6.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Kasım 10, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 34

Kıbrıs’ta Geçip Giden Yıllar…

      Zaman durmadan geçip gidiyor. Yıllar geçip giderken yaşamın gerçeklerini de sürüklüyor. Ardında kalan zamana bakıyorsun neler yaşanmış, neler geride kalmış diye! Öylesine büyük bir değişim ki bu! Görünen gerçekler karşısında insan şaşırıp bakakalıyor.

   Bunlar bir adada yaşanıyor! Adı da Kıbrıs…

   Ama ada deyip de geçmeyin sakın! Konumu itibariyle dünyanın en büyük devletlerinin gözü kulağı burada…

  51 yıl önce savaşın sıcak yüzü ile kavrulan bu önemli adanın kuzeyi öylesine değişmiş, öylesine gelişmiş ki, yarım asır öncesini bilenler, o yokluk yıllarını görenler; bugünlerin değişimini gördükçe bir masal ülkesinde yaşadıklarını sanıyorlar adeta…

 Öyle ya! Şimdi adada iki devlet var.

 Birisi Türklere, diğeri Rumlara ait…

 Her şeyden önce bu değişim bile bir mucize.

Hiçbir zaman olmaz, olamaz denilen olmuş. Kıbrıs Türk Halkı özgürlüğüne kavuşup egemen bir devlet kurmuş. Adına da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti demişler.

   Rumlar 1878 den beri adanın tamamını Yunanistan’a bağlamanın peşindeyken bunun hiçbir zaman olmayacağını söyleyen Türkiye’nin sözünü dinlememişler, 1974’teki harekâtı ile karşılaşıp adanın güneyinde kalıvermişler.

  Her ne kadar adanın iki devletli yapısını kabul etmeyen, dünyayı kendilerinin yönettiğini sanan BM ile AB denen iki teşkilat bu gelişmeye hayır dese de; geçip giden yıllar Kıbrıs adasının her yanına bu gerçeği yazmış, yazmaya da devam ediyor…

   Adada yaşanan bu büyük değişimi bir türlü kabullenemeyen Rum tarafı uluslararası platformda türlü oyunların, türlü tuzakların peşinde olsa da, yaptığı her hamle yaşanan bu gerçek karşısında etkisiz, sonuçsuz kalmaya devam ediyor.

   Özellikle KKTC’de yaşanan gelişmelerden, değişimlerden hoşlanmayan, rahatsız olan çevreler de var! Hele ki bazı köşe kalemşorları neler, neler yazıyor; yaşanan bu değişim devam edecek olursa,  onların çözüm dedikleri federatif yapıdan iyice uzaklaştıkları için Rum dostlarıyla birlikte aynı çatı altında yaşayamayacaklarının huzursuzluğu içinde taraflar arasında bir anlaşma olmayacak gürültüsünü koparıyorlar. Ama zaman bu yaban kazlarının çıkardıkları gürültüye aldırış etmeden akıp gidiyor…

  KKTC deki değişim de hızla devam ediyor.

  Özellikle turizm ve inşaat alanında yaşanan gelişmeler çok sevindirici. Geçtiğimiz hafta İstanbul’da gösterilen ‘’Ada Kıbrıs’’ turizm tanıtım projesi çok ilgi çekti. Adanın kuzeyindeki zengin turizm potansiyelinin sadece deniz ve güneşten ibaret olmadığını anlatan bu proje sayesinde KKTC’ye gelecek olan turist sayısında büyük bir artış olacak.

  2024 yılında KKTC’ye gelen turist sayısı 1,8 milyon, turizm geliri ise 1 milyar dolar olmuş. Böylesine güzel bir adanın böylesine az turizm geliri olması kabullenilemez. Kaldı ki, bugün 30 bin yatak kapasiteli beş yıldızlı tatil köyleri, otelleri ile mükemmel bir hizmet veren adanın kuzeyine ülkemizden gitmemiş daha milyonlarca insanımız var.

   İddia ediyorum, KKTC’de hem konaklama, hem gastronomi, hem tarih, hem doğa, hem de adalı insanların sıcaklığı Ege adalarında yaşananlardan daha üstün. Her şeyden önemlisi burada harcanan her lira KKTC’nin gelişmesine yatırım oluyor. Pekiyi, Yunan adaları dedikleri Ege adalarında yaptığımız harcamalarımız nereye gidiyor? Ya silah olup Trakya sınırımızda karşımıza çıkıyor, ya da uluslararası ilişkilerimizin Yunanistan tarafından engellenmesi için harcanıyor…

    KKTC’deki Ercan havalimanının yenilenmesi ile birlikte her türlü uçağın inişine elverişli hale getirilmesi de büyük bir gelişme. Önümüzdeki turizm sezonunda hem THY’nin ulaşımında, hem de özellikle İngiltere’de yaşayan KKTC vatandaşlarımızın talebiyle hava ile ulaşımda sürpriz gelişmeler yaşanabilir. Bu konuyla ilgili temaslar sona yaklaşmaktadır.

    Yeni hava limanının inşası ile birlikte 2025 in ilk iki ayında KKTC’ye bir milyona yakın yolcu, 6000 civarında uçak iniş yapmıştır. Bu yeterli midir? Tabii ki değildir. Ama bu gelişme oldukça ümit verici olup, bu yıl adanın kuzeyinde büyük bir turizm patlaması yaşanacağı gözle görünen bir gerçektir.

  Her yıl olduğu gibi adada yine bir kuraklık yaşandı, çiftçiler oldukça mağdur oldu. Ancak şu gerçeğin de atlanmaması gerekir:

  Türkiye’den gelen yılda 75 milyon metreküp suyun hem içme, hem de sulama alanlarına verdiği destek adada yaşanan kuraklığı bir nebze de olsa önlemektedir. Bunun yanı sıra Meserya ve Güzelyurt ovalarına açılan sulama kanalları ile birinci etap tamamlanmış 2 bin hektarlık alan suya kavuşmuştur. Türkiye’nin KKTC’nin her yanına su ulaştırma gayreti ile başlattığı çalışmalar hız kesmeden devam etmektedir. Güney Rum kesimi de aynı susuzlukla boğuşmakta çözüm için Arap ülkelerinden deniz suyunu kullanabilme teknolojisini satın alma peşinde koşmaktadırlar. Ya Türkiye’den KKTC’ye gelen can suyu olmasaydı o zaman ne olacaktı? Bunu da düşünmek gerek sanırım.

