Düşün Damlaları (12)
İnsanlar, olup bitenlere gereği şekilde, tam bir isabetle mânâ vermekte, geçmişi geleceği bilmek ve yorumlamakta acz içindedirler. Ne çok maziye / geçmişe nüfûz edip sızabilirler, ne de geleceğe kanat açabilirler. İşte Kur’ân-ı Kerîm, insanların mânâ / anlam vermekte acze düştükleri şeyleri açıklamaktadır.
x
Tarla kiminse; içinde olanlar, içinde bitenler, onda yapıanlar ve bütün bunların sonuçları onundur. Ondan elde edilecek gayeler de onundur, emeller de. Fakat bazen emel ve mecralar, akışları dışında cereyan eder / akar. Bundan da, ilgili kişiler sorumludur.
x
Rabbimizi bize tarif eden delil ve bürhanlar sayısızdır. Fakat büyük küllî / kapsamlı bürhan ve hüccet / deliller üçdür.
Birisi: Büyük bir kitap hükmünde olan Kâinat.
İkincisi: Kâinat kitabının en büyük âyeti / alâmeti, delili ve Nübüvvet / Peygamberlik hatemi / mührü ve gizli hazinelerin miftahı / anahtarı olan Hz. Muhammed.
Üçüncüsü: Âlem kitabının müfessiri / tefsircisi, açıklayıcısı ve Allah’ın Âdem oğullarına karşı bir hücceti olan Kurân-ı Hakîm.
x
İnsan; hilkat / yaratılış ağacının meyvası, sebeplerin en kudretlisi ve en geniş seçme kabiliyeti olanıdır. Böyle olduğu halde, terzilik san’at ve marifetinin bütün kabiliyetlerini, ustalıklarını toplayıp; dikenli eğri büğrü bir ağacın umum âzâlarına uygun bir gömlek dikmek istese, elbette yine âciz kalıp yapamıyacaktır.
x
Yeis / ümitsizlik, her türlü gelişmenin önündeki en büyük engel. Nitekim, “Bir kişi Cennet’e girecek.” deseler, “O kişi ben olabilirim.” diye insanın gayret etmesi lâzım. “Bir kişi Cehennem’e atılacak.” deseler, o kişi olmamak için de, yine büyük bir korunma faaliyeti göstermesi gerek.
x
Binanın yapımında çalışanlar, binayı sahiplenemedikleri gibi, hiçbir malzeme de binayı “Ben yaptım.” diyemez.
x
Vücûdunu, mûcidine / seni Yaratanına feda et.
x
Göz nimetinin herkeste olması, göze olan ihtiyacımızı ortadan kaldırmaz.
x
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.
x
Hüsn-ü zanna memuruz. Bir kimse veya bir olayın iyiliği hakkında, vicdanen iyi kanaat beslemekle mükellef ve yükümlüyüz.
x
Nasıl gördüğümüzü bimememiz; görmemize engel değil.
x
San’atla yaratan, hikmet sahibi Allah, insanı öyle bir keyfiyette yaratmıştır ki, eğer insan kendini etraflıca düşünse; o zaman misli ve benzeri olmayan; hem zıdları ve kendisiyle kıyas edilecek bir şeyin bulunmadığı, sonsuz ve sınırsız İlahî sıfatları tasdik edip onaylaması, ona daha kolay gelir.
x
Göz, kalb ve ruhun gördüğünü göremez. Özellikle maneviyattan uzaklığı ve özellikle gaflet ile, kalbin ölümü de söz konusuysa.
Çünkü, her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, maneviyatta kördür.
Baş Belası Risk Ve Tehditler
Göç ve Demografi Değişimi
Bir önceki yazımda ülkemizin kronik ama yönetilebilir ‘baş ağrılarını’ ele almıştık.
Şimdi, eğer zamanında tedavi edilmezse, ülkemizin bekasını tehdit edecek ‘baş belası’ riskleri ele alalım.
SIĞINMACI POLİTİKASI artık insani bir mesele olmaktan çıkıp sosyo-ekonomik bir krize dönüşüyor. Nüfus yapısı hızla değişiyor; demografik denge bozuluyor.
DİSK-AR İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu’na (Ağustos 2025) göre; Geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 29,6 oldu. Geniş tanımlı işsiz sayısı (İş aramayan ancak çalışmaya hazır olanların da dahil olduğu işsizler) son bir yılda 1,3 milyon kişi arttı! Son bir yılda iş bulmaktan ümidini kesmiş olanlar 1 milyon kişi arttı!
Türkiye’de 5,3 milyon kişi çalışmak istemesine rağmen iş bulamıyor. Her 4 gencimizden biri ne eğitimde ve ne de işte olan “ev genci” olarak ailelerinin himayesinde yaşamaya çalışıyor.
İşsizlik bu kadar yüksekken düşük ücretli sığınmacı emeği, yerli işgücünü baskılıyor.
Bazı yörelerde sığınmacı ve vatandaş yapılan yabancı nüfus, yerli Türk nüfusunu geçmeye başladı.
Ülkemizde Türk kadınların doğurganlık oranları tarihimizin en düşük seviyelerinde. Nüfusun dengesinin korunduğu ortalama 2,1’in çok altına 1,48’e düşen doğurganlık alarm veriyor. Buna karşılık Suriye’den göç eden sığınmacılarda ilk doğum çok erken yaşlarda başlıyor ve doğurganlık oranı 5,5 mertebesinde.
Türkiye’nin en nitelikli okul ve üniversitelerinden yetişen parlak beyinlerimiz ilk fırsatta Avrupa ve ABD’ye giderken, bunların boşluğu niteliksiz sığınmacı ve vatandaş yapılan yabancılarla dolduruluyor. Bu da sağlık, eğitim vd kamu hizmetlerinde kalite düşüşüne yol açıyor.
Kendi nüfusumuz yaşlanırken, genç sığınmacı nüfusun artışı Türkiye’nin sosyolojik dengesini kökten değiştirme potansiyeli taşıyor. Kontrolsüz göç ile düşük doğurganlığın birleşimi, ülkenin geleceğini tehdit eden sessiz bir “nüfus devrimi” anlamına geliyor.
Orta ve uzun vadede bu durum, bir milli kimlik krizine ve hatta nasıl bir “Kürt Sorunu” yaratılmışsa, “Arap Sorunu”, “Afgan Sorunu” gibi yeni fay hatlarının oluşmasına yol açabilir.
Bu tablo, iyi yönetilmezse ülkenin en büyük “baş belası”na dönüşebilir.
******************************
Abd/İsrail’in Ortadoğu Planı Türkiye’yi Sarsabilir
Orta Doğu’da Büyük Ortadoğu ve Büyük İsrail Projelerinin yeni bir evreye geçme ihtimali büyüktür. Başbakan Netanyahu’nun, İsrail Meclisinde ABD Başkanı Trump’a, “İsrail’in en büyük dostusun” demesi aslında bir teşekkürden çok, ortak bir stratejinin ilanıydı.
Bu iki liderin döneminde bölgeye yönelik projeleri (BOP ve BİP) bakımından çok ciddi kazançlar elde ettikleri muhakkak.
İsrail, topraklarını yüzde 20 genişletti, Lübnan’da Hizbullah’ı etkisizleştirdi. Suriye ordusunu felç etti. İran’a ciddi darbe vurdu. Suriye’de, iki eski teröristin (Ahmet Şara ile Mazlum Abdi’nin) iktidarı paylaşması yine ABD/İsrail planı çerçevesinde gerçekleşmekte.
Bu projeye bir başka terörist, Abdullah Öcalan’ın eklemlenmesi gündemde. Yasalarımızda halen olmayan “umut hakkı” kapsamında Öcalan’ın serbest bırakılması, Suriye PKK’sının (PYD/YPG/SDG) başına geçmesi ve “4 parçalı Büyük Kürdistan’ın” lideri olarak sisteme dahil olması tartışılmaya başlandı bile.
