18.5 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 8, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Vücûdunu Mûcidine Feda Et

     İnsanın elinde ihtiyaç, zaaf, fakr ve aczinden başka bir şey yok! Üstelik insan her yerden, her yönden hücumlara uğramakta. Sayısız musibetlere düşmekte. Sayısız düşmanlarla karşılaşmaktadır. Bütün bunlarla karşı karşıya kalan bîçare / zavallı ve çaeresiz insanın ömrü çok kısa, hayatı ise gayet dağdağalı olup, sıkıntı ve zorluklar içinde geçmekte. Geçim derdiyle bocalayıp durmakta. Kalbi acılarla kıvranmakta, daima ayrılık belâsı içinde yanıp kavrulmaktadır.

     Gaflet içinde olduğu için, kabir ve mezarlıkları daimî karanlık bir kapı şeklinde görmekte! İnsanların birer birer, grup grup mezar denen, o karanlık kuyuya atıldıklarına şahit olmakta. Aslında böyle olmadığı hâlde, böyle sanmakta. Bu da insanı dehşete düşürmektedir. Çünkü Allah kuluna, kendisine nasıl muamele edeceğini sanıyorsa, ona öyle davranacaktır. Çünkü Allah, bir kudsî hadiste mealen: “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim.” diyor.

     Evet insan, aczi ve düşmanlarının çokluğundan dolayı, dayanacak bir istinat noktasına muhtaçtır ki, düşmanlarını def’ etmek için, o noktaya sığınabilsin. Ve bunun gibi ihtiyaçlarının çokluğu ve fakrının şiddeti dolayısiyle de, bir istimdat / yardım isteyecek bir noktaya muhtaçtır ki, onunla ihtiyaçlarını giderebilsin. Çünkü insan, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayansın. Ona güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona yönelsin. Tıpkı ayna gibi. Aynanın nesi var, mülküm diyebilecek? Herşeyi akisten ibaret. Zaten varlığı bu hiçlikten, bu mülkiyetsizlikten kaynaklanıyor. İnsan da bu vasıfta kendini görmeli ki, var olsun. Demek insanın varlığı yoklukta!  Yokluğu varlıkta! Yâni insan kendini var bilirse yoktur. Kendini yok bilirse, vardır. İşte insanın fakrı, bu mânâda anlaşılmalı.

     Güneşten ışık alan Kamer / Ay gibiyiz. Evet tıpkı ışığını Güneşten almakla ışıklanan Ay misali. Ay nasıl ki, ışığını Güneşe borçludur. İnsan da varlığını, hayat ışığını Güneşler Güneşi, her şeyin kaynağı Rabbü’l-âlemîn olan Allah karşısındaki fakrını bilmeye borçludur. Aksi takdirde varken yok hükmündedir. Yokluk bilinci ise varlığını gösterir. İşte insan, fakrını böyle idrak etmeli. Varlığını: “Vücûdunu, mûcidine feda et.” hükmünde ifadesini bulan yokluk bilincinde aramalıdır.

     İnsan yaratılıştan gayet zayıftır. Halbuki, her şey ona ilişir, onu üzer, ona acı verir. Hem gayet âcizdir. Oysa belâları ve düşmanları pek çok. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyaçları pek ziyade. Hem tembel ve güçsüzdür. Oysa hayatın külfeti son derece ağır. Oysa insan oluşu onun kâinatla ilişki kurmasını gerektirir. Üstelik sevdiği, alıştığı şeylerin göz önünden bir bir gidişi ve onlardan ayrı ve uzak kalışı, onu daima incitir. Bütün bunlara rağmen aklı, ona yüksek maksat ve baki meyvelerden haber veriyor. Fakat eli kısa, ömrü kısa. İktidarı, gücü, kuvveti ve sabrı azdır.

     Evet, yeryüzünü bir nimet sofrası yapan. Bahar mevsiminde arzı, bir çiçekistan gibi süsleyip, üstüne nice rızıklar serpen; çok cömert bir zâtın misafirine yani insana; fakr ve ihtiyaç içinde bulunması, nasıl acı gelebilir? Nasıl ağır olabilir? Aksine fakr ve ihtiyacı, hoş bir istek ve arzu suretini almalı. İştiha gibi fakrın artmasına sebep olmalı. Onun içindir ki: Kâmil, mükemmel ve olgun insanlar fakr ile fahretmiş / övünmüşlerdir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Allah’a karşı fakrını hissedip O’na yalvarmaktır. Yoksa fakrını halka karşı gösterip, dilencilik durumu almak değildir.

     Evet, Allah ârifi / Allahı lâyıkıyla bilen, aczden lezzet alır. Allahtan korkmaktan gerçekten mânevî bir haz alır. Evet, havf / Allah korkusunda tarifsiz bir lezzet vardır. Eğer, bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sorulsa: “En lezîz ve en tatlı hâlin nedir?” belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp, annemin tatlı tokatından korkarak, yine annemin şefkatli sinesine sığındığım hâldir.” Halbuki bütün anaların şefkatleri, ancak Rahmetten tecellî eden bir parıltıdır. Onun içindir ki: Kâmil / olgun insanlar, aczde ve Allahtan korkmakta öyle bir tad bulmuşlar ki, kendi kuvvetlerinden şiddetle kaçınıp, Allaha acz ile sığınmışlar. Acz ve Allah’tan korkmayı kendilerine şefaatçi yapmışlar.

     Kaldı ki, Cenabı Hakk’a ulaştıracak yollar pek çoktur. Bütün hak yollar Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatların bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha genel oluyor. O yollar içinde, Kur’an’dan alınan “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür.” yolu en güzeli olup, Aşk gibi, insanı kulluk ve ibadet yoluyla mahbubiyete, yâni sevilen bir kul olmaya ve Rahman ismine eriştirir.

Gerçek Yüzünü Göster

Altı yaşındaki torunum Asil, Apple ürünlerindeki bilgisayar yazılımı SİRİ’yi kullanmayı keşfetti. Bilindiği gibi SİRİ akıllı telefon ve bilgisayarlarda bir kişisel asistan ve bilgi gezgini olarak kullanılan yapay zekânın adı. Yalnızca sesinizi kullanarak kolayca arama yapmanızı, mesaj göndermenizi, uygulamaları kullanmanızı ve işlerinizi halletmenizi sağlıyor.

Torunum, Siri ile her konuda konuşmaya ve taleplerde bulunmaya başladı. O kadar çeşitli konularda soruları ve talepleri oldu ki Siri’yi şirazeden çıkardı diyebilirim.

Asil’in zihninde Siri nasıl bir varlık olarak şekillendi bilemiyorum. Ama bir ara “Hey Siri bana gerçek yüzünü gösterir misin?” diye sordu. Bu soru ve Siri’nin “ben görünmezim” cevabı beni hayli düşündürdü.

İnsanlar da çok karmaşık ve gelişmiş birer bilgisayara benzetilebilir. Bir bizim gözümüzle gördüğümüz fiziksel yapı (donanım) ve bir de içinde göremediğimiz zekâ, vicdan, merhamet, sevgi, adalet ve yardımlaşma duygusu gibi doğuştan yüklenmiş yazılımlar söz konusu. Yazılımlar insanın etkileşimde bulunduğu çeşitli etkenler sebebiyle sürekli güncelleniyor. Yapılan güncellemeler donanımın kullanımının etkinliğini veya doğuştan yüklü yazılımların çalışıp çalışmamasını belirliyor.

******************************

Hâkimler De İnsandır

Bir avukat olarak mesleğe başladığımda en çok şaşırdığım konulardan biri özellikle ceza hâkimlerinin en ağır cezaları verirken bile sıradan bir olay gibi soğukkanlı olmalarıydı. Bu doğaldı, çünkü mesela bir gün ağır ceza mahkemesi başkanı dostum “bugün çeşitli sanıklara verdiğim cezaların toplamı 500 senenin üzerinde oldu” demişti.

İster ceza, isterse hukuk davalarında verilen kararların çoğu taraflar için telafisi imkânsız çok ağır sonuçlar doğurabiliyor. Ama kararları veren hkimlerin davanın tarafları gibi etkilenmesi beklenemez. Tıpkı ağır ameliyatlar yapılan hekimlerin hastalarının yaşadıklarını aynen yaşamasının beklenmemesi gibi.

Ancak kendi HATASI ile hastasının ölümüne yol açan doktorun vicdan azabı çekmesi yaratılış kodlarına daha uygun bir davranıştır. O soğukkanlı görünüşün arkasındaki “gerçek yüzünü” görebilseydik bu tür hekimlere daha çok saygı duyardık.

Hakim ve savcıların da kendi hatalarıyla, haksız olarak, canlarından, hürriyetlerinden veya malvarlıklarından ettiği insanları düşününce rahat uyku uyuyamaması gerekir. Yargı sistemimiz hakim ve savcıların hata yapma ihtimalini büyüten bir yapıdadır. Ancak adaletin tecellisi için bir hukukçudan azami dikkat ve özeni göstermesini beklemek hakkımızdır.

Bu konuda duyarsızlık veya mesleki kanıksama içinde olan bir hakim insani vasıflardan soyutlanarak bir makineye dönüşmüş demektir ki bu hakimlik mesleği için kabul edilemez bir durumdur. Artık kalbi taşlaşmış bir hâkimin gerçek yüzünü görmek bizde hiç güzel bir duygu oluşturmayacaktır.

******************************

Prof. Dr. Sami Selçuk’tan Bir Hatıra

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami SELÇUK Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli hukukçulardan biridir. Mesleğinin ilk yıllarında bir ilçede görev yaparken ilçe kaymakamının kayınbabası olan ve ağır ceza mahkemesi başkanlığından bir emekli hâkimin kendisini ziyaretinde anlattıklarını hiç unutmamıştır:

“Görevini yaparken tasarlayarak insan öldürme suçundan birini, mahkeme olarak oybirliğiyle ölüm cezasına çarptırdıklarını, Yargıtay’ın onamasından, TBMM’den geçtikten ve cezanın yerine getirilmesinden sonra bir gün, yolda birinin ellerine sarılarak kendisine “hayatımı size borçluyum” diyerek teşekkür ettiğini, nedenini sorunca da “O adamı, sizin astığınız adam değil, ben öldürmüştüm” dediğini, o günden sonra da kendisinin doğru dürüst hiç uyuyamadığını anlatmaya ve ağlamaya başlamıştı.”

“Ve o başkan, birkaç ay sonra da ölmüştü. Ben ise, ömrüm boyunca ne bu anıyı ne de elbette o merhum başkanı hiç, ama hiç unutamamış, belleğimden hiç silememişimdir.”

******************************

Hata ile Değil Kasten Yanlış Karar Verenler

Hâkim ve savcıların içindeki çürük elmaların oranı, toplumun diğer kesimlerindeki oran ne kadarsa yaklaşık o kadardır. Ancak yargı sistemi bu çürük elmaları ayıklamak yerine ödüllendirir ve kritik yerlerde yetkilendirirse durum vahim olur.

Çürük elmadan kastım hukuki ve adil olmadığını bilerek -rüşvet, iltimas veya baskı altında kalmak gibi sebeplerle-yanlış kararlara imza atanlardır.

“FETÖ yargısının” hakim olduğu dönemde TSK’nın seçkin subaylarını hapislere atarak tasfiye eden hakim ve savcılar verdikleri kararların adil ve hukuki olmadığını biliyorlardı. Fakat yaratılıştan gelen vicdan ve ahlak gibi programlarını formatlayıp silip atan bir cemaat etkisi altındaydılar.

Fetö yargısının tasfiyesinden sonra getirilen belli bir kadronun da “hükümete uyumlu karar vermek” üzere formatlanmış olduğu anlaşılıyor. Siyasi içerikli davalarda “söz dinlemeyen” vicdanlı hâkimler yerine “söz dinleyen” formatlanmış hakimlerin tayin edilmesini nasıl açıklayabiliriz.

“Fetö borsası” iddiaları, İstanbul Anadolu C. Başsavcısının HSK’ya gönderdiği dilekçede anlattığı yargının içindeki rüşvet skandalları ahlaki bozulmanın yargıya yansımış örneklerindendir. “İş takibi ve aracılık yapan, rüşvete tevessül eden yargı mensuplarıyla” ilgili ne yapıldı bilmiyorum.

