10.8 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Zeytindağı’ndan Gazze’ye, Filistin’e Bakışımız

Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” adlı eseri Osmanlı’nın son döneminde Filistin, Suriye, Lübnan ve Hicaz’daki durumu, yapılan hataları ve ihanetleri anlatır. Bugün Filistin’de ve genel olarak Ortadoğu’da süren çatışmaları anlamak için, o dönemin aydınları ve yöneticilerinin Filistin’e bakışını ve yönetim tarzını hatırlamak yararlı olacaktır. Yöneticilerin ve bizim kardeş bildiğimiz ahalinin “ihanet, kibir ve körlükle” yoğrulmuş ilişkilerini bilmek gerekiyor.

Falih Rıfkı Atay, Osmanlı ordusunun Kudüs’teki son karargâhında, Cemal Paşa’nın yaveri olarak gördüklerini ve teşhislerini yazmıştır. Bu kitapta anlatılanlar Filistin, Lübnan ve Suriye’de bugün olanları anlamamız için eşsiz bir pusuladır. Atay, Zeytindağı’nda yalnız hatıralarını değil, bir çöküşün anatomisini anlatır.

Öncelikle Osmanlı aydını ve Anadolu Türk’ünün bölgeye hangi safiyane duygularla baktığını ve buna karşılık çıplak gerçeği anlatan şu ifadelere bakalım:

“Halep büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir. Kudüs büyük bir şehir ve hepsi yabancı idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Fakat her yere bizim diyorduk. Şam, evimiz kadar bizim. Lübnan bahçemiz kadar bizim… Bu tasarruf ve hüküm hissinin bizim damarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu.”

Falih Rıfkı, merkezden atanan yönetimin bile yabancılaştığını şöyle anlatır: “Osmanlı bürokrasisi bile tam Arap yahut yarı Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rastlıyordum.”

Bu yabancılaşma o kadar derindir ki, “‘Türk müsünüz?’ sorusuna çoğu zaman ‘Estağfurullah!’ cevabı verilirdi.”

Atay’a göre: “Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette ‘Arap meselesi’ denen şey Türk düşmanlığı hissi idi.”

Bugün de Lübnan, Filistin ve Suriye’de yaşayan “Müslümanların” Türk’e bakışı aynı değil mi?

******************************

Arap Şeyhlerin Osmanlı’ya İhaneti

Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı’nda, Osmanlı’nın Arap vilayetlerinde otoriteyi korumak için başvurduğu yöntemlerden biri olarak “altın dağıtma siyaseti”ni anlatır.

Cemal Paşa, Suriye-Filistin cephesinde Arap kabilelerini Osmanlı’ya bağlı tutabilmek için büyük miktarda altın harcamıştır. Bu altınlar, özellikle Hicaz, Necef, Şam ve Filistin çevresindeki şeyhlere, kabile reislerine, aşiret liderlerine dağıtılmıştır.

Osmanlı, sadakati satın almak için harcadığı altınlarla aslında kendi sonunu hazırlamıştı. Çünkü aynı şeyhler, kısa süre sonra İngilizlerin altın torbalarıyla ikna edilerek saf değiştirdiler.

1916’da başlayan Şerif Hüseyin İsyanı, altın dağıtma politikasının trajik sonucudur. İngiliz casusu “Arabistanlı Lawrence” Hicaz ve Şam çevresinde Osmanlı’nın altınla desteklediği kabile liderlerini daha fazla altın vererek ve bağımsızlık vaadi ile İngiliz safına çekti.

Arap liderlerin çoğu Osmanlı’ya karşı İngiliz’le iş birliği içindeydi ama bu durum, bütün Filistin halkını kapsayan bir bilinçli ihanet değildi. Halkın çoğu, yoksulluk ve cehalet içinde, yöneticilerin tercihlerine mahkûmdu.

Bu süreçte Osmanlı ordusunun Suriye-Filistin hattındaki savunması çöktü. Cemal Paşa’nın komutasındaki 4. Ordu, lojistik, ikmal ve moral bakımından yıkıma uğradı.

Savaş bittiğinde, Cemal Paşa İstanbul’a dönerken Falih Rıfkı’ya şu yakınmada bulunur:

“Keşke, o kadar altını şu çöle değil, Anadolu’ya harcasaydık… En azından o altınlardan köy yolları, mektepler, tarlalar kalırdı.”

Bu cümle, bir imparatorluğun stratejik körlüğünün itirafıdır.

Halkın kaynağını halkına harcamayan; Türk halkının üretim yeteneğini artırmaya değil, dışarıdan sadakat satın almak için harcayan Osmanlı kalıcı olamadı. Osmanlı bu dersi aldığında artık çok geçti.

Buna karşılık Yahudiler parayı doğru kullanmanın, örgütlü olmanın ve kendi insanına yatırım yapmanın ödülü olarak güçlü bir devlet kurmayı başardılar.

******************************

İsrail Nasıl Kuruldu?

Atay, “Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’ini birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir” der.

“Bir avuç Yahudi ile altı yüz bin Arap!” nüfusun yaşadığı Filistin’de daha o yıllarda Müslüman Araplar Yahudi efendilerin hizmetindedir.

“Simokinli İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Araplar üzümü sıkar, şarabını semiz Yahudi içer.” “Çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı ve portakal kabuğu kemirip durur.”

“Eski Filistin” sefalet ve cehalet içindedir; Yahudilerin elindeki “yeni Filistin” ise modern ve düzenlidir.

O dönemde dahi para, diplomasi ve örgütlülük bir araya gelmiş; Filistin’in kaderi çoktan değişmeye başlamıştır.

Osmanlı çekilince bu altyapı, İngiliz mandası döneminde devletleşmeye elverişli bir temele dönüştü.

Yahudi nüfusun artırılması için 1882-1914 yılları arasında Rusya ve Doğu Avrupa’dan kaçan yaklaşık 30 bin Yahudi Filistin’e geldi. 1904-1914 arasında yaklaşık 40 bin Yahudi daha geldi. 1901’de kurulan Yahudi Ulusal Fonu (JNF) Avrupa sermayesiyle araziler satın aldı.

1917 Balfour Deklarasyonu ile İngiltere, Filistin’de “Yahudi halkı için bir milli yurt” vaat ederek Siyonist hedefe diplomatik meşruiyet kazandırdı.

1920-1948 arasında fiilen bir devlet öncesi yönetim kuruldu. Portakal ihracatı, Avrupa sermayesi, eğitim-sağlık altyapısı, savunma örgütleriyle, kurumlaşma ile Yahudi nüfusu 400 bine çıkarılarak ekonomik- idari egemenlik yaratıldı.

Yahudiler ekonomik üstünlüğü siyasal egemenliğe dönüştürmek ve Batı sermayesiyle yerel demografiyi değiştirme stratejisini başarıyla uyguladılar.

İsrail devleti 1948’de kurulduğunda, Filistin topraklarının yarısı fiilen el değiştirmişti. Falih Rıfkı’nın “Yeni Filistin” dediği yapı, yirmi beş yıl sonra İSRAİL adını alacaktı.

Türkiye, o dönemde Batı ittifakına yakın politikası gereği İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.

İsrail, kurulduğundan bu yana, topraklarını sürekli genişletti. Filistinlileri Gazze ve Batı Şeria’ya sıkıştırdı.

Bugün Gazze’de yaşanan dram, bir bakıma Zeytindağı’ndaki manzaraların devamıdır. İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’yı da yaşanmaz hale getirerek Filistinlileri tamamen göçe zorlaması, yüz yıl önce başlayan demografik mühendisliğin son perdesidir. Tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, dünya yine suskundur. İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırıma karşı dünya devletleri kör ve sağırdır.

Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın Ekim Ayı Etkinliğinde Prof. Dr. Tuncay Taymaz Konferansı

0

Kocaeli Aydınlar Ocağı Ekim ayı Etkinliğinde Türkiye’nin ünlü Deprem Bilimcisi Sismolog İTÜ Maden Fakültesi Sismoloji ve Jeofizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tuncay Taymaz’ı Türkiye ve Dünyada deprem konusunun aydınlatılması için konuk etti.

İzmit BELSA PLAZA Leyla Atakan Kütüphanesi Toplantı salonunda yapılan Toplantıya; KAO Yönetim Kurulu üyelerinin yanında Kocaeli Sivil Toplum Kuruluşlarından Selçuklu Derneği ve Kocaeli Hürriyetçi Eğitim Sendikası Başkanı Dr. Süleyman Pekin, Kocaeli Milli Kuruluşlar Birliği Başkanı Yücel Alpay Demir, Kocaeli Çukurovalılar Dernek Başkanı Erdoğan Davut’la birlikte KAO eski başkanlarından Mal Müşavir Ahsen Okyar ve çok sayıda dinleyici katıldı.

KAO Başkanı Tahir Serkan Irmak açılış konuşmasında: “Dünyaca ünlü çok önemli bir ismi ağırlıyoruz. Türkiye’de çok fazla bilinmiyor ama dünyanın yakından tanıdığı bir isim.” Diye tanıttığı Prof. Dr. Tuncay Taymaz: “Beş buçuktan küçük depremleri çok önemsemiyoruz ama 5 civarında olan depremler bile ülkemizde hasara yol açabiliyor” dedi.

Prof. Dr. Taymaz sözlerine devamla:  “daha önceki depremlerde birçok uyarılarda bulunduklarını ancak yine de aynı yerlere konutlar yapıldığını belirterek, “Toplumda bir dik kafalılık, umursamazlık var. 55 bin kişiyi pisi pisini kaybettik. Bu insanlar kurtarılabilirdi” dedi. Kaymaz, “80 saniyede 55 bin insan öldü. Doğa bilimlerine, yer bilimlerine yatırım yapmanız lazım

Taymaz, “Maraş depremlerinde yıkımın çok olmasından sebeplerinden biri fayın yerleşim yerlerinin içinden geçmesi. 2021’de uyarmıştım; bize AFAD’takiler, bakanlık, valilik gülüyordu. Üfürmüyoruz; pozitif bilim ve gözlem yapıyoruz” ifadelerini kullandı. “Ovacık-Malatya fayı halen kırılmadı, 100 yıldır büyük fay üretmedi” diyen Kaymaz, “Karlıova’dan Erzincan’a büyük deprem üretebilecek potansiyele sahip. Buralarda nüfus yoğunluğu her geçen gün artmakta. Bir yerde sıcak su kaynağı varsa kıymetli maden kaynaklarını yukarı taşıyor. Bu bölge Uranyum, toryum gibi nadir elementler yönünden çok zengin” dedi.

Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak, konferansın açılış konuşmasını yaparken

Prof.Dr. Tuncay Taymaz deprem konusu hakkında bilgi verirken.

KAO Yönetim Kurulu Üyesi İdris Türkten konuşmacı Prof.Dr. Tuncay Taymaz’a plaketini takdim ederken

Dr. Süleyman Pekin, kendi yazdığı imzalı “Türkosfer” isimli kitabını Taymaz’a takdim ederken.

KAO Yönetim Kurulu Üyesi Banu Aykan Hanımefendi Günün anısına KAO logolu kupayı sayın Taymaz’a takdim ederken.

Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak, Prof.Dr. Tuncay Taymaz ve Yücel Alpay Demir.

Söyleşiyi dinleyicilerden bir gurup.

Kayıp Cüzdanlarla Dürüstlük Olimpiyatı

Sosyal medyada, kaybolup iade edilen cüzdanlarla ilgili bir grafik gördüm. Bir deney tasarlamışlar. Sözde kaybolmuş şu kadar cüzdanı izlemişler. Kaçının iyiliksever insanlarca sahiplerine iade edildiğini, kaçından bir daha haber alınamadığını takip etmişler. İlgi çekici. Deney, birçok ülkede tekrarlanıp ülkeler arasındaki iade oranları değiştikçe, daha da ilgi çekici hâle geliyor.

Hemen okuyucularımla paylaşayım dedim ama sosyal medya bu. Her gördüğüne inanmayacaksın ve her şeyi tekrar tekrar kontrol edeceksin. Öyle de yaptım… İyi ki yapmışım. Fikir epey eski. Kayıp mektup deneyiyle başlamış. Sonra sokağa bırakılan 100 – 200 cüzdan… Derken, birkaç üniversiteden bilim adamının birlikte yürüttüğü, gerçekten büyük ve dünya çapında bir deneye dönüşmüş.

17 000 “kayıp” cüzdan

Sayılar etkileyici. Dünyanın 40 ülkesinde, 355 şehirde 17 000 cüzdan unutulmuş/ düşürülmüş. Bu sözde unutma/ düşürme şöyle işliyor: Banka, sinema, tiyatro, kütüphane, karakol, müze, postane, otel gibi tercihen bir resepsiyonu ve sorumlusu olan kurumlara giriliyor. Kayıp cüzdan oradaki şahsa uzatılıyor, “Bunu yandaki sokakta, yerde buldum. Ben turistim, hemen gitmem gerekiyor, vaktim yok. Siz lütfen gereğini yapar mısınız?” denilip çıkılıyor. Araştırmacılar bazı sorunlarla da karşılaşmış. Biri Kenya’da şüpheli davranış gerekçesiyle göz altına alınmış. Cüzdan dolu valizler gümrüklerde zaman zaman sıkıntı yaratmış.

Cüzdanlar, şeffaf kartvizit kabı şeklinde. Açmak gerekmeden içindekiler görünüyor. Her birinde sözde sahibinin adı ve e-posta adresi yazılı birkaç kartvizit ve yerel dilde bir alışveriş listesi var. Bundan sonra cüzdanlar çeşitleniyor. Bir kısmında sadece kartvizit ve liste var. Bazılarında 13 dolar civarında yerel para. Demek bugün olsa Türkiye’dekilerde 500 – 600 TL civarında bir nakit var. Bazılarında da bir ev anahtarı. Cüzdanların “sahipleri” ile temas etmenin tek yolu e-posta. Her cüzdanın içindeki kartvizitte farklı bir e-posta adresi var. Dolayısıyla hangi cins cüzdanın “iade” edileceği de kayda geçiyor.

İçinde para olan cüzdanlar mı, boş cüzdanlar mı daha çok iade ediliyor? Sizin tahmininiz nedir?

Para mı özsaygı mı?

Birkaç yüz kişiye bu soru sorulmuş. Çeşitli kurumlardan üstün başarılı 279 ekonomiste de… Uzmanlar da uzman olmayanlar da içinde para bulunan cüzdanların daha sık alıkonacağını tahmin etmiş. Öyle ya, paralı cüzdanı tutmak insanların menfaatine daha uygun. Gerçekte gözlenen bunun tam tersi. Boş cüzdanlarda iade oranı, paralılardan daha düşük. Üç ülkede, ABD, İngiltere ve Polonya’da içinde 100 dolar, yani bugünkü kurla yaklaşık 4200 TL bulunan cüzdanlar da deneye dâhil edilmiş. İade oranları bir daha artmış. 40 ülkeden 38’inde içinde para bulunan cüzdanların iade sıklığı tereddüde mahal bırakmayacak derecede yüksek. İki ülkede, Şili ve Peru’da, istatistik anlam verilemeyecek kadar birbirine yakın.

Birkaç yazımda şikâyet ettiğim husus burada da kendini gösteriyor. “Beşerî bilimler” ki ekonomi beşerî bilimlerin en çok ilgi görenlerindendir, maalesef iyi tahmin yapamıyor; ki tahmin, bilimin varlık sebeplerinden en kuvvetlisidir. Psikologlardan tahmin yapmaları istenmemiş. Muhtemelen onlara sorulsaydı onlar da yanılacaktı. Fakat sonuç ortaya çıktıktan sonra psikologlar pek güzel izah etmiş: İçinde para bulunan cüzdanları alanlar, kendilerine hırsız gözüyle bakmaktan çekindikleri için cüzdanları sıklıkla iade ettiler. Parayı tutmaları hâlinde kaybedecekleri öz saygı, kazanacakları paradan daha değerli gelmiş. Makul görünüyor. Fakat olanı izah etmek olacağı tahmin etmekten her zaman daha kolay bir spordur.

2019 yılında tamamlanan bu deney, Gallup firmasının her yıl tekrarladığı dünya mutluluk anketinin de dayanak noktalarından biri olmuş. 2025 anketinde, yardımın vereni de alanı da daha mutlu ettiği, dürüst toplumların fertlerinin daha mutlu olduğu uzun uzun anlatılmış.

Dürüstlüğün neresindeyiz?

Şimdi gelelim ülkelerin medeni dürüstlük veya “sivil dürüstlük” performanslarına. Tepede en dürüst, yani cüzdanların en çoğunu iade eden toplumlar yer alıyor. Toplam 40 ülkeden en dürüst 10 veya en dürüst dörtte bir şunlar:

1) İsviçre, 2) Norveç, 3) Hollanda, 4) Danimarka, 5) İsveç, 6) Polonya, 7) Çek Cumhuriyeti, 8) Yeni Zelanda, 9) Almanya ve 10) Fransa.

En alt 10 ülke, en alt dörtte bir de şöyle:

31) Türkiye, 32) Gana, 33) Endonezya, 34) Birleşik Arap Emirlikleri, 35) Malezya, 36) Kenya, 37) Kazakistan, 38) Peru, 39) Fas ve 40) Çin.

Bizden daha iyi puan alan, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülke yok.

Deneyin popüler anlatımını ABD National Public Radio sitesinde hem metin hem ses hâlinde bulabilirsiniz: https://bit.ly/cuzdan-npr Çalışmanın bilim adabına uygun yayımı da Science dergisinde yapılmış: https://bit.ly/cuzdan-science .

Umarım birileri kızmaz. Moral bozucu ama… Vallahi ben demedim, onlar dedi!

Kıbrıs Adası Kıpır Kıpır

Kuzey Kıbrıs’ta bu ara tebessüm eden insan sayısı dikkat çekecek kadar arttı. O seçim atmosferi var ya insanlar ne yapacağını şaşırıyor. Üstelik Kıbrıs Türklerinin seçimi gelişmiş batı ülkelerindeki gibi. Bir köyde, bir kahvede, bir meydanda veya herhangi bir mekânda toplanan halka liderler gelip konuşma yapıyor, onlar da ikna oluyorlar veya olmuyorlar oylarını kime kullanacaklarına dair. Öyle Türkiye’deki gibi alayiş, nümayiş yok, üstelik seçim yasaklarına uyma oranı yüksek, mesela kamu araçları sivil plaka takılıp propaganda için kesinlikle kullanılmıyor, marketlerde falan alkollü içecekler satılmıyor seçim günü vs. Muhteşem konvoylar falan düzenlenmiyordu.

Biz Birbirimize Benzeriz

KKTC’de altıncı Cumhurbaşkanı seçimi süresince hep adadaydım. Çoğunlukla bilbortlar Ersin Tatar için kiralanmıştı. Gazete ilanları daha fazlaydı. Caddelerdeki afişlerde öyleydi. Bağımsız aday Ersin Tatar’ınki keskin, köşeli spotlardı. Parti içinde aykırı tipler de barındıran CTP’nin adayı Tufan Erhürman’ın ki ise tam tersine yumuşak, mütebessim, iddiasız idi. CTP öyle bir anlatılıyordu ki insanlara, Rum kesimine çok sıcak, sonu gelmeyen müzakerelere açık, kendi halkına ve Türkiye’ye tavırlı! Çünkü birkaç haddini bilmezin Rumlarla flört ederek “İşgalci Türkiye” veya “Türk Ordusu adadan çekil” pankart ve sloganlarının hamisi gibi gösteriliyordu. İster istemez etkileniyordu toplum. Doğrusunu isterseniz haklı olarak ben de mesafe koymuştum.  Zaten, yine CTP’den cumhurbaşkanı seçilen ve Ankara’nın desteğini alan Mehmet Ali Talat ve Mustafa Akıncı cumhurbaşkanı olmuşlardı ama sol sloganlardan ileriye gidememiş, Kıbrıs Sorunu olduğu gibi kalmıştı. O dönemde üstelik Türkiye ile beraber “Annan Planı’na evet” politikası güderek, Rauf Denktaş’ı saf dışı bırakmaya çalışan irade de arkalarındaydı. Ama geçer not alamadılar. Acaba “Tufan Erhürman da seçilirse öyle mi olacaktı?” endişesini rakipleri de sürekli pompaladı.

Ersin Tatar’ın devleti öne çıkaran, bağımsız Türk Devletleri Topluluğu gözlemci üyesi ve tam bağımsızlık ilkesi teziyle, toplumlararası müzakereleri elinin tersiyle itmesiyle daha sıcaktı. Ayrıca Ankara’nın da tam desteğini almıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminde olduğu gibi adaya çıkarma yapılmıştı.

Ancak gelenlerin toplumda hiçbir karşılığı yoktu. Ne Süleyman Soylu’nun ve ne de oylarını %57’den %31’e düşüren Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin’in. Ada toplumu dine ve dindara hala mesafeli. Bunda İngiliz yönetiminin de etkisi oldu. Bir de Türkiye tarafından adaya gönderilen din adamları ve öğretmenlerin psikoloji, sosyoloji, tarih, edebiyat ve sanat bilmemesi. Hiçbiri Bayrak Şairi Arif Nihat Asya ve Şair Öğretmen İbrahim Zeki Burdurlu muallimler kadar olamadı. Hele hele bir şovmen din adamı Cübbeli Ahmet’in Kıbrıs Türk Toplumuna hiç bir şey veremeyeceğini fark edemediler.

İddialara Cevap Yok mu?

İktidarı oluşturan Ulusal Birlik Partisi Çatalköy Temsilciliğinin önünden hergün geçerdim. Her geçtiğimde de uzun masalardan oluşan, kadınlı erkekli mangal partileri vardı. Kebap kokuları köyün dört bir yanından hissedilirdi. Seçimi adeta çantada keklik görüyorlardı. Ulusal Birlik Partisi mensuplarının çoğu ise kırgın, üzgün, sessiz ve yorgundu. Bazıları artık partilerini tanıyamadıklarını, mafya, kara para, fuhuş, rüşvet, iltimas, liyatsizlik, kamu malını peşkeş çekme gibi iddiaların ayyuka çıktığını, bunlara cevap verilmesi gerektiğini anlatıyorlardı. Bu iddialara ortaklar arasında Türkiye’den de isimler olduğu ileri sürülüyordu. Tam tersine mangal partileri gırla gitti. UBP sempatizanı biri “Artık Türkiye’den gelen yardımları, katkıları, bütçeleri ve programları” verilen projeye uygun olarak Ankara’nın üslendiğini söyledi. Bunda bir başbakanın Ankara’dan gelen bütçe ile ana yolları takviye edeceğine, kendi köyünün yolunu yaptırdığı iddia etti.

Cumhurbaşkanlığında Denge

Yüzde %48 oranında katılımlı bir seçim oldu, Tufan Erhürman %62.76, Ersin Tatar ise %35.81.

Bu oy oranı CTP’nin değil, başta parti içi sıkıntılar yaşayan UBP olmak üzere tamamen bütün partilerden oluşan tepki oyları. Onun için Tufan Erhürman da ilk açıklamasında “Artık partim yok, tarafsızım ve herkesin cumhurbaşkanıyım. Biz bir bütünüz, kardeşliğimiz kazandı.” Dedi. Sonra devam etti bütün ezberleri bozan “ Türkiye ile hassasiyetimizi koruyacağız, ilk ziyaretim de Ankara’ya olacak. Türkiye bütün adanın garantör ülkesidir.” Başbakan Ünal Üstel seçim sonuçlarından çıkarılacak çok ders var derken, Koalisyon ortağı bakan, Yeniden Doğuş Partisi Lideri Erhan Arıklı da Erhürman’ın sağdan çok oy aydığını söyledi ve erken seçim istedi.

Yakın tarihimize baktığımızda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurucu başkanı Avukat Rauf Denktaş cumhurbaşkanlığını iki defa kazandı. Bundan sonra seçilenler Denktaş Mehmet Ali Talat’a, Talat Derviş Eroğlu’na, Eroğlu Mustafa Akıncı’ya, Akıncı Ersin Tatar’a, nihayet Tatar da bir hukukçu öğretim üyesi olan Tufan Erhürman’a devretti.

Rum yönetimi sevindi, Hristodulidis “Erhürman ile en kısa zamanda görüşmeyi sabırsızlıkla bekliyorum”derken aceleci davrandı. Rumlar da Tufan Erhürman’ı yeteri kadar tanımıyorlar demek. Üç madde hemen gündeme geldi. Yeni sınır kapılarının açılması, Kasım ayı içerisinde beşli(Rum kesimi, KKTC, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere) konferansın toplanması, taşınmaz mal komisyonunun yeniden gözden geçirilmesi. Rum kesimi buna hiç sıcak değil. Adada bir erken seçim sinyalleri her iki tarafta da başladı.

Avrupa Birliği Türk’e Kesin Tavırlı

Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail’in askeri üssü ve mühimmat deposu haline gelen adada Avrupa Birliği öldürülen, katledilen, toplu mezarla gömülen, banyoda bir aileyi kurşuna dizen, köyleri yakan Rum-Yunan ikilisin değil de Erhürman’ın açıklamasına göre; kayıp Rumlarla alakalı bir anıt kararını kabul etmesi kınandı. Ayrıca mümkünü de yoktu. Çünkü kayıp şahıslar komitesi hala adada çalışmasını sürdürüyor. Dahası var, Avrupa Parlamentosu 2 Türk milletvekilli yerini Rum politikacılarla doldurdu. Kabul edilemez diyor Erhürman. Temenni ederim Cumhurbaşkanı Erhürman Rum-Yunan ikilisinin katlettiği toplu mezarlar konusunu, hala Rum okullarında okutulan ders kitaplarındaki Türk düşmanlığını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürür, tapusunun çoğu Türk Vakıflar İdaresine ait Kapalı Maraş’ı açar. Başka ne diyor Cumhurbaşkanı Erhürman “İsrail savaş uçaklarının Rum kesimindeki üslerinden havalanması Garantör Türkiye’nin yetki alanının gaspıdır” Ersin Tatar buna yapamadı ama tam tersi hala kesin rakamları bilinmeyen İsraillilere ev sattı.

Tufan Erhürman’ı bu defa tuttum. Diyor ki özetle; “Bu seçimin kaybedeni yoktur. Herkesin kazanacağı çözüme odaklandım. Kıbrıs Türkü öz güvenini kazandı. Anlaşmalarda Türkiye’nin çıkarları gözetilmeli. Türkiye ile ilişkileri, başka devletlerle kıyaslamak yanlıştır. Her zaman her konuda iyi ilişkiler ve istişare içinde olacağız. Türkiye tüm adanın garantörüdür ve böyle olacak. Bugünkü koşullarda daha da önemli hale geldi. Çünkü bizim kendimizi güvende hissetmemiz günden güne daha da güçleniyor.”

Aynı Hakkı Talep Etmek

Aldığım notlara devam ediyorum. Erhürman diyor ki;

-Kıbrıslı Rum hangi haklara sahipse, Kıbrıs Türkü çocuk da aynı haklara sahiptir. Kıbrıs Rum halkı adada ne kadar egemense, Kıbrıs Türk Halkı da o kadar egemendir. Kıbrıs Adası üzerinde ve etrafında ne varsa Kıbrıs Türk halkı bunun ortağıdır. Geçiş kapılarının rahatlaması gerekiyor. Mülkiyet konusundaki görüşmelere devam edilmeli. Evliliklerden doğan çocuklara Avrupa Birliği vatandaşlığı verilmeli.

Cumhurbaşkanı Erhürman; “Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Türk Devletler Topluluğu ve İslam İşbirliği Teşkilatı örgütlerinde de konular anlatılacak, ele alınacak.” Diyor. Daha ne desin.

Bir müddet sonra önce CTP kendi içinde bunları tartışacak, sonra Rum kesimi. Öyle ki “Tufan Erhürman da nereden çıktı?” bile diyebilecekler. Ecevit rahmetlinin “tarihi yanılgı” sözü bu defa da gündeme gelebilir.

Cumhurbaşkanlığı yerleşkesini halka açan, rakipleriyle kucaklaşan Tufan Erhürman Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. ODTÜ ve Hacettepe Üniversitelerinde dersler de verdi, Adalet Bakanlığımızda da bir süre çalıştı. Halen adadaki üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev yapıyordu. Dilerim kurmaylarını da liyakat sahibi aydınlardan seçer. Çünkü Ersin Tatar’ın yanında ve televizyonunda çalışanlar daha sonra onun aleyhinde kampanya yürüttüler. Güven en önemli gelişmedir. Güven olunca yatırım da peşinden gelir.

Dilerim aynı hataya düşmez. Kıbrıs meselesini en iyi bilen ve takip eden Kıbrıs Türkü Gazeteci Sabahattin İsmail’dir. Bu takibi kendine milli bir görev olarak algılıyor. Doğruya doğru eğriye eğri diyor. Bendeniz de kendisiyle tanışmak için sabırsızlanıyorum.

