12.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 19, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 4

Ya İstiklal Ya Ölüm: Sivas Kongresi“

“Burada bir milletin kurtuluşunu hazırlayan kararlar verildi.” (Atatürk, 13 Kasım 1937, Sivas)

Bugün 4 Eylül 2025; Milli Mücadele’nin temel taşlarından Sivas Kongresi’nin 98. yıldönümü… Bağımsızlık savaşımızın ve Cumhuriyetimizin temelleri Sivas’ta atıldı. Mustafa Kemal Paşa, tam 108 gün Milli Mücadele’yi Sivas’tan yönetti. Milli Mücadele’nin Ankara’dan önceki karargâhı Sivas’tı.

MİLLETİN SİNESİ

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dayken, 20 Ağustos 1919’da, Sivas Valisi Reşit Paşa’dan bir telgraf aldı. Reşit Paşa, Fransız Jandarma Müfettişi Binbaşı Bruno’nun Sivas’ta bir kongre düzenlenecek olursa Fransızların beş, on gün içinde Sivas’ı işgal edeceklerini söylediğini, bu nedenle ya kongreden vazgeçilmesini ya da kongrenin Erzurum’da veya Erzincan’da düzenlenmesini öneriyordu. Mustafa Kemal Paşa telgrafı okuyup bitirdiğinde ilk tepkisi “gülünç” demek oldu; “Azizim Mazhar Müfit, bunlar hakikaten gülünç şeyler” dedi. Sonra dudağında hafif bir tebessümle, “Birer kahve içelim de vali paşaya cevap arz edelim” diye ekledi. Verdiği cevapta, bunun bir blöf olduğunu ve bundan korkmamak gerektiğini belirterek şöyle dedi: “Bendeniz ne Fransızların ne de herhangi bir ecnebi devletin yardımına tenezzül eden şahsiyetlerden değilim; benim için en büyük koruma noktası ve kaynağı milletimin sinesidir.” O gece Mazhar Müfit (Kansu)’ya, Sivas’a hareket ettiklerinde Bruno’nuın Sivas’tan kaçacağını söyledi. “Bir millet ki ‘ya istiklal ya ölüm’ diyor ve bu kararı tamamıyla benimsemiş bulunuyor, bunun karşısına hangi kuvvet çıkar?” diye de ekledi. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.1, s. 150-158, 162).

ZOR KONGRE

Sivas Kongresi’ne karşı çıkan çoktu. Batı’da Yunan’la çete savaşı veren Kuvvacılar kendilerini birer lider olarak görüyor, bir milli örgütlenmeye ihtiyaç olmadığını düşünüyordu. Sivas Kongresi’ne karar verilen Amasya toplantısında Rauf Bey (Orbay) ve Refet Paşa (Bele) Amasya kararlarını zoraki imzalamışlardı. Balıkesir Kongresi Başkanı Hacım Muhittin “Ne kuvveti var bunların?” diyordu. Kazım Karabekir Paşa ise Sivas’ta toplanmanın varlığımızı kendi elimizle tehlikeye atmak olduğunu belirterek Erzurum Kongresi ile yetinmek gerektiğini söylüyordu.

Sivas Kongresi’ne katılımcı bulmak da kolay olmadı. Sivas’a gelmesi gereken Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti üyelerinden Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey gelmedi. Siirt Milletvekili Sadullah Bey ortada yoktu. Servet ve İzzet Beyler ise Trabzon’a gitmişler gelmiyorlardı. Bu nedenle Doğu’dan Sivas Kongresi’ne Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Raif Efendi, Şeyh Fevzi Efendi ve Bekir Sami Bey katılacaktı. Trakya’dan kimse gelmeyecekti, İzmir’in ardındaki bölgeden birkaç kişi gelecekti, ne içteki Konya ve civarından, ne güneyde Toroslardan, ne Mezopotamya ve civarından, ne de Karadeniz kıyılarından kimse gelecekti. İstanbul’dan ise bir kişi gelecekti. (Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. 226). Sivas Kongresi’ne seçilen 40 delegeden 36’sı kongreye katılabildi.

SİVAS YOLLARINDA

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sivas’a hareket edeceklerdi, ancak yeterli paraları yoktu. Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nden, emekli Binbaşı Süleyman Bey 900 lira verdi, Cevat Dursunoğlu bu parayı 1000 liraya tamamlayıp Mustafa Kemal Paşa’ya iletti. Sivas yolculuğu bu parayla finanse edildi.

Mustafa Kemal Paşa, 29 Ağustos 1919 sabahı, büyük bir coşkuyla Erzurum’dan Sivas’a uğurlandı. Kafile, 3 otomobil ve 3 atlı arabadan oluşuyordu. Otomobiller hurda haldeydi. Yemekleri peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaretti. Subaşında rastladıkları köylüler de birkaç baş kuru soğan ikram etmişti.

İkindiye yaklaşırken aniden şiddetli bir yağmur başladı. Otomobillerin tenteleri yırtıktı. Herkes bir güzel ıslandı. Mustafa Kemal Paşa da yağmur altında sırılsıklam oldu. Islak halde geceyi geçirecekleri köye gittiler. O gece Paşa’nın ateşi çıktı.

Ertesi gün şafakta yola çıktılar, 30 Ağustos’ta akşam karanlığında Erzincan’a vardılar. Erzincan sokaklarında, “Vatan için canımızı vermeye hazırız” diyenleri duydukça Paşa’nın cesareti, umudu arttı.

Erzincan Boğazı’na girmek üzereyken yanlarına gelen Jandarmalar, “Dersimli çeteler boğazı kapatmış, tehlike var geçilmez” dediler. Jandarmalar, boğazı açmak için gereken kuvvetin ancak bir gün sonra gelebileceğini belirtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın kaybedecek zamanı yoktu. Hemen şu emri verdi: Kendilerine ateş edilirse otomobillerdeki hafif mitralyözlerle karşı konulacak, eşkıya yol keserse arabalardan inilip vuruşulacaktı. Bu karar doğrultusunda yola devam edildi. Ancak Allah’tan hiçbir saldırıya uğramadan boğazı geçtiler. O gece konakladıkları köy evinde Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarına teşekkür ederek şöyle dedi: “Milli dava ancak böyle bir inanç, böyle bir irade ve azimle kazanılabilir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız değil, milli kurtuluşu sağlayacak olan fikirlerdir.” (Kansu, age, s.194- 203).

SİVAS’TA KARŞILANMA

Mustafa Kemal ve arkadaşları Refahiye-Suşehri üzerinden 2 Eylül 1919 sabahı Sivas’a vardılar. Sivas’a 5 km mesafede çadırlar kurulmuş, neredeyse tüm Sivas halkı Kılavuzan tepesinde Mustafa Kemal Paşa’yı karışlamaya gelmişti. Fransız binbaşının tehdidi yüzünden telaşlanan genç Rasim’i gören Paşa, “Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla” dedi. Kongrenin düzenleneceği Sultani (Lise) binasına geldiklerinde kafileyi Vali Reşit Paşa karşıladı. Mustafa Kemal Paşa akşam yemekte Reşit Paşa’ya “Binbaşı Bruno nerede?” diye sordu. “Malatya’ya doğru firar ile meşgul…” cevabını aldığında hafif tebessüm etti.

Kongre binası özenle hazırlanmıştı. Bina, Sivas Müftüsü Abdurrauf Efendi, Şekercizade İsmail ve Sığırcızade Hayri’nin evlerinden getirdikleri eşyalarla donatılmıştı. Kongre salonu, değerli Türk halılarıyla kaplanmıştı. Bu arada Sivaslı bir genç kız, çeyizi için özel olarak hazırladığı yatak örtüsünü Mustafa Kemal Paşa’nın kalacağı odadaki yatağın üzerine örtmüştü. Afyonkarahisar adlı bir kahveden kahveler geliyor, delegeler boş vakitlerinde domino oynuyordu. Yemekler tabldot olarak hazırlanıyordu. Genelde kuru fasulye ve pilav çıkıyordu. Sular toprak testiler içindeydi. Güvenlik için bahçeye bir sahra topu yerleştirilmişti.

KONGRE AÇILIŞI

4 Eylül 1919 Perşembe günü öğleden sonra saat 14.00’da kongre açıldı. Mustafa Kemal Paşa kongreyi açarken yaptığı konuşmada “Tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. (…) Vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, ortaya sürülen kanaatler muhakkak ki iflasa mahkûmdur” dedi. Milletimizin “namus” ve “istiklalini” kurtarmak için silaha sarıldığını söyledi.

Daha sonra başkanlık seçimine geçildi. İsmail Fazıl Paşa, kongre başkanlığının sancak adlarının baş harflerine göre nöbetleşe yapılmasını önerdi. Ancak bu teklif reddedildi. Mustafa Kemal Paşa, 3 muhalif oya karşı ezici bir çoğunlukla başkan seçildi.

PARTİSİZLİK YEMİNİ

Daha sonra kongrenin partilerle, özellikle İttihat ve Terakki’yle alakalı olmadığını göstermek için bir yemin hazırlandı. 5 Eylül 1919 Cuma günü birinci celse sonunda delegeler toplantı salonunun kapısında tek tek şu yemini okudu: “Saadet ve selameti vatan ve milletten başka hiçbir şahsi amaç takip etmeyeceğime; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma ve mevcut siyasi partilerden hiçbirinin siyasi emellerine hizmetkâr olmayacağıma vallahi, billahi…”

5 Eylül’de padişaha sadakat bildirildi. Mustafa Kemal Paşa, strateji gereği, mümkün mertebe, halife/padişahı karşısına almayıp Damat Ferit Hükümeti’ne cephe alıyordu.

6 Eylül Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Başta Camii Kebir olmak üzere Sivas’ın bütün camilerinde vatanın düşman işgalinden kurtulması için dualar edildi. Ülke işgal altında olduğu için diğer şehirler gibi Sivas’ta da bayram sevincinden eser yoktu. O gün kongre toplanmadı. Sivas Belediyesi’nden bir kurul kongre binasına gelerek Mustafa Kemal Paşa ve delegelerle bayramlaştı.

MİLLİ KARARLAR

7 Eylül günü, Erzurum Kongresi’nin bölgesel kararları tüm yurdu kapsayacak biçimde değiştirilip genelleştirildi. Özellikle Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin adının Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti olarak değiştirilmesi önemliydi. Böylece dağınık haldeki cemiyetler birleştirilip tek bir çatı altında toplandı.

8-10 Eylül arasında, üç gün Amerikan mandası tartışıldı; manda düşüncesi ustaca reddedildi.

