17.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 4

Milletin Hâkimiyeti

     Milletin hâkimiyet ve egemenliğini; efkâr-ı umumiye / kamuoyu temin eder ve sağlar. Bunun amansız düşmanı ise, istibdattır. Ancak istibdadı devam ettirmek ve sürekli kılmakla, bu hâkimiyet son bulur! İhtilâfı ilka / fikir ayrılıklarını telkîn edip aşılamak sûretiyle, bu millet hâkimiyet ve egemenliği yara alır. Efkâr-ı umumiyeyi / kamuoyu ve umumun düşüncelerini; tefrika ve bölünmelere uğratmakla, bu hâkimiyet kararmaya başlar!

     Ayrıca, efkâr-ı umumiyeyi aydınlatan maarifi sona erdirmek, cahillik ve bilgisizliğin yayılmasına yardım etmekle; millet hâkimiyeti sönmeye yüz tutar!

     Milletin toplumsal hayatının kefili ve hukukunu muhafaza edip koruyan ise efkâr-ı umumiyedir.

     Bunu temin edecek olan da, ittihad / birlik beraberlik içindeki efkâr-ı umumiyenin keskin kılıcı, yol gösterici rehberi / kılavuzu olan maarifi / eğitim ve öğretimi sağlayacak olan kurumlardır. Ancak, bu tesis ve kurumlarla, hâkimiyeti devam ettirmek ve başarı göstermek mümkün ve olasıdır.

Saat  Ne  Diyor?

     Öğretmen bir vesîle ile öğrencilere, duvardaki saati göstererek sordu:

   – Çocuklar! Saat durup usanmadan, devamlı olarak ne diyor?

     Öğrenciler, bu soru karşısında tuhaf tuhaf birbirlerine baktılar! Şaşkınlık gösterdiler! Tabii ki, bu soruya bir anlam veremediler. Acaba ne demek istemişti öğretmen?

     Öğrencilerden biri, çekine çekine:

   – Hocam bu ne biçim soru?

     Başka biri:

   – Hocam! Saat hiç konuşur mu?

     Diğer biri:

   – Hocam, ne demek istiyorsunuz?

     Bir başkası:

   – Cevabı verilemeyecek soru sorulur mu?

     Öğretmen, bu sorulmaz soruyla herkesi şaşırtmış, düşünmelerine yol açmış! Fakat, istediği cevabı alamamıştı! Öğrencilerin meraklı bakışları, heyecanlı bekleyişleri karşısında, yavaş yavaş konuşmaya başladı:

   – Sevgili çocuklar! Elbette saat konuşmaz. Fakat bir de hâl dili vardır. İşte duvardaki saat, hâl diliyle konuşuyor ve “İnsan! İnsan!” diyor! Çünkü saat, saat oluşunun farkında değildir. Niçin yapıldığını ve işlevini bilmez. Yine de “Tik Tak, Tik Tak!” sesleriyle, insana zamanı bildirmekte. Lâkin bu yaptığının farkında olmayışı; görevini yapmaya engel olmaz.

   – Evet çocuklar! Saati, zamanı bildirsin diye İNSAN yapmış, İNSAN kurmuş  ve çalışmasını İNSAN sağlamıştır. Saatin bütün bunlardan gafil oluşu; vazîfesini yapmasına mani’ ve engel değil. Demek ki ne diyormuş saat?

     Bütün sınıf, tek bir ağızdan, sanki haykırdı:  

   – “Saat hâl diliyle ‘İNSAN! İNSAN!’ diyormuş öğretmenim.” dediler.

      Öğretmen, konuyu şu sözlerle tamamladı:

    – Evet sevgili çocuklar! Kâinattaki tüm varlıklar, ister canlı ister cansız olsunlar; yaratılmış olduklarından ötürü, lisân-ı hâlleri / hâl dilleriyle hepsi bir ağızdan “ALLAH! ALLAH!” diyerek, Yüce Allah’ı tesbîh ederek zikredip anmaktadırlar. Demek ki, Yûnus Emre’nin:

     Cennet Cennet dedikleri

                                                                Birkaç köşkle birkaç huri    

                                                                İsteyene ver anları

  Bana Seni gerek Seni

      Demesi boşuna değilmiş.

Ah Kıbrıs Vah Kıbrıs!

“Bana soruyorlar ne olacak bu Kıbrıs’ın hali diye oysa ki ben bu yazıyı Aralık 2015’te yazmışım. Dikkatli okursanız değişen bir şey yok!

Türk düşmanları her zaman ve her yerde olduğu gibi yine ayağımızı kaydırmaya çalışıyorlar… İçeride tribünlere uluslararası arenada ise aleyhimize çalışan bir dış politika anlayışımız var… Türk devletlerinin Kıbrıs’ın Güneyinde elçilik açmasını herkes kendine göre değerlendiriyor ama Türk’ün lehine pek yorum yapan yok gibi! Ne ise tam 10 sene önce yazdıklarıma dönelim… Bizim cenahta bu konuda da bir değişiklik yok!”

Şimdi küresel güçler (bugünde öyle) Kıbrıs’ı yine masaya yatırttı. Bizimkilerin eli çok zayıf. Olmayan bir Kıbrıs sorunumuzdan kurtulmaya çalışıyorlar. Tıpkı 100 küsur sene önce Balkan sorunundan kurtulmaya çalışan Osmanlının yöneticileri gibi! Tarih yine tekerrür mü, edecek? Ona siz karar vereceksiniz!

“Türkiye’nin başı, Güneydoğu’da yoğun bir çatışma süreci yaşanan PKK ile dertte…” (Günümüzde de PKK ile müzakere edilmeye çalışılıyor)

Türk Milleti de haliyle buraya odaklanmış durumda ama etrafında en az bunlar kadar önemli gelişmeler oluyor. (Bugün Türk Milletinin nereye odaklandığı belli değil)

Bunlardan ikisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden vazgeçilmeye çalışılması ile Ege Denizindeki Türkiye’ye ait adaların Yunanistan tarafından işgaline göz yumulmasıdır. Yazımızın konusu olmayan ama dikkatinizi çekmek istediğim üçüncü bir konu ise Bulgaristan’daki Türk siyasetinin (HÖH), düşürülen Rus uçağı bahane edilerek parçalanmak istenmesidir.