Uyuşturucu kaçakçılarının, yasadışı bahisçilerin, milyonlarca lira gasp edenlerin rüşvetle tahliye edildiğine dair anlatılanlar adalete güven duygusunu yok etmektedir.

Bir organize suç çetesi lideri ile eski İçişleri Bakanı eski Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, bir Yargıtay üyesi ve daha başka bazı yargı mensuplarıyla bağının olduğuna dair iddialar utanç vericidir. Hukuk Fakültesinde Anayasa hukuku hocam olan merhum bir bilim adamı/ politikacının uyuşturucu baronlarıyla ilişkisine dair okuduklarım içimi acıtmıştır.

Kötü örnekler yüzünden, “Yargı vasıtası ile hakkını alabileceğini kesin olarak düşünenlerin oranı, yüzde 80 civarında olması gerekirken, yüzde 20 civarında.” Yargıya güvenin bu kadar azalmasından özellikle “siyasi davalarda” hâkimlerin tarafsız davranacağına inananların sıfıra yakın olduğu kanaatine varıyoruz.

Yargının tarafsız ve bağımsız olduğuna olan inancı katleden iddia ve olaylar devletin temeli olan adalete güveni yok ediyor. Keşke bütün iddiaların muhataplarının “gerçek yüzünü” görebileceğimiz bir teknik imkânımız olsa.

Ben Kimim? Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi

Muhammed Binici’nin hazırladığı 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 176 sayfalık eseri; eşcinsellerle alâkalı incelemelerin, araştırma ve soruşturmaların notlarıdır.

Kitabın konusuyla uzaktan-yakından hiçbir alâkası olmayan bir toplantıda kitaplarını imzalarken berâber olduğum Sosyolog Prof. Dostum yanına gidip kendi adına kitap imzalatıp aldıktan sonra, yazarına benim için de imzalı kitap talep etti. İmzalarken, mâhiyetini bilmediğimden, tanıtım yazısı yazıp yayınlattıktan sonra kendisini bilgilendireceğim için telefon ve e-posta adresini de yazmasını istedim. Yazdı. Böylece aramızda bir sözleşme akdedilmiş oldu. Bir müddet sonra kitabı okuma fırsatı bulduğumda, kitabın ilk yarısındaki ‘Biz eşcinseller, sorumsuz anne ve babalarımızın günahlarıyız’ (s: 21), ‘Eşcinselliğimizin kökenleri, derinlerdeki âile dinamiklerimizde gizli bir pusuda yatar’ (s: 22), ‘Kahraman babası olmayanın, ne yazık ki yabancı erkekler kurtarıcısı oluyor’ (s: 23), ‘Eşcinsellik sapıklık değildir’ (s: 39) cümleleri, eşcinseller hakkındaki olumsuz düşüncelerimi pekiştirdi.  

Filmlerde eşcinsel figürlerin sempatik gösterilmesi, müzikle ilgili sahne sanatkârlarının eşcinselmiş gibi görünmeleri ve öyle görünenlerin ön plâna çıkarılması… Ve benzeri durumlar hep canımı sıkardı.

İlk aklıma gelen düşünce, ‘sözleşmeyi bozmak’ oldu.  Öteden beri eşcinsellerin, kader kurbanı, eşcinselliğin hastalık olduğu ileri sürüp eşcinsellerden yana tavır koyanların toplumu yanlış yönlendirdiğini, onların müdafaasını yapmanın gençleri eşcinselliğe yönlendirmek olduğunu düşünür, konu ile gizlice ilgilenmeyi bile kendime yakıştırmazdım. Yayınevi sâhibini de tanıdığım için böyle bir kitabı nasıl olup da yayınlamayı kabul ettiğini düşündüm, mâzeret bulamadım.

Tanıdığım ve güvendiğim Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın kitaba ‘Takdim’ yazısı yazdığını görünce; düşünce ve görüşlerimde hafif bir kırılma olduğunu hissettim. Sayfaları hızlı bir şekilde gözden geçirdim. İkinci yarıdan sonraki sayfalara geldiğimde, sözleşmeyi iptal etmeye gerek kalmadığını, taahhüdümü yerine getirebileceğimi anladım. 

Netice: Onları dışlayarak, toplumu eşcinsellerden kurtarmanın değil, eşcinselleri, eşcinsellikten kurtarmanın doğru olduğunu düşünmeye başladım. Toplu taşıma araçlarında özellikle de karşılıklı oturma imkânının bol olduğu metroda, gördüğüm eşcinselleri belli etmeden ve dikkatli bir şekilde tetkik ettiğimde hemen hepsinin mahcubiyet hatta utanç içerisinde olduğunu anladım. Hepsi öyle değildi. Olsun… Sayıları azalınca onların da mahcubiyetten kıvranacaklarını düşünüyorum. Sayılarını azalttıkça başarıya ulaşma şansımız artar.

Bilinmeli ki asıl suçlu eşcinseller değil, çocukları ve gençleri, çeşitli yollarla eşcinselliğe yönlendirenler ve özendirenlerdir.

*** 

Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın Takdim Yazısı:

Soner tıbbiyeyi yeni bitirmişti. Anne-baba çok sevdikleri çocuklarının doktor olduğuna sevinememişti. Çünkü onu evlendirmek isteyen ebeveyninden Soner önce bahanelerle kaçmış. Üzerine fazlaca gidilince eşcinsel (homoseksüel) olduğunu açıklamıştı. ‘Bu erkeklik oyununu daha fazla devam ettiremezdim’ diye kederli ifâdeyle durumunu izah ediyor ve ekliyordu, ‘Ben buyum, kendimi değiştirmek istedim, ama olmadı.’

Annesi gözyaşlarına engel olamayarak Soner’in açıklamalarını dinliyor ve çâresizlik içinde, ‘Bir şeyler yapın doktor bey. Oğlumun bu hâlini kabullenemiyorum. Lütfen bana ümit verin’ diyordu.

Eşcinsel Olmak

Homoseksüel olduğunu fark etmek, sadece ebeveyne değil, ergenin kendisine de acı verir, üzücü tepkiler doğurur: Suçluluk, korku, utanç, ayıp, reddedilme, yalnızlık, inançsızlık, öfke ve kendinden iğrenme duyguları yaşanabilir. İşin ilginci eşcinselliği savunan, toplumda âşikâre yaşamalarını isteyenler de çocuklarının eşcinsel olmasını istememektedir.

Vakamız Soner bu aşamaları geçmiş, artık yeni cinsel kimliğini benimsemiş durumdadır. Ancak eşcinsel dürtüleri olanların pek çoğu Soner gibi kabullenmeye yanaşmaz, sıkıntılar içinde kıvranır durur. Kabullendikleri takdirde ise fıtratlarıyla ve toplumla çatışma başlar, kişi yine mutsuz olur.

Sebebi Ne?

Acaba insanlar niçin karşı cinsi değil de hemcinsini şehvet objesi olarak tercih ederler? Bu konuda yapılan sayısız araştırma, belirli bir sebep bulamamıştır. Çünkü normal ve eşcinsel şahıslar arasında organik, genetik, yapı, biyolojik ve hormonlarla ilgili bir fark bulunamamıştır.

Yani eşcinsel bir şahısla normal cinsel yönelimli birinin kandaki hormon seviyeleri arasında bir fark olmadığı gibi kromozomları da aynıdır. Ancak eşcinselliğin ortaya çıkışında birçok teori ileri sürülmüştür:

•Bu teorilerden ilki, uygunsuz veya mevcut olmayan baba rolünün önemli olduğunu vurgulamaktadır. Aşırı sert, gaddar bir baba tipi kadar silik, şahsiyeti zayıf veya ilgisiz babaların çocukları da eşcinsellik riski altındadır. Veya babanın yokluğu durumunda, genellikle kadınlardan oluşan ortamda büyüyen çocuklarda da aynı risk vardır.

•Ayrıca çocuklukta cinsel tecavüze uğramak, ağır bir travma olarak eşcinsellik dürtülerini ortaya çıkarabilmektedir.

•Yine bazı anne ve babaların işledikleri bir hatayı da belirtmek gerekir. Bu ebeveynler, çocuklarına ‘keşke karşı cinsten olsaydın’ demekte, hatta onlara karşı cinsin elbiselerini giydirerek, karşı cinsiyetteymiş gibi davranarak büyütmektedirler. Anne-baba, bu ve benzer sözlerin ve davranışların çocuklar üzerinde yapacağı zararı hesaplayamamaktadır. Bu gibi telkinler kadını erkekleşmeye, erkeği kadınlaşmaya sürükler. Yaradılışı değiştirmeye kalkışmanın kötü sonuçlar vereceği herkesçe bilinmektedir.

•Hormonlu gıdaların artışı da suçlanmaktadır.

İnternete Girince

Maalesef bugün psikiyatri ilmi, eşcinselliği üçüncü bir cinsiyet olarak kabul etmekte, çözümün olmadığını ileri sürmektedir. Böyle eğilimleri olan ergen bunları internette okuyunca artık her şeyin bittiğine, kalıcı olarak eşcinsel olduğuna inanmaktadır. Yardım için başvurdukları hekim ise ona, ‘Boşuna uğraşma, kendini böyle kabullen’ telkinini vermektedir.

Ama insanlar, erkek veya kadın olmak üzere tasarlanmıştır; üçüncü bir cinsiyet yoktur. Dahası medeniyet târihi gösteriyor ki bir takım problemlerine rağmen insanın tabii (yâni anne-baba ve çocuklardan oluşan âile), gelecek nesillerin yetişmesi için en uygun ortamı oluşturur. Târih boyunca bütün devirlerde ve bütün topluluklarda durum böyledir.

Toplumda Yer Bulma

Bâzen normal erkek rolü oynayarak evlenip çoluk çocuğa kavuşan, ancak erkeklikten nefret eden veya cinsiyetine soğuk olan babalar gelir, toplumun baskısıyla böyle bir konumu seçtiklerini ve mutlu olmadıklarını söylerler. Ben ise kendilerine içinden gelen sapkın dürtüleri bastırmaya devam etmelerini tavsiye ederim ve eklerim: ‘Eğiliminizin gerektirdiği gibi davranacak olursanız inanın daha da berbat olursunuz. Ancak şimdi hiç olmazsa dinî ve vicdanî suçluluk hissetmiyorsunuz. Sabredin ve inşallah sabrınızın karşılığını bu dünyada da öbür dünyada da görürsünüz.’

Bu kişiler evlenip baba da olsalar, ömür boyu eşcinsel dürtülerini inkâr da etseler bu duygular onların peşini kolay kolay bırakmaz.

Bu yüzden onların çektikleri ıstırabı bilmeden, acı içinde kıvrandıklarının farkına varmadan acımasızca yargılamaktan kişi ve toplum olarak uzak durmalıyız. Çevremizde böyle kişileri gördüğümüzde onların problemlerini anlamaya ve yardımcı olmaya çalışmalıyız. Çünkü onlar ağır dürtülerin tesiri altındadırlar ve bâzılarının zannettiği gibi keyfî ve irâdî olarak bu yolu seçmiş değillerdir.

Sonra eşcinsel deyince sadece televizyon ve basında izlediğimiz gibi küstahça davranışlar sergileyen, kıvırtarak yürüyen, kadınsı giysiler giyen ve makyajlar yapan, olmadık maskaralıklar sergileyen tipler aklımıza gelmemelidir. Gerçek eşcinselleri gördüğümüzde onların normal cinsî eğilimli olduklarını düşünürüz. Tabii içlerinde kopan fırtınanın farkına bile varmayız.

Anne-Babanın Paniği

Oğullarında eşcinsel eğilim hisseden ebeveynin endişe duyması tabiidir. Bugünkü ortamda eşcinsel eğilimi olan ergenin karşılaşacağı o kadar çok problem vardır ki… Bâzı eşcinsel ergenler şiddetli bunalıma girerler. Ancak anne-babanın paniği sorunu çözmez. Aksine sıkıntıyı artırır.

Bazen Kuruntu Olabilir

Bazı durumda genci bunalıma sürükleyen eşcinsellik değil de eşcinsel olma korkusu veya kendini böyle sanma saplantısıdır. Bununla ilgili birçok örnek biliyorum.

Selim, kalçası masaya değince zevk duyduğunu söylüyordu. Bundan eşcinsel olabileceği sonucunu çıkarmış ve bunalıma girmişti. Olayı inceleyince kuruntulu bir tip olduğu ortaya çıkmıştı.

Ahmet 17 yaşına gelmesine rağmen sesinin inceliğinden ve sakallarının çıkmayışından yakınıyordu. ‘Acaba eşcinsel miyim?’ diye tedirginliğe girmişti. Hâlbuki ergenlik bulguları bazı kişilerde gecikebilirdi ve bu tamamen normaldi, eşcinsellikle ilgisi yoktu.

İsmet ise arkadaşları tarafından gayrimeşru ilişkiye teşvik edilmişti: ‘Zaten haram, bir de teklif edilen kadını iğrenç ve çirkin buldum’ diyordu. Bu haldeyken cinsel ilişkiye girmekte başarılı olamayınca eşcinsellik kompleksine sürüklenmişti.

Bu gibi durumlarda muhakkak bir psikiyatri uzmanından yardım istenmelidir. Böylelikle korkuları giderilir, gencin içinde kopan fırtınalar yatışır ve hayata daha olumlu bakar.

Eşcinsellik ‘Gey’likten Farklı

Bazı insanlarda eşcinsel eğilimler olabilir. Ancak mücâdele ile bunları yenebilir, bastırabilir veya gizleyerek yoluna devam edebilir.

Eşcinsellikle ilgili uzun yıllar araştırma ve terapi çalışmaları yapan, iki değerli eseri dilimize de çevrilmiş olan ABD’li Dr. Joseph Nicolosi, ‘Homoseksüel olduğu halde ‘gey’ etiketini ve bu etiketin îma ettiği her şeyi reddeden erkekler var’ diyor. Böyle olunca da, ‘homoseksüellik (eşcinsellik)’ ile ‘gey’lik iki ayrı kategori hâline geliyor. ‘Bu erkekler’ diyor Dr. Nicolosi, ‘Psikolojilerinde inkâr edemeyecekleri bir homoseksüel yönleri olsa da ‘gey’ kavramının işâret ettiği yaşama biçimini ve değerleri benimsemiyorlar: Bu yüzden de değer yargıları ile cinsel eğilimleri arasında çatışma yaşıyorlar. Bu tür erkeklerin kişilik gelişimi hikâyeleri eşcinsel arzularla yüklü olmasına rağmen, bu duygulara boyun eğmek yerine homoseksüel yönelimlerinin üstesinden gelmeyi hedefliyorlar .’

Sağlıklı Âile

İdeal âile tipi demek olan sağlıklı âilede baba otoriter roldedir; yani dışa karşı âileyi savunan, düzeni sağlayan, âile birliğini elinde tutan, gelir sağlayan kişidir. Her şeyden önce eşi ve çocukları için güven kaynağıdır. Çocuklar babayı anneye göre daha güçlü, daha bilen, daha çok saygı uyandıran kişi olarak bilirler. Anne ise çocuğun yanındadır. Şefkat doludur. İlgi ve sevgisini bebeğe dengeli ve tutarlı şekilde verebilir. Babanın yardımcısıdır, besleyen, büyüten, evde sıcaklık ve sevgi sağlayan kişidir. Âile ortamı sıcaktır ve muhabbet doludur. Böyle âilede büyüyen çocuk sevmeyi öğrenir. Sağlıklı âilelerde baba başkan, anne de yardımcısıdır. Eşler uyumludur. Anlaşamadıkları konuları birlikte konuşurlar. Konuşarak çözüm bulamadıkları çok ender durumlarda ise, son kararı verme sorumluluğu erkektedir.

Anne Otoriter ve Baba Silik Roldeyse

Günümüzde kadının statüsü gittikçe değişmekte, daha çok aktif olmakta, çalışmaya yönelmekte ve âdeta erkeksi rollere bürünmektedir. Kadını erkekten ayıran ruhî farklar bu şekilde törpülenmekte, kadın da erkek gibi hissi açıdan fakir ve bencil olmaktadır. Böylece evde kadının hâkim olduğu ‘anne tipi âile’ler gittikçe artmaktadır.

İşte annenin otorite rolünde olduğu, silik bir baba modelinin bulunduğu âilelerde erkek çocuk kendisine örnek ve rol model olarak baba yerine güçlü gördüğü anneyi seçebilmekte, davranışlarını annesine benzeterek ve taklit ederek kişiliğini ve cinsiyetini geliştirebilmektedir. Böylelikle bedenen erkek, ancak zihnen kadınlığa yatkın yâni cinsel kimliği bozuk şahıslar ortaya çıkabilmektedir.

Çocuklarımızı Eşcinsellikten Koruma

Günümüzde bu yüzden babalara büyük görev düşmektedir.

Babalar çocuklarına, özellikle onu örnek alacak erkek evlâdına daha çok vakit ayırmalıdır. Çocuğun en iyi arkadaşı olabilmek ümidiyle, coşku ve hevesle dürüst bir duygu ve sevgi alışverişine girmeye can atmalıdır. Çocuğunu yetiştirirken onun hayatında daha etkili ve aktif rol almayı istemelidir, içinden geldiği gibi hareket etmeli, çocuğuna baba sevgisi yaşatmalıdır. Otoriter yönünün olduğu kadar anlayışlı ve yumuşak tarafını da göstermelidir. İlgisini, sevgisini ve bağlılığını göstermek hevesiyle hareket etmelidir, işinde, meşguliyetinde varmak istediği hedeflerine bütün zamanını ayırmamalı, muhakkak çocukları dünyaya getirmenin sorumluluğunu yüklenmeye daha çok gayret göstermelidir.

Ne Yapmalı?

Eşcinsel eğilimleri olan çocuğu olduğunu öğrenen anne-baba en başta paniğe kapılmaktan kaçınmalıdır. Soğukkanlı olmakta fayda vardır. Delikanlı ile arkadaşça konuşmalı, problemini anlamaya çalışmalıdır. Duruma göre psikiyatristle görüşerek olayın boyutuna göre gence yardımcı olmaya çalışmalıdır.

Önemli olan da hemen bu gençleri damgalamamak, muhakkak neler yapılması gerekiyorsa tatbik etmelidir. Bu yüzden durumun erken farkına varıp gerekli tedbirleri almalıdır.

En yakınlarına dahi öyle bir dürtülerinin olduğunu açıklayamayan ve aslında dinen günah olduğunu bilmesine rağmen içlerinde gizlediklerini sürekli bastırmak için çıkar yol bulamayan bu insanlar için terapi ve tedâvi imkânları düşünülmelidir.

Muhammet Binici dostumuzun ‘Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi’ adlı eseri bu yüzden çok önemli. Âilelerin içine atılan bu LGBT bombasının tehlikesini, sebeplerini ve korunma yollarını şiirsi üslubuyla ve toplumdan gerçek vaka örnekleriyle anlatıyor. Hepimize sağlıklı âilenin ne kadar elzem olduğunu ve neler yapmamız gerektiğini izah ediyor.

Dostumuzu tebrik ediyor, bu hârika eserini evlilere ve evlenecek olanlara hararetle tavsiye ediyorum. Eline, koluna, o güzel zihnine sağlık Muhammet Binici. Daha nice böyle yararlı eserler ortaya koyman istek ve arzusuyla teşekkür ve tebrik ediyoruz.

İNKILAP BASIM YAYIN GORGANİZASYON TİCARET LİMİTED ŞİRKETİ 

Akşenseddin Mahallesi, Şehitkubilây Sokağı Nu: 6/A-B Fatih, İstanbul  

Telefon: 0.212-524 44 99 e-posta: inkilap@inkilab.com.tr  www.inkilap.com.tr. 

MUHAMMET BİNİCİ: 1979 yılında Sivas’ın Suşehri ilçesinde doğdu. Gazeteci, yazar ve prodüktör olan Binici, ilk eğitimini Boyalıca Köyü’nde tamamladı. Daha sonra İstanbul-Pendik İmam Hatip Lisesi’nden, ardından Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. 2016 yılında Akit TV’de televizyon programcılığına adım atan Muhammet Binici, çeşitli konularda geniş bir yelpazede dikkat çekici programlar hazırlayıp sundu. Eğitimden âileye, ekonomiden siyâsete, teknolojiden kültüre kadar birçok alanda izleyicileriyle buluştu ve Teknovia, Yakın Mercek, Kardeşlerimiz, Genç Görüş, Referanduma Doğru, Söz Meydanı ve Gece Ajansı gibi programlarla ön plana çıktı. Ege TV’de özel programlar hazırladı. 2021-2023 yıllarında Lalegül TV-FM’de Hafta Sonu Ana Haber Bülteni ve her Cumartesi canlı olarak yayınlanan ‘Nesli Müdafaa’ programlarını hazırlayıp sundu. Görev yaptığı kurumların tamamında özel dosya haberlere imza attı. Binici ayrıca, BNC Medya Haber başta olmak üzere çeşitli internet sitelerinde makaleler yazdı ve İttifak Gazetesi’ndeki köşesinde aktüel yazılarına devam etmektedir. Gençlere yönelik okullarda birçok proje geliştiren ve yüzbinlerce öğrenciye ulaşan Binici, Tekno-Şenlik gibi etkinliklerle de tanınmaktadır. ‘Silik Yüzlerin ve Kanadı Kırık Kuşların Hikâyesi’ adlı belgeseli ‘Benim Âilem’ programıyla ekranlara taşıdı. Bilişim teknolojileri ve Sosyal Medya uzmanı olan Binici, bu alanda 15 yılı aşkın süredir EMBİ Bilişim Teknolojileri’nde proje danışmanlığı yapmaktadır. Orta derecede İngilizce ve Arapca bilen Binici, evli ve iki çocuk babasıdır.

DERKENAR:

LGBT: Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel kelimelerinin baş harflerinden oluşan kısaltmadır. Cinsel bozuklukları bulunan insanların tamamını ifâde eden çatı kelimedir.

Interseks kelimesinin ilâvesiyle LGBTI, Queer kelimesinin eklenmesiyle: LGBTIQ Şeklinde geliştirilmiştir.

Lezbiyen: Bir kadının başka bir kadına fizikî ve/veya hissî alâka hissetmesidir. Eşcinsel kadın anlamına gelmektedir.

Gey: (İngilizcede ‘gay’ yazılır, ‘gey’ okunur. ‘Eşcinsel’ mânâsında kullanlmaktadır.

Biseksüel: Hem kadınlara hem de erkeklere çekim hisseden kadınlarla; hem erkeklere hem de kadınlara karşı cinsî arzu duyan erkeklere ‘biseksüel’ denilir. (Alâkanın veya çekimin aktif veya pasif mi olduğu hususu belirlenememiştir)

Transseksüel: Şahsın, kendisini doğuşundaki cinsiyetine ait hissetmeyerek karşı cinsten olduğunu hissetmesidir. Cinsel yönelim değildir. Farklı cinsiyete sâhip olma durumudur.

Interseks: Hem erkeksi hem de kadınsı cinsiyet özelliklerine sâhip olan insanların durumunu belirtir. İnterseksüel olmak bâzı durumlarda fizikî, bâzı durumlarda da fizikî olmasa da hormonal anlamda çift cinsiyetli olmak durumudur. İnsanlar, içinde hem erkek hem kadın özellikleri taşıyabilir.

Queer: ‘Kuir’ okunur. Aslen erkek veya kadın olmakla birlikte, tavır ve hareketleriyle karşı cinsten olmakla aşağılanan insan.

(İnternetten derlenmiştir)

Muayenehanelerden Özel Hastaneye – Atakent Cihan Hastanesi

Bir önceki yazımızda İzmit’te muayenehanesi olan hekimlerden bir kısmının iş ve imkân birliği yaparak Cankat Tıp Merkezi’ni kurması ve burada mesleklerine devam ettiklerini yazmıştık. Bu yazıda ise, bu grubun öncülüğünde kurulan Cihan Hastanesi’nin hikâyesini okuyacaksınız.

Burası, Yenişehir Mahallesi, Özden sokak no:125’de, Bekirpaşa belediye başkanı Abdullah Çakmak döneminde, 1996 yılında sağlık alanı olarak planlanan bir yerdir. Belediye, kadın doğum ve çocuk hastanesi şeklinde hizmet vermek üzere burayı planlamıştır. O dönemde, Refah Yol hükümeti vardır ve başbakan Necmettin Erbakan’dır. Bu binanın temeli bizzat başbakan tarafından atılmıştır. O tarihlerde İzmit Büyükşehir Belediye Başkanı Sefa Sirmen’dir.

Burası alt belediye olan Bekirpaşa Belediyesi’ne ait olup yerel yönetimlerin imkânları bu tür sosyal projeler için yeterli olmadığından bu çalışmaya gerekli kaynak aktarılamamıştır. Bu durum binanın satış mecburiyetini doğurmuş olup 1997 yılında Cihan A.Ş tarafından satın alınmıştır.

Bu şirket, bölge insanlarımızın çoğunlukta olduğu bir şirkettir. Ortakları arasında Abidin Özkaraslan (sendikacı) , Dr. Fahrettin Özkan (Derince Hastanesi Başhekimi), Dr. Ahmet Uzar (Belediye Hekimi) , Dr. Faruk Demirhan, Prof. Dr. Davut Aktaş, Abdurrahman Yıldırım (iş insanı) gibi isimler vardır. Bu kurucu ortaklara daha sonra Ecz. Hüseyin Gezer, iş insanı Ferit Yağız, Mehmet Uzunoğlu, Sami Aydın, Muhasebeci Ali Deniz Ecderoğlu gibi isimler de katılmıştır. Bu grup, bir taraftan inşaatı tamamlamaya çalışırken; bir taraftan da Sağlık Bakanlığı üzerindeki işlemleri bitirmeye uğraşır ama 1999 depremi çalışmalara ara verdirir. Depremden sonra çalışmalara devam edilerek A Blok tamamlanmıştır. Bu şirket, işletme sermayesi ve hastane donanımı için bakanlıktan kredi ve teşvik işlemlerinden sonuç alamayınca bina geçici olarak 2007’de SEDAŞ’a kiraya verilmiştir. Bina, 2010’da SEDAŞ tarafından boşaltılmıştır. Bu günlerde, Abidin Özkaraslan tarafından buranın hastane olarak açılabilmesi için ilgi ve destek talebi tarfımca Dr. Uğur Doğan ile paylaşılmıştır. Bu konunun, Cankat Tıp Merkezi ortakları tarafından düşünülen hastane arayışına uygun olduğu değerlendirilmiştir. Buranın satın alınıp hastane olarak açılabilmesi için Cankat grubu tarafından yeni ortaklar arayışına gidilmesi kararı alınmıştır. Bu arayış ile Prof. Dr. Sefa Müezzinoğlu, Prof.Dr. Haluk Akbaş, Prof. Dr. Melih Çulhan, Prof.Dr. Yetkin Özer, Dr. Necati Günaltay, Dr. Kemal Kaşmer, Dr. Çağdaş Öztürk, Dr.Gültekin Uzun, Dr. Zeki Hamşioğlu, Dr. M.Zeki Eren, iş insanı Mahmut Eriş ve Gökhan Tanrıverdi gibi isimler bu ortaklığa evet demişlerdir. Cihan A.Ş yönetiminden ise Hüseyin Gezer ve Sami Aydın da bu düşünceye katılarak, binanın 2011’de Cihan A.Ş tarafından bu gruba satışı gerçekleşmiştir. Satışta hastanenin adının Cihan Hastanesi olması şartı konulmuştur. Bu yeni şirket binanın yeniden planlayıp, B Bloğu da ekleyerek gecikmeden inşaata başlamıştır. İnşaatının tamamlanması ve sağlık bakanlığındaki işlemlerin 2013’de bitirilmesi ile hastane önce 74 yataklı olarak ve daha sonra 44’ü yoğun bakım olmak üzere 124 yataklı olarak hizmete sokulmuştur. Cankat Tıp Merkezinin hekimlerine ek olarak Dr. Çağdaş Öztürk (KBB) , Dr. Zeki Hamşioğlu (Üroloji), Dr. Gültekin Uzun (Fizik tedavi) , Dr. Nuran Burcu Akal (Nöroloji) , Dt.Özlem Eriş iş ve görevlerinden ayrılıp bu hastanenin kadrosuna katılmışlardır. Cihan Hastanesi, güven veren bu hekim kadrosu ile kısa sürede şehrimizin iyi hizmet veren bir sağlık kuruluşu olmuştur. Başhekimliğini Dr.Ali Hürmeydan, genel müdürlüğünü Dr. Uğur Doğan, şirket yönetim kurulu başkanlığını Dr. Metin Öztürk’ün yönetiminde 2020’lere gelinmiştir. Covid-19 pandemisinin getirdiği şartlar, ek ekonomik kaynak ihtiyacı doğurmuştur. Bu durumun hastane ortakları tarafından değerlendirilmesinde hastanenin ya hastane çalışanları tarafından satın alınması ya da hastanenin satılmasını gündeme getirmiştir. Bu süreç, 2021 sonunda hastanenin iş insanı Kemalettin Akkurt tarafından satın alınması ile sonuçlanmıştır.

Böylece, Akkurt Grup Yalova’daki Hastanesi, Bursa Orhangazi’deki Cerrahi Tıp Merkezi ve Gemlik’teki Tıp Merkezi’ne Cihan Hastanesi’ni de ekleyerek Atakent Grup olarak sağlıkta daha geniş bir hizmet alanı ve güce kavuşmuştur. Yeni dönemde bu hastanemiz 2007’den beri, sağlık alanında çalışmakta olan Latif Sezgin’in genel müdürlüğü, halen ortağı ve çalışanlarından KBB uzmanı Dr.Çağdaş Öztürk’ün tıbbıkoordinatörlüğünde yeni hekimler ve bölümleri de bünyesinde ekleyerek 7/24 hizmet vermeye devam etmektedir.

Sağlıkta olmanız dileğiyle…

Türk var, Kürt var, Arap var

“Biz, Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Sünni, armut ve elma tek milletiz!” Sık sık duyduğumuz bir tekerlemenin kalıbı bu. Neresinden tutsam? Tutacak yeri olmadığını iyice göstermek için meyve isimlerini de ekledim. O cümlede anayasamızda tarif edilen Türk milleti var. Kürt, Arap, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bazı etnisitelerin adlarıdır. Sünni bir mezheptir. Armut ve Elma da toplanamayacaklara örnek diye kullanılan iki meyve. Ama bu tekerlemeye yakışır. Bu kafa karışıklığı içinde o “tek milletiz”deki milletin adını sorarsanız işte bunun cevabı yoktur.

Bu durumda milletin adı bir türlü söylenemez. Adı yoktur ama sıfatları vardır. Tek millet, aziz millet, büyük millet… Galiba meclisteki “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” yazısı üzerinden gelişen bir konuşmada, rahmetli Deniz Baykal, Sayın Erdoğan’a, “Bu milletin adı nedir?” diye sormuş, o da “Türk milleti” cevabını vermişti. Fakat yukarıdaki ifadede “tek milletiz” yerine “Türk milletiyiz” derseniz anlam kayboluyor. Türk hem bütünün hem parçanın adı olabilir mi? O hâlde ya “Türk…” diye başlamayacaksınız yahut milletin adına “Türk milleti” demeyeceksiniz.

Onlar millet, biz değiliz

Sonuçta “Türk milleti” sadece anayasada kaldı. Onu da pek ciddiye almıyoruz ve yenisini yazıyoruz zaten. Hadi, gözünüz aydın.

Bu son cümle ironi tabii. Bazen anlaşılmıyor da bu sefer açıkça yazayım dedim.

Peki bu cümlenin doğrusu nasıl olur? Bir kere cümlenin kendisi gereksizdir. Ama diyelim ki illa sarf edeceksiniz, o zaman Türk yerine Türkmen, Yörük, Avşar, vs. diyebilirsiniz. Yine de gereksiz bir cümle. Siz hiçbir ABD başkanının, “Burada Alman var, İngiliz var, Bantu var, Çinli ve Japon var, Katolik var, Şintoist var…” diyeceğini düşünebiliyor musunuz? Hele o cümleye, “Burada Amerikan var…” diye başladığını. Bu arada Amerikan milletinin adı, kendilerinin kullandığı ad, “Amerikan”dır. Amerikalı değil. Veya Fransız Başkanı’nın, “Burada Fransız var, Arap var, Bask var, Brötön var, Müslüman var, Protestan var… hepimiz tek milletiz!” diyeceğini.

Bir zamanlar Türk milletiydik

Onlar bu hatayı yapmıyor da biz neden yapıyoruz?

Bunun veciz bir cevabını hafta başında Sözcü TV’nin Aklın Yolu programında Prof. Dr. Sait Yılmaz verdi.  Prof. Yılmaz’ın söyledikleri mealen şöyle: “Bu benim NATO’da çalıştığım yıllarda şahit olduğum bir proje. İdeoloji kalktığına göre Orta Doğu’yu nasıl düzenleriz?  Kimlik problemleri yaratırız. Ülkelere bakın. Libya kaça bölündü…  Çünkü niye kimlik problemi var. Çünkü Ortadoğu ülkelerinde kavmiyet esası var milliyet yok. Bunlar bir millet değil evet kavim. Bunları bölmek çok kolay zaten. Orta Doğu böyle bir domino taşı gibi bölünmeye hazır vaziyette bekliyor.”  Prof. Yılmaz devamla, Libya’dan başka Irak’ın üçe, Suriye’nin beşe bölünmesini misal olarak veriyor… Türkiye için alınacak ders de açık.

Yılmaz Hoca’nın çözümlemesinde taşıyıcı sütun, “Bunlar millet değil kavim!” tespiti. Türkiye’nin 21. asırda başlayan, iktidarıyla, muhalefetiyle kapıldığı kimlik şaşkınlığının temeli de bu tespitte yatıyor. Daha önce biz kim olduğumuzu biliyorduk. Biz Türktük. Etnik kökenimiz Türkmen veya Avşar veya Kürt veya her ne ise olabilirdi ama biz Türk milletiydik.

Sonra hatlar karıştı. Hadi sağda Müslüman milleti, büyük millet, aziz millet yuvarlanıp gidiyor. Siyasal İslam, Bilimsel Sosyalizm’le, yani komünizmle birlikte millet kavramının iki baş düşmanından biridir. Onun için bu ideoloji taraftarlarının “Türk Milleti” diyemeyişini anlarız. Peki, merkez sola ne oluyor? Siz Cumhuriyet Halk Partisi’nden “Türk Milleti” sözünü en son ne zaman duydunuz? Atatürk’ün partisi olmakla övünen CHP’nin değerleri Atatürk’ün değerleriyle uyuşuyor mu? Basit bir test: Mesela kamuoyu önünde Gençliğe Hitabe’yi okusunlar okuyabilirlerse.

Millet yok kavim var, ırk var

Hatlar karıştı. Ne zaman karıştı dersiniz? Prof. Yılmaz’ın konuşmasında hatların ne zaman karıştığının da kimin karıştırdığının da şifreleri var. “İdeolojiler bittiğine göre…” İdeolojilerin bitişi SSCB’nin dağılmasıdır. Bu çöküş 9 Kasım 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla başlar, Kremlin’de 25 Aralık 1991’de orak çekiçli bayrağın indirilip yerine Rus bayrağının çekilmesiyle biter. O halde Orta Doğu’nun yeniden “design”ı da 1990’larda başlıyor.

Bu yeni tasarımın Türkiye’ye etkisini de artan şiddette görüyoruz. Maaşlı trollere bakın: Türk edebiyatı değil, Türkiye edebiyatı. Türk diyene ırkçı deyin. Türk bir ırkın adıdır. Türk bir kavmin adıdır. Ama Türkiye’de yalnız Türk ırkı yok. Şu ırk da var, bu ırk da var. Görevimiz ırkçılık. Millet kavramını kafalardan silip onun yerine ırkı yerleştirmek. Sonra da Türk milletini ırklara bölmek. Burada Türk var, Kürt var, Arap var… Yoksa da ithal ederiz.

Gölgeler Âlemi

     İnsan, Yüce Allah’ın her şeyi kapsayan ilminden şehadet, yâni görünür âleme getirildi. Ete kemiğe büründürülerek Ayşeler, Fatmalar, Ahmetler ve Mehmetler olarak dünyada yerlerini aldı. Kısa kâinat yolculuğundan dönüş hâlinde. Gerçi dünyada iken de yolcu olup, oradan oraya koşturuluyor.

     Evet sevgili okur! Herkes birer seyyah ve gezgin hükmünde. Şu dünya ise bir çöldür! “Çöl mü? Nasıl çöl olabilir?” diye sorar gibisiniz. Dünya şırıl şırıl akan ırmaklarıyla, yemyeşil çimenleriyle, göğe uzanmış ağaçları ile, çeşit çeşit  meyvaları ve renk renk çiçekleriyle; nasıl olur da çöl sayılır. Hele dünyanın üçte ikisi sularla kaplıyken; bu şekildeki vasıfları saymakla bitmeyen dünya; nasıl olur da çöl sayılır? Üstelik dünya, uzaydan mavi bir bilye gibi gözükmekteyken. Bütün bunlar geçici olmakla beraber, her şeyiyle dünya elbette güzeldir. Güzel ne kelime, güzeller güzelidir. Kâinatın bir tanesi, evrenin gül tanesi. Kısaca dünya, âlemlerin nadide incisidir.

     Peki öyleyse, niçin dünya “Çöl” olarak nitelendiriliyor? Derseniz, derim ki: Dünya bu hâliyle, elbette Cennet gibidir. Güzeldir. Çünkü güzel olan Allah’ın güzel isimlerinin yâni Esmaü’l-Hüsnâ’sının tecellî ettiği, aksettiği ve göründüğü yerdir. Fakat dünyanın bütün bu güzellikleri, Cennet’le kıyaslanınca, çöl hükmündedir. Bir an yemyeşil, zümrüt gibi incir ve hurma ağaçlarıyla, yerden fışkıran sularıyla, cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle bir vaha düşünün. Bir an bu vahanın etrafında yer alan çöle bakılırsa. Vahaya nazaran çölün, vaha karşısında nasıl sönük kalacağı apaçık görülür.

     Cennet karşısında bir çöl hükmünde olan dünya da, o derece sönük kalır. Yoksa dünya, şüphesiz çok güzeldir. Fakat Cennet’le kıyaslanınca; vahaya nisbetle çöl neyse, Cennet karşısında dünya; ancak bir çöl gibidir. Çünkü dünya âdeta gölgeler âlemidir. Asıllarının yeri ise, Cennettir. Yâni Esmaü’l-Hüsnâ’nın / Allah’ın Güzel İsimleri’nin asıl tecellîleri / yansıma ve görünüşleri Cennet’te zuhur ediyor ve edecek. Dünyadaki zuhûrat ise, Esmaü’l-Hüsna’nın gölgeleridir. Gölgeleri bile böyle güzel bir dünya oluşturuyorsa, elbette asıllarının oluşturduğu Cennet; dünyadan kat be kat güzel ve muhteşemdir. İşte dünyanın çöl diye nitelenmesindeki hikmet budur.

     İşte ey mağrur nefis! Sen bir seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın / ihtiyaçların nihayetsizdir. Buna rağmen, bazan demirden sert. Ama çok zaman pamuktan yumuşaksın. Nitekim hastalıklar seni yere serer, bir anda sararır soldurur. Evet, çok acizsin. Açlığa dayanamaz. Fakat çok da yiyemezsin. Susuz kalamaz. Fakat çok da içemezsin.  Uykusuz edemez. Fakat devamlı da uyuyamazsın. Hele yalnız hiç yapamazsın. Soğukta kalamaz. Sıcağa gelemezsin. Sözün ne yere geçer ne göğe. Olacaklar karşısında elinden bir şey gelmez. Kendi vücuduna bile hâkimiyetin çok sınırlı. Bedendeki iradeli ve isteğe bağlı hareketlerin sayılı.

     Velhasıl: İnsan olarak acz ve fakrın hadsizdir. Evet insan, fakirdir. Fakat bu fakirlik bizim anladığımız anlamda “Yoksulluk” mânasına gelen bir fakirlik değildir. Eğer böyle sanılmış olsaydı, Peygamber Efendimiz: “Veren el, alan elden üstündür.” demezdi. Şayet böyle anlaşılmış olsaydı: “Çalışanı Allah sever.” anlamında hükmedilmezdi. Böyle bir mâna taşısaydı Kur’an-ı Kerîm: “İnsana, ancak çalıştığı vardır.” (Necm: 39) demezdi.

     Maalesef menfî felsefenin karanlık kanunları; hayâle, dünyayı dehşetli bir  âlem olarak gösteriyor! Çünkü yaşlı dünya yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, insan yürüyüşüyle 25 bin senede alınabilecek bir mesafeyi, bir senede devretmektedir. Kaldı ki bu köhne dünyanın her an dağılması ve parçalanması mümkün. Çünkü dünyanın içi zelzelelidir. Kendisi ihtiyar ve çok yaşlı. İşte zavallı insan, âlemin sonsuz fezasında böyle bir dünya üstünde seyahat etmekte.

     İnsanın bu vaziyeti, vahşetli bir karanlık içindeymiş gibi görünüyor. Bu durum insanın başını döndürüyor, gözünü karartıyor. Âleme bu gözle bakıldığında, bu âlem çok karanlık, çok zulümatlı ve çok dehşetli görünmekte olup, dehşetinden feryat ve figan edilir. İnsana “Eyvah!” dedirtir.

     Halbuki, insanın ebede uzanmış arzuları, emelleri var. Çünkü insanın kâinatı kapsayan tasavvurları, fikirleri var. Çünkü insanın; kendisine ebedî saadeti / Cenneti kazandıracak, gayet ciddî himmet ve istidatları var.

Ne Yapmalı? “Direnç Cephesi”

“Bu yazı milliyet, vatan ve devlet severliği şiar edinmiş olanların bundan sonraki süreçte nasıl davranmaları konusunda bir yol göstermek için yazılmıştır… “

Günümüzde hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Türk Milleti tuzaklarla dolu çetrefilli yollardan geçmektedir.

Elbette bu tuzakları boşa çıkarmak ve Türk Milletinin geleceği için doğruları yapmak zorundayız. Zaman menfaatlerimizi gözeteceğimiz ya da nefsimizi öne çıkartacağımız bir zaman değildir.

Eş dost, yoldaş, fikirdaş ve bizi takip eden arkadaşlar bana sık sık “ne yapacağız” diye soruyorlar. Onlara aklımın yettiği dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyorum ama bu kez de, açık olarak kamuoyu ile “ne yapmalıyız”ı paylaşmak istedim.

Ben hep öyle lafı sözü ortada gezdirip hiç bir şey yapılmamasından yana hiç olmadım… Şartlar ve konjonktür Türk Milleti için neyi gerektiriyorsa onu yapmaya çalıştım. Önerilerim de bu açıdan değerlendirilmelidir!

Türk Milleti özellikle bir kaç konuda ki bunlar; yeni anayasa, ağır bir ekonomik kriz ile yoksullaştırma, sığınmacılar ile demografik yapıyı değiştirme, terörün legalleştirilmesi ve siyasi çaresizlik gibi konularla adeta sınanıyor. Bunlara irili ufaklı birçok çok sorunu da eklemek mümkün.

Şimdi esas konumuz bu günlerden çıkış için ne yapmalıyız sorusuna cevap aramak… Bunun için ne gibi çareler üzerinde durmalıyız? Bu konularda yoğunlaşmak zorundayız.

En önemli konu bütün yurt sathında “milliyetsever, vatansever, yurtsever” dediğimiz vatandaşlarımızın yaşlı genç demeden fikri ayrılıklarını bir yana koyarak birleşmelerini ve birlikte hareket etmelerini sağlamalıyız.

Türk Milleti oluşturacağı böyle bir “direnç cephesi” ile yeniden ayağa kalkışın ilk adımını atacaktır.

Bu hareketler meşru bir zeminde demokrasi yolu ile gerçekleştirilmelidir.

Bunları yapabilmek için;

1-) Kurulmuş bir siyasi parti içinde yoğun yani kitlesel bir biçimde yer almak…

2-) Bu olmuyorsa yeni bir siyasi oluşum gerçekleştirmek…

3-) Üçüncü aşamada ise birinci veya ikinci maddenin gerçekleşmesi halinde biribirine benzer bütün siyasi partileri, STK’ları ve düşünce platformlarını bir “milli ittifak” ile bir araya getirmektir.

“Kurulmuş bir siyasi partinin içinde yer almak” hususunun değerlendirilebileceği partilerin başında liderliğini Ümit Özdağ’ın yaptığı Zafer Partisi gelmektedir. Duruşu ve fikirleri itibarıyla herkes veya toplumun önemli bir kısmı Zafer Partisi’nde toplanabilir.

Bu konuda yani birleştirme ve toparlama konusunda yıl sonuna doğru kurultayını toplayacak olan Zafer Partisi’ne ve Ümit Özdağ’a büyük bir görev düşmektedir. Yapacakları “Büyük Kurultay”da kadro tercihi ve bununla verilecek mesajlar ile bu birleşme bütünleşme yolunu açabilirler. Bu ol(a)madığı takdirde mutlaka başka alternatifler aranmalıdır.

Eğer bu arayıştan bir netice alınamazsa; milliyetsever, vatansever, yurtsever, demokrat, sosyal demokrat, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Türk Solu velhasıl adına ne derseniz deyin Türk Milletinin önderleri bir ortak noktada buluşup vakit geçirmeksizin bir siyasî yapı kurmaya yönelmelidir. Böylece birinci maddedeki husus vücut bulmadığı takdirde derhâl ikinci madde hayata geçirilmelidir. Bundan sonra birbirine benzerlerin yani üçüncü maddenin tahakkuku için elden ne geliyorsa yapılmalıdır.

Üzülerek ifade etmeliyiz ki, Türk Milleti karşı karşıya olduğu ağır sorunların tam manasıyla farkında değildir.

Oysa ki, “yeni anayasa” denilerek Türk Milletinin hükümranlık hakkı sona erdirilmek istenmektedir. Medyaya yansıyan açıklamalardan bu anlaşılmaktadır.

Bu bile bizlerin şartsız ve koşulsuz bir araya gelmemiz için yeterli bir sebeptir!

Açlıkla imtihan edilen Türk Milletinin; anayasa, demografi, terörün legalleşmesi ve dış politikadaki yanlışlıklar maalesef önceliğinde yer almamaktadır. Halbuki bunlar can alıcı sorunlardır…

Bu sebeple Türk toplumunun önderleri öncülük ederek bir “direnç cephesi” oluşumuna katkı sunmalıdır.

Önümüzde yapılacak olan ilk seçimlerde milliyetsever ve vatana gönülden bağlı en az 100’ün üzerinde milletvekili TBMM’ye gönderilmeli ve seçilecek cumhurbaşkanının kim olacağına doğrudan etki edilmelidir. Bu geleceğin teminat altına alınması için yapılacak işlerin başlangıcı olacaktır.

Oyun bozmak, tuzakları fırlatıp atmak için yapılacak ilk işler bunlardır… Neyin nasıl olacağını yani işin gerisini konuşmak, ilk adım olan bu hususların yani üç maddede yer alan konuların yerine getirilmesinden sonra olacaktır.

Bu birleşmeye ve bütünleşmeye rıza göstermeyip karşı çıkanların, bizi bu hale getirenlerden bir farkının olmadığının hiç bir zaman unutulmayacak olması muhataplarınca iyi bilinmelidir!

Etnik Mozaik Yalanının Amacı

Dünyada halen Birleşmiş Milletlere kayıtlı 208 devlet bulunmaktadır. Oysaki, yirminci yüzyıla geçerken dünyada sadece 20 devlet vardı.

Büyük imparatorlukların, sömürgelerin tasfiye edilmesi, sosyalist sistemin ortadan kalkmasıyla ulus/ milli devletlerin sayısı çoğaldı. Yeni siyasi yapılanmalarla devlet sayısı 1972 yılında 132’ye ve günümüzde 208’e ulaştı.

Bu devletlerden çok az bir kısmı etnik açıdan homojendir. Diğerlerinde hakim olan etnik bir grup nüfusun yüzde 50-90 arasında nüfusa sahiptir. Devletlerin yaklaşık yüzde 30’unda ise en büyük etnik grup toplam nüfusun yarısından az nüfusa sahiptir.

Prof. Dr. Anıl Çeçen “küresel emperyalizmin ‘iki yüz devletin yeterli görmediğini, geçen yüzyılda olduğu gibi devlet sayısının en az on misli daha artırılması gerektiğini’ düşündüğünü ve 2 bin devletli bir dünya yaratmayı hedeflediğini” yıllar önce yazmıştı.

Tabii ki dünyadaki devlet sayısının artması mevcut ulus/milli devletlerin bölünmesiyle mümkün olabilecektir. Mesela komşumuz olan Irak ve Suriye’de etnik gruplara göre bölünme işlemleri bitmek üzere. Bunlar emperyalizmin ana planın birer parçası sayılmalı.

Hedefte İran ve Türkiye’nin bölünmesi olduğunu görmemek için kör olmak lazım.

****

Millet ve ırk farklı kavramlardır. Anayasamızdaki (Madde 66) “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” tanımı ırkçı değildir, bilimseldir, birleştiricidir.

“Millî Mücadeleyi veren Türkiye halkına Türk denir” veya içtenlikle “Türk’üm diyen Türk’tür” de diyebiliriz. Yani kendini hangi kimliğe ait hissediyorsan o millettensin.

Dünyada büyük ve güçlü devletler farklı etnik kimlikteki vatandaşlarını bir arada tutmayı başaran ve Amerikan, Fransız, Alman, İngiliz, Japon gibi üst kimliklerde birleşen ülkelerdir. Bizde de “Milli Mücadeleyi yapan onu Cumhuriyetle taçlandıran kurucu unsur ülkenin ve milletin adı olmuştur.”

Prof. Dr. İskender Öksüz’ün ifade ettiği gibi, “Dünyanın en güçlü milleti, Amerikan milleti, çok sayıda ve kalabalık etnisitelerden oluşur. Fakat onların okullardan atmadıkları ve katiyen atmayacakları bağlılık andı, ‘…Tanrı’nın altında tek millet’ diye biter. Tekrarlayayım: Amerikanlar kendilerine Amerikalı değil, Amerikan der.”

Demek ki “Farklılıkları kutsallaştırmadan anlamlı bütünleşmeleri sağlayabilen” devletler güçlü ve demokratik olabiliyor.

Prof. Dr. Mustafa Erkal’ın “Milletleşme olmadan demokratikleşme olamaz ve demokrasi de sürdürülemez. Demokrasi milletleşme üzerinde yükselir” sözü bu gerçeğin ifadesidir. Mustafa Erkal Hoca’nın yıllardır yapmakta olduğu “Etnik Tuzak” uyarısı sebepsiz değildir.

*******************************

Türkiye Mozaik Değil, Homojen Bir Ülkedir

Türkiye dünyanın en gelişmiş ülkelerinin çoğundan daha homojen bir etnik dağılıma sahiptir.

Demografik yapımızı belirleyen iki süreç oldu:

  • 1683 İkinci Viyana bozgunundan, Sakarya’ya kadar süregelen geri çekilme, Balkan Bozgunu, Millî Mücadele ve sonrasında mübadele. Kendisini Türk hissedenler geldi, azınlıklar gitti. Tıpkı SSCB dağıldığında kendisini Rus hissedenler Rusya’da, Kazak, Özbek, Azerbaycan Türk’ü hissedenlerin bağımsızlığını kazanan ülkelerine döndükleri gibi.
  • “Türk toplumunun kentleşmesi nedeniyle, 1960’lardan bu yana köylerden şehirlere önemli bir nüfus hareketi yaşandı. Bu göç aynı zamanda Türk ve Kürt halkı arasında entegrasyona da yol açtı.”

“Türkiye’de konuşulan diller hakkında en kapsamlı anket 1965 Nüfus Sayımında yapılmıştır. 1965’te Türk halkının %84,54’ü ana dilinin Türkçe olduğunu belirtti. Ana dili Kürtçe olanlar (Kuzey Lehçesi ve Zaza) %12,98 ve Ana dili Arapça olanlar %1,38 idi.

Son yıllarda ise, Türk vatandaşlarının %99’u Türkçe konuşmaktadır.(%93’ü ana dili olarak Türkçe, %6’sı ise ana dili Kürtçe olup ikinci dili olarak Türkçe konuşmaktadır.)

Yani “yeni nesil Kürt halkı” ana dili olarak Türkçe konuşuyor ve bir kısmı da ikinci dil olarak Türkçe konuşuyor.

Türk nüfusunun yalnızca %1’i hiçbir düzeyde Türkçe konuşmuyor. Türkiye’de konuşulan azınlık dilleri Kürtçe (%6) ve Arapça (%1,2)’dır. (Bilgiler AB istatistiklerinden ve BBC’den derlenmiştir.)

Sadece dil birliği bakımından değil, hayatı yaşama tarzı, kültürü, ahlakı, milli duyguları ve inançları bakımından da T.C. vatandaşları en homojen topluluklardan biridir. Düğünü, cenazesi, mutfak kültürü, ahlak anlayışları ve milli refleksleri vd alanlarda etnisite farkı olanlar arasında bile pek fark yoktur.

Prof. Dr. İskender Öksüz’ün vardığı sonuç doğrudur: “Türk milletinin dünyadaki ve Avrupa’daki diğer milletlere nazaran bir etnik mozaik olduğu, onlardan çok daha fazla “etnisite”, “ırk”, “kavim” vb barındırdığı yalandır. Propagandadır. Barındırsa da bir şey değişmeyecekti ama bu iddia asılsızdır.”

*******************************

Yeni Anayasa’da Türk Milleti Kavramı

Türk milliyetçiliğini “ırkçılık” olarak tanımlayıp “etnik merkezli ırkçılık” yapanlar bir de bunu “demokratikleşme” diye yutturmaya çalışıyor.

“Siyasal İslamcıların” ikiye bir ısıtarak gündeme taşıdığı “Yeni Anayasa” heveslerinin amaçlarından biri Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının ve Türk kimliğimizin teminatı olan Anayasa’nın ilk dört maddesi ile 66. Madde gibi maddeleri ortadan kaldırmaktır.

Bu aşamaya gelmek için “Türklerdeki millet hissini, millete mensubiyet duygusunu zayıflatmak ve hatta yok etmek” için yapılanları hatırlayınız. “AKP sayesinde hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” anlayışında olanlar “Andımızı” okullardan kaldırdılar. Her türlü etnik yapıdan olanların etnik kimliğini öne çıkarırken “Türk’üm” diyenlere “ırkçılık yapma” diye saldırdılar. “Türk” yerine “Türkiyeli” dediler.

Baktılar ki demografik açıdan homojen bir ulus / milli devlet olan Türk devletinde egemenliği bölmek yine de kolay değil. Kültürü ve yaşama tarzı bizden farklı olan 12 milyon civarında sığınmacı ve kaçağı ülkeye aldılar. Yaklaşık 2 milyonuna vatandaşlık verdiler. İleride etnisite bazlı bölünme talepleri için zemin oluşturdular.   

Siyasal İslamcıların bu yaptıkları dünya görüşlerinin gereğidir. Fakat bunlara kayıtsız şartsız destek veren bazı “milliyetçi” partilerin (MHP, BBP) mensuplarının neden bu günahlara ortak olduğunu vicdanlarına sormaları gerekir.

Malazgirt Savaşı

Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, 1070-1071 yılı kışında, Türkleri imparatorluk topraklarından tamamen atmak üzere bir ordu meydana getirdi. Bu ordu Bitinya, Kapadokya, Kilikya ve Trabzon gibi bölgelerden temin edilmiş; Bulgar, Slav, Alman, Frank, Gürcü, Ermeni, Hazar, Peçenek, Uz ve Kıpçak asıllı askerlerden oluşuyordu. 200 bin kişilik bu ordu ile Diogenes, Selçukluların üzerine yürüdü.

Bizans Ordusu, Kızılırmak vadisini izleyerek Sivas’a ulaştı. Burada bölge Rumlarının büyük sevinç gösterisiyle karşılanan imparator, halkın Ermeni taşkınlık ve barbarlığından yakınmaları üzerine kentin Ermeni mahallelerini yıktırdı. Pekçok Ermeniyi öldürüp, önderlerini sürgüne yolladı. Daha sonra yoluna devam ederek Erzurum’a geldi. Büyük Selçuklu Devleti’nin büyük ve kahraman hükümdarı Sultan Alparslan, Van Gölü kıyısındaki Ahlat’tan hareket ederek Muş ili yakınlarındaki Malazgirt’e vardı. Daha önceleri Alparslan, Sarı Tigin’i Romanos Diogenes’in yanma elçi olarak göndermiş barış önerisinde bulunmuştu.

Ne var ki, Bizans İmparatoru bu öneriyi kabul etmemiş, hatta Türk elçisine şöyle demişti:

“Sultanınıza söyleyin, kendisi ile barış görüşmelerini Rey’de yapacağım. Ordumu İsfahan’da, hayvanları ise Hamedan’da kışlatacağım.”

Romanos Diogenes güçlü ordusuna güveniyordu. Alparslan’ın barış önerisinde bulunmasını, kendisinden korkmasına yoruyordu. Hâlbuki işin iç yüzü öyle değildi. Türkler, savaşa başlamadan önce düşmanlarına barış önerisinde bulunurlar. Bu, Türklerin tarihî ve millî geleneklerindendir. Özellikle savaşa karar vermek için çok iyi düşünülmesinin gereği üzerinde durulmalıdır. Ok yaydan çıktıktan sonra nasıl bir daha geri dönmez ise, savaş başladıktan sonra da kolayca sona ermez.

Bizans İmparatoru, hem kuvvetli ordusuna güveniyor, hem de Türklerin sık sık Anadolu şehirlerine akınlar düzenlemesini önlemek istiyordu. Selçukluları tam anlamı ile yenilgiye uğratmak, Orta Asya içlerine kadar sürüp atmak amacını taşıyordu.

Tarihte çok büyük bir önem taşıyan Malazgirt Meydan Savaşı, kaçınılmaz bir duruma gelmişti. Bizans İmparatorluğu ile Büyük Selçuklu Devleti’nin orduları karşı karşıya gelmişti. Alparslan’ın bu savaştaki amacı da Anadolu’nun kapılarını bir daha kapanmamak üzere açmak, kesin biçimde Anadolu’yu zaptetmek idi. Bu savaşta Türkler yenilirse yeniden Orta Asya içlerine çekilecekler, Bizanslıları yendikleri takdirde Anadolu’yu yurt edinmiş olacaklardı. İşte savaş bu ön yargılarla başlıyor, her iki taraf savaştan zaferle çıkmak istivordu.

Romanos Diogenes güçlü ordusuna güveniyordu.

Bir Cuma sabahı gürledi gökler, Ellibin tuğ üzre, ellibin yürek. Kılıçlar sıyrıldı Allah-ü Ekber! Bizans, Türk’e vatan olsun diyerek.

Kılıç kelle biçer, ok kargı deler, Malazgirt Ovası kana boyanır. Gaziler haykırır, şehitler gürler, Vatanda yeni bir tarih uyanır.

Çöktü Roma ve sustu zaman, Şehitler, gaziler toplandı bir bir. Başbuğlar başbuğu yüce Alparslan, Dedi, ‘Hep birlikte alalım tekbir!’

Eğilmez sanılan nice mağrur baş, Türk’ün karşısında eğilir, çöker. Rumlarla başlayıp süren her savaş, Her kale burcuna bir bayrak diker.

Bizans’ın fatihi büyük kumandan, Oturup yalvardı yüce Allah’a Dedi: ‘Türk’ün olsun bu aziz vatan, Girmesin bu yurda düşman bir daha!”

MALAZGİRT MEYDAN SAVAŞI’NA HAZIRLANIŞ

Alparslan, Malazgirt Meydan Savaşı’ndan önce bütün tedbirleri almış, gereken her türlü hazırlığı yapmıştı. Ünlü veziri Nizamül-Mülk’ü Hemedan’a gönderdi. Çıkacak herhangi bir karışıklığı önlemesi ve istenirse yeni asker yollaması için tembihde bulundu.

Ayrıca Bizans kuvvetlerinin gücünü öğrenmek için de bir öncü kuvveti Bizans Ordusu’na göndererek küçük bir çarpışma yapıldı. Bu keşif savaşında Bizans komutanı Basilakes tutuklandı. Ondan edinilen bilgilere göre Alpaslan gerekli önlemi aldı. Bizans Ordusu’nda Frenk, Norman, Slav, Gürcü, Peçenek ve Ermeni askerleri de yer alıyordu. 200 bin kişilik Bizans Ordusu’na karşı 50 bin kişilik bir kuvvetle nasıl karşı koyulacağının plânlarını hazırladı. Ordusunu savaş düzenine sokan Alparslan, 25 Ağustos 1071 tarihinde askerlerinin morallerini güçlendirmek için devamlı tekbir getirmelerini, düşmanların morallerini bozmak için de sürekli, boru ve davul çalmalarını, oklar atmalarını emretti.

Sultan Alparslan, amcası Tuğrul Bey zamanında Selçuklu ordusunda hizmet veren yaşlı ve yorgun eski orduyu dağıtmış yerine genç ve dinamik bir ordu kurmuştu. İçlerinde Süleyman Şah, Mansur, Porsuk, Bozan ve Savtekin gibi yetenekli komutanlar olup süvariler de bozkır savaşlarında pişmiş, seri manevra kabiliyetine sahip seçkin askerlerden oluşuyordu.

26 Ağustos 1071 tarihinde başta halife olmak üzere bütün İslâm âlemi, camilerde cuma namazını kılıyor, Kur’an okuyarak Türk Ordusu’nun zaferi için dua ediyordu. Hatta Halife, bütün İslâm ülkelerindeki hutbelerde şu duanın okunmasını emretti:

“Allah’ım, İslâm sancağını yücelt, ona yardım et! Başını ezmek ve kökünü kazımak üzere müşrikliği hezimete uğrat. Sana itaatte canlarını feda edip, kanlarını akıtan yolunun mücahitlerini kuvvetlendir. Zafer ile yardım et. Sultan Alparslan’ın senden dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütsün. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmesi için ordusunu meleklerinle destekle. Çünkü o, malı ve canıyla emirlerine uymak için rahatını terketti. Çünkü sen yüce kitabında: «Ey iman edenler! Can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız…» m buyuruyorsun. Senin sözün gerçektir.

Ey Müslümanlar! Samimi bir niyet ile Allah’a yal varınız. Çünkü Allah kitabında şöyle buyuruyor:

“Ey Muhammedi Onlara, ‘dualarınız olmasa, Rab-bim size niçin değer versin,’ de…” !2’Onun güçlü ve kuvvetli olarak düşmanlarını mahvetmesi, sancağı yükseltip zaferlerin en ulvîsine eriştirmesi için Allah’a dua ve niyazda bulununuz.”

Alparslan beyaz bir ata binmiş, baştan ayağa beyaz elbiseler giymiş, atının kuyruğunu kendi eliyle sıkıca bağlamış, ok ve yayını çıkartmış, kılıcını kuşanmış, kalkanını eline almıştı. Bu da sultanın, askerin başında bizzat savaşacağını gösteriyordu.

Malazgirt Ovası’nda bütün Türk Ordusu cuma namazını kılmış, Allah’a zafer kazanmaları için dua etmişti. Alparslan; Artuk, Süleyman Şah, Porsuk, Bozan, Sav Tigin ile diğer beyleri ve askerleri ile helâllaştı. Şehit olursa oğlu Melikşah’a bağlı kalmalarını vasiyet etti. Karşısında, vereceği emirle canlarını seve seve feda edeceği kahraman askerlerden oluşan ordusu sessiz sedasız Alparslan’ın ne söyleyeceğine kulak kesilmişti. Alparslan, kılıç ve topuzunu eline alarak şu özlü hitabede bulundu:

“Askerlerim! Yiğitlerim! Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Bugün ben sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. Bugün burada Allah’tan başka bir sultan yoktur. Biz ne kadar az olursak olalım, düşman ne kadar çok olursa olsun, bütün Müslümanların, zaferimiz için dua ettikleri şu anda, kendimi düşman üzerine atacağım. Ya zafer kazanırız, ya şehit olarak cennete gideriz. İsteyen benimle gelsin, isteyen geri dönsün. Ben memleket için, İslâm için ölüme koşuyorum. Beni takip edenler ve kendilerini Yüce Allah’a adayanlardan şehit olanlar Cennet’e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahi-rette ateş; dünyada da alçaklık beklemektedir.

Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir. Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkartınız ve ona itaat ediniz. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir” dedi.

Alparslan atından indi. Son kez secdeye varıp ellerini kaldırarak Allah’a şöyle dua etti:

“Ya Rabbî! Sana inanıyor ve tapıyorum. Büyüklüğün karşısında yüzümü yere sürüyorum. Allah’ım senin yolunda, senin uğrunda savaşıyorum. Ey Yüce Allah’ım! Kalbim ve niyetim halistir. Bana yardım et, söylediğimde yalan varsa beni kahret!” dedi ve şimşek hızıyla atı-, na atladı. Onun bu sözleri üzerine zaten moralleri yüksek olan askerleri iyice coşmuştu.

Selçuklu Türklerinin Anadolu topraklarına yerleşmesini sağlayan tarihin en büyük savaşlarından biri olan “Malazgirt Meydan Savaşı”, artık kaçınılmaz olmuştu. Horasan ve İran’ı geçerek, Anadolu’nun doğu kapısını açmak için gelen Selçuklu Ordusunun başında bulunan Alparslan beyaz bir ata binmiş, baştan aşağı beyazlar giyinmişti. İki yüz bin kişilik Bizans Ordusu karşısında savaşı kazanacağından kuşku duymamakta idi.

26 Ağustos 1071 cuma günü elli bin kişilik ordusu ile Malazgirt Ovası’nda cuma namazını askerleri ile birlikte kılan Alparslan, zafer için bütün ordusu ile Allah’a dua etti. Namazdan sonra savaş başladı.

Alparslan, ordusunu dört gruba ayırmış, bu düzen içinde mevziye girmişlerdi. Merkez yani orta kısımdaki kuvvetlerin başında Alparslan bulunuyordu. Bu kesimdeki kuvvetler, diğerlerinden çok zayıftı. Esas büyük kuvvetler ise, sağ ve sol yanda bulunuyordu. Bunlar savaş sahasının yanlarındaki tepelerde mevzilenmişlerdi. Dördüncü grup kuvvetler ise, zamanı gelince kuşatma harekâtına girişerek düşmanı arkadan çevireceklerdi.

Sayıca çok büyük Bizans Ordusu’na karşı savaşmak Alparslan’ın ne kadar cesur bir komutan olduğunu gösteriyordu. Romanos Diogenes’in kuvvetli ordusuna karşı, az bir kuvvetle hücuma geçti. Sanki yer gök sarsılıyordu. Süvariler; kanat açmış kuşlar gibi, Bizans Ordusu’nun üzerine akın ettiler. Bir yıldırım gibi doludizgin gittiler.

Bizans Ordusu da, küçümsediği Selçuklu Ordusu’na karşı hücuma geçti. Alparslan, ordusunu “Turan Taktiği” gereğince geriye çekti. Romanos Diogenes, olanca kuvvetiyle Selçuklu Ordusu’nun merkez kısmına yüklendi. Sultan Alparslan geri çekilmeye başladı. Bu sahte geri çekilişi bir bozgun zanneden İmparator, Selçuklu Ordusu’nu takip ederek Alparslan tarafından önceden hazırlatılan pusulara kadar geldi. Türklerin sağdan ve soldan bir hilâl şeklinde kendisini çember içerisine aldığının farkına bile varmamıştı. Bu kıskaç harekâtı ile daha sonra Bizans Ordusu’nu arkadan çevirmeye yöneldi. Neden sonra Bizanslılar, tuzağa düştüklerinin farkına vardılar ama, iş işten geçmişti. Bu arada, Afşin Bey, Artuk Bey, Kutalmışoğlu Süleymanşatı gibi Selçuklu komutanlarının Türkçe olarak verdikleri komutlardan etkilenen Bizans Ordusundaki Peçenek ve Uz Türklerinin at sürerek Selçuklu Ordusu tarafına geçmesi üzerine durum Bizans açısından daha da tehlikeli bir boyuta varmıştı. Ayrıca İmparatorun Sivas’ta soydaşlarına yaptığı zulmün acısını çıkarmak isteyen Ermeniler de savaş alanından çekilip gittiler. Böylece Bizans Ordusu neye uğradığını şaşırdı. Kılıçların şakırtısı, atların kişnemesi, ölenlerin iniltisi birbirine karışıyordu. Savaş alanı cesetlerle dolmuştu. Bizans Ordusu’nun yedek kuvvetleri geri kaçmış, ordu bozguna uğramıştı. Sağ kalanlar ise, teslim olmuştu. Esirler arasında Romanos Diogenes’te bulunuyordu.

Ertesi gün Bizans komutanı ve Kral Romanos Diogenes, Alparslan’ın huzuruna çıkartıldı. Alparslan:

“ Size nasıl bir davranışta bulunacağımı tahmin ediyorsunuz?” dedi. İmparator:

Esirler arasında Romanos Diogenes de bulunuyordu.

“Beni ya öldüreceksiniz veya zincire vurup İslâm ülkelerinde dolaştıracaksınız” dedi.

Alparslan, esir düşen kralı kucaklayarak şöyle dedi:

“ Üzülmeyiniz. İnsanların serüvenleri böyledir. Size esir değil, büyük bir hükümdar muamelesi yapacağım. Ben, Allah’a zaferi kazanırsam, sana iyi davranacağıma, söz vermiştim. Allah, iyilik düşünenlerin isteklerini yerine getirir”.

Gerçekten de Alparslan, bu tutsak misafirine iyi baktı, çok güzel davrandı. Onunla bir anlaşma yaptı. Ona on bin dinar yol harçlığı verdi. Bir kilometre de onunla birlikte yürüdü. Yanına Türk muhafızları katarak, emniyet içinde sağ-salim vatanına uğurladı. Romanos Diogenes, Alparslan’dan ayrılacağı zaman, yere kapanıp hüngür hüngür ağlamaktan kendini alamadı. Avrupa da tutsakların, zincirlere vurulup, zindanlara atıldığı bir çağda, Alparslan, Türk’ün misafirperverliğini, zayıfı koruma duygusunu bütün dünyaya ilân etmişti. Ancak Batı’nın Hıristiyan ruhu ve haçlı saldırganlığı, Türk’ün bu ince duygusunu anlayacak olgunlukta ve anlayışta olmadı hiçbir zaman.

Sultan Alparslan, Allah’a olan derin ve samimi inancı ve imanı sayesinde bu savaşı kazanmış ve Türk tarihine bir altın destan yazdırmıştı.

Yapılan anlaşmada, İmparator, fidye olarak bir buçuk milyon altın verecek, ayrıca her yıl 360,000 altın ödeyecek, Bizans içindeki bütün Müslüman esirler serbest bırakılacaktı.

Ancak İmparator, Bizans topraklarına girdiğinde Michael’in İmparator ilân edilmiş olduğunu gördü. Çok geçmeden Michael’in adamları tarafından yakalanarak gözlerine mil çekildi, kör oldu. Kısa süre sonra da kapatıldığı manastırda ıstırap içinde öldü.

MALAZGİRT MEYDAN SAVAŞININ SONUÇLARI

Malazgirt Zaferi’nden sonra bize Anadolu’nun kapıları tamamen açılmıştır. Anadolu, Malazgirt’le vatan olmaya başlamıştır. Çünkü Türk akıncıları çok kısa bir zaman sonra İznik ve civarını alarak buraları vatan edinmişlerdir. Malazgirt Zaferi sonrası kurulmuş hiçbir bağımsız Türk devleti olmadığı gerçeği unutulmamalıdır. Anadolu Selçukluları Devleti ise, 1071’de değil, 1077’de kurulmuştur. Bu devlet bağımsız bir devlet olmayıp, ortaçağ Türk devlet sistemine göre, Horasan’daki Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlıydı.

Anadolu Selçuklu Devleti, ancak 1157 yılında, büyük devlet dağıldıktan sonra bağımsız olmuş, ülkenin bütün öteki doğu bölümleriyse, Harzemşahların elinde kalmıştır.

Malazgirt Zaferi, imha meydan savaşlarının en bü-yüklerindendir. Savaşa katılan askerlerin sayısı bakımından Türk kahramanlığının, yönetim bakımından Türk askerî gücünün, Bizans Ordusu’ndaki Hıristiyan Türklerin Alparslan’ın tarafına geçmesi bakımından önemli neticeleri olan bir savaştır. Bu savaş sonunda Alparslan’a, Cihan Sultan’ı, Ebul Feth ve Sultanül Âdil unvanları verildi.

“Savaşı, sonunda zafer olduğu için seviyorum” diyen Alparslan’ın ordusundaki süvariler doludizgin at sürerek az zamanda Marmara Denizi kıyılarına vardılar. Komutanlarından «Anadolu Fatihi» diye adlandırılan Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Bey, Alparslan’ın isteği doğrultusunda Anadolu’yu bir baştan öbür başa kadar fethetti. Alparslan, Malazgirt Zaferi’yle büyük bir komutan, adalet ve asalet sahibi olduğunu da kanıtlamış oluyordu.

Sultan Alparslan, her tarafa fetihnameler gönderdi. Başta Bağdat olmak üzere bütün İslâm âleminde şenlikler düzenlendi.

Bu olaydan sonra Sultan Alparslan, Anadolunun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için Türkmen beyleri ile birlikte pekçok Türkmen dervişlerini de görevlendirerek manevî fethin kapılarını açtı.

Anadolu’yu Türklere ebedî bir vatan olarak kazandıran Alparslan, tarihin en büyük cihangir ve komutanları arasında da en başta gelmektedir.

Türk tarihinde Malazgirt Meydan Zaferi’nin çok büyük bir önemi vardır. Selçuklu Türklerinin yurdumuzun özellikle Erzurum, Sivas, Konya vs. gibi şehirlerindeki pek çok uygarlık ve sanat eserleri, günümüze kadar varlıklarını sürdürmüş bulunmaktadırlar. Yüzyıllardan beri Anadolu Selçuklu Türklerinin damgasını, silinmez mührünü taşıyan bu muhteşem eserler, atalarımızın bize armağan ettikleri birer şeref anıtıdır.

https://www.turkishairforce.org/turk-tarih-kurumu/malazgirt-savasi

30 Ağustos Zafer Bayramı: Zafer Bayramı’nın Anlam ve Önemi – Ata’dan Mesaj

Bu gün; 30 Ağustos Zafer Bayramı…

Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman ordumuzun kazandığı zaferlerden birinin, Büyük Taarruz’un yıldönümüdür.

Ama;

“30 Ağustos sade bir tarih değildir. Bu günün tarihe şan veren bir anlamı vardır. Bu günün heybeti, Toprağa, denize ve göğe sığmayacak kadardır.”

Çünkü bu gün; bağımsızlık ve yurt aşkıyla şahlanan Türk ulusunun ATATÜRK’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı kazandığı, Sevr Antlaşması’nı parçaladığı, Lozan Barışı’nı sağladığı ve Cumhuriyetin temeline ilk harcı koyduğu gündür…

Yıl 1919, Mayıs’ın 15’i… Yunanlılar İzmir’de… Hedef, Türk’ün boynuna esaret kemendini takmak ve güzel Anadolu’ya sahip çıkmak… Yunan saldırısı yaman başlar 1920’de… Güzel yurt köşeleri elden çıkar bir bir… Kanla yoğrulur kara toprak, kanla sulanır. Afyon, Kütahya, Eskişehir…

Ancak düzenli ordularla “Dur!” denebilirdi bu azgın Yunan’a. Ve bir ordu yaratılır yoktan… Bir ordu ki, yediden yetmişe dek, kadın erkek, kız kızan… Silâh yokmuş, üniforma yokmuş, ne gam… “Ölesiye saldırırlar düşmana, diş var, tırnak var ya… Ve bu inançla “yalnız düşman değil, milletin ters giden talihi de yenilir”. İnönü’nde… Ardından yeni destanlar eklenir tarihe sırasıyla… İşte Aslıhanlar, Afyon, Kütahya… İşte Eskişehir, Dumlupınar, Sakarya…

Türk ordusunun Sakarya’da kazandığı zaferin bir başka benzeri yoktur yeryüzünde.

Bu savaş, bir milletin kaderini değiştiren ve 22 gün, 22 gece süren yaman bir uğraştır. Bu savaş, insanlık duygularından yoksun, vahşi ve saldırgan bir düşmanın başını Türk’ün iman dolu göğsüne çarparak paramparça ettiği bir taştır. Bu savaş, haksız, şuursuz ve kirli bir istilâ emelinin, Sakarya’nın köpürmüş sularında boğulduğu bir savaştır.

Bundan dolayıdır ki; insanlık tarihi sayfalarında Sakarya Meydan Muharebesi’ne müstesna bir yer verilmiştir. Çünkü Türk ordusu, Viyana’da başlayan amansız çekilmeye Sakarya’da “Dur!” demiştir.

Ulu Önder ATATÜRK’ün, “Hattı-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça düşmana terk olunmaz…” komutundaki anlamı çok iyi kavrayan kahraman Türk ulusu “Ya istiklâl, ya ölüm…” parolasıyla mücadele etmiştir.

Vatanın bağrından düşmanı söküp atmaya kesin kararlı olan Türk ordusu, bütün gücünü toplar Ağustos 1922’de… Artık her şey, Türk ulusunun haysiyet savaşına ve Akdeniz’i “ilk hedef” gösteren bir başkomutanın Eskişehir’den İzmir’e kadar sürdüreceği kahramanlık yarışına kalmıştır…

Sabırsızlıkla beklenen Büyük Taarruz, 26 Ağustos sabahı günün ilk ışıklarıyla başladı. Patlayan toplar bütün dünyaya şu gerçeği haykırıyordu

sanki;

“Duysun bunu, kâinatta herkes, Türk’ün sesidir, bu gürleyen ses…”

Başkomutanından en son erine kadar bütün bir ordu, Türk gücüne ve Türk yenilmezliğine olan büyük inançla tek vücut olmuş, baştanbaşa kin, boydan boya hınç kesilmişti. Bu yıllardan beri yakılan, yıkılan ve insanlığa sığmayan işkencelerle yok edilmek istenen Türk neslinin, Türklüğün süngüleşmiş, mermileşmiş bir iradesiydi sanki…

Kısaca;

“Bir yanda yürekleri kanatan bir görünüm, Her türlü bayağılık, şiddet, kan, ölüm… Bir yanda iman dolu göğsünde vatan sevgisi, Ve… Yedi düvele karşı üstünlüğü Türk’ün…”

Taarruz pek yaman sürüyordu 26 Ağustos’ta… Akşam olurken ordularımız düşman mevzilerinin bir kısmını ele geçirmiş, Ahır dağlarını şan süvarilerimiz bir mızrak gibi saplanmıştı düşmanın bağrına…

Yunan mevzilerini teftiş eden bir İngiliz generalinin “Türkler bu tahkimatı altı ayda aşarlarsa, bir günde aştık diye öğünebilirler” dediği yer, dört gün gibi kısa zamanda geçildi.

Parola kısa ve kesindi:

“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri… Eskişehir’den, Sakarya’dan, İzmir’den, Yunan kaçıyordu… Kaç ha kaç… Atatürk’ün süvarileri koşuyordu peşlerinden Ta Afyon’dan beri, dörtnala, çala kırbaç…”

Artık zafer yakındı, uzansak tutacaktık sanki o zaferi… Günlerce açlığa, susuzluğa meydan okumuş, umutla el birliği etmiş bir ordunun yalın ayaklarındaki sızıydı o zafer…

Yuvalarını, bebelerini terk ederek erine cephane taşıyan kadınların sırtındaki ağrıydı o zafer…

Evini, yurdunu, bağımsızlığını kaybetmiş, kanlı göz yaşlarıyla cepheden haber bekleyen bir ulusun sevinçlerindeki göz yaşıydı o zafer.. Ve biz, o zafer uğruna vuruşa vuruşa ölmeye ant içmiştik;

“Kurtuluş Savaşı dedik, birlik olduk, el ele vererek Gazi olduk, şehit olduk severek, isteyerek…”

Sakarya boylarında her karış toprak, kahraman Türk kanıyla sulandı, hamurlaştı. O topraklar Çanakkale kadar vatanlaştı, o kahramanlar Ulubatlı Hasan kadar yüceldi, destanlaştı… Bizans’ın yıkılışı nasıl tarihte yeni bir çağsa, aşılamayan, Çanakkale Birinci Dünya Harbi’nde belirgin bir merhale, Sakarya ve Büyük Taarruz da sömürücülerin istilâ emellerine son veren, sömürülenlerin hür ve egemen yaşama yollarını aydınlatan bir meş’ale oldu.

Son zafer kazanılmıştı artık… Kara bulutlar dağılıyordu üzerimizden. Gürr bir başka doğuyordu o bilinmeyen tepelere…

Türk tarihinin akışı bir başka olmuştu 30 Ağustos sabahı.

“30 Ağustos’ta Yurdu işgalden kurtardık, milleti zulümden Bir vatan yarattık yer yüzünde, Tüm vatanlardan yüce… Sınır çizgilerini sağlam çizdik, Hudut taşlarını kol ve bacaktan diktik, Yurtta sulh, cihanda sulh dedi ATATÜRK, Parola bildik…

Bu gün de, ATATÜRK devrimleri’nin aydınlığında Şerefle ölmek kadar Şerefle yaşamasını öğrendik Hem de; Alnımız açık, başımız dimdik…”

P.Kd.Alb. Mustafa BAŞEL

30 Ağustos Zafer Bayramının Anlam Ve Önemi

Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla yurdumuz tamamen elimizden alınıyor, vatanımızda hür olarak yaşama hakkımıza son veriliyordu. Yüzyıllardır üzerinde bağımsız olarak yaşadığımız bu topraklar düşmanlara veriliyor, bizim de bunu kabul etmemiz isteniyordu.

Türk Milletinin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi. 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla, lideriyle kucaklaşan Anadolu, Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Amasya Genelgesi’nin yayınlanmasının ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapıldı. Daha sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Atatürk, 23 Nisan 1920’de TBMM’yi kurdu. Böylece hem memleketin yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu. Hem de Kurtuluş Savaşı’nın merkezi Ankara oluyordu.

TBMM meclisi yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. “Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı görüşü”nden hareketle, düşmanla mücadele kararı alındı. Oluşturulan düzenli ordularla savaşa girildi. İlk başarı, Doğu’da Ermeni çetelerine karşı kazanıldı. Daha sonra, Batı cephesinde, Yunanlılarla, I. İnönü ve II. İnönü Savaşları yapıldı. Bu savaşların kazanılmasıyla Yunanlılar’a büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bunun üzerine Yunan ordusu yeniden saldırıya geçti. Saldırı üzerine Mustafa Kemal, ordularına: “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” emrini verdi.

Türk askeri, büyük bir azim ve fedakârlıkla bu karara uydu. 23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesiyle, Türk milleti 1699 Karlofça Antlaşmasından beri ilk defa toprak kazanmaya başlıyordu. Sakarya Savaşı, Türk milletinin savunma durumundan taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMM tarafından, Mustafa Kemal’e “gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesi verildi.

Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya Savaşı’ndan sonra, büyük bir taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı.

1922 yılı Ağustosuna kadar, hazırlıklar tamamlandı. Güneydeki Türk birlikle-ri, büyük bir gizlilik içinde Batı cephesine kaydmld”. İstanbul’daki cephane depolarından silah ve cephane kaçırıldı. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silâhlar satın alındı. Ordumuza taarruz eğitimi yaptırıldı. Bu hazırlıklardan sonra, Gazi Mustafa Kemal’in başkomutan-lığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922’de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos’ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis’te vardı.

Bu savaş, Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı.

Büyük Tarruzun başarıyla sonuçlanmasından sonra düşman, İzmir’e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu. Hain düşmanın, haksızca ve alçakça işgaline “dur” diyen ve kanımızın son damlasını akıtmadan yurdumuzu bırakmayacağımızı dünyaya ispatlayan bu büyük zaferi her yıl, 30 Ağustos günü, bayram yaparak kutluyoruz.

Zafer Bayramı Ve Zafer Haftası-26-30 Ağustos | Ata’dan Mesaj-30 Ağustos Zaferi-Zafer Bayramı’nın Anlam Ve Önemi-30 Ağustos Zafer Bayramı Ş.. | Eğitim Kütüphanesi ™ Önemli Günler ve Haftalar (egitimkutuphanesi.com)