   Şimdi bir de Kıbrıs müzakereleri sürecine değinelim! Geçip giden yıllar içinde çözüm adına bir adım dahi atılamamış görüşmeler süreci…

   Türkler her defasında iyi niyetle masaya oturmuş, Rumlar hep daha fazlasını vereceksin diye dayatmış, tam oldu anlaşıyorlar derken; Rum tarafı nasıl olsa adanın tüm dünyaca tanınan tarafı benim, adanın yöneteni ben olmazsam olmaz diyerek masayı terk etmişler. Böylece tam 57 yıl geçmiş sonuç yok…

  Gerçeklerin resmigeçit yaptığı bir masal sanki…

  Ancak her ne olursa olsun! Kim ne derse desin! İster masal, ister hikâye, ister hayal desinler…

Geçip giden yıllar hep Kıbrıs Türk’ünden yanadır. 50 yıl öncesi Türklerin ada yaşamı ile günümüzdeki yaşamı çok farklıdır. Gelişmeler, değişimler hep Kıbrıs Türk Halkından yanadır.

 Sorun dedelerinize, sorun ninelerinize onlar anlatsınlar size Hamitköy çadırlarında geçen hayatları, bir gece yarısı ansızın alıp götürülen katledilen yiğitleri, yakılıp yıkılan köyleri, susuzluktan, sütsüzlükten ölüp giden bebeleri, sırf Türk oldukları için topluca katledilen binlerce masum insanlarımızı…

  Şimdilerde KKTC’de her sabah güneş bir başka güzel doğuyor. Beşparmak dağları Torosları özgürce selamlarken. Geçip giden yılların ardından Kıbrıs Türk Halkı her geçen yıl daha da güçleniyor, adım, adım tanınmaya doğru yol alıyor.

Mustafa Kemal Paşa Samsun’a Çıktıktan Sadece 20 Gün Sonra İstanbul’a Geri Çağrılmıştır!

Padişah Vahdettin tarafından Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya Vatan’ı kurtarsın diye gönderildi diyenlere en net cevap başlıktaki ifadedir. Hükümet Türk direnişçilerinden İngilizlerin rahatsız olması üzerine İttihatçı olmayan Mustafa Kemal Paşa’yı göndermeye mecbur kalmıştı. Fakat istedikleri istikamette hareket etmeyen Paşa’yı Samsun’a çıktıktan 20 gün sonra evet sadece 20 gün sonra İstanbul’a geri çağırdılar! Üstelik Padişah ve hükümet onu göndermese bile Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçiş planlarını hazırlamıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın idam kararı çıkana kadar süreç tarihleri aşağıdadır.

Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’yı vatanı kurtarsın diye Anadolu’ya gönderdiği iddiası şu tarihlerle uyuşuyor mu?

Mustafa Kemal Paşa’nın

Görevlendirilme tarihi: 30 Nisan 1919

Samsun’a çıkış: 19 Mayıs 1919

İstanbul’a geri çağrılması: 08 Haziran 1919

Valiliklere onun görevinden azledildiğine dair telgrafların çekilmesi: 23 Haziran 1919

İstanbul Hükümeti’nin Mustafa Kemal Paşa’nın görevine resmen son vermesi: 8-9 Temmuz 1919 gecesi

Padişah Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşları hakkında gıyabi idam kararını onaylaması: 24 Mayıs 1920

Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya Geçişi

Eğer Hükümet’in görevlendirmesi olmasa Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçiş planı hazırdı: “Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine gitmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek.”  “Mustafa Kemal Paşa bu kararını önce yaveri Cevat Abbas Bey’le görüştü, sonra da güvendiği silah arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy’a, İsmet İnönü’ye ve Rauf Orbay’a açıkladı. Yeni bahçeli Şükrü Bey’le de konuştu. Sonunda Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya gizli geçiş planı hazırlandı. Ancak daha sonra Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya gönderilmesi gündeme gelince bu plandan vazgeçildi. Eğer saray hükümeti onu resmi bir görevle Anadolu’ya göndermemiş olsa, o kendi planıyla Anadolu’ya geçecekti”

Padişah ve hükümet Mustafa Kemal Paşayı 30 Nisan 1919’da 9. Ordu müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeye karar verdi.

6 Mayıs’ta imzalanmış hükümetçe imzalanmış yönetmeliğe göre, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilme nedeni: Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetleriyle, Erzincan ve Canik müstakil livalarında Türk Halkındaki silahlar toplattırılıp uygun yerlerde muhafaza altına alınacak, bazı yerlerde mevcut olup da ordu ile ilişkiler kurduğu ve gizlice ordu tarafından himaye edildiği iddia edilen bölgesel kuruluşların kapatılması sağlanacaktı.

Mustafa Kemal Paşa ise bunun tam tersini yapacaktı:

19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, 28 Mayıs 1919’da Havza Genelgesini yayınlamıştı. Her yerde millî heyecan ve gösterilerin yapılmasını istemesi, yapılan miting ve gösterilerin millî heyecanlara neden olmasıdır. Bu durum baştan beri Mustafa Kemal Paşa’ya kuşku ile bakan İngilizlerin endişe ve şüphelerini daha da artırmıştı.