Benim çocukluğum, Kıbrıs için söylenilen “Ya taksim, ya ölüm” ya da “Kıbrıs’ı satanı bizde satarız” sloganlarını dinlemekle geçti.

Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında; günlerce yapılan karartmayı ve evimizin pencerelerini defter kaplama kâğıdı ile kapatışımı asla unutmam.

Rahmetli Turan Güneş’in, “kızı Ayşe’yi tatile çıkartışı”da hafızamdan hiç silinmez.

Yine rahmetli olan “Büyük Türk” Rauf Denktaş’ın mücadelesi, bizim Kıbrıs için düşündüklerimizin rehberidir. Keza diğer Kıbrıslı Türkler içinde aynı şeyleri düşünür ve hissederim.

Kıbrıs ve Kıbrıslı Türkler, Türk Milleti için çok önemlidir ama esas olan Kıbrıs’ın kesbettiği stratejik önem Türkiye için daha da çok önemlidir.

Kıbrıs’ı kaybederseniz, Doğu Akdeniz’e çıkamazsınız. O bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarında hak iddia edemezsiniz. Dahası Türkiye’de evinizde rahat oturamazsınız! Bu o kadar önemli mi derseniz, size yediğiniz ekmek ve içtiğiniz su kadar önemlidir cevabını veririm.

Ve bu önemde bir Kıbrıs, malum güç ve kişilerce Rumlara verilmek üzeredir (Bugünde öyle mi acaba demeden edemiyorum) Hem de Denktaş’ın; Mehmetçiklerin ve Lala Mustafa Paşa’nın leventlerinin kemiklerini sızlatırcasına!

Ege’deki adaları teslim edişimiz, Girit’ten bu yana günümüze kadar olan süreçte politikalarımızın değişmeden devam ettiğini gösteriyor… (Yani hep veriyoruz bakalım nereye kadar!)

Bu nasıl bir ihanettir ki, Türk vatanı Anadolu’ya yapışık Sakız, Rodos, İstanköy, Meis, Simi, Midilli gibi adalar Yunanistan’a peşkeş çekilip durdu…

Şimdi bunlara 18 ada daha eklendi. Türkiye tarafında, medya ve siyasette “çıt” yok… Sen git bakalım Yunan hükümranlığında olan adaları işgal et, dünyanın nasıl ayağa kalktığını gör!

Bu adaların işgal edilmesi önemli mi? Hem de çok önemli… Birincisi Ege Denizi bir Yunan Denizi haline geliyor. İkincisi tartışmalı olan kıta sahanlığı meselesi nedeni ile Yunanlılar topraklarımız üzerinde hükümranlık iddia etme hakkına kavuşuyor. Üçüncüsü yeraltı ve yerüstü zenginlikler Yunanlıların eline geçiyor.

Ege’deki adaların Yunanlılara terki ile KKTC’den vazgeçilmesi, Akdeniz ile Ege Denizi’ni Türkiye’ye kapatıyor. Ve böylece üç tarafı denizle çevrili olan bir Türkiye kara devletine dönüşüyor.

Yani Türk Milletinin varlığı ve istikbali açısından çok önemli bir konu!

Yeterince tartışıyor muyuz? Gündem oluşturuyor muyuz? Siyasal tepki veriyor muyuz? Güvenliğimizi sağlamakla görevli Türk Silahlı Kuvvetleri ne yapıyor? Bu ve benzeri sorulara ne yazık ki, müspet cevaplar veremiyoruz.

Keşke 40 yıl önce olduğu gibi “Kıbrıs’ı ve Adaları, Rumlara (küreselcilere) satanı biz de satarız” diye haykırabilecek durumda olsaydık. Ama görüyoruz ki, çoğunluğun böyle bir sorunu yok. Biz anlattık belki sizin bundan sonra olur!

Bunları ön yıl önce yazdım ama bizim cephede bir değişiklik yok! Bir avuç Türk direniyor o kadar!

   “Saygınlar Kulübü” Dolayısıyla

                       Milliyetçilik duyguları yüksek bir arkadaşım, memleketimiz siyasilerinin, eğitimcilerinin söylem ve uygulamada, kendisine göre, yaptıkları yanlışlıklar üzerine atıp tutuyor, ahkâm kesiyor. Ben de onu dinliyorum. Benden istediği sert desteği alamayınca “Benim için fark etmez kardeşim, benim gideceğim yer var, Batum’a giderim.” deyiverdi. Ben de “Benim de var, Azrail’in geldiği o son dakikada, bu toprakların bağrına gideceğim.” diye cevap verdim.

                       Yorum sizin.

                       Bu ülkede güzel işler de yapılıyor, çünkü güzelliği yayan güzel insanlar da var. Kötümserlik adına birbirimizi doldurmayalım.

                       Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Sağlık ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı bünyesinde bir kulüp kurulmuş. Adı, “Saygınlar Kulübü”. Bu Kulüp’e altmış yaş üstü herkes üye olabiliyor ve kulübün etkinliklerine aktif ya da pasif olarak katılabiliyormuş. İzmit’in en gözde lokasyonunda kaliteli bir mekân inşa edilmiş. Ziyaretçilere çay, kahve ücretsizmiş.

                       Geçtiğimiz hafta kulübün açılışı ve tanıtımı yapıldı. Belediye adına, başkan Doç. Dr. Tahir Büyükakın konuştu, saygınlar adına da benden bir konuşma istendi. Başkan, Kulüp’ün gereğinden ve muhtevasından söz etti. Verilen bilgiye göre, Kulüp bünyesinde “Akademi Topluluğu”, “Yeşil Sevenler Topluluğu”, “Kültür Sanat Topluluğu”, “Dede-Nine Torun Topluluğu”, “Beş Çayı Topluluğu”, “Sağlıklı Yaşam Topluluğu” adlarıyla birimler oluşturulmuş. Bu toplulukların altında başka başlıklarla çok sayıda üniteler belirlenmiş. Her birim, karşılık bulsun istenmiş, kişilerin bireysel ve sosyal ihtiyaçları düşünülerek tespit edilmiş.