10 Eylül’de Kongre kararı gereği Ali Fuat (Cebesoy) Paşa Batı Cephesi Kuvayı Milliye Genel Komutanlığı’na atandı.

11 Eylül’de Temsil Heyeti üyeleri belirlendi. Erzurum’da seçilen 9 kişilik heyete, sonra 1 kişi, Sivas’ta da 6 kişi eklendi. Böylece üye sayısı 16’ya çıktı.

11 Eylül’de İrade-i Milliye gazetesinin çıkarılmasına karar verildi.

12 Eylül’de Cuma namazının ardından Ulu Camii’de halka kongre hakkında bilgi verildi.

12 Eylül’de kongre kararıyla Anadolu ile İstanbul arasında telgraf haberleşmesi kesildi.

Kongre sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı baskıyla Damat Ferit Hükümeti istifa etti. Yerine ılımlı Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu. Böylece Anadolu hareketi, İstanbul’a karşı ilk önemli başarısını elde etti.

ALİ GALİP OLAYI

3 Eylül 1919’da İçişleri Bakanı Adil ve Harbiye Nazırı Süleymen Şefik paşalar, Elazığ Valisi Ali Galip’e Kürt aşiretlerinden bir çeteyle Sivas’ı basıp Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklamasını ve Sivas Kongresi’ne dağıtmasını emrettiler.

6 Eylül’de Ali Galip, Elazığ’dan Malatya’ya gelip Sivas’a doğru ilerledi. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa olaydan haberdar olup gerekli önlemleri aldı. 9 Eylül’de bu konuda kongreye bilgi verdi. Olaya bir de İngiliz Binbaşı Noel karışmıştı.

Üzerine asker gönderilen Ali Galip, adamlarıyla birlikte Malatya’ya kaçtı. Oradan Urfa’ya, Urfa’dan da Halep’e geçti.

11 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa, İçişleri Bakanı Adil’e gönderdiği telgrafta, “Alçaklar, caniler, düşmanlarla millet aleyhinde tertiplerde bulunuyorsunuz. Aklınızı başınıza toplayın!” dedi.

Anlayacağınız tek düşman Yunan değildi.



SİVAS’TA MANDA TARTIŞMALARI

Amerikan Chicago Daily News gazetesi muhabiri E. L. Brown, kongreyi izlemesi için Sivas’a gönderilmişti.

8 Eylül günü, kongre açılır açılmaz, İsmail Hami Bey (Danişment), 25 kişinin imzasıyla kongreye Amerikan mandasının kabul edilmesini isteyen bir komisyon raporu sundu. Ancak Mustafa Kemal Paşa raporun görüşülmesine başlamadan önce Mr. Brown’un “resmi bir sıfatla” kongreye katılmadığını, tamamıyla “özel olarak” geldiğini ve Amerika’nın mandayı kabul edeceğini değil, belki etmeyeceğini söylediğini; dahası Brown’ın mandanın ne olduğunu bile bilmediğini belirterek görüşmelerden önce “10 dakika ara” verdi. Böylece Mr. Brown’a güvenerek Amerikan mandası isteyeceklerin fikir değiştirmesini bekledi.

Manda lehine Kara Vasıf Bey, İsmail Hami Bey, İsmail Fazıl Paşa, Bekir Sami Bey, Refet Bey uzun konuşmalar yaptılar. Umutsuzca Amerikan mandasını savunuyorlar, bunun “ehven-i şer” olduğunu söylüyorlardı. İşin ilginci mandanın bağımsızlıkla aynı şey olduğunu bile iddia ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa bu mandacıları “biçareler” diye adlandırıyordu.

TIBBİYELİ HİKMET’İN İSYANI

8/9 Eylül gecesi Mustafa Kemal Paşa odasında bir toplantı yaptı. Mandacıların, yabancı işgali altında “cesaret” ve “ümitlerini” kaybetmiş olmanın verdiği üzüntüyle “hastalıklı bir ruh haliyle” hareket ettiklerini söyledi. “Şerefsiz, istiklalsiz, esir bir millet çocukları olarak yaşamak yerine, efendice ve kahramanca ölmek elbette ki tercih edilir. Bunu anlayamamak ne garip mantıktır?” dedi.

O sırada orada bulunan kongre delegelerinden Tıbbiyeli Hikmet adlı bir genç, biraz da Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerinden cesaret alarak yüksek sesle şunları söyledi: “Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunları her kim olursa olsun şiddetle reddederiz. Farzı mahal, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandır ve tel’in ederiz.”

Tıbbiyeli Hikmet’in bu yurtsever çıkışının ardından duygulanan Mustafa Kemal Paşa, çevresindekilere bakarak, “Arkadaşlar, gençliğe bakın! Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” dedi. Sonra Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek “Evlat müsterih ol! Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tek ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm” dedi. Bunun üzerine yerinden fırlayan Tıbbiyeli Hikmet “Var ol Paşam” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü. Mustafa Kemal Paşa da bu yiğit gencin alnından öptü. (Kansu, age, s.247, 248).

ABD SENATOSU’NA MEKTUP

9 Eylül günü Rauf Bey, Amerikan Senatosu’ndan ülkemizi inceleyecek bir heyet çağırmayı teklif etti. Mandacıları susturmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Mustafa Kemal Paşa, hiç zaman kaybetmeden Rauf Bey’in bu teklifini oya sundu. Böylece oy birliğiyle ABD Senatosu’na başvurmaya karar verildi. Senato’ya sunulmak üzere bir mektup hazırlandı. Falih Rıfkı Atay “gönderilmemiştir, sudan bir karara bağlanıp kalmıştır” dese de mektup ABD Senatosu’na gönderildi. Mektupta özetle “tarafsız bir devlet” olarak ABD’den “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durumları olduğu gibi incelemek amacıyla bir komite göndermesi” isteniyordu. Yani ABD’den “manda” değil, sadece “bir inceleme komitesi” isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın, Nutuk’ta, “özel bir önem vermiş değilim” dediği bu mektupla Sivas Kongresi’ndeki manda tartışmaları bitirildi. ABD o sırada Anadolu’da manda fikrinden çoktan vazgeçmişti. Mustafa Kemal Paşa bunun farkındaydı. Nitekim ABD Senatosu bu mektuba hiçbir cevap vermedi. Sonuçta, Erzurum Kongresi’nde reddedilen “manda”, Sivas Kongresi’nde de kabul edilmeyerek gündemden düşürüldü.

Ne acıdır ki, 1919’da Wilson’un mandasını reddeden Türkiye, 1947’de Truman’ın doktrinini kabul edecekti.

https://www.bing.com/ck/a?!&&p=4bdb2eea3d71eb835300adfc738d417d1ede43d33a0edb15c48f90d7d29bea00JmltdHM9MTc1Njk0NDAwMA&ptn=3&ver=2&hsh=4&fclid=2ff220ae-3355-64c1-2780-324532cc656f&psq=Sinan+Meydan+Sivas+Kongresi&u=a1aHR0cHM6Ly93d3cuZ3VuY2VsbWV5ZGFuLmNvbS9wYW5vL3lhLWlzdGlrbGFsLXlhLW9sdW0tc2l2YXMta29uZ3Jlc2ktc2luYW4tbWV5ZGFuLXQ0NTg3OS5odG1s

Ben Fransızım ama Siz Türk Değilsiniz

Bu sütunda daha önce de yazdım. Pek de derin olmadığı anlaşılan devletimiz… Yok devletimiz değil tabii, iktidarımız, uzun ömrü-saltanatında aynı hatayı ikinci defa yaptı. Kürtler = PKK = Öcalan denklemini kurdu ve teyit etti. Aynen öyle yaptı. PKK münfesih ya, “Kurucu Lider” adına şimdi siyasi partisi konuşuyor. Sonuç aynı. Kürtleri DEM temsil eder, onun lideri de Öcalan’dır. Peki, CHP ileri gelenlerine soralım: Sizin çok sevgili “Kürt seçmen” ne diyor bu işe? Cevap: Vallahi Kürtlere bir şey sormaya fırsatımız olmadı ki. Biz sadece DEM ve Öcalan’la konuşuyoruz.

Özetleyelim: Kürt = Eski PKK, yeni DEM ve onun başı = Öcalan. Kürtler istese de istemese de…

Bir de “Türk seçmen” var değil mi? Bu da yanlış. Ama bir an için doğru kabul edelim. O cephede olan da “Kürt seçmenin” başına gelenin aynadaki aksi gibi. Madem Kürt = PKK = DEM = Öcalan ve madem ki bu blok bize on binlerce şehide mal oldu. PKK ve Öcalan düşmanımızdır. O hâlde… Vahim gidişi görüyorsunuz değil mi.

İşin doğrusu, anayasanın 66’ncı maddesinde yazandır: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Anayasa değişmedi ama

Siz birkaç hatayı birden yapıyorsunuz. En başta, anayasayı çiğniyorsunuz. Efendim o maddeyi değiştireceksiniz… Bu bir niyet. Fakat niyetler kanunları çiğnemenize ruhsat vermez. Devlet kanunlarla, kanunlar da anayasayla hükmeder. Aksi devlet değil gücü gücü yetene düzenidir, kargaşadır, yıkımdır. Ne yani başkaları da kafalarına göre başka maddeleri değiştireceklerini söylesin ve o maddeler değişmiş gibi mi davransın. Şimdi saçma sapan örneklerle okuyucumu yormayayım.

İkincisi, anayasada da sosyolojik olarak da bir ırkın, bir etnisitenin adı olmayan, daha teknik tabirle etnonim değil demonim olan “Türk” ile Kürt, Arap ve başka etnonimleri eşdeğer kullanıyorsunuz. Vatandaşların yüzüne bağırıyorsunuz: Sen Kürtsün; dolayısıyla Türk olamazsın. Sen Arapsın, Lazsın, Çerkezsin; demek ki Türk değilsin.

Tehlike ne biliyor musunuz? Tehlike sizin böyle saçmalamanız değil, sizin söylediklerinize vatandaşın inanmasıdır. Bir kısmının, “Eh, en büyükler söyledi, biz Türk değilmişiz.”, bir kısmının da “Eh en büyükler söyledi, onlar Türk değilmiş.” demesidir.

Anayasayı ihlalle kalmıyorsunuz. Bal gibi ve açıkça halkın bir kısmını diğer bir kısmı aleyhine kışkırtıyorsunuz!

