda ise yabancı ülkelerce kabul görmek suretiyle kendini gösterir.

Çetinoğlu: Batı’da devlet-din münâsebetlerine bakabilir miyiz Hocam?

Prof. Bolay: Avrupa ülkelerinde devlet anlayışı daha çok Rönesans’tan sonra gelişmeye başlamıştır. Bu cümleden olarak ortaya çıkan siyâset felsefeleri, din-devlet münâsebetlerini farklı şekillerde ileri sürmüşlerdir. Bossuet, Calvin ve Luther gibi papaz-ilâhiyatçı nazariyecilere göre, devletin dinden müstakil bir varlığı yoktur. Dolayısıyla devlet âdeta bir ‘Kilise devleti’dir.

Makyavel, Hobbes, Montesquieu ve Rousseau gibi siyâset filozoflarına göre de devlet, dini emri altına almalı ve din mutlak surette devlete tâbi olarak onun emrinde olmalıdır. Hobbes, dinin kişiye olduğu kadar topluma ve devlete de lâzım olduğuna kanidir. Bundan dolayı dini ve dînî hayatı devlet belirlemelidir. Mühim olan dinin devlet için bir tehdit ve tehlike olmaktan çıkarılmasıdır. Bunun için din işleri ile siyâsî işleri tanzim etme hakkı birbirinden ayrılmamalıdır. Bunun neticesi olarak da ‘Devletin hizmetinde ve emrinde bir Kilise’ anlayışı kendini gösterir. Rousseau’ya göre de din siyâsetin yedeğinde ve onun güdümünde olmalıdır.

Çetinoğlu: Din-devlet ilişkilerinin uzaktan görüldüğünden daha netâmeli bir konu olduğu anlaşılıyor. Hegel’in de bu konuda beyanları var…

Prof. Bolay: Almanların ve batının büyük filozofu sayılan Hegel ise devleti, mutlak din dediği Hıristiyanlığın Tanrısının yeryüzündeki tek ve en büyük temsilcisi saydı. Bu temsilciği de Alman milletine ve devletine hasretti. Ona göre dünyâyı idâre etmesi gereken ‘Cermenlik ruhu’dur.

Çetinoğlu. Dünyânın sonunu getirecek cihan savaşına sebebiyet verecek bir iddia. Bu düşünceyi destekleyenler de karşı çıkanlar da vardır mutlaka…

Prof. Bolay: Sosyolojinin ve pozitivist felsefenin kurucusu olan Auguste Comte ‘Pozitivizmin İlmihali’ adıyla dilimize çevrilen ve Millî Eğitim Bakanlığı’nca iki defa basılan kitapta şöyle veya böyle ruhbanlığın bulunmadığı bir toplumun kendi kendisini idâme ettirmesine ve gelişmesine de imkân olmadığını bildirir. Her türlü metafiziğe savaş açmış olan bu filozofun, Tanrı’nın yerini ebediyen beşeriyetin aldığını söylerken toplumun mevcudiyetini ve gelişmesini ruhbanlığa bağlaması şaşırtıcı değil midir? Artık insanlık ve toplum tanrılaştığına göre, din de onların tespit ettiği amaçlara ulaşmakta sadakatle hizmet verecektir. Toplumların ve insanlığın ilerlemesi de inancın ve bu yeni dinin gölgesinde ve refakatinde gerçekleşecektir. Tabii ki bu anlayışta ‘Allah’ın rızâsı’ değil toplumun ve yeni tanrı olan insanlığın rızası esas olmaktadır.

Liberalizmin babası sayılan İngiliz filozofu John Locke (1632-1704) Treatise of Civil Government (New yok 1968, s. 88) adlı eserinde devletin nihaî gayesinin ‘insanların hayatlarının ve refahlarının korunması’ olarak belirtmektedir. Gerçi o da din ile siyâsetin ayrılmasını, kilise’nin devlet karşısında bağımsız kılınmasını istemiştir. Fakat o dönemde bu fikrin bir yankısı olmamıştır. Gerek Augustine gerekse J. Locke, devlete koruyuculuk rolü biçmektedirler. Bu da müspet olmakla berâber sınırlı bir roldür. Halbuki İslâm’da devletin rolleri arasında koruyuculuk olmakla birlikte ‘takva’ sâhibi insanların yetiştirilmesi, Emr-i bil ma’ruf ile sosyal açıdan kontrol edilmesi ve böylece iyi ve huzurlu bir hayatın teşvik edilerek yaygınlaştırılması, böylece Müslümanların âhiret hayatının huzurlu olarak hazırlanmasının şartların hazırlamak vardır.

