8.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Kasım 10, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 33

Ey Türkler!

*Cuma gününün hayrına bir hatırlatmadır!

Ey Türkler! Vatanınıza ve devletinize sahip çıkınız!

Çünkü, Ey Türkler; vatanınız ve devletiniz elinizden çıkma çizgisinde; ağır-ağır, usul-usul, yavaş-yavaş, ceste-ceste!

Ey Türkler! Ben vicdanım; vazifem ve vazifem olduğu kadar da tek imkânım, ikaz ve ihtar etmektir; bunun için de durmadan, bıkıp usanmadan sizin vicdanlarınız üzerinizde baskı yapmak mecburiyetindeyim ve bu vazife bilinciyle haykırıyorum:

Ey Türkler! Sizler ki, Asya’nın çocuklarısınız; Asya’nın, yani bütün büyük dinlerin ana rahmi, hikmetin kaynağı ve ahlakın menba’ı, Güneş’in doğduğu bu azametli kıt’anın en muhteşem çocukları! Sizler ki Asya’dan kopup Küçük-Asya’ya geldiniz, burada bütün tarihin tanıdığı en muhteşem imparatorluğu kurdunuz ve burada kendi tarihinizin de zirvesine çıktınız; geniş ve kudretli kanatlarınızın altında dinleri, dilleri, ırkları, renkleri sulh ile idare ettiniz, sonra küçüldünüz ve tekrar Küçük-Asya’nıza ric’at ettiniz; Edirne ile Ardahan arasına, bu gayritabii hudutlara sıkıştınız.

Ey Türkler! Ya İkinci Endülüs, ya da İkinci Ergenekon olma çizgisindesiniz.

Ey Türkler! Anadolu, Küçük-Asya, dikkatli olmazsanız sizi boğacak bir tuzağa, İkinci Endülüs’e dönüşmek üzeredir.

Çünkü Ey Türkler, milletlerin yükseldiği yerden düştüğünü unutmayınız! Sizler ki Asya’nın bağrından kopup gelerek tarihinizin zirvesine burada çıktınız, amma, burada düşmek üzeresiniz; burada “efendi” oldunuz, amma, burada “kul” olmak üzeresiniz.

Ey Türkler! Tarih’te bir kazananlar vardır ve bir de kaybedenler ve dahi, tarih, kaybedenleri değil kazananları baş tacı yapar. İmdi sizler, kaybedenleri oynuyorsunuz; ikbal yıldızınız sönmek üzere.

Ey Türkler! Keza tarih, merhametsizdir; yere düşenlerin üstüne basarak ilerler. İmdi sizler, yere düşmek üzeresiniz. Yere düşmeyiniz! Aksi takdirde, tarih, ağır gövdesiyle sizi de ezer geçer ve çöplüğüne atar.

Ey Türkler! Gökleri ve yeri yaratan ve onları direksiz ayakta tutan Rabbim, ki amenna ve saddakna, her şeye gücü yeter, amma, kendisini değiştirmeyenleri kendisi değiştirmez; ol sebebe binaen kendinizi değiştiriniz, değiştiriniz de elinizi kolunuzu bağlayarak boş yere dua etmeyiniz; burası duanın hükmünün batıl olduğu noktadır.

Ey Türkler! Ve dahi yine O, Halık-ı Zü’lcelal, devirleri insanlar arasında döndürür, bazan birini yükseltir, bazan da diğerini; liyakatini kaybeden, uyuşan kavimleri yere indirir, genç ve dinamik olanları tepeye çıkarır.

Onun için, vicdanınız olarak haykırıyorum:

Ey Türkler! Liyakatinizi kaybetmek ve uyuşmak üzeresiniz. Sakın ha!

Ey Türkler! “Bu da geçer” demeyiniz! Sakın ha!

Aksi takdirde, elbet de geçer; lakin unutmayınız ki, “geçer amma deler de geçer” ve ölüyü diriye, geceyi gündüze dönüştüren Rabbim, efendileri kula, kulları da efendiye dönüştürür; sizi indirir ve hatta yere çakar, çakar da dün yönettiklerinizi başınıza geçirir.

Ey Türkler! Milletler yükseldiği yerden düşer; amma, düştüğü yerden de yükselir.

Ey Türkler! Sizlerde yükselecek güç var; sizde her şey var. Yeter ki gerçek ile sahteyi, gerçek aydın ile propagandistleri ve lobicileri, gerçek lider ile fareli köyün kavalcılarını ayırt edebilecek bir bilinç ve ferasete kavuşunuz; gücünüzü keşfediniz ve iradenizi harekete geçiriniz.

Ey Türkler! Bu bir manifestodur. Sizi, kanayan vicdanınız olarak, hiç rahat bırakmayacağım.

Durmuş Hocaoğlu (1948-2010)

“Rahmetli Durmuş Hocaoğlu bu yazıyı 2005’te yani 19 yıl önce kaleme almış… O tarihlerde okumuştum diye hatırlıyorum…  Türkler için yaşam durmuş sanki mutlak ve kaçılmaz akibeti bekler bir haldeyiz ne yazık ki! Sanki uyanmak için bir musibet bekliyoruz…”

Şaşılacak Bir San’at Eseri

     İnsan en güzel surette yaratıldığı, ona gayet geniş bir kabiliyet verildiği için, Cehennemin en alt tabakasından tâ Cennetin en yüksek mertebelerine, yerden tâ arşa, zerreden tâ güneşe kadar dizilmiş olan makamlara, mertebelere, derecelere, aşağı çukurlara girebilir ve düşebilir bir imtihan / sınav meydanına atılmış; nihayetsiz düşüş ve yükselişe giden iki yol önünde açılmış; bir kudret mucizesi,  bir yaratılış neticesi ve şaşılacak bir san’at eseri olarak bu dünyaya gönderilmiştir.