Bunun üzerine 6 Haziran 1919’da General Milne imzasıyla Harbiye Nezaretine verilen notada “Mustafa Kemal Paşa ile maiyeti erkânının vilâyetlerde isbat-ı vücut etmelerinin arzu olunmadığını” belirterek Mustafa Kemal Paşa ile beraberindekilerin derhal İstanbul’a dönmelerinin sağlanması istenmiştir. Bu doğrultuda, dönemin Harbiye Nazırı Şakir Paşa, 08 Haziran 1919 tarihinde, 9. Ordu Müfettişliğine “Maiyeti âlilerindeki istimbotlardan biri ile buraya teşrifiniz rica olunur” diyerek telgraf çekmiştir. Mustafa Kemal Paşa, zaman kazanmak adına kömür ve benzinlerinin olmadığını, bunların tedarik edilmesini rica ettiğini ve niçin geri çağrıldığının sebebini öğrenmek istemiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a geri dön çağrısına uymaması ve Amasya Genelgesini yayınlaması üzerine, Dâhiliye Nezareti 23 Haziran 1919 günü Diyarbakır, Ankara, Erzurum, Sivas, Trabzon, Van, Kastamonu, Bitlis, Elazığ vilayetleriyle Erzincan ve Canik Mutasarrıflıklarına (valiliklerine) şu telgrafı çekmiştir. “Mustafa Kemal Paşa, büyük bir asker olmakla beraber, zamanın siyasetini kavrayamadığı için bütün gayret ve çabalarına rağmen memuriyetinde başarılı olamamıştır. Karesi ve Aydın havalisinde Müslüman halkı kurdurduğu cemiyetler yüzünden zor durumda bırakmaktadır. Çektiği telgraflarla da hatalarını artırmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın görevinden azledildiği bildirilip kendisi ile irtibat kurulmaması istenmiştir.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Erzurum’da Kongre hazırlıklarını yaparken, Harbiye Nezareti, Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul’a çağırmıştır. 8 Haziran 1919’dan 8 Temmuz 1919’a kadar süren karşılıklı telgrafla oyalama taktiği sona ermiştir. İstanbul Hükümeti 8-9 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa’nın görevine resmen son vermiştir. Aynı dakikada Mustafa Kemal Paşa askerlik görevinden istifa ettiğini bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa askerlikten istifası ile ilgili olarak:  “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni emeline kurban etmemek için açılan millî mücadele uğrunda milletimle beraber serbest surette çalışmaya resmi sıfatım ve askeri görevlerim artık mani olmaya başladı. Bu mukaddes amaç için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya bütün kutsal değerlerim adına söz vermiş olduğum, pek aşığı olduğum askerliğe bu gün veda ve istifa ettim. Bundan sonra memleketim için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere sine-i millete bir fert olarak hizmet edeceğimi vatanın her köşesine bildiririm” demiştir. Ankara’da Millî Meclis kurulur kurulmaz da Vahdettin Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşları hakkında gıyabi idam kararını 24 Mayıs 1920 tarihli iradesi ile onaylamıştır.

Kaynaklar:

Neslihan Altuncuoğlu& Abdullah Erdoğan, Arşiv Belgeleri Işığında Mustafa Kemal Paşa’nın Askerlikten İstifa Süreci,  Arşiv Belgeleri Işığında Mustafa Kemal Paşa’nın Askerlikten İstifa Süreci1 Journal of Universal History Studies (JUHIS), 2(1), 2019.

Sinan Meydan, Hafıza, Yakın Tarihin Kitabı, İnkılap Yayınları, İstanbul 2019.

Yeryüzü Halîfesi

     Acaba hiç kabil / mümkün müdür ki, insan hilâfet ve emânetle (yeryüzünün halîfesi olmak ve semâvât / gökler, arz / yer ve dağların korktukları bir emâneti yüklenmekle) mükerrem olsun / şereflensin; âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bütün icrâatlarına şâhit olarak, sebepler âleminde İlahî vahdâniyetin / Allah’ın birliğinin dellâllığını îlan etmekle, ekser mevcûdâtın / çoğu varlıkların tesbîh ve ibâdetlerine müdahâle edip kumandanlık ve müşâhitlik derecesine çıksın da, sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amel ve yaptıklarından sual edilmesin, sorguya çekilmesin? Mahşer / Haşir meydanına gidip, Mahkeme-i Kübrâ’yı / Büyük Mahkeme’yi görmesin, o Mahkeme’ye çıkarılmasın? Hayır ve asla!

Herşey  Bulunur,  Herkes  Göremez

     Bir kavle / bir görüşe göre, Kitâb-ı Mübîn / İlahî emirleri içinde bulunduran Ana Kitap; Kur’ândan ibârettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, âyet beyan ediyor. Evet herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Çünkü çeşitli derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri / asıl ve menbaları, bazen icmâl ve özleri, bazen düstur ve prensipleri, bazen alâmetleri; ya sarâhaten / açıkça, ya işareten, ya remzen / daha zayıf bir işaretle, ya ibhâmen / kapalı bırakarak, ya ihtâr / hatırlatma tarzında bulunurlar.

Zevâle  Mahkûm, Güzel  Olamaz

     Güzel değil batmakla gâib ve kayıp olan bir mahbûb / sevgili! Çünkü zevâle / ayrılığa mahkûm olan, hakîkî güzel olamaz. Öylesine sözde güzel olan sevgili; aşk-ı ebedî / ölümsüz bir aşk için yaratılan ve herşeyin kendisine muhtaç olduğu, fakat kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı, yani Samed olan Allah’ın aynası sayılan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. Bir matlûb / talep edilen şey ki, batmakla kaybolmaya mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmez. Emellere kaynak olamaz. Arkasından gam ve kederle teessüf edilip üzülmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb onu çok sevsin ve ona bağlansın kalsın. Maksat olan bir şey ki, fenada / yoklukta mahvoluyor; o maksat istenmez. Çünkü insan, madem ki fânidir, fâni olanı istememeli. Sözde mabûd / ibadet edilen ki, zevalde defnedilip gömülüyor! O çağırılmamalı! O’na iltica edilip sığınılmamalı! Çünkü insan son derece muhtaç ve âcizdir. Öyle ise, kendisi gibi âciz olan; insanın pek büyük dertlerine deva bulamaz. Ebedî yaralarına, asla merhem olamaz.

İlâhî  Maksatların  Fermanı

     Hiç imkânı var mı ki, bu kâinatın Sânii / Sanatla Yaratanı, yüz bin diller ile mahlûkâtını / yarattıklarını birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin de; kendisi konuşmasın. Hâşâ! Hem hiç akıl kabul eder mi ki, kâinattaki İlâhî maksatlarını bir ferman ile bildirmesin! Muamma ve sırrını açacak ve “Mahlûkât nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? Ne için böyle kafile kafile arkasında buraya gelip, bir süre durup gidiyorlar?” diye üç dehşetli umumî suale / herkesi ilgilendiren sorulara hakîkî cevap verecek Kur’ân gibi bir kitabı göndermesin. Hâşâ, bu asla olacak şey değil.

Şeylerin  Allah’tan  Bağları  Kesilirse   

     Tohum olacak bir habbe / tanedeki veya bir çekirdekteki garîb, acîb, muntazam / düzgün vaziyete / duruma bakınız ki; o habbe, o tohum olacak cismin; bütün parçaları ile münasebetdar / alâkalı olduğu gibi, nev’iyle yani aynı cinsten olanlarla da ve bütün mevcûdât / varlıklar ile de münasebetleri vardır. Onlara karşı o münasebetleri nisbetinde vazîfe ve görevleri vardır. Eğer o tohumcuk habbenin; Kadîr-i Mutlak / sonsuz kudret sahibi olan Allah’tan nisbeti / bağı kesilip kendi nefsine isnâd edilir / dayandırılırsa, yani kendi kendine olmuştur denilirse, her bir tohumda, herşeyi görecek bir gözün ve herşeyi kuşatıcı bir ilmin bulunduğuna inanmak lâzım gelir.

Kocaeli Aydınlar Ocağı Bildirisidir!

PKK’nın 12 Mayıs 2025’te açıkladığı bildirisinde yer alan Devletimizin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşmasını tartışmaya açan, Sevr Antlaşması şartlarını dayatan, Türkiye’nin soykırım ve tehcir yaptığını iddia eden ifadeler kabul edilemez, susarak geçiştirilemez. Uluslararası hukuk ve siyaset alanında Türkiye’ye ciddi sorunlar yaratabileceği için, “devletimizin, PKK Bildirisindeki ‘silah bırakma’ haricindeki tüm ifadeleri reddettiği” resmen ve derhal açıklanmalıdır.

Vatandaşlık tanımı ile ilgili T.C. Anayasasının 66. Maddesindeki ayrımcılığı ve etnik taassubu reddeden, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bütünüyle kucaklayan mevcut düzenlemenin aynen muhafaza edilmesi gerekir.

Türk sıfatı ve kimliği 1923’te Cumhuriyetle veya 1982 Anayasasıyla ortaya çıkmış bir milli kimlik değildir. Türk, sadece Türkçe konuşan değil, Türk kültürünü yaşayan ve paylaşandır.

Gündeme sokulmaya çalışılan “Anayasal vatandaşlık”, “çokkültürlülük” ve “Türkiyelilik” kavramları milli devlet olarak örgütlenmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin kökten değiştirilmesi çabasıdır.

Devlet, Türkçeden başka bir dilde eğitim ve öğretim yapamaz. Türkçeden başka bir dil, Türk vatandaşlarına anadil olarak öğretilemez. Türkçe eğitim ve öğretim, milli egemenlik kapsamında düşünülmelidir. Resmi dil milli birliği oluşturan en önemli unsurdur.

Anayasada 2. Resmi dil ve anadilde eğitime imkan sağlayacak hiçbir hükme kesinlikle yer verilmemelidir.

Bu kırmızıçizgilerimizi çiğneme çabası içinde olanları asla affetmeyeceğimizi kamuoyuna saygıyla duyururuz.

Kocaeli Aydınlar Ocağı

Tarihi Vekâlet Savaşları ve PKK’nın Kongre Sonuç bildirisi

                Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk vatanı ve milletini kurtarmak için 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a ayak basmasıyla, 02 – 6 Mart 1919 tarihleri arasında Moskova’da; Vladimir Lenin, Georgiy Çiçerin, Grigori Zinoviyev, Nikolay Buharin, Vatslav Vorovski, Valerian Osinski gibi Sovyet yöneticilerinin gerçekleştirdikleri 1 Komintern Kongresi hemen hemen aynı zaman dilimine rast geliyor.

                Moskova’da alınan Komintern kararlarının sonuç bildirisinde Doğu Halklarına hitaben, onları uyarıcı önemli ifadeler kullanılıyor. Bu ifadelerden en fazla göze çarpan madde; o zaman diliminin sömürgeci ve emperyalist ülkesi İngiltere’nin sömürgesi altına aldığı ülkelerin gençlerini başka ülkelerle yaptığı savaşlarda kullanmasına dikkat çekiliyor. Yani kendi vatandaşının bir damla kanı akıtılmadan, yoksul ve fakir İngiliz sömürgesi altında bulunan ülkeleri iliklerine kadar sömürüyor hem de çocuklarını kendi askeriymiş gibi kullanılıyor.

                Az çok tarih okuyanlarımız bilir. İngilizlerin 1. Dünya savaşı yıllarında Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinden oluşturulan kolordu askerlerini ANZAK askerleri adı altında Çanakkale’de, Sina Çölünde, Filistin’de Osmanlıya karşı savaştırdıklarını görüyoruz. Yine İngiltere adına aynı ANZAK askerlerini Arabistan’da, Pakistan, Hindistan ve Afganistan’da vekâleten savaştırdılar.

                İşte Sovyet yöneticilerinin 1. Kominter’de Doğu Milletlerine hitaben yayınladıkları bildirinin ana teması, Emperyalist İngiltere’nin vekâlet savaşına karşı mazlum milletleri uyarmak için alınmış kararlardan en önemlisidir. Hoş daha sonra Sovyetlerin kendisi de doğuda Türk devletleri, batıda; Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Çekoslovakya ve Polonya gibi devletleri kanlı bir şekilde işgal etmiştir ama işgal ettiği ülkeleri 70 sene anca yönetebilmiş ve sonunda rüşvet ve ahlaksızlık neticesinde iyice yozlaşmış ve sonra da çökmüştür.

                İngiltere, ANZAK askerleriyle Çanakkale’ye çıkıp Türk askerinden dersini aldıktan sonra halâ aklını başına almamış olacak ki, aynı vekâlet savaşı yöntemiyle Yunan askerlerinin iştahlarını kabartarak Kurtuluş savaşı öncesi Anadolu’yu işgal planına çalışmışlar ancak ne Çanakkale’de ne de Anadolu’da Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını yenmeğe muvaffak olamamışlardır.

                Vekâlet savaşları devam ediyor. ABD ve SSCB, Soğuk Savaş döneminde doğrudan birbirleriyle savaşmak yerine Kore’de vekâlet savaşı yürüttüler. Çin ve SSCB, Kuzey Kore’ye askeri destek sağlarken, ABD, henüz NATO üyesi bile olmayan Türkiye’den de aldığı askerlerle Güney Kore’ye müdahale etti.

SSCB, Afganistan’ı kontrol altına almak ve yeraltı, yerüstü zenginliklerini sömürmek için işgal etti, ancak ABD destekli cihatçılar SSCB’ye direniş gösterdi. ABD, cihatçılara silah ve finansal destek sağlayarak SSCB’nin ağır kayıplar yaşamasına neden oldu.

ABD Emperyalizmi

                İngiltere’nin 19. Ve 20. Asırda uyguladığı sömürge zihniyetini bugün ABD 21. Asırda daha zalim, daha vahşi bir şekilde gerçekleştirmektedir. Yazar Mustafa Yıldırım ABD’nin uyguladığı emperyalizm taktiklerini: “Sivil Örümceğin Ağında” kitabıyla geniş bir şekilde okuyucunun gözleri önüne sunmuştur.  (21 Adım’da bir ülke demokratikleştiriliyor diye nasıl bölünür, sömürgeleştirilir?) https://ahmetsaltik.net/arsiv/2014/06/SIVIL_ORUMCEGIN_AGINDA_kitap_ozeti.pdf    

                                ABD Osmanlı döneminde Türklere karşı hep Ermeni terörünü kullanmış ve uluslararası toplantılarda Osmanlıya karşı Ermenileri savunmuştur. LOZAN Barış Anlaşmasını(Türkiye’nin Tapu Senedi) ABD Senatosu kabul etmemiştir. Bugün ise NATO müttefikimiz olmasına rağmen her zaman Türkiye’nin aleyhinde kararlar almış, 40 yıldan daha fazla bir zamandır başımızın belası olan PKK terör örgütünü Türkiye, Irak ve Suriye de aleyhimize vekâlet savaşçısı olarak kullanmaktadır.

                Suriye’de yaşanan iç savaşta mevcut Esat rejimine karşı Özgür Suriye Ordusunu desteklemiş, Kuzey Suriye’de yuvalanan PKK’nın bir kolu olan YPG ve PYD’ye İŞİT terör örgütüyle mücadele ediyorlar bahanesiyle bu teröristlere 30 bin TIR dolusu silah yardımı yapmış, PEŞMERGE askerlerini eyitip donatmıştır.

                Türkiye’de birinci çözüm sürecinin başarısızlıkla sonuçlanması neticesinde, Cumhur İttifakınca şimdi de Barış ve Kardeşlik alt başlığı altında yeni bir projeye başlanmıştır. Evet bu bir Projedir hem de Ortadoğu’da ABD ve İsrail tarafından geliştirilen bir proje. Barış ancak savaş sonrası iki devlet arasında gerçekleşen bir projedir, PKK muhatap alınıp barış planı uygulanır mı?

                PKK kendisini fesih ettikten sonra yayınladığı Kongre Sonuç Bildirisinde:

 “PKK 12. Kongresi, pratikleşme süreci Önder APO tarafından yönetilmek ve yürütülmek üzere PKK’nin örgütsel yapısının feshedilmesi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırması kararlarını alarak PKK adıyla yürütülen çalışmaları sonlandırdı” denildi. Yani 50 bin kişinin katili Abdullah Öcalan namı değer Bebek Katili önder olarak kongre yönetiyor ve Sayın Bahçeli de bu faaliyetlerinden dolayı Bebek Katiline teşekkür ediyor. Tam bir Bekri Mustafa fıkrası.

“Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı…PKK katı Kürt inkârının, buna dayalı imha siyasetinin, soykırım ve asimilasyon politikalarının egemen olduğu koşullarda şekillendi. “

                Bu sözlere benzer bir sürü Türk milletini rencide eden, soykırım yapmakla suçlayan saçmalıkların alt alta sıralanıp sonuç bildirisi olarak takdim edilmesinden ancak: celladına âşık olanlar memnun kalırlar ve Cumhur ittifakı yöneticileri de bugün tam olarak bunu yapıyor.