Bir başka konu: İRAN ile İSRAİL arasında yeni bir savaş gündeme gelme ihtimali ortadan kalkmadı.
Türkiye hem Suriye ve İran’la komşuluk hem İsrail’le ticaret, ABD ile siyasi ilişkileri nedeniyle bu denklemde hassas bir konumda. Olaylar Türkiye’nin “denge politikası”nı zorluyor.
Türkiye’nin milli üniter devlet olmasını ABD ve İsrail istemiyor. ABD Büyükelçisinin bu niyeti ifade eden sözleri ve Türkiye’ye federasyon tarzı bir yönetim telkini tesadüf değil.
Ancak şaşırtıcı olan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Türkiye’yi, milli üniter devlet yerine, Türk- Kürt- Arap federasyonuna götürme çabalarına öncülük etmesidir. Aynı Bahçeli çelişkili bir tutumla, KKTC’deki seçimde kazanan “yeni Cumhurbaşkanının Rumlarla federasyon taraftarı olduğu” gerekçesiyle seçimi meşru görmedi.
Bölgede enerji yollarının güvenliği, dış ticaret ve iç kamuoyu dengelerinin aynı anda sarsıldığı bir durum yaratılabilir. Türkiye bu süreçte milli-üniter devlet yapıdan vazgeçmesi için büyük baskı altına alınır. Şu sıralarda da böyle bir baskı olabilir ama baskının şiddetinin artması muhtemeldir.
Bu nedenle bölgesel gelişmelerin Türkiye için “baş belası”na dönüşmesi an meselesi.
******************************
Türkiye ABD İlişkileri
Türkiye’nin ABD ile ilişkileri giderek “zoraki evlilik” görüntüsü veriyordu. Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Trump’la görüşmesi ve yapılan anlaşmalar bir kırılma noktası izlenimi verdi.
ABD ile CAATSA yaptırımları, F-16 ve F-35 tedariki, Halkbank Davası gibi sorunlara çözüm bulundu mu bilinmiyor. Ancak Trump’ın gönlünü hoş edecek 100 Milyar dolarlık uçak vs alımları, ABD mallarına uygulanan gümrük indirimleri ilişkileri onarıcı etki yapmış olabilir.
Bu aşamada, ABD ile ilişkilerde, biri siyasi, diğeri ekonomik nitelikte, iki kritik husus çok ciddi riskler barındırıyor.
Birinci risk, Suriye’deki gelişmelerin bir parçası olarak Türkiye’nin milli- üniter devlet yapısından uzaklaşması. Türk vatandaşlarının “terörsüz Türkiye” sloganıyla uyutulup bir Türk- Kürt- Arap ortak devleti haline getirilmesi süreci gerçek bir beka sorunudur.
İkinci büyük risk Trump’ın gözünü diktiği dünyada ikinci büyük Nadir Toprak Elementleri (NTE) rezervinin bulunduğu Eskişehir Beylikova’daki cevherler konusudur.
Türkiye Cumhuriyeti yönetimi bu konunun konuşulmadığını söylese de Trump, “Bir yıl içinde o kadar çok nadir elemente sahip olacağız ki şaşıracaksınız” diye konuştu. Ben Trump’ın “siz çıkarın biz işleyelim” diye talepte bulunduğunu veya yakında talep edeceğini tahmin ediyorum.
Böyle bir anlaşma yani rezervi çıkarıp işlemeden satmak, Türkiye açısından stratejik bir intihar olur. Bu alanda Çin’in izlediği yöntemi uygulamak gerekiyor. Anlaşma yapılacak ülkelerden teknoloji transferi yapma, bu alanda insan gücü yetiştirme, Ar-Ge ve teknolojiye yatırım yapıp nihai ürünleri üretebilir hale gelmek hedef olmalıdır.
Bu karmaşık tablo ekonomik ve diplomatik bedeller doğurabilecek ölçüde riskli: yani ciddi bir “baş belası.”
Neler Tekrar Edilmeli
Bir zamanlar… Mazide… Gazetede her ne varsa ömrü 24 saatti. İster haber olsun ister yorum, fikir yazısı, köşe yazısı… Bir gün sonra, bunların hepsinin yerine yenileri gelir ve gazete bazen kesekâğıdı, bazen raf örtüsü olurdu. Gazetenin saltanatı bir günlüktü, hani Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş şiirindeki bir namazdan az fazla.
Beyin teri, göz nurunuzun ömrü daha uzun olsun istiyorsanız daha dayanıklı, daha uzun vakitli mevkuteler seçmeniz gerekirdi. (Mevkute vakitli demektir zaten- periyodik…) Haftalık, aylık, vs. dergi mesela. Tabii en sağlamı kitap. Kitap ölümsüz gibiydi. Hiç olmazsa mevkutelere kıyasla öyleydi.
Bu hâl, gazete yazarı için hem iyi hem kötüydü. Kötüydü çünkü emeği bir gün sonra yok hükmündeydi. Yazısı kupür olarak ceplerde dolaşmıyorsa tavsiye bile edilse onu görmek için kalkıp gazete biriktiren bir kütüphaneye gitmek gerekirdi. İyiydi. Çünkü ne yazarsa yazsın, ne hata yaparsa yapsın her şey ertesi gün unutulurdu. Her gün çıkan bir genel basın affı gibi.
Tekrar etmek veya etmemek
Çok şükür ve maalesef artık öyle değil. İnternet sayesinde, değil bir gün sonra bir yıl, on yıl sonra da yazdıklarımız o bulutta ikamet etmeye devam ediyor. Kolayca da bulunabiliyor.
Bu yüzdendir köşemi yazmaya her oturuşumda, aklımdaki konuyu daha önce yazmış mıyım diye bakmak gereğini hissediyorum. Gerçi tekrar kötü değilmiş. Şakası da var: Et-tekrarı ahsen velev kaane yüzseksen. Ciddisi de… Değerli bir felsefe hocasına tekrara düşme endişemi anlattığımda, “Felsefe tekrarsız öğretilmez, öğrenilmez.” demişti.
Daha önce neler yazdığımı hatırlamıyor muyum? Vallahi hatırlayana aşk olsun. Sadece Karar’ı alalım. İlk köşe yazım 2020 Ocak ayında yayımlanmış. Kabaca 5 yıl; yılda 100 yazıdan 500 yazı eder. Siz olsanız hatırlayabilir misiniz?
Dünyayı gör-me-mek
Öyleyse bir yazdığımı bir daha yazmayayım. Bu da doğru değil. Hem felsefe hocasının tembihinden ötürü doğru değil hem de internette de dursa, kitaba da geçirseniz unutuluyor. Lincoln’ün aldatmak üzerine dediğine benzeteyim: Bir kişi, bir yazınızı, her zaman hatırlayabilir ama herkes bütün yazılarınızı her zaman hatırlayamaz. Ben eski yazılarımı şöyle bir kuş uçuşu gözden geçirdim. Hatırlanmasını istediğim, insanların ciddiye almasını istediğim, ciddiye almazsak iyi bir geleceğe ulaşamayacağımızı düşündüğüm konulardan birkaçı şunlar:
Yöneticilerin dünyayı olduğu gibi görmesi şarttır. Kafasındaki ideolojinin projeksiyonunu değil gerçeğin gözüne yansıyan şeklini görmelidir. Otoyolu uçak pisti zanneden pilot, Antalya’daki kazada olduğu gibi uçağı dağa çakar; 153 kişiyi öldürür. Ekonomi biliminin gerçeklerine değil de ideolojisine göre ülkeyi yönetmeye kalkan lider de ülke ekonomisini dağa çakar; 85 milyonun hayatıyla oynar.
Ahlak – önem – zayıf partiler
Toplumun yaşayabilmesi için ahlak şarttır. Fertle toplumun en geniş ve sık yüz yüze geldiği alanlar ticaret ve siyasettir. Dolayısıyla ticaret ve siyasette ahlak yoksa toplum ahlaklı değildir. Ahlaksız toplumda güven yoktur. Düzen yoktur. Biz maalesef, bu gerçeğin tam aksine, siyaset ve ticarette ahlaksızlık doğaldır diye düşünüyoruz. Güvenin bulunmadığı toplum geri kalmış toplum olmaya mahkûmdur.
Siyasilerimizde, strateji yok. Her şey taktik. İktidarda da öyle muhalefette de. Acil ama önemsiz işlerden, acil olmayan fakat önemli, çok önemli hayati işleri düşünmeye, o işleri planlamaya, o işleri konuşmaya vakitleri kalmıyor. Önemli işler önemsenmiyor.
Partilerimiz zayıf. Başkanlarımız kuvvetli. Partinin her kademesini başkanın tayin etmesi olağan. O tayin ettikleri de dönüp başkanı seçiyor. Buna da demokrasi diyorlar. Bakınız mesela ABD’de mesela Almanya’da, İngiltere’de partiler güçlüdür ve başkanı parti belirler. Başkan partiyi değil. Her şeyi, hatta anayasayı değiştirmeye bayılıyoruz da partiler kanunundan çok mutluyuz.
Soyut ve zekâ – hukuk – demokrasi
Zekâ testleri soyutu kavrama becerisini ölçer. Halkımızın zekâsı, 100 olan ortalamanın altında, 90 civarındadır. Çünkü soyutu öğretemiyoruz. Öğretecekler de soyutu bilmiyor. Dinin değerleri, millî değerler… Bunlar soyuttur. Soyutu kavrayamayan, anlatamayanlar bu değerleri nesillere veremez. Somut kabuk değerlerle uğraşırlar. Din, ölü yıkamak; milliyet birilerinden nefret etmektir.
Hukuk devletinde eylemler kanunlara uymak zorundadır. Hukuksuz devlette kanunlar eylemlere uydurulur. Seçmece kanun adamları, sipariş üzere çıkarılan kanunları kullanır. İktidara menfaatler sağlar, muhalefeti ve demokrasiyi yok ederler.
Dahası var ama şimdilik bu kadarda durayım.
Ne dersiniz, bunları tekrarlamalı mıyız? Peki sizce hangilerini?
Millet Bahçesinde Aklıma Gelenler
Belki yarım asır Kocaeli Sanayi Fuarı adıyla bölgeye hizmet sunan, şimdi millet bahçesine dönüştürülen bölgeye düştü yolum bu sabah. Gördüklerim beni şaşırtmadı, desem yalan olur.
Mekân oldukça geniş. Ortasında yapay göl, içinde kuğular veya ördekler, göl etrafında yıllara direnmiş uzun ağaçlar mevcut. On beş civarında kişi toplanmış, yaşlı çınarlardan birini oldukça yüksek ses çıkaran motorlu testereyle sabahın ilk saatlerinde kesmekle meşgul. İş, ağaç kesmek… Bu iş için görevlendirilmiş, seyirci pozisyonunda on beş kişi… Kafelerde istirahat edenleri kaçıran hayli çirkin cayırtı… Ortam, tuhaf geldi bana.
Arkadaşlarla buluşacağımız mekâna ilerledim. Telaffuzda zorlandığım, hafızamda tutamadığım ismi var mekânın. Yandaki kafe de kendine yabancı isim koymuş. Buralar Türkiye’de dinlenme mekânları mı, diye sordum kendime. İsimler yabancı; kafelerin mimarisi hiçbir geometrik şekle benzemiyor, belki çokgen; yiyeceklerin ve içeceklerin her birinin hem adı hem sunumu hem de tadı yabancı. Fiyatları da oldukça yüksek. Bu bölgenin adı, millete büyük iddialarla bir proje olarak sunulan Millet Bahçesi.
Bir dönem zihniyetinin eleştirisi olarak dillerde “Halk, plajlara akın etti, vatandaş, denize giremiyor.” cümlesi dolaşırdı. Hatırladım ve acı acı gülümsedim. Millet bahçesinin neresi milli? Millet bahçelerinin hangi yönü millete hitap ediyor? Fiyatlar yüksek, lezzetler yabancı, mimarisinin ne tarz olduğu belli değil; ama adı Millet bahçesi. Soruyorum: Buralara hangi millet gidiyor? Diğer şehirlerdekini bilmiyorum; benim İzmit’te gördüğüm, adı Fuar Millet Bahçesi olan yer, böyle.
Rahat duramadım, Büyükşehir Belediyesi genel sekreter yardımcısını aradım, ondan cevap alamadım. Diğer yardımcıyı aradım, seyahat halindeki yardımcıya, projeden dolayı teşekkür ettikten sonra kendisine tesislere verilen isimler konusundaki rahatsızlığımı ifade ettim. Teklifsiz tenkitlerin samimiyetten uzak olduğunu bildiğim için dinlenme veya sohbet mekânlarına “gülistan”, “lalezar”, “sohbethane”, “yarenler”, “dost meclisi”, “kıraathane” gibi, bizi de ifade eden, kültürümüze uygun daha sıcak isimler verilebileceğini ifade ettim. Değerli yardımcı, bana hak verdi; ancak bu konuda yetkili olmadığını söyledi. Bir süre sonra beni az önce kendisine ulaşamadığım yardımcı aradı. Ona da teşekkür ve tekliflerimi bildirdim. Aldığım ortak cevap şuydu: “Bu kafeler kendi marka ve isimleriyle geliyorlar, yoksa gelip burada yer tutmuyorlar.” Onun da çözümü var dedim: Belediye isterse sözleşmeye “Her iş yeri kendine Türkçe isim koyacak, markasını yaşatmak isteyenler tabelasının bir yerine bunu yazabilecek.” şartını koyabilir. Aldığım cevap, “Hocam, konu anlaşıldı, mesaj alındı, siz haklısınız, ilgili yerlere ulaştıracağız, hık mık…” Telefon iyi dileklerle kapatıldı.
Sağlıklı toplum olmak; duygu, ülkü birliğini gerektirir. Ortak dili konuşuyor olmak, aynı heyecanı paylaşmak, düşmanlaşmadan tartışabilmek; millet olmanın olmazsa olmazlarıdır. Çeyrek asırdır siyasi söylemlerle gündemde tutulan düşüncelerin uygulamalarla beslenmediğini, desteklenmediğini görüyor, kaybedilen yıllar, harcanan birikimler, kırılan ümitler nedeniyle üzülüyorum. Nedir bizi bize yabancılaştıran? Nedir bir türlü aşamadığımız kompleks? Kültürde, sanatta, duyguda, algıda, olguda bir farklılaşmanın değil, yozlaşmanın içindeyiz. “Tabelaya kendi isimlerini yazmazlarsa, gelmiyorlar.” gerekçesinin hiçbir mantığı yok. “Siz bize benzemezseniz, sorun değil, biz size benzeriz.” mantığı bu. Başkalarına benzemeyi tercih edenler ve bunda bitaraf olanlar hep bertaraf oldular. Ben bertaraf olmak istemiyorum, emanetçi neslimin de benim duruşumla tarih içindeki yerini almasını istiyorum. Günümüzün etki ve yetki sahibi yöneticilerinin de bu hassasiyetimi anlamalarını, bu doğrultuda icraat yapmalarını bekliyorum.
Millet bahçeleri, seçim vaadi olarak açıklandığında bende heyecan yaratmıştı. Bekledim ki sosyal hayatımızı renklendirecek çalışmalar yapılsın, buralarda geleneğimiz yaşatılsın, devlet-millet kaynaşması sağlansın, bir Türk sosyal yapısı inşa edilsin. Buralarda çarşı, kütüphane, ibadethane, aşhane, dinlenme mekânları, yetimler yurdu gibi müesseseler olsun. Her millet bahçesi bir külliye olsun. Batı’daki siyasi, edebi, mimari, düşünsel ekoller ve bizdeki Osmanlı, Selçuklu usulü gibi nitelenen tarzda, yaşadığımız dönemi geleceğimize taşıyacak bir sosyal hayat modeli oluşturulsun. Ama bu, şimdilik olmadı, olmayacak gibi de görünüyor. İstense hiç de zor değil.