                       Bir tarafta Saygınlar niteliğiyle 60 yaş üstündekiler ve diğer tarafta yöneticiler olduğu için hitabetimi bu çerçevede belirledim. Yapılan yatırımın küçümsenmeyeceğini, oldukça nitelikli, taktire ve teşekküre değer olduğunu vurguladım. Özellikle yöneticilere hitaben “istiridye avcılarına ihtiyaç var” diyerek istiridyelerin hayatını anlattım:

“Bilindiği gibi istiridye denizin diplerinde yaşar, Besin almak ve teneffüs etmek için kabuklarını açmaları sırasında içlerine deniz kumu girer ve kumlar istiridyeye acı verir. İstiridye, salgıladığı sedef sıvısıyla bu acıyı hafifletmek ister. Sedefle sıvanan kumlar inciye dönüşür. İstiridyeyi değerli kılan işte bu incidir. İstiridye avcıları, istiridyenin canını acıtan değersiz sert kumun inci olan tanelerini istiridyenin kabukları arasından alarak hem hayvanı rahatlatırlar hem de paha biçilmez değerdeki inciye sahip olurlar. Yaşlıların birikimleri, yaşadıkları, hayatta yedikleri kazıklar, gözyaşları, akıttıkları terler, her biri, kumun inciye dönüşmüş halidir, istiridyenin kanatları altında keşfedilip değerlendirilmeyi beklemektedir. Değerlendirme görevi de yetkinlik makamında bulunan kişilerindir.”,

                       Teklifsiz tenkit, samimiyetsizliktir. Konuşmamın son kısmında şu tenkidi yaptım: “Biz zamanın emanet, aldığımız her nefesin hesabı olduğuna, kıyametin koptuğunu görsek ağaç dikmek gerektiğine inanırız. Kendimizi gerçekleştiremediğimiz hiçbir eylem bizim neslimize mutluluk vermez. Faaliyet başlıklarına baktığımda daha çok hobileri gerçekleştirmeye, zamanımızı mutlu geçirmeye yönelik içerikler görmekteyim. Biz hoşça vakit geçirme peşinde, gülücük saçarak ölme arzusunda olan insanlar değiliz. Biz bir şey üretmek isteriz, rol model olmak isteriz, biz ağaran saçlarımızla, derinleşen yüz hatlarımızla, kamburlaşan omuzlarımızla memleketimizin geleceği olan gençlere örnek olmak, yol açmak, rehberlik yapmak, eser vermek, kalıcı ürünler ortaya koymak isteriz. Yaşlılar dezavantajlı grup değildir, her biri peşinden gidilecek kılavuzdur, istikamet bulunacak kutup yıldızıdır. Bu içerikte yeni başlıklarla yeni etkinlik alanları oluşturulması talebimizdir.”  

                       Kaş yapayım derken göz çıkarmamak lazım. İyi niyet çok önemli, ancak yetkinlik de önemli. Çocuklara ve dezavantajlı diye nitelenen insanlara yönelik yapılan iyi niyetli çalışmalarda da zaman zaman bu tür eksiklikler yaşanıyor. Proje sahiplerinin, iyi niyetinden hiç şüphem yok. İş yapılan yerde hata da olur, eleştiri de olur. Marifet iltifata tabidir. Bize düşen, yetkinlik makamında bulanan kişileri, iyi niyetle ortaya koydukları projeler dolayısıyla alkışlamaktır, marifetlerinin devamı amacıyla onlara iltifat etmek, değerbilir olmaktır. 

                       Memleketim adını taş taş üstüne koyan herkes, adı bilinsin veya bilinmesin, birer kahramandır, takdire ve teşekküre layıktır, kendisine dua edilmeyi hak etmiştir. Bizim gidecek yerimiz yok, “Kimse yok mu?” dendiğinde bile iyilerle beraber “Biz buradayız.” diyenlerden olmak ne güzel.

ABD’den Sevgilerle

İki haftadır ABD’deyim. Baktım, buraya son gelişimden bugüne otuz yıl geçmiş. Az vakit değil. O halde şu soruları sorabilirim: 1) Otuz yıl önceki ABD ile şimdiki arasında ne gibi farklar var? 2) Otuz yılda unutup şimdi yeniden hatırladıklarım, özellikle Türkiye ile Amerika arasında ne farklar var?

Tesadüf bu ya, otuz yıl önce de bu bölgeye, Atlanta’ya gelmiştim. O zaman bizim eğitim şirketimiz SEBİT adına IBM ile görüşecektik. Başkan yardımcısı ile görüşmüş ve “CD üzerinde içerik çıkarmayın, CD devri geçti, her şeyi internet üzerinden yapın.” nasihatini almıştık. Bir de IBM’in binasından içeri girerken güvenlikte oturan kızcağızın, “Vatandaş mısınız?” sorusuna, “Evet ama bu ülkenin değil.” cevabını verdiğimi hatırlıyorum. Kızcağız “Evet/ Hayır” beklerken bu karşılıkla, kafasının içindeki çarklarda dişli atladığını görür gibi olmuştum.

Değişiklik var mı? 1995’te, bir alışveriş için belirli bir dükkânı sorduğumda otelin konsiyerjinin yeri tarif ettiğini ve “Fakat o semte gitmek tehlikelidir. Orası siyah mahallesi.” dediğini hatırlıyorum. Bugün olsa: 1) Google varken konsiyerje sormam tabii ve 2) Asıl değişiklik şu: Böyle bir tehlikenin artık bulunmadığını hissettim. Tek tük çirkin olaylar hâlâ yaşanıyor ama öğrenci olarak bu ülkeye geldiğim 1966’dan 2025’e, neredeyse 60 sene içinde ABD’de siyah – beyaz gerginliğinin sürekli azaldığını gördüm. Bugün de en aza inmiş gibiydi. Bu izlenimini naklettiğimde beni uyardılar: “Atlanta’nın içinde değil zengin bir semttesin. İşler sandığın kadar tıkırında değil. Hele Trump ile birlikte ırk gerginliği tekrar yükselişe geçti.” Gerçekten haberlerde Trump’ın DEAI denilen mevzuatı tersine çevirme peşinde olduğu tartışılıyordu. Bu, çeşitlilik, hakkaniyet ve kapsayıcılık kelimelerinin İngilizcedeki baş harfleri, yani bizdeki pozitif ayrımcılığın karşılığı.

ABD – Türkiye

Türkiye ile farklar?

İyi farklar da var, kötü farklar da tuhaf farklar da.

Tuhaftan başlayayım: Otoyollarda reklamlar var. Eh bizde de vardır. Ama bizdekiler ülke çapında iş yapan şirketlerin reklamlarıdır. Burada çoğunluk yerel mal ve hizmetlere ait. Mesela tesisat ustası falanca otoyolda koca bir panoya reklamını koymuş. Fakat en şaşırtanı avukatların reklamları. Toplam reklamların yarıdan fazlası avukatlara ait. Bizde yasaktır. Burada otoyollar avukat reklamı dolu. Çoğu da otoyolla yakın ilişkili: “Kaza mı yaptınız? Büyük bir tazminat almanız için falan avukat.”, “İçkiliyken direksiyonda mı yakalandınız? Filan avukat.” Başka konular da var: “Eşinizi çekmeğe mecbur değilsiniz. Boşanın. Filanca avukat.” Bizde neden yasak olması gerektiğini anlar gibi oluyor insan.

Yukardaki paragrafı yazdıktan sonra her şeyi bilen yapay zekâya sordum. Yasakmış üstelik Türkiye Barolar Birliği Reklam Yasağı Yönetmeliği bile varmış. Tevekkeli değil bizde sık sık avukatlarımızın kanunlar hakkında analizleri çıkar internette. Bunlar tabiatıyla reklam değil kamu hizmetidir. Hekimlerin tercihan televizyonlarda verdikleri kamu hizmeti gibi.

İyi günler, Nasılsınız?

İyi farklar… İnsanlar güler yüzlü ve olağanüstü saygılı. Tek tek veya grup hâlinde belli bir mesafeye yaklaşırsanız mutlaka önce tebessüm, duruma göre de “Nasılsınız?” veya “İyi günler.” İle karşılanıyorsunuz. Aynı saygı ve düşüncelilik trafiğe de yansıyor. Sağ şeritten sola, sol şeritten sağa dönemezsiniz. Aklınızdan bile geçiremezsiniz. Dur, yol ver levhalarında yavaşlanmıyor; tamamen duruluyor. İngiltere’de de direksiyon sınavında bu levhalarda el freni çektirildiğini duymuştum. Otuz yıl önce araba kullanırken ışık olmayan bir kavşakta, önümdeki arabanın hemen ardından kavşağı geçtiğimde, yanımdaki Amerikan arkadaşımın uyarısını hatırlıyorum. Bir araba geçince, arkadan gelen, diğer yoldaki bir arabanın geçmesini beklemeli. Bu kurallara insanlar kendiliğinden uyuyor. Polis veya kamera korkusuyla değil. Trafikte açıkgözlük yapılamayınca açıkgözler dâhil herkes, gideceği yere daha çabuk varıyor. Ve temizlik: bırakın şehri, kırlık alanda bile tek kola tenekesi veya çöp yok.

Bir kayıt: Her yer böyle değildir. Atlanta çevresindeki bu güler yüz ve saygıyı mesela New York veya Los Angeles’ta bulamazsınız.

Sağlık hizmetine erişmek zor

Kötü farklar? Sağlık hizmetine ulaşmak çok zor. Hastaneler, dev sağlık sigortası şirketleri ve uluslararası ilaç firmaları piyasayı sıkı sıkı tutuyor. Bu yapı, başka seçeneklerin nüfuz edemeyeceği bir tekel oluşturmuş. Ciddî bir vaka için on saat beklenip sonunda bir pratisyen hekime ulaşıldığının şahidiyim. Asıl yapılması gereken tetkik için önce bir hemşireden- evet hemşirenin sizi görüp muayene etmesi için- sonra da o sevk ederse bir uzman hekimden randevu alıp tetkikiniz 1,5- 2 ay sonraya zamanlanıyor. Bizde hem daha çabuk hem daha ucuz ama arayı kapatmak için de elimizden geleni yapıyor gibiyiz. Son on- yirmi yılda hasta açısından işler kolaylaşmadı, zorlaştı. ABD’de hastanede rastladığınız doktorların hemen hepsi taze Amerikan vatandaşı. Gittikçe daha çok Türk doktora da rastlayacağız gibi.

Tabii hem burada hem de Türkiye’de ve dünyada bugünlerde Trump konuşuluyor. Belki ben de yazarım ama bu konu özel gözlemlerimin kapsama alanının dışında.

AYM Başkanından Mahşerdeki Yargılama Uyarısı

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM’nin) kuruluş yıldönümü töreninde, AYM Başkanı Kadir Özkaya CB Erdoğan’ın huzurunda bir konuşma yaptı. Özkaya konuşmasında Kur’an’dan ve diğer kadim kaynaklardan da alıntılar yaparak, “Mahşer ortamındaki yargılanma”yı hatırlattı.

“Hiçbirimiz ebedî değiliz. Gün gelecek hepimiz için ortaya bir terazi konulacaktır… Bir gün mutlaka mizan kurulacak, hesabı bizlerden sorulacak. Yapılan iyilik veya kötülüğün hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, bir gün mutlaka karşımıza çıkacağı ve bizden bunun hesabının sorulacağı unutulmamalıdır dedi.

Yargıya güven iyice azaldı. Hemen her güne, yargı eliyle yapılan siyasi sonuçlu operasyonlarla uyanıyoruz. 

Bu ortamda Anayasa Mahkemesi Başkanının “Hakkın ayakta tutulması ve adaletin sağlanması bakımından en önemli sorumluluk hâkimlere düşmektedir. Hâkimler daima hak ve haklının yanında olmalıdır. Hiçbir neden, onları hakkı ayakta tutmaktan alıkoymamalı, adaletsiz davranmaya yöneltmemelidir. Herhangi bir dışsal etki altında kalmadan tarafsız bir tutumla özgürce karar vermelidirler” demesi önemlidir.