Aydınlar Ocaklıların Odak Noktası: Türk Milliyetçiliği

Aydınlar Ocaklarının Tekirdağ’da yapılan 52. Büyük Şurası başarıyla tamamlanmıştır. Şura, tertip ve düzeni, programı, sunulan konferans ve tebliğleri ile Ocağımızın 55 yıllık tarihine, amaçlarına, fikri ve kültürel potansiyeline uygun bir seviyede gerçekleşmiştir. Şurayı Genel Başkanımız Prof. Dr. Mustafa Erkal ile iletişim ve işbirliği halinde düzenleyen ve başarıyla yürüten başta Tekirdağ Ocağı Başkanımız Halide Savaş olmak üzere Yönetim Kurulu üyelerine, destek olan Türk Ocağı Başkanı ve Namık Kemal Evi Başkanı ile gençlerden oluşan destek ekibini kutluyor, konukseverliklerine teşekkür ediyoruz.
Aydın kişi düşünen ve düşüncesini toplumla paylaşan kişi demektir. Herkes bir konuda aynı düşünmek zorunda değildir. Hele yıllardır Aydınlar Ocağı çatısı altında uzun yıllardır mücadele eden dost ve arkadaşların, PKK’nın Terörsüz Türkiye konusundaki bildirisi ile ilgili tartışmaların 52. Şura’da bırakılması ve devam ettirilmemesi gerekir. Çünkü bu tartışmalar hem başarıyla gerçekleştirilmiş 52. Şura’yı gölgeler hem de Aydınlar Ocağının birlik ve beraberliğine zarar verir. Şunu unutmayalım, Aydınlar Ocaklıların odak noktası Türk Milliyetçiliğidir.
2013 yılı Ocak ayında “Lider, Fikirdir” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bugün yine aynı fikirdeyim. Çünkü Lider de diğer insanlar gibi fanidir.
Lider; peygamber, evliya, melek, mucize adam filan değildir, bizim gibi insandır. İnsan olması gereği liderin de zaafları, eksikleri, duygusal tarafları vardır. Onun da düşüncelerinin, kişiliğinin ve eylemlerinin bize ters gelen tarafları bulunabilir. Zaaf gördüğümüz bazı davranışlarına şahit olabiliriz. O zaman ne yapacağız? Lidere kızıp, uğruna ömrümüzü adadığımıza inandığımız fikirleri, ülküleri, ilkeleri, kısacası dâvâyı terk mi edeceğiz? Lider bir gün fâni dünyadan ayrıldığında her şey bitmiş mi olacak, dâvâyı bırakıp kaçacak mıyız? O zaman bizim dâvâ adamlığımız nerede kalacak? Neticede Lider de, bizim gibi, inandığımız dâvânın emrinde olan, onun başarısı için çalışan ve dâvâsını milletin bütününe benimsetmeye uğraşan bir kişidir.
Lider gibi, parti, sendika, dernek ve ocak gibi kuruluşlar da geçicidir. Yarın bu kuruluşlar kapatıldığı veya kendi kendine kapandığı zaman her şey bitecek mi? Asıl ve kalıcı olan, fikir ve dâvâdır.
Buhranlı dönemlerden ancak dâvâya dört elle sarılarak çıkabiliriz.
Liderler ise dâvâ mensupları arasındaki tartışmaları, taraf olmadan, kırıp dökmeden ve dâvâya zarar vermeden sonlandıran kişilerdir. Çünkü Liderin görevi, camianın birlik ve beraberliğini sağlamaktır. Camianın da görevi, Lideri yıpratıyorum veya Lideri destekliyorum diyerek teşkilatı ve dâvâyı yıpratmamaktır.
Aydınlar Ocaklarında görev alan ve üye olan arkadaşlarımız Türk’ün ateşle imtihanını başarıyla geçmiş, dâvâsı için her türlü fedakarlığı yapmış, çileyi çekmiş, mağduriyeti yaşamış arkadaşlardır. Onun için arkadaşlarımızın farklı düşüncelerinin, fıtratın gereği olduğunu idrak edip hoşgörüyle karşılayıp birlik ve beraberliklerini sürdürmeleri gerekir. Mesailerini, bugün iç ve dış güçler tarafından paramparça edilen Türk milliyetçilerini tekrar bir araya getirmeye, en azından “Dilde, fikirde, işte birlik” yapmalarını sağlamaya harcamalıdırlar. Şunu unutmayalım, Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasına kastedecek hainlerin karşısında durabilecek tek güç, Türk Milliyetçileridir. Onun için meselelere siyasi tercihler açısından değil, milli menfaatler açısından bakmak gerekir.
Bu duygu ve düşüncelerle Aydınlar Ocaklarındaki bir arkadaşımızı bile kaybetme lüksümüz olmadığını belirtiyorum. Aydınlar Ocaklarının yönetiminde görev alan arkadaşlar, ocak çatısı altında siyaset yapmamaları, arkadaşlarını da siyasi tercihlerine göre muamele etmemelidirler. Bizim etrafında buluşturan tek odak noktası, Türk Milliyetçiliğidir. Allah, bu fikir etrafında birlik ve beraberliğimizi güçlü kılsın.
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN VE YÜCELTSİN.

Nemrut’un Ateşine Odun Taşımak

Büyük peygamberlerden olan Hz. İbrahim, devrinin siyasi otoritesi olan Nemrûd’un baskı ve zulümlerine rağmen inandığı kutsal değerlerden asla taviz vermemiştir. Bu durum, onun ateşe atılmasına sebep olmuştur. Neticede Allah, Hz. İbrahim’i atılmış olduğu bu ateşten kurtarmış ve kendine en yakın olanlardan kılmıştır.” (Doç. Dr. Enver BAYRAM Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Ana Bilim Dalı)

Nemrut, Hz. İbrahim’i kendisi için tehdit olarak gördü. Çünkü Hz. İbrahim Nemrut’un kurduğu sistemi sorguluyordu. Nemrut gücünü göstermek, başkalarını da korkutup, susturmak ve caydırmak için büyük bir ateş hazırlattı ve Hz. İbrahim’i o ateşe attırdı.

Bu kıssadan ilhamla “zalimin zulmüne yardımcı olanlar Nemrut’un ateşine odun taşıyanlara” benzetilir.

Bu kıssada bir de Nemrut’un ateşini söndürmeye çalışan karınca vardır. “Bu devasa ateşi taşıyabildiğin bir damlacık suyla mı söndüreceksin?” diyenlere karıncanın cevabı binlerce yıl ötelerden günümüze kadar gelmiştir:

Bir damla su ile o ateşin sönmeyeceğini ben de biliyorum. Ama en azından safımız belli olsun istiyorum.”

Tarih boyunca görülmüştür ki, böyle durumlarda toplum üç kesime ayrılır:

Bir tarafta “Nemrut’un ateşine odun taşıyanlar” yani güçlü ama zalim ve kötü olanların kötülüklerine destek olanlar…

Diğer tarafta karınca gibi çabası sonuç almaya yetse de yetmese de zulme ve kötülüklere karşı duruş gösterenler…

Bu iki kesimden daha büyük olan kitle, yani yapılan kötülükleri görmezden gelen, sessiz kalan korkak ve bencil insanlar…

*******************************

Vatan Ve Hürriyet Şairi Namık Kemal’in Tavrı

Namık Kemal için Büyük Atatürk “duygularımın babasıdır” dermiş. Namık Kemal hayatı boyunca vatan ve millet aşkını kor gibi içinde yaşatmakla kalmamış; “vatan, milliyet, hürriyet, eşitlik, birey olma, halk egemenliği, hukukun üstünlüğü, parlamenter sistem gibi kavramları Türk insanının hayatına sokan ilk aydın olmuştur.” O vatan kavramımızın babasıdır.

Namık Kemal Nemrut’un ateşine odun taşıyanlardan olmadığı gibi zulüm ve kötülükler karşısında susanlardan ve korkanlardan da olmadı.