Çetinoğlu: Sözün burasında; İslâm’da devletin gayesinin ne olduğunu sorabilir miyim?

Prof. Bolay: Bu soruya Âl-i İmran suresinin 103-104. âyetlerina dayanılarak cevap verilebilir: ‘Müslümanların birliği ve iş birliği için bir çatı sağlamak; sınırları korumak, barışı tesis etmek, insanların ortalama hayat seviyelerini yükseltmektir. Onları her türlü baskıdan, zulümden uzak tutmak, dengeli bir sosyal adâleti tahakkuk ve tekâmül ettirmek eşitlik ve adâleti sağlayan, kötülüğe karşı iyiliğe çağıran, yanlışa karşı doğruyu savunan bir topluluk meydana getirmektir. Muhammed İkbal’le beraber İslâm’da devletin maksadı: ‘İslâmî ilkeleri kabul etmek ve târihteki belirli insan örgütlenmelerinde gerçekleştirmektir.’

Çetinoğlu: Hepsi bu kadar mı?

Prof. Bolay: İslâm’da devletin amaçları bunlardan ibâret değildir elbette. Bu saydığımız gayeler kadar hattâ onlardan daha mühimi, müminlerin âhiret hayatındaki ebedî kurtuluşu ve huzurunun temin edilmesi yolunda gereken şartların hazırlanmasıdır. Bu gaye, büyük bir önem arz etmektedir. Zira İslâm’da siyâsetin ve devlet anlayışının zarûreti burada kendini göstermektedir.

Günümüz devlet anlayışında böyle bir gaye yer almaz. Çünkü modern devlet anlayışı, laik, maddeci veya ateist temellere dayanır. Hıristiyanlar ve Mûsevîler âhirete inanmakla birlikte batı dünyâsında gelişen ve yerleşen devlet kavrayışında insanların ebedî hayatı kazanması için bir endişe ve bu yolda bir gayrete yer verilmez.

Devlet kavramına Kur’an’da ve Peygamberimiz döneminde rastlanmaz. Kur’ân-ı Kerîm sâdece teşkilatlı otoriteden bahseder, bu da hâkim olan otoritenin menşei olarak bizzat Allah’a âittir. ‘Devlet’ kavramı ilk defa Abbasî devletinin kuruluşu sırasında bu yeni devlet için kullanıldı Yâni Emevîler bile bu tâbiri kullanmamışlardı. Bu kavram, genel olarak, otorite ve idâre anlamlarını ihtiva etmektedir.

Çetinoğlu: Modern anlayışa göre devlet farkı târif edilmektedir…

Prof. Bolay: Modern anlayışta devlet, genel olarak ‘Sınırları belli bir toprak parçası üzerinde teşkilatlanmış ve bağımsız bir hükümete sâhip olup mensubu bulunduğu toplumun idârecisi ve temsilcisi olan topluluktur.’ Şeklinde târif edilir.

Çetinoğlu: İktidar’, ‘meşruiyet’, ‘demokrasi’ ve ‘laiklik’ kavramları da söz konusu. Bu kavramlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Prof. Bolay: ‘İktidar Devletin hâkimiyet kurma, toplumun kendi irâdesini hâkim kılma kudretidir. İktidarsız devlet olmaz; ama iktidara gelmek, her zaman, devlete tam hâkim olmak anlamına da gelmez.

Meşruiyet İktidara gelişin veya iktidarın; hukuk kaidelerine ve kanunlara uygun bir zemine sâhip olması, dolayısıyla devletin ve hükümetlerin hukukî dayanaklarının bulunması, bu dayanaklardan destek ve kuvvet almasıdır.

Meşruiyet, iktidara gelişin hukuk kuralları içinde olması ise meşruiyetin ölçüsü de kanun hükümlerine uygun iktidar olduktan sonra bu kural ve yasa hükümlerine uygun olarak devleti ve ülkeyi yönetmedir.

Milletin ve yabancı devletin bir devletin varlığını kabul etmesiyle meşruiyet ortaya çıkar. Milletin egemenliği yerleşince ve perçinleşince devlet ancak meşruiyet ve yapı kazanır.

Demokrasi Çağımızda demokrasi kavramı, boyuna içi değişik şekillerde doldurulan ve boşaltılan bir kavram olarak kendini göstermektedir. En geniş manâsıyla siyâsî iktidarın halkın iradesine dayandığı idâre şeklidir. Çağdaş demokrasilerde şu üç ilke hâkim unsurlardır:

1-Çoğunluğun yönetim hakkı, 2- Siyâsî eşitlik, 3- Azınlığın çoğunluğun baskısından ve zulmünden korunması.

Son ilkenin gerçekleşmesi için hâkimiyetin/egemenliğin yürütme, yasama ve yargı hâlinde kuvvetler ayrılığı ilkesine göre bölünmesi ve bu üç kuvvetin birbirini denetlemesi gerekir.

İslâm dünyâsında, önceki dönemlerde demokrasiden bahsetmek mümkün görülmüyor. Bu da daha çok 19. asırdan itibaren geliştirilen bir kavram sayılır. Ama Osmanlıda Nâmık Kemal, demokrasi yerine ‘Bey’at/biat’ kavramını kullanıyordu. Gökalp ise demokrasi karşılığı ‘Halkçılık’ kavramını geliştirmişti.

Laiklik Bu kavram da esas olarak batıdan gelişerek yerleşmiş bir kavramdır. Belki de dini en çok ilgilendiren kavram budur. Bizde ‘laicite’ ve ‘laisizm’ dâima karıştırılmış olmakla beraber kavramın târifinde de bir türlü ittifak sağlanamamıştır. Sağlanması da mümkün değildir, böyle bir şey de beklenmemelidir. Çünkü muhtelif devletlerde bu kavrama yüklenen mânâlar, dâima değiştiği gibi uygulamalar da değişmektedir. Bu bakımdan laiklik ‘Din ve devlet işlerinin ayrılması, özellikle bizde, dinin devlet işlerine karışmaması, devletin dinlere eşit mesâfede durması’ gibi târifler, yanlış anlamalara ve yanlış uygulamalara meydan vermiştir. Çünkü din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin toplum dışı bırakılmasına yol açtığı gibi, devletin dinin her alanına müdahale etmesine ve dini istediği gibi şekillendirmeye yol açmıştır. Devletin dinlere eşit mesâfede durması ise bir kandırmaca olup aslında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir anlayıştır. Çünkü her iktidar, oy aldığı büyük kitleyi her şeyden daha çok kollamak ve onların ihtiyaçlarını öncelikle karşılamak durumundadır. Başka oyları kazanmak için uğraşmaktan evvel kendi taraftarlarını kaybetmek ve muhafaza etmek mecbûriyetindedir.

Laiklik için aslında modernite ile ilgili olduğundan aydınlanmadan bu tarafa gelişen anlamıyla ‘Muteal’in mündemiç kılınması’dır demek daha doğru olur. Ülkemizde devlet, nüfusunun % 99’u Müslüman bir ülkenin devleti olduğu hâlde ve siyâsîler, Müslüman olmakla beraber, İslâm’dan dâima korkmuşlar, dolayısıyla Müslümanlığa ve Müslümanlara dâima baskı uygulamışlardır. Buna mukabil Türkiye deki İslâm dışı inançlara ve diğer dinlere dâima müsamaha gösterilmiş ve onların gelişmesi şöyle veya böyle desteklenmiştir. İslâm ve Müslümanlar, dün olduğu gibi bugün de potansiyel tehlike olarak görülmüştür. Bundan dolayı Prof. Dr. Osman Turan merhum: ‘Durum batı ülkelerinde farklıdır. Katolikliğin hâkim olduğu bir ülkede mesela İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerde Protestanlık gelişemediği gibi, Protestan bir Prof. Katolik okuluna veya üniversitesine tâyin edilemez. Katolik olmayan bir siyâsetçi kolay kolay iktidara gelemez. Durum Protestan olan ülkelerde de farklı değildir. Dolayısıyla her dine aynı mesafede durmak sözü bir aldatmacadan ve bir masaldan ibarettir.’ diye yazmaktadır.

Çetinoğlu: ‘Laiklik’ kavramının bizdeki durumuna da kısaca göz atarak bu muhteşem röportajı bitirebilir miyiz Efendim?

Prof. Bolay: Eğer laiklik, başka inançlara saygılı ve hoşgörülü davranmak ise, bunu İslâm dünyâsı, medeniyeti ve özellikle Selçuklu, Osmanlı asırlarca en iyi şekilde uygulamıştır. Batı dünyâsı, Avrupa Parlamenterler Meclisi, bu konuda örnek vermek mecbûriyetinde kalınca Endülüs İslâm devletinin ve Osmanlının uygulamalarını örnek göstermek durumunda kalmaktadır. Çünkü onların târihine böyle bir örnek yoktur. Hattâ liberalizmin babası sayılan John Locke, 17. asırda ilk defa bir ‘Hoşgörü Risalesi’ yazmak ihtiyacını duymuş, fakat risâlesinde Katoliklere ve ateistlere mahkemede şâhitlik yapma hakkı tanımamıştır. (Bu risale dilimize de çevrilmiştir.)

Fransız araştırmacı Gilles Keppell ve 10 arkadaşının on sene süren araştırmaları neticesinde, Türkçeye ‘Tanrının İntikamı’ adıyla çevrilen bir kitap yazmışlardır.  Keppell’in bildirdiğine göre: 1975’ten beri Yahûdîler, Hıristiyanlar, bilhassa Kuzey Amerika Protestanları ile bir kısım Müslüman gruplar, yüz binlerce laiklik aleyhtarı yetiştirerek laik idâreleri yıkmak ve laik idârelerden Tanrı’nın intikamını almak için mücâdele etmektedirler.

Çetinoğlu: Son cümlenizi bir başka röportajda mercek altına almak isterim. Efendim, zaman ayırdığınız, fevkalâde yeni ve alâka çekici bilgiler verdiğiniz için teşekkürlerimi sunarım. Sağolunuz.

SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY      1937 yılında, o dönemde Konya’nın, günümüzde ise Karaman’ın ilçesi olan Ermenek’te doğdu. İlkokulu Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Bolay kasabasında, ortaokulu ve liseyi Konya’da, üniversiteyi Ankara’da okudu.       Türkiye’de felsefe ilminin gelişimine önemli katkılar sağlamış isimlerden birisidir. Bugüne kadar çok sayıda eser sunan ve eserleri ile önemli çalışmalara imza atan Süleyman Hayri Bolay, dini konulara da farklı bir yaklaşım açısı ile bakmıştır. Başta İslam Felsefesi olmak üzere Batı Felsefesi, Osmanlı Düşünce Hayatı gibi konular üzerinde önemli eserler yazdı.      1961 – 1969 yılları arasında öğretmenlik yaptı. Askerlik vazifesini ifa ettikten sonra 1971’de Ankara Üniversitesi Felsefe Târihi bölümünde asistan oldu. 1975’te doktor, 1980’de doçent unvanlarını aldı.  Sorbon Üniversitesi’nde araştırma yaptı. 1982 yılında Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan yardımcılığına tâyin edildi. 1987’de Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe Târihi profesörlüğününe getirildi. 1996 yılında Gazi Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı yaptı.      Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücâdelesi, Felsefe Dünyasında Gezintiler, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Kur’an’da İman ve Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme, Tanzimat’tan Günümüze Türk Düşünürleri isimli eserleri yayımlandı. 

Satır Aralarından Anladığımız! Bir 30 Ağustos Çıkarımı…

Türk Milleti, kendisine unutturulmak istenen bir dönemin bayramı ve zafer günü olan 30 Ağustos’u, bir kez daha gurur ve sevinçle idrak ediyor.

İşte böylesine milli bir karakter taşıyan bayram gününde, bizde satır aralarında gezerek, Türk Milleti adına gerçekleri yakalayabilirmiyiz dedik…

Araştırmacı – yazar Aytunç Altındal 29 Ağustos 2013 günü Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında ilginç tespitler yapıyor. Bunlardan bazıları şunlar; “Türk halkı denen amorf yapı, zaten birçok tarihi olayın iç yüzünü bilmez… Dünyada hiçbir halk olayların iç yüzünü bilmez. Zaten bilmesi de gerekmez, halkın ilgisini çeken ya futbolcudur ya da sinema oyuncusu bilmem kimdir. Onun don giyip giymediği, kimlerle yatıp kalktığı daha önemlidir…”.

Burada hem bir aşağılama hem de bunun yanında doğru tespitler bulunmaktadır.

Aytunç Altındal; Türk Milletinin “amorf” bir yapı içinde olduğunu söylüyor. Amorf demek; şekli olmayan, biçimsiz olan, sürekliliği bulunmayan, tanımlanması zor, dağınık, belli bir düzene sahip olmayan anlamlarına geliyor. Benim bunu, Türk Milleti açısından kabul etmem mümkün değil. Ancak ne yazık ki Türk Milleti, Altındal’ın kast ettiği gibi olmasa da böyleymiş gibi bir görüntü vermektedir. Bu sebeple, Türk Milleti, içinde bulunduğu durumu iyi görmelidir…

Yine Altındal: “Ben “1980’lerde CIA, Ankara’dan İran ve Irak darbeleri düzenledi ve başkan Roosvelt’in oğlu Kermit Roosvelt Türkiye’den bu işleri yönetiyordu” diye yazdığım zaman; Türk halkı “Olmaz öyle şey” dedi ama o zamanlar MİT’deki maaşların bile CIA tarafından ödendiğini bilmiyorlardı…”. Altındal bunları 1980 için söylüyor. Ben de yazdıkça ve konuştukça “Olmaz öyle şey” tepkileri alıyorum. Bu da bize, gelişmelerin kendisinden gizlendiği anlaşılan Türk Milleti’nin, halen akıl gözünün açılmadığını gösteriyor…

30 Ağustos elbette bir zaferdir. Ancak bugün kendimize sormamız gereken sorular; “bu zaferle elde ettiklerimizi koruyup koruyamadığımız ile gelecekteki akıbetimizin ne olacağıdır”.

Bu soruları doğru cevaplayabilmeniz için, size Türkiye’nin başına gelen bazı olaylardan bahsetmek istiyorum.

Türkiye’de, 1923 ile 1950 yılına kadar muazzam bir havacılık sanayisi oluşmuştur. Hatta 1950 yılında Türk mühendis ve teknisyenlerinin yaptığı ve Danimarka’ya sattığımız THK – 5 ambulans uçağı, 1961 yılına kadar uçmuştur.

Ancak uçak ve uçak motoru fabrikamız “siz tarım ülkesisiniz” denilerek traktör ve tekstil makineleri fabrikalarına sonrada malzeme deposuna dönüştürülmüştür. Ve sonraki yıllarda bugünde devam ettiği gibi Amerika ve Avrupa’dan uçak alma yarışına girilmiştir. THY’nin büyümesi nedeni ile ABD ve Avrupa’ya ödenen milyar dolar uçak paralarını bir düşünün!

Türkiye’nin 1950 yılından sonra yön değiştirmesinde; Hilts, Baker ve Thornburg adı verilen raporların büyük etkisi vardır.

ABD Federal Kara Yolları Bürosu Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in adını taşıyan raporda “Türkiye’nin demiryolundan vazgeçmesi ve öncelikle karayollarını yapması” telkin yada başka bir deyişle dikte edilmiştir.

Dünya Bankası yöneticisi Baker’in adını taşıyan rapor ise savaştan yeni çıkan Avrupa’nın gıda ve hammaddeye ihtiyacı olması sebebiyle, Türkiye’nin Avrupa’nın tarım deposu olacağı varsayımına yönelik olarak Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçerek tarıma yönelmesini emretmiştir. Sözde Türkiye, Avrupa’nın tarım ihtiyacını karşılayacak, Avrupa ise Türkiye’ye sınai mallar ihraç edecektir. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Dış ticaret açığımızın ulaştığı rakamlar korkutucudur.

Üçüncü rapor ise 1949 – 1950 yıllarında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda petrol danışmanı olan Max Weston Thornburg’un adını taşıyan rapordur. Bu Thornburg’un 1956 yılında Başbakan Menderes’in danışmanı olduğu birçok yerde yazılmıştır. Thornburg’un başında bulunduğu heyetin raporun da “özelleştirmelerin önünün açılmasından, Sümerbank, Etibank, Karabük Demir – Çelik gibi kuruluşların satılması veya tasfiye edilmesi gerektiğinden, uçak ve uçak motoru fabrikalarının kapatılmasından” bahsedilmektedir. Ne kadar tanıdık ve bildik talepler değilmi?

Bu raporları yazan Hilts, Baker ve Thornburg’lar; tehdit ile bu raporlardaki hususların hemde Türk Milletinin aleyhine olmasına rağmen hayata geçirilmesini sağlamışlardır. Acı olan ise, Türkiye’yi yönetenlerin, bu yabancıların baskı ve tehditlerine boyun eğerek, raporlarda yazan hususları yaşama geçirmeleridir.

Soruyorum size, tarih 30 Ağustos 2013, değişen ne var?

Bu gerçekleri bilmeden ve anlamadan “Zafer Bayramı” kutlasak ne olur kutlamasak ne olur?

Millet olarak, içeriden ve dışarıdan hakarete uğruyoruz. Zafer Meydanlarında kan dökerek vatanı bize emanet eden ecdattın yüzünü kara çıkartıyoruz. Sonra da hamasetle Alparslan, Fatih, Mustafa Kemal diyoruz!

Ben hepinize söylüyorum ki; uyanık, mücadeleci, şuurlu ve gerçekten 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlamayı hak edenlerin bayramı kutlu olsun… Diğerleri Aytunç Altındal’ın dediği gibi zaten bir şey bilmezler ve bilmeleri de gerekmez!!!  Öyleyse kutlanacak bir şeyleri de yoktur.