Filistin Tarihinin Çirkin Yüzü

Katil İsrail’in aylarca bombaladığı Filistin le ilgili yaptığım bir araştırma;
Evet; Tarih1918 Pusuya düşürülüp şehit edilen Türk Askerî Birliği
Filistinli çeteciler yakalayıp soydukları Türk Yüzbaşının dürbününü işe yaramaz düşüncesi ile kendisine doğru uzatırlar.
Yüzbaşı: Hayır der ve ekler; Uzakları gören bu aleti iyi saklayın.
Bu çöllerde gelecekte bir gün Türk askerinin çarığını bununla arayacaksınız..!
*
1’inci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle işbirliği yapıp ayaklanan, askerlerimizi taşıyan trenleri bombalayan, Mehmetçiklerimizin ölüsünün gözünü bile oyan (Tam 15.000 Türk askerinin gözü kör edildi.), 1991 yılında kendi topraklarında PKK’yı eğitip, tıpkı Kaddafi gibi Kürdistan kurulmalı diyen, Ermeni Soykırımı yalanında Türkler soykırım yapmıştır ve en son KIBRIS İŞGAL ALTINDADIR yaygarası koparan Filistin değil miydi?
Bize yaptıkları büyük ihanetlerin bedelini ödüyorlar şimdi.
Arap sevicilerinin palavralarına inanmayın.
Toprak satmakla bitmez diyordu Arafat, şimdi ölülerini gömecek mezar yerleri bile kalmadı.
(Sıla Yazıcı)
*
Gazzenin kumundan çokmuş meğer kalleşi,
Nasıl sırtından vurur insanı din kardeşi,
Dönün yiğitler, dönün geri,
Türk’e Türkten başka dost bulamadım.
Filistin, Trablusgarp, Yemen illeri
Hangisini kanım ile sulamadım,
Gezdim cephe-cephe bütün çölleri,
Burnumda tüttü köyümün deli gülleri,
Türk’e Türkten başka dost bulamadım.
Üstünüze titredik, busatımızı bitledik,
Susuz kaldık, aç kaldık, biraz azık istedik,
Süngümüzle kızgın kumu eşeledik,
Türk’e Türkten başka bir yudum su,
verecek kul bulamadım.
Dönün, yiğitler, dönün geri,
Kurumadı mendilimde alın teri,
Müslüman gardaşın bitmedi kini,
Türk’e Türkten başka yar bulamadım.
Çok özledim yârimi, anamı,
Selam ederim bubama, ellerinden öperim,
Dönün yiğitler, dönün geri,
Türk’e Türkten başka dost bulamadım.
Mehmet Hüseyin Çavuş, 1914
*
Türk tarihini incelerseniz ‘’Türk’ün tarihi dostu kendisidir’’ olduğunu görürsünüz,
Arap’tan dost olmaz!
Yaşanan yakın tarihi vakalardan;
‘’Araplar; 1900 yıllarda Anglo-saksonlarla işbirliği yaparak Türk’ü arkadan hançerlemiş ve topraklarına onları yerleştirerek, Güney bölgelerimizin işgaline yardım etmişlerdir. Türklerin içlerine sızarak genellikle şeyhülislamlık makamlarına gelmişler. Çıkardıkları fetvalarla, Anadolu Türklerini aşağılamışlar, yönetimin güvenine dayanarak Kavm-i Necip (üstün kavim) unvanıyla her türlü hileye başvurmuşlardır. İngiliz Lawrence’le işbirliği ederek onları korumak amacıyla orada bulunan Türk askerini arkadan hançerleyerek Arap çöllerinde binlerce Vatan evladını şehit etmişlerdir’’.
*

Filistin halkına bugün yapılan alçak ve acımasız İsrail saldırılarına elbet karşı olacağız ve yapılması gereken her eylemin yanında ve destekleyicisi olacağız. Gerçek şu ki sadece güvenliğimiz adına; İnsanlık adına!

Cehennem ve İlahî Merhamet (2)

     O kâfirler hakkında iki ihtimal var.

     Ya ölümle yokluğa gönderilecek

     veya daimî azapta kalacaklar.

     Vicdanına dikkat etsen,

     var olmanın, velev cehennemde de olsa,

     yokluğa nisbetle merhamet ve hayır olduğunu anlarsın.

     Çünkü yokluk şerr-i mahz / sırf şer, bütünüyle şerdir.

     Dünyadaki idam ve müebbet hapis cezalarını mukayese etmek,

     bunu daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

     İdama mahkûm biri,

     cezası müebbet hapse çevrilince sevinir.

     Çünkü bir miktar daha yaşayabilecektir.

     İşte -temsilde hatâ olmasın-

     ebedî yokluğa nisbetle, ebedî cehennem cezası;

     daha alt bir cezadır,

     kâfir hakkında bir çeşit rahmettir.

     İyi tahlil edip / incelersen,

     yokluğun bütün musibet ve günahların kaynağı olduğunu anlarsın.

     Vücud ise, cehennemde de olsa, hayr-ı mahz / sırf hayır, bütünüyle hayırdır.

     Azabın kendi cinayet ve isyanına mukabil, onları izale eden bir ceza olduğunu bilmek,

     cinayetin utanç yükünü hafifletmek için ruhu razı etmesi ve

     “O haktır, ben de buna müstahakım” demesi, ruhun fıtratının şanındandır.

     Hatta adalet sevgisiyle, bu cezadan lezzet alır.

     Dünyada namus sahibi nice insan, işlediği cinayetin utanç perdesini kaldırması için,

     kendine had cezasının uygulanmasını iştiyakla arzulamıştır.

     Her ne kadar cehennemdeki hayat ebedî bir hayat

     ve cehennem kâfirler için daimî bir mesken ise de,

     amelin cezası bitince, hak kazanma tarzında değil,

     bir lütuf şeklinde onların hayırlı amellerine, bir mükâfat olarak çok hafifletmelerle beraber,

     oraya bir nevi ülfet ve alışma olacaktır.

     Hadisler buna işaret etmiştir.

     Meselâ şu hadisler bu meyanda hatırlanabilir:

     “Allah mahlûkatı yarattığı zaman yanında bulunan, Arş’ın gerisindeki bir kitaba şunu yazdı:

     ‘Muhakkak ki rahmetim gazabıma galebe çalmıştır.’ ” (Buhârî, Tevhid 15)

     “Allah, rahmeti yüz parçaya böldü. Bundan doksan dokuz parçayı kendine ayırdı.

     Yeryüzüne geri kalan bir parçayı indirdi.

     Bunu da cin, insan ve hayvan mahlûkatı arasında taksim etti.

     Bu tek parça sebebiyledir ki, mahlûkat birbirlerine karşı merhametli davranır.

     At bu sayede, yavrusuna basmak endişesiyle ayağını kaldırır.” (Buhârî, Edeb 19)

     “Allah’ın yüz rahmeti var.

     Bunlardan biriyle,

     mahlûkat kendi aralarında birbirlerine merhamet gösterirler.

     Doksan dokuz rahmet de Kıyamet günü içindir.” (Müslim, Tevbe 20)

     Bu da, onlar buna lâyık olmamakla beraber,

     onlara bir çeşit merhamettir.

     İnsan zor ve çetin şartlar altında bir süre kaldıktan sonra, gittikçe o hâle alışır,

     ülfet eder, şartlar aynı olmakla beraber, ilk günlerdeki kadar etkilenmez.

     (İşârâtü’l-İ’câz, Tercüme ve Dipnotlar: Doç Dr. Şadi Eren’den yararlanılarak yazılmıştır.)

101. Vefat Yıldönümünde Ziya Gökalp

Türkçülük düşüncesinin öncüsü Ziya Gökalp, vefatının 101. yılında anılıyor.

“Türkçülüğün Esasları”, “Kızıl Elma”, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” ve “Altın Işık” adlı eserlere imza atan şair, yazar, düşünce insanı ve bürokrat Ziya Gökalp’in vefatının üzerinden 101 yıl geçti. Tam adı Mehmet Ziya olan usta edebiyatçı, Vilayet Evrak Müdürlüğünde uzun yıllar hizmet veren Mehmet Tevfik Efendi ile bölgenin tanınmış ailelerinden Pirinçcizadeler’in kızı Zeliha Hanım’ın oğlu olarak 23 Mart 1876’da Diyarbakır’da dünyaya geldi.

Rüştiye-i Askeriyye’ye (askeri ortaokul) 1886’da başlayan Gökalp, son sınıftayken babasını kaybetti.Ziya Gökalp, 1890’da amcası Müderris Hacı Hasip Bey’den geleneksel İslam ilimleriyle ilgili ders almaya başladı. Aynı yıl İstanbul’a giderek lise eğitimine başlayan yazar, 1891’de geri dönerek, ikinci sınıfa Diyarbakır’da devam etti. İstanbul’da yatılı Mülkiye Baytar Mekteb-i Alisi’ne 1896’da kaydolan yazar, amcasından Arapça ve Farsça, okul müdüründen ise Fransızca dersleri aldı. Okula alınmadığı için baytarlık eğitimini tamamlayamadı Usta kalem, 1898’de, 4. sınıfa geçtiği yaz tatilinde Diyarbakır’da gizli toplantılara katılmak, izinsiz cemiyet kurmak ve zararlı yayınları okumak suçlamasıyla tutuklandı. Bir müddet sonra serbest kalarak İstanbul’a dönen Gökalp, okula alınmadığı için baytarlık eğitimini tamamlayamadı. Geleneksel ilimlerde kendisinden faydalandığı amcası Hacı Hasib Efendi’nin kızı Vecihe Hanım ile 1900’de evlenen yazar, kısa süre memuriyetlerde bulundu, askeri okulda Fransızca öğretmenliği yaptı. Gökalp, dönemin yoğun siyasi ortamının da etkisiyle İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu ve muhalif hareketlerin içinde yer aldığından 1900’de 9 ay tutuklu kaldı. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla İttihat ve Terakki Cemiyetinin Diyarbakır Şubesini kuran yazar, 1911’de Selanik İttihat ve Terakki Mekteb-i Sultanisi’nde Türkiye’nin ilk sosyoloji derslerini verdi.Başarılı edebiyatçı Balkan Savaşları başlayınca İstanbul’a dönmek zorunda kaldı, 1912’de yenilenen Meclis-i Mebusan seçimlerinde Ergani Milletvekili olan Gökalp, aynı yıl meclis feshedilince Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi) sosyoloji profesörü olarak ders vermeye başladı.Yazılarıyla “Genç Kalemler” dergisine katkı sundu. Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem’in çıkardığı “Genç Kalemler” dergisine şiir ve makaleleriyle katkıda bulunan Gökalp, birçok dergi ve gazete için düşünce yazıları kaleme aldı. Ziya Gökalp, şiir ve edebiyatın toplumun anlayabileceği bir düzeyde tutulmasını savunarak, “sanat toplum içindir” düşüncesinden hareketle eserlerini kaleme aldı. Dönemin edebi akımlarının, dili ağır ve anlaşılmaz bir hale getirdiğini düşünen yazar, dilde sadeleşme ve şiirde hece ölçüsünü savunan “Yeni Lisan” hareketi içinde yer aldı. Usta kalem, sanatın elit bir topluluğun malı olmasındansa halka mal edilmesi gerekliliğini savundu.Yazdığı eserleri yalın, şiirlerini ise “milli ölçü” olduğunu söylediği hece ölçüsüyle kaleme alan Gökalp, ilk eserlerinde Ziya, Ziyaeddin, Mehmed Ziya, Hüseyin Vedad, Tevfik Sedad, Mehmed Mehdi, Mehmed Nail, Demirtaş, Celal Sakıb takma adlarını kullandı.Ord. Prof. Mehmet Fuad Köprülü, yaptığı bir açıklamada, yakınlarının, mahcup, sessiz, mütevazı, durgun, suskun ve sıkılgan olarak tanımladığı Gökalp’in kuvvetli bir hafızaya, Doğu ve Batı hakkında geniş ve sağlam bilgilere sahip olduğunu söylemişti. Başarılı yazar, 1911’de okuyucuyla buluşan “Genç Kalemler” dergisindeki “Altın Destan” manzumesinde ve sonraki hemen hemen tüm eserlerinde “Gök Alp”, Ziya Gökalp imzasını tercih etti. Yazar Gökalp, toplumsal anlamda bir inkılap gerçekleştirmek için toplumun duygusal ve ruhsal anlamda buna hazırlanması gerekliliğine inanarak, yazı ve şiirlerini bir propaganda aracı olarak kullandı. Toplumu duygusal olarak hazırlayabileceği ortamın sanat olduğunu düşünerek ideolojisini eserlerinin içine yerleştiren Gökalp, dilin ve edebiyatın tüm imkânlarını seferber ederek Türkçü ve Turancı motiflere yer verdi. “Turan” şiiri ile başlayan “Kızıl Elma” kitabını 1914’te yayınladı. Usta edebiyatçının 1914’te yayınladığı şiir kitabının ismi Kızıl Elma, kitabın ilk şiiri ise Türklerin tek bir devlet içerisinde yaşama arzusunu vurgulayan “Turan”dı. “Vatan ne Türkiye’dir Türklere / Ne Türkistan Vatan / Büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” dizelerinin sahibi Gökalp, toplumcu bir düşünce insanı olmasının yanında milliyetçilik düşüncesini Turancı ideolojiyle destekleyerek eserlerinin içerisine yerleştirmesiyle dikkati çekti. Bu şekilde sanatsal bir hazdan ziyade faydacı bir yaklaşım benimseyerek eserleri aracılığıyla toplumdaki milli duyguları canlandırmayı amaçladı. Gökalp, gerçekleştirilmek istenen inkılabın sosyal düzlemdeki temelini hazırlamak amacıyla yazdığı “Yeni Hayat” eserini 1918’de, şiir ve düzyazı şeklinde kaleme aldığı, Keloğlan, Küçük Şehzade ve Ala Geyik adlı halk hikâyelerine yer verdiği “Altın Işık” eseri ise 1922’de okuyucuyla buluşturdu. Dünya Savaşı sonrası 1919’da işgal güçleri tarafından tutuklanarak sürüldüğü Malta Adası’ndan 1921’de Türkiye’ye dönen yazar, Diyarbakır’da Küçük Mecmua dergisini çıkardı. Yeni Mecmua dergisini yeniden yayımlayarak burada da yazmaya devam eden edebiyatçı, 1923’te Diyarbakır mebusu olarak Meclis’e girdi. Eserlerinde “millilik” vurgusu yapan Gökalp, 1924’te yayınlanan “Türkçülüğün Esasları” kitabıyla “Türkçülüğün fikir babası” olarak anılmaya başladı. “Milliyet, eğitime dayalıdır”Kendisinin ırkıyla ilgili tartışmaların yaşandığı bir dönemde yaptığı açıklamada, Türk ırkına sahip olduğundan emin olduğunu ancak aslında bunun önemsiz olduğunu dile getiren Gökalp, “Sosyolojik çalışmalarımdan öğrendim ki milliyet, eğitime dayalıdır.” değerlendirmesinde bulunmuştu. Gökalp, hastalığı dolayısıyla kaldırıldığı hastanede 25 Ekim 1924’te hayata veda ederek, Sultan Mahmut Türbesi haziresine defnedildi. Alper Çağlar ile Doruk Acar’ın yapımcılığını üstlendiği, 15 Temmuz’a giden süreçte Polis Özel Harekâtın hikayesini anlatan mini televizyon dizisi “Börü”de, Gökalp’in, “Düşman yine öz yurduna el attı/ Mezarından Ata’n kılıç uzattı/ Yürü diyor, hakkı zulüm kanattı/ Attila’nın oğlusun sen unutma” dizelerinin olduğu, “Türk Oğullarına” şiirine yer verildi. Yapımcılığını Bozdağ Film’in üstlendiği Mehmetçik Kut’ül Amare’de de yine Gökalp’in: “Cenk meydanında nice koç yiğit/ Din ve yurt için oldular şehit/ Ocağı tütsün, sönmesin ümit/ Şehidi mahzun etme ya Rabbi!/ Soyunu zebun etme ya Rabbi!” şeklindeki dizelerin yer aldığı “Asker Duası” eseri kullanıldı.Usta edebiyatçının kaleme aldığı eserlerden bazıları şöyle:Şiir: “Şaki İbrahim Destanı” (1908), “Kızıl Elma” (1914), “Yeni Hayat” (1918), “Altın Işık” (1923)Deneme-düşünce: “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” (1918), “Türkçülüğün Esasları” (1923), “Doğru Yol” (1923).Kaynak: AA

Ziya Gökalp, istanbul, Politika, Edebiyat, Kültür, Güncel, Son Dakika

Son Dakika › Güncel › Ziya Gökalp’in 101. Vefat Yıldönümü – Son Dakika

Cehennem ve İlahî Merhamet (1) 

     Küfür / Allah’ı inkâr mâsiyeti / günah ve imansızlığı;

     Az bir zamanda olmakla beraber, cezası ebedî ve sonsuzdur.

     Cezanın sonsuzluğuna sebep ise,

     Küfrün mahdut / sınırlı ve hudutlu bir zamanda;

     Sınırsız bir cinayet oluşu yüzündendir.

     Çünkü küfür üzere / imansız olarak ölen bir kimse,

     Şayet dünyada ebedî ve daimî kalsaydı,

     Ebedî olarak kâfir olmakta / imansızlıkta devam edecekti.

     Çünkü, ruh cevheri bozulmuştur!

     Bu durumda olan bozuk bir kalb,

     Sonsuz cinayete elverişli bir hâldedir.

     Küfür / Kâfir oluş durumu, her ne kadar sınırlı bir zamanda yapılmış olsa da,

     Sonsuz olana, yani Hz. Allah’a karşı işlenmiş bir cinayettir.

     Sonsuz olanın vahdaniyetine / Allah’ın birliğine şahitlik yapan bütün kâinatın

     Sonsuz şehadetlerini / Yaratan’ı gösteren şahitliklerini yalanlamaktır!

     Küfür, sonsuz nimetlere karşı bir küfran ve nankörlüktür.

     Küfür, Allah’ın gayr-i mütenahi / sayısız İlâhî zât ve sıfatlarına karşı bir cinayettir.

     “Ne Arz’ım / Dünya, ne Semâ’m / Göğüm Ben’i içine almadı!

     Ama mü’min kulumun kalbine yerleştim.”

     Mealindeki kudsî hadîsin sırrıyla,

     İnsanın vicdanı, her ne kadar dış görünüşü

     Ve mülk / yer cihetiyle sınırlı ise de,

     Bâtını / içi ve melekûtu / hâkimiyeti cihetiyle kökleri, ebede uzanır.

     Bu cihetle o, sonsuz gibidir.

     İşte bu vicdan, küfürle / imansızlıkla kirlenir, bozulur.

     Çünkü iman, ebedî lezzetleri içeren meyveler veriyor,

     Fakat ebedî elemlerin, kendisinden meydana gelmesi de,

     Küfrün / inançsızlığın şe’ninden / hal ve tavrından meydana gelir.

     Çünkü iman ve küfür birbirine tamamen zıddır.

     Ama bu, her ikisine de ebedî karşılık verilmesine engel değildir.

     Biri ebedî saadeti netice verirken, diğeri ebedî hüsranı netice verir.

     Bunları düşünce süzgecinden geçirdiğimiz takdirde, küfür sebebiyle

     Sonsuz cinayete mukabil; sonsuz cezanın tam bir adalet olduğu sonucuna varırız.

     Az bir şer / fesat ve kötülük gelmesin diye, büyük bir hayır terk edilse, çok şer olur.

     Çünkü İlahî hikmet,

     Hakikî hakîkatlerden kat kat fazla olan nisbî / kıyasî hakikatlerin

     Ortaya çıkmasını iktiza eder / gerektirir.

     Bu ise, ancak şerlerin vücuduyla olur.

     Şerri bir sınırda durdurmak ve tuğyan ve azgınlığına engel olmak,

     Ancak korkutmakla gerçekleşir.

     Bu korkutmanın vicdanda hakikî tesiri,

     Bunu tasdikle ve hariçte bir azabın olmasıyla tahakkuk eder / gerçekleşir.

     Çünkü akıl ve vehimden farklı olarak vicdan;

     Ancak ve ancak çeşitli emarelerle, hariçte vücudu olan ebedî bir azabı anlamakla,

     Tesir altında kalır.

     Bu durumda dünyada, cehennem ateşinden korkuttuktan sonra,

     Âhirette bunun gerçekten var olması, hikmetin ta kendisidir.

Evliya’ullâhtan Sivri-Hisarlı Ali Dede (XV. yy)

Eskişehir’in Sivrihisar İlçesi, İç Anadolu Bölgesi’nin kuzeybatısında yer alır. İlçe merkezi Eskişehir’e 95 km. mesafededir. Doğusunda Günyüzü ve Ankara; batısında Mahmudiye, Çifteler; kuzeyinde Mihalıççık ilçesi; güneyinde Emirdağ ve Çeltik ilçesi ile çevrilidir[2]. Bu yıl (2025) Ağustos ayının sıcak bir günü Eskişehir-Sivrihisar İlçesine dostum Atilla AYVA ile birlikte gitmiştik. Birlikte gerçekleştirdiğimiz daha önceki ziyaretlerde olduğu gibi Türklüğün bu kadim şehrinde tarihî mekânlara uğramayı planladık. Bu ilçenin tarihî bağlı olduğu Eskişehir’e (Sultanönü Sancağı) kıyas edilirse daha da eski olduğunu düşünenler bile vardır. Tarihî eserleri, yetiştirdiği şahsiyetler itibariyle bölgenin bir övünç kaynağıdır. Hatta Nasrettin Hoca’nın doğum yeri (Sivrihisar’ın Hortu Köyü 1208’de) olması itibariyle “Dünyanın Merkezi” olduğu da farz edilmektedir. Şahsımın doğum yeri Konya/Akşehir olduğu için Rahmetli Orhan Keskin Ağabeyim başta olmak üzere birçok Sivrihisarlı büyüğüm ve arkadaşım “Hilmi kusura bakma Nasrettin Hoca Sivrihisarlıdır” dediğine tanık olmuşumdur. Hâlbuki Türk Dünyasının tüm coğrafyasında “Nasrettin Hoca Türbeleri” vardır ve fıkraları anlatıla gelmektedir. Esasında  Bayrak Şairi  Arif Nihat Asya şu dizeleriyle iki ilçeyi buluşturmuştur: “Bir beşik kalmış Sivrihisar’da / Akşehir’de bir mezar/ Sayesinde akraba olmuşlar/ Akşehir’le Sivrihisar….” Bu dizeler Türkistan’dan Balkanlara kadar uyarlanabilir. Eşim Müjgan Hanım, oğlum Göker ile birlikte Romanya/ Babadağ-Köstence’de “I. Uluslararası Sarı Saltuk Buluşması 9-12 Kasım 2012[3]” etkinliklerine katılmıştık. Yavaş yavaş yürüyerek Sarı Saltuk Türbesine giderken yanımızda konuşmaları Anadolu Türkçesi olan bir teyze ve eşi de yürüyordu. Kıyafeti Anadolu’da köylerimizdeki kıyafetle, başında tülbent ayağında şalvar konuşa konuşa türbeye yaklaşmıştık. “Teyze” dedim “biz Eskişehir’den geldik siz nerelisiniz?” “Evladım biz Bulgaristan’ın Nasrettin Hoca köyündeniz” deyince Hoca Nasrettin’i Özbekistan, Azerbaycan, Türkiye ve daha otuzun üstünde yerdeki türbeleri anlamış; onun “ortak miras şahsiyet” olmasının önemini bir nebze de olsa kavramaya çalışmıştım.

         Bu satırlarda Sivrihisar’ın sessiz o denli de tarihî kayıtlara geçmiş Ali Dede’den bahsedeceğim. Atilla AYVA ile Sivrihisar’a her gittiğimizde sessizce türbesinde adeta Sivrihisar’ın öncü kimliği ile bizi (giderseniz sizi) karşılamaktadır. Gedik mahallesinde mütevazı hali ile uğrarsanız hoş uğramazsanız yine hoştur. Fakat türbe bakım gerektirmekteydi. Bu yıl (2025) emeği geçenlerden Allah razı olsun; bakımı da tamamlanmıştır.

Unutmamak gerekir ki bu türbeler ve tüm tarihî eserler Türk Milletinin her yerde tapu senetleridir. Sivrihisar Erken Türk Uygarlıklarından olan Frig Krallığından Oğuz Türkmen boylarına kadar Türklerle iskân olmuş kadim bir Türk coğrafyasıdır. Daha geniş bir yazımızda “Erken Türk Uygarlıklarından Oğuzlara Sivrihisar” başlığı ile kaleme alınacak yazıyı okuyucularla daha sonra buluşturmak üzere “Evliya’ullah’tan Ali Dede” üzerine yazımıza geçilebilir. Ali Dede’nin tarihî kaynaklardaki hatırası “Kitab-ı Cihan-Nümâ Neşri Tarihi”nden okunabilmektedir. “İkinci Bayezid devri ilim adamlarından Müderris Mevlana Mehmed Neşri tarafından Kitâb-ı Cihan- nümâ adı altında telif edilen ve Hicri 898 ( M. 1492) yılında tamamlanarak o tarihlerde padişaha sunulduğu tahmin olunan ve “Neşri Tarihi” adı altında tanınmış bulunan eserin, XIV. ve XV. Yüzyıl Osmanlı tarihi olayları hakkında, çağdaş diğer yazma Osmanlı tarihlerine nazaran daha tafsilatlı ve çeşitli bilgi verdiği malumdur”[4].

Ali Dede’nin Türbesine girildiğinde sağ taraftaki duvarda “Ahmet Bican ATMACA” tarafından Neşrî Tarihinden sadeleştirerek daktilo edilen Ali Dede’nin aşağıdaki “Hayat Hikâyesi” bulunmaktadır.

Sadeleştirilmiş yazıya girişte şu açıklamalar yazılmıştır: “Ali Dede merhum Yıldırım Beyazıt (d. 1354–ö. 1403) (Ali Dedenin ölümü II. Murat ( d. 1404-  ö. 1451 ) döneminde olduğuna göre gençliği Çelebi Mehmet ( d.1386 – ö.1421) dönemine rast gelmektedir H.Ö.) ile Selçuklu Beyliklerinden Karamanoğlu Beyliği dönemlerinde yaşamış bir Ahi büyüğüdür. Halk tarafından sevilmiş kendisine “EMİN İNSAN” denilmiştir. Osmanlılar ve Karamanoğulları döneminde yapılan savaşlarda Sivrihisar kadınlarını Karamanoğlu II. İbrahim’in zulmünden korumak için her zaman Ali dede görevlendirilmiş ve hizmet esnasında Karamanoğlu İbrahim’in askerleri tarafından şehit edilmiştir. Sivrihisar kadın ve kızları o zamandan bu yana türbesini ziyaret ederek Fatiha okur ve bir giysi ziynet eşyası takarlar. Türbesi adeta çeyiz evini andırır”[5]. Ali Dede’nin katledilmesi Osmanlı Padişahı II. Murat ( 1404-  1451 ) Karamanoğlu II. İbrahim’in (1406 – 1464) dönemlerinde vuku bulmaktadır. “Hikâyet-i hurûc-ı Murat Han İlâ Karaman bi gaaretihi” başlıklı bölümünde Ali Dede olayı anlatılmaktadır.  

Mehmed Neşri’nin “Kitab-ı Cihan-Nümâ Tarihi” özgün metin şöyledir:  Şöyle rivâyet olunur ki, çün Karaman oğlu İbrahim Bey ……. dört yanını yaka yıka, haramilikler ede ede, Sivri- Hisar’a geldi. Sivri- Hisarlı Karaman oğlu’nun hareketini duyup, dahi gelmezsizin kaçıp, hisara girmişlerdi. Karaman Oğlu zâlim, geldiği gibi, hisarı muhasara edip, savaş yürütmeğe başladı. Karaman oğlu Selamlık’tan yürüyüp, oğlu Kızılca – Kule’den yürüyüp, Varsak ok yağdırıp kale cengini ederlerdi. Selçuk Bey merhum, ol vakit Sivri-Hisar’da bulunup, ne kadar zimmi kâfir varsa öne tutup, halkı cenge haris edip, kaleden tüfek ve darbuzan yağdırıp, Karaman askeriyle ceng ederlerdi. Karaman oğlu dahi hisarı açlıktan ve susuzluktan bunaltıp, gaayel zebun etmişti. Kale dizdarı ve şehir uluları bir yere gelip, “Karaman oğlu hisarı darb-ı destle almak mukarrer oldu, Tedarik edin. Avret oğlan elden geçmesin, dediler. Ne kadar kız, gelin varsa ayağına papuç geydirip, geceyle Uğrun-Kapı-dan Mudurnu’ya göndermeyi reva gördüler. Kendileri(ni)n başlarına ne yazıldı ise göreler. Ol zamanda Ali Dede derlerdi, Evliya’u-llâhtan bir “aziz var idi.

Anı baş dikip ve bir nice mu’temedün “aleyh pirler dahi koşup; geceyle nısf-ul leylde Uğrun-Kapı’ya geldiler ki, kızı ve gelini alıp, kaçalar. Karaman oğlu dahi hisarın bunaldığını bilip, kapıları bekledirdi. “Ali Dede tecessüs etmeğe, kapıdan taşra çıkınca Uğru – Kap önünde kayalar ardında pusudaki halk Ali Dede’yi karvadilar. Hisardan çağrışıp eyitti(ler): “Bire zâlimler, ol kişiyi incitme(yi)n : Velâyeti zâhir olmuş kimesnedir., dediler. Ol zâ- limler eslemeyip, hemen başını kesip, şehit ettiler. Çünki Ali Dede’nin başı gövdesinden cüdâ düşüp, ba’dehü cesedinin üzerinde bir nice zaman dönüp, bülend avâz ile kelime-i tevhid ederdi. Karamanlı bu hali görüp, dahi nefesi tutulup, niye uğradıklarını ‘bilip, hemen Ali Dede’nin mübarek başını getirip, dahi bir nice zaman esneyip, hareket eyleyicek, bu kişiler Ali Dede’ye olan vakayı bir bir Karaman oğlu’na haber verdiler (Hicretin 845’i M. 1441-1442). Uğru – Kapı’dan taşra çıktığını, bunlar dahi karşı gelip, tuttuklarını, hisar bedenindeki halk çağrışıp “öldürme(yi)n, ol kişi velidir,, dediklerini, bunlar dahi öldürüp, öldürenin elleri kuruduğunu, merhumun başı gövdesinden cüdâ düştükten sonra cesedinin üzerinde nice zaman dönüp lå ilâhe illa’llah âvâzı geldiğini, Beylerine tafsîliyle “arz eylediler. Karaman oğlu bu kişilerin cevaplarını işidip, başın dahi hareketini görücek can başına sıçrayıp, “Bire beni er hışmına oğrattınız, deyip, Ali Dede’yi şehit edenin, buyurdu, boynunu vurdular. Andan Karaman oğlu, bir lahza, dahi tehir etmeyip, hemen o saat Sivri-Hisar’dan kalkıp, tâ Kütahya’ya gelince vurup, gaaret ettiler. Ol taraftan tâ Enguriye varınca ne Seyyid – Gazi’yi ve ne Bolvadin’i kodu, urdu. Elkıssa, ayağı bastığı yerlere zulmü kemalinde kıldı. Nesneler etti ki, dile almağa yaramaz. Ve dahi Akhisar’ı ve Bey-şehri yakup yıkıp, viran eyledi. Andan oğradığı yerleri yaka boza vilâyetine vardı. Karaman oğlu, Ali Dede’nin mübarek naşını alıp, bile gitmişti, iledip, Lârende (Karaman)’de defn edip, üzerine türbe yapıp, mübâlağa vakıflar koyup, ziyâret-gâh etti. Ve Sivri-Hisar halkı dahi, Karaman oğlu’nun gittiğini görüp, kaleden çıkıp, Ali Dede’nin namazını kılıp, mübarek cesedini alıdıp, hisar altında defn edip, anın-dahi üzerine türbe dahi yapıp ziyaretgah ettiler. Şimdi dahi ziyâret-gâhdır. İtikad ile türbesine ziyârete gelen hasta sıhhat ve şifa bulup gider. Rahmet ul-ilãhi aleyh[6]. Andan Sultan Murat (II), Karamanoğlu’nun yağı olup, iller urup, Müslümanlara ettiği hakaretleri işitip, asker-i azim cem ettikten sonra ne kadar kendisine tabi kafir çerisi varsa bile alıp, gelip Konya’ya çıkıp Karamanoğlu kaçıp, taşa girdi. Alaaddin Çelebi bin Murat Han babası ile yürüyüp, Karaman illerini yakıp Lârende’yi vurdu. Konya ve Lârende’yi cem-i vilayeti ile harap etti. Ol vakit ol kadar mezalim oldu kim, Osman Beylerinden o vakte değil kimsesi o kadar zulüm etmiş değildi.  Bunca mezalime sebep Karaman oğlu İbrahim Bey oldu. Ve bir cümle Karamanoğlu’nun hatunu ki, Sultan Murat’ın kız kardeşiydi. Anınla dahi veziri Kara Serveri Sultan Murat’a viribidi eyitti: beni devletli sultanımdan dilek edin. Ayrık tevbe-i rabbena bunun gibi bir iş etmeyeyim” dedi. Bunlar gelip Hünkarın ayağına düşüp tasarruf ettiler. Hemşiresi hünkara eyitti “ Çünkü gelip benim evimi böyle harap edecek idin, Beni buna verip ne dersin? deyip tasarruf edip ağladı. Hünkar terahhum edip Kara Server’e eyitti: Sen boynuna alır mısın ki ayrık şirret etmeye.. Kara Server eyitti “ Devletli Sultanım evvelki hatasından ben bile değildim. Ve bu hatasına dahi rızam yoktu. Hep Turgud oğlanlarının iğfası ile oldu. Kendi dahi hatasına mu’terif olup ben kuluna eyitti, var Hünkarı inandır, suçumu affettir dedi. Hünkâr dahi Karamanoğlu’nun yaramazlıklarına kalmayıp, suçunu affedip, dönüp gittiler. Ve bu hadise hicretin sekiz yüz kırk altısında (M. 12.V. 1442-30.IV. 1443)vaki oldu [7]. Karamanoğlu İbrahim Beyin Sultan Murat’dan aman dilemesi ve ona bilinen tarihî bir ahidname vererek Osmanlı-Karamanoğulları gerginliği duruldu. Paris ve Konya nüshaları bulunan ahidnamede şunlar yazmaktadır:

“İbrahim Beyin barışı sağlayabilmek ve varlığını devam ettirebilmek için Osmanlı padişahına vermiş olduğu sözler yer almaktadır. Her iki nüshada da büyük benzerlik gösteren fakat başlangıçları farklı olan mu’ahede şartlarını şu şekilde sıralamak mümkündür: Paris nüshasında şartlar kısmına: Merhum ve mağfür Mehmed Han oğlu Murad Begün şerif nefislerine ve canlarına ve ırzlarına ve dostlarına ve memleketlerine ve vilayetlerine ve vilayetlerindeki şehirlerine ve kalelerine ve kuralarına ve sınurlarına ve oturur raiyetlerine ve göçlerine ve beylerine ve vezirlerine ve sipahilerine ve kullarına ve etbaına ve eşyaına ve cemi taallükatlarına zahiren ve batınan hiç veçhile düşmanlik etmeyim ve ettirmeyim ve etmek isteyene dahi şerik olmayim ve muavenet etmeyim ve kimesne etmek dilese elümden geldüği kadar men ve def idem, Taksirlik etmeyim, dostlarına dost ve düşmanlarına düşman olam ve devletlerine ziyan gelecekyerde olmayim …. diye başlarken, Konya nüshasında ise; ziyade ibram ve inbisat etmeyim dostlarına dost ve düşmanlarına düşman oldum ve devletlerine ziyan gelecek yerde olmayım … diye başlamaktadır. Görüldüğü gibi her iki nüshanın şartlar kısmı, buraya alınmış olan son cümleleri ile aynılaşmakta ve metin, her iki nüshada da çok az istisna ile sonuna kadar aynı olarak devam etmektedir[8]”. Allah üzerine yeminederek, hiçbir şekilde ahidnamede sıralaya gelmiş olduğu ahdini bozmayacağını, ahdini bozup kefaret vermeyeceğini ve verdirmeyeceğini, yine Allah üzerine yemin ederek, ahdini bozarsa her eziyetin, zahmetin ve yeminin kendi üzerine olmasını, Allah’ı şahit göstererek dosdoğru and içtiğini, hile ve istisna yapmadığını ve ahdine muhalefeti olmadığını, ahdinin dışına çıkmayacağını şayet ahdini bozarsa elinde tuttuğu Tanrı kelamının (Kur’an-ı Kerim) kendisine ve çocuklarına düşman olmasını (veya kendisinden ve çocuklarından alacaklı olmasını) ve yeminin gereğinin kendi üzerine olmasını söylemekte ve mu’ahede; “yeminimize Allah vekildir ve O, vekil olarak bize yeterlidir[9]” mealindeki Arapça bir ibare ile sona ermektedir: “ve ‘llahu ‘ala ma nakulu vekilun ve hüve hasbi ve ni’me ‘l-vekil”. Metnin tamamında Karamanoğlu II. İbrahim Beyin ne kadar zor durumda olduğu açıkça görülür. Mu’ahede metni daha önce de belirtildiği üzere, Osmanlı sultanına övgülerle başlamakta ve sultana samimi olarak bağlılık ve hizmetkarlığı vurgulayan cümlelerle devam etmektedir[10]. Bu mu’ahede ile Osmanlı Devleti ve Karamanoğulları arasında bir barış tesis edilmiş ve bu barış bir müddet devam etmiştir. Karamanoğlu II. İbrahim Bey de en azından Sultan Murad’ın ölümüne kadar, yeminine sadık kalmıştır. Zira Haçlılarla Osmanlı Devleti arasında cereyan eden Varna ve II. Kosova savaşlarında, Osmanlı ülkesine taarruzda bulunmak yerine, Osmanlı ordusuna yardımcı kuvvetler göndermiştir. Görünen o ki İbrahim Bey bu dönemde Osmanlılarla uğraşmak yerine, yönünü güneye çevirmiştir ve buna bağlı olarak da 1448 yılında Kıbrıslıların elinde bulunan Gorigos’u zapt etmiştir[11]. Karaman ülkesinin Osmanlı devletine geçmesi, bilindiği gibi, Fatih Sultan Mehmed zamanındadır ve Karamanoğlu İbrahim Bey’in 868 (1464) de ölümü üzerine açılan mücadeleler sonucunda vuku bulmuş, fakat daha sonra da bu ülke üzerinde hakimiyet iddiaları bir müddet sürüp gitmiş, kesin ilhak II. Bayezid devrinde olmuştur[12]

Sonuç

Ali Dede’ye karşı askerlerinin işlediği cinayetten Karamanoğlu II. İbrahim Beyin pişmanlık duyması ve olaya karışanları cezalandırması arifler nezdinde bir nebze de olsa onu aklamıştır. Ayrıca Bizans ve Haçlılara karşı mücadele eden Osmanlı Devletine karşı II.  Murat Hana bir ahidname ile söz verip sözünü tutması da Türk tarihi açısından önemlidir.

Yazımızın bugünkü konusu “Evliya’u-llâhtan Ali Dede”nin başsız gövdesinin bulunduğu türbenin 2025 yılında Sivrihisar’da yeniden tamir ettirenlere teşekkür ve bu mekândaki Allah dostunun hatırasını yâd etmektir. Mübarek başı ise Neşri Tarihinde de anlatıldığı gibi Karaman’da bulunmaktadır: “Karaman oğlu, Ali Dede’nin mübarek naşını (Ali Dede’nin mübarek başını) alıp, bile gitmişti, iledip, Lârende (Karaman)’de defn edip, üzerine türbe yapıp, mübâlağa vakıflar koyup, ziyâret-gâh etti” Neşri’nin bu kaydı üzerine şu an elimizde bulunan belgeler üzerinden hareket edildiğinde Lârende’ninKaraman ilinin, ilk defa Gedik Ahmet Paşanın sadrazamlığı sırasında, H. 881 (1476) de, vakıflarının ve emlâkinin tesbit edildiğini görüyoruz ki, buna göre eyâletin ikinci livası Lârende idi ve şu suretle 11 şehir ve kasabadan mürekkep gösteriyordu. 1 — Konya, 2 — Lârende, 3 — Seydişehir ve Bozkır, 4 — Beyşehri, 5 — Akşehir, 6 — Ilgın, 7 — Niğde ve Şücaaddin ve Enduki 8-Ürgüb 9-Ereğli, 10 – Aksaray, 11 — Koçhisar. Lârende, H, 922 tarihinde (Tapu deft. No. 58) ve H. 929 tarihinde (Tapu deft. No. 392) sancak statüsünde idi ve mirlivâ olarak Mustafa Bey adında birisi bulunuyordu. Fakat kısa bir süre sonra, diğer bir tahrir defteri Lârende’nin sancaklıktan bozulup sipahilerinin Konya sancağı sipahileri ile sefere gittiklerini işaret etmektedir (Tapu defteri No. 387). Yani ayrı bir sancak beyi bulunmuyordu[13].

Kanunî Sultan Süleyman devrinde Lârende şehrinde 33 mahallede 462 hâne (ayrıca 18 gebran hanesi) ve 570 nefer kayıtlıdır. (387 Numaralı tapu defteri). Bu mahallelerin adları şöyle sıralanmıştır: Faruk, Kaşud, Dahhâk Hatip, Sekiz-çeşme, Seyyar Şeyler, Külhan (Savcı) Ömer-hoca, Ali-Şeyh, Bâzarı galle-i Köhne Hacı-cellâd, Kadı-dükâni, Kûçük-dede, Abbas, Ahi-Osman, Çelenk, Taptık-Emre, Mansur dede, Ebremlü Sarı, Kirişçi-pâre Hoca-Mahmud, Ulu-Zâviye, Karaltı Kiçi-Zâviye,  Hisar-İçi Emeksuan, Şam-bazarı Eski-Pazar-pâre,  Şeyh-Alâeddin, Zimmiyân,  Lârende’de bu tarihte bir imaret, 4 cami, 25 mescid, 7 medrese, bir dârülhadis, 3 dârülhuffaz, bir muallim-hane, 10 zaviye, 1 kalenderhâne, bir haydarî-hâne, 7 hamam, 246 dükkân, 65 sanduk (20 tanesi bedestende, 45 tanesi iplikçilerde), 13 vakıf hanesi mevcuttu[14]. M. Tayyib Gökbilgin araştırmasında tahrir defterlerinde vakıfların XII. Asırdan itibaren Kanunî Sultan Süleyman devri başlarına kadar genel tablosunu da vermektedir[15]. Bu vakıflar arasında “Neşri Tarihi”nde Karamanoğlu İbrahim Bey’in Ali Dede adına yaptırdığı vakfı bulamasak da mahalle isimleri de dâhil araştırmacıları bekleyen birçok başlık yer almaktadır.

Örneğin Taptuk Emre’nin Ankara/Nallıhan, Aksaray, Manisa/Kula, Afyon-Sandıklı, Sivas, Erzurum, Isparta Keçiborlu ve birçok yerde kabrinin olması ile isminin o yüzyıllarda  Karaman’da (Lârende) bir mahallede bulunması da dikkat çekicidir. Aynı şekilde Yunus Emre Türbesinin Sivrihisar, Karaman gibi Türk dünyasının birçok yöresi tarafından sahiplenilmesi arkeolog, mimar, tarihçi ve sanat tarihçilerini beklemekte olan konulardan sadece birkaçıdır. Lârende Ali-Şeyh (Dede) Mahallesi ismi ile Sivrihisar Ali Dede Türbesi de bunlar arasında bulunmaktadır.

Ali Dede gibi nice Allah dostunu hatırlama ve hatırlatma biz torunlarının birincil görevleri arasındadır. Türk milletinin çekildiği birçok vatan topraklarında camilerimiz, türbelerimiz, medreselerimiz, köprülerimiz, çeşmelerimiz, “Erken Türk Uygarlıkları” eserlerimiz yıkılmış ve Türk’ün hafızası yok edilmeye çalışılmıştır. Arkeoloji araştırmalarıyla ortaya çıkan Güney Doğu Anadolu’da Göbeklitepe, Karahantepe, Boncuktepe gibi Altay-Baykal-Türkistan bağlantısı ortaya konmuş Erken Türk uygarlıklarının bilinmesi bile örtülmeye çalışılmaktadır. Türk Milleti on binlerce yıldır getirdiği irfanının mayasıyla  her uygarlığın mirasına sahip çıkmış ve bugünlere getirmiştir. Fakat binlerce yıllık Balkan coğrafyasında bile Türk milletinden kalan tarihî eserlere karşı yapılan yok etme uygulamaları Türk Milletine yapılan haksızlığın en acı örneklerinden biridir. Anavatan Türkiye’de Türk evlatlarının atalarının bıraktığı tarihî ve manevî hatıralara sahip çıkması ise gelecek kuşakların varlık ve yaşama güvencesidir. Eserlerimizin unutulması ve kaderlerine terk edilmesi gelecek kuşakların da kimsesizliği ve yabancıların vicdanına bırakılması ile eş anlama gelmektedir. Türk’ün bunca acı ve kayıplarından sonra tarihinden kendisine emanet edilen hiçbir somut olmayan kültürel değeri, mimari eser yahut tarihi bir şahsiyeti unutma ve unutturmaya hakkı yoktur. Kitab-ı Cihan-Nümâ ve Ali Dede’nin Türbesini yeniden tamir ettiren “Yüksek Bilinç” Türk Milletine bunları anlatmaktadır.

Birçok Osmanlı tarihçisinin naklettiği gibiMehmed  Neşri de Türklerin Oğuz Han’a Zülkarneyn dediklerini yazarak, mutlaka Türk Milletine büyük bir görev vermekte aynı zamanda bir “bilinç dünyası/atmosferi” oluşturmak istemektedir: “Oğuz’la atası Kara Han arasında yitmiş biş yıl kıtal-ı kesire vaki olub ahir ül-emr Kara Han maktul olub Oğuz, atası elinde olan memalike bi’l-külliyye malik olub, sıyt u sedası artub şarkdan garbe varınca rûy-i zemine müstevli oldı. Ve bu kaziyye İbrahim Halil aleyhisselam zamanında idi Ana iman getürmişdi. Etrak (Türkler) şöyle zu’um  iderlerdi ki, Hak subha­nehu ve teala Kellam-ı Kadiminde zikr itdüği İskender – i Zü’l-Karneyn meğer bu ola dirlerdi”[16].

Kaynaklar

1-Ahmet Bican Atmaca, Ali Dede, Türbe İç Mekân Giriş Sağ Taraf Duvardaki Tanıtım Yazısı (Neşri Tarihinden Sadeleştirilmiş), Tarihsiz, Sivrihisar-Eskişehir.

2-Alaaddin Aköz, Karamanoğlu II. İbrahim Beyin Osmanlı Sultanı II. Murad’a Vermiş Olduğu Ahidname, Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl 2005, Cilt: 24 Sayı: 38:  71-92.

3-Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihan-Nümâ Neşri Tarihi I-II. Cilt, Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat, Mehmed A. Köymen, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1957.

4-M.  Tayyip Gökbilgin, XVI. Asırda Karaman Eyaleti Ve Lârende Karaman Vakıf ve Müesseseleri, s.29-38.

5-Orhan Keskin, Bütün Yönleriyle Sivrihisar, Bayrak Matbaası, İstanbul, 2001.


[1] Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü

[2] Orhan Keskin, Bütün Yönleriyle Sivrihisar, Bayrak Matbaası, İstanbul, 2001., s.21.

[3] I. Uluslararası Sarı Saltuk Buluşması 9-12 Kasım 2012, Editör: Gıyasettin Aktaş, Uluslar arası Kalkınma ve İşbirliği Derneği (UKİD) Yayınları, 2013, İstanbul.

[4] Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihan-Nümâ Neşri Tarihi I. Cilt, Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat, Mehmed A. Köymen, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1957, s. IX(Önsöz).

[5] Ali Dede Türbesi Girişinde Sağ Duvarda Çerçeveli Cam Korunaklı Duvar Yazısında Ahmet Bican ATMACA’NIN Açıklamaları (Neşri Tarihinden Sadeleştirilmiş,)-Sivrihisar-Eskişehir, Tarihsiz.

[6] Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihan-Nümâ Neşri Tarihi II. Cilt, Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat, Mehmed A. Köymen, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1957, s.637-641.

[7] A. g. e., s. 643.

[8] Alaaddin Aköz, Karamanoğlu II. İbrahim Beyin Osmanlı Sultanı II. Murad’a Vermiş Olduğu Ahidname, Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl 2005, Cilt: 24 Sayı: 38:  79.

[9] “Kendisine dayanılıp güvenilecek vekil olarak Allah yeter”. Nisâ / 81. Ayet’den ilhamla.

[10] Alaaddin Aköz, a.g. m. s. 81.

[11] Alaaddin Aköz, a.g. m. s. 82.

[12] M.  Tayyip Gökbilgin, XVI. Asırda Karaman Eyaleti Ve Larende Karaman Vakıf ve Müesseseleri, s.29.

[13] M. Tayyib Gökbilgin, a. g.,m.s. 32.

[14] M. Tayyib Gökbilgin, a. g.,m.s. 35.

[15] M. Tayyib Gökbilgin, a. g.,m.s. 36-38.

[16] Mehmet Neşri (I. Cilt), a. g. e., s. 11.