12.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 19, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Müjdeli Rivayet

     Müslümanların; İlâhî sıfatları ihlâs / içtenlikle fehmedip / anlayıp inandıkları takdirde; bu İlahî sıfatlar sayesinde, ebedî hayatlarını kazanacakları hakkında rivayet var. Bunun için bir müslüman bilecek ve bilmeli ki:

     Cenabı Hakk; hâşâ pederi / babası olmaktan, veled / çocuk edinmekten, akranı olmaktan ve zevce / eş edinmekten münezzeh / uzaktır.

     Hz. İsa, melekler ve doğan şeylerin ulûhiyetleri / ilâh oluşları kabul edilemez.

     Cismaniyete mahsus veled / çocuk ve vâlidi / babayı nefyetmek ise; veledi, vâlidi / babası ve küfüvvü / dengi bulunanlar ilah değillerdir. Mabud olmaya / ibadet edilmeye lâyık olamazlar.

     Çünkü, Yüce Allah varlıklara karşı doğurma ve doğmayı hissettirecek bütün bağ, ortak ve yardımcı ve hemcinslerden uzaktır. Belki mevcudata karşı nisbeti, hallâkıyeti / yaratıcılığıdır. Sadece “Ol!” demesiyle icat eden bir emir ve ezelî iradesi ile, isteyerek ve seçerek icat eder. Mecburiyet ve zaruret altında olarak ve iradesi dışında bir şeyler yapmak gibi, kemaline aykırı herbir rabıta ve bağla ilişiği yoktur.

     Çünkü Yüce Allah ezelî, ebedî, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne Zât’ında ne sıfatlarında, ne fiil ve işlerinde nazîri / benzeri dengi, misli ve misali yoktur.

İnsan  Ebed  İçindir

     Acaba bu insan zanneder mi ki başı boş kalacak? Asla! Belki değil, muhakkak ki insan, ebed için yaratılmıştır. Ya Ebedî Saadet’e / Cennet’e namzed, veya Cehennem’e adaydır. Küçük büyük, az – çok her amelinden / yaptığı bütün işlerden hesaba çekilecek. Ya taltîf edilecek / lütûflara gark edilecek, ya da tokat yiyecek / hak ettiği neticeye müstahak olacaktır.

Hastalık

     Hastalık, insanların sosyal hayatında en önemli ve gayet güzel olan hürmet / saygı ve merhameti telkîn eder / aşılar. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden; kendini hiçbir şeye muhtaç görmeme hâlinden kurtarır. Çünkü “Şüphesiz insan, kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görmesinden dolayı gerçekten haddini aşar!” âyetinin sırrıyla, sıhhat ve âfiyetten gelen bir gaflette bulunan, kötülüğü emredici bir nefis; hürmete lâyık çok kardeşliklere karşı hürmeti hissetmez. Şefkat ve merhamete muhtaç olan musîbetzedelere ve hastalıklara merhameti duymaz. Ne vakit hasta olsa, o hastalıkla aczini ve fakrını anlar, hürmete lâyık olan kardeşlerine karşı hürmeti hisseder. 

İnsan,  En  Güzel  Sûrette

     İnsan, en güzel sûrette yaratıldığı, ona gâyet geniş imkân ve kabiliyetler verildiği için, yerden ta arşa, zerreden tâ güneşe kadar dizilmiş olan makam, mertebe ve derecelere girebilir ve düşebilir bir imtihan / sınav meydanına atılmış, nihayetsiz düşüş ve yükselişe giden iki yol; onun önünde açılmış bir kudret mucizesi ve yaratılış neticesi ve şaşılacak bir san’at eseri olarak şu dünyaya gönderilmiştir.

İncir  ve  Zeytin

     Yüce Allah, tîn / incir ve zeytin ile yemin vasıtasıyla kudretinin büyüklüğünü, rahmetinin mükemmelliğini ve büyük nimetlerini hatırlatarak; aşağıların aşağısına giden insanın yüzünü o tarafa çevirip; şükür, fikir, iman ve sâlih / iyi ve güzel ameller ile, ta en yüce mertebeye kadar mânen ilerleme kaydedebileceğine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn / incir ve zeytini tahsisinin sebebi ise, o iki meyvenin çok mübarek ve faydalı olması, yaratılışlarında nimet ve dikkate değer çok şeyler bulunmasıdır.

Zenginlik,    İşte Bu!

08.09.2025

“Çalışmayı, Sağlığı ve Eğtimi Asla İhmal Etmeyiniz”

Semahat Aracı

Bana bu sözü söyleten, 7 ağustosta katıldığım Tıp Fakültesindeki bir törendir. Bu tören İbrahim Vefa Aracı’nın yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Koruma Klor Alkali gurubunun yeni bir bağış hizmetinin tanıtılması idi. Törende yeni yapılan Zümran Aracı Ameliyathanesi ve bazı kliniklere sağlanan teknik imkanlar tanıtılmıştı. Böylece Tıp Fakültesi hastanemizde robotik cerrahi dahil yeni teknik imkanlar ve diğer bazı bölümlerde daha iyi sağlık hizmeti verilme imkanına kavuşulduğunu öğrenmiştik.

Bu tören bana 90 lı yıllardan itibaren kendi branşımda sağlık hizmeti verdiğim baba Şükrü ve anne Semahat Aracı ile ilgili hatıraları yeniden yaşattı. Şükrü amcanın telefonu ile, mutlaka saat 9 da kan ve idrar numunelerini almaya giderdim. Zamandaki dikkati yanında Semahat teyzenin sağlık ve ilaç bilgilerini yazdığı defterdekileri paylaşmasındaki dikkat ve titizliği hayran bırakıcıydı. Şükrü amcanın eşine gösterdiği bu ilgi ,sevgi ve şevkat olağanüstü denilecek şekilde olup 2007de vefatına kadar devam etmiştir. Bu hassasiyet daha sonra        evlatları tarafından 2009 daki vefatına kadar sürdürülmüştü. Semahat Teyze hastalığına rağmen her zaman güler yüzü ile insana umut ve güven veren, güzel iltifatları ile insana neşe katan, öncelikle evlatlarına ve sonra çevresine hayır dualarını eksik etmeyen bir insandı. Her ikisini de rahmetle anarım.

Kocaeli Kent Konseyliği Başkanlığım zamanında şehrimizde yaşlı bakım merkezi yokluğu ve bu alanda bir yatırımının yapılması ihtiyacını Büyük Şehir Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu ile paylaşmıştım. Onun onayı ile İbrahim Aracı’ya bu alanda yapacağı bir bağışın önemini annesini de hatırlatarak paylaşmış, yönetimin her türlü desteği vereceği bilgisini iletmiştim. Konuya olumlu bakması üzerine belediye başkanımız, Rektörümüz Prof.Dr. Sezer Komsuoğlu’yu arayıp böyle bir çalışma için onun da teyidini almıştı. Daha sonra Semahat Aracı Yaşlı Bakım Merkezi adının verileceği bu yer için Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli Büyükşehir ve Koruma Klor Alkali A.Ş. arasında bir protokol imzalanarak 2014 yılında temeli atılmıştı. (Ocak 2014 yerel gazeteler).

Üniversitenin hazırlattığı bu proje Büyükşehirin desteği ve Aracı ailesinin imkanları ile yapılmıştır. 6 katlı ve12 bin metrekare kapalı alanlı, alt katında rehabilitasyon hizmetine uygun havuzu dahil en iyi malzemelerle yapılmıştı. 5 yıldızlı otel standardındaki bu bina 2018 de tamamlanıp hizmete hazır hale getirilmişti. Çevre ve altyapı konusundaki yatırımları ve yol ihtiyacını da belediyemiz tamamlamıştı. Burada bakıma muhtaç ve tıbbi desteğe ihtiyacı olan yaşlılara bakım hizmeti, ailelerine de bakım eğitimi hizmeti verilecekti*. Bu hizmetin Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile işbirliğinde yürütülmesi planlanmıştı. Ama bazı bürokratik engeller bu işbirliğine engel olmuştu. Bu sorun o günün Rektörü Prof. Dr. Saadettin Hülagü’nün çalışmaları ile çözülmüştür. Böylece burası tamamen tıp fakültesine bağlı olmak üzere Semahat Aracı Onkoloji ve Palyatif Bakım Merkezi adı verilerek 2019da hizmete açılmıştır. Açılış Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da iştiraki ile yapılmıştır.

Semahat Aracı Onkoloji ve Palayatif Bakım Merkezinde ne gibi hizmetler verilmektedir;

-Onkoloji Servisi: 40 yatak imkânı ile yatarak tedavi gerektiren hastalara bakılmaktadır.

-Kemoterapi Salonu:Günde 120 hastaya ayaktan tedavi hizmeti verilmektedir. Kanser tedavisinde kullanılan ilaçların hekim gözetiminde ve uygun şartlarda yapılması gerekmektedir. Burada bu imkanlar en iyi ve uygun şekli ile hastalara sunulmaktadır.

-Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon hizmetleri:40 yatak imkanı ile yatarak tedavi gerektiren hastalara hizmet verilebilmektedir.80 hastaya da robotik tedavi uygulaması dahil ayaktan fizik tedavi ve rehabilitasyon, verilen hizmetlerdendir.

-Göğüs Hastalıkları bölümüne bağlı 4 yataklı uyku laboratuvarı mevcuttur.

-20 yataklı palyatif bakım bölümü. Tedavi imkanı kalmamış fakat sağlık hizmeti desteği ihtiyacı olanlara bu hizmet verilmektedir.

Türkiye’de kendi alanında tek olan bu hastanemizde yılda 10 bine yakın poliklinik ve 5 bine yakın yataklı tedavi hizmeti verilmektedir. Aracı ailesinin bağışı ile yapılmış bu merkezimiz gibi bu törende tanıtılan yerler Tıp Fakültesi hastanemizin hizmetlerinde önemli imkanlar sağlamaktadır.

Bu ailenin örnek alınacak pek çok yönü vardır. Sahibi oldukları Koruma Klor Alkali A.Ş.nin sosyal sorumluluk bilinci ile yaptıkları bir kısım hizmetlerin tanıtımının yapıldığı bu törende İbrahim Vefa , Zümran, Kemal ve Ayşe ARACIYA plaketleri verilip teşekkürler edildi. Bizler de bu ailenin haklı gururunu alkışlarken hemen yan koltuğumda oturan Galip Ataman beye “işte esas zenginlik bu” demiştim. Ayrıca bunun gibi iş insanları ve kurumlarımızın daha çok olması temennilerini de paylaşmıştık.

Zevkle ve gururla takip ettiğimiz böyle bir tören sebebiyle fakülte başhekimimiz Prof.Dr. Görkem Aksu ve Rektörümüz Prof.Dr. Zafer Cantürk’ü de ayrıca kutlarım. Kocaelimiz için her geçen yıl daha da itibarlı hale gelen Üniversitemiz ve Tıp Fakültemiz ile ilgili güzelliklerin artarak devam ettirilmesi temennilerim ile…

CHP’ye Müdahale Veya Demokrasiye Darbe

Yargının siyaseti dizayn aracı haline geldiği bir tabloda, sadece CHP’nin değil, demokrasinin geleceği sorgulanıyor.

Önce CHP İstanbul İl Başkanlığı yönetimi -İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi kararı ile- görevden alınıp kayyıma (çağrı heyetine) devredildi. 15 Eylül’de yapılacak duruşmada ise Ankara Asliye Hukuk Mahkemesinin kurultayın da geçersiz olduğu (mutlak butlan) kararını vermesi bekleniyor. Böylece Özgür Özel ve yönetimi de görevden uzaklaştırılacak. Parti kayyım olarak atanacak kişiye (muhtemelen Kemal Kılıçdaroğlu’na) devredilecek.

Bunlar CHP yönetimini zor kararlar vermeye zorlayacak. Belki “direniş veya sivil itaatsizlik” eylemleriyle tanışacağız. Belki de CHP’nin bölünmesi veya yönetimin yeniden şekillenmesine sebep olabilecek.

Bu tablo bize hiç de yabancı değil. 2016’da MHP’de yaşanan süreci hatırlayalım. Gemerek Asliye Hukuk Mahkemesi, yetkisi olmadığı halde olağanüstü kurultayı durdurarak Devlet Bahçeli’nin koltuğunu korudu. Başta Meral Akşener ve Ümit Özdağ dahil muhalifler partiden ayrıldı, MHP AKP’nin “stepnesi” haline geldi.