Ancak AYM Başkanının mahşer ortamına gelmeden de “hukuk devletinde” hiçbir hukuksuzluğun ve kötülüğün cezasız kalmayacağını, kanunlar karşısında herkesin eşit olduğu ve yargılamaya müdahale eden “dışsal etki” yaratanların da yargılanmaktan muaf olmayacağını vurgulaması yeterli olmalı idi.

Bunun yerine, benim de gönülden inandığım, “mahşer ortamındaki yargılamaya” atıf yapması mevcut sistem içinde yargının görevini yapamadığını görmekten kaynaklanmış olabilir.

Belki de AYM Başkanının dini referanslara başvurmasında muhataplarının başında “nas var, sana bana ne oluyor” diyen Cumhurbaşkanının orada olması etkili olmuştur. 

**********************

Eski AYM Başkanı Da Mahşerdeki Hâkimi Hatırlatmıştı

Yeni AYM Başkanı Kadir Özkaya’nın bu konuşma metnini okurken bir yandan AYM’nin önceki dönem Başkanı Zühtü Arslan tarafından AYM’nin 61. Kuruluş yıldönümünde 25 Nisan 2023 tarihinde Cumhurbaşkanının huzurunda yaptığı konuşma aklıma geldi. 

Zühtü Arslan bu konuşmasında Namık Kemal’i yargılayan hâkimin duruşu ve bağımsız karar vermesinde etkili olan “mahşer ortamında yargılanmaya” olan inancının etkisini anlatmıştı. 

“Meşrutiyet Dönemi’nde ünlü şair ve yazar Namık Kemal yargılanmaktadır. Sanık Namık Kemal’i yargılayan İstinaf Mahkemesi Başkanı Abdüllatif Suphi Paşa’dır. Namık Kemal bu hâkime birkaç yıl önce yazdığı bir yazıda “mezar soyguncusu” demiştir.

Başta Padişah 2. Abdülhamid Han olmak üzere etkili yerlerden Namık Kemal’e ceza verilmesi yönünde telkinler yapılmaktadır.

Bunların etkisiyle, başta Namık Kemal olmak üzere hemen herkes mahkûmiyet kararı beklemektedir. Ancak beklenenin tersine, Namık Kemal’i hürriyetine kavuşturan bir karar verilmiştir.

Karar sonrası akşam, kızı Mahkeme Başkanı Suphi Paşa’ya bu kararı verirken korkup korkmadığını sorar. Suphi Paşa’nın cevabı tüm zamanların hâkimlerine unutulmaz bir ders niteliğindedir:

“Yarın Hünkârın da benim de huzuruna çıkacağımız bir hâkim vardır ki, yalnız ondan korkarım!”

Bu konuşma Sultan 2. Abdülhamid’e iletilmiş fakat hâkim Abdüllatif Suphi Paşa görevine devam etmiştir. 

**********************

İktidarın Bakışı

Şimdi AYM Başkanları Cumhurbaşkanının yüzüne karşı ahireti, mahşeri, ilahi adaleti hatırlatıp uyarılar yapabilmektedir. Bu uyarılar Osmanlı padişahlarına söylenen “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” ritüeline dönüşmek üzeredir. Fakat etkisiz kaldıkları ve yargıya olan güvensizliğin artmasına çare olamadıkları görülmektedir.

Çünkü Cumhurbaşkanı aynı zamanda iktidardaki siyasi partinin genel başkanıdır. Partili CB işine gelmeyen kararlar verdiğinde AYM ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını bile uygulamamaktadır.

İktidar ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bir sene önce “Anayasa Mahkemesi artık milli güvenlik sorunudur. Mahkeme başkanı ve mahut üyeler devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, toplumsal huzur ve güvenliğin muarızı haline gelmişlerdir. Böyle gidemez, böyle bir mahkeme yapısı Türkiye’de yüksek yargı organları içinde yer alamaz, almamalıdır” demişti.

Bahçeli’nin AYM’yi kapatma niyetini garipsemedik. Çünkü “Erdoğan Anayasa uymuyorsa biz Anayasayı O’na uyduralım” diyerek Türkiye’yi tek adam yönetimine getiren bir siyasetçiden bu beklenirdi.

Bu durumda Yasama, Yürütme ve Yargı yetkilerini tek başına kullanma imkanına sahip devlet başkanına “mahşer ortamında yargılanmayı” hatırlatmak önemli ve değerlidir.Ancak bu hatırlatmaların olumlu bir etkisi olmasını beklemek, fazla iyimserlik olur sanıyorum. 

**********************

AYM Başkanı İyi Niyetli Ama…

AYM Başkanı Kadir Özkaya da önceki dönem Başkanı Zühtü Arslan da iyi niyetli ve iyi birer hukukçu olduklarından şüphem yok. Ancak bu konuşmalarının olumlu bir etkisi olacağını sanmıyorum. 

Çünkü Zühtü Arslan’ın hatırlatmasından bu yana hukuk devleti olmaktan daha da uzaklaştığımız açık.

Zühtü Arslan “Anayasal kimliğimizi oluşturan ilke ve değerlerin en büyük güvencelerinden biri bağımsız ve tarafsız yargıdır. Bu nedenle demokratik hukuk devleti olarak Cumhuriyet bizden yargı alanında da ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ yargı mensupları ister” demişti.

Türkiye’de bu özelliklere sahip hâkim ve savcıların sayısı hiç de az değildir. Siyasi davalarda “dışsal etkilerin” taleplerine göre karar veren az sayıdaki kötü örnek, halkın genel kanaatine çok olumsuz yansımaktadır. 

İstanbul Anadolu Adliyesi Başsavcısının kendi adliyesinde yaşanan HSK’ya bildirdiği gibi yasadışı bahis çetesi lideri, gasp çetesi lideri, uyuşturucu tacirlerinin tahliye edildiği vb vakalar yaşanıyor.  Siyasi davaların haricinde bu gibi haberlerin de yargıya güveni azalttığı muhakkak.