Teklifim şudur: Millet bahçeleri bir projeyse, bu proje “kervan yolda düzülür” mantığıyla yürümez. Sosyal bilimciler, psikologlar, mimarlar, medeniyet tarihçileri, milli ve manevi duygu ve düşüncelerle donanmış bilge kişiler, bir araya gelmeli, istisnaları da olan standartlar geliştirmeli. İş başındaki etkili ve yetkili insanlar da makamlarının verdiği sorumluluk bilinciyle bunu hayata geçirmelidir. Kaybedilen zamanın, sermayenin, insan faktörünün sorumluluğundan kaçamazlar.
Benden söylemesi… Benimkisi bir monologdu. Samimiyet ve duyarlılık yüklü…
Ceza ve Müjde
Birçok konu gibi popülizmin de bir olumsuz bir de olumlu yüzü var. Doğru ifade: Menfi popülizm var, müsbet popülizm var. Popülizm deyince daha çok olumsuz yönü akla gelir. Çünkü popülist liderler o yönü daha sık kullanır.
Nasıl? Şöyle: Falan falan falan ve de filan bizi tehdit ediyor. Benim arkamda toplanın o kötülerle hep birlikte mücadele edelim. Bu son önerinin birinci kısmı önemlidir. Yani, “Benim arkamda toplanın…” Gerisi olmasa da olur, hatta daha iyi olur. Bu dış güçlere karşı benim arkamda toplanın önerisi. Fakat tecrübeyle sabittir ki sabah akşam dış güçlere çatmak bazen başa bela getiriyor. Hele isim vererek çatıyorsanız çok tehlikeli. Onun için isim vermeyin. İşte adı üstünde, en iyisi “dış güçler” deyin kâfidir ve daha güvenlidir. Bir şahsı meçhulden bir tek şahsı meçhul alınır- hiç olmazsa öyle olmasını ümit ederiz.
Muhalefet suçtur
Fakat isim vermeden dış güçlere çatmak bir süre için şahsımın arkasında yeterli toplanmayı sağlasa da bu bir süre sonra bıkkınlığa sebep oluyor. Onun için şahsı meçhul, bir yere kadar. Peki, ne yapmalı? İsim versen bir türlü, vermesen bir türlü. En iyisi dış güçlere değil de isim vererek iç güçlere, yani muhalefete çatmak. “Onlar aşağılıktır, haindir, cahildir; onlar anlamazlar, hele ekonomiden falan hiç anlamazlar.” Bunun tehlikesi de yok. Zaten şahsıma olabileceği kadar düşmandırlar. Daha da düşman olsalar cürümleri kadar yer yakarlar.
Belki bir kanun çıkarırız. Hani hangi derin görüşlü devlet adamı söylemişti, mevcut durumu kanuna uydurmak saplantısından kurtulmalı ve kanunu mevcut duruma uydurmalıyız! Ceza kanunumuza birkaç satırlık ilaveler:
Muhalifler, falan ile filan yıl arasında hapis cezasına mahkûm edilir. Muhalefet suçunun basın ve yayın organları aracılığıyla işlenmesi hâlinde ceza iki kat arttırılır. Muhalifin, daha önce iktidarın elinde bulunan bir makamı seçimle kazanması hâlinde, muhalefet suçuna suçüstü hâli uygulanır ve ceza tekrar iki kat arttırılır.
Dünyaya müspet bakalım
Nasıl da rahatlarız. Yok gözaltı ceza gibi kullanılıyordu, yok suç belli değilken tutuklama yapılıyordu. Bu kanunu bir çıkaralım, artık her gün, biz hukuk devletiyiz diyebiliriz. Öyle diyemesek de kanun devletiyiz deriz. Kanun ne diyorsa o. Tabii göz altıların sabah 4’te yapılması, polis değil jandarmayla yapılması cevval kanun adamlarımızın inisiyatifidir. Uygulamalar için kanuna gerek yok. Yine de yetkilileri rahatlatmak için bunları da yönetmeliğe bağlasak iyi olur. Muhaliflerin, tabiatları icabı, kaçma şüphelisi olduklarını da eklemek lazım.
Buraya kadar saydıklarım popülizmin menfi kısmı. Hain muhaliflere karşı tedbirler faslı. Şahsımın arkasında toplanmaları için popülizmin müsbet tarafları da kullanılmalı. Müsbet tarafların ifadeleri “müjde” diye başlamalı. Etkilidir. Bakınız asırlardır saha uzmanlığı olan misyonerler tebliğlerine hep “Müjde!” diye başlar. Müjdeler getirdiklerini söylerler. Demek ki etkilidir “müjde” diye başlamak. Neleri müjdeleyebiliriz?
“Müjde! Hiç çalışmadan emekli olabileceksiniz.”
Bu, benim anayasa değişiklik tasarımla da uyumlu. Eski yazılarımı hatırlamakta güçlük çekebilecek okuyucularıma hatırlatayım. Anayasa değişiklik tasarım şöyle: Her Türk vatandaşına doğumunda nüfus kartı ile birlikte bir diploma ve emekli cüzdanı verilir. Bunun karşısında hiçbir hain muhalif duramaz.
Daha daha müjdeler olsun
Hemen akla benzer müjdeler geliyor:
Müjde! Okula hiç gitmeden diploma vereceğiz.
“Herkes üniversiteye sınavsız girecek.” müjdesi yine derin görüşlü bir devlet adamımızın yıllar önce yaptığı bir teklifti. Hayaldi gerçek oldu. Şimdi arık üniversiteye girişten ziyade üniversitelerin boş kalma sıkıntısı var. Okula gitmeden alınacak diploma bütün problemleri kökten halledecektir. Bu size abartılı gelebilir ama alışık olmadığınızdandır. Bazı müjdeleri alıştıra alıştıra vermek gerekir. İnsan diş ağrısı hariç, her şeye alışırmış. Bakın ilk adımı attık. Önce 12 yıllık zorunlu eğitimin bir yılını tıraşlayarak başlıyoruz. Hiç sesinizi çıkarmayın. Yoksa zaten okula gitmeden diploma veren kanun dışı odaklar var. Onların işlerini kolaylaştırmayın. Eğitimi ne kadar uzatır ve zorlaştırırsanız, sahte diploma o kadar câzip hâle gelir.
Bir de “Müjde! İmara aykırı yapıları affedeceğiz.” vardı. Ama şimdilik bu konuda sessizliği tercih ediyoruz. İki sebep var. Biri küçük, biri büyük. Küçük sebep, bu müjdeyi daha önce defalarca verdik. Müjdeler bile çok sık kullanılınca etkisini kaybediyor. Büyük ve asıl sebep: Deprem felaketi geldi. İmarsız yapıları affetmek değil, yapanları hapsetmek gerektiği anlaşıldı. Onun için şimdilik sükût.
Sağlıkta Dönüşüm ve Sonrasına Bir Bakış (1)
“Halk içinde muteber bir nesne yok Devlet gibi,
Olmaya Devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
– Kanuni Sultan Süleyman
Sağlık “sadece hastalık ve sakatlığın olmaması değil, bedenen-ruhen ve sosyal yönü ile insanın tam iyilik halidir” diye tanımlanır. İnsan hayatının vazgeçilmezlerindendir. Buradaki başat unsur ‘HEKİM’dir. Hekimler doğumdan ölüme insanın en çıplak hallerine şahitlik edip; en çaresiz, en güçsüz anına çare olmak, sağlık ve esenlik vermek için çalışırlar. Onun için insanlık tarihi boyunca hep saygın olmuşlardır.
Sağlıkta dönüşüm programı 2006 da uygulamaya başlanmıştır. Böylece hekime ulaşmada:
1-Aile hekimliği; kamuda birinci basamak
2-Devlet Hastaneleri; kamuda ikinci basamak
3-Eğitim ve Araştırma, şehir ve tıp fakültesi hastaneleri; kamuda üçüncü basamak
4-2006’dan sonra artan özel hastaneler ve tıp merkezleri
5-2006’dan itibaren azalmaya başlayan ve 2010’daki tam gün yasası ile de çok azalan özel muayenehaneler insanlarımızın hekime başvurduğu yerlerdir.
Sağlıkta dönüşüm programı ile Aile Sağlık Merkezleri ve aile hekimliği yürürlüğe konmuştur. Başlangıçta her 4000 kişiye, şimdi ise 3500 kişiye bir aile hekimi düşecek şekilde uygulanmaktadır. On bine yakın merkezde 30 bine yakın hekim bu şekilde çalışmaktadır. Halen sayısı 350 olan Sağlıklı Hayat Merkezleri de 2014 den itibaren sisteme eklenmiştir. Ülkemizde şu an 24ü şehir hastanesi olmak üzere, 930 devlet hastanesinde 80 bine yakın hekim hizmet vermektedir.567 özel hastanemizde de 30bine yakın uzman ve 5 bin pratisyen hekim çalışmaktadır. Sanayi bölgelerimizde ayrıca OSGB’ler üzerinden veya bizzat kendi revir hekimleri ile çalışanlara işyeri hekimliği hizmeti imkanı sağlanmaktadır. Bunların her biri için ayrı ayrı değerlendirmeler yapılabilir. Bu yazımda genel bir değerlendirme göreceksiniz.
Sağlık sisteminin değerlendirilmesindeki ölçülerden biri bebek ölüm oranlarıdır(BÖO).Bu oran ülkemizde 2000’li yılların başında 1000’de 28’dir.Şimdi ise 1000’de 8’e düşmüştür. Dünya ortalaması 1000’de 50 olup geri kalmış ülkelerde 1000’de 100-150ye çıkmaktadır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında 1000’de 250 olup halen çok gelişmiş Japonya gibi ülkelerde ise 1000’de 2 bilgisi bu değerimizin kötü olmadığı ve çok önemli iyileşmelerin sağlandığını göstermektedir. Diğer bir ölçü ortalama insan ömrüdür. Bu oranımız 2000’li yılların başında erkeklerde 68, kadınlarda 72dir. Şimdi ise erkeklerde 76 kadınlarda 81dir.Bu değerin 1940larda erkekler için 40, kadınlar için 36 olduğu bilgisi bu oranımızın da oldukça iyi olduğunu göstermektedir.
Bu iyileşmede hekime ve sağlık kurumlarımızın hizmetlerine ulaşma imkanının fazlalığı, bebek aşılama ve tarama hizmetlerimizdeki iyileşmeler, kamu ve özel hastanelerimizdeki tetkik-teşhis-tedavi imkanlarındaki gelişmelerin etkisi büyüktür. Ayrıca 112 ambulans hizmetlerindeki iyileşmeler, KETEM gibi tarama hizmetlerinin katkısı görülmelidir. Birinci basamak sağlık hizmetlerinden olan Sağlıklı Hayat Merkezlerimizin “Hastalığa değil, sağlığa yatırım” sloganı ile ağız ve diş sağlığından kronik hastalıklardan korunma ve mücadeleye kadar bir çok alanda vatandaşlarımıza hizmet vermelerinin etkisi çoktur…
Bu iyilik ve düzelmelere rağmen sağlık sistemimizin ve bunun başatı olan hekimlerimizin sorunları olup yeni düzenlemelere, iyileştirmelere ihtiyaç vardır.
Aile hekimlikleri dahil sağlık hizmeti veren yerlerdeki yığılmalar, randevu alamama veya geç randevu alabilme önemli bir sorundur. Aile hekimleri ve kurum hekimleri sayı tabanı ağırlıklı bir performans sistemi ile değerlendirilmektedir. Bu ise hekimleri önemli ve özellikli hastalık ihtimallerini atlamamak için daha çok tetkik ve sevk işlemlerine yöneltmekte, insanlarımızın daha çok gelip- gitmesine yol açmaktadır. Bu performans sisteminin yeniden gözden geçirilmesi, yalnız puan toplamaktan çıkartılıp daha iyi hekimlik yapmayı teşvik eden, hekimleri mesleki bilgi ve becerilerini daha fazla kullanmalarını sağlayacak ve daha adil paylaşım imkanı veren bir şekle kavuşturulmalıdır.
Tabip odalarının bu yıl 14 Mart Tıp Haftasında yaptığı Beyaz Yürüyüş etkinliğindeki sloganlardan biri de 5 dakikada hekimlik olmaz idi. Hasta muayene sayısına göre 2002’de insanımız 3,1 muayene oluyordu. Bu sayı 2023 de 11,4’e çıkmıştır. 2024 yılının toplam muayene sayısı 1 milyar sayısına ulaşmıştır. Tabip Odası bunu muayene olma kışkırtılması olarak tanımlamakta ve 5 dakikada muayene olmaz itirazı ile seslendirmiştir. Yetersiz zamanlı bir muayene şekli hastayı güvensizliğe, hekimi ise mutsuz ve tükenmişliğe götürmektedir. Sağlık sistemimizin ilk ayağı olan aile hekimliğinin ilaç yazdırılma, sevk etme ve ettirilme, rapor alma yerleri olmaktan çıkarılmalıdır. Alternatif tıp uygulamaları dahil uzmanlık gerektirmeyen tedavi ve müdahalelerin yapılabildiği yerler olması sağlanmalıdır. Bu kanaatin oluşması, buraları daha verimli kılacaktır. Hekimlerin mesleki bilgi ve becerilerini kullanmalar; muayene, tedavi ve sevk işlerinin daha iyi çalışması; sağlık sistemimiz için önemli iyileşmeleri getirecektir.
Hastanelerimiz yeni teknolojik teşhis ve araştırma imkânlarına sahip olma yanında koğuş sisteminden 1-2 yataklı ve daha konforlu yataklı kurum olma imkanlarına kavuşmuş ve kavuşmaya devam etmektedir. Ama çözüme muhtaç sorunları da vardır. Bunların en önemlisi özellikle büyük şehirlerimizdeki hasta yığılmalarıdır. Bu durum A sınıfı hastanelerde daha belirgin olup bunun sebebi birinci basamaktan ikinci basamağa ve oradan da üçüncü basamağa olması gereken sevk zincirinin yeterince sağlıklı çalışmamasıdır. Her isteyenin hiç bir sevk, engel ve caydırıcı yükümlülük görmeden istediği kuruma rahatça gidebilmesidir. Bir kardiyolog meslektaşım bu durumu “Abi, kalp hastalığı vesvesesi ile gelen insanlara kalp hastası olmadıklarına ikna etmekten sıradaki gerçek kalp hastalarına bakmaya fırsat bulamıyoruz” şeklinde ifade etmişti. Sevk ve randevu sisteminin doğru çalıştırılması ile bunun önüne geçilmelidir.
Diğer bir konu ‘MALPRAKTİS’tir. Hekimlik bilgi yanında beceri de gerektiren bir meslektir. Hastalık ve sağlığın değişkenliği sabır, dikkat ve özen gerektirir. Bu süreçte olabilecek olumsuzluklar yanında beklenmeyen komplikasyonların çıkması her zaman mümkündür. Kasıt ve ihmal olmadan olabilecek olumsuzlukların bile malpraktis olarak değerlendirilme ihtimali hekimler için ciddi bir tehdit olmaktadır. Bu durum hekimleri sorumluluk almamak için daha çok tetkik, daha çok konsültasyon veya daha çok sevk edici olmaya yöneltmektedir.2022 yılındaki bir düzenleme ile bu konu Sağlık Bakanlığı müsaadesine bağlanarak bir koruyuculuk sağlanmış olmakla birlikte bu konularda temel bilirkişi eğitimi almış muhakkiklere ihtiyaç vardır.
Devamı edecek
Dil Yarası
Ne kadar da güzel derlemiş gönül insanı:
Dil yarası nedir?.. Bir cahil, bir kendini bilmez acı bir söz söyler, kalbiniz kırılır, gönlünüz yaralanır. İşte dil yarası…
Öyle bir yara ki tedavisi mümkün değil. Nitekim atalarımız: “Kılıç yarası sağılır (iyileşir) dil yarası sağılmaz (iyileşmez).” demiş. Bu konuda başka sözler de var: “Dil kılıçtan keskindir.” “Dilin cirmi küçük, cürümü büyüktür.”
Peki, dil hep olumsuz yönleriyle mi anılmış? Elbette hayır! Atalarımız “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”, “İnsanın eti yenmez, derisi giyilmez. Tatlı dilinden başka nesi var?” gibi sözlerle insanı adeta “tatlı dil”den ibaret görmüşlerdir.
Demek ki dilin adının kötüye çıkması izafîdir. Dil cahil elinde keskin bir kılıç, âlim elinde ise paha biçilmez bir incidir.
Şair ne güzel ifade etmiş:
“Âlim ile sohbet etmek la’l ü mercân incidir//Câhil ile sohbet etmek günde bin cân incitir.”
“Cahilin sözü neden hep inciticidir, yaralayıcıdır?” diyeceksiniz. Sorunun cevabına geçmeden önce cahilliğin “basit” ve “mürekkep” olmak üzere iki çeşit olduğunu belirtelim. Bilmediğini bilmek “basit cahilliktir. Ve her zaman için giderilebilir. Ama bilmediğini de bilmemek anlamına gelen “mürekkep cahillik”in izalesi asla mümkün değildir.
Şairin:
“Kesb ile tâ o kadar cehl olmaz//Cehlin ol mertebesi sehl olmaz” dediği bu ikinci tip cehalet olsa gerek.
Cahil sözünün niye hep incitici olduğuna gelince… Özellikle bir şey bilmediğini de bilmeyen cahil en başta kendini bilmez. Oysa Yunus’un dediği gibi ilim okumaktan maksat kişi kendini bilmektir. Kendini bilmeyenlerin diğer canlılardan bir farkı yoktur:
“İlim okumaktan garaz kişi kendin bilmektir//Pes kendini bilmezsen bir hayvandan betersin.”
İnsan kendini bilmedi mi, çok şey bildiğini, allâme-i cihan olduğunu zanneder. Kendini dev aynasında görmeye başlayınca da dili uzar, etrafındakileri incitecek sözler söyler.
Gerek klasik şairlerimiz, gerekse halk şairlerimiz bu tip kendini bilmez cahillerin kırıcı ve incitici olduklarını ısrarla vurgulanmışlardır. Âşık Tüccârî’nin (ö.1805) şu iki dörtlüğü konunun özetlenmesi bakımından sanırım yeterli olacaktır:
“Dü-çeşmim kan ağlamaktan gözlerim yaş incitir//Kadir kıymet bilmeyenler yaren yoldaş incitir//Dinle sözüm, al nasihat, konuşma câhil ile//Câhilde bir kem söz var ki değse bin baş incitir.”
“Kâmil ile haşr olmayan kendisin evlâ bilir//Dinleme câhil adamı sözünü deryâ bilir//Der TÜCCÂRÎ yâr elinden çektiğim Mevlâ bilir//Mevsim ihtiyâr olunca dağları kış incitir.”
Bana sorarsanız; dili uzun, aklı kısa cahillerden her daim uzak durmak gerekir. Çünkü onlar kalp kırmaktan, gönül yıkmaktan zevk alırlar. Aslında zevk aldıklarını sanırken dert aldıklarının farkında değillerdir. Şair doğru söylüyor:
“Âkıl ne şâd olur bu cihânda ne gam çeker//Câhil hemîşe şâd olayım der elem çeker.”
*
Kadir kıymet bilen âlimin sözleri incidir, Cahilin uzun dili, gülen yüzleri incitir.
Baş Ağrısı ve Baş Belası
Yedi yaşındaki torunum Asil, grip sebebiyle evde istirahat etmekte iken, babasına “başım belada” diyor. “Neden?” sorusuna ise “çünkü başım ağrıyor” diye cevap veriyor. Bu yaştaki bir çocuğun “başım belada” gibi soyut bir kavramın anlamını bilememesi ve başın ağrıması gibi somut algıladığı bir durumla özdeşleştirmesi normal bir şey.
Evimizde espri konusu olan bu kavram kargaşasının, toplumumuzun çok önemli bir kesiminde de yaşandığını düşününce keyfim kaçtı. Çünkü toplumun önemli bir kesimi, ülkenin gerçekten “baş ağrısı mı çektiğini” yoksa “başının belada mı olduğunu” ayırt edemiyor. Hatta bir kısmı bu belirtilerin farkında bile değil.
PISA testleri de bunu doğruluyor. Sadece öğrenciler değil, yetişkinler de kavramsal okuryazarlık sorunu yaşıyor. Bir kısım eğitimli insanlarımızın da dahil olduğu çok geniş bir kesim soyut kavramları, mecazları, ironileri anlayamıyor, yani soyut düşünmekte başarısız. “Sakla samanı gelir zamanı” atasözündeki derin mesaj bile, samanla işi olmayanlara ulaşamıyor.
Soyut düşünme yeteneğinin gelişmemesi, sosyal medyada trol üretimi haber ve yorumlar, iktidarın güçlü propaganda mekanizmasının beslediği bilgi kirliliğiyle de bağlantılı.
Bu insanların ekonomiden, adalete, milli eğitimden demografinin değişmesine, terörsüz Türkiye ile ABD/İsrail projelerinin bağlantısına kadar konularda sebepleri, birbirleriyle bağlantılarını ve muhtemel sonuçlarını yorumlaması ve akıl yürütmesi yetersiz kalabiliyor.
Bugün Türkiye’nin başını ağrıtan meseleleri ve başımızın belada olduğunu gösteren iç ve dış gelişmeleri kavrayabilenlerin oranı bu sebeplerle düşük olsa gerek.
Önce şunu belirtelim: BAŞ AĞRISI ile kastettiğim kronik ama yönetilebilir iç sorunlar, BAŞ BELASI tanımlamasıyla kastettiğim ise krize ve hatta beka sorununa dönüşebilecek iç ve dış tehditlerdir.
Basit ilaç ve istirahat gibi yöntemlerle tedavi edilemeyen baş ağrılarının bazen hastanın hayatını sonlandırabilecek kök sebeplerin belirtisi olabildiği, zamanında tedavinin ihmal edilmesi halinde sonuçlarının çok kötü olabileceğini de unutmamak gerekir.
Şimdi ülkemiz ve milletimiz için bu iki tür sonuca yol açan sosyal ve siyasi gelişmelerden bazılarına bakalım. Her birinin hangi şiddette baş ağrısına veya ne büyüklükte belaya sebep olabileceğini düşünelim. Bu yorumları “formüle etme, yorumlama ve akıl yürütme” yetenekleri OECD ortalamasının altında kalmayan siz değerli okurlarımla yapalım istiyorum.
**************************************
Baş Ağrıtan Sorunlarımız
- Ekonomide Bitmeyen Kriz
İlk baş ağrıtan yani kronik ama yönetilebilir sorunumuz ekonomi. Türkiye uzun zamandır yüksek enflasyonu olağanlaştırmış durumda. Resmî söylem bir krizin varlığını reddediyor. Ama halkın hissettiği gerçek, alım gücü kaybı ve geçim sıkıntısı. Geniş halk kesimlerinin bu kadar derin yoksulluk içine girdiği bir süreci ben hatırlamıyorum.