Gemerek’te MHP’nin hatta Türkiye’nin geleceğini yargı dizayn etti. Bugün aynı senaryo CHP için sahneleniyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, MHP ve CHP operasyonları arasında sadece bir yöntem benzerliği değil, amaç benzerliği olduğunu vurguladı:

“Bahçeli koltuğunu korumak için MHP’nin iradesini Erdoğan’a rehin etti; bugün aynı yöntemle CHP’nin iradesi ipotek altına alınmak isteniyor” anlamında konuştu.

****

CHP, Mart ayından bu tarafa yönettiği belediyelere yapılan operasyonlardan bunalmıştı. Yeni adli yılın başlamasıyla, yargı doğrudan CHP örgütünü tanzim aracı olarak kullanılmaya başlandı.

Tıpkı Gemerek Asliye Hukuk Mahkemesi gibi CHP’nin İstanbul örgütü ve büyük kurultayı konusunu gören Asliye Hukuk Mahkemelerinin de tamamen yetkileri dışında kalan konularda karar veriyor olması yargının siyasallaştığı iddialarını güçlendiriyor.

Gemerek mahkemesi örneği gibi, benzer bir senaryonun CHP için de gerçekleşebileceği öngörülüyor. Yani mahkeme kurultayı geçersiz sayabilir, “mutlak butlan kararı” verebilir. Böyle olursa yapılan yalnızca CHP’nin iç işleyişine değil, Türkiye’de muhalefetin varlığına ve demokrasiye doğrudan müdahale anlamına gelir.

Bugün mesele CHP’nin kurultayı değildir. Mesele, Türkiye’de demokrasinin hâlâ yaşayıp yaşamadığıdır. Eğer bir partide seçilmiş delegelerinin kararlarını bir mahkeme geçersiz kılabilirse, yarın hiçbir siyasi iradenin güvencesi kalmaz. Adaletin olmadığı yerde demokrasi olmaz.

*********************************

CHP Ne Yapacak?

CHP Parti yönetimi yargı sopasından bir yandan hukuki, bir yandan siyasi manevralarla kurtulmaya çalışıyor. 15 Eylül’de verilmesi beklenen mutlak butlan kararı ile Genel Başkanlık yetkileri kayyım olarak atanacak Kemal Kılıçdaroğlu’na geçerse, partinin oy oranı bakımından en güçlü olduğu bir zamanda, parti örgütü yeniden şekillenecek.

Buna karşı CHP Parti yönetimi delegelerin noter tasdikli dilekçeleri ile 21 Eylül’de olağanüstü kurultay yapma kararı aldı. Böyle yapılacak kurultayda Genel Başkanın müdahalesi söz konusu olamayacak. 15 Eylül’de Asliye Hukuk Mahkemesi mutlak butlan kararı verip kurultayı geçersiz saysa ve Kılıçdaroğlu’nu kayyım atasa bile kayyım genel başkan sadece 6 gün görev yapabilecek.

Bu hamleye karşı iktidar ve yargıdan nasıl bir karşı hamle gelir bilemiyoruz.

CHP’nin bir olağanüstü kurultayla süreci düzeltmeye çalışması yeni davalarla, yeni mahkeme kararlarıyla engellenirse ne olur? İşte asıl tehlike burada yatıyor.

Bu durumda Türkiye, “yargı darbesi” kavramıyla karşı karşıya kalır. Çünkü artık mesele seçim kaybetmek ya da kazanmak değildir. Mesele, muhalefetin kendi varlığını sürdürebilmesidir.

Putin rejiminde olduğu gibi muktedirin izin verdiği kadar bir sözde muhalefet ile demokrasi olmaz. İktidarın muhalefeti -yargı yoluyla da olsa- kendi istediği biçimde düzenleyebilmesi, siyasal hayatı tek parti dönemlerinden bile daha dar bir çerçeveye hapseder.

Bu noktada kamuoyunun sessiz kalması, en büyük tehlikedir. Sessizlik, otoriterleşmenin en büyük destekçisidir. Bu nedenle, demokratik reflekslerin güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin savunulması ve siyasi partilerin kendi iç işleyişlerine müdahale edilmesine karşı ortak bir duruş sergilenmesi gerekir.

Bu aşamada CHP kanadında artık daha sık “direniş, sivil itaatsizlik, sokakta siyaset” gibi kavramları kullanılmaya başladı. Bu şaşırtıcı değil. Çünkü, Özgür Özel’in “Gemerek– MHP örneği” üzerinden yaptığı hatırlatma, CHP’yi ya iradesini iktidara teslim eden ya da direnen bir parti tercihiyle yüz yüze bırakıldığını gösteriyor.

“Direniş, sivil itaatsizlik, sokakta siyaset” kavramları meşru hakların dile getirilmesi olsa da CHP için iki ucu keskin kılıçtır.

Bu yöntemler doğru strateji ve taban sahiplenmesiyle demokrasi mücadelesini güçlendirir, topluma umut verir. Ancak kötü yönetildiğinde kutuplaşmayı artırır, orta sınıf seçmeni ürkütür, iktidarın baskıcı söylemine malzeme sunar.

*********************************

Kamuoyu Desteği Şart

CHP’nin yargı sopasıyla etkisizleştirme operasyonlarına kamuoyunun sessiz kalması, en büyük tehlikedir. Sessizlik, otoriterleşmenin en büyük destekçisidir. Bu nedenle, demokratik reflekslerin güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin savunulması ve siyasi partilerin kendi iç işleyişlerine müdahale edilmesine karşı ortak bir duruş sergilenmesi gerekir.

İktidara düşen ise, kısa vadeli siyasi kazançlar uğruna yargıyı araç olarak kullanmak yerine, uzun vadeli demokratik istikrarı gözetmektir. Unutulmamalıdır ki, “adalet devletin temelidir” ve yargının güvenilirliği zedelendiğinde iktidarın da meşruiyeti sorgulanır.

Yargı, siyasetin değil, hukukun hizmetinde olmalıdır.

Yargı, iktidarın siyasi rakiplerini dizayn aracı haline geldiğinde, kamuoyunun ve demokratik kurumların refleks göstermesi hayati önem taşır. Barolar, akademi dünyası, sivil toplum kuruluşları ve medya, yargının bağımsızlığına yönelik bu tür müdahalelere karşı ses yükseltmelidir. Aksi takdirde, Türkiye’de siyaset yalnızca iktidarın kontrol ettiği bir alan haline gelir ve halkın iradesi yetkisiz mahkeme kararlarıyla geçersiz hale getirilir.

Unutmayalım, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve demokrasilerde partileri mahkemeler dizayn etmez; partileri, ancak halkın iradesi şekillendirir.  

Sebep – Sonuç, Sebep – Sonuç

24 Ağustos Pazar yazımda sosyal bilimlerde sebep-sonuç bağlantısı hakkında düşündüklerimi yazmıştım. Okuyucu pek ilgilenmeyecek diye de endişeliydim. Hiç de öyle olmadı. 42 yorum gelmiş ki hiç de az değil. Yorumcular kendi aralarında kavgaya tutuştuklarında yorum sayısı artıyor ama bu 42 öyle değil. Kavga döğüş yok; düşünce var. Eski dostlardan Mümtaz’er Türköne bile lütfedip yazmış, sağ olsun.

İki nottan sonra dokunup dokunup bıraktığım, şu Kuantum Teorisi’ndeki determinizm veya indeterminacy, belirlilik X belirsizlik yahut muayyeniyet X muayyeniyetsizlik meselesine gireyim.

Notlarımdan birincisi: Benim de Ayhan Tuğcugil’in de – ki o benim 1970’lerdeki müstearım – pozitivist olduğu doğru değildir. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin “Metot – İlim, İdeolojiler ve Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi” başlıklı 7.’nci bölümünde pozitivist tutum sorgulanıyor, “Bilim ideolojilerin, bilim fikir sistemlerinin, bilim dinlerin yerini tutabilir mi?” diye soruluyor ve kesin bir şekilde “Hayır!” deniyor. “Kesin bir şekilde” dememin sebebi şu: O kitap kavga günlerinde yazıldı. İşim ihtilalin merkez karargâhında, ODTÜ’deydi. Özetle, bugün olsa pozitivizm tenkidimi o günkü kadar kesin ifade etmezdim. Uzun uzun alıntı yapmaya yerim yetmez. Zaten kitap piyasada, merak eden alıp okusun. Havayı teneffüs etmeniz için bir cümleyi alayım: “Türkiyeli aydının Batı’ya karşı aşağılık duygusunun doruğa çıktığı devirlerde; dejenere okumuşların Türk milliyetine ait her şeye, bu arada özellikle Türk kültürüne ve İslamiyet’e savaş açtıkları dönemlerde bu tür fikirler memleketimizde geniş akisler yapmıştır, hâlâ da yapmakta.”

Verstehen?

İkincisi Popper. En beğendiğim, bilim felsefecisi. Bilimi “yanlışlanabilir varsayımlar” diye tanımlaması harika. Şimdi soruyorum: Sosyal bilimlerde determinizm yoksa onların sonuçlarını yanlışlayabilir misiniz? Determinizm varsa mesele yok. Determinizm yoksa yanlışlamanız mümkün değil; o zaman da bilim olmazlar. Weber’in verstheninin bu sıkıntısı var. . Ahmet’in versthen’i Hans’ınkinden farklı ise ne olacak? Şöyle mi geçiştireceğiz, “Sosyal bilim bu, narrative canım; anlatı anlatı…” Ne demiş Rutherford (Atom çekirdeğini bulan Nobel’li fizikçi), “Sosyal bilimlerin varabileceği tek sonuç şudur: Bazıları yapar, bazıları yapmaz.”

Ernest Gellner’in yorumu da hoş: Poitiers’de Müslümanlar kazansaydı İbn-i Weber diye biri çıkar, Haricî Etik ve Kapitalizmin Ruhu’nu yazardı!

Bu akşam ay tutulacak

Şimdi gelelim determinizme. Determinizm, “aynı sebepler aynı sonuçları doğurur” kabulünden ibarettir. Sebepleri değiştirerek sonuçları değiştirebileceğiniz düşüncesidir. Bizim evrenimizde, yani kütlelerin gramla, kilogramla, hızların saniyede metre, saatte kilometre ile ölçüldüğü evrende, ister bir uçak ister bir top mermisi ister ay, güneş ve dünyanın birbirine göre hareketi olsun başlangıç şartlarını biliyorsanız, sonuçta ne olacağını da bilirsiniz.

Canlı örnek: Bakınız bu akşam dolunay olacak. Ve iyi bakınız, çünkü bu akşam o dolunay tutulacak.

Bize göre tuhaflıklar bizim evrende değil mikrokainatta ve bir de makrokainatta. Bu evrenleri hayatımız boyunca doğrudan gözleyemiyoruz. Dolayısıyla onlarla ilgili önsezilerimiz yok. Bu yazıda mikrokainatı ve Kuantum Teorisi’ni ele alacağım. Makrokainat da çiftli izafiyetle ondan daha az garip değil.

Newton kaç yaşındaydı?

Efendim, bizim evrende, Newton kanunlarının geçerli olduğu boyutlarda mekanik sistemler taneciklerden ibarettir. İşte siz başlangıçta bütün taneciklerin yerlerini ve hızlarını bilirseniz bir süre sonraki yerlerini ve hızlarını hesaplayabilirsiniz. İşte determinizm budur. Hani bu akşamki ay tutulmasını bildiğimiz gibi. Bu kadar… Bu kadar değil. O taneciklerin birbirine etki ettikleri kuvvetler olabilir, dışardan onlara etki eden kuvvetler olabilir, ışık ve başka dalgalar olabilir. Ama bunların hepsinin davranışını da biliyoruz. Zaten hareketin kanunlarını bulan Newton, yerçekimin kanunlarını da buldu, bunları kullanabilmek için diferansiyel ve entegral hesabı keşfetti, sonra ışığın kırılmasını, renklere ayrılmasını falan da buldu. Bütün bunları keşfettikten sonra gidip 25. doğum gününü kutladı.

Başlangıçtaki yer ve hızları bil, sonraki, hem de çok sonraki yerleri ve hızları hesaplayabilirsin. Mikro evrende işte bunu yapamıyorsun. Çünkü yeri ölçerken hızı rahatsız ediyorsun; hızı ölçmeye kalkarsan taneciğin yeri değişiyor. Bizim evrenimizin ölçülerine göre pek az değişiyor, Planck sabiti mertebesinde. Ama atomların boyutlarında Planck sabiti küçük değil.

O halde başlangıç yerlerini ve hızlarını aynı anda bilmek mümkün değil ki sonuç yer ve hızlarını hesaplayayım. İşte bazen Sean Carroll’a bazen Steven Weinberg’e atfedilen, “Determinizmin duvarında Planck sabiti kadar bir çatlak var.” sözü bundan doğuyor.