Deveciyan dersleri: O başka

Tanınmış sunucu ve yazar Banu Avar’ın öneminden ötürü bugün hemen herkesin duyduğu bir röportajı var, Patrick Deveciyan ile. Deveciyan, adından da anlaşılacağı gibi Ermeni asıllı bir Fransız. Fransız parlamentosunun Türklerin Ermeni soykırımı yaptığını inkârın suç olduğuna dair kanunun tasarımını ve kulisini yapan hukukçu. Sayın Avar ile konuşması şöyle:

Banu Avar: Ama siz Ermeni kökenlisiniz.

Patrick Deveciyan: Burası bir ulus devlet ve ben de Fransız yurttaşıyım. Yani Fransız’ım.

Banu Avar: Ama siz değil misiniz Türkiye’de, Kürt, Laz, Çerkez, Süryani denilmeli diyen?

Patrick Deveciyan: O başka.

Sayın Özgür Özel ve kadrosu, bakınız Deveciyan Fransa’nın “Ermeni Seçmen”i değil. Ermeni asıllı olabilir ama Fransız. Ermeni asıllı olabilir ama bir devleti de bir demonimi, bir milleti de var: Fransız. Siz Kürt asıllı, şu asıllı, bu asıllı Türklere Türk diyemiyorsunuz. Siz Türk değilsiniz diyorsunuz. Bize de “Bak bunlar sizden değil” diyorsunuz. Farkında mısınız? Siz hiç siyaset bilimi, hiç sosyoloji okudunuz mu? Okuyan dostlarınız da mı yok?

Deveciyan röportajında en vurucu cümle hangisi biliyor musunuz? Emperyalizmin, kağıtlara çizgi çekip devlet ve milletler yaratmanın, bölmenin, tahrik etmenin özeti olan iki kelimelik cümle: O başka.

Ulus devlet tehdittir

Çünkü dünyada milletler ikiye ayrılır. Mümtaz milletler. Bunlar Fransız, İngiliz, Amerikan, Rus, Alman, İtalyan ve sair milletlerdir. Bir de bu mümtaz milletlerin o günkü ihtiyaçlarına göre inşa edilecek devletler ve milletler vardır. Sykes  ve Picot’un baş başa verip üzerinde el sıkışacağı, Gertrude Bell’in sınırlarını çizeceği, Sir Percy Cox’un dikte edeceği devlet ve milletler vardır.

İşte mümtaz milletler ulus devlet olma hakkına sahiptir. Onların vatandaşları demonimin, yani milletin ismiyle anılır. Aşağılık devletlerin ulus devlet olması ise kötü bir şeydir. Başa bela olurlar. 21 Temmuz’da gazetelerimizde şu haberi okuduk: ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack“Güçlü ulus devletler bir tehdittir. Özellikle Arap devletleri, İsrail için bir tehdit olarak görülür” ifadelerini kullandı. Barrack, “İsrail’in Suriye’yi kontrol eden güçlü bir merkezi devlet yerine parçalanmış ve bölünmüş görmeyi tercih edeceğini” söyledi.

Barrack’ın ne demek istediğini tam anlamadıysanız kurucu lider Öcalan’ın “Demokratik konfederalizm” tezlerini okuyunuz. Ufuk açıcıdır.

Avrupa Türkleri…

Yaşam her millet için ama Türkler için daha fazla değişkenliklerle dolu… Türkler için bu değişkenlikler diğer milletlere göre farklı sonuçlar veriyor.

Türk Milleti, hem yurt içinde hem de dünyanın her köşesinde devamlı bir göç hareketi içinde yani göçü sürekli yaşıyor. Türk tarihi aynı zamanda bir göçler tarihi!

Köyünden kalkıp şehire, şehirde bir mahalleden diğer mahalleye, olmadı büyük metropollere o da yetmezse başka ülkelere hatta kıtalara kolayca yelken açılıyor.

Bu göçlerin elbette sosyolojik, psikolojik, ekonomik ve siyasal nedenleri var. Bu göçler sebebi ile oluşan durum ise Avrupa Türkleri’nde olduğu gibi önümüze kendimizi tanımlamak için yeni bir gerçeklik getiriyor.

Millet olarak kendimizi ya coğrafyaya verilen adla ya da coğrafyalara bizim verdiğimiz adlarla tanımlıyoruz. Örneğin Türklerin yaşadığı yer anlamına gelen Türkiye ya da Azerbaycan Türkleri ve Balkan Türklerinde olduğu gibi…

Millet aynı adı Türk ama bir süre sonra Amerika Türkleri, Avustralya Türkleri, Hollanda Türkleri veya Irak Türkleri (Türkmenler) ya da Suriye Türkleri olarak adları coğrafya ile birlikte anılmaya başlıyor.

“Avrupa Türkleri” kavramı da 1960’lı yılların başından itibaren yoğunlaşan işçi göçü ile günümüzde dördüncü hatta beşinci kuşağa ulaşan ve halen Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlarımızı tanımlayan bir kavramdır. Biz henüz bu kavram ile yeni tanışmaya ve bu kavramı çok yakın bir zaman diliminde içselleştirmeye başladık. Daha doğrusu fiili gerçekliği kabullenmek zorunda kaldık. Çünkü onlar Avrupa’ya nereden giderlerse gitsinler artık birer Avrupa Türkü oldular.

Burada Avrupa denilince Balkanları kast etmediğimiz iyi anlaşılmalıdır…

Bugün sayısı tam olarak bilinmese de sadece Türkiye’den Avrupa’ya yerleşen tahmini 7 milyon civarında Türk vatandaşı vardır. Bunların büyük çoğunluğu Türk vatandaşlığını korumaktadır. Bazıları ise yaşadıkları ülkelerin yasal zorlamaları bazıları ise gönüllü olarak Türk vatandaşlığından çıkmışlardır. Ancak bu onların Türk olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Avrupa Türkleri sadece bahsettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından ibaret değildir. Türk Dünyasının dört bir köşesinden Türkler, Avrupa’nın değişik ülkelerine göç ederek gelmişlerdir. Örneğin; Azerbaycan, İran, Irak (Kerkük-Musul), Suriye, Yunanistan, Kuzey Makedonya, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ahıska, Kırım ve diğer Türk yurtlarından sayıları milyonlarla ifade edilen Türkler Avrupa’ya göç etmiştir. Bu Türklerin, lehlerine dönüştürebilirlerse kârlı çıkacakları bir durumdur.

1980 yılından bu yana muhtelif sebeplerle Avrupa’nın birçok yerine gider gelirim. Bu gidiş gelişlerimde yaptığım gözlemlerde insanlarımızın azami düzeyde; milliyetlerini (Türklük aidiyeti), inançlarını, dillerini, kültürlerini, örf ve adetlerini, Türkiye veya geldikleri Türk yurtları ile olan bağlantılarını ve birbirleri ile dayanışmayı koruduklarını gözlemledim. Aksi olsa bugün Avrupa Türklüğünden bahsedilemezdi ve asimile olup giderlerdi.

Varlıklarını korumak için camiler, dernekler, lokaller, spor kulüpleri yetmedi bütün Avrupa’yı kapsayan federasyonlar altında büyük sivil toplum kuruluşları oluşturmuşlardır. Bunun yanında Avrupa’da daima güçlü bir Türk medyası (gazete, dergi, televizyon, internet siteleri vb.) vardır. Örneğin bir dönem Almanya’nın Frankfurt şehri Türk medyasının merkezi olmuştur.

Avrupa Türkleri genelde bir Türk’te görebileceğiniz tüm özellikleri üzerinde taşır. Teşkilatçıdır hemen örgütleniverir. Çalışkandır kısa zamanda birçok işin üstesinden gelir. İstisnalar dışında ailesine bağlıdır, çoluk çocuğuna sahip çıkar. Devletine ve bayrağına sadakatini hiç kaybetmez. Bu bakımdan milli duyguları ve refleksleri kuvvetlidir. En küçük sıkıntıda milletinin ve devletinin yanındadır. Örfünü ve adetlerini önce gurbet diye baktığı ama şimdi kök saldığı Avrupa’da aynen korur.

Bunun somut bir örneğini 2018 yılının Haziran ayında yaptığım Nürnberg seyahatimde çok açık bir şekilde bir kez daha gördüm. Seyahatim Ramazan ayına denk gelmişti. Nürnberg’teki dostlar bizi DİTİB’in camisinin yanında kurulan Ramazan çadırına götürdüler. Gördüğüm manzara sanki Türkiye’de bir şehirde görebileceğim manzara ile aynıydı. İftardan sonra semaverler demlenmiş, çay ve kahvelerle beraber yanında nargile keyfi yapılıyor etraftan gelmiş kadın erkek üç dört bin Türk, teravih namazından sonra büyük bir muhabbetle sohbet ediyorlardı. Kendimi evimde ve Türkiye’de hissettim.

Keza Türkiye Cumhuriyeti devleti, Avrupa’daki Türk vatandaşlarına oy kullanma hakkı tanıdı. Bir seçimde oy kullanmalarını ve ülkelerine sahip çıkarak demokratik haklarını kullanmalarını gıpta ile izledim.

Yine bir 23 Nisan’da da İsveç’in Malmö kentinde idim. Hayatımın en güzel 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını iki bine yakın Türk’le birlikte burada büyük bir coşkuyla kutladım diyebilirim.

Yanlış anlaşılmasın diye bir hususu özellikle belirtmek isterim. Avrupa Türkleri, Almanya’da yaşayanlardan ibaret değildir. Türkler, Avrupa ülkelerinin tamamında öbek öbek büyük yoğunluklarda yaşamaktadır. Bu sebeple Avrupa’da nereye gitseniz karşınıza bir Türk’ün çıkması büyük bir olasılıktır. Türkçe ile bütün bir Avrupa’da seyahat etmeniz mümkündür. Bu şaşılacak bir durum değildir.

Avrupa Türkleri artık sadece işçilerimizden ibaret değildir. Özellikle yeni nesiller eğitimli ve dil hakimiyetleri kuvvetli insanlardır. Aralarında iş insanı, akademisyen, bürokrat, çeşitli konularda uzmanlar ve siyasetçiler bulunmaktadır. Yani Avrupa’da çok sayıda başarılı Türk yaşamaktadır. Hepimizin bildiği örnek, virüs salgınına karşı aşıyı Avrupa (Almanya)’da yaşayan iki Türk’ün bulmuş olmasıdır. Ayrıca Avrupa Türkleri başta futbol olmak üzere birçok spor dalında önemli başarılar elde etmektedir.

Türkiye’de kurulu olan İŞKUR Kurumu 1960 yılında Almanya’ya giden işçilerimize bastırdığı yazılarla “onurlu ol, zekanı iyi kullan, aileni ve evini unutma, sağlığını koru, bayrağını düşün” başlıkları altında harika tavsiyelerde bulunmuştur. Türklerin çoğunlukla bu tavsiyeleri ve benzer telkinleri dinlediği anlaşılmaktadır ki; günümüzde “Avrupa Türkleri”nden bahsedebiliyoruz.

Türkler, Avrupa’ya kitlesel olarak ilk olarak Almanya ile tam 60 yıl önce 1961’de yapılan anlaşma sonucu gittiler. Geçici olarak gitmişlerdi ama çoğunluğu orada kalıcı olmayı tercih etti. Orası yani Avrupa, nereden gelmiş olurlarsa olsunlar Türkler için yeni bir vatan oldu.

Avrupa Türklerinin ister Türkiye’den gitsinler yada Türk Dünyasının herhangi bir köşesinden gelsinler, müthiş bir hikayeleri var. Azim, direnme ve başarılı olmak için insan üstü denilebilecek bir güç sergilediler. Baştan beri dedik ya, bir Türk’te hangi özellikler var ise hepsi Avrupa Türklerinde mevcuttur diye!

Biz “Türkiye Türkleri”nin onlarla birlikte olmak ve onlar için neler yapmamız gerektiğine dair kafa yormamız ve bilimsel metotlar öncülüğünde tedbirler almamız gerekiyor. Aksi halde bu müthiş gücü heba eder gideriz.

Kanaatimce öncelikle iletişimi kuvvetlendirmeliyiz. Empati yapıp onları anlamaya çalışmalıyız. Onları hiçbir zaman yalnız bırakmadan her açıdan desteklemeliyiz. Yani onları burada “Almancı” orada “Türk” olmak duygusunun açmazından korumalıyız.

Avrupa Türkleri; büyük Türk Dünyası ailesinin şerefli ve onurlu bir üyesidir. Bu aile yani Türk Dünyası, Avrupa Türkleri ile hiç tahmin edilemeyecek bir şekilde daha da güçlü olacaktır. Türk Milleti bu fırsatı ıskalayamaz. Hem onlar hem de bizler meseleye bu şuurla bakmalıyız. Bu sebeple her Türk, Avrupa Türklüğüne ilgi ve ihtimam göstermelidir.

Avrupa Türklüğüne bir Türk’ün gönlünden yürek dolusu kocaman selamlar…

#AvrupaTürklüğüZafereKoşmalı

Son Halife Abdülmecid Efendi’ye Kesilen Trafik Cezası

Fransız ve İtalyan polisleri 27 Aralık 1922’de Galata Köprüsü’nden otomobiliyle geçen Halife Abdülmecid Efendi’ye trafik cezası kestiler. Makbuz Dolmabahçe Sarayı’nda bulunuyordu.

Özet

Günümüzden 50 yıl kadar önce Dolmabahçe sarayında “Hususi Daire” denen Reisicumhura -Atatürk’e özel- bölümdeki küçük çalışma odasında yazıhanenin dayandığı duvardaki camlı çerçevedeki makbuzun işbu Abdülmecid Efendi’ye kesilen ceza makbuzu olduğu kayıtlıdır. Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul isimli eserinde şu hatırasını anlatmaktadır: Saray’ın Atatürk dönemini görmüş ve rehberlik yapan bir personeli (Hüseyin Efendi?) öğrendiklerine dayanarak bu iki imzalı trafik cezası pusulasını, Fransız ve İtalyan polislerinin otomobiliyle Köprü’den geçerken Halife Abdülmecide ve temsil ettiği Osmanlı hanedanına hakaret olsun diye kestiklerini, Atatürk’ün de bu belgeyi yakın tarihimiz açısından önemseyerek ziyaretine gelen konuklarına özellikle gösterdiğini kendisinden dinlemiştim. (Daha sonra bu belge bulunduğu yerden kaldırılmıştır)[1]. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış fakat halifelik Abdülmecid’in şahsına verilmesi Ankara TBM Meclisi tarafından kabul edilmişti. 27 Aralık 1922’de Fransız ve İngiliz polisleri Halife Abdülmecid’e İstanbul’da trafik cezası kesebiliyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. Halifelik ise devlet yönetiminde adeta Şiilikteki “Ayetullahlık” unvanı gibi Millet iradesi üzerindeki gölge teşkil ediyordu. 3 Mart 1924 tarihinde yüz yıllarca siyasi bir kurum olan halifelik kaldırıldı.

Anahtar Kelimeler: Nutuk, Halife Abdülmecid Efendi, İstanbul, İşgal güçleri, Trafik cezası

Giriş:

Emevilerde bir zulüm aracı olarak kullanılan saltanat halifelik maskesine büründürülmüştü. Abbasilerde sürekli olarak Türk yahut başka sultanlıklarının himayesinde hayatını devam ettiren yarı siyasî bir kurumdu. Yavuz Sultan Selim Hanla birlikte Ed devlet-ül Türkiye himayesindeki Abbasi halifesinden Osmanlı Türk Hanedanına aktarılmış siyasî hüviyetini öne çıkaran bir makama dönüştü. II. Abdülhamid Han bu unvanı İslam dünyasının gücünü Osmanlı Devletinde toplamak için kullanmıştı. Fakat bu unvan İslam dünyasının çoğu ülkesinde itibar görmüyordu. I. Dünya savaşında da hiçbir dini ve siyasal faydası olmadığı da anlaşılmıştı. Bununla beraber ısrarla Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 yılında kurulmasına rağmen Halifeliği önemseyen hatta onu dini bir gereklilik sananlar vardı. Henüz Şanlı Türk ordusunun İstanbul’a girmesinden ve işgalcilerin terk etmesinden önce yaşanan trajik manzara son halifeye kesilen trafik cezası idi.

            Atatürk’ün Büyük Nutuk’u Türk Milletini düşünmeye çağırmaktadır:

17 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli resmi bir telgrafın ilk cümlesi şu idi: “Vahdettin Efendi bu gece saraydan kaybolmuştur.” Bu telgrafnamenin daha bir iki cümlesini 18 Teşrinisani [Kasım] 1922 gününe ait Meclis zabıt ceridesinde okumuşsunuzdur. Fakat telgrafnamenin aslında, kayboluşun kimlerin aracılığıyla vuku bulduğu ihtimalinden ve emanetlerin nasıl muhafaza edildiğinden vesaireden bahseden alt tarafı da vardır. Aynı günkü zabıtta okunmuş olan bir mektup suretiyle, ona ekli –ajanslara yayımlanmış- bir beyanname suretini de tekrar okuyalım:

Mektup Sureti

Bir nüshasını eklediğim resmi beyannamede söylendiği gibi, Zatı Şahane kendisini İngiltere’nin himayesi altına koyarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır. İmza: Harington 17 Teşrinisani [Kasım] 1922[2]

Abdülmecit Efendi’nin Büyük Millet Meclisi’nce halife seçilmesi:

Muhterem efendiler, firari halife, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde makamından indirildi. Yerine, sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi seçildi. Meclis’çe yeni halife seçilmeden evvel, seçilecek zatın da padişahlık sevda ve davasına kapılarak herhangi bir yabancı devlete iltica etmesi ihtimalini bertaraf etmek lazımdı. Bunun için, İstanbul’da bulunan memurumuz Refet Paşa’ya, Abdülmecit Efendi ile görüşerek ve hatta elinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafet ve saltanat hakkında aldığı kararı tamamen kabul ettiğine dair bir de senet alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.

18 Teşrinisani [Kasım] 1922 günü İstanbul’da Refet Paşa’ya yazdığım bir şifre telgrafname ile de verdiğim talimatta başlıca şu noktaları kaydetmiştim:

“Abdülmecit Efendi , Halifeyi Müslimin i unvanını kullanacaktır. Bu unvana başka sıfat ve kelime ilave edilmeyecektir. İslam âlemine duyurulmak üzere hazırlayacağı bir beyannameyi aracılığınızla evvela şifre olarak bildirecektir. Tasvip olunduktan sonra tekrar şifre ile ve aracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayımlanacaktır. Bu beyannamenin metnini başlıca şu noktalar teşkil edecektir:

a) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisini hilafete seçmesinden açıkça memnuniyet beyan olunacaktır.

b) Vahdettin Efendi’nin hareket tarzı tafsilatlı olarak kınanacaktır.

c) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun onuncu maddesine kadar olan maddelerinin muhteviyatı münasip tarzda ve mühim mana ve özü aynen zikredilmek suretiyle Türkiye devletinin ve Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin hususi mahiyetinin ve idare usulünün Türkiye halkı ve bütün İslam âlemi için en faydalı ve en uygun olduğu zikir ve tespit edilecektir.

d) Türkiye millî halk hükümetinin geçmiş hizmetlerinden ve teşekküre değer mesaisinden takdirkarane bir lisan ile bahsolunacaktır.

e) İşbu beyannamede, yukarıda bildirilmiş noktalardan başka, siyasi sayılabilecek bir nokta ve fikir belirtilmeyecektir”.

19 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli açık bir telgrafla da Abdülmecit Efendi’ye:

“Türkiye devletinin hakimiyetini kayıtsız şartsız milletin kendisinde saklı tutan Teşkilatı Esasiye Kanunu uyarınca icra kudreti ve kanun yapma salahiyeti kendisinde tecelli etmiş ve toplanmış bulunan, milletin yegane ve hakiki temsilcilerinden meydana gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihinde oybirliğiyle kabul ettiği gerekçe ve esaslar dairesinde yüce Meclis’çe 18 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihinde yapılan celsede hilafete seçilmiş olduğunu” tebliğ ettim (Vesika: 265). 19 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli bir şifre telgrafname ile Refet Paşa, yazdığımız telgraflara cevap veriyordu. Abdülmecit Efendi, imzasının üstünde Halifei Müslimin ve Hadimülharemeyn (Mekke ile Medine’nin hizmetkarı-Y.N.) unvanının bulunmasının ve Cuma selamlığında kaftan ve Fatih’e ait şekilde bir sarık takınmasının mümkün ve uygun olacağı görüşünü dile getirmiş, İslam alemine yazacağı beyanname muhteviyatı hakkında belirttiği görüşte, Vahdettin Efendi hakkında bir şey söylemek hususunda affını istemiş ve beyannamenin İstanbul gazetelerinde yayımlanması sırasında Türkçesiyle beraber bir de Arapça suretinin yayımlattırılması düşüncesini ileri sürmüş” (Vesika: 266)[3].

Refet Paşa’ya makine başında 20 Teşrinisani [Kasım] 1922 günü verdiğim cevapta, Halifei Müslimin unvanıyla beraber Hadimül haremeynişşerifeyn (Mekke ve Medine gibi iki kutsal yere hizmet eden. (Y.N.) tabirinin kullanılmasını uygun buldum. Cuma merasiminde Fatih’in kıyafetine girmesini gayri tabii (uygunsuz, normal olmayan) buldum. Redingot veya İstanbulin giyebileceğini, askeri üniformanın bittabi söz konusu olamayacağını bildirdim. Yayımlanacak beyannamede Vahdettin’in ismi zikrolunmaksızın eski halifenin manevi şahsiyetinden ve zamanında düşülen derekeden bahsedilmesinin lüzumlu olduğu görüşünü belirttim[4].

Abdülmecit Efendi, babasının adı münasebetiyle de olsa “Han” unvanından vazgeçemiyor

Refet Paşa’dan 20 Teşrinisani [Kasım] 1922’de aldığım şifre telgrafnamenin birinci maddesinde Refet Paşa diyordu ki:

“Abdülmecit Efendi’nin 29 Rebiülevveli tarihli yazılannın altında Halifei Resulullah Hadimülharemeynişşerifeyn cümlesinin altında Abdülmecit bin Abdülaziz Han imzası kullanılmıştır.”

Efendiler, yaptığımız ikazı iyi karşıladığını ifade eylemiş olan Abdülmecit Efendi “Halifei Müslimin” (Müslümanların Halifesi -Y.N.) yerine “Halifei Resulullah”(Peygamberin Halifesi-Y.N .) ve babasının ismi münasebetiyle “Han” unvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Birtakım düşüncelerden sonra da Vahdettin hakkındaki beyanattan vazgeçtiğini ve çünkü “başkasının kötü işlerini söz konusu etmek suretiyle bile olsa, bu gibi beyanatın meslek ve karakterine ağır geleceğinin aşikâr olduğunu” bildirmiş. Bu husus, telgrafnamenin ikinci maddesinde yer alıyordu. Telgrafnamenin üçüncü maddesini, benim Meclis Reisi sıfatıyla kendisine halifeliğe seçildiğini tebliğ eden telgrafnameme yazdığı cevap teşkil ediyordu. Bu cevabın başlığı “Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne” diye şahsıma hitap halinde idi. Dördüncü maddede, İslam âlemine tebliğ edeceği beyanname sureti vardı. Bu beyannamenin yazıldığı İstanbul’un “Darulhilafetülaliye” (Yüce hilafet merkezi- Y.N.) olduğu da itina ile kayıtlı bulunuyordu.

21 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli bir telgrafta, “Halifei Resulullah” yerine evvelce bildirdiğimiz gibi “Halifei Müslimin denilecektir” dedik. Kendisine hilafeti tebliğ eden telgrafnamemize vereceği cevabın şahsıma değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti’ne olmasını ihtar ettik. Yazılarında, siyasi, genel hususları kapsayan kelimeler olduğundan ve bunlardan sakınmak lüzumundan bahsettik.

Efendiler, ehemmiyetsiz teferruat gibi kabul edilmesi pek mümkün olan bu izahatımla işaret etmek istediğim esaslı nokta şudur: Ben, şahsi saltanatın ilgasından sonra, başka unvanla aynı mahiyette bir makamdan ibaret olması lazım gelen hilafetin de ilga edilmiş olduğunu kabul ediyordum. Bunun, münasip zaman ve fırsatta telaffuzunu tabii buluyordum. Halife seçilen Abdülmecit Efendi’nin bu hakikatten büsbütün gafil olduğu iddia olunamaz. Hele, kendisinin halife unvanıyla saltanat icrasının sebep ve şartlarını hazırlayıp temin edebileceklerini hayal edenlerin mevcudiyeti düşünülürse, muhatabımızı ve tabii taraftarlarını saf ve gafil zannetmek asla caiz olamazdı[5] . Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’taki tespitlerinden sonra olayları özetlemeye devam edelim:

Hanedanın ıskat edilen (tahttan düşürülen) son padişahı, İngilizlere sığınarak İstanbul’u terk eden Vahideddin, Osmanoğulları’na ve kendi kimliğine leke sürmüştü. Buna karşılık Abdülmecid’in takınacağı tavır dikkate alınarak halifeliğin daha bir süre gündemde kalması da bir “Gazi Paşa aklı” idi. Çünkü saltanat ne kadar siyasî ise işlevi olmayan halifelik İstanbul için törensel-gelenekseldi. Kritik bir süreçten geçildiğinden de inanç çağrışımıyla İslam âlemine dönük bir jest olabilirdi. Meclis’te seçim yapılması ise “biat” kavramının özüne uygundu. O tarihlere kadar yaşadığı zafiyetlere ve son sultanının da kaçmasına kar­şın, Gazi Paşa’nın en yakınındakiler bile 600 yıllık Devlet-i Osmaniye’nin yerini yeni bir devletin alacağını tahmin ve tahayyül edemiyorlar, yetişkin şehzadeler kendilerinin ve atalarının o ocağın nimetiyle hayat bulduklarına inanıyorlardı. Bu pek çok aydının ortak bakışıydı. Abdülmecid Efendi de bu yaygın dogmaya güveniyor: Vahideddin sırasını savdığına göre hanedanın ekberi ve erşedi ola­rak sıra bende, bugün halifelik yarın saltanat kararı verilir diyor olmalıydı. O nedenle de saltanatın kaldırılmasına ses çıkarmayarak Millî Hükümet yanlısıy­mış görünmeyi önemsemişti[6].

İstanbul’un ellili yaşlardaki ressam ve müzisyen Halifesi Abdülmecid Efendi sahi kimdi? Dolmabahçe Sarayı’nda niçin oturuyordu? Halife Efendi Hazretleri bir peygamber vekili ise görevi neydi? Aile bireyleri alafranga yaşantıya alışmış ve çağdaştı. Aile ortamında Beethoven, Mozart dinleniyordu! Her şey ne iyi ne güzel dense de 300 odalı koca sarayın anıtsal cümle kapısını açık tutmak için Halife Hazretleri, “TBMM’den Meclis bütçesinin iki katı ödenek talep etmekteydi. Gerçi bu beklenti bile “Meclisin üstünde bir konumdayım!” yani sultan olmalıyım, demekti. İstanbul’daki en büyük Avrupaî sarayda otur­mak, Arapça “şerefü’l- mekan bi’l-mekin” (Konutun saygınlığı onursallığı otu­ranındandır) sözü gereği Dolmabahçe’nin saygınlığı Halife Abdülmecid’le özdeş demekti. Zafer kazanıldı, memleket kurtuldu, ele güne karşı saltanata dönelim, ben de 37. padişah olarak tahta cülus edeyim demek hakkı, hesapça yüklü de beklentisiydi[7].

Dolmabahçe arayı’ndaki -geçici yerleşik- ilk ve son modern halife, bu çıkışıyla, Musa’ya da İsa’ya da yani İstanbullulara da Ankara Hükümeti’ne, kara­vanadan yiyip mektep koğuşunda yatan Ankara’daki zafer kahramanlarına, milletvekillerine de İstanbul’un iğreti işgalcilerine de yaranamadı, haklı görünmek şöyle dursun tepki topladı. İstanbul’daki ziyaretlerinde birkaç arabalık kortejiyle aradığı coşkuyu, alkışı da alamıyordu. Onu görmek için sokağa çıkanlar vardı ama severek saya­rak alkışlamak için değil, “bu cuma neler giymiş kuşanmış” merakındakilerdi. Halife Abdülmecid’in favori gösterileri “Cuma alayı”, yani “selamlık resm-i alileri” idi. Bu tören 1 yıl 3 ay 2 haftada 65 kez yinelenmiş olmalı[8].

Yeni halife galiba her cuma için bir tür dinsel bir promenade (gezi) senaryosu hazırlıyordu: Güzergah ve semt, tarz-görüntü-kıyafet, at, araba … belirliyor, her dönemeçte, caddede, özellikle de bir yakından izlenme amaçlıyor, göz göze gelmek; “Dev­letlü, haşmetlü, şevketlü efendimiz hazretleri! ..” alkış nidaları duymak istiyordu. Özellikle Galata Köprüsü bir seyirlik koridoru konumundaydı. Orada, iki taraflı sıralanan İstanbulluların Halife Hazretleri’ne tezahüratını gösteren fotoğraflar mutlaka olmalıdır. Söz gelişi bir cuma “açık tenezzüh otomobili” ile çıkıyordu. İstanbullular, halifeyi, akıllarına bir artistlik getiremeden ve safça; fesine, papyonuna, kostü­müne, platin ışıltılı ak akalına, ak-pembe çehresine, pek özenli görüntüsüne hayran kalarak gözlemliyordu. Bir başka cuma alayında sarık sarıp alnının yukarısına at nalı kadar sorguç iliştiriyor, öbür cuma atlar koşulmuş saltanat arabasıyla, bir ötekinde kürklü börklü, görkemli ve açık otomobille, bir başkasında .. , nur saçan bir çehreyle arz-ı didar ediyordu! Ama her seferinde coşkulu kalabalıklardan yoksun, tenha ve sesizliğe gömülmüş İstanbul yollarını turlayıp hayli yorulmuş saraya dönüyordu. Keşke saraya dönüşlerinde de defterine gözlemlerini yazsa imiş. Bugün eli­mizde bilmediklerimizi okuyacağımız Son Halifenin Anıları içerikli bir günlük olacaktı! Ortada bir de tezat vardı: Biri, kaldırılmış saltanatın dönüşüne umut bağlayan bir hanedan mensubu, öteki Montesquieu’nün önerdiği demokrasi ve cumhuriyeti bir Doğu ülkesinde yeşertmeyi aklına koymuş Türk subayı. Bu iki adamın yaşamları adece Büyük Cihan Savaşı’nın sonrasındaki 1922-1924 iki yılında kesişti. Biri bu memleket bana atalarımdan kalma derken beriki ulus egemenliği diyordu[9].

Halife Abdülmecid’in türlü çeşitli tavırlarına ise bir anlam veremeyen görmüş geçirmiş İstanbullular da vardı. Kaldı ki halifenin sergilediği tavırlar, günlük sıkıntılara, sorunlara çözüm vadetmiyordu. Yaşlı İstanbul hanımları asırlardan beri öylenen “Sultan yüzüne bakmak sevap” inancını yitirmiş olmalılar ki cadde kenarlarında durup modern giyimli halifeye bakarken: “Bu mu Peygamber halifesi!” diyerek gülümsüyor, “tövbe sümme haşa!” diyor, her cuma başka bir kıyafeti yadırgıyorlardı[10].

Gerçek bu iken Abdülmecid Efendi’nin, İstanbul’un semtlerinde otomobil gezileri de yaparak halkı hanedana bağlı tutma çabası elbette boşunaydı. Ankara’nın hoş karşılamamasına da aldırmayarak sabırları zorlayan bir aymazlıktan, “yetti” dedirtinceye kadar vazgeçmedi; ressam Halife Hazretleri, her cuma, İstanbul’un akşam gazetelerinde o günkü Selamlık Alayı haber ve dedikodularına koşut Ankara’ya gelen eleştiri haberleri de yer alıyor, gazete nedir bilmeyenlerse yalan yanlış uydurma olmuşları, olacakmışları konuşuyordu. Ordu müfettişi atanan Refet Paşa, Tekirdağ’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmadan önce Gazi Paşa’ya bir rapor sundu. Halife Abdülmecid’in, İslam dünyasına Arapça beyanname yayınladığını ve Halife-i Müslimin ve Hadimü’l-Haremeyn sanını kullandığını, imzasını da “Abdülmecid bin Abdülaziz Han” olarak attığını bildirdi. Aslında Refet Paşa, halifeye aşırı saygı gösterileri yaparak eninde onunda onun tahta geçeceği beklentisindeydi. Bunun nedeni kişiseldi: Millî Mücadele’de kıdemi İsmet Paşa’nın üstünde olmasına karşın onun altında konumlandırılması idi. Samsun’a gidişten beri Atatürk’le beraberken İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’ye daha sonra katılmasını kendisine karşı bir haksızlık olarak değerlendiriyordu. Vahideddin’in tahttan indirilmesinde Abdülmecid Efendi’nin halife sanıyla tahta iğreti oturtulmasında da rolü olan, ikili de oynayabilen “aykırı” bir generaldi[11].

TBMM’de de halifelik konusu en çok tartışılan konuydu. Oysa tartışılabilir bir tarafı yoktu: Abdülmecid’in halife sanıyla Türkiye’de ve İslam ülkelerinde yapabileceği bir şey yoktu. 27 Aralık 1922’de Hint Hilafet Konferansı’nda Abdülmecid’in halifeliği onanmıştı ama İşgal Kuvvetleri’nin trafik denetçileri Galata Köprüsü’nden geçen Abdülmecidin otomobilini durdurup ceza kestiler. Bu saygısızlığın mesajı, halifeyi tanımamak, “Sen de kim oluyorsun?” demek, aşağılamak, sömürgelerindeki Müslüman toplumlara da benzer mesajlar vermekti. Bu tutum, emperyal devletlerin, İstanbul’daki temsilcilerinin saltanattan soyutlanmış “unvan halifesi”ne değer vermediklerini kanıtlıyordu. Öbür taraftan, sömürgelerdeki Müslüman İsmaililerin lideri olarak Ağa Han, sözde İngiltere adına, halifeliğin saygın konumda ve yetkili bir makam olarak kalması için Türkiye Cumhuriyeti’ne resmen başvurmuştu[12].

Günümüzden 50 yıl kadar önce Dolmabahçe Sarayı’nda “Hususi Daire” denen Reisicumhura -Atatürk’e özel- bölümdeki küçük çalışma odasında yazıhanenin dayandığı duvardaki camlı çerçevedeki makbuzun işbu Abdülmecid Efendi’ye kesilen ceza makbuzu olduğu kayıtlıdır. Saray’ın Atatürk dönemini görmüş ve rehberlik yapan bir personeli (Hüseyin Efendi?) öğrendiklerine dayanarak bu iki imzalı trafik cezası pusulasını, Fransız ve İtalyan polislerinin otomobiliyle Köprü’den geçerken Halife Abdülmecide ve temsil ettiği Osmanlı hanedanına hakaret olsun diye kestiklerini, Atatürk’ün de bu belgeyi yakın tarihimiz açısından önemseyerek ziyaretine gelen konuklarına özellikle gösterdiğini kendisinden dinlemiştim. (Daha sonra bu belge bulunduğu yerden kaldırılmıştı)[13]. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış fakat halifelik Abdülmecid’in şahsına verilmesi Ankara tarafından kabul edilmişti. 27 Aralık 1922’de Fransız ve İngiliz polisleri Halife Abdülmecid’e İstanbul’da trafik cezası kesebiliyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. Halifelik ise devlet yönetiminde adeta Şiilikteki “Ayetullahlık” unvanı gibi Millet iradesi üzerindeki gölge teşkil ediyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa “1 Teşrinisani (Kasım)1922 de saltanatı milliyenin tahakkukuna dair Büyük Millet Meclisinde cereyan eden tarihî celsede irat buyurdukları mühim nutuk”ta çok önemli bir tespitte bulunuyordu. Bu “Nutuk” saltanatın kaldırılmasının gerekçesini özetliyorsa da esasında Halifelik kurumunun da tarihî kimliğiyle göstermelik olduğunu vurguluyordu:  “Makamı hilâfette dahi Bağdat ve Mısırda olduğu gibi bir kudret veya mülteci (sığınmacı) bir şahsı âciz (çaresiz) değil, istinatgâhı Türki­ye Devleti olan bir şahsı âli (saygın) oturacaktır (Vesika 264)[14]”.

Böylece 3 Mart 1924 tarihinde yüz yıllarca dinî değil tamamen siyasî bir kurum olan halifelik kaldırıldı. Yüzyıllarca güçlü saltanatların gölgesinde İslam dünyasında farklı coğrafyalarda halifeler oluşmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılında Meclisi ve Türk Milleti’ni aydınlatmak için kendi hazırladığı ve bizzat okuduğu eserinin III. Cildi Belgeler kısmında “1 Teşrinisani (Kasım) 1922” tarihli celsedeki Nutkunda “İslam tarihi, saltanat ve halifelik” kurumlarını bilimsel bir hassasiyetle değerlendirmektedir. Türk aydının mutlaka bu belgeyi (Vesika 264)[15]  okuması ve değerlendirmesi gerekmektedir.

Kaynaklar

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.

M. Kemal Atatürk, Nutuk III.Cilt, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970.

Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul.


[1] Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul,  s.217.

[2] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s.528.

[3] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 530-531. M. Kemal Atatürk, Nutuk III. Cilt (Vesikalar), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970.s. 1252.

[4] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 531-532.

[5] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 532.

[6] Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul,  s.212.

[7] A.g.e.,  s.212.

[8] A.g.e., s.213.

[9] A.g.e., s.213.

[10] A.g.e., s.214.

[11] A. g. e., s.215.

[12] A. g. e., s.216-217.

[13] A.g.e.,  s.217.

[14] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970., s. 1250.

[15] A.g.e., s. 1239-1251.

Mâlûmat ve İlim

      Bakkalında terazi bulundurmayan biri,

      Bakkallık yapabilir mi?

      Kumaşçı, mağazasında metreyi kullanmadan

      Kumaş satabilir mi?

      Tartma ve ölçme âletine ihtiyaç duymadan,

      Ticaret yapmak mümkün mü?

                                   x

      Hakk’ı hakkıyla bilmeyen

      Ve O’nu doğru tanımayan;

      Haklı ve doğru iş yapabilir mi?

      Hakk’ı, hak olarak kabul etmeyen,

      Hakk’a lâyık, düzgün iş yapabilir mi?

      Hakk söz söyleyebilir mi?

                                   x

      Kur’an’ın gerçek mânâ

      Ve anlamını bilmeyen,

      Kur’an’ı yeteri kadar anlamayan;

      Anlayanlardan da sormayan;                                                                                                                                        

      Kur’an’ı kendine bir rehber,

      İlahî bir yol göstericî olarak almayan kimse;

      Her türden ne kadar sayısız kitap okumuş olursa olsun;

      Elbette büyük bir kültür zenginliğine kavuşmuştur ama;

      Bütün bunlar, onu mâlûmatfuruşluktan;

      Bilgiçlik taslamaktan öteye götürmez! 

      Çünkü mâlûmat, ilim demek değildir.

      İşlenmemiş ham madde hükmündedir.

      İlim sayılacak bir mevkiye yükselmesi ise,

      İnsan için, kullanışlı, faydalı ve yararlı;

      Bir durum aldırılmalarıyla mümkün olur.

                                   x

      Çünkü, Hakk’ı hesaba katmadan kitap okuyan,

      Okuduğu, mütalâa ettiği eserlerdeki;

      Zâtında doğru, güzel ve hak olan fikir ve düşünceleri;

      Gerekli ve gereken yerlere koyamayacağı için,

      Hakikatleri ister istemez elinde zâyi’ etmiş olur.

      İfrat ve tefrit girdaplarında, boş yere döner durur!

      Kimseyi de, kendinden ne memnun, ne de hoşnut eder.

                                             x

      İşte Kur’anî ve İlahî ölçüt ve kıstaslar;

      Mâlûmatların yerli yerinde kullanılmasına, ön ayak olarak,

      Onların ilim hâline geçmelerini sağlar.

      Bu suretle onlar, değer ve kıymet kazanır.

      Evet mâlûmatlarına ilim kisvesi giydiremeyenler;

      Terazisiz dükkân açmaya kalkanlar gibidirler!

      Metre kullanmadan kumaş satmaya yeltenenlere benzerler!    

      Tartısız, ölçüsüz ticaret hayatına girenleri andırırlar!

                                             x

      Böylece Hakk’ın kaçınılmaz sillesine yerler!

      Halkın da büyük bir nefretini kazanırlar!

Yeni Sürecin Akil İnsanları Mecliste

“Terörsüz Türkiye” adıyla başlatılan “PKK ile yeni müzakere süreci” için yetkililer başından beri “pazarlık yok, al ver yok” “terör örgütü şartsız silah bırakacak” dedi.

TBMM’de yasal dayanağı olmayan, hukuka aykırı bir yöntemle Meclis’te bir komisyon kuruldu. Şu ana kadarki çalışmalarından, bu komisyonun bir takım yasal ve anayasal düzenlemeler yapılması için kamuoyunu hazırlamakla görevlendirildiği anlaşılmakta.

Komisyon en son TBMM eski başkanları ile bazı baro başkanlarını dinledi. Görülüyor ki davet edilen ve görüşleri kamuoyuna açıklanan bu kişilere ilk süreçteki “akil insanlara” verilen rolün benzeri verilmiş.

Komisyon’da dinlenen eski TBMM Başkanları komisyon fikrine ve “barış/terörsüz Türkiye” hedefine destek; sürecin hızlanması ve somutlaşması çağrısı bakımından benzer görüşteler. Ancak Bülent Arınç, Hikmet Çetin, Mustafa Şentop, Ömer İzgi ve Binali Yıldırım DEM/Öcalan çizgisine yakın görülebilecek beyanlarda bulundular.

Bülent Arınç (AKP) “umut hakkı ile Öcalan affedilsin, genel af çıkarılsın” dedi. Arınç’ın bu çağrısı, DEM’in Öcalan başta olmak üzere tüm tutuklular için af ve hak talebine çok yakın bir perspektif içeriyor. Yani Öcalan/DEM/Bahçeli/MHP çizgisiyle kesişiyor.

Hikmet Çetin (CHP) “eyleme karışmayanlar için af, silahlı eylem yapanlar için af dışı çözümler/ üçüncü ülke formülü” önerdi. “Bence dağdaki belki de 15-20 kişiyi şu aşamada yurtdışına göndermek lazım” dedi. Bu “PKK terör örgütü üyesi olmak suç olmaktan çıkarılsın” demek. Zaten askerlerimizi ve vatandaşlarımızı öldüren kurşun ve bombaların hangi teröristin elinden çıktığını, uyuşturucu ticaretini hangilerinin yaptığını belirlemek mümkün olamaz. Hikmet Çetin beni şaşırttı, hayal kırıklığı yarattı.

Mustafa Şentop (AKP) “belirli süreli ve takibe bağlı bir af” istedi.

Ömer İzgi (MHP kökenli) açık biçimde 66. maddenin değiştirilmesini önerdi; 1924 Anayasası’ndaki etnisite/din vurgusuz vatandaşlık tarifine dönülmesini savundu. Bu, DEM’in uzun süredir savunduğu “anayasal vatandaşlık” çizgisine en yakın çıkış oldu. İlginç olan, bu çıkışın bir MHP kökenliden gelmesi.

Binali Yıldırım (AKP) “vatandaşlık tanımı gözden geçirilmeli, ilk dört maddeyle çelişmeden eşitlik temelli olmalı; ‘adem-i merkeziyetçi’ idari güçlendirme olur ama federe/ federal olmaz” diyerek yerel güçlendirmeye kapı araladı. Herhâlde ilk etapta Anayasa’nın ilk 4 maddesinin tartışılmasının sürece zarar vereceğini düşünmüş olmalı. Ama “İdari yetki- kaynak artışı ve adem-i merkeziyet” diyerek, DEM/PKK talepleri olan özerklik ve federasyona karşı gibi dursa da bir ara kademeye kapı araladı.

***************************

Bu Komisyon Başarılı Olamaz

Eski başkanların bazıları, farklı partilerden gelseler de kritik noktalarda Öcalan/DEM/Bahçeli çizgisiyle kesişiyorlar.

Erdoğan ve Bahçeli’nin yürüttüğü sürece “milli mutabakat” görüntüsü verilmek isteniyor. Eski başkanların sözleri bu amaca hizmet ediyor.

TBMM komisyonunun resmi görev tanımı ve sınırı belli değil. Ancak vatandaşlarımıza “al-ver yok” diyerek, “PKK ile müzakere yapılmadığı” izlenimi verilerek yürütülen süreçte devlet ve komisyon teröristbaşını muhatap alıyor. Öcalan bir siyasi figür haline getiriliyor.

İlk süreçteki “akil insanlar” ve “Oslo müzakereleri” nasıl başarısız olduysa komisyonun da başarılı olması mümkün değil. Çünkü halka yalan söyleyerek, içeride dile getirilen ve milli reflekse yol açabilecek söz ve talepleri gizleyerek kamuoyu desteği sağlanamaz. Birgün konuşulanlar açıklanır veya müzakere tutanakları açığa çıkıverir.

****

Ama bu açıklamaların bir faydası var: Mevlana’nın sözündeki manada, biz de elbiselerin içinde adam var mı yok mu görebiliyoruz.

Türk Milletine yalan söyleyen ve kandırmaya çalışanları öğreniyoruz.

Mademki pazarlık yok. DEM/Öcalan çizgisinin talepleri olan yasal değişikliklerin yapılması için Komisyonda niye konuşuluyor?

Suriye PKK’sı (PYD/SDG) silah bırakmadan, PKK silah bırakmış sayılamayacağına göre, kimler için ve neden af çıkarmaya çalışıyoruz?

***************************

Diyarbakır Baro Başkanının Komisyondan Talepleri

Diyarbakır Baro Başkanı Meclis’teki PKK Komisyonunda şu talepleri dile getirmiş: Arif Zerevan X hesabında paylaşılan haber şöyle:

“Türkiye Kürdistan Bölgesi Diyarbakır Vilayeti Barosu Başkanı Abdülkadir Güleç Ankara’daki meclis komisyonunda dile getirdikleri talepleri anlatıyor.

 :: 1. Kürdistan’dan dört vilayetin baroları olarak katıldık.

 :: 2. Anayasanın değiştirilmesini, Kürtçenin eğitim dili olmasını, Kürtçenin devlet kurumlarında serbestçe kullanılmasını talep ettik.

 :: 3. Kürdistan Bölgesi’ndeki belediyelerin 1921 anayasasına uygun olarak “adem-i merkeziyetçi” bir yetkiye sahip olmalarını talep ettik.”

****

PKK kanadı içeriden bu bilgileri vermese bu talepleri öğrenemeyeceğiz. Bakın bu sözlerde üniter yapı reddedilmiş, Türkiye’de bağımsız bir Kürdistan bölgesi varmış ve Diyarbakır bu Kürdistan’a bağlı bir şehir gibi anlatılmış. Burada anayasa değişikliği talebi var. Kürtçenin eğitim dili ve ikinci resmi dil olması talebi var. Vatanımızın “Kürdistan bölgesi” dedikleri kısmında “özerklik” talebi var.

Diyarbakır Baro Başkanının bu talepleri doğrudan PKK/Öcalan çizgisinin federal çözüm tezinin tıpkısı.

Ama bu ifadeleri Türk milletine aktarırken makyajlayarak anlatıyorlar. Diyarbakır Barosunun resmi sayfasında bu yöntem kullanılmış.

“Baro Başkanımız Av. Abdulkadir Güleç tarafından komisyonda, Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl yollarla çözümü ile demokratikleşme sürecinin gelişmesi için öneriler sunulmuştur” denilmiş. Talepleri ise “Hasta mahpusların tahliyesi, siyasi mahpusların topluma katılması”, “Kürtçe anadilde eğitim hakkı”, “AİHM ve AYM kararlarının uygulanması”, “Kayyım uygulamasına son verilmesi” gibi ifadelerle yumuşatılmıştır.

Ancak DEM’in bile dillendirmekte zorlandığı federalizm ve resmî dil taleplerinin baro üzerinden gündeme ve komisyona taşındığı gerçeği gizlenemiyor.

****

Beni en çok endişelendiren şey, komisyondaki CHP’li üyelerin siyasi görüşü. Çünkü bunlar içinde Sezgin Tanrıkulu ve Türkan Elçi PKK/Öcalan çizgisindeki taleplere çok yakın. Diğer CHP’lilerin PKK/Öcalan çizgisine yakınlığı daha sınırlı, ama yine de kayyım karşıtlığı ve anadil eğitimi gibi başlıklarda örtüşüyor.

[17:48, 31.08.2025] AYDINLAR OCAKLARI BÜYÜK ŞÛRASI – İSTANBUL

53. BÜYÜK ŞÛRASI – İSTANBUL

TASLAK PROGRAM

YER: The Green Park Hotel, Merter

TARİH: 10 – 11 – 12 Ekim 2025

—————————————————

1.Gün – 10 Ekim 2025, Cuma

* 14.00–Otele Yerleşme

* 14.30–Açılış Töreni

* 15.00–Açılış konuşması:

                   Prof. Dr. Mustafa ERKAL

                   Aydınlar Ocağı Genel Bşk.

* 15.45–Protokol Konuşmaları

* 16.00–Şura Konferansı:

                   Çağımızın Tarihi Gerçekleri

                   Prof. Dr. Mehmet ÖZ

                  Türk Ocakları Genel Bşk.

* 19.00–Akşam Yemeği

 ——————————————————-

2.Gün – 11 Ekim 2025, Cumartesi

* 08.00 – Kahvaltı

* 09.00 – Sunumlar

* 10.30 – Çay ve Kahve Molası

* 10.45 – Sunumlar

* 12.30 – Öğle Yemeği

* 13.30 – Sunumlar

* 15.00 – Çay ve Kahve Molası

* 15.45 – Sunumlar

* 19.00 – Akşam Yemeği

* 21.00 – Konser

——————————————————

3.Gün – 12 Ekim 2025, Pazar

* 08.00 – Kahvaltı

* 09.00 – Sonuç Bildirisi Okunması

* 10.30 – Panorama 1453 Tarih

                     Müzesi ziyaret

——————————————————

KATILIM ÜCRETİ

Kişi Başı (İki Kişilik Odalarda): 7.500 TL

İki Kişilik Oda Fiyatı (Toplam):15.000 TL

———————————————————

ÜCRETE DAHİL OLAN HİZMETLER

* Otel Konaklaması

* Tüm kahvaltı, yemek ve ikramlar

* Etkinlik katılımı

* Topkapı / Panorama 1453 Tarih

        Müzesi ziyareti

———————————————————

ÖDEME BİLGİLERİ:

THE GREEN PARK HOTEL MERTER

YEŞİLYURT İNŞAAT VE TURİZM SANAYİ TİCARET A.Ş.

Banka: Garanti Bankası

Şube: 1610 / Taksim Ticari

Hesap No: 6299505

IBAN: TR49 006 2001 6100 0006 2995 05

Son Ödeme Tarihi: 10 Eylül 2025

[17:52, 31.08.2025] Süleyman Uluocak: AYDINLAR OCAKLARI

53. BÜYÜK ŞÜRASI

10 — 11 ve 12 Ekim 2025 tarihlerinde

The GREEN Park Hotel Merter’de

Aydınlar Ocağı Genel Merkezinin

Ev sahipliğinde

İstanbul’da yapılacaktır.

Katılımınızı ve

Katkılarınızı bekleriz.