Bu yüzden Türkiye’deki Yargı sistemine/ mahkemelere güvenenlerin oranı yüzde 22,5 mertebesine indi. (Area Araştırması- Nisan 2025). 2022’de yüzde 33 olan yargıya güven oranı ile Türkiye 38 OECD ülkesi içinde 36. sırada idi. Şimdi yüzde 22,5 ile herhalde son sıraya yerleşmiştir.

“Adalet devletin temelidir” sözü doğruysa bu sonuç tam olarak bir “beka sorunumuz” olduğunu göstermektedir.

Her şeyden Daha Yakın

     Yüce Allah, herşeye herşeyden daha yakındır. Fakat herşey, O’ndan nihayetsiz / sonsuz derecede uzaktır. Nasıl ki güneşin şuûru / bilinci ve konuşması olsa, senin elindeki ayna vâsıtası ile seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. Belki ayna gibi senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu hâlde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer yükselsen, ay makamına gelip, doğrudan doğruya karşısında durma noktasına çıksan, ona yalnız bir çeşit aynalık edebilirsin. Aynen bunun gibi, ezel ve ebed güneşi, celâl sahibi Yüce Allah; herşeye herşeyden daha yakın olduğu hâlde; herşey O’ndan sonsuz derece uzaktır.

Semânın Güzel Yüzü

    “Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? (Oradaki yıldızlar adedince tevhid delillerini görmüyorlar mı? Bakın) Biz onu nasıl (direksiz) bina ettik ve onu (sayısız yıldızlarla) nasıl süsledik? (Ayrıca uzaydan gelecek göktaşlarına ve güneşten gelecek zararlı ışınlara karşı atmosferi sağlam bir tavan yaptığımız için) Onun hiçbir çatlağı yok!” (Kâf Sûresi: 6, Veli Tahir Erdoğan)

     Âyet-i kerîme dikkati semânın ziynetli / süslü ve güzel yüzüne çeviriyor. Ta ki, dikkatle bakarak, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içindeki sessizliği görülüp, sonsuz kudret sâhibi olan Yüce Allah’ın emir ve itaat ettirmesiyle o durumu aldığı anlaşılsın!

     Yoksa eğer başıboş olsa idiler, birbiri içinde o sayısız dehşet verici yıldız ve gök cisimleri, o gayet büyük küreler; gayet hızlı hareketleriyle öyle bir velvele / gürültü çıkaracaklardı ki, kâinatın kulağını sağır edeceklerdi!

     İşte sükûnet ve sâkinlik içinde bulunan yıldızların sukût / düşmelerinden; san’at ile yaratan celâl, kemâl ve kudret sâhibi Yüce Allah’ın; büyük kudretini ve itaat ettirmesinin derecesini ve yıldızların O’na ne derece itaat edip boyun eğdiklerini anla!

Haşir ve Neşri İnkâr

     Ey haşir ve neşri / öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden insan! Ömründe kaç defa cismini değiştiriyorsun, biliyor musun? Sabah-akşam elbiseni değiştirdiğin gibi, her yedi senede bir defa tamamiyle cismini değiştirip yeniliyorsun, haberin var mı?

     Bunu hiç düşünemiyorsun! Eğer düşünebilsen, her vakit âlemde binlerce örnekleri meydana gelen haşir ve neşirleri inkâr edemezsin!

Gıybet

     Gıybet / dedikodu: Kindar, kıskanç ve inatçıların en çok kullandıkları alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sâhibi olan bir kimse, bu pis silâha tenezzül edip kullanmaz.

     Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa ve işitse idi, hoşlanmayıp darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.

     Gıybet: Hususî birkaç maddede câiz olup, normal karşılanabilir:

     Birisi: Şikayet sûretinde bir görevli adama der, ta yardım edip, o çirkin şeyi, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

     Birisi de: Bir adam onunla beraber çalışmak ister. O ise sana ile danışır. Sen de sırf faydalı olmak için, garazsız olarak iyi niyetle, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onun ile beraber çalışma. Çünkü zarar göreceksin!”

     Birisi de: Maksadı tahkîr / hakaret ve teşhîr / ilân etmek değil; belki maksadı; tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.” Bunda bir mahzur yoktur.

     Birisi de: O gıybet edilen adam; fenalıktan sıkılmıyor; belki işlediği günahlarla iftihar ediyor, zulmünden haz alıp sıkılmadan, açıkça işliyor!

     İşte bu özel madde ve husûslarda; garazsız ve sırf hak ve bir fayda için, gıybet caiz olabilir.

     Yoksa gıybet; nasıl ateş odunu yer bitirir. Gıybet de sâlih, iyi ve güzel amel ve işleri yer bitirir.

Musibet

     Herkesi etkileyen musibet, ekseriyetin / çoğunluğun hatalarının bir sonucudur.                                                                                                                                                            

     Musibet, cinayetin; ağır cezayı gerektiren suçların bir netîcesidir. Fakat aynı zamanda, mükâfatın / ödüllerin de mukaddimesi / başlangıcıdır. Yokuştan sonra inişin başlaması gibi.

Kentsel Dönüşüme Bir Bakış ve Gerçekler

            Kentsel Dönüşüm genelde kabul gören bir yenilenme, hayati tehlikeden uzaklaşma olarak bazı sorunlarına rağmen, asla reddedilecek bir konu değildir. Her an belirli güçte bir deprem ülkemizin depreme müsait bölgelerinde beklenebilir. Ancak, İstanbul veya Marmara’da deprem öncelikli bir yer taşır. Yapılan araştırmalara göre, İstanbul’da deprem çok sayıda ölümlere ve yaralanmalara sebep olabilecektir. Bir sanayi, ticaret ve ana turizm bölgesi olan İstanbul’da 7 ve üzerinde bir deprem Türk ekonomisini çok zor durumlara sokabilir ve diğer şehirlerimizi de etkileyebilir. Hiç beklenmeyen milli güvenlik sorunu bile yaratabilir. Bu bakımdan, “Allah göstermesin” diyoruz ama tedbirde de kusur etmememiz gerekiyor. İstanbul ve Marmara depremi sadece bir şehir ve bölge ile sınırlı değildir. Her ne kadar yeşil alanların betonlaştırılması dikkat çeken bir sorun ise de; yine de yeşil alan bulmak ve korunmayı gerçekleştirmek mümkün olabilir. İstanbul’da deprem trafiği altüst edebileceği gibi, altyapıyı da felce uğratabilir. Gerekli birçok tedbirin alındığını ve alınmakta olduğunu biliyoruz. Ancak deprem ile mücadele kolay bir şey değildir. Deprem sadece binaları yıkıp geçme de değildir. Toplumun sosyal yapısını birkaç dakika içinde değiştirebilen, aileleri parçalayan, tarihi eserleri yıkan, annesiz ve babasız birçok sahipsiz çocuğu ortaya çıkaran bir afettir.