Hükûmet, faiz politikalarını siyasi bir tercih haline getirerek ekonomiyi bir laboratuvara çevirdi. Denek olarak kullanılan halk kesimleri perişan. Mevcut kurları tutma politikası, “yüksek kur–yüksek enflasyon” ikilisi sanayicinin belini büküyor. Kredi muslukları daraldıkça yatırımcı çekiliyor, üretim yerine ithalat artıyor.
Artık iktidara yakın iş dünyası bile alarm veriyor. Abdullah Kiğılı’nın “Felaket kapımızda, dayanacak gücümüz kalmadı” anlamına gelen çıkışı, vitrindeki iyimser söylemin arkasındaki çöküşün itirafı niteliğinde. Hüsnü Özyeğin’in “akıl dışı ekonomi” vurgusu da böyle. Sistemdeki arızalara işaret eden TÜSİAD yöneticilerini yargı sopasıyla susturmak iş dünyasının bu tedirginliğini gidermedi. Tepkiler ekonomik gerçeklerin artık saklanamaz hale geldiğini gösteriyor.
Bu durum sürdürülebilir bir “baş ağrısı” gibi duruyor. Hayatı çok zora sokuyor ama şimdilik ölümcül değil. Ancak bu ağrı tedavi edilmezse, toplumsal huzursuzluk ve siyasal istikrarsızlıkla birleşip “baş belası”na dönüşebilir.
**************************************
- Eğitim Sistemi Alarm Veriyor
Eğitimdeki sorunlar, yalnızca müfredatla değil, düşünme biçimimizle ilgili. PISA testleri, öğrencilerimizin okuduğunu anlama ve soyut düşünme becerilerinde dünya ortalamasının çok altında olduğunu gösteriyor.
Eğitim sistemimiz, sorgulayan bireyler yetiştirmiyor. Bu da hem bilimsel ilerlemeyi hem de demokratik bilinci engelliyor.
Yeni müfredat tartışmaları, ideolojik öncelikleri eğitimin amacının önüne geçiriyor. Üstelik son yıllardaki sürekli değişen sınav sistemleri (YGS–LYS–YKS) karmaşası, en son tartışmaya açılan “lise tahsilini ikiye bölmek”, “ders sayısını azaltmak” gibi yüzeysel düzenlemeler “reform” diye sunuluyor. Bu kozmetik değişiklikler eğitimdeki köklü kalite sorunlarını gizleyemiyor.
Eğitim sistemimiz aklın yerine itaat, sorgulamanın yerine ezberi koydukça, gelecek nesillerin başı da ülkenin başı da ağrımaya devam edecek. Sonuçta “baş ağrısı” olarak başlayan öğrenme eksikliği, gelecekte “baş belası” olacak niteliksiz kuşaklara dönüşüyor.
**************************************
- Devletin Temeli Adalet Çatırdıyor
Yargıya olan güven her geçen gün azalıyor. Adaletin siyasallaşması, vatandaşın devlete güven duygusunu zedeliyor. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulmaması, Türkiye’nin hukuk devleti imajını yıpratıyor. Bu durum yabancı yatırımcıyı da yerli girişimciyi de caydırıyor.
Daha tehlikelisi ise yargının muhalifleri tasfiye etme aracına dönüşmesi. Siyaset, medya ve sivil toplum üzerinde kurulan yargı baskısı, demokratik rejimi çürütüyor. Muhalif Belediye başkanlarının, gazetecilerin, sanatçıların uzun süreli tutuklu yargılamaları demokrasinin rafa kalktığı izlenimi veriyor. Adalet duygusunun zedelenmesi, toplumda bazı kesimlerde “hak aramak yerine güçlüden yana olma” refleksi yaratıyor. Bu yalnızca ahlaki değil, siyasal bir çöküşün de habercisi sayılmalı.
Baş ağrısı bazen basit bir ilaçla veya istirahatle geçer ama baş belası sorunlar ihmal edilirse ameliyat ister. Türkiye bugünkü tabloya “hastalık yokmuş” gibi bakıyor. Oysa teşhis konulmadan tedavi olmaz.
Yargıdaki bu kalıcı ağrı, giderilmezse sistemin temellerini sarsacak bir “baş belası”na dönüşecektir.
Ekonomide gerçekçi planlama, eğitimde nitelikli dönüşüm, adalette bağımsızlık ve dış politikada akılcı denge şart.
Aksi halde “Başım ağrıyor” derken, bir sabah gerçekten “başımız belada” uyanabiliriz.
NOT: Gelecek yazıda BAŞ BELASI olarak nitelediğim, krize ve hatta beka sorununa dönüşebilecek iç ve dış sorunlarımızı değerlendireceğim.
3. Manifestom!
MANKURT Basın ve MEDYA’ nın Ülkemize Attığı Karartma Maksatlı SİS BOMBALARI” nın Nelere Sebebiyet Verdiği Hk’ da…!
Çok uluslu şirketler göz boyayarak siyasi iktidarlara yakın, yandaş olan yerli bazı kişi ve şirketleri küçük ortak olarak yanlarına alarak ülke ekonomisini adeta ele geçirmiş vaziyetteler.
Gayri milli sermaye siyaseti ekonomiyi, bürokrasiyi ve de özellikle eğitimi yaz-boz tahtasına çevirterek denetimleri altına alıyorlar. Hem de dışarıdakiler ile birlikte ve ortaklık içerisinde.
İşte bu çerçevede; eğitimde kalite ve seviyemiz ulusal alanda her geçen gün irtifa kaybetmekte. Gayri milli ekonomik tercihlerle ülkemiz dış borç batağının içine sürüklenmiş, dış ticaret açığımız sürekli genişlemekte. TÜRKİYEMİZ her geçen gün ULUS DEVLET kimliğinden hızla uzaklaşmakta.
ABD ve AB; Mondros ile Sevr koşullarını çağrıştıran dayatmalarla üzerimize gelmekte,
Yerli bazı büyük şirketlerimiz ve siyasi iradenin şemsiyesi altında bulunan yine bazı şirketlerimiz iş yapmak için giderek milli kimliklerinden uzaklaşarak çok uluslu şirketlerin TÜRKİYE pazarındaki çıkarlarına adeta hizmet eder hale getirilmiştir.
Ulusal çıkarlarımız dikkate alınmayan politik tercihlerin hakim olduğu işte bu düzende yerli sanayicilerimizin çoğu üretmek yerine aşırı ithalatçılığa başlamak zorunda bırakılmıştır.
Daha önceki yıllarda sanayi tesislerimizle övünen bazı sanayicilerimiz yabancı şirketlerle birlikte çalışarak ithalatçı olmuşlardır.
Bu çerçevede; bir çok büyük kentlerimiz yabancılara adeta parsellenir hale getirilmiştir.
Bu mudur YERLİLİK ve MİLLİLİK…?
Hem fakirin, yoksulun çıkarları yanında yer alıyorum diyeceksin; sonrada tam tersi uygulamalara zemin hazırlayarak Müslümanım diyeceksin. Hadi Ya…. bu nasıl Müslümanlık böyle…?
Ülkemiz yabancı dev şirketlerin tekel kurdukları arka bahçe olmamalıdır. Dış dünya ile bağlarınızı koparınız diyen asla yoktur.
Ancak dış dünya ile karşılıklılık (mütegabiliyet) esasına dayalı milli çıkarlarımızı dikkate alan uygar ilişkiler kurmak zorunluluğumuz olmalıdır.
İşte gerçek YERLİLİK ve MİLLİLİK ancak böyle olur.
Ülkemizde genellikle siyasiler ayakta kalabilmek için iktidara gelebilmek ve iktidarlarının devamını sağlamak için bazı emperyal ve küresel dış güçlerin, küresel sermayenin (yahudi sermayesi) TÜRKİYEMİZDEKİ ve bölgedeki çıkarlarına hizmet etmek zorunda olmamalıdırlar.
Şirketlerimiz ise; çok uluslu devlerin ülkemizdeki çıkarlarını kollamak durumunda bırakılmamalıdır. Hangi mevki ve makamda olursa olsun; devleti yönetme yetkisinde söz ve yetki sahibi olanlar, uygulamaları ile kendi halkına karşı emperyalizm tarafında bulunmamalıdırlar.
Partilerimizde mevcut tek adamlık despotik, faşizan ve diktatöryal yapılar yerine; parti içi gerçek demokrasinin işletilebilmesi için gerekli ve zorunlu kanunlar çok İVEDİ çıkarılmalıdır.
Geçmişte Osmanlıda olduğu gibi; bazı Tarikat ve Cemaat yapılanmalarının batı ve diğer emperyal bazı güçlerin kontrol ile güdümünde olarak desteklendiğini hala çözemiyorsak ve anılan bu odakların güç kazanmasını sağlayanların dışarıdaki çevrelerin olduğunu bilemiyorsak işte o zaman devleti adeta ele geçirmek üzere olan FETÖ v.b. daha bir çok belalarla karşılaşmamızın an meselesi olabileceğini nasıl ön göremiyorsunuz anlamış değilim.
Bataklığı kurutmadan SİVRİ SİNEK’ le baş edemezsiniiiiiiiiiiiz.
Yine iç siyasetimizi bazı küresel dev şirketlerin, Brükselin, Washington’ un iplerini tuttuğu oligarşik ve faşist benzeri bu düzenden kurtaramaz isek gerçek demokrasiden, haktan, hukuktan, adaletten, tam bağımsız ve tarafsız yargıdan asla ve asla bahsedemeyiz.
Sonuç olarak işte bu kapsamda; dış ticaret açığımız hızını artırarak patlar ve bazı yandaş, yalaka, besleme v.b. basın ile medya çevreleri ” ihracat patlıyor ” yalanını Joseph Goebbels’ in propaganta makineleri gibi sayfalara ve de ekranlara taşıyarak Asil ve Yüce TÜRK Milletimizi aldatmaya, kandırmaya devam ederler.
Kendi kaderini batının büyük şirketlerinin eline teslim etmiş ” Washington ve Brüksel” ile pazarlıklar yaparak iktidar değişimini gayri milli anlayışla uygulamaya geçirmeye çalışan iş çevreleri ile bazı STK’ ları ülkemizde hala varlığını ve de yaptırım gücünü mevcut siyasi iradeye karşı hakim kılabilmeye çalışıyorsa işte bizler buna ülke toprağını, sanayisini, KİT’ lerini, insanını, kültürünü, özgürlüğünü pazarlayan çevreler demek zorunda kalırız.
(Mevcut siyasi İktidarların değişimi; hilesiz, entrikasız, tam özgürce ve hakim teminatında yapılacak bir seçimle ancak sandıkta sağlanabilir, belirlenebilir. Bu gerçeği her kim hangi yer ve mevkide olursa olsun (Asker + Sivil dahil) beynine yazmalı ve de kazımalıdır)
Ülke yönetim kademelerinin en başından başlayarak mevcut aşırı israf, savurganlık, aşırı lüks, şatafat v.b. sürdüğü sürece, tasarrufun adeta sadece ismi kaldığı sürece, yine aşırı ithal bir gayri milli ekonomik sistem ülkemizin her saha ve alanına hakim olduğu sürece; bu ülkenin arzulanan kalkınmasını hayal dahi etmeyiniz.
Ancaaak; ne zamanki sözde değil, ÖZDE gerçek yerli ve milli politik tercihlerin öne alınarak her saha ve alanda üreten, imal eden, dünya ölçeğine paralel olarak teknolojik gelişimleri dikkate alan sanayileşmeyi kapsayan bir milli ekonomik model ülkemizde tavizsiz uygulamaya sokulur işte o zaman yeterli ve zorunlu olarak kalkınabiliriz.
Önümüzdeki süreç açlık ve su sorunlarının öncelik kabul etme zorunluluğunun küresel bazda karşımıza çıkacağını ön görerek çıkardığınız kanunla yasakladığınız yerli tohum kullanmanın önünü çok acil açınız. Tarımda ORGANİK üretime gerekli seviyede geçiniz.
İthal tohumdan vazgeçiniz, GDO’ lu ve HORMONLU ürünler ve gıdalarla yeterli seviyede denetimleri çok İVEDİ uygulayınız.
Tarımda hangi ülke öncelikle kendine yeter seviyede üretim yapar ve yıllık en az 150 Milyar Dolar ve yukarısı ihracat yaparsa o ülkeler ayakta kalacak buna ayak uyduramayanlar ise batacaklardır.
Daha önceleri bir çok defalar kapsamlı olarak ifade ettiğim gibi; üçüncü dünya savaşının FIRAT ve DİCLE suları yüzünde çıkma ihtimalini çok yüksek oranlı ön görenlerdenim. Çünkü dünya hızla bir su kıtlığına doğru sürüklenmektedir.
Ülke olarak çok dikkatli olmalıyız. Sosyal adalet çerçevesinde oran itibarıyla her kesin kazanıp mutlu olacağı iktisadi, siyasi, kültürel sahalarda birlikte yararlanacağımız koşulları geliştirmek varken; mevcut bu çarpık, kokuşmuş, soygun, vurgun, yalan, talan, riya v.b. düzen içerisinde siyasi iradeye yakın, yandaş mutlu bir azınlık emperyalizmin kucağına düşerek neden onlarla iş birliği yapar hale gelir..?
Bazı büyük sermaye çevreleri neden gidip uluslar arası bazı faiz lobilerinin kontrol ve güdümünde; küresel bazlı dev şirketlerin ülkemizdeki maşaları olurlar acaba..?
Siyasi iradenin baş rolünde ulusal sanayi tesislerimizin önce çalışamaz hale getirilip; sonra da batının veya bazı aşırı TÜRK düşmanı Arap sermayesi tekellerine satılmasına nasıl göz yumulabilir..?
Bu nasıl bir YERLİLİK ve MİLLİLİK’ tir böyle..?
Unutmayınız ki soğuk yerde yaşayanlar ısınmanın, sıcak yerde yaşayanlar ise serinlemenin yollarını ararlar.
Ülkemizde ki mevcut bazı satılık, yandaş, besleme, havuz ve MAKURT haline gelmiş MEDYA işte yukarıda bahse konu tüm bu olumsuzlukları, yönetim zafiyetlerini örtmek ve halkımızın gözünden kaçırmak için sık sık, adeta SİS BOMBASI atarak ülke gerçeklerini gizlemek, örtmek, saklamak işiyle meşgul olmaktadır.
Oysaki Basın ve Medya insanlarımızın Anayasal hakkı olan doğru haber alma ve gündeme taşıyarak mevcut olumsuzluklara karşı uygun çözüm reçetelerinin uygulamaya sokulması için 4. kuvvettir.
Tarafıma sık sık sorulan sorulardan birisi de Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) ne demektir diyorlar….?
BOP : Orta doğuda büyük İsrail devletinin kurulması kapsamında israilin önündeki bazı barikatları, engelleri kaldırmak ve de ona yandaş bir kürt devletinin kurulması için başta Suriyenin bölünmesi, parçalanması, sonrasında da İran ve Türkiye’ in de bölünerek, parçalanarak bahse konu kürt devletine toprak kazandırılması, en sonun da da Arap (Müslüman diye adlandırılan) ülkelerine yönelik POSTMODERN bir parçalayıcı, küçük, küçük devletçiklerin oluşturulması planıdır BOP…..
Bendeniz bu planın perde arkası senaryosunu öyle ön görenlerdenim.
İşte; maalesef ülke gerçeklerimiz böyle bir çıkmaz sokağa doğru hızla yol almaktadır.
Ülkemizdeki en büyük sorun aslında Yıllardır siyasi iradelere alternatif olamayan bir ana muhalefetin ne hazindir ki oluşturulamamasıdır.
Eyyyyy…..Asil, Aziz ve Yüce TÜRK Evladı; Ya Sen Ne Diyorsun..?