Saygılarımızla…

2025-2026 Eğitim Ve Öğretim Yılı’na Başlarken

Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2025-2026 Eğitim ve Öğretim Yılı’na ilişkin iş ve işlemlerini açıklayan 2025/63 nolu genelgesinden önemli bazı maddeleri bilgilerinize sunmak istedik.

2025-2026 Eğitim ve Öğretim Yılı 8 Eylül 2025 Pazartesi günü başlayacak.  18 milyonu aşkın öğrenci ders başı yapacak.

Millî Eğitim Bakanlığına bağlı resmî ve özel okul öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerine dair usul ve esaslar belirlenmiştir.

Velilere maddi külfet getirmeyecek şekilde, ikinci dönem Öğretmenler Kurulunda belirlenmesi gereken kıyafetin rengi, kumaşı, tasarım özellikleri ile logoların okul aile birliği tarafından temin edilerek, okulların internet sayfaları vasıtasıyla velilerin bilgilendirilmesi sağlanacak. Bu doğrultudaki gereken iş ve işlemlerin kontrolleri yapılacak, süreç titizlikle takip edilecek.

Resmî ve özel okullara Bakanlıkça dağıtımı yapılan ders araç-gereçleri ve ders kitapları, okul ve kurumlara zamanında teslim edilecek. Öğrencilerin kitap ihtiyaçları zamanında karşılanacak. Kitapların temiz ve düzenli kullanılması teşvik edilecek. “Sıfır Atık Projesi” kapsamında kitapların yıl sonunda okullara teslim edilmesine yönelik tedbirler alınacak.

Bakanlıkça ücretsiz dağıtımı yapılan kaynaklar dışındaki materyaller okul/kurumlarda kullandırılmayacak. Velilere maddi külfet oluşturacak bu tür uygulamalardan kaçınılacak.

Özel okullar, eğitim ücretleri ile sundukları diğer hizmetlerin ücretlerini belirlerken mevzuata uygun hareket edecekler. Fahiş fiyat uygulamasına gitmeyecekler.

Öğrenci kayıtları esnasında kayıt parası veya başka ad altında ücret talebine ilişkin şikâyetler valiliklerce değerlendirilecek.

Öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği sorumluluğun bilinciyle, eğitim kurumları yönetici, öğretmen ve eğitim çalışanları, mesleki etik ilkelerine uygun şekilde hareket edecekler. Eğitimcilik formasyonuna uygun kılık kıyafet seçecekler, tutum ve davranışlarıyla öğrencilere örnek olacaklar.

Öğrencilerde sorumluluk bilincini artırmak amacıyla, uygun olan okullarda “zilsiz okul uygulaması” na geçilecek. Zil kullanımının zaruri olduğu hâllerde, çevreyi rahatsız etmeyecek şekilde zil sesi seviyesi makul düzeye indirilecek. Okul zilleri Bakanlıkça belirlenen zil seslerinden seçilecek.

2025 yılı “Aile Yılı” olarak ilan edilmiştir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Erdem-Değer-Eylem Çerçevesi’ nde ifade edilen huzurlu aile ve toplum idealine ulaşabilmek amacıyla millî kültürümüzde ailenin yeri, aile kurumunun korunması ve güçlendirilmesi, çocukların aileleriyle geçirdikleri nitelikli zamanın artırılması, dijital risk ve tehditlere yönelik bilinç oluşturulması Milli Eğitim Bakanlığı’nın öncelikli hedefleri arasındadır.

 2025-2026 Eğitim ve Öğretim Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Erdem-Değer-Eylem Çerçevesi’nde ifade edilen “duyarlılık” değeri kapsamında; “çevreye ve canlılara değer vermek” eyleminin yansıması olarak; doğa sevgisinin oluşması, yeşil vatanımızın korunması, orman yangınlarına karşı farkındalık oluşturulması, fidan dikilmesi, orman temizliği gibi çalışmaların eğitim ve öğretim yılı boyunca yürütülmesine önem verilecek.

Eğitim ve öğretim yılının ilk haftasında, farkındalık eğitimi ve etkinlikler planlanarak ilk ders, Orman Yangınlarına Karşı Yeşil Vatanı Korumak temasıyla yapılacak.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Öğretim Programları, 2025-2026 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda; ana sınıfı ve uygulama sınıflarında, ilkokul 1-2., ortaokul 5-6., ortaöğretim hazırlık ve 9-10. sınıflarda kademeli olarak uygulanacak.

İlkokul birinci sınıf öğrencilerimizin ilk okuma yazma öğretimi sürecini desteklemek amacıyla; öğretmenlerimizce hazırlanan “Okumaya Başlıyorum”, “Artık Okuyorum”, “Hikâyelerim”, “Şiirlerim” okuma serisi ile; “Öğretmen Yazar, Çocuk Çiçek Açar” hikâye yazma yarışması kapsamında öğretmenlerce 1, 2, 3 ve 4. sınıf öğrencilerinin yaş ve gelişim düzeylerine uygun yazılıp hazırlanan hikâye kitapları 2025-2026 Eğitim ve Öğretim Yılı itibarıyla ücretsiz dağıtılacaktır.

Söz konusu okuma serisi ve hikâye kitaplarının Temel Eğitim Genel Müdürlüğünün internet sayfası ve EBA’dan erişime açılacak. Bu hususta öğretmenler bilgilendirilecek. Bahse konu materyallerin kullanımı sağlanacak.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin disiplinler arası yaklaşımını esas alan Harezmi Eğitim Modeli’nin ülke genelinde yaygınlaştırılmasının teşvik edilmesi ve Harezmi Eğitim Modeli Uygulama Kılavuzu doğrultusunda iş ve işlemlerin yürütülmesi yönünde il/ilçe millî eğitim müdürlüklerince gerekli tedbirler alınacak.

Öğrencilerin dijital imkânlardan doğru bir şekilde yararlanması için rehberlik yapılacak. Dijital bağımlılığa neden olan etkenlere karşı farkındalık oluşturulacak.

Öğrenciler sınıf içinde cep telefonu bulunduramayacak. Öğretmenler de sınıf içinde cep telefonu kullanamayacak.

 Ödev verme ya da bilgilendirmelerde Bakanlığın belirlediği platformlar/uygulamalar haricinde, sosyal medya uygulamalarının kullanımından kaçınılacak.

Her tür ve derecedeki resmî/özel eğitim kurumları tarafından planlanacak mezuniyet günü etkinliklerinde, velilere ve okullara külfet getirecek etkinliklerden kaçınılacak. Etkinlikler için önceden izin alınacak. Okul/kurum dışındaki mekânlarda mezuniyet etkinlikleri yapılmayacak.

Başta sevgili öğrencilerimiz olmak üzere, değerli öğretmenlerimize/yöneticilerimize, ve fedakar velilerimize başarılı, huzurlu bir eğitim öğretim yılı diliyorum.

Sevgiyle kalın…

Kur’an, İnsan  ve  Âhiret

     “Kâinat’ın amaçsız, anlamsız, boş yere yaratılmadığı,

     Bu kâinat’ı böyle ince bir düzenle yaratmanın gerisinde;

     Bir hikmet (gaye ve maksat) bulunduğu,

     Bu kadar özenle yaratılmış varlıkların en mükemmeli olan insanın;

     Ölünce yok olup gitmeyeceği, hayâtın ölümden sonra da süreceği, âhiretin kesin olduğu…

     (Çünkü) Âhiret’in olmaması demek,

     Dünya hayâtında inanıp güzel işler yapanlarla,

     İnkâr edip kötülük yapanlar arasında;

     Sonuç bakımından bir fark olmaması demektir.

     Bu, Allah’ın, kâinatta hâkim olan adâletine aykırıdır.

     Allah inanıp güzel işler yapanları,

     Yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla bir tutmaz.

     İyilerin ve kötülerin hareketlerini değerlendirmek için,

     Âhiret’in, hesap ve cezânın bulunması gereklidir.

     (Çünkü) bu kâinat bir amaç için yaratılmıştır.

     Bu amaç, âhiret hayâtıdır.

     Allah orada korunanları cennetlere,

     İnkar edip kötülük yapanları cehenneme sokacaktır.

     Yüce Allah, Hz. Muhammed’e Kur’an’ı indirmiştir ki,

     Sağduyu sahipleri bunun âyetlerini düşünüp öğüt ve ibret alsınlar…

     (Zira) bu âyetler, insanların hür iradeleriyle yaptıkları işlerden;

     Sorumlu olduklarını gösterdiği gibi,

     Âhiretin gerekliliğini de gösterir.

     Çünkü dünyada bu varlıkları yaratan Allah,

     Ya bunları sırf zarara uğratmak, yahut bunlara fayda vermek

     Veya ne zarar, ne de yarar vermek için yaratmıştır.

      Allah yaratıklarını, zarar vermek için yaratmış olamaz.

      Çünkü bu, onun rahmet ve keremine aykırıdır.

      Ne zarar, ne de yarar vermek için de yaratmış olamaz.

      Çünkü, ancak yok olmaları halinde bu ihtimal söz konusu olabilir.

      Öyle ise tek ihtimal kalıyor.

      O da Allah’ın, yaratıkları, kendilerine yarar vermek için yaratmış olmasıdır.

      Bu dünyada yaratıklar, tam yarar göremez. Çünkü dünya ömrü kısadır.

      Dünyanın yararı az, zararı çoktur.

      Az yarar için, çok zarara katlanmak hikmete uygun değildir.

      Dünya’da ızdıraplara katlananlar, haksızlığa, zulme uğrayanlar vardır.

      Şimdi bunlar sabırlarının karşılığını, zâlimler de zulümlerinin cezasını görmezlerse,

      Yaratıcı’nın adâleti gerçekleşmez. Bu adâlet dünyada tam gerçekleşmediğine göre,

      Mutlaka bunun gerçekleşeceği bir âlem vardır.

      Çünkü Allah, kâinatı boş yere değil, hikmetle (bir gâye gözeterek) yaratmıştır.

      Hikmet, bu adâletin gerçekleşeceği âhiret âlemini gerekli kılar.

      Allah kâfirleri, fâcirleri (günah işleyenleri) inanıp korunanlarla bir tutacak değildir.

      Öyle ise âhiret gerekir.

      Dünyada çoğu kez kâfirler, zâlimler rahat eder, inanıp korunanlar ezilirler.

      Âhiret de olmazsa kâfirler, mü’minlerden üstün tutulmuş olur.

     Bu, Allah’ın va’dine, hikmet ve adâletine aykırıdır.

     Onun için âhiretin vukuu muhakkaktır. Bunda asla şüphe yoktur.”

     (Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 3, s. 443 – 444)