            Birçok mal sahibinin bulunduğu binalarda anlaşma da çok zor sağlanabilmektedir. Ortaya çıkan çoğu gereksiz tartışmalar anlaşma zeminini zorlamaktadır. İnşaat işini yüklenen bazı müteahhitlerin zor ekonomik şartlar dolayısıyla inşaatı bırakmaları, işi yürütecek ve anahtar teslimi yapacak bazı müteahhitlerin ise;  ekonomik güçlerini aşan işlere talip olmaları da ayrı sorunlardır. Kentsel dönüşümde mal sahipleri bazen çok zor durumlara da düşmektedirler. Bu sorunların bir kısmı kaba inşaattan sonra iç inşaatta kendini göstermektedir.

            Kentsel dönüşümde ada yerine konunun parsel bazında ele alınması, çoğu kere asıl riskli bazı yapıların gözden kaçırılmasına sebep olmaktadır. Bazen asıl yıkılması gereken binalar sahipleri de istemedikleri takdirde, kentsel dönüşümün dışında kalabilmektedir. Üzücü bir sorun da yıkım sonrasıdır. Yıkım sonrasında hemen olmadık bazı şüpheli şahıslar el arabalarıyla binaları işgal altına almaktadırlar. Değer taşıyan birçok mal, eşya, pimapen pencereler, kapılar, demir ve bakır malzeme, su tesisatları çalınmakta; ev sahipleri başvuracak bir merci bulamamaktadır. Polis gereğini yapmaktadır ama; o da sınırlıdır. İklim şartlarına göre bu işgal barınmaya da dönmekte çevreyi rahatsız edici gürültü, içki ve ısınma için ateş yakma şeklinde yangınlara sebep olunabilmektedir. Bu şahıslar çevre binalara çatılardan ve balkonlardan hırsızlık amacıyla girmekte ve çevreyi de tehdit etmektedirler. Evi, binası yıkılan, kalan arsası üzerinde başını sokacak bir konuta sahip olmak isteyen vatandaşımız genelde çok zaman kaybetmektedir. Kendisi inşaatı yapacak ekonomik güce sahip olmadığından çoğunlukla bir danışman ve müteahhit arayışına çıkılmaktadır. Bunlar bulunsa bile arsanın aplikasyon krokisi pek beklemediğiniz bir konu ile sizi karşı karşıya getirebilir. Arsanızın inşaat alanında değil; bahçenizin bir köşesinde, parselinizin sınırında bir küçük veya büyük tarihi eser çıkabilir. Tarihi eserin tam tanımını yapmak da zordur ve inşaatınız yine de durdurulur. Belediyelerin yapması gereken ve vermesi gereken kararlar maalesef bazı kurullara devredildiği için uzun süre arsanıza müdahale de edemezsiniz. Kentsel dönüşümün gerçekleşmesi uzar ve seneler geçebilir. Dönüşüm haksız yere gözden düşürülmüş de olur. Dönüşüm için ümitle evini veya ortak binasını terk eden vatandaş açıkça sokakta kalır. Çok yüksek kiralar karşısında sığınacak yer arar. Kolay kolay da bulamaz. Mesele bu vatandaşın bu zor durumu nasıl çözülecektir? Acil mesele budur. Sorunun çözüm sürecine sokulması, belediyelere inşaat izni konusunda karar alma yetkisi verilerek gecikmenin çözülmesiyle olacaktır.           

Konu Kıbrıs Olunca

   50’li yıllardan beri süregelen Kıbrıs konusu son günlerde yine gündemimize oturdu. Özellikle Türk Devletler Topluluğuna üye üç ülkenin (Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan) Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açmasıyla başlayan süreç, ülkemiz açısından büyük bir hayal kırıklığına neden oldu.

  Çünkü Rum kesiminde büyükelçilik açan üç kardeş ülke, AB’nin bu ülkelerde yapacağı 12 milyar avroluk yatırım karşılığında KKTC’nin adadaki varlığını görmezden geldikleri gibi, Türkiye’nin bu konuda ne kadar hassas olduğunu bile düşünmediler. Aramızda var olduğu söylenen ‘’Kardeşlik-Kandaşlık – Yoldaşlık’’ ilişkilerinden çok kendi ulusal menfaatlerini gözettiler.

  Onlar böyle bir tercih yapmakla:

   BM Güvenlik konseyinin Kıbrıs konusunda almış olduğu kararların tamamını da onaylamış oldular. Türk Devletleri Teşkilatı üyelerinin kabul ettiği BMGK’nın 541 sayılı kararına göre KKTC’nin ilanı kınanıyor, hukuken geçersiz sayılıyor, diğer devletlere KKTC’yi tanımama ve sadece Rum yönetimini tanıma çağrısı yapılıyor. Kararda ayrıca 1974 yılında alınan 365 ve 1975 yılında alınan 367 sayılı kararlar da yeniden teyit ediliyor. Bu kararlarda Türk Barış Harekâtı kınanıyor ve Türk askerlerinin derhal geri çekilmesi isteniyor. Bu karar aynı zamanda Güney Kıbrıs’ı ‘tek meşru hükümet’ ilan ediyor.

     Bu önemli gelişmeler yaşanırken, ülkemiz yetkililerinden uzun bir süre herhangi bir açıklama yapılmadı. Bir süre beklendi. Gerçekte olan olmuş, GKRY Türk Devletler Topluluğunun üç üyesi tarafından tanınmıştı.

   Ama yine de ülkemizin bu konuda bir açıklaması, bir bakış açısı olmalıydı. O da geçtiğimiz hafta Dışişleri Bakanımızdan geldi. Kıbrıs’ta yaşanan bu gelişme üzerine; ‘’Biz prensip olarak aile içi konuları kamuoyu önünde tartışmamayı tercih ediyoruz’’ dedi…

     Bu noktada akla gelen ilk soru şudur:

     Pekiyi, Kıbrıs konusu aile içinde görüşülmesi gereken bir konu mudur? Hele ki, konuyu görüşeceğimiz diğer aile üyeleri böylesine anlamlı bir prensibi görmezden gelip, olmaması gereken bir karara varmışlarsa!

     Ayrıca diplomatik ilişkilerde de akla gelen bir soru vardır:

    Uluslararası camiayı ilgilendiren, bizim için ‘Kıbrıs konusu milli davamızdır’’ diye bilinen böylesine önemli bir konu ‘aile içinde’ yapılacak görüşmelerde nasıl değerlendirilecektir?

    Madem GKRY’ni tanıyıp orada büyükelçilik açtınız. Aynı adımı KKTC için de atın. Türk dünyasının ayrılmaz bir parçası olan Kıbrıs Türk Halkının kurmuş olduğu bu Türk devletini de tanıyın mı denecektir? Ama uluslararası ilişkilerde ‘’dostluk değil menfaatler vardır.’’ İlkesi de unutulmamalıdır.

   Bu konuyla ilgili aile içi görüşmenin ne olduğu ve sonuçları ilerleyen süreçte kamuoyuna yansıyacaktır. Temennim odur ki,  gittikçe güçlenen Türk Devletler Topluluğu ilişkilerimiz çerçevesinde bu önemli konuda da hem KKTC, hem de Kıbrıs Türkleri için olumlu bir adım atılmasıdır.

    Adada yaşanan bu gelişmenin yanı sıra Ankara’da Norveç Dışişleri Bakanı ile bir araya gelen Dışişleri Bakanımız Sn. Fidan’ın görüşme sonrasında yapmış olduğu açıklama çok önemlidir. Bu açıklamanın en önemli paragraf başlıkları şunlardır:

  • Türk dünyası bir bütün olarak Kıbrıs Türkünün yanında olmaya devam edecektir.
  • Kıbrıs Türkleri Büyük Türk Dünyasının büyük ve asli unsurlarıdır. Bu asla değişmeyecektir.
  • Rumlar ve Avrupa Birliği ne derse desin, tükenmiş federasyon modeli artık masadan kalkmıştır.
  • Türk Dünyası ile aramızı bozmak isteyenlerin manipülasyonları başarılı olamayacaktır.

   Yapılan bu açıklama Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki duruşunu, Türk Dünyasının bir bütün olarak Kıbrıs Türkünün yanında olduğunu, TDT ile ilişkilerimizin giderek güçlendiğini net bir biçimde ortaya koymuştur.

   Ülkemizde bu gelişmeler yaşanırken; Hıristiyan âleminin Paskalya bayramında Rum Ortodoks Kilisesinin Başpapazından bir açıklama gelmiş, Kıbrıs’ta yaşanan tüm olumsuzlukların arkasındaki çirkin yüz bir kez daha ortaya çıkmış, Paskalya vesilesiyle yayımladığı mesajda, Kıbrıs’taki Türk varlığını “zalimlik” olarak nitelendiren Başpiskopos Georgios:

   “51 yıldır Türkler vatanımızı çarmıha germiş durumda. Ancak bu işgal sona erecek. Kurtuluş günümüz gelecek” diyerek. ‘’Türkleri Kıbrıs’tan kovmalıyız’’ açıklamasında bulunmuştur.

  Bu kabul edilemez açıklamanın cevabını Milli Savunma Bakanlığımızın Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri Sn. Aktürk Amiral vermiş:

   ‘’Türkiye, GKRY’nin Kıbrıs Türklerinin güvenliğini ve adada barış ve istikrar ortamını tehdit eden faaliyetlerine karşı garantörlüğün kendisine vermiş olduğu yetkileri daha önce olduğu gibi kullanmaktan çekinmeyecektir.’’ Demiştir. Umarım yapılan bu açıklama adalı Rumların 20 Temmuz 1974’te neler yaşadığını yeterince hatırlatmıştır…

  Konu Kıbrıs olunca:

  Hem ülkemizin, hem de dünyanın gündemi bir anda bu konuya odaklanmakta, Akdeniz’in orta yerinde bir uçak gemisi gibi duran, buradan havalanan uçaklarla her an Orta Doğuyu kontrol edebilen, çevresindeki zengin enerji kaynaklarıyla dünya devletlerinin radarında bulunan Kıbrıs adasında atılan her adım doğal olarak bizleri de ilgilendirmekte, devletimizin aleyhine olabilecek her gelişme dikkatle takip edilmektedir.

   Konu Kıbrıs olunca:

   Bir de tarihi gerçeklerin içinden cevap verelim. Bu cevap, Mukavemetçi Kıbrıs Türk Halkının asırlardan beri verdiği Türklük ve Müslümanlık mücadelesini anlamayanlara, bin bir meşakkatle, uğruna Şehitler vererek kurduğumuz devletimiz KKTC’yi içine sindiremeyenlere, ille de federasyon diyenlere, adayı Elenleştirme peşinde koşan, Enosisci-Megali İdeacı Rumlarla ‘ortak devlet’ kurmak isteyen Rum sevicilere,  teslimiyetçi 5’nci kolculara, Uluslararası kumpasçılara gelsin.

  Devletimizin Kurucusu Ebedi Liderimiz Rahmetli Rauf Raif Denktaş’la seslenelim:

‘’Türkiye’m diyorum anlamıyor musunuz?’’, ‘’Bağımsızlık diyorum anlamıyor musunuz?’’, ‘’Devletim diyorum anlamıyor musunuz?’’, ‘’Egemenlik diyoruz anlamıyor musunuz?’’

  Bu seslenişi anlamayanlara ben de diyorum ki:

  Siz anlamasanız bile Yüce Türk Milletinin ve onun ayrılmaz parçası Kıbrıs Türk Halkının ezici bir çoğunluğu anlıyor.

   Konu Kıbrıs olunca; ‘’Milli Davamızdır’’ demeye devam ediyor.