12.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 31

Çıkar ve Bilim

Bilim ve menfaat… Birbirinden çok ayrı iki kavram gibi görünür ama hiç de öyle değildir. Bu ikisi arasında lider, galiba menfaat.

Hadi teknoloji neyse ama bilimle fayda nasıl birlikte olur! Zannedilir ki bilim adamları merak ettiklerini, evrenin sırlarını araştırıp çözer. Sonra teknoloji, onların bulgularını kullanarak yararlı şeyler icat eder, üretir. Bilim tarihine baktığınızda bunun tam tersinin geçerli olduğunu görüyoruz. En çarpıcı misali, endüstri devrimini başlatan buhar makinesi. James Watt’ın buhar makinesini icadı ile onun bilimi, yani termodinamik arasında yetmiş yıl var. Önce makine, sonra teori gelmiş.

Astronomi de geometri de günlük ihtiyaçlarla tetiklenmiş. Astronomi özellikle bir tuhaf. İnsanlar asırlar boyu yıldız falına inanmış. Yıldız falına bakanlar arasında Batlamyus ve Kepler gibi meşhur isimler de var. Kepler, bir köylü ayaklanmasını ve 1595’te Türklerin işgalini yıldızlarda gördüğünü yazıyor. İnsanlar yıldız falına hâlâ inanıyor. Gazetelerde köşeler, televizyonlarda programlar yıldız falı anlatmayı sürdürüyor.

“İhtiyaç icadın anasıdır.” diye bir söz vardır. Öyle anlaşılıyor ki ihtiyaç ve fayda keşfin de anasıdır.

Tütün firmaları ve bilim

Bu misaller, çıkarın bilimi teşvik ettiği hâllere ait. Bazen de tam tersine, çıkar bilimin ağzını kapatmaya çalışıyor. Bunun üç örneği üzerinde duracağım. Tütünün sağlığa zararı, küresel ısınma ve alkolün sağlığa zararı…

Tütünün sağlığa zararı yirminci asırda kesinleşti. Akciğer kanserine, mesane kanserine ve daha birçok hastalığa yol açıyordu. Tütün, akciğer kanseri vakalarının %80-90’ının sebebiydi. Tütün kullananların kansere yakalanma ihtimali kullanmayanlardan 15 ila 30 kat fazlaydı.

Gel gör ki tütün, dünyada büyük bir endüstriydi. ABD ve Japon firmaları uluslararası sigara piyasasını ellerinde tutuyordu. Bilimin bulgularını karartmak, gözlenen istatistiklerde sebebin aslında farklı olduğunu iddia etmek için milyonlarca dolar harcadılar. Kansere sigaranın değil, çakmakların sebep olduğunu bile okudum. Televizyon programlarında konunun tartışılmasını ve hiç olmazsa bir-iki tartışmacının sigara konusunda tereddüt beyan etmesini sağlıyorlardı. Bu mücadele sayesinde sigaraya getirilen kısıtlamalar on yıllarca gecikti. Madmen dizisini seyredenler hatırlayacaktır. Sigara her yerde içilirdi. Ben bile genç bir hocayken sigara içerek ders anlattığımı hatırlıyorum. Otobüslerin, uçakların koltuklarında kül tablaları vardı. Tütün kadar açık bir zararlının kullanımı ancak 21. asırda etkili bir şekilde sınırlandırılabildi. Ben de şükür 25 yıl önce bıraktım.

Küre ısınıyor mu?

Bizde “global warming” sözünün kelime kelime tercümesi “küresel ısınma” diye bilinen dünyanın ısınması, çıkarla bilimin ikinci savaş alanıdır. Bu sefer büyük sermaye cephesinde petrol şirketleri vardı. Bunlar, tütüncülerden de güçlü bir gruptu. Bilime saldırı, tütündeki gibi organize oldu. İki cephe vardı: 1) Yok canım, ısınma mısınma yok! 2) Isınma var ama sebep fosil yakıtlar değil.

Fosil yakıtların sınırlandırılması iktidarların işine de gelmiyordu. Sınırlandırma ülke endüstrisine büyük maliyet yüklüyordu. Tarihî olarak en büyük kirleticiler, başta ABD, atmosfere karbon dioksit salınımını önleyecek tedbirleri içeren anlaşmaları imzalamada ağırdan aldılar. En son Trump, Paris İklim Anlaşması’ndan ayrıldığını açıkladı.

Son birkaç yılda bilim bir başka gerçeği keşfetti. Alkolün belli bir sınırın üstünde tüketimi hastalığa, özellikle kansere yol açıyordu. Bu bulgu da büyük alkol üreticilerini, şaraplık üzüm yetiştiricilerini rahatsız ediyor. Mesela Avrupa’da Fransa, Almanya ve İtalya arasında alkollü içki üretim zincirinde ciddi rekabetin olduğunu birinci elden biliyorum. Şimdi bunların el birliğiyle alkolün zararlı olduğu bulgusuna direnişleri organize ediliyor.

Alkolde yarar/zarar

Alkol önceleri “Akdeniz diyeti” söylemiyle, yararlı ilan edildi. Akdenizliler, Fransız ve İtalyanlar sağlıklı besleniyor, bu arada bol şarap tüketiyor ve sağlıklı kalıyordu. Bu yararın nasıl gerçekleştiği anlatılıyordu. Özellikle kırmızı şarapta, siyah üzüm çekirdeğinden kaynaklanan yararlı bileşenler vardı. Son yıllarda büyük topluluklar üzerinde yapılan geriye dönük araştırmalar, yarar/zarar muhasebesinde ibrenin alkol aleyhine göründüğünü ortaya koydu. Hele haftalık limitler aşıldığında zarar kartopu etkisiyle büyüyordu.

Şimdilerde içki şişelerinin üstüne, tıpkı sigara paketlerindeki gibi “kanser yapar” ibaresinin konulması teklif ediliyor.

Menfaat, duruma göre, bilimi bazen teşvik ediyor bazen susturmaya çalışıyor.

____________________

Okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlarım.

Türk Milleti Kavramı

Konuya ilişkin derlediklerimizden;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Anadolu Coğrafyasında, 1.000 yıldır Türk Milleti’nin kurduğu son Türk Devletidir. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğundan. Kalan diğer 26 aile toplumunu bünyesinde barındırmaktadır.
*
Esas itibari ile PAY/PAYDA;
PAY: Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Gürcü, Abaza, Boşnak, Arnavut, Çingene, Ermeni, Rum, Yahudi, Rus hangi ırktan, hangi dinden olursa olsun hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin Payıdır. Pay kısmında her millet özgürce dilini konuşacak, inancını yaşayacak, kültürünü örfünü geliştirecektir.
PAYDA: TÜRK ’ tür.
Asla; Türkiyelilik değildir.
*
TÜRK: Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türk Kültür ve Medeniyetini esas alan Statünün ismidir. Devlet’in Dünya üzerinde, Bir kimliği ve Bir kişiliği olacaktır. Buda Türk’tür. Türkiyelilik değildir.
*
TÜRK, bir Millet’in adı olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan; Pay kısmında olan bütün aile topluluklarının ortak kimliği, kültür ve medeniyeti dir.
Türk, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan toplumun ortak adıdır.
*
Ulu Önder Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk neden, Türkiye Cumhuriyeti adını koymuştur.
Cumhur-riyet kelimesi, Cumhur’dan türetilmiştir.
Cumhur: Kelime anlamı olarak halk, topluluk demektir.
Sınıf, zümre, unvan, yoksul, zengin, sosyal statü, kimlik ve vasıf ayırımı yapmadan toplumun bütününü teşkil eder.
Cumhur=Halk’dır.
*
Halk: Irk, din, dil, sınıf, zümre, unvan, yoksul, zengin, sosyal statü, kimlik ve vasıf ayırımı gözetmeden toplumun bütününü teşkil eder.
Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran Halka: TÜRK denir.
Türk Milleti, Türk Devleti derken kullandığımız Türk sıfatı etnik bir tavsifi değil, daha çok üst kimlik ile vatandaşlık sınırlarını ifade etmektedir.
*
1924 Anayasası’nın 88. maddesindeki: Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” ifadesi, aslında bu konuda ırk ve din ayrımı yapılmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken hiçbir millet, hiçbir inanç rencide edilmemiştir. Halkın tümü hiçbir ayırıma tabi tutulmadan, TÜRK üst kimliği ve vatandaşlık bağı ile Devletin birinci sınıf insanları haline getirilmiştir.
*
Ulu Önder Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere bütün Gazi ve Şehitlerimizin ruhlarını incitircesine, ağzından salya sümük akarak, birtakım insanlar hakaret derecesine varan sözler sarf etmektedirler. Bunlara sormak lazım bre gafiller siz hiç mi okumuyor araştırmıyorsunuz. Ulu Ecdadımızın yaptığı ve niyeti gayet açıktır. Niyet bozukluğu arıyorsanız ve eğer varsa vicdanınız Hakkı için kendinizi sorgulayın.
*
Anadolu Coğrafyası’nda, iki TÜRK İMPARATORLUĞUNUN bakiyesi; Türkiye Cumhuriyeti Devletine miras kalmıştır.
Dünyadaki bütün ırkların ve dinlerin bir arada sorunsuzca yaşayacağı Türkiye Cumhuriyeti formülü ile yeni kurulan Devlete aktarılmıştır.
Sözü eveleyip gevelemeye gerek yoktur, konu gayet net ve açıktır. Bu topraklarda hiç kimse ırkından ve dini inancından dolayı ayırıma tabi tutulmamaktadır. Bir takım haksız ve yersiz uygulama veya insanların yapmış oldukları münferit hareketler kesinlikle Büyük Türk Milletine mal edilemez.
Lakin siz bunu istismar eder Büyük Türk Milletinin mayası, dokusu, çimentosu ile oynamaya kalkarsınız. TÜRK üst kimliğinin yanına başka bir kimlik koymaya kalkarsanız;


  • Bu zihniyet, Büyük Türk Milletinin egemenlik hakkını fiilen sona erdirmek anlamına gelir ki; Bunu yedi düvel bir araya geldi başaramadı. Bu Halkın 1.000 yıllık kardeşliğine zararda veremedi. Ben başarırım diyen olursa Anadolu Coğrafyasının yağız yiğitleri dimdik ayaktadır.

  • Türk Toplumunun egemenlik hakkına saygı duyarsanız, bu Necip Millet 10.000 yıldır Namus, inanç ve egemenliği hariç her şeyini herkesle kardeşçe bölüşmüştür, kıyamete kadarda bölüşür.
    Herkesin eleştirdiği 1982 darbe Anayasası bile bu konuyu hiçbir ayrıma, ayrıştırmaya tabi tutmadan çözüme kavuşturmuştur.
    1982 Anayasası’nın Türk Vatandaşlığı’nı düzenleyen 66.
    Maddesi de bu çerçevededir.
    *
    Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
    Türkiye Cumhuriyeti MOZAİK bir yapıdadır şeklinde ki,
    Yaklaşımlarda iyi niyetten uzak veya cehaletten söylenen sözlerdir.
    Bu kavramda bölücü, ayrıştırıcı zihniyetin ürettiği sözdür.
    Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Türk Milleti, Türk Devleti derken kullandığı Türk sıfatı etnik bir tavsifi değil, daha çok üst kimlik ile vatandaşlık sınırlarını ifade etmektedir.
    Güya birleştirici ve eşitlikçi gibi görünen, esas itibari ile TÜRK üst kimliğinin yanına başka kimlikler koymak isteyen zihniyetin;
    Niyetini kavram kargaşası oluşturarak Büyük Türk Milletinin gündemine getirme, yutturma çabalarıdır.
    Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik alanına, şeytanın melek yüzlü maske takarak saldırı pozisyonudur…
    *
    Türkiyelilik veya Mozaikçilik; Bölmek, ayrıştırmak, sınıflandırmak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik alanını ihlal etmek için üretilmiş maskeli zehirli kavramlardır. Son zamanlarda etnikçilerin yeni moda söylemi Avrupa ülkelerindeki bir takım uygulamalarını gündeme taşıma çabaları vardır. Biz. Anadolu Coğrafyasında buz üstünde yürüyen Büyük Türk Milletiyiz. Bizim hiç bir sosyal, siyasal, aile kültür ve medeniyetimiz kimseye benzemez.
    Büyük Türk Milleti; Bu zihniyetlerin temsilcilerini, her zaman, her yerde, her şekilde tanımaktadır. Gereğini yapacak demokratik olgunluk seviyesine ulaşmıştır
    Bu anlamda ‘’Türk Milleti uyurken dahi gözünün biri açık uyumak zorundadır’’
    Desek yanılmayız.

Yapay Zekâya Göre Ruhittin Sönmez ve Mustafa Küpçü

Köşe yazısı yazmaya başladığımdan beri (18 seneyi geçti) ilk defa iki hafta yazılarıma ara verdim. Önce yurtdışı gezisi ve akabinde bayram tatili bu arayı zorunlu kıldı. Bu aradan önce, noktaTV’de her hafta yaptığım Geniş Açı programının da sezon sonu bölümünü, benim gibi Kocaeli Gazetemizde köşe yazarı olan Mustafa Küpçü ile yaptım.

Sayın Mustafa Küpçü sol gelenekten gelen, Atatürkçü Düşünce Derneği, SHP Kocaeli İl başkanlığı gibi görevlerde bulunmuş, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu mezunu, saygı duyduğum değerli bir gazeteci yazardır.

Ben ise Milliyetçi gelenekten gelen, muhafazakâr bir çevrede yetişmiş, Kocaeli Aydınlar Ocağı’nda başkanlık yapmış, İYİ Parti kurucusu olmuş, mühendislik ve hukuk eğitimi ve tecrübesi olan bir köşe yazarıyım.

Sayın Küpçü ile aynı gazetenin köşe yazarı olmanın onurunu yaşıyorum. Bilirim ki Mustafa Küpçü de benim kadar vatanını, milletini seven, Atatürk’ün yorumladığı anlamda milliyetçi (ulusalcı) bir aydındır.

İnsanların birbirlerini objektif değerlendirmelerini etkileyen çok faktör söz konusu olabiliyor. Fakat günümüzde sübjektif etkilerden bağımsız kalabilen YAPAY ZEKÂ gibi güçlü bir aracımız var.

Bu yüzden çok bilinen yapay zeka programı chatgpt’yi kullanarak Kocaeli Gazetesi’nin iki köşe yazarını kıyaslamasını istedim.

Bu konu bir üniversitede tez olarak ele alınsa her iki yazarın bütün köşe yazılarını okuyup, ortak ve farklı oldukları yönlerini çıkarmaya çalışılsa aylar süren bir çalışma gerekirdi. Oysaki yapay zekâ sadece saniyeler içinde değerlendirmeleri yaptı, sonuçları çıkardı ve hatta tablo olarak gösterdi.

Yapay zekanın hızı ve değerlendirme yeteneği bana göre göz kamaştırıcı. Ancak her iki yazarı tanıyan veya en azından benim yazılarımı okuyan okuyucularımın bu değerlendirmelerin isabet yüzdesini nasıl bulacağını merak ediyorum.

***********************************

Farklı Gelenekten İki Yazarın Özellikleri

Yapay zekaya aşağıdaki soruyu sordum ve aldığım cevapları da altında veriyorum:

Soru: Kocaeli Gazetesi yazarlarından Ruhittin Sönmez ile Mustafa Küpçü’nün Türkiye’nin temel sorunlarına bakışlarında benzer ve ayrı oldukları konuları sıralar mısın?

Cevap: Elbette. Ruhittin Sönmez ile Mustafa Küpçü, ikisi de Kocaeli Gazetesi’nde yazan, ülke meselelerine duyarlı, tecrübeli yazarlar. Ancak dünya görüşleri, öncelik sıralamaları ve çözüm önerileri zaman zaman benzerlikler taşısa da farklılıklar da barındırır. Aşağıda iki yazarın Türkiye’nin temel sorunlarına bakışlarındaki benzerlikleri ve farklılıkları derledim:

Benzer Gördükleri Konular

1. Hukuk Devleti ve Yargı Bağımsızlığı

Her iki yazar da hukuk devleti ilkesinin çöküşüne büyük vurgu yapar. Yargının tarafsızlığını yitirmesi ve siyasi etkiler altında kararlar alması, hem Sönmez hem Küpçü’nün sıkça eleştirdiği temel meselelerdendir.

2. Liyakatsizlik ve Devlet Kurumlarının Zayıflaması

Devletin kurumlarının, sadakat esasına göre yönetildiği ve liyakatin ikinci plana atıldığı konusunda her iki yazar hemfikirdir. Bu durumu devlet çürümesinin temel nedeni olarak görürler.

3. Ekonomik Adaletsizlik ve Yoksulluk

Gelir dağılımındaki bozulma, yolsuzluk, yüksek enflasyon ve dar gelirli kesimlerin ezilmesi her iki yazarın da temel gündem maddelerindendir. Rant ekonomisi eleştirisi ortak zeminde buluşur.

4. Eğitim Sistemindeki Sorunlar

Eğitimdeki bilimsel temelden uzaklaşma, ideolojik yönlendirme, kalite düşüşü gibi konularda paralel görüşlere sahiptirler. Gençliğin geleceği adına bu sorunu yaşamsal görürler.

5. Toplumsal Kutuplaşma ve Kimlik Siyaseti

Toplumu ayrıştıran, biz/onlar ayrımı yapan dil ve politikalar, her iki yazarın da eleştirdiği ve tehlikeli gördüğü bir diğer önemli noktadır.

*****************************

Bizi Biz Yapan Farklılıklarımızdır

Yapay zekaya göre Ruhittin Sönmez ve Mustafa Küpçü’nün Türkiye’nin temel sorunlarına bakışlarında şu farklılıklar var:

❗ Farklı Gördükleri Noktalar

KonuRuhittin SönmezMustafa Küpçü
Laiklik ve DinLaiklik ilkesine bağlıdır, ama dini değerlere daha duyarlı, muhafazakâr kesimle empati kurabilir. Tarikat ve cemaatlere eleştirel ama daha dengeli yaklaşır.Katı laiklik savunucusudur. Tarikat ve cemaatlerin devlet içinde örgütlenmesini rejim için doğrudan tehdit sayar. Atatürkçü çizgidedir.
Siyasi TarafsızlıkPartiler üstü bir tutum benimsemeye çalışır. Eleştirilerini dengeli sunar; hem iktidara hem muhalefete eleştiri getirir.Daha doğrudan muhalif bir dil kullanır. Mevcut iktidarı sert biçimde eleştirir. Tarafsızlık yerine net duruş tercih eder.
Milliyetçilik ve Dış PolitikaMilli menfaat ve egemenlik konularına önem verir. Dış politikada denge ve akılcılığı savunur. Milliyetçilik vurgusu daha güçlüdür.Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine yaslanır. Dış politikadaki savrulmaları eleştirir ama milliyetçilik vurgusu daha zayıftır.
Üslup ve DilDaha diplomatik ve analiz odaklı bir üslup kullanır. Kavramsal derinlik ve öneri sunma eğilimindedir.Daha doğrudan, polemikçi ve çarpıcı bir dil kullanır. Halkçı bir söylemi tercih eder.
Çözüm ArayışlarıDiyalog ve toplumsal uzlaşıyı önceleyen bir yaklaşımı vardır. Kurumsal reformları öne çıkarır.Sistemi topyekûn eleştiren ve laik, kamucu, halkçı bir yeniden yapılanmayı savunur.

🧩 Özetle

NoktaBenzerlik mi?          Açıklama
Hukuk devletiEn temel sorunlardan biri olarak görürler.
EğitimBilimsel, nitelikli eğitim gerekliliği vurgulanır.
EkonomiGelir adaletsizliği ve yoksulluk eleştirisi ortaktır.
Laiklik⚠️İkisi de savunur ama Küpçü daha keskin bir laiklik vurgusu yapar.
Siyasi yaklaşım⚠️Küpçü daha doğrudan muhalif, Sönmez daha dengeli ve merkezde durur.
Milliyetçilik⚠️Sönmez’de daha güçlüdür; Küpçü daha evrensel değerlere vurgu yapar.

Bu değerlendirmeler netice olarak bilgisayarın marifeti. Asıl olan okuyucunun nasıl gördüğüdür. Bu yüzden değerli okuyucularım içinden yapay zekanın şahsım ile alakalı değerlendirmeleri üzerine yorum yapacaklara minnettar olacağım.

11 Haziran…

Bu tarih geniş kitleler açısından bir şey ifade etmeyebilir.

Kitlelerin kendine ait sorunları ve öncelikleri bulunabilir.

Ancak vatan olmayınca bireysel veya toplumsal sorunların ya da önceliklerin hiçbir önemi yoktur…

Ve ne yazık ki, Türklerin adına Türkiye denilen vatanları ellerinden alınmak isteniyor tıpkı Balkanların, Kafkasların, Kırım’ın, Ahıska’nın, Batı Trakya’nın, Girit’in, Musul, Kerkük, Halep, Rodos ve benzerlerinin ellerinden alınışı gibi…

O zamanda anlamadık nasıl vatan elimizden uçtu gitti şimdi de anlamıyoruz gibi geliyor bana!

Birisi çıkıyor bebek katiline “kurucu önder” sıfatını yakıştırıyor aynı anda “kurucu anayasa” diyor kimse çıkıp “ne diyorsun sen?” diye sormuyor…

Hâlbuki memleket Türk Milliyetçisinden, vatanseverden, ülkücüden, Atatürkçü’den geçilmiyor!

Bugüne kadar hiç aranıp sorulmayan şehit Eren Bülbül’ün annesi PKK’nın siyasi uzantısı Dem Eş Başkanı tarafından bayramda aranıyor bizim salakların gözlerinden yaşlar dökülüyor… Ne imiş? “Terörsüz Türkiye” gerçekleşsin diye her şey sineye çekilirmiş!

İlk açılımı da “analar ağlamasın” diye yapmışlardı ama açılan hendekleri 794 şehit ve sayısı inanılmaz olan gazilerle kapatabilmiştik! Türk askerinin yollardan geçerken uğradığı taciz ve hakaretlerin görüntüleri halen gözümüzün önünde!

Biri de “Kürt gençlerinin sorunları çözülmeden” desteklerini sonuna kadar devam ettireceklerini ve ana dilde eğitimi söylüyor ama Türk Milletinin evlatlarının Türkiye’yi terk edişlerine zerrece seslerini çıkarmıyorlar…

Tabii tarih bilirseniz bu yöntemlerin örnek olarak Bulgaristan ve Kıbrıs’ta önceden uygulandığını ve bu toprakların Türklerce kaybedildiğini de bilirsiniz!

Biraz tarih şuurumuz olsa, 1919’da Anadolu’yu işgal eden Yunan Ordusu “dininizi koruyacak onlara yardımcı olun” diye fetva veren şeyhülislamları unutmazdık! Gerçi Yunanlılar da işin hakkını verdi: yüzbinlerce ölü ve yüzbinlerce tecavüz kaderimiz oldu!

Bu günlerde de bizi benzer bir akıbete uğratacak şekilde devlete ve vatana ortak arıyorlar!

Şimdi bu girişten sonra 11 Haziran konusuna gelelim…

Günümüzde Türk vatanının Türk Milletinin elinden çıkmaması için direnen tek siyasi lider Ümit Özdağ ve onun partisi olan Zafer Partisidir…

Geçen son beş aylık sürede anlaşıldı ki, Ümit Özdağ Türkiye’nin Türk Milletinin elinden çıkmaması için çalışırken buna engel olmasın diye bebek katiline karşı iç ve dış güçler tarafından rehin alınarak Silivri zindanlarına atıldı…

Ümit Özdağ’ı seversiniz sevmezsiniz, kendisini desteklersiniz veya desteklemezsiniz ancak Türk adına rehin alındığını hepimiz kabul etmek zorundayız…

Yargılanan Ümit Özdağ değil Türk Milletidir!

Şimdi onun bunun açısından değil Türk Milleti açısından bir milad teşkil edecek olan 11 Haziran tarihi ile karşı karşıyayız!

Eğer Türk Milleti bu tarihte varlığını çok yoğun bir şekilde Ümit Özdağ’ın arkasında durarak gösteremezse 11 Haziran’dan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Buradan Türk Milletine daha önce defalarca yaptığım gibi bir kez daha çağrıda bulunmak istiyorum.

11 Haziran’da Ümit Özdağ’ın yanında olalım. Onu yalnız bırakmayalım!

Biz Türkler binlerce kez bu tuzakları boşa çıkardık. Yine çıkaracağız ancak gün birliğimizi dış güçlere ve yerli işbirlikçilere gösterme zamanı!

Bunu Ümit Özdağ için değil onun nezdinde kendi varlığınızı korumak için yapmalısınız…

Onun için ben 11 Haziran’da Silivri’deyim! Ya siz?

Meal, Bilim ve Din

Bilim ve dinin ustalık alanları farklıdır, bunlar farklı müfredatlardır, birini diğerinin ne lehine ne aleyhine kullanmayınız… Bu geçen haftaki NOMA yazımın ana fikri.

Önümde Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Prof. Dr. Ali Erbaş’ın bir konuşmasının videosu ve haberi var. 24 Nisan 2025’ait. Haberi, italik dizili iki paragraf hâlinde aşağıya alıyorum. Konuşmasının aslını bağlantıdaki videodan izleyebilirsiniz.

Erbaş, lisedeyken Yasin suresinin bir ayetini anlayamadığını belirterek, “Güneş kendisi için tayin edilmiş belirli bir yörüngeye doğru hareket etmektedir. Ama ben lisede okurken, ‘Güneş sabittir.’ Bilimsel çalışmaların sonucu buydu. ‘Güneş sabittir, diğer 9 gezegen onun etrafında dönmektedir.’ Diyorlardı ki ‘Kur’an bilime uymuyor.’ Halbuki bilim Kur’an’a uymuyordu. Ne oldu 1982 yılında? Gökbilimciler, astronomlar tespit ettiler ki Güneş hareket etmektedir. Hatta belirli bir yörüngeye doğru” ifadelerini kullandı.

Birkaç gün önce ayeti yapay zekaya yazdığına dikkat çeken Erbaş, “Dedim ki, bunun hikmeti nedir? Nasıl açıklarsınız? Yapay zekâ, hayretler içerisinde cevaplar verdi bana. ‘Bunun bin 400 sene önce bilinmiş olması imkânsız’ diyor. Yapay zekâ bazı zekâları geride bırakmış durumda. ‘Bunun bilinmesi mümkün değil, bilim bunu 1980’li yıllarda ancak bilebildi’ diyor. Bunun gibi nice ayetler var” değerlendirmesinde bulundu.

Hepimiz hayretteyiz

Haberi okuyucuna ben de hayrete düştüm. Ben, sayın Erbaş Hocamızdan yaklaşık bir nesil daha yaşlıyım ama değil lisede, çok daha önceleri güneşin hareket hâlinde olduğunu biliyordum. Nereden biliyordum diye düşündüm… İlkokuldan itibaren okuma bağımlısıydım. Hatırladım. Birkaç neslin başta Büyük Atlas, atlas ve kitaplarını okuduğu, coğrafyayı öğrendiği Faik Sabri Duran’ın bir dizi kitabı vardı: Hayvanlar Âlemi, İnsanlar Âlemi, Kâşifler Âlemi ve konuyla en ilgili olduğunu düşündüğüm Yeryüzü Gökyüzü. Kitabı Nadir Kitap’ta buldum ve aldım. Nostaljiyi tetikleyen kapağıyla- aşağıdadır- geldi. Kanaat Yayınları’ndan 1956 baskısı. Ben 11 yaşımdayken! Daha önce 1935 ve 1947’de de iki baskı daha yapmış. Bendeki baskının 53. Sayfasında “Güneş Sistemi Nereye Gidiyor?” başlıklı bir bölüm var. Oradan alıntılıyorum:

Güneşin hareketi?

“Şimdi biz biliyoruz ki, Güneş, bütün gezegenleri ve onların bütün uyduları, kuyruklu yıldızları ve akanyıldızları ile birlikte saniyede 20 kilometre gibi büyük bir hızla ilerliyor. Herkül takımyıldızının Vega yıldızına doğru gidiyor.

“Güneş sistemimizin geçeceği yol pek uzun, o kadar uzun ki senelerden beri bu hızla gidiyoruz da yıldızlara biraz daha yaklaştığımızı fark etmiyoruz…”

Kitabın ilk baskısı, Sayın Erbaş’ın, bunların keşfediliği tarih sandığı 1982’den yarım asır eski. Gerçekten güneşin Samanyolu içinde hareket ettiğini 1783 yılında İngiliz astronom William Herschel keşfetmiş. Peki 1400 yıl önce insanlar güneşin bir yörüngede hareket ettiğini biliyor muydu?

Bakınız, 1400 yıl önce bütün insanlar, Batlamyus (Ptolemeus) sistemine inanırdı.  Kopernik’e kadar da inanmaya devam ettiler. Batlamyus’a (ve Aristo’ya ve Eflatun’a ve herkese göre) dünya merkezdeydi ve bütün diğer gök cisimleri ve bütün gökler onun etrafında dönüyordu. Batlamyus’un kâinat sistemini de aşağıda Yeryüzü Gökyüzü’nün yanına koyuyorum.

Bir yörünge eksik

İki not daha: 1. “Bir yörüngeye doğru hareket” ifadesini anlamıyorum. Cisimler “bir yörüngeye doğru” değil bir yörüngede, yörüngelerinin içinde hareket ederler. 2. Farkında mısınız? Bütün bu “yörünge” muhabbeti içinde bir yörünge, hem de insanlar için en önemlisi ortada yok: Dünyanın yörüngesi!

Şimdi Yasin’in hangi mealini kullanıp hangi mealini toplayıp imha edelim?

Lütfen ama lütfen… Bilimden din, dinden bilim çıkarmaya uğraşmayalım. Onlar ayrı uzmanlıklar, ayrı müfredatlar. Bilime de dine de iyilik yapmazsınız.

DEM’den Daha DEM’li Olma Yarışı

                Her şey 2024 yılının Ekim ayında MHP lideri Devlet Bahçeli’nin elli bin kişinin katili İmralı canisi Abdullah Öcalan’ı kastederek: “Gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisinde DEM sıralarından PKK’ya silah bırakması için haykırsın!” sözleriyle başladı.

“Bazıları vardır ki, elimde hıyarım var diyene bir avuç tuzla koşarlar.”

                 İşte Bahçeli’nin bu sözü üzerine CHP Genel Başkanı Özgür Özel hiç boş durur mu: “El yükseltiyorum, Kürtlere vatan bağışlıyorum” demez mi? Henüz Bahçeli’nin sözlerinin şokunu atlatamamış millet 2. Bir şok ile karşı karşıya kaldı. Özel, kendi partililerinden dâhil gelen eleştirilere cevap verirken bir taraftan da hatalar zincirine yeni eklemler yapmaya devam ediyordu.

                Bugüne kadar DEM Partisi hariç diğer hiçbir siyasi parti yöneticisinin Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin resmi yayın kuruluşu Rudaw’ ile görüştüğünü veya görüş bildirdiğini duymadık. Zaten Rudaw, 26 Eylül 2017’de Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), bu kanalın Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerini Kuzey Kürdistan olarak nitelendirdiği, PKK/YPG lehine yayınlar yaptığı ve Türkiye sınırları içinde başka isimlendirmelerle yıkıcı ve bölücü mahiyette yayın ve nitelendirmeler yaptığı iddiasıyla Türksat uydusundan çıkarmıştı.

                Ancak bir sabah uyandığımızda medyadan öğreniyoruz ki, Sayın Özgür Özel, Rudaw ile röportaj yapmış. Zamanlama itibarı ile  “Terörsüz Türkiye” meselelerinin konuşulduğu bir gündemin içerisinde Özgür Özel’in Rudaw’a demeç vermesini normal kabul etsek bile verdiği ifadeler Türk insanının sinir uçlarını titretecek derecede sakıncalar oluşturuyor.

🔸 “Ana dilinde eğitimi ve kapsayıcı vatandaşlığı destekliyorum”

🔸“Kürt meselesi için 8 başlıkta hazırlığımız var”

🔸 “Kürtlerin taleplerini bağıra bağıra söylemek benim vazifem”

                Özel, Bu 3 maddenin haricinde daha birçok konuda açıklamalarda bulundu. Bireysel olarak herkes istediğini söylemekte serbest ancak; Cumhuriyet Halk Partisi gibi Atatürk’ün kurduğu bir partinin Genel Başkan koltuğunda oturuyorsa, bu ve buna benzer sözler asla kabul edilemez.

                Ne demek anadilde eğitim? Söylendiğine göre Türkiye’de yaşayan 26 etnik kökenden insan var. Önümüzde Tito’nun ölümünden sonra 7 parçaya bölünmüş Yugoslavya örneğinden ders çıkarmak varken Kürtlere tanınacak bu hakkı onlar da talep ettikleri zaman ne diyeceksin?

                Aklına esen herkes Kürt meselesinden bahsediyor. Nedir bu Kürt meselesi diye sorulduğunda verdikleri cevap kem-kümden ileriye gitmiyor. Eşit vatandaşlık diyorlar. Diyarbakır Kürt’üne uygulanan hukuk, Edirne’de yaşayan Türk’e farklı mı uygulanıyor? Kürt vatandaşlarımız, vali, kaymakam, general, öğretmen olamıyorlar’mı? Hatırlatmak isterim Cumhurbaşkanı yardımcımız ve Maliye Bakanımız Kürt kökenli Türk vatandaşı. Hatta Mehmet Şimşek aynı zamanda İngiliz vatandaşı.

                Özgür Özel’in heyecanını anlıyorum. CHP’nin başına geçtikten sonra partinin oylarını büyük ölçüde artırdı. İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun isminin cumhurbaşkanı adayı olarak erken açıklanmasından sonra tutuklanması ve ardından birçok CHP’li belediye başkanının ve belediye bürokratlarının içeriye alınıp yargılanıyor olması, Özgür Beye panik yaptırarak hata yapmasına sebep oluyor.

                Özgür Özel, DEM Partisinin Cumhur ittifakı ile aynı safta olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyor. İmralı’nın ağzından ne çıkarsa(Anayasanın değişmesi, mecliste komisyon kurulması gibi) Cumhur ittifakı ile birlikte Özel’de aynı şartları kabul ediyor.

                Burada bilinmesi gereken çok önemli bir konu daha var. İmralı Canisi Öcalan güya PKK örgütünü yönetiyor, onun silah bırakmasını istiyor asla. Suriye’nin kuzeyine 22 bin tır dolusu silah yığınağı yapan ABD bu silahların teslimini PKK’ya yaptırır mı?

                 Şu kesinlikle bilinmeli ki, Öcalan sadece bir kukla, aradan 26 sene geçmiş dağdaki PKK eşkıyası İmralı’daki caniyi dinler mi? O sadece emperyalist devletlerin bir kuklası. Onlar; ABD, İngiliz, İsrail, Fransa ne derse onların söylediklerini dile getiriyor. Türk Devleti pazarlık masasında PKK ile değil yukarıda sıraladığım devletlerle oturuyor. Zira onlar için Ortadoğu, PKK’dan ve Kürtlerin tamamından daha değerli.

Mübarek Kurban Bayramınızı kutluyor, Türk İslam alemine hayırlar getirmesini diliyorum.

Kocaeli Aydınlar Ocağı’ndan Kurban Bayramı Mesajı

Aziz Türk Milleti, Değerli Gönül Dostlarımız,

Bayramlar, gönüllerin birbirine dokunduğu, sevginin ve kardeşliğin en güzel şekilde yaşandığı mübarek zamanlardır. Kurban Bayramı ise fedakârlığın, paylaşmanın ve insanlığın en saf haliyle tezahür ettiği kıymetli bir fırsattır.

Bu mübarek günlerde, geçmişin hatıralarına saygı duyarak, geleceği umutla inşa etmek için bir araya geliyoruz. Büyüklerimizin ellerini öpüp dualarını almanın, küçüklerimizi sevindirmenin ve muhtaçların yüzünü güldürmenin değerini bilmemiz gerekir. Çünkü bayram, sadece güzel sofralar kurmak değil, kalpleri birbirine yakınlaştırmak, sevgiyi çoğaltmak, birlik ve beraberliği pekiştirmektir.

Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak, bu kutlu bayramın ülkemize, milletimize ve tüm insanlığa huzur, bereket ve sağlık getirmesini temenni ediyoruz.

Kurban Bayramı’nız mübarek, sevdiklerinizle birlikte geçireceğiniz her an bereketli olsun!

Kocaeli Aydınlar Ocağı

İnsanın Fiil ve İradesi

    İnsan, hayır veya şer olarak işlediği amellerini kendi iradesi ile yapar. İyilikleri insanlar için kolaylaştıran, insanı böyle temiz bir fıtratla yaratan ve hayırlarla emreden Allah’tır. Ancak Yüce Allah kötülükleri, mâhiyetleri itibariyle çirkin ve insan fıtratına zıt olarak yarattığı ve bir imtihana medâr / sebep olmak üzere onlardan sakınmasını emrettiği hâlde, haram kılınmış bu şeyleri isteyen, insanın kendi iradesidir. Bu yüzden pek çok âyetlerde insanın fiillerinden sorumlu olduğu ve amellerinin / yaptıklarının karşılığında ceza veya mükâfât göreceği zikredilmiştir.

    İnsanın fiilleri iradesi dışında gerçekleşirse, mükâfât ve cezanın, hatta imtihanın bir mânâsı kalmaz. Bu ise, zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde gâyet ince gaye ve amaçlar gözeten Yüce Allah’ın hikmetine zıttır. Evet, insan bir ağaç gibi bütün bütün mecburiyet altında değildir. Amellerinden mes’ûl tutulmasını gerektirecek bir iradeye sahiptir. Herkes bunu vicdanen bilir ve hayatı boyunca defalarca tecrübe eder. Hiç kimse bir eşyayı satın alırken “Kaderim buymuş!” diyerek satıcının verdiği çürük malı almaz.

    Bununla beraber insan, kendi fiillerinin yaratıcısı da değildir. Çünkü yaratma Allah’a mahsustur. Ancak insan başlangıçta bir şeyi istemedikçe, Yüce Allah o şeyi insana zorla yaptırmaz. Yani Cenab-ı Hakk’ın iradesi, kulun iradesine bakar. İnsan neyi isterse, Allah onu yaratır. Hidayete veya dalâlete doğru yürümek insanın elindedir. Fakat sabit birer sıfat olan hidayet ve dalâleti yaratan Yüce Allah’tır. İslâm âlimlerinin büyüklerinden Sadeddin Taftazânî’nin dediği gibi: “İman, kulun kendi iradesini kullanmasından sonra, Allah’ın o kulun kalbine yerleştirdiği bir nûrdur. Cüz’-i ihtiyarî denilen isteme kabiliyetini veren Allah’dır. İsteyen insandır. Fakat hayır veya şer, iyi veya kötü, istenileni yaratan yine Yüce Allah’dır. İnsan kendi isteği ile fiilin yaratılmasına sebep olduğu için mes’ûliyet ve sorumluluk da kendisine aittir.”

Mâdem  Ecel  Gizlidir…

    Mâdem ecel gizlidir. Her vakit ölüm başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde, öyle büyük dehşetli bir mes’ele karşısında çaresiz insan; o ebedî yokluk, o dipsiz ve  nihayetsiz / sonsuz; üstelik yalnız başına içinde kalacağı hapisten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir beka ve daimîlik âlemine, ebedî bir saâdete ve nur âlemine açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes’elesidir.

Büyük  Bir  Zulüm

    Küfür, mevcudâtın / varlıkların kıymet ve değerini düşürüyor! Mânâsızlıkla itham edip suçluyor! Tüm kâinat ve evrene karşı hakaret etmiş oluyor! Allah’ın güzel isimlerine ayna olan varlıkların, onları aksettirme ve yansıtmalarını inkâr ediyor! Mevcûdatın, Allah’ın birliğine şahit oluşlarını reddedip yalanlıyor! İşte bunlar gibi, daha nice kabullenmeyişler; insanın istidat ve kabiliyetlerini bozuyor! Böylece insanın, iyilik ve hayrı kabule liyakat ve ehliyeti kalmıyor! İşte bu öyle büyük bir zulümdür ki, bütün yaratılmışların ve Allah’ın tüm güzel isimlerinin hukukuna haksız bir tecavüz ve saldırı sayılıyor!                                        

    Nitekim, bu hukukun muhafaza ve korunması için, kâfir olan kimsenin; hayra kabiliyetsizliği yüzünden, artık onun bu durumu; affedilmemesinin gerekçesi oluyor.

Yaratılış  Vazîfesi

     İnsanın yaratılış vazifesi / görevi, öğrenerek mükemmelleşmektir. Dua ile ubûdiyet ve kulluktur. Yani: “Kimin merhametiyle böyle hikmetle idare olunuyorum? Kimin lûtfuyla böyle şefkatlice terbiye olunuyorum? Nasıl bir lütufla böyle nazlı bir şekilde besleniyorum ve idare ediliyorum?” Bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetiştiği ihtiyaçlarına dair, ihtiyaçları gideren Allah’a acz ve fakr lisanıyla yalvarmaktır. İstemek ve dua etmektir. Yani aczin fakrın kanatlarıyla, kulluğun en yüce mertebelerine uçmaktır.

     Demek insan bu âleme, ilim ve dua vâsıtasıyla tekemmül etmek / kemâle ermek için gelmiştir.

Bayramı İdrak Ederken

Can bula cananını, bayram o bayram ola,

Kul bula sultanını bayram o bayram ola.

“Bаyrаmlаr, milli ve dini duyguların, örf ve adetlerin derinden hissedildiği, bir toplumda millet olabilme şuurunun yeşerdiği, kuvvetlendiği günlerdir.”

Teknolojinin akla durgunluk veren yenilikleri, insanlığı şaşırtmaya devam ederken, aynı zamanda büyük kolaylıklar da sunmaktadır.

Yapay zekâ, cep telefonu, internet, televizyon, yazılı basın araçları, uzaydaki gelişmeler, yiyecek ve içeceklerde, üretimdeki bulgular vb. hayatımıza anlamlı ve pozitif değişiklikler getirmiştir.

Ancak, sessiz ve derinden, bir o kadar da vahim götürüleri olmuştur: Silah üretiminde artış, çevre kirliliği, gürültü, radyasyon, gıdalardaki hormonsal ve ilaç tehlikeleri, atıklar, katkılar, vb. gibi.

Özellikle TV, cep telefonu ve internet bağımlılığı, insanları yalnızlığa itmiş, aile içi başta olmak üzere, çevreyle olan iletişimi de büyük ölçüde azaltmıştır. Bunlar, insani değerleri, dostlukları, aile içi iletişimi bir yandan da, zamanımızı gizli veya açık şekilde çalmaya başlamıştır.

 Neticede dünya hızla kalabalıklaştıkça kendisini ve insanlığı büyük tehlikelere, yalnızlığa ve bencilliğe de itmektedir.

Teknolojinin bu yönü, “insani değerler” dediğimiz ortak paydaları yok ederek; “aile bağlarının, samimiyetin, dayanışmanın, paylaşmanın, ahde vefanın, sevginin” azalmasına da sebep olmaktadır.

 “Bencillik, hoşgörüsüzlük, aç gözlülük ve sevgisizlik yüreklerde yeşermeye başlamıştır. Kin, öfke, düşmanlık ve nefret gibi çok tehlikeli duygular artmıştır. Bu günkü savaşların, akan kanın, bir hiç yerine öldürülen çocuk ve kadınların, aç bırakılan insanların, mağdur ve yetim bırakılan çocukların çektiği ıstırabın sebebi budur.

Teknolojik gelişmeler insanı; refaha, huzura, saadete götürmesi gerekirken, sömürme, zengin ve hâkim olma, yönetme uğruna, her türlü çirkinlikler, ahlaksızlıklar ve merhametsizlikler için kullanılmıştır.

Şu anda bile, zulüm, katliam, kan, barut kokusu, açlık, sefalet, acı ve gözyaşı durmamaktadır. Yaşam biçimimiz yozlaşarak, gelenekler, görenekler, ahlaki değerler vb. hızla ve üzücü şekilde yıpranmaktadır.

Bayramlar da bu gelişim ve hızlı değişimden payını almaktadır elbette. Bayram günlerinde aile büyüklerinin ağzından hüzünle dökülen “nerede o eski bayramlar” sözü gençlerce  anlam ifade etmese de, gerçekten de eski bayramların tadı bir başkaydı.

Eski günlerde yaşanan bayramlar, günümüz bayramlarından çok daha coşkulu ve huzurla yaşanırdı. Kutlama öncesinde büyük alışverişler yapılır, herkesi tatlı bir telaş kaplardı. Aileler, çoluk çocuk çarşılara akın eder, önce çocuklara, sonra da yetişkinlere baştan ayağa, yepyeni, pırıl pırıl bayramlıklar alınırdı. Evin her bir bireyine bayramlık kıyafetler diktirilir, terzilerin önünde uzun kuyruklar oluşurdu.

Durumu iyi olmayan ailelerin çocuklarına da bayramlıklar diktirilirdi. Kilolarla şeker, çikolata, kolonya, tatlı malzemeleri, misafirlere ikramlıklar alınırdı. Evler ve bahçeler misafirlere hazırlanır, dip köşe titizlikle bir güzel temizlenirdi. 

 İnce düşünceli insanlar, çocukları utandırmamak için harçlık ve şekerleri bembeyaz bir mendil içinde verirdi. Evlerde hamurlar yoğurulur, yufkalar açılır ve baklavalar, börekler yapılır, sarmalar sarılırdı. Misafirler önemsenir, ikramda kusur etmemek, misafiri iyi karşılamak için herkes en iyi hazırlığı yapmaya çalışırdı.

Bayram panayırları, halkın sevincini doyasıya yaşadığı ve eğlenebildiği yerlerdi. Özellikle çocukların çok sevdiği bu yerlerde, çocuklar için lunapark oyunları bulunurdu. Baloncular, simitçiler, çerezciler gibi seyyar satıcıların da olduğu panayırlarda eğlence geç saatlere kadar sürerdi.

Tüm akraba ve eş dost birbirleriyle bayramlaşmaya giderdi. Gidilecek kişiyi öncesinden arayıp haber vermeye gerek duyulmaz, çat kapı gidilebilirdi. Yaşça büyük kişiler mutlaka ziyaret edilir, hal hatır sorulur, gündelik konularda bayram sohbetleri edilirdi. Her gelen iyi karşılanır, küsler bu günlerde barışırdı.

Bir öncesi gün bütün kombinler hazırlanır. Giyilecek elbiseler, bluzlar, gömlekler çoraplar yatağa dizilirdi. O gece çocuklar için zaman bir türlü geçmek bilmezdi.

Heyecanla giyilmeyi bekleyen bayramlık giysiler, bayram sabahları kalabalık aile kahvaltıları, sonrasında bayramlaşma merasimi, büyüklerin ellerini öpmek,  mendil arasındaki harçlıklar, şekerlemeler, mutluluk, telaş, heyecan ve neşe demekti.

Evlerde yöresine göre misafirlere ikram edilmek üzere fazlaca özel bayram yemekleri pişirilirdi. Herkes kendi kültür ve geleneğine göre ikramlarını yapardı. Keşkek, karışık kızartma, zeytinyağlılar, eğer kurban bayramıysa ve kurban kesilmişse büyük tencerelerde kavurma, pilavlar, kömbe ve börekler, yüksük çorbası ve yaprak sarması gibi yemekler bayramlarda pek çok evde bulunurdu.

İçecek olarak ise, eğer yaz aylarıysa limonata, ayran gibi serinleten içecekler bol bol yapılırdı. Ramazan bayramlarından sonra ise reyhan şerbeti yapılır ve Türk kahvesinin yanında soğuk soğuk ikram edilirdi.

Oysa şimdilerde içinde bulundurduğu kendine has; “yaşama sevinci veren, kaynaşmamızı sağlayan, beden ve ruh sağlığımızın sigortası olan ve toplum katmanlarını mutlu eden motifler” hızla kaybolmaya yüz tutmuştur.

 Zaman, ziyaret ve yan yana olma kültürünü  öldürdü. Bireylerin artan iş yükü ve stresli hayat, onları turistik gezi ve tatil yapmaya yönlendirdi. İnsanlar, en yakınları hariç, çok fazla kişiye de değer vermez oldu. Bu da kalabalık ve görünüşte neşeli olan bayram buluşmalarını en aza indirdi.

Hediyeleşmenin, selamlaşmanın, hal hatır sormanın, gönül almanın, yüreklere dokunmanın, yeni elbiseler giyinmenin mutluluğu, el öperek harçlık almanın hazzı, komşularla paylaşmanın toleransı, çocukların kahkahaları, sevinçleri, cıvıl cıvıl yarışları sokaklarda yok artık.

Çocukluğumdaki bayramlarda ev ev gezerdik. On iki yaşını doldurmayanlara çerez dağıtırlardı. En samimi kafadar arkadaşlar ve akraba olanlar bir gurup olurduk.
Topladıklarımızın içinde neler yoktu ki; kuru üzüm, hurma, ceviz, fındık, fıstık, lokum, iğde, kuru dut, keçiboynuzu, akide şekeri vb.

Kapıda güler yüzlü bir teyze karşılar, bizi adam yerine koyar, hal hatırımızı sorar, cana yakın, cicili bicili giyinenlerimizin yanağını okşar ve bolca çerez ikram ederdi. Ne tadına doyulmaz huzur kırıntılarıydı bunlar.

İçimizde; kin, kırgınlık, stres, hüzün asla yoktu. Engin bir hoşgörünün yüreklerimize enjekte ettiği sevgi ışıltıları vardı göz bebeklerimizde.

Topladığımız harçlıklarla bayramlık servetimizi hesaplar, kendimize bahşedilen güven ve sevinçle sokağa fırlardık. Ne bitmez tükenmez lezzet paylaşımlarıydı bilemezsiniz.
Büyükler de ev ev bayramlaşırdı. Tepsi içinde; kâğıtlı şeker, lokum, kolonya ve sigara ikram edilirdi.

Anlattıklarımda olağan üstü durum yok elbette. Fakat hafızamda o kadar değerli izleri var ki bu yaşantıların. Hatırladıkça, duygularımı tozpembe bulutlar sarmakta. Yeniden yaşayabilmek için neler vermezdim ki.

Bunları bize anlamlı kılan; madden sahip olduklarımızın çokluğu değildi elbette. Zira çok da fazla bir şeylerimiz yoktu. Fakat gönül zenginliğimizi sağlayan; içtenlikler, sadelikler yalınlıklar, samimiyet, sevgi ve hoşgörü oldukça çoktu.
Yüreğimizde duruluk ve huzur, ahde vefa, kadir kıymet bilme, şükretme, sevme ve sayma vardı.

Kanaatkârlık, yaşama sevincimiz haddinden fazlaydı.
Bir takımdık adeta, komşularla, arkadaşlarla, akrabalarla. Birimizin derdi, hepimizindi. Hayattan çok şey beklemezdik. Uzak ve elde edilemeyecek hedeflerimiz yoktu. Sade, samimi ve basit yaşardık. O yüzden endişeli değildik belki de.

Evlerimizde çok eşya yoktu. Yaşamımız gibi evlerimiz de sadeydi. Fakat sevgimiz sayesinde, hoş görülü ve huzurluyduk. Kafamız her şeyle meşgul değildi. Esas olan kalp kırmamak, üzmemekti, yardımlaşma ve dayanışmaydı.

Şimdiki bayramlarda maddi her imkân var elbette. Hiç bir şeyin özlemi çekilmemekte. Ancak, en pahalı malzemelerle pişirilen, fakat lezzet vermeyen yemek gibi san ki. Kaybolan bir tat var. Katılan malzemeyle bulunamayacak bir tat. İşte bayramlara lezzet veren de manevi paylaşımlardı.

Engin sevgi, saygı, değer verme, hoşgörü, biz duygusu, yardımlaşma, komşuluk ilişkileri, aile bağları, merhamet, kanaatkarlık, tevekkül, kendisi ve başkaları ile barışık olabilme, empati, pozitif düşünme vb. değerler. Bunlar, bayramlara ruhunu veren, kişiyi, aileyi ve dolayısı ile toplumu mutlu kılan en nadide argümanlardı.

Hiç bir masrafı olmayan, paylaştıkça çoğalan böylesi hasletler, sadece, haset, kıskanç, bencil, öfkeli, nefret duyan kalplerde yeşermez. İnsanı insan yapan değerleri yaşayamazsak, her gün bayram ilan edilse de bir anlamı olmayacaktır.

Bayramlar önce yüreklerde olmalı. Bunu yine de başarabiliriz elbette. Geçmişin özlemleri ile yetineceğimize, gelin gönülleri önce bayram kılalım. O tat yeniden gelecektir eminim.

Eski bayramlar geri gelmeyebilir ama, eski bayramların ruhunu eminim yeniden yaşatabiliriz. Birbirimize saygı ve sevgi ile yaklaşarak daha güzel bir dünya kurabiliriz. Unutmayalım umut her zaman vardır.

Bu güzellikleri yeniden yaşamak ve gelecek nesillere aktarmak için, tatil planlarımızı başka zamana erteleyip, büyüklerimizle bayram keyfini bu bayram doyasıya çıkaralım.

 Gönüller sevinç dolsun, umutlar gerçek olsun, acılar unutulsun, üzerimize mutluluklar yağsın” dileklerimle… Bayramınız kutlu olsun…

Sevgiyle kalın…