Allah İbadete Muhtaç Değil

     Cenab-ı Hakk, kulun ibadetine muhtaç değil. Hem hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat kul, ibadete muhtaç! Çünkü mânen hastadır. İbadet ise, kulun mânevî yaralarına bir tiryak / bir ilaç hükmündedir.

Va’dinden Dönmek

     Hiç mümkün müdür ki: Mutlak Alîm / sonsuz ilim, Kadîr-i Mutlak / sonsuz kudret sahibi olan, şu san’atlı varlıkların Sâni’i / sanatla Yaratanı; bütün peygamberlerin haber verdikleri ve bütün evliyâ / velîlerin fikir birliği ile tekrar tekrar şehadet edip şâhit oldukları mükafat / ödül ve ceza vereceği hakkındaki sözlerini; yerine getirmeyip, hâşâ, acz ve cehlini göstersin?

     Halbuki mükâfât vereceği ve cezalandıracağı hakkındaki emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve kendisi için, pek kolaydır. Geçmiş baharın hesabsız varlıklarını, gelecek baharda kısmen aynen, kısmen benzeriyle iadesi; yeniden yaratması kadar kolaydır. Verdiği vaat ve sözün gerçekleştirilmesi ise, hem bize, hem herşeye, hem kendisine, hem tüm kâinatı terbiye edişindeki saltanatına pek çok lâzımdır. Va’dinden / verdiği sözden dönmek ise, hem iktidarının izzetine zıttır, hem herşeyi kuşatan ilmine aykırıdır.

ŞEYTANLARIN YARATILMASI

     Şeytanların kâinatta icat cihetinde hiçbir müdahale ve karışmaları olmadığı, hem Cenab-ı Hakk rahmet, inayet ve yardımıyla, Ehl-i Hakk’a tarafdar olduğu hâlde, şeytan tarafdarlarının çok defa Ehl-i Hakk’a galebe etmesi / üstün gelmesinin hikmeti nedir ve Ehl-i Hakk, her vakit şeytanların şerrinden Allah’a sığınmasının sırrı nedir? diye sorulacak olursa, deriz ki: Hikmet ve sırrı şudur ki: Çoğunlukla dalâlet / sapık yol ve şer / kötülük, menfîdir, tahrib ve yıkımdır. Yokluktan ibarettir, bozmaktır. Ekseriyetle hidâyet ve hayır müsbettir, varlığa dâirdir, imârdır, tâmirdir. Herkesçe malûmdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı bir adam, bir günde tahrib eder ve yıkabilir.

     İşte bu sırdandır ki, dalâlet / yanlış yol ehli ve kötülük sâhipleri; hakîkaten zayıf bir kuvvetle, pek kuvetli Ehl-i Hakk’a bazen gâlip oluyor. Fakat Ehl-i Hakk’ın öyle sağlam bir kalesi var ki, ona sığındıkları zaman, o müthiş düşmanlar, onlara yanaşamazlar ve bir halt edemezler. Eğer muvakkat / geçici bir zarar verseler bile; güzel âkıbet / güzel sonuç, şüphesiz takva sahipleri / Allah’tan korkup doğruluktan ayrılmayanlarındır sırrıyla, ebedî bir sevap ve bir menfaatle o zarar telâfi edilip giderilir. O sağlam kale ise, iki cihan güneşi olan Hz. Muhammed’in yoludur.

İki Büyük Hareket

     Hz. Âdem zamânından beri, insanlıkta iki büyük hareket; birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, dünya ve âhiret saâdetine mazhar olan peygamberler, sâlihler ve mü’minlerin doğru yollarıdır. Bunlar kâinattaki, kâinatın hakîkî güzelliğine ve intizam ve mükemmelliğine uygun olarak istikamette hareket ettiklerinden; hem kâinat sâhibinin lütuflarına, hem iki cihânın saâdetine mazhar olup, insanı melekler derecelerine, belki daha yukarısına yükseltmeye vesîle olarak, dünyâda îman hakîkatleriyle mânevî bir Cennet, âhirette ise yine bir saâdet kazanmışlar ve kazandırmışlar.

     İkinci cereyân; istikameti bırakıp, aşırı gitmek veya geri durarak; aklı bir azâba vesîle ve elemler toplayıcı bir âlete çevirdiklerinden; insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp, dünyada zulümlerine mukabil İlahî gazâbı ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalâletleri cihetinde, akıl alâkadarlığıyla; kâinatı umûmî bir hüzün ve mâtem yeri ve ayrılıp giden canlılar için bir mezbaha ve bir kesim yeri ve gâyet çirkin ve karışık görür, rûhu ve vicdânı dünyâda mânevî bir Cehennem’de olur. Âhirete ise dâimî bir azap çekmeğe kendini müstehak eder.

Türk Milliyetçiliği Kavramı

Türk milliyetçiliği fikri bu milletin kurtuluş reçetesidir. Ancak bu reçetenin kurtuluşumuza ilaç olması için uluslar arası ilişkilerde fiili milliyetçilik gereklidir. Şuan Türk milletinin ve gençlerimizin maddi ve manevi hayatını geliştirecek olan ihtiyaç; Türk milliyetçiliği fikrinin toplumsal hayatımızda ilim ve irfanımızda hâkim unsur olmasına bağlıdır.
Etnik kimliğimizle birlikte mensubiyet şuuruyla ait olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ‘’Türk Milleti’’ortak paydasında ‘’milli kimliğimizi’’ ödünsüz korumalıyız.

*
Gagavuz Türk’ü, Hıristiyan’dır.
Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır…
Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi’dir.
Altaylar, Tengrici’dir…
Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır…
Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir…
Azerbaycan Türk’ü ya da İran’ın Azeri Türk’ü Şii‘dir…
Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir…..“Türk milliyetçisi” denilince aklımıza sadece Müslüman Sünni gelmesi yanlış bir yaklaşımdır.
Türk milliyetçisi ‘’Yesevi Kültürünü’’ Bektaşı Kültürünü’’Mevlana’yı esas alır
*
Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı.
Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu…
Macarların diğer adı Hun Türkleridir.
Turan fikrinin nereden doğduğu kavranmalıdır..
*
Bilge yazarlardan
..Gabor Vona‘yı .. Attila Jozsef’i; Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i
Turar Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat’ı bilmemiz gerekir
*
.
Tarihindeki Türk milliyetçi hareketlerin sömürgeciliğe, neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı çıkmış olduklarını görüyoruz.
*
Bir Türk efsanesi;
Cengiz Aytmatov’ Kırgız Türk’üdür…
Türk birliğinin yılmaz savunucusu. Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem…1980 yılında yazdığı bir romanı var:
“Gün Olur Asra Bedel”.Türk milliyetçisinin Okunması gereken bir roman..
Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır.
Şöyle…
Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş !…
Bir insanı “mankut” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar:
Tutsak kişinin saçları iyice kazınır,
Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçirilir, Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır,
Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılır,
Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırır,
Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar,
Fakat deri kafaya o kadar yapışır ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez,
Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlar,
Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak kişi büyük acılar çeker,
Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür,
Sağ kalan tutsak ise zamanla kendine gelir; yiyip içerek gücünü toparlar.
Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur.
Artık hafızası yoktur…
Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale gelir.
Artık düşünemez İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur. Kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece. Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle…
Evet
Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir…
Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır…
Anadolu’da “mankafa” derler !…
Kimbilir Belki de Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir…
*
Gerçek bir Türk milliyetçisi yaşanmış adiliklerden;
Türk Bayrağı’nın yakılmasını, göklerden/direklerden indirilmesini protesto eder;

Atatürk heykellerinin parçalanmasını protesto eder

Bu ülkenin parsel parsel özelleştirme adı altında satılmasını protesto eder;

Türk kimliğinin-kavramının Anayasa’dan çıkarılmak istenmesini protesto eder
Devlet nişanından, devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti ibaresi kaldırılmasını protesto eder;
Andımızın kaldırılmasını protesto ede

23 Nisan gibi, 19 Mayıs gibi milli bayramlarının kaldırılmasını protesto eder;
*Kuzey Irak’ta Türkmenlerin katledilmesini protesto eder

Süleyman Şah Türbesi’nin kaçılmasını protesto eder;
Ülkenin parçalanma projelerini protesto eder:

Ve biline ki;
Bu millet, tapusuna uzanan elleri yüzyıl önce nasıl kırdıysa, gelecek günlerde de aynı kararlılıkla karşısındadır!
Bu topraklar sahipsiz değildir.
Bu sancak bu bayrak yere düşmez.
Bu millet diz çökmez!
*
Laik Cumhuriyetin İslam Cumhuriyetine, milletin ümmete dönüştürülme varsayımlarının Türk milliyetçisi ülkücü hareketin gözünden kaçmamalı; Atatürkçülüğün neresinde olduğunu sorgulaması gerektiğini düşünüyorum.
*
YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ, LAİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ!
YAŞASIN YÜCE TÜRK MİLLETİ!
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!

Hac Paradoksu

Amacım, muzırlık yapmak değil, dinde reform hiç değil. Bu işler beni aşar, haddimi bilirim.

Rahatsız olduğum bir konuyu da söylemek durumundayım. Konu, cıs yanarsın kabilinden.

Şu hac meselesi.

Nedir, demeyin. Hac ibadetinin ne olduğunu, nasıl yapıldığını bilmiyor değilim. 1991’de ben de bu ibadet için Suudi Arabistan’da bulundum.

Yazıma konu olan hac ibadetinde gelinen son noktayla ilgili rahatsızlığımı biraz sonra paylaşacağım, siz zihni çalışma da diyebilirsiniz buna. Önce hac’ın ibadet olarak emredilmesinin sebepleri üzerinde duralım:

Hac, hem bedeni hem nefsi hem mali bir ibadettir. Gidip gelecek kadar paraya sahip olan her Müslüman ömründe en az bir kez bu ibadeti yapmak zorundadır? Niye?

Hac, tevhit (Allah’ın birliği) inancını haykırır ve pekiştirir. Hac bir mekteptir; sevgiyi, hoş görüyü, fedakarlığı, dostluğu, tevazuyu öğretir, tesis eder talebelerine. Yolculuk ve ibadet sırasında pek çok sıkıntıya tahammül eden Müslüman, nefsini terbiye eder, sabrını test eder, güçlendirir. Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Hacer’in Allah’a teslimiyetini, Hz. Muhammet’in duruşunu ve siyasetini yerinde öğrenir, kendisi için istikamet belirler, giydiği ihram ile ölüme iyice yaklaşır, böylece dünyevileşme kirinden kendini arındırır ve takvasını yükseltir.

Hac, bireyselin ötesinde sosyal ibadettir. Dili, rengi, ırkı, statüsü, geleneği, kültürü farklı insanlar aynı kıbleye yönelir, Kâbe etrafında dönerek her zaman ve mekânda bir ve beraber olmanın sözleşmesini yaparlar. Hac, aynı zamanda ortak sıkıntıların ve çözüm yollarının konuşulduğu istişare dönemidir. Birer zenginlik olan kültür farklılıkları üzerinde yeni medeniyet inşa etmenin yolları aranır, anlaşılan ortak dille projeler geliştirilir. İstenen odur ki hac’a giden bir Müslüman, orada yaşadığı manevi atmosferi ve öğrendiği değerleri, döndüğünde toplumuna yansıtsın, vatandaşı olduğu toplumun ahlaki olarak yükselmesine ve sosyal olarak daha bilinçli bir hale gelmesine katkıda bulunsun.

Sonuç olarak hac; aslında bir eğitim, bir arınma, bir teslimiyet ve bir ümmet bilincini tazeleme yolculuğudur. Bu çok yönlü faydalarından dolayı hac, güç yetiren her Müslüman’a farzdır. Hac, sosyal eşitliği, kardeşliği, dayanışmayı, barışı ve kültürel paylaşım işlevini yerine getirdiği sürece önemli bir ibadettir, bunun için de hem bireysel hem toplumsal iyileşme ve bilinçlenme mevsimidir. Hac; çalıştaydır, Müslümanların yıllık kongresidir. Her ibadette olduğu gibi, Hac, Allah tarafından farz kılınsa da buna ihtiyacı olanlar, İslam’ın müntesibi Müslümanlardır.

2024 yılında Hac ibadetine, dünyanın dört bir yanından toplam 1.883.164 Müslüman katılmış. Hacıların 184.130’u Suudi Arabistan vatandaşı, geri kalan 1.699.034 kişi ise diğer 150 ülkeden gelen yabancı hacılardan oluşuyormuş. Türkiye’den ise 2024’te kontenjan kapsamında 83.430 hacı adayı kutsal topraklara giderek ibadetlerini yerine getirmiş.

Suudi Arabistan’a her yıl hac ve umreden yaklaşık 12 milyar dolar para girmekteymiş.  2025 yılında Suudi Arabistan ile Amerika Birleşik Devletleri arasında toplam değeri 600 milyar doları aşan kapsamlı bir anlaşma paketi imzalanmış. Bu anlaşmanın 142 milyar doları savunma sanayiinde kullanılacakmış.

            Dünyanın en yoksul insanları İslam ülkelerinde. Haksızlığa, zulme uğrayanlar, hep Müslümanlar. Filistin’de, terör devleti İsrail’in zulmüne bir buçuk yıldır direnen ve yüz bine yakın insanını kaybedenler de Müslüman, bu zulme sessiz kalanlar da Müslüman.

            Hac, oruç ve namaz gibi zorunlu bir ibadet. İbadetin amacı Allah’a kulluk ve insanda olgunlaşma. İnsanda davranış değişikliği oluşturmayan, onu iyiye, güzele terfi ettirmeyen bir ibadet Allah katında makbul, insan nazarında da muteber değildir, gösterişten ibarettir.

            Kabe’nin karşısında uygun mekân bulmuş, namaz vaktini beklemek için oturuyordum. Yanımdakine laf attım. Mısırlı olduğunu anladım. Önce gözlerimizle sonra sözlerimizle birbirimize bir şeyler anlatmaya çalıştık. Sohbetimiz bir türlü ilerleyemedi. İngilizce konuşmaya başladım, baktım o benden daha iyi konuşuyor İngilizceyi. Bana “Ne kadar acınacak haldeyiz, değil mi?” dedi. İkimizin de içi acımıştı. Hüzünlü gözler, çaresiz bakışla namaza kalktık. Ortak istikametimiz Kabe’ye yöneldik. Elde kalan, şimdilik bu.

            Hac’ın, olması gereken bireysel faydalarından hangisi veya kaçı üzerimizde, sosyal faydalarından ne kadarı toplumda gözlenebiliyor? Müslümanlar arasında kardeşlik, hoşgörü, dayanışma, yardımlaşma var mı? Kaç Müslüman, hac için gittiği Arabistan’da harcadığı paraların, riyakar Amerika’ya, katil İsrail’e gittiğinin, kendisine silah olarak döndüğünün farkında? Hac, Müslümanlarda uyanışa, dayanışmaya, yeni projeler oluşturmaya, zalimlere karşı tavır geliştirmeye yol açmayacaksa ibadet olarak ne kadar anlamlıdır, gereklidir? Hac, sizce bireysel ve sosyal işlevini yerine getiriyor mudur?

            Mazeret halinde namaz cem edilebiliyor, oruç ertelenebiliyor. Bunların her birinin ruhsatı var. İslam ülkelerinde gafil ve korkak Müslüman idarecilerin yönetimde bulunduğu, Siyonist ideoloji bütün dünyaya kafa tuttuğu sürece hac ibadetinin şartlarının oluşmadığını düşünmekteyim. Açlıktan, hastalıktan ölen çocuklar, zulme uğrayan anneler, evlatlarını bombalardan koruyamayan babalar, inanıyorum ki, konforundan vazgeçmeyerek umreye ve hac’a giden Müslümanlardan şikâyetçidirler, onlardan hak iddia edeceklerdir.

            Evde yangın varken konforun hesabı yapılmaz. Ev, yanıyor. Mazlumun feryatları evreni sarmış vaziyette. Yeni bir hal çaresi bulmak gerekiyor. Temel değerlerdeki çürümüşlük, kokuşmuşluk tedavi edilemeyecek kadar ilerlemiş. Birileri çıkıp “Kral Çıplak” demeli, “Durun, gafil kalabalıklar, burası çıkmaz sokak.” demeli. Ya devlet başa ya kuzgun leşe, demeli.

            Benimkisi bir zihni çalışma, kimseyi mutlu etmek veya üzmek değil. “Hiç akletmez misiniz?” uyarısı burası için de geçerli.

Dilaver Cebeci’yi anma Duyurusu

DİLAVER CEBECÏ’Yİ ANMA MESAJI

1943 Yılında, Gümüşhane’nin Kelkit ilçesi Dayısı Köyünde doğan ve 28 Mayıs 2008 tarihinde Istanbul’da vefat eden, Aydınlar Ocağı Genel Merkezi’nin değerli üyesi ve İlim – İstişare Kurulu’nda görev yapan, Türk edebiyatına ” Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi ” mizah tipini kazandıran, şiirlerinde milli değerleri işleyen ve Türk Tarihinin her dönemine atıflar yapan, eserleriyle edebiyat dünyasında kendinden bahsedilen, şiirleri, hikayeleri ve mizah tarzındaki yazıları; Devlet, Türk Yurdu, Yeni Düşünce, Ortadoğu, Türk Edebiyatı, Hergün isimli dergi ve gazetelerde yayınlanan,
Baremen, Divan Şiirinde Kadın, Tanzimat ve Türk Ailesi, Devranname, Seyranname, Mavi Türkü, Türkiyem Şiiri, Sitare isimli eserlerin yazarı, hayatı boyunca Türk Kültürü üzerinde araştırma ve incelemeler yapan, İktisat Tarihi ve Sosyoloji konularında makaleler yazan, Türkiyem Şiiriyle gönüllerde taht kuran, Ömer Seyfettin Hikaye Yarışmasında mansiyon ödülü kazanan, Aydın Lisesi ve İstanbul Üsküdar Kız Lisesinde öğretmenlik, Marmara Üniversitesinde öğretim üyeliği görevlerini yürüten, hizmetleriyle derin izler bırakarak Milliyetçi Fikrin Ölmez ve Abide Şahsiyetleri arasında yerini alan, şair, yazar ve akademisyen Yrd. Doç. Dr. Dilaver Cebeci’yi vefatının 17. Yılında saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz.
Ruhu şad, mekanı Cennet olsun.

Aydınlar Ocağı
Genel Başkanı
Prof. Dr. Mustafa E. Erkal

Muhteşem  Ulûhiyet

     Semânın süslü tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece gündüz hatlarıyla, kış yaz sahîfelerinde Allah’ı ta’rîf eden mektupları yazmasına bir nûr hokkası hükmüne getirmek ve yüksek minâre ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrebleri gibi, gök kubbede ay’ı, zamanın en büyük saatine bir akrep yapmak, farklı çok hilâller sûretinde her geceye sanki ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, gezdiği yerlerde mükemmel bir ölçüyle, ince hesapla hareket ettirmek, gök kubbede parlayan, gülümseyen yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin / Allah’ın kâinattaki hâkimiyetinin göstergeleridir. Şuur sahiplerine, onu bildiren muhteşem bir ulûhiyetin / herşeyi kendine ibadet ettiren Allah’ın işaretleridir. Fikir sahiplerini iman, inanç ve tevhîde / Allah’ın bir ve tek olduğu gerçeğini bilmeye davet eder / çağırır.

Göz  Kör  Olursa

     Gözün nûru, îman nûruyla ışıklanır ve kuvvetlenirse, bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen / süslü bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, bal arısı gibi, bütün kâinat safhalarında nakışlı gül ve çiçek gibi delil ve burhanlardan alacağı ibret, fikir, düşünme, ünsiyet ve alışkanlıklardan yararlanarak; vicdanda o tatlı, imanlı balları yapar. Eğer o göz küfür / inançsızlık zulmet ve karanlığıyla kör olursa, dünya genişliğiyle beraber, bir hapishane şekline girer. Kâinatın / evrenin tüm hakikat ve gerçekleri nazarında gizlenir. Kâinat ondan yabancılaşır. Kalbi hüzün ve kederler ile dolar.

Büyük  ve  Küllî  Netîce

     Kâinattaki şer, zarar, belâ ve şeytanların ve zararlı şeylerin halk ve icatları, yani yaratılmaları şer / kötü ve çirkin değildir. Çünkü çok mühim / önemli sonuçlar için yaratılmışlardır. Meselâ: Meleklere şeytanlar musallat olmadıkları / onları rahatsız etmedikleri için, terakkî / ilerleme ve yükselmeleri yoktur. Makamları sâbittir. Değişmez. Bunun gibi hayvanların da, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sâbit, nâkıs ve eksiktir. İnsanlık âleminde ise, terakkî / ilerleme mertebeleri, yükselme ve alçalma seviyeleri nihayetsiz ve sınırsızdır. Nemrut ve Fir’avunlardan tut, ta enbiya / nebilere ve evliya / velilere kadar, gâyet uzun bir terakkî / ilerleme ve yükseliş seviyeleri var.

     İşte kömür gibi olan alçak rûhları, elmas gibi olan yüksek rûhlardan seçip ayırmak için, şeytanların yaratılması gerekli görülmüştür. Nitekim, imtihan / sınav sırrı ve peygamberlerin gönderilmesi ile bir imtihan, bir tecrübe, bir cihat ve bir müsabaka / bir yarış meydanları açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasa idi, insanlık mâdenindeki elmas ve kömür hükmünde olan kabiliyetler; bir ve beraber olacak, aynı kalacaktı.

     Demek şeytanlar ve şerlerin yaratılması; büyük ve küllî / kapsamlı neticelere baktığı için, icatları / yaratılmaları şer / kötü değil, çirkin hiç değil.

İlâhî  Rahmeti  Gör

     Zâhirde / görünüşteki sebepler eliyle gelen nimetleri, o sebepler hesabına almamak gerekir. Eğer o sebep irade sahibi değilse, meselâ hayvan ve ağaç gibi, doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hakk hesabına verir. Madem o, hâl diliyle “Bismillâh” der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak “Bismillâh” de, al. Eğer o sebep ihtiyar / irade sahibi ise, o “Bismillah” demeli, sonra ondan al. Yoksa alma! Çünkü, “Üzerine Allah’ın ismi anılmamış olan (besmele ile kesilmemiş hayvan)lardan yemeyin!” âyetinin açık mânâsından başka, işaretle anlattığı bir mânâsı da şudur ki: “Hakikî nimet verici olan Allah’ı hatıra getirmeyen ve O’nun nâmıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz.” demektir.

     O hâlde hem veren “Bismillâh” demeli hem alan “Bismillah” demeli. Eğer veren “Bismillâh” demiyorsa, fakat sen de almaya muhtaç isen sen “Bismillâh” de; verenin başının üstünde İlâhî rahmetin elini gör. Şükür ile öp. Ondan al. 

Hayata Dair Gerçekler

“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır…” Tolstoy,

Tolstoy, “Anna Karenina” adlı eserine bu sözle giriş yapmıştır. Anna Karenina’nın konusu kısaca şudur: Evliliğinde mesut olmamış genç bir kadın olan Anna Karenina, genç bir bekârla tanışır ve ona âşık olur. Aşkın en saf hali olduğuna inandığı hayatı tatmak için her şeyi riske atar ve neticede hayatı altüst olur.

Büyük Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy (Leo Tolstoy), 9 Eylül 1828’de Moskova’nın güneyindeki Tula vilayetinin Yasnaya Polyana kasabasında doğdu. 20 Kasım 1910’da Astapovo’da yaşama gözlerini yumdu.

Dickens, Pascal, Platon gibi klasikleri okudu. 1851’de Rus ordusunda Kırım Savaşı’nda topçu teğmeni olarak görev yaptı. 1855 Kasımında Turgenyev‘le tanıştı. Tolstoy,  Rousseau gibi düşünüyor: “Doğa iyidir, toplum kötüdür” diyordu.

Savaş ve Barış, Tolstoy’un adını çok yüceltti. Yayınevlerinin çekici önerileri ona Anna Karenina‘yı yazdırdı (1877).

Türk edebiyatının Tolstoy’la tanışması on dokuzuncu yüzyılın sonundadır. Tolstoy’un edebiyata getirdiği iç gerçek, Peyami Safa’dan Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Yusuf Atılgan’dan Oğuz Atay’a birçok romancımızı etkilemesidir.

“Amaçsız sanat olmaz, sanatın başlıca amacı da insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine yardım etmektir. Bu ilişkilerin düzelmesine kesinlikle yardım etmeyen bir şey varsa o da savaştır. Sonucu rastlantıya dayandığı için savaş insanlık dışı, insan yaradılışına aykırı bir şeydir.” der.

Çağının en büyük romancısı olan Tolstoy, J.J. Rousseau gibi, insanların ahlakını bozan sanata düşmandı. Zorbalığa ve büyük mülkiyete karşıydı.

Rusya’nın ve belki de dünyanın en büyük yazarlarından Lev Nikolayeviç Tolstoy’un hayata ışık tutan ilginç tespitleri vardır. Her bir tespitle, farklı bir gerçeği fısıldayan bu tespitler, hayatı ve insanları tanımada adeta rehber niteliğindedir.

-Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.

-Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.

-Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.

-Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.

-İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.

-Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.

-Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.

-Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da, o sana kızsın.

-Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın. Ve unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.

-Bir insanı bulunduğu mevkiiyle değil, göz koyduğu mevkiiyle ölçmek gerekir.

-Güzel olan sevgili değildir, sevgili olan güzeldir.

-En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.

-Mutluluğu ihtiraslarda değil kendi yüreğinizde arayın. Mutluluğun kaynağı dışımızda değil içimizdedir.

-Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır.

-İyilik yap hatırlanmaz. Yanlış yap unutulmaz. Sen kimsenin ‘yapamaz’ dediğini yap, çünkü söylemeseler de akıllarından çıkmaz.

-Yalan söyleyenleri sonuna kadar dinlerim. Çünkü; olmak istedikleri ama olamadıkları insanları anlatırlar.

-İnsanlar çok değişti, dikkat etmek lazım. Biriyle el sıkıştıktan sonra beşi de yerinde mi diye parmaklarını saymak zorundasın.

-İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.

-Gerek yokken yanındalar, ihtiyacın olduğunda uzakta. Unutma ki, kimi hayatına girdiğinde hayatını aydınlatır, kimisi çıktığında.

-İnsanlar nasıl konuşulması gerektiğinin dersini alırlar; ama en büyük ilim, nasıl ve ne zaman susulması gerektiğini bilmektir.

-Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.

Uzun söze ne hacet. İşte hayatın ve insanlığın özeti.

Sevgiyle kalın…

Yaşamatik

Anılar şeridi yansıyor ufka

Bir sinemaskop gibi pencereden

Ve yavru kuş yüreği kadar yufka

Bir inilti düşüyor hançereden

 Sonra oluyor musallâda meyyit

Teneşirden süt damlıyor belki de

Zırhını ve miğferini giy de git

Dost da, düşman da o uzak ülkede

 Ve selâm olsun arıya ağıda

Gel çimçiçek ey polen gözlü katil

Su havliyle yazmışım bu kâğıda

Mezarın şen olsun dostum Azrail

  7 Kasım 1995– Bahçecik Seymen

Önümüz Seçim Şimdi Sırası mı?

Ortak nokta şu: Bunların her biri ölüme kadar götüren hayat tehditleri. Ama bir ortak noktaları daha var. Tabancadan çıkan kurşun veya uçurumdan aşağı atlamak da hayatı sona erdirecek tehditler. Yukarıda saydıklarımın ikinci ortak noktası ve kurşunla uçurumdan farkı, öldürücü etkilerinin hemen değil, vadesi belirsiz bir gelecekte ortaya çıkacağı. Hem yüzde yüz de değil. Depremde bütün bir şehir yıkılsa da siz kurtulabilirsiniz. Aşısız olduğunuz hâlde salgın sizi öldürmeyebilir.

Toplum seviyesinde düşündüğümüzde felaket habercisi oldukları kesin. Neydi mahşerin dört atlısı: Salgın, doğma felaketler, kıtlık ve savaş. Aşı karşıtlığıyla salgın, doğma felaketlerle deprem eşleşiyor. (Sel sal ekini sevmediğimden “doğal” yerine Azerbaycan ağzından “doğma”yı tercih ediyorum.) Çağımızda kıtlık yerine onun tersi obezite gelmiş. Belki Türkiye için kötü beslenmeye yol açan fakirliği de koyabiliriz. Savaş eskiye göre daha seyrek fakat daha öldürücü bir mahşer atlısı.

Kim bilir ne zaman

Öldürücü fakat hemen değil… İşte biz en çok böyle gecikmeli felaketlere karşı savunmasızız. Bir belediye veya hükümet toplantısı düşünüyorum. Gündem tespit ediliyor. Şu tip konuşmalar muhtemelen birçok yerde ve sık sık tekrarlanmıştır:

-Depreme karşı önlemler.

-Yahu git Allah aşkına. Önümüz seçim.

Bizim de önümüz hep seçimdir, bazen aylar bazen yıllar içinde ve deprem bir türlü gündeme giremez. Hem insanları gülümsetecek, ceplerini dolduracak işler yapmak varken onların canını sıkacak kararlar almak akıl kârı mı? Depreme karşı önlem demek birilerini fena hâlde rahatsız etmek, evlerinden çıkarmak, evlerini yıkmak demek. Bize destek olan müteahhitlere ek yükümlülükler getirmek, bu yükümlülükleri yerine getiriyorlar mı diye onların işlerine burnumuzu sokmak demek.

Dedem günde on paket içerdi

Sigara da sizi kesin öldürür. Eğer akciğer veya mesane kanseri olacak kadar yaşarsanız. KOAH ve dolaşım sistemi hastalıkları daha da önce gelebilir ama kolay iş değil sigarayı bırakmak. Gençlere, “Bak ben bıraktım, 25 yıldır içmiyorum.” diyorum. Cevap hazır: “Kaç yaşında bıraktınız?” “55”. Ben de 55’e gelince bırakırım.”

Başka savunmalar da var: Dedem hayatı boyunca kibrit kullanmadan birini söndürüp birini yaktı, 95 yaşında öldü. Eh falanca yerinden kıpırdamayacak kadar şişmandı 100 yıl yaşadı. Büyük dedem depremde ilk yıkılacak bir binada yaşadı ve hayatını tamamladı. Ben hiç aşı olmadım, turp gibiyim.

Ne yapacaksınız? İstatistik dersi mi vereceksiniz? Hele “Aşı Türkleri çiplemek—veya sömürmek—için düzenlenmiş bir komplodur.” gibi saçma sapan “bilim insanları” ortada nutuk atar, televizyonlar onları paylaşamazken. Zaten Covid’i de aşıyı da Bill Gates çıkardı. Bunu herkes bilir.

Saçmalıkları bir tarafa bırakalım. Gayet aklı başında insanları, depreme karşı önlem almak gerektiğini, sigarayı bırakmak gerektiğini, ailesine de kendine de gereken aşıları yaptırmak gerektiğini bilen insanları ele alalım. Bütün bunları bilen fakat “daha öncelikli”, “acil” işlerden dolayı bir türlü bunlara eli varmayan insanları.

Covey ve Eisenhower

Geçen pazarki yazımda Stephen Covey’in çok satan Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı kitabından bahsetmiştim. Galiba ilk bahsedişim de değil. İşte o kitapta Covey, yapılacak işleri acillik ve önem diye iki boyutta sınıflandırır: Acil, acil olmayan; önemli, önemsiz. Covey, yönetim bilimcilerin bayıldıkları bir iş yapıyor ve bu iki boyutu 2 X 2 bir matris hâlinde gösteriyor. Artık alışkanlık oldu, ben de bu matrisi şekil olarak bu yazıya ekliyorum.

Acil ve önemli işleri, eliniz bağlı, önceleyip yapacaksınız. Asıl çekişme, “acil ve önemsiz” işlerle “acil değil fakat önemli” işler arasında. Covey’in asıl tavsiyesi, 2’ci çeyrekteki işleri, onlar 1’e gelmeden yapıp bitirmeniz. Bu disipline sahip değilseniz, acil ve önemsiz işler, yani 3 çeyrekteki işler bütün zamanınızı alır ve önemli işlere bir türlü vaktiniz kalmaz. Deprem milyonların canını alıncaya veya size akciğer kanseri teşhisi konuncaya kadar bu telaşınız sürüp gider.

Bu matrisin pek benzerine Eisenhower matrisi de deniyor. Eishenhower’inki eylem tavsiyeleriyle geliyor. Çeyreklere göre: 1: Yap. 2: Planla ve takvime yerleştir. 3: Delege et. 4: Listeden çıkar.

Ama bak hâlâ deprem olmadı ve büyük dedeniz sigara içe içe 90’ını devirmişti. Hem önümüz seçim.

İktidar veya Muhalefet “Yeni Anayasa” Deyince Hemen Bunlar Aklıma Geliyor!

Dayatma Anayasasına “Hayır”

Türkiye’de halka dayatılan konulardan biri de “Yeni Anayasa”… Diğerleri de bununla beraber barış, özgürlük, demokrasi, çözüm, devlet başkanlığı ve iki partili sistem gibi tartışmaya açılan hususlar!

Kimse çıkıp da, niye “Yeni Anayasa”ya neden ihtiyacımız var diye sormuyor. Ya da kiminle barış yapacağız, kimin özgürlüğü yokta özgürlük bahşedeceğiz, kimlerle çözümü bulacağız, niye iki partili bir yapıda devlet başkanlığı modelini tercih edeceğiz diye düşünmüyoruz.

Bunu sorgulayanların da yarım ağızla sorguladığı öylesine belli ki, hiç biri hafızamızda kalmıyor ve aklımızda yer etmiyor.

Türk topraklarında 1800’lü yılların başından beri yapılan anayasal denemeler veya anayasalar, 1924 Anayasası hariç hepsi dış dayatmalarla yazılan hukuksal metinlerdir.

Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Kanuni Esasi, İkinci Meşrutiyet, 1961 ve 1982 Anayasaları hep dış müdahaleler sonucu yapılmıştır. Şimdi yapılmak istenen “Yeni Anayasa”da dış dayatmalar sonucu gündemdedir ve başarılı olurlarsa Türkiye bölünecek hatta parçalanacaktır.

Nereden bu sonuca varıyorsun diyenler, 1800’lü yılların başında itibaren Türk Milletinin başına neler gelmiştir ve bunların anayasal metinler olarak kabul edilebilecek hukuki düzenlemelerle ilgisi nedir, bir incelesinler!

Örneğin ilk anayasamız olan Kanuni Esasi’nin kabulü ile birlikte eş zamanlı olarak İstanbul’da yabancı devletlerin yaptığı toplantı sonucunda, Balkanlarda bulunan iki bölgemiz bağımsızlığını, iki bölgemiz de özerkliğini ilan etmiştir.

Bunlara ek olarak hiç düşünmez miyiz ki; İngiltere’nin gözlemciliğinde varılan Oslo ve sonrasında Dolmabahçe Mutabakatları, “Yeni Anayasa” ile hukukileştirilmek istenmiştir. (Şimdi buna “Terörsüz Türkiye” aldatmacasını da ekleyebilirsiniz.)

Türkiye’de yapılan askeri darbeler ve verilen muhtıralar hep dışarıdan yapılan istekler üzerine gerçekleştirilmiştir. Hatta Adnan Menderes’in asılması yolu ile toplumun arasına fitne yerleştirilmesi, hep bu dış mihrakların eseridir.

2007 yılından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yürütülen Ergenokon, Balyoz, Casusluk ve benzeri davalarla temayüz eden saldırılar karşısında ordunun çaresizliği hepimizin malumudur. 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün şartları daha mı ağırdı ki, ihtilal yaptılar? “Yeni Anayasa”nın ve “Yeni Türkiye”nin en büyük savunucusu AKP’nin iktidar da kalışını sağlamlaştıran 27 Nisan e-muhtırasının gerekçesi ve yöntemi hala bir muammadır.

1961 ve 1982 Anayasaları; her ne kadar dış destekli askeri darbelerin ürünü de olsa, bu topraklar üzerinde her zaman balans yapmayı başarmış olan vatan ve milliyet severlerin gayreti ile milli hususlar da içermektedir. Anayasal metin içinde yer alan bu milli hususlar şimdi “Yeni Anayasa”cıların baş hedefidir.

Yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’nın nerede ise tamamı değişmiştir. Onun için bu anayasaya artık bir darbe anayasası demek büyük zorluklar içerir. Ancak içinde Türk Milletinin ve devletinin varlığı ile ilgili öyle maddeler vardır ki; bunlar iç ve dış düşmanları ziyadesi ile rahatsız etmektedir.

“Yeni Anayasa” ile G.Fuller’in dediği gibi “Yeni Türkiye” hedeflenmektedir. Nedir bu “Yeni Türkiye”? Tabiri caizse Sevr şartlarına dönmektir. (PKK’nın başı bölücü çocuk katilinin ve PKK’nın açıklamalarından da bu anlaşılmaktadır.) Yani hain Öcalan özgürlüğüne kavuşacak, pkk legalleşerek halkın arasına katılacak, Türk topraklarını da içine alan bir Kürdistan kurulacak, Türkiye ne idüğü belirsiz etnikçilere “ortak vatan” haline getirilecek, ana dilde eğitim zırvası ile yeni bir döneme geçilecek, pkk’nın dediği gibi doğu ve güneydoğumuz onlara bırakılacak kalan kısımda bir ortak yönetim kurulacak ve bunları kolaylaştırmak için devlet başkanlığı ve iki partili bir sisteme geçilecek!

Tabii halk bunların hiç birini doğru dürüst bilmiyor. Ne tarih ne de anayasa bilgisine sahip. Halka bunları anlatması gereken eğitimciler, din adamları, kanaat önderleri ya bilgisiz ya da ihanete ortak olmuş durumdalar. Yani yeni bir gaflet, dalalet ve ihanet vaziyeti… Bir vatan “Yeni Anayasa” dayatması ile elimizden gidiyor ve biz bu konuda bir mukavemet oluşturamıyoruz, ne acı! (Hala oluşturamayacak mıyız acaba?)

Gelin Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının kanla bedelini ödeyerek kurduğu bu cumhuriyeti “Yeni Anayasa” safsatası ile heba etmeyelim. Hatırlayın analar ağlamasın diye yalancılarca önümüze getirilen “Çözü(lme)m Süreci”nin nelere mal olduğunu; Şırnak, Cizre, Sur, Nusaybin, Dargeçit, Silopi gibi yerleşim yerlerimizde verdiğimiz 794’ün üzerindeki şehitle görüyoruz…

Kim ne derse desin ben bu “Yeni Anayasa”ya hayır diyorum. (Dün hayır demiştim bugün de hayır diyorum!) Türklükle ilgili maddeler değiştirilmeyecekse böyle anayasa yapımına hiç bir gerek yoktur. Islah edersiniz olur, biter… Gelin bu aldatmaya karşı hep beraber mukavemet oluşturalım… Yoksa bu topraklarda geleceğimiz olmaz!

Özcan PEHLİVANOĞLU

Yıllar önce yazılmış bir yazı… Konu temcid pilavı gibi yine önümüzde duruyor! Biz uyumuyoruz sizde uyumayın!