Boşboğazlığımdan, sonuca varmadan yerimi bitirdim. Devam edecek ve determinizmi kurtaracağım. Bir de dengede olmayan termodinamik sistemlerdeki belirsizlik var, kaos var. İlerde ona da şöyle bir dokunurum. Prigogine’in hakkı kalmasın.

Türkiye’de Etnik İhanet!

Yazdığım yazılarda, Atatürk’ün Bursa Nutku’ndan yola çıkarak memleketin içinde bulunduğu duruma ve gençlerin görevine dair yorumlar ile İstiklal Savaşı’nda, Türk Milletinin davranışlarını ve sonuçlarını ve de bugün verilmesi gerektiğine inandığım “demokrasi yoluyla varolma savaşı”nın bunu örnek alması gerektiğini, anlatıyorum.

Bir kere daha kanaatimce verilmesi gerektiğine inandığım “demokrasi savaşı”nın ya da Türk Milleti bakımından verilmesi gereken var olma mücadelesinin önündeki en büyük sorun, yüzyıllardır varlığı tartışmasız bir gerçek olan “etnik ihanet”tir.

Peşinen söyleyeyim, bu yazıya ve başlığına ilham olan rahmetli Necdet Sevinç ağabeyin “İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet” adlı kitabıdır. Necdet Sevinç, iyi ki; bu kitabı yazmıştır da o dönem yaşananlar içinde, etnik ihaneti bütün tarafları ile bugün bir kez daha görebiliyoruz.

Dikkat ederseniz, Türk adını Türkiye’den ve Türk’ün yaşadığı her toprak parçasından silme planı vardır. Türkiye’ye hakim olan kara zihniyet, bu nedenle “Türk” adını kullanmaz ve her şeye “millet” der, “Türkiyelilik” kavramını teşvik eder, bölücülerle uzlaşma arar ve 36 etnik parçayı dilinden düşürmez. Onlarca yıldır süren bir şeydir bu! Yani günümüze has değildir.

“Yeni Anayasa” dayatmalarının altında yatan, mevcut anayasadan “Türk” tanımlarının çıkarılmasıdır. Bu birçok hedefin yanında, asıl hedeftir. Böylece benim defaatle belirttiğim gibi, Türkiye’de Türk hükümranlığına hukuken son verilmesi amaçlanmıştır. Sadece Türkiye’demi dersiniz? Irak ve Suriye’de Türkmenlerin, Kıbrıs’takilerin, Yunanistan ve Bulgaristan’daki Türklerin durumuna bakıp bunun bütün Türk coğrafyasında geçerli olduğunu net olarak söyleyebilirsiniz…

Kara zihniyetin, bütün yöntemleri deneyerek başta dini, ekonomik ve siyasi olmak üzere her türlü baskı unsurunu kullanarak ülkede hakimiyet kurması, sahip oldukları zihniyetin Türk’e düşman küresel güçlerce kesişmesi sebebiyledir.

Mikro etnikçilerin, Osmanlı’dan günümüze kadar ihanetleri çok açıktır. Ve bu mikro etnikçiler kendileri için en uygun zemini günümüzde bir kez daha bulmuşlardır.

Bu dönem, bölücü terörün arkasındaki yapının kazandığı mesafeler onların da iştahını kabartmış ve kendi hesaplarını da, niyetlerini açık etmeden, PKK’nın elde edeceği kazanımlar üzerinden yürütmeye başlamışlardır. Yani pkk, bir takım haklar elde eder ve kendini hukuki zeminde meşrulaştırırsa, onlarda benzer haklar talep edebiliriz düşüncesindedirler.

Burada karşımıza bir etnik ihanet kardeşliği çıkmaktadır!

Bu nedenle mikro etnikçiliği ortaya çıkaranların ülkeyi getirdiği uçuruma aldırmaksızın, o küçük akılları ile bir partinin eteğine sarılarak, günümüzdeki gelişmeleri çok çalışarak ve destekleyerek ayakta tutmuşlardır.

Kara zihniyetin iktidarında, devlet zayıflamış olduğundan, Müslüman ve gayrimüslim mikro etnik ırkçılar, aynen İstiklal Harbi’nde olduğu gibi hortlayarak ortaya çıkmıştır.

Türk Milletince ve özellikle Türkler tarafından verilecek olan “Demokrasi Yoluyla Var Olma Savaşı”nda, kara zihniyetin etrafını bir zırh gibi örerek, onu korumaya alan bu mikro etnik ırkçılar ve onların çalışmaları, önemle göz önünde bulundurulmalıdır.

Dikkat edin, bunlar Suret-i Hak’tan yana gözükürler. Türk’üm, Müslümanım adım Ahmet, Mehmet derler. Yetmez ise dedesinin Çanakkale’de, babasının İstiklal Harbi’nde şehitliğini anlatırlar. Türk bayrağını da ellerinden düşürmezler. Bunlar yetmezse Hac hatıraları da dinleyebilirsiniz. Size devlet kasasından yardım bağlatabilir hatta cebinden çıkartıp borç bile verebilir. Dediğim gibi, bunlar Türk’ü yanıltmak ve Türk düşmanlığını politika haline getirmiş olan kara zihniyetin etrafında geçilmez bir duvar örme çabasındadırlar ve çok da başarılıdırlar.

Türk Milletinin vereceği “Varolma Savaşı”nda karşısında bulacağı ve mücadele edeceği en büyük kitle budur. Bunlar her yere sızmıştır!

Küresel güçlerin ve onun ülkemizdeki taşeronu kara zihniyetin, Türklüğe karşı takındıkları tavrı anlamak için rahmetli Necdet Sevinç’in kitabından iki örnek verelim.

… İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Tom Hohler, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası Şefi George Kidston’a bir mektup yazdı. Mevcut şartlardan faydalanılarak İstanbul’un işgal edilmesi lazım geldiğinden söz edilen mektupta şöyle deniyordu:

“… Burasının Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki şartlardan yararlanılmazsa çok yazık olacak. Bu şehri herhangi bir yönetim altında görmeye hazırım. Yeter ki, bu yönetim, Türk yönetimi olmasın.”

Aslında müttefikler, Amerikan Başkanı Wilson’un isteği üzerine 10 Ocak 1917’de Türkiye’nin ortadan kaldırılmasını savaş sebebi olarak açıklamışlardı. Şöyle diyorlardı:

“… Uygar dünya bilmektedir ki, müttefiklerin savaş amaçları her şeyden önce ve zorunlu olarak Türkler’in kanlı istibdadına düşmüş halkların kurtarılması ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa dışına atılmasıdır.”

Bu politika İstanbul’un fethinden itibaren Avrupalılar’ın takip ettikleri politika idi.

Bu politikanın günümüzdeki takipçilerini şimdi anlıyorsunuz değil mi? Bugün neler yapılmak istendiğini düne bakarak daha iyi görebiliyorsunuz değl mi? Onun için önümüzdeki günler Türk Milleti için çok çetin geçecektir.

Bu “Demokrasi Yoluyla Varolma Savaşı”na hazırlanırken ve savaşılırken “mikro etnik ırkçılar”ı göz ardı etmeyin ve hesabınızı da ona göre yapın. Çünkü sorun bebek katili bölücü Öcalan ve avanelerinden ibaret değildir.

Etnik ihanetin merkezi haline gelmiş olan merkezlerde ifade edilen “Yeni Paradigma” tanımının da, Türk Milleti için neler ifade ettiğini bir düşünün. Bu ifade Türk’ün hükümranlığını kaybettiği yeni bir devlet demektir. Devletinizi kaybedince her şeyinizi kaybedersiniz. Yüz küsur yıl önce de bunu yapmaya çalışıyorlardı bugün de öyle!

Birde Necdet Sevinç’in “İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet” kitabını hala okumadı iseniz, mutlaka bulup okuyun…

Ezelî Kelâm

     Ezelî Kelâm / Allah’ın sözleri ve Kur’an-ı Kerîm; ilim, kudret gibi İlahî bir sıfattır.

     Bu bakımdan nihayetsiz ve sonsuzdur.

     Sonsuz olan birşeyi yazmak için, denizler mürekkep olsa,

     Mürekkep biter fakat yazılması gerekenler bitmez.

     Yazılacaklar için, mevcut mürekkep yeterli olmaz.

     Yazılması gerekenler; yazılmaları için, sanki “Mürekkep daha yok mu?” derler.

     Bir kimsenin varlığını bildiren, en açık, en kuvvetli delil; onun konuşmasıdır.

     Yüce Rabbin kelâmı ve konuşması da, varlığını, güçlü bir şekilde gösterir.

     İlahî kelâm ve sözleri ise, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olup da yazılmaya çalışılsa;

     Mürekkepler biter fakat Yüce Rabbin kelimelerinin yazımı bitmez.  

     Hadsiz, nihayetsiz ve sonsuz İlahî Kelâm’ın ezelî hazinesinden alınan,

     Gayb âlemi hesabına, şehadet / görünür âleme yönelik olan,

     Cin, ins, rûh ve melekle konuşan,

     Her ferdin kulağında çınlayan Kur’an’ın menba ve kaynağı bulunan;

     Ezelî Kelâm’ın kelimelerini saymak için, denizler mürekkep, şuur sahipleri kâtip, bitkiler kalem,

     Hatta zerre ve atomlar kalem ucu olsalar;

     Yine de, saymayı bitiremezler. Çünkü bunlar sonlu, o ise sonsuz.

     Mâlûmdur ki, umulmadık birşeyden kelâmın / sözün meydana gelmesi;

     Kelâmı önemli kılar. Kendini dinlettirir.

     Nitekim, gökyüzü ve bulutlar gibi büyük hacimlerdeki varlıkların;

     Konuşurcasına çıkardıkları sesler bile, ehemmiyetle kendini herkese dinlettiriyor.

     Bilhassa dağ cesametinde olan; sesi alıp veren bir ses cihazının;

     Âhenkli, güzel nağmeleri; kulağın nazar-ı dikkatini daha çok çeker.

     Meselâ, semâvat tabakalarını plâklar kabul edip, yeryüzünün kafasına işittirmek için,

     Meydana gelen; Kur’an’ın Semavî Sadasını radyo ile,

     Hava zerreleri; o harflerin alıcı ve nakledicisi olurlar.

     Elbette bu Kudsî Kur’an harflerine;

     Birer ayna, birer lisan, birer ibre, birer kulak hükmünde olup,

     Kur’an-ı Hakîm’in harflerinin ne kadar önemli, kıymetli ve keyfiyetli olduklarını gösterirler.

     Ve işarî mânâlarıyla demek isterler ki:

     Allah’ın kelâmı / sözü olan Kur’an; o derece canlı ve kıymetlidir ki,

     Onu dinleyen, işiten kulakların adedini, o kulaklara giren kudsî kelimelerin sayısını;

     Bütün denizler mürekkep, melekler de kâtip

     Ve zerre, nokta, nebat ve kıllar birer kalem olsalar, yazmakla bitiremezler.

     Çünkü Cenabı Hakk insanın zayıf, ruhsuz kelâmının adedini; havada milyonlarca çoğaltsa,

     Elbette yer ve göklerin benzersiz Mâliki’nin arz ve semavatta;

     Bütün şuur sahiplerine hitap eden kelâmının herbir kelimesi;

     Hava zerreleri sayısınca kelimeler olur.

     Nasıl ki Kelâm Sıfatı’nın kelimeleri var. Kudretin de cismanî kelimeleri var.

     İlmin de kaderle alâkalı, hikmetli kelimeleri vardır ki; onlar tüm mevcudattır.

     Özellikle canlılar, hususen küçük mahlûkların herbiri, birer Rabbanî kelimedirler.

     Ezelî Mütekellim’e kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret ederler.

     Onların adedini denizler mürekkep olsa,

     Mürekkep biter yazılacaklar bitmez.

     Tüm melek, insan hattâ hayvanlara gelen umûm ilhamlar da, bir çeşit İlahî kelâmdırlar.

     Bu kelâmın kelimeleri, elbette nihayetsizdir.   

     Mutlak Saltanat’ın nihayetsiz askerlerinin aldıkları ilhamlar ve

     O İlahî Emr’in kelimeleri; ne de çok, nihayetsiz ve sonsuzdur.