Hürriyet Kasidesinde bu özelliğini çekinmeden haykırdı:

“Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir, Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten…”

(Dünyada zalimin yardımcıları, aşağılık kimselerdir; insafsız avcıya hizmetten zevk alan ancak köpektir.)

Bu duruşu ve fikirleri sebebiyle mahkemelerde yargılanan, bazen de yargılanmadan padişah fermanlarıyla sürgüne gönderilen Namık Kemal acaba şöyle düşünmüş müdür?

“Yazdıklarım ve söylediklerim yüzünden çektiğim çilelere değdi mi?”

Bir insan olarak zaman zaman bu duygulara kapılmış mıdır bilemem. Ancak O’nun 93 Harbi’nden sonra Rumeli topraklarının işgal edilmesi üzerine yazdığı vatan mersiyesinde söylediği;

“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini; Yok mudur kurtaracak baht-ı kara mâderini?” mısralarını, Mustafa Kemal Atatürk “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini; Bulunur kurtaracak baht-ı kara mâderini” diye değiştirerek haykırmıştı. (Mâder ana/ anne demektir. Vatan anneye benzetilmiştir.)

Demek ki Namık Kemal’in emekleri, çektiği çileleri boşa gitmemişti. Vatan şairi yüzyıllar içinde nadir yetişen bir asker ve devlet adamına ilham kaynağı olarak tarihi görevini yapmıştı.

*******************************

Nemrut’un Ateşine Taşınan Yeni Odunlar

Türk Milleti belki de 2. Dünya Savaşından sonra en riskli dönemini yaşıyor. İçeride “Terörsüz Türkiye” projesiyle sözde “iç barışı sağlamak” propagandası yapılıyor.

Oysaki iktidarın amacı iç barışı sağlamak değil. “Suriye Kürdistanı” projesinin hayata geçmesi için ABD’den gelen telkinlerin gereğini yapıyorlar.

Hedef iç barış olsaydı, teröristbaşı Öcalan ve DEM yöneticilerine gösterdikleri şefkat ve muhabbeti muhaliflere de gösterirlerdi. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekibi, bazı ilçe belediye başkanları, yasal eylemlere katılan gençler gibi diğer kesimlere de gösterirlerdi. Kamu vicdanına kabul ettiremedikleri ve iddianameye bile dökemedikleri suçlamalarla hapishaneleri doldurmazlardı.

İBB Başkanı ve arkadaşları için DEM ile seçim ittifakı yaptığı gerekçesiyle ağır cezalar istenirken, iktidar ortakları DEM milletvekilleriyle al takke ver külah birlikteler. Hatta bunları teröristbaşı ve PKK arasında ulak olarak kullanıyorlar.

****

Güya silah bırakacağı söylenen teröristler “PKK adıyla yaptıkları faaliyeti sonlandıracaklarını” ilan ettikler. Fakat Suriye’deki 100 bin kişilik iyi donatılmış ordusu bulunan uzantısının (PYD/YPG) silah bırakma niyetinin olmadığı görüldü.

PKK bildirisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması yerine İstanbul dahil Anadolu’nun işgali ve esaretin sebebi olan Sevr şartları talep edildi.

Arkasından Diyarbakır Barosu’ndan iki avukat, Kürt diasporası adına Lozan Antlaşması’nın iptali için Danıştay’da dava açtı. Aynı konuda bir başvuru yurt dışından da yapıldı ve Birleşmiş Milletler tarafından işleme alındı.

PKK bildirisinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin “soykırımcı ve tehcir yapan” bir devlet olduğunu iddia ettiler. Maksatları ileride Ermeni talepleri gibi Toprak ve Tazminat talep edebilecekleri hukuki bir zemin yaratmak.

Anayasamızda vatandaşlık tanımının değiştirilmesi ve çift dilli bir Türkiye talep ettiler. Böylece Milli devlet yapımızı federasyona dönüştürmek isteyen ve bir aşama sonrası ülkemizi bölünmeye götürecek siyasi taleplerde bulundular.

Türk devletinin temeline dinamit koyan bildiriden sonra, MHP lideri Devlet Bahçeli “PKK’nın kurucu önderi Abdullah Öcalan’a teşekkür ediyorum” dedi.

R.T. Erdoğan ve AKP yetkilileri sık sık “Türk, Kürt, Arap ittifakından” bahsetmeye başladılar. “Malazgirt ve Çaldıran Türk, Kürt, Arap’ın ortak zaferidir” dediler. Anlaşılan kafalarındaki federasyon üç kuruculu olacak. Milyonlarca Arap sığınmacıya kucak açılmasının tesadüf olmadığı ortaya çıktı.

Nemrut’un (ABD/ İsrail ve PKK’yı kastediyorum) ateşine ilave edilen odunları ve odun koyanları dikkatle izlemek gerekiyor.

Biz, karınca gibi, sonucu değiştiremeyeceğimizi bilsek bile tarafımızı ilan etmekten çekinmeyeceğiz.

“Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin. / Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten… (Esbab- cefa: Eziyetlerin sebepleri, Azimet: Kararlılıkla mücadele)

Gölcük Necati Çelik Devlet Hastanesi

“Hastalar için hayat oldukça, umut da vardır” -Çiçero

Gölcük ilçemize hastane kazandırma çalışması 1964’de kurulan bir dernek ile başlar. O çalışma belli bir sonuç alamaz iken 1985’de, Turgut Özal’ın başbakanlığı zamanında, ANAP milletvekili Osman Nuri Akyol’un gayretleri ve arkadaşlarının desteği ile 180 yataklı hastane için ödenek çıkarılır. Bu hastane İhsaniye Köyü Macar Mezarlığı mevkiinde yapılıp 1989 yılında Dr.Cemaleddin Palaz’ın başhekimliğinde hizmete girer.

Bu tarihe kadar bu ilçemiz hükümet ve belediye tabipliği, verem savaş ve SSK dispanseri ile 1956’da açılmış olan deniz hastanesinden (Kocaeli’mizin sağlık hizmetlerinde 1900 lü yıllar -3) istifade etmekteydi. Önemli durumlarda İzmit’e gidilmekteydi.

İhsaniye’deki Gölcük Devlet Hastanesi poliklinik ve servisleri, ameliyathaneleri, doğum salonu, röntgen ve tahlil laboratuvarları ile 7/24 hizmet verecek şekilde açılmış olup; başlangıçta 500-600 poliklinik ve basit müdahalelerin yapıldığı yer iken daha sonra önemli ameliyatların bile yapıldığı bir hastane olmuştur. Burası Dr.Kürşat Çağın, Dr.Faruk Karakaya, Dr.Veysel Besnili, Dr.Adem Ertunç gibi hala sağlık hizmetleri ile bilinen birçok ismi şehrimize kazandırmıştır.

Bu hastanemiz 2007 yılında Kamil Nalbant isimli iş adamımızın bağışı ile yapılan ek binası ile 250 yatak kapasitesine kavuşmuştur. 2013 yılında ise adı Gölcük Necati Çelik Devlet Hastanesi adını almıştır. Necati Çelik 1981’de Hak-İş Genel Başkanlığı,1995’de Refah Partisi milletvekilliği ve 54.Refah-Yol hükümetinde çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığı yapmış bir hemşerimizdir. Şehrimizin yetiştirdiği bir sendikacı-siyasetçi olup 2009 yılında vefat etmiştir. Bu

Hastanemize adı verilerek ismi yaşatılmaktadır.

İhsaniye’deki hastanenin ana binasının deprem hasarlı olması, deniz hastanesinin de 2016’da kapanmış olması sebebiyle ilçede daha merkezi bir adres ve büyük bir alanda yeni hastane arayışı başlamıştır. Gölcük Değirmendere Yüzbaşılardaki donanmaya ait 52 dönüm yerin imar mevzuatı gereği belediyeye devri Mehmet Ellibeş’in başkanlığı zamanında sağlanmıştır. Bu arsa daha sonra sağlık bakanlığına devredilmiştir. Bu devirlerde o günün Milli Savunma Bakanı olan milletvekilimiz Fikri Işık’ın ilgisi ve gayreti çoktur. Buradaki hastanenin temeli 2019 da atılmış; 9eylül 2024de de Cumhurbaşkanınınız R.Tayyip Erdoğan tarafından hizmete açılmıştır.

Bu hastanemiz 300 yataklı olup halen 90 hekim ve 1200 çalışanı ile 7/24, sivil-asker her kesime sağlık hizmeti vermektedir. Günde 4 bine yakın poliklinik yapılmaktadır. Cerrahi imkânları, doğum hizmetleri yanında diyaliz, yoğun bakım, palyatif bakım gibi imkânları ile bölgenin sağlık ihtiyaçlarına cevap vermektedir.

Eski bina İhsaniye Semt Polikliniği olarak çalışmaktadır. İlk bina yıkılacaktır. Ek bina diş hastanesi şekillinde çalışacak, Halıdere’deki Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon birimi de burada hizmetini sürdürecektir.

Bu hastanemizde şu isimler başhekimlik yapmıştır.

Dr.Cemalettin Palaz: Kocaeli Devlet’e 1980’de genel cerrahi uzmanı olarak gelip 1982’de de Karamürsel Devlete başhekimi olmuş, 1989’da da Gölcüğün kurucu başhekimliğine gelmiştir. 1991’de ise yardımcısı Dr.Orhan Şerit’e yöneticiliği devrederek Karamürsel’e dönmüştür. 2010’da da emekli olmuş,2014’de burada vefat etmiştir.

Dr.Orhan Şerit: Kendisi İzmit doğumlu olup 1977-85 yıllarında İzmit SSK hastanesinde çalışmış; 1989 da üroloji uzmanı olarak Gölcük hastanemize gelmiştir. 1995’e kadar başhekimlik yapmış; emekli oluncaya kadar burada çalışmıştır. Halen sağdır ve Değirmendere’de oturmaktadır.

Dr.Erol Kıvanç: Kocaeli Devlete patoloji uzmanı olarak 1985 de mecburi hizmet gereği gelmiştir. 1995-1998 yıllarında Gölcükte başhekimlik yapmıştır. 1985’te açtığı özel labratuvarı ile de hizmet vermiştir. 2011’de emekli olduktan sonra iki arkadaşı ile birlikte Özel İnova Patoloji Laboratuvarı ile sağlık hizmeti

Devam etmektedir.

Dr.Resul Patan: Kadın Doğum uzmanı olup 98-2011 yıllarında başhekimlik yapmıştır. Gölcüğün sevilen hekimlerinden olup 2019 da MHP’den Gölcük Belediye Başkanı adayı olarak siyasete de katkı vermiştir. Daha sonra Karamürsel Devlet Hastanesi’nde çalışmaya devam etmiş, 2021’de geçirdiği kalp krizi sonrası vefat etmiştir.

Dr.Ahmet Sarıışık: 2012-15 tarihleri arası buranın başhekimliğini yürütmüş ve sonra Körfez Hastanesi başhekimliğine geçmiştir. Halen Sağlık Md. muavinidir. Daha fazla bilgiyi Körfez hastanemiz yazımdan okuyacaksınız.

Dr.Yüksel Pehlivan: Kadın Doğum uzmanıdır.2000 yılında henüz yapılmamış olan Gölcük SSK Hastanesine(!) atanmıştır. 2003-07 arası İzmit SSK Hastanesinde uzman, 2007-16 da ise Alikâhya hastanesinde yönetici, 2020 ye kadar da Gölcük hastanemizin başhekimidir. 2020’den itibaren ise Kocaeli Sağlık müdürü görevini yapmaktadır.

Dr.Serkan Acar: Halen Kocaeli Şehir Hastanemizin anestezi uzmanlarından olan bu hekimimiz 2020-24 arası buranın başhekimliğini yapmıştır.

Dr.Aziz Çardak: Göz uzmanı olup 2017 de mecburi hizmet gereği Kocaeli Devlete gelmiştir. 2020’de şehir hastanesi koordinatörlüğüne getirilmiş ve 2024 de de gölcük hastanemizin yeni yerine taşınması ve bu hastanenin hizmete açılması görevi verilmiştir. Halen bu hastanemizin başhekimidir.

Şehrimizin sağlık kurumları ile ilgili bu bilgilendirmelerimiz devam edecektir… Sağlıkta kalınız.