Türk’ün Örfü; Mevlid ve Kandillerimiz

 “Mevlid Kelimesinin Anlamı” :Hz. Peygamber’i anlatma amacıyla vücut bulmuş önemli ve yaygın türlerden biri “mevlid”dir. Kelime anlamı “doğum zamanı” ve “doğum yeri” demek olan “mevlid”in kavram anlamı; “Hz. Peygamber’in hayatı (doğumu, miraca çıkısı, mucizeleri vb) ve şahsiyetini konu eden manzum eser”dir. Ancak mevlidin “Hz. Peygamber’in doğumu, doğum yıldönümü; doğum yıldönümü sebebiyle yapılan etkinlikler; bu etkinliklerde okunan ilâhi, na’t, kaside” anlamlarında da kullanıldığını unutmamak gerekir. “Mevlid türü eserlerin istisnasız hepsinde ortak olan tek mevzu Hz. Muhammed’in doğumudur. Nübüvvet nurunun yaradılışı, Hz. Âdem’den başlamak üzere diğer peygamberleri dolaşarak Hz. Abdullah’a gelişi, Hz. Amine’nin hamileliği, hamileliği esnasında vuku bulan olağanüstü hadiseler ve mucizeler, nihâyet doğum ve doğumla birlikte Hz. Muhammed çevresinde ve yeryüzünde gerçekleşen mucizeler, Türkçe mevlidlerin temel konularını oluşturur. Ancak pek çok mevlidde doğum hadisesi dışındaki konular da dile getirilmiştir. Bütün mevlidlerde aynı olmamakla birlikte, miraç başta olmak üzere Hz. Muhammed’in bazı mucizeleri, örnek ahlâkı, hayatının bazı safhaları ve nihâyet ölümü de mevlidlerde işlenen konular arasındadır.[1] “Mevlid” Arapça bir kelimedir. Masdar-ı mîmî (mimli masdar), olay, zaman ve yer ismi olarak bu dilde üç mânâsı vardır: doğum-doğmak, doğum zamanı ve doğum yeri. Bu üç mânâ Türkçe’de de kullanılmıştır. Meselâ “Mevlidü’n-Nebî” tamlaması, hem Hz. Peygamber’in doğumunu, hem doğum târihi olan 8 veya 12 rebîülevvel gününü, hem de doğum yeri olan Mekke’deki o mütevâzı evi ifâde eder. Bu kullanışlardan “doğum günü veya zamanı” mânâsı, daha çok öne çıkmıştır. Kelimenin mücerret kullanılışı, sadece Hz. Muhammed’in doğumunu ifade eder. Hz. İsa’nın doğumuna “Milâd” denildiği gibi, Hz. Muhammed’in doğumuna da “Mevlid” denir. Bu itibarla, kelime İslâmî bir terim olarak hem Türkçe’de, hem Arapça’da zamanla Hz. Peygamberin doğum yıldönümlerini, bu yıldönümlerinde yapılan merâsim ve kutlamaları ve bu merâsimlerde okunan Hz. Muhammed’in doğumunu anlatan eserleri ifâde için de kullanılır olmuştur. Kelimenin bu anlam için “Mevlid veya mevlûd” şeklinde telaffuzu ve imlâsı doğru değildir; “mevlûd”, “yeni doğan” demektir ki erkek ismi olarak “Mevlid”, kadın ismi olarak “Mevlüde” şeklinde kullanılır[2].

 “Mevlid Merasim ve Kutlamaları”:

Ramazan ve Kurban bayramları dışında, müslümanlarca mübârek sayılan ve kutlanan beş gece vardır. Bunlar: Receb ayının ilk cuma gecesine (perşembeyi cumaya bağlayan gece) rastlayan Regaib gecesi, aynı ayın 27. gecesine rastlayan Mi’rac gecesi, Şaban ayının I5’ine rastlayan Berât gecesi ve Rebîülevvel ayının 12. gecesi Mevlid gecesi. Bunlara dilimizde “kandil” denir: Regaip Kandili, Mi’râc Kandili, Berât Kandili, Mevlid Kandili gibi. Beşincisi Leyle-i Kadir yani Kadir gecesi‘dir. Örfümüze göre Ramazan ayının 27. gecesi kutlanır.[3]

Dinî bakımdan önemli birer olayın yıldönümü olan bu mübârek gecelerde sevinç alâmetleri olarak ve kutlama maksadıyla, tarihte başta câmiler olmak üzere tekke, zaviye, çarşı, pazar… gibi yerlerde kandiller yakılıp, sokaklar, binalar, bahçeler, şehirler ışıklarla donatıldığı için bunlara kandil geceleri denilmiştir. İslâm ışık dînidir, “nur” dînidir. Kur’ân-ı Kerîm insanlığı aydınlatan Allah kelâmıdır. Bu bakımdan İslâmî kutlamalarda ışığa özel bir önem verilmiştir, İslâmî kudsiyet kavramı içinde mutlaka ışık vardır, nur vardır. Hz. Peygamber’in sağlığında, Dört Halife devrinde ve Emevî saltanatı boyunca herhangi bir mevlid merasimi veya bu maksatla şu veya bu şekilde bir kutlama yapılmamıştır. Abbâsîler döneminde de yoktur; yalnız bu dönemde ve hususiyetle X. Yüzyıl ortalarından itibaren Hz. Peygamber’in 12 Rebîülevvel kabul edilen doğum günü ile ilgili saygı ve kutlama ifade eden davranışlara dair münferit haberlere kaynaklarda rastlanmaya başlanır.[4]

Hz. Peygamber’in Mekke’de Sûk el-Leyl’de bulunan doğduğu eve müminler hürmet gösteriyor. Medine’deki Ravza-i Mutahhara denilen mezarından sonra bu evi de ziyâret ediyorlardı. Bu ziyâretler, bugün de yapılmakta olan evliya türbeleri ziyâretleri gibi idi. Ancak. 12 Rebîülevvelde ziyaretçi sayısı biraz daha çoğalıyordu. Bu hürmetin bir devamı ve yeni bir tezahürü olarak, Abbâsî halîfesi Hârunü’r-Reşîd (hilâfeti: 786-809)’in annesi El-Hayzûrân (öl: 789-90) bu evi mescid hâline getirdi. Daha sonraları burası, yeni mimarî inşalara konu olacaktır. Hz. Peygamber’in doğum günü gibi hicret ve vefat günleri de pazartesiye rastlıyordu. Bu sebeple bazı ileri dindarlar, pazartesi günlerinde nâfile orucu tutuyorlardı. Fakat bu güne mahsus devamlı veya yılda bir herhangi bir merâsim veya ibâdet yapıldığı bilinmiyor[5].

Fâtımî Törenleri

Kahireli târih ve coğrafya bilgini Makrîzî (1364-1442)’den öğrendiğimize göre, Hz. Peygamber’in doğum yıldönümünü kutlamak için ilk defa Şîî-İsmâîlî mezhebinden olan Fâtımîler Kahire’de tören düzenlediler ki X. Yüzyıl sonları ile XI. Yüzyılın başlarındadır. (Fatımî saltanatı: 910-1171, Kahire’nin payitaht oluşu: 973) Bu dönemde Fatımî hâkimiyet ve nüfuzu, Atlas Okyanusu ile Hind Okyanusu arasında uzanıyordu. Kahire’deki hükümdarları “halîfe” sıfatını kullanıyordu. Fâtımîler’in böyle bir tören yaptırmaları Selçuklular’ın zuhuruna kadar hâkim oldukları İslâm dünyâsında, bir güç gösteri olarak yorumlanabilir. Çünkü Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve halîfe dedikleri kendi hükümdarları için de bilâhare böyle törenler düzenlediler. Bir rivâyete göre, vezir El-Efdâl zamanında (1094-1121) bu dört merasim ortadan kaldırılmış, fakat sonradan bütün ihtişamı ile yeniden ihya edilmiştir. Hz. Peygamber için düzenlenen de dâhil, bütün Fatımî doğum günü törenlerinde ve kutlamalarında, esas ve unsurlar bakımından Şîî tesiri açıktı. Hepsi şu veya bu ölçüde Şîî tesirleri taşıyan törenlerdi. Fâtımî törenleri gündüz yapılırdı. Bunları tam mânâsıyle halk merasimleri saymak mümkün değildir. Çünkü bu törenlere ancak dînî, siyâsî, mülkî ve askerî yüksek çevreler katılabiliyordu. Merasimle Fâtımî halîfesinin sarayına gidiliyor. Kahire’nin üç büyük vâizi orada hükümdarın huzurunda, şimdi kandil ve bayramlarda dinlediğimiz vaazlara benzer şekilde vaaz ediyorlardı[6]. Fâtımîlerin özellikle yönetici kadrosu ve orduda Türklerin ağırlıklı olduğu dönemde Türk örf ve adetleri uygulamada olmuştur. Fakat “Türklerin Mısır’daki bu üstün durumu Ermeni kökenli Bedr el-Cemâlî’nin (1073-1094) vezir olmasına kadar devam etmiştir. Bu zat göreve gelince Türk komutanları ve askeri birlikleri ortadan kaldırmıştır. Bu tarihten itibaren ise Fâtımî ordusunda Türk etkisi minimize edilmiş ve ordu Ermeni, Arap ve Sudanlı askerlerden oluşturulmuştur[7]”.

Bağdad’da Karşı Gösteriler

Bu Şiî törenlerine ilk mukabelenin, tabiî olarak, sünnî hilâfetin merkezi olan Bağdad’dan yapıldığı anlaşılıyor. Çünkü fiilî nüfuz ve tesiri Bağdad şehrinin içinde bile tartışılır vaziyette de olsa, şeklî bir mevcudiyet olarak, dünyadaki bütün sünnî müslümanların başı sayılan Abbasî soyundan bir halîfe, Bağdad’da oturmakta idi. Bağdad’lı bilgin İbnü’l-Cevzî (1116-1200)’nin anlattığına göre. XI. Yüzyılda Bağdad yakınlarındaki Ukberâ kasabası halkı, ilk defa Mevlid Kandili’ni kutlamıştı. Daha sonra Bağdad’da kutlanan Mevlid Kandili’nde ise, Dicle üzerinde mumlarla donatılmış kayık donanmaları tertîb edilmiş, şehir sokakları büyük boy mumlarla aydınlatılmış, Halk tarafından tertîb edilen şenliklere halîfe ve devlet erkânı da katılmışlardı. Fakat bu şenliklerde resmî bir mâhiyet ve sistematik bir tanzim bahis konusu değildi. Halkın kendi kendine düzenlediği sevinç gösterilerinden ibaretti. Eğlencelik ve seyirlik niteliği ağır basan bu kutlamalarda, Kahire’ye mukabele sâikinin yanı sıra hıristiyanların Hz. İsâ için yaptıkları doğum günü kutlamalarının da bir tesiri olduğu ve emsal teşkil ettiği düşünülebilir. Suriyeli târih ve coğrafya bilgini Ebu’l-Fidâ (1273-1331) Irak Şîîlerinin de Kahire’de yapılan Şîî törenlerini benimsemeleri üzerine, Sünnîlerin de Hz. Peygamberin doğum gecesini kutlamağa başladıklarını ve böylece mevlid alaylarının her iki mezheb mensupları tarafından bir bayram havası içinde kutlandığını söylüyor. Bağdad’da yapılan bu törenleri ve bu mübarek geceyi bir kaside ile dile getiren ilk şair de Ebu’l-Kaasım el-Mutarrız (1144-1213)’dır.[8]

Muzafferüddin Gökbörü

Mevlid merasimlerini sistematik bir şekilde düzenleyen, Selçuklular’ın Erbil Atabeği, yani fiilen Erbil hükümdarı olan Ebû Saîd Muzafferüddin Gökbörü (1154-1232)dür. Meşhur Selâhaddin Eyyûbî’nin de eniştesi (kız kardeşi Râbia Hâtun’un kocası) olan Gökbörü, Beytigin ailesinden bir Türkmen beyi idi. Daha önce Urfa, Harran, Samsat ve civarında hâkim iken 1190’dan ölümüne kadar Erbil Atabeyi olarak hüküm sürmüştür. Muzafferüddin Gökbörü, Haçlı ordularına karşı Selâhaddin Eyyûbi’nin yanı sıra büyük yararlıklar göstermiş bir mücahit gazidir. 1187’de Saffûriya ve Kudüs Haçlı Krallığına son veren Hıttîn savaşlarında, 1189’da Akkâ’nın fethinde büyük yararlılıkları görülmüştü.[9]

Bu mücâhit gazi şahsiyetinin yanı sıra, son derece dindar ve hayırsever bir kimse idi. Bilginleri, fakihleri, sûfîleri himaye ederdi. Sosyal yardım kurumları kurmak bakımından da devrinin en seçkin şahsiyetlerinden biri idi. Erbil’de bir medrese ve sûfîlere mahsus iki hângâh yaptırmıştı. Ayrıca büyük bir misafirhanesi vardı. Erbil’e gelen herkes, orada günlerce yer içer ve giderken de kendilerine yol paraları verilirdi. Bir hastane yaptırmıştı. Bu hastaneyi haftada iki kere ziyaret eder, hastaların muhtaç akraba ve yakınlarına nafaka gönderirdi. Bir dul kadınlar evi, bir yetimhane ve kimsesiz çocuklara mahsus bir yuva yaptırmıştı. Anasız süt çocuklarına süt anneler tutardı. Sakatlar ve körler için de ayrıca dört tekkesi vardı. Bütün bunların masraflarını karşılamak üzere zengin vakıflar kurmuştu. Fakirlere, yaşlılara her gün ekmek, mevsime göre giyecek ve para dağıtırdı. Senede iki defa Suriye kıyı şehirlerine adamlar göndererek haçlı savaşlarında düşman eline düşen müslümanları fidyelerini ödeyerek kurtarırdı. Yalnız dindaşlarını değil, hemşehrilerinden olan gayri müslimleri de para karşılığında serbest bıraktırdığı olmuştur. Meselâ Kudüs fethinde Selâhaddin Eyyûbî tarafından esir edilen 1000 kadar Urfalı Süryânî ve Ermeni’nin de bu suretle yurtlarına dönmelerine yardım etmişti.[10]

Her yıl hac seferleri düzenler, kendi bölgesinden hacca gideceklerin yol güvenliklerini sağlamak için muhafızlar tahsis eder ve memurları eliyle Mekke ve Medine’de muhtaç hacılara ve hastalara harçlık dağıttırırdı. Mekke’de birçok hayır eseri yaptırmıştı. Arafat’a ilk defa Gökbörü su getirtmiştir. Bu hayratlara her yıl külliyetli miktarda para harcardı. En büyük zevki, medrese ve hangâhları ziyaret etmek, misafir olan sûfi ve fakihlerin münakaşa ve münazaralarını dinlemekti Bu şekilde medrese ve hangâhlârda gecelediği çok olurdu. Onun devrinde Erbil, İslâm âleminde herkesin uğradığı bir merkez ve gözde büyük şehirlerden biri hâline gelmişti[11]. 2019 yılında dokuz arkadaş olarak Aydın ve Adil Beyatlı öncülüğünde Türkmeneli-Erbil ziyaretimizde Muzaffereddin Gökbörü caddesinin ismi Barzani yönetimi tarafından Gökbörü’sü kaldırılmış ve sadece Muzafferüddin olarak bırakılmıştı. Demek ki hukuksuz Barzani yönetimi Türk’ün Gökbörü’sünün (Bozkurt’undan)  hatırasından bile çok korkmaktadır.

Gökbörü kahramanlığı, mücâhidliği, hayırseverliği ile birlikte, ilkini 1208’de gerçekleştirdiği muhteşem mevlid törenleri ile de ün salmıştır. Sünni İslâm dünyâsı, Bağdad ve Bağdad’da bir kukla vaziyetine düşürülmüş bulunan Abbasî halîfesi, 1055’te Tuğrul Bey’in Bağdad’a girişinden beri Türk himâyesinde bulunuyordu. 1055-56’da Tuğrul Bey, Şîî Büveyhîler’in hâkimiyetine Bağdad üzerindeki baskılarına son vermiş ve Fâtımîler ile mücâdeleye yönelmişti. Bu mücâdele ancak 116. yılında kesin ve nihâî başarıya ulaştı; Selahaddin Eyyûbî kumandasında Kahire’ye giren bir Türk ordusu 1171’de Fâtımî saltanatını yıktı. Böylece İslâm dünyası üzerindeki Fâtımî nüfuz ve tesirine son verildi. İslâm dünyâsında Türk hâkimiyet ve nüfuzu tesis edildi. Barış, huzur, sükûn ve birlik sağlandı. Muzafferüddin Gökbörü’nün muhteşem mevlid törenleri, bu mücâdelenin kültür cebhesinde mühim bir unsuru teşkil eder[12]

Selahaddin Eyyubi ise Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin Sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarıdır. Kudüs’ü Haçlılardan alarak (2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni de etkisiz hale getirmiştir.[13] Eniştesi Muzafferüddin Gökbörü’den başka ailesindeki diğer Türk adları unutulmamalıdır. Mesela Eyyûbî ordusu Selâhaddin döneminin başlarında (569/1173) Yemen’i feth etmek için yola çıktığında bu orduya Selâhaddin’in abisi Turanşah komuta etmekteydi. Turanşah Yemen’i fethettikten sonra ülkenin yönetimini üstlendi (569-577/1173-1181). Ondan sonra diğer kardeşi SeyfülislamTuğtekin yerine geçti (577-593/1181-1196).[14] Görüldüğü gibi abisi ve kardeşi Turanşah ve Tuğtekin gibi öz be öz Türk isimlerine sahiptirler. Bunlara dikkat etmeden Eyyûbî Türk Hanedanı anlaşılamaz.

 “1067’de Bağdad’da Nizâmiye medreselerini kurmağa başlayan Selçuklu idaresi ve onun vârisleri, doğudan batıya Çin hudutlarından Akdeniz kıyılarına kadar bütün İslâm dünyasında bir ilim ve kültür hareketine girişmiş bulunuyorlar, dönemin belli başlı şehirleri Türk eseri ilim, kültür, sosyal yardım kurumları ve sanat âbideleri ile doluyordu. Selçuklu devleti, medreseler vasıtasıyla bir yandan ilmi koruyarak yükseltiyor ve yayıyordu. Selçuklu idaresi gerek sünnî mezhebler arasında, gerekse mutedil Şîîlerle Sünnîler arasında, hattâ gayri müslimlerle müslümanlar arasında, gayrı insanî ve gayrı âdil bir ayrımcılık gözetmiyordu. Devrin her dinden ve mezhepten müelliflerinin mevsuk (güvenilir) şehâdetleri ile bellidir ki Türk idaresinde, bütün inanç ve mezhebler tam bir hürriyet ve himayeye mazhar bulunuyorlardı”[15]. “Selçuklular ve Atabegler idaresinde, kesif bir Türk nüfus yaşamamasına rağmen meselâ Şam’da Türk eseri 21 câmi, 20 medrese, 9 hângâh ve ribat, yani tekke, 7 hamam, 1 dârülhadis, 1 büyük hastane yaptırılmıştı. Halep’te ise 77 câmi ve mescid, 7 hângâh, 8 medrese ve 8 hamam Türk eseri idi. Selahaddin Eyyûbî’nin de Muzafferüddin Gökbörü’nün de hâmisi olan Atabeg Nureddin’e kadar, Suriye ilimden ve ilim adamlarından mahrumdu; onun zamanında, âlimler, sûfîler, medrese ve ribatlara doldu. Hâdiseyi gerçek boyutlarıyla anlayabilmek ve tarih içindeki yerine oturtabilmek için, Erbil’de XIII. Yüzyıl başlarında düzenlenen törenleri, yıkıcı akımlara karşı, bir yandan siyâsî ve askeri sahada, bir yandan da ilim, sanat, kültür cephesinde yürütülen, böylesine şümullü (kapsamlı) ve zarurî bir mücadelenin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir”. “Gökbörü Bağdad’da tertiplenmekte olan Mevlid’ün Nebî törenlerini devamlı, sistemli ve daha muhteşem hale getirdi. Nitekim çok büyük masraflarla düzenlediği bu tören ve şenlikler, bütün İslâm dünyâsında geniş ve derin akisler bırakmış, Mısır’dan başlayarak Kuzey Afrika boyunca bütün Akdeniz İslâm ülkelerine, Mekke’ye, Hindistan ve Türkistan’a doğru yayılmıştır. Ülkelere göre yeni mahalli ve millî renkler kazanmakla beraber, esas noktaları tamamen aynı idi. Bu muhteşem kutlamalar, bütün İslâm dünyasını birleştiren bir îman, kültür ve sosyal birlik hâdisesi oldu. Gökbörü Mevlidlerinin pek çok kaynakta ilk ve başlangıç sayılarak zikredilmesi önemlidir[16].

ERBİL TÖRENLERİ

Erbil, 1211 doğumlu tarihçi İbni Hallîkan (öl: I282)’ın anlattığına göre, Mevlid törenleri için çok önceden hazırlık yapılmağa başlanırdı. Bağdad, Musul, Cezire-i Sincar, Nusaybin ve İran gibi yakın ve uzak çevrelerden birçok fakih, sûfî, vaiz ve hâfızlarla her türlü marifet sahipleri, Muharrem ayından (l.ay) başlayarak Rebîülevvel ayının (3.ay) ilk günlerine kadar Erbil’e gelir ve Melik Muzafferüddin’in yanında toplanırlardı. Atabeg, bu misafirlerini, önceden bu maksad için kurdurup süslettiği çadır sitilinde ahşap evlere yerleştirirdi. Misafirlerin istirahati temin edildikten sonra, onların hoşça vakit geçirip oyalanabilmeleri için şiir ve musikî meclisleri, hokkabaz gösterileri, satranç partileri, günlerce süren sürek avları, çeşitli oyun ve eğlenceler düzenlenirdi. Devamlı ziyafetler, dînî sohbet ve vaazlar, zikir ve semâ törenleri tabiî idi. Son derece cömert, insan tabiatına uygun ve emsalsiz bir misafirperverlikle düzenlenmiş kutlamalardı[17].

Erbil kale kapısından kalenin dışındaki büyük tekkenin kapısına kadar uzanan 20 kadar ahşap ev veya konaktan biri atabeğin kendisine, diğerleri de devlet ileri gelenlerine aitti; yani atabeg ve erkânı da misafirlerinin arasında kalırlardı. Safer ayının (2.ay) ilk gününde yani resmî törenden 42 gün önce ahşap kubbeler süslenir, katlarına şarkıcılar, hayalciler yerleştirilirdi. Melik Muzafferüddin, ikindi namazını kıldıktan sonra ahşap misafirhanelerde neler yapıldığına bakar, misafirleri ile meşgul olur, sonra âdeti üzere tekkede kalarak zikir ve semâa katılır ve sabah namazını müteakip ava çıkar, öğleden sonra da devlet işleri için kaleye dönerdi. Şehrin sokaklarında ve dışındaki misafir konaklarında haftalarca bir panayır canlılığı hüküm sürerdi. Mevlid arefesinde, akşam namazından sonra, başlarında bizzat Atabeğin bulunduğu bir fener alayı, şehrin kalesinden kale dışındaki büyük tekkeye doğru gider, ertesi sabah da halk tekkenin önünde toplanırdı. Bu esnada tekkenin önüne hükümdar için yüksek bir ahşap kule, vaizler için de bir kürsü kurulmuş olurdu. Hükümdar bu kuleden hem vaazı dinler, hem kürsünün etrafında toplanan kalabalığı ve meydanda saflar hâlinde dizilmiş duran cemaati görürdü. Vaaz bitince, ileri gelen misafirleri kule sarayına davet eder, onlara hil’atler yani kaftanlar giydirirdi. Bundan sonra da halka meydanda, ileri gelenlere de tekkenin içinde ziyafet verirdi. O geceyi de daha önceki gecelerde olduğu gibi dervişlerle birlikte zikir ve sema ile geçirirdi. Ayrılırken de misafirlerini çeşitli hediye ve câizelerle ağırlar, ikrama boğardı. Mevlid günü ihtilaflı olduğu için Gökbörü, resmî töreni bir yıl 8, bir yıl 12 Rebîülevvel’de yaptırırdı.[18]

Fatımî törenleri ile karşılaştırıldığında, bu törenlerde bilhassa şu özellik göze çarpmaktadır: Bunlara daha büyük nisbette mutasavvıflar ve halk tabakası iştirak ettiriliyordu. Mevlid alay ve cemiyetlerinin halk arasında kazandığı büyük rağbetin sebebi, bu tören ve toplantıların tasavvufla olan sıkı râbıtasıdır. Hâdisenin bu yönü çok mühimdir. Törenler bir yandan bir panayır ve kültür şenliği görüntüsünde iken, öte yandan da bilgin ve mutasavvıfların katkılarıyla bir kandil gecesi kutlaması rûhâniyetine bürünmüş gözükmektedir. Tasavvuf, bir yandan en seçkin zekâ ve gönüllerin, en ince ve ulvî inanış ve ibâdet zevklerinin ifâdesi olurken, bir yandan da halk kitlelerinin dînî hislerini ifade ediyor, dînin kitleye mâl edilmesi, dînî inanç ve hislerin kitlelerin kalbinde kök salması hareketi olarak gelişiyor ve gerçekleşiyordu. Bu devirde tasavvuf akımları çok kuvvetli idi. 1166’da vefat eden Hazret-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin yetiştirdiği alp erenler, gazi dervişler, Türk ordularının yanı ve önü sıra bir mâneviyât ordusu hâlinde dünyanın her bucağına yayılmışlardı. Ülkelerle birlikte gönüller fethediliyor, taş ve toprakla birlikte ruhlar işleniyor, tevhid inancı ve vahdet fikri etrafında yurtta ve ruhlarda birlik ve barış sağlanıyordu. Bu tezgâhta ruhlar bir Türkistan halısı kadar sıkı ve renkli nakışlarla dokunuyordu. Bu moral değerlere ve rûhî mukâvemete, müslümanların ve “adanmış millet” olarak İslâm’ın bütün sorumluluğunu yüklenmiş olan Müslüman Türkler’in ihtiyacı, zaruret derecesinde aşikârdı. Dînin asıl kaynaklarından feyz alması, dil engeli başta olmak üzere, birçok sebeple mümkün olmayan kitleler, tasavvuf memesinden süt emmiştir. Diğer taraftan 1096 ile 1270 arasında 174 yıl boyunca Hıristiyan Avrupa’nın müslümanlara karşı düzenlediği 8 Haçlı seferi, doğudan Türk devletlerini ve İslâm dünyasını çiğneyerek kurulup gelişen Moğol İmparatorluğunun her ân yaklaşan ve gittikçe ağırlaşan tazyiki, esas itibariyle Müslüman Türklerin omuzuna çöken ağırlıklar ve Müslüman Türkler’in göğüsledikleri dalgalardı. Sûfiler, mutasavvıflar, bu şartlar altında, bir millî-mânevi birliğin harcını karmağa, hamurunu yoğurmaya çalışıyorlardı. Erbil’de Gökbörü’nün hiç kapanmayan ve Mevlid Kandillerinde azamî derecede genişleyen cömert ve keremli sofrasında, insanlara çeşitli güzel yemekler, tatlılar, hediye ve caizelerle birlikte sadra şifâ ruh gıdaları da ikram ediliyor, damak zevklerinin yanında, yüksek ruhî zevkler de tadılıyor ve yaşanıyordu[19].

Mevlid Metinleri

Hz Peygamberin hayâtı, ahlâkı ve gazaları hakkında başta Hişâm (öl: 834) olmak üzere bir çok Arap müelliflerinin “siret” yahut “siyer” adı verilen eseri bulunmakla beraber, mevlidler biraz değişik mahiyette kitaplardı. Mevlid tarzındaki eserlerde Nûr-ı Muhammedi‘nin yaratılışı, öbür peygamberlerden geçerek Hz. Muhammed’e gelişi Hz. Peygamber’in doğumu, doğumundan önceki ve sonraki olağanüstü haller anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’i öğen ilk şiirler, Hz. Peygamber’in sağlığında Ka’b bin Züheyr’in Banat Suâd, Busurî‘nin Bürde ve Hamziye‘sidir. Arapça’da bunlara sayısız nazireler yazılmıştır. Mevlid niteliğinde ilk eser olarak İbnü Dihye Ebi’l-Hattab Ömeri’l-Hâfızın (öl: 1235) Erbil’de Gökbörü’ye sunduğu Kitâbü’t-Tenvîr fî Mevlidi’s-Sirâci’l-Münîr adlı eseri kabul edilir. Bu kitap Erbil törenlerinde okunmak için yazılmış ve bu törenlerde okunmuştur. Günümüze bu eserin ancak bir iki parçası ulaşabilmiştir. Ancak Mağrip yani Kuzey Batı Afrika’da Ebü’l-Abbâs Muhammed bin Ahmed el-Azafî‘nin ed-Dürrü’l-Munazzam fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muazzam adlı eserinin Kitabü’t-Tenvîr’den önce yazıldığı anlaşılmaktadır. Tabiatiyle bu, ibnü Dihye’nin eserinin değerini ve târihî örneklik rolünü gölgelemez, sâdece Mevlid törenlerinin İslâm âleminde XIII. Yüzyıl başlarında ne kadar yaygınlaştığını gösterir. Bu iki eseri, Osmanlı Türkleri’nce çok sevilen meşhur mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi (öl: 1240)’nin el-Mevlidi’l-Cismânî ve’r-Ruhanî, Ebü’l-Hasan el-Bekrî (öl: 1295)’nin el-Envâr ve Miflahü’l-Esrâr, ve er-Ravzatü’n-Nazîre, buna Muhammed bin Eyyûb et-Tazefi‘nin şerhi olan ed-Dürretü’l-Fâhire, Muhammed bin Ali ez-Zâmlekânî‘nin (öl: 1327) Mevlidü’n-Nebî, İbnü Cemâa Abdülaziz‘in Muhtasaru Siyreti’n-Nebî, İbnü’l-Cezerî Şemseddin‘in el-Mevlidü-l-Kebîr ve Zâtü’ş-Şifa fî Siyretin-Nebî adlı eserleri tâkib etmiştir.[20]

Adında “mevlid” bulunan Hz. Peygamber’le ilgili bir iki eser tercüme edilmiş olmakla beraber Farsça mevlid yazılmamıştır. Tercüme edilen bir veya iki kitap da mevlid niteliğinde değildir. Buna mukabil İran edebiyatında pek çok Kerbelâ faciasını işleyen Maktel-i Hüseyinler yazılmıştır.

 SÜLEYMAN ÇELEBİ VE ESERİ

Edebiyatımızda Süleyman Çelebi dışında mevlid türünde eser veren şairlerin listesinin yer aldığı çalışmalar çoktur. Ancak herhâlde ilk ve hemen hepsinin hareket noktasıKâtip Çelebi’nin Keşfu’z-zunûn isimli eseridir[21]: 1. Ahmedî (ö. 1412): Edebiyatımızda ilk mevlid müellifidir. Yazılış tarihi: 1407’dir. Şairin İskendernâme’sinin bir nüshasında bulunur. 2. Süleyman Çelebi (ö. 1422): Vesîletü’n-necât. Yazılış tarihi: 1409’dur. 3. Ârif: Mevlid. Yazılış tarihi: 1437/38.  4. Kerimî İrşâd, Yazılış tarihi: 1458, 5. Gülşenî-i Saruhani (Fatih devri): Mevlid-i Nebi[22]. Osmanlı’da XV. Yy’dan[23] itibaren o kadar çok Mevlid yazılmıştır ki bu da Türklerin Hz. Peygamber sevgisi ile izah edilebilir.

Türk edebiyatında değişik şairler tarafından kaleme alınmış pek çok mevlid mevcuttur. Bunların en meşhuru da Süleyman Çelebi (1351-1422) tarafından XV. yüzyılın hemen başında (1409) yazılan “Vesiletü’n-Necat”tır. Mevlid türü, Tanzimat’tan sonra da varlığını sürdürmüştür. Sıdki Mevlidi (226 beyit), Re’fet Mevlidi (239 beyit), Ruşdi-Mes’ûd Mevlidi (254 beyit), Zeynî Mevlidi (180 beyit), Muhyiddin Mekki Mevlidi (246 beyit), Ziyâî Mevlidi (272 beyit), Salih Nihanî Mevlidi (320 beyit), Fatma Kâmile Hanım-Hâdiyyu’l-Cinân, (223 beyit), v.d. Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necât isimli mevlidinde gelenekleşmiş bir yapıyla karşılaşırız. Genellikle tevhid, münacat, na’t, sebeb-i telif bölümleriyle başlayan mevlidler, dua bölümüyle sona erer. Asıl mevlidi oluşturan aradaki bölümler; Hz. Muhammed’in nurunun yaratılması, bu nurun Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e intikal sureci, doğumu ve mucizelerinin anlatımı ile Hz. Peygamberin övgüsünü içeren merhaba bölümleridir. Dikkat edilirse bu bölümlerde öncelik Hz. Peygamberin hayatının anlatılmasıdır. Ancak o hayatın bütünlüğü yerine belli dönemleriyle sınırlı kalınır. En çok öne çıkan dönem veya olay da, Hz. Peygamberin doğumudur. Bununla birlikte nurunun yaratılması ve bu nurun Hz. Âdem’den kendilerine intikaline kadarki surecin anlatımı da mevlidlerde geniş yer tutar.[24]

Osmanlı’da ikinci Mevlid olan Süleyman Çelebi’nin 1409’da kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı eserini yazdığı tarihte 60-65 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Kendisi Yıldırım Bâyezid Hân’ın divan imamı ve Ulu Cami imamıdır. 1422’de öldüğü en kuvvetli tahmindir. Mezarı Bursa’dadır. Mevlid adıyla bilinen ve yüzyıllardır aralıksız Türk gönüllere hükmeden bu ölümsüz eserden önce veya sonra, herhangi bir eser yazıp yazmadığı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Eserini Türk milletinin çok yüksek ve çok samimi Peygamber sevgisini dile getirmek ve Peygamberimizin bütün peygamberlerden üstün olduğunu göstermek üzere yazmıştır. Süleyman Çelebi, eserini bir sınır boyu devleti olarak kurulmuş olan Osmanlı Beyliği’nin başkentinde ve İslâmı cihâda adanmış akıncı ruhlu Türkler arasında, onlar için yazmıştır. Timur yenilgisinden sonra devlet fetret halindedir ve toplum karışıklıklar içindedir. Karahanlılar’dan itibaren bütün Müslüman Türk devletlerinin olduğu gibi, Osmanlı nizâmının da temeli sünni akideye dayanmaktadır. Allah’ına Peygamber’ine devletine bağlı, hassas bir îman adamı olan Süleyman Çelebi, bir fâniye kolay kolay nasib olmayacak, ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olabilecek bir kudretle, dînini, milletini ve devletini müdafaa etmiştir. Asırlardan beri vatanımızda mevlid cemiyet, alay ve törenlerinin merkezi ve mihrakı bu eserdir. Eser Osmanlı dışında da bütün Türk illerine yayılmış ve asırlardan beri Türk Milleti Allah’ına, Peygamber’ine bağlılığını, sevgisini, saygısını Süleyman Çelebi’nin mısraları ile ifade etmekte; kederine teselliyi, sevincine ortaklığı bu eserde aramakta, doğumdan ölüme kadar her vesilede hayatını bu kitapla manalandırmaktadır. Günümüzde bu şöhret ve itibar daha da artmış bulunuyor. Herhangi bir kitap gibi kıraat edilerek değil, besteli olarak makamla okunur. Dört bahirdir, bu bahirler sırasıyla dügâh, hüseynî, rast ve ırak makamlarıyla okunur. Gelenek bu olmakla beraber, bazı taksimler gibi kısmen belli ezgilerle, kısmen de irticâlî olarak kendisine mahsus bir tavırla da okuna gelmiştir. Mevlid okuyanlara mevlidhân denir. Geçmiş asırların çok meşhur mevlidhanları vardı. Günümüzde de çok kaabiliyetli mevlidhanlar yetişmiş ve yetişmektedir.[25]

Gerek târihî örneklerinde, gerekse günümüzde mevlid alayları ve mevlid cemiyetleri, vatanımızda 1409’dan beri Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı etrafında tertiplenmektedir. Bugün yurdumuzda mücerret “mevlid” denildiği zaman, ilk akla gelen Süleyman Çelebi’nin eseri ve bu eser etrafındaki toplantılardır. Bu toplantılarda Mevlid’le birlikte Kur’an-ı Kerîm, na’t, tevşih, kaside ve ilâhîler okunur, selâtü selâm getirilir. Gül suyu serpilir. Yemekli ise yemek, yemekli değilse bile mutlaka tatlı ve şeker ikram edilir. Kandil gecelerinde minarelere mahyalar asılır. Bu minare ışıklandırma ve mahya asma âdeti, II. Selîm veya III. Murad devrinden beri süregelmektedir. Türkçe’de Süleyman Çelebi’den sonra da mevlidler yazılmıştır. Lâtîfî Tezkiresi’nde bunların XVI. Yüzyılda 100 kadar olduğu kayd edilmiştir. Daha sonra da mevlid yazılmağa devam edilmiş, fakat bunlardan hiçbiri Süleyman Çelebi’nin mevlidi ayarında şöhret kazanamamış ve tutulmamıştır. Esasen hepsi onun tesirinde kalmış ve ona bir nevi nazire niteliğinde yazılmıştır. Bu sonradan yazılanlardan bazı parçaların Çelebi’nin eserine eklendiği veya katıldığı da vakîdir. Büyük şâirler, muhtemelen Süleyman Çelebi’ye ve eserine duydukları saygıdan ötürü, mevlid yazmağa girişmemişlerdir. Bugün 59 mevlid yazarının ismi ve eseri bilinmektedir. Gerek Lâtîfî Tezkiresi’nde belirtilen, gerekse günümüze ulaşabilen eser ve yazar isimleri, Türk milletinin Peygamber sevgisinin topluca ve teker teker birer göstergesi sayılır. Bunlara siyer, Ahmediye, Muhammediye cinsinden eserlerle, din ve tekke şiirleri ve her klasik dîvanda bulunması mutâd olan münâcât, tevhid ve na’tleri de ilâve edersek. Türk dînî edebiyatının gerçekten fevkalâde olan zenginliği görülür.[26]

OSMANLI MEVLİD TÖRENLERİ

Osmanlılar’da daha önce saray, konak, tekkelerde hususi mahiyette yapılan mevlid merasimleri. III. Murad devrinde (1574-1595), 1590’da resmen imparatorluk teşrifatında yer aldı ve halk nazarında gittikçe artan bir rağbetle bir bayram mâhiyeti kazandı, önceleri Ayasofya’da. 1616’dan itibaren Sultan Ahmet Camii nde yapılan mevlid merasimlerine (mevlid alaylarına) pâdişâh, sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, bilginler, şeyhler, ağalar, müderrisler dâhil, bütün devlet erkânı ve halk katılırdı[27].

İstanbul’da halka açık büyük mevlid alayları, II. Bâyezid devrinden itibaren Kara Mustafa Paşa dergahı’nda yapılırdı. Merasimlerin resmîleşmesinden sonra da bu dergâhtaki kutlamalar devam etmiştir. Pâdişâhın, hünkâr mahfilinde yerini almasından sonra, önce müezzin mahfilinde Kur’ân-ı Kerim tilâvet olunur, bunu takiben ta’rif okunurdu (Hz. Muhammed’in yüksek vasıflarına dâir izahlar. Okuyana ta’rifhân denilirdi). Bundan sonra sırasıyla Ayasofya, Sultan Ahmed şeyhleri ile nöbetli olan şeyh efendiler vaaz verirlerdi. Şeyhler kürsüye çıktıkça hazır bulunanlara şerbet ve buhur (tütsü) dağıtılırdı. Vaaz bitiminde bu şeyhlere dârüssaade ağası tarafından ferace ve samur kürkler ihsan olunurdu. Vaazlardan sonra ilk mevlidhân kürsüye çıkar, bir kısım okuduktan sonra inerdi. Ona dârüssaade ağası tarafından hil’at giydirilirdi. İkinci mevlidhân biraz okuduktan sonra müjdecibaşı, Emîrü’l-Hacc olan beylerbeyi veya vezirin, hacc kafilesinin Şam’a ulaştığını bildiren mektubunu sadrâzama teslim eder, o da reisül-küttâba verirdi. Mektup pâdişâhın huzurunda okunduktan sonra, dârüssaade ağasına samur kürk, reîsülküttâb ve müjdecibaşıya hil’atler ihsan olunurdu. Pâdişâh peşkirağası vasıtasıyla sadrâzama Medine’den gelen hurmadan hediye ederdi. O da bunları çevresine dağıttırırdı. Hurma getiren peşkirağasına para ihsanında bulunulurdu. Üçüncü mevlidhân kürsüye çıkınca Sultanahmed mütevellisi sadrazamın, Ayasofya mütevellisi şeyhülislamın, diğer vakıfların mütevellileri orada bulunan vezir, ulemâ ve ileri gelenlerin (hâcegân) önüne şeker tablaları koyarlar, sonra bu tablalar kaldırılırdı. Mevlidhân kürsüden indikten sonra pâdişâh saraya dönerdi ve bundan sonra halk dağılarak merasim biterdi.[28]

Umumiyetle Sultanahmed’de yapılan mevlid törenleri, daha sonraları Bâyezid, Nusretiye, Beylerbeyi ve benzeri camilerde de yapıldı. II. Mahmud ve Tanzimat’tan sonra, eski teşrifat kaidelerine riâyet edilmekle beraber, devrin anlayışı içinde mevlid alaylarına yeni unsurlar da ilâve edildi: Geliş ve gidişinde pâdişâh için askerî merasim ve bununla beraber bazan resm-i geçit yaptırmak, gece minârelerin, sarayların ve resmî binaların donatılıp aydınlatılması, beş vakit harb gemilerinden ve tophaneden top atılması gibi. II. Mahmud zamanında Mekke’de de ayrıca resmî bir mevlid töreni tertiplenmeğe başlandı. Halen Muhtelif münâsebet ve vesilelerle (doğum, ölüm, sünnet, evlenme, kandil, adak, terhis, haccı kutlama, ev alma, bir işe başlama v.s. gibi sevinç, şükran veya üzüntü ve teselli konusu olan durumlarda) mevlid okunmaktadır, ölüm vesilesiyle okutulan mevlidler, yıldönümlerine veya yıl dönümlerine yakın anma günlerine rastlatılır. Vefattan hemen sonra ise, ya ölünün toprağa verildiği gece veya 40. veyahut 52. gece okutulur. Doğumda, doğumun haftası tercih edilir. Mevlid, Türkler ve bütün müslümanlar arasında çok köklü bir gelenek halindedir ve mevlid merasimleri mukaddesattan sayılmaktadır[29]. Mevlid toplantılarında (cemiyetlerinde) önce Kur’an-ı Kerim tilâvet edilir. Sonra mevlidhânlar Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden sırayla mûsikî makamlarına uygun olarak bahirler (bölümler) okurlar. Her bahirden sonra Kur’an tilâveti tekrarlanır. Bâzı bahirler arasında ilâhi ve kasidelere de yer verilir. Acısı ağır olacağı için Mevlid’in Vefat (Rıhlet) Bahri (Peygamberimizin ölümünü anlatan kısmı) okunmaz. Velâdet (Doğum) Bahri’nde Peygamber i Ekber’in doğduğunu bildiren beyit

“Doğdu ol saatte ol sultânı-ı din

Nura gark oldu semâvât u zemin”

okunurken ayağa kalkılır ve ara duası yapılır. Kadınlar bu bölümde:

“Geldi bir ak kuş kanadıyla revân

Arkamı sığadı kuvvetle hemân”

beyti okununca doğumlarının kolay geçmesini temenni için uğurlu bir vesile olarak birbirinin belini sığazlarlar. Toplantıda şerbet veya şeker dağıtılması ve gül suyu serpilmesi âdettir. Anadolu’nun bâzı yerlerinde helva, kuru üzüm ve çörek cinsinden şeyler de dağıtılmaktadır. Sonunda yemek yenen yemekli mevlidler de vardır. Mevlid cemiyetleri uzun bir dua ile ve Fatiha okunarak sona erer.[30]

Mevlid kutlamaları ve mevlid merâsimleri, Erbil Atabeği Muzafferüddin Gökbörü’den başlayarak Vesîle-tü’n-Necât’ın yazılış târihinden başlayarak devam eden bir Türk âdetidir. Bugün her seviyedeki mevlid törenleri, dînî ve millî kültürümüzün bir parçası ve sosyal hayatımızın vaz geçilmez tabiî bir müessesesi hâline gelmiştir. Bu haliyle dînî telkinin de en şümullü, en kapsayıcı ve itiraf etmek lâzımdır ki en yüksek seviyesini temsil etmektedir. Hiç şüphe yok ki, Mevlid asırlardan beri Türk kültürünün Türk milliyetinin, Türk maneviyât ve mukaddesatının ana sütunlarından biridir ve böyle olmakta devam edecektir. Vesîletü’n-Necât’ın bu sütun içindeki merkez ve mihrak rolünü bir kere daha belirtmek isterim. Mevlid tek başına bir kültür unsuru değil, birçok kültür unsurlarını bünyesinde toplayan bir kültür yumağı, bir kültür karmaşığıdır. İçtimaî dokuya derinlemesine ve genişlemesine nüfuz etmiş, kök salmıştır. Halkımızın, hangi vesilelerle mevlid okuttuğu, mevlid cemiyetlerinde toplandığı, bir kere daha göz önüne getirilirse, denilebilir ki Türk’ün yaşadığı göklerin altında mevlid okunmayan gün yoktur ve okunan mevlidler zamanın dilimlerine taksim edilirse, mevlid isabet etmeyen bir saat bile kalmadığı görülür. Hâdisenin ehemmiyetini şu basit muhakeme bütün açıklığı ile ortaya koymağa yeter zannediyorum[31]:

Bunun içinde neler var? En başta insanoğlunun en yüce değerleri olan din ve îman var. Beşeriyetin en yüce, en ulvî inanç, duygu ve ürperti kaynağı olan Allah ve Peygamber sevgisi var. Allah kelâmı olan Kur’an var. Şiir hâlinde Türkçe ve en güzel, en duygulu, en içli insan sesi olan Türk mûsikîsi var. En ulvî duygular, en üstün bağlılıklar, en hasbî ve yüce sevgiler, Türkçe şiirle Türk mûsikîsinin nârin kanatlarını takınmış olarak insanların baş ve gönül kulağına söyleniyor, üfleniyor… Hem zihne, hem kalbe hitab var. Işık var, karanlıklar içinde parlayan aydınlık var. Va’z ü nasihat var. En tatminkâr ruh gıdası olan dua ve niyaz var. İkram var ağız tadı ve damak lezzeti var. Ölülerinin ruhlarını da aralarına almış, hâtıralarına bürünmüş halde toplu oturan, toplu duran insanlar, aynı hassasiyet ve rikkatlerle toplu çarpan yürekler var. İman, duygu, fikir, zevk ortaklığı var. Ruh huzuru ve sükûnu var. Derûnilik, dünya tantanasından bir ân için kopup kendi içine dönüş, kendi ruhunu temâşâ, nefs muhasebesi, psikolojik içe bakış var. Rikkatle akan inci tâneleri kadar saf ve kıymetli göz yaşları, yağmur sonrası güneşi kadar aydınlık göz bebekleri, en karanlık çehrelerde beliren cennet tebessümleri ve mahyaların aydınlığı var… Cemâat ruh ve şuuru var. Kardeş ve kaderdaş olma idrâki var. Varlığını bir cemâatin varlığı ile bir ve özdeş kılmaktan ve görmekten doğan kalb kuvveti var.[32]

Her mevlidde Kur’an-ı Kerim, sanki orada bulunan cemaat için yeniden bir kere daha nâzil oluyormuş gibi gönülleri aydınlatır, ruhları serinletir. Her mevlidde Peygamber-i Ekber yeniden bir kere daha doğuyormuş gibi “bütün zerrât-ı cihan” ile birlikte “merhaba’larla ayakta selâmlanır. Alemlere rahmet yeniden iner. Daha doğrusu varlık ve kâinat, adetâ yeniden, var oluşunun sebebini anlar, var oluş hikmeti zâhir olur varlık neş’esi doğar. Mevlidde inanan gönüllerin gözleri önünde gökler açılır, Mi’râc sırrı ayân olur. İnsan olmanın erişilmez şerefi, “Kaabe kavseyn” mertebesinde tecellî eder…Mevlid dinî ve millî bir terbiye müessesesidir. Sessiz sedâsız kendi hâlinde işleyip duran bir millî birlik mektebidir. Mevlid, her noktası Allah’ın Kitâbı’na ve Peygamber’in sünnetine uygun, zarif Türk dindarlığının estetik bir halidir. Neticeten Mevlid, ölümsüz ve doyumsuz “Güzel Türkçedemektir. Türk ruhunun en hassas ince teli olarak inleyen Türk mûsikisi demektir. Bin yıldır İslâm’a adanmış bir millet fertlerinin müşterek vicdânı ve bu vicdan etrafında birbirine kenetlenmesi, her toplanışta birbirine daha çok benzemesi demektir. Mevlid. Allah’a sunduğumuz elimizdir efendim! Mevlid “şefi’ül-müznibîn”, “rahmete’n li’l-âlemin”, “Ahmed ü Mahmûd-ü Muhammed” Efendimiz’in şefaatine arz-ı hâlimizdir efendim! Allah’ın dîdârına “Adı güzel, kendi güzel Muhammed”in “gül yüzü”ne hasretimizdir efendim! Türk milleti, mevlid yazan, mevlid okuyan, mevlid dinleyen, mevlid alayları ile dış ve iç dünyâsını aydınlatan, mevlid sofralarında nimetlenen ve bu sofralarda Allah’ın nimetlerine şükrünü edâ eden millettir ve bu sebeple uzak ve yakın atalarımızın inandığı kat’iyetle inanıyorum ki kıyâmete kadar pâyidar olacak millettir efendim![33]

 “Mefhar – i Mevcudât, Hazret-i Fahr-i Alem / Muhammed Mustafâ yâ Salevât 

Allâh adın zikredelim evvela /Vacib oldu cümle işte her kula 

Allâh adın her kim ol evvel anâ / Her işi âsan eder Allâh anâ 

Allâh adı olsa her işin önü / Hergiz ebter olmaya anın sonu 

Bir kez Allâh dese şevkile lisan / Dökülür cümle günah misli hazan 

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen / Her murada erişir Allâh diyen 

Aşk ile gel imdi Allâh diyelim / Dert ile göz yaş ile ah edelim……

ATATÜRK VE MEVLİD

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktında oradaki temaslarında hem can güvenliğinin olmadığını gör­dü hem de planladığı mücadelenin gerçekleştirilebilmesi için Anadolu içlerine gitmesi gerektiğini biliyordu. Bu nedenle ilk durak olarak Havza’ya gitti. Bir Bektaşi babası olan Ali Baha’nın Mesudiye Otelinde kaldı. Bölge­deki bu nüfuzlu Bektaşi babasının desteği öteki eşrafın da hemen desteğini sağladığı gibi hakların savunulmasını da meşrulaştırdı. Buna ek olarak, bölgede saygı duyulan en etkili din adamı kimse onun davet edilip, ilk Cuma namazında İzmir’in işgali­nin protesto edilmesini ve mevlit okunmasını istedi. Belediye Başkanı bölgenin en saygın ve etkili konuşma­cısı olarak bilinen Sıtkı Hoca’ya haber gönderdi ancak, ulak zamanında yerine varamadığından, Mustafa Kemal’in isteği yerine gelmedi. O ilk Cuma sönük geçti, ikinci Cuma’ya Sıtkı Hoca yetiş­ti, tam Mustafa Kemal’in istediği gibi etkili bir vaaz verdi ve okunan mevlidin ardından da İzmir’in işgalini lanetleyen bir konuşma yaptı. Her şey Mustafa Kemal’in istediği mükemmellikte yürü­yordu. Ancak bir sorun vardı. Ülkede şeker bulunamadığın­dan, camiye toplanmış binlerce insana çekirdeksiz İzmir üzü­mü doldurulmuş külahlarda mevlit şekeri dağıtıldı[34]. Atatürk’ün Türk Kültürünün önemli bir unsuru olan “mevlid geleneğini” uygulaması hayatının her döneminde görülmüştür.

Atatürk’ün, İslâm dîni ve Hz. Peygamber’den (s.a.v) sitayişle ve hürmetle bahsettiği pek çok konuşması vardır. Hz. Peygamber’den bahsederken “Cenâb-ı Peygamber Efendimiz (s.a.v)”, “Fahr-i kâinat Efendimiz(s.a.v)ve onun dönemi söz konusu olduğu zaman da “Peygamberimiz(s.a.v) zaman-ı saadetlerinde” diyerek söze başlardı. Saltanatın kaldırılması nedeniyle devamlı olarak suçlanan Atatürk; 30 Ekim 1922 tarihli meclis müzakerelerinde yaptığı bir konuşmada, Hz. Peygamber’den(s.a.v) sonra gelen râşid halifelerin devlet başkanlığına seçilme usullerine temas etmiş ve konuşmanın bir bölümünde o gecenin Mevlit Kandiline isabet ettiğini belirtmiş ve Hz. Peygamber(s.a.v) hakkında şu cümleleri serdetmiştir: “… Bugün o gündür, filhakika arabi tarihlerinde bu akşam doğum gününün tamam yıldönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür (inşallah sadaları). Hz. Muhammed(s.a.v) çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nûrânî, sözürûhânî, rüşd-i rü’yette bedelsiz, sözüne sadık, hilm-ü mürüvetçe başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa(s.a.v), evvela bu hususî ve mümtaz vasıflarıyla kabilesi içinde “Muhammed’ül- Emin” oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet, kırk üç yaşında risalet geldi. Fahr-i âlem Efendimiz nâmütenâhî tehlikeler içinde, sonsuz mihnetler karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik vazifesini ifâya muvaffak olduktan sonra vâsıl-ı a’lâ-yı alliyyîn oldu.(vefat etti)”[35]

Atatürk’ün geleneksel din anlayışında benimsediği olumlu bulduğu ve oldukça etkilendiği yönler vardı. Bunların başında müslümanlar için kutsal olan aylar ve günler gelmekteydi. Bu bağlamda Atatürk’ün İslam’ın kutsal ayı Ramazan’a büyük önem verdiği açıkça görülmektedir. Atatürk dini öneme sahip günlerde bilhassa Ramazan ayı boyunca toplumda yükselen manevi atmosferden oldukça fazla etkilenmekteydi[36]. Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule’ye: “ Ramazan geliyor annemize hatim okutmayı ihmal etme diye hatırlatmada bulunup hatim okunacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir. Atatürk Ramazan ayı boyunca bazı alışkanlıklardan uzak dururdu. İnce saz heyetini Çankaya’ya sokmaması, Kandil geceleri saz çaldırmaması gibi… Ayrıca Ramazanlarda Kur’an-ı Kerim okutması çeşitli camilerde şehitlerin ruhuna hatmi Şerifler okutması bu ayın anlamını idrak etmiş inanca saygılı bir Müslümanın davranışlarına örnek olsa gerekir[37].

Atatürk Ramazan ayı dışında İslam kültüründe özel kabul edilen günlerde ve gecelerde örneğin Kandil gecelerinde İslam irfanında önemli bir yer tutan Şehitlik inancı gibi konularda zannedildiğinden çok daha hassastır. Her yıl Çanakkale şehitleri için mevlid okuttuğu bilinmektedir Atatürk 1932 yılında Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunacak Mevlid için Hafız Yaşar okuru görevlendirmiştir.  “Hafız Yaşar Okur anılarında” 1932 yılında Çanakkale Şehit Mehmet Çavuş abidesinde okunan büyük Mevlit konusunda şunları anlatmaktadır:  O sene Atatürk’ün emriyle Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunması muvafık görüldüğünden beni huzurlarına çağırdı bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi ve İstanbul müftüsü Hafız Fehmi Efendi’ye de Dolmabahçe Sarayı’ndan telefonla bildirilmişti. Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp programı tanzim ederek akşam saat 6.30’da Galata rıhtımına yanaşmış olan Gül Cemal vapuruna gittim. Vapurun salonunda İstanbul’un Mümtaz hafızlarından Saadettin kaynak, Süleymaniye baş müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Hafız Burhan,  Hasan Akkuş, vaiz Aksaraylı Cemal beylerle karşılaştım[38].

Akşam saat yediye doğru Galata rıhtımından ayrılan Gül Cemal vapuru hınca hınç dolu.  Kamaralar evvelden tutulmuş. O kadar kalabalık ki Mevlidhanların bazıları güvertede sabah ettiler. Gece yarısı namazından sonra vapurun salonunda iki Hatmi Şerif ve bir mevlit okundu. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun Kaptan güvertesinde okunan Saliha ve tek bir sedaları semaya yükseliyordu. Sabah saat 9.00’da motorlerle Gelibolu’ya çıkıldı. On hafızdan mürekkep bir heyet kürsü etrafında toplandı. Hep bir ağızdan Tekbir alındı, arkasından tevşih okundu.  Sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp mevlidi kıraat ediyorlardı. Tam veladeti Peygamberi okunacağı zaman İstanbul’dan beri merasime riyaset eden müftü Fehmi Efendi’nin tensibiyle:  Yaşar bey Buyurun Veladet bahrini Siz okuyacaksınız dediler. Kürsüye çıktım başladım okumaya.  Hafız Yaşar Okur Çanakkale Şehitlerine Mevlit okurken ansızın yağmur yağmaya başlamış fakat Hafız Yaşar yağmura rağmen Mevlide devam etmişti.

Sonraki gelişmeleri Hafız Yaşar şöyle anlatmaktadır:  ertesi akşam Dolmabahçe Sarayı’na gittim Ata’mın huzurlarına kabul edildim. Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince Atatürk o yağmur ve rüzgâra rağmen Mevlide devam edişime o kadar mütahassıs oldu ki hiç unutamam… elini tekrar tekrar masaya vurarak:  Aferin hafızım Çok güzel yapmışsın vazife başında iken taş yağsa insan yerinden kıpırdamaz diye iltifatta bulundular[39].

Atatürk her fırsatta hurafelerden arınmış, gerçek İslam anlayışının Türk ulusunun gurur kaynaklarından ve sembollerinden biri olacağına dile getirmekteydi. Örneğin İran Şahının 16 Haziran 1934 tarihinde Atatürk’ü ziyareti sırasında Türk ulusunun İslam anlayışından örnekler sunmaya çalışması dikkat çekicidir. Hafız Yaşar Atatürk’ün İran Şahı ile yaptığı görüşmeyi şöyle anlatmaktadır:  Atatürk Şahin şah Hazretleri ile salonun yüksek bir locasında oturuyorlardı. Bir Aralık Seryaver vasıtasıyla beni huzurlarına çağırdılar. Şah Hazretlerine benim hafızımdır diye takdim ettiler ve yanlarına oturttular. Kemali hürmet ve tazimle misafir hükümdarın ellerinden öptüm. Ata:

“Şah Hazretlerine Kerbela şahadetine ait bir mersiye okuyunuz dediler. Emirleri üzerine mersiyeyi İsfahan makamından okudum. Mersiye bitince Atatürk:

“Nasıl efendim diye sordular güzel okuyor mu benim hafızım” Şah hazretleri kendisine has az Azeri şivesi ile Teşekkür ederim diye mukabelede bulundular. Bir de Farisi ayini okumaklığımı emir buyurdular. Farsça hüzzam ayinini okudum. Ata’m misafire dönerek: “ Bir de bizim Türkçe mevlidimiz vardır. Dinlemek arzu eder misiniz? Dediler”. Şahın gösterdiği arzu üzerine Miraç bahrini bilhassa İsfahan makamında okudum. Miraç bahri bitince  Şahın Şah Hazretleri: “İlk defa Türkçe mevlit dinliyorum. Çok hoşuma gitti hafızınızı müsaade ederseniz  İnşallah İran’a bekliyorum dediler. Atatürk de vaat ettiler. O gece Şah Hazretlerinin gösterdiği ilgi üzerine Mevlit şairi Süleyman Çelebi hakkında kendilerine malumat verdiler[40]”.

Bugünde Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Dünyasında Mevlid Türk’ün tarihi ve ecdadı ile birlikte yaşamaktadır. Bazı aydınlar ve ilahiyatçılar mevlid’in bu önemini fark edememekte, onun dine aykırı olduğunu söylemektedir.” Bu örf ile ilgili ayet-i kerimeleri görmemek demektir. Kur’an-ı Kerim her bir toplumun örf ve adetine geniş bir hareket kabiliyeti tanımıştır.

 Türkler örfleri ve geçmiş ecdadı ile birlikte yaşar. Onlarla beraber geleceğe yürür. Mezar taşlarını buna göre şekillendirir. Lâkin Mevlid’i para için okuyanları bu işin ticaretini yapanları da kabul edemeyiz. Dinî duyguları paraya tahvil edenler İslâm ve Osmanlı toplumunda hatta günümüzde örümcek ağı gibi örmüşlerdir. Ahmed Yesevî nasıl dinî nefslerine alet edenlerle mücadele ettiyse bugünkü Türklerde onlarla mücadele etmelidir. Her devirde bu tip insanlar olacaktır. Kandillerimize iyi gözle bakılmaması ise İyi niyetli de olsa farkında olmasa toplumsal edebî ve estetik birikimimizi yok saymak olacaktır. İfrata yahut tefrite düşmeden sırat-ı müstakim’de (orta yol)  olmak gerekiyor. Tabiki kandil gecelerimizin her birini birebir belki Kur’ân’da görülmemektedir. Bununla beraber sadece Kadir suresi bize ne anlatır bir bakalım”. Bursa el yazmaları kütüphanesinde bulunan, 1401 yılına ait, Anadolu Türkçesi bir Kur’ân tercümesindeKadir Suresi[41]Başladum adıyla Tanrı Ta’âlâ’nun ki rızk vericüdür ve rahmet edicüdür. Biz indürdük ya Muhammed bu Kuran’ı Kadir gecesinde ne bildürdi sana Kadir gecesi ne gecedür Kadir gecesi efdaldür bin aydan feriştehler iner yere Cebra’il dahı ol gecede. Tanrı’ları buyrugıyla her iş faşl olur ol gecede selametlığıla ol sabah oluncadur.  (Biz O’nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir”.

Evet her insanın bir kadir gecesi vardır. O gece melekler nur halinde insanın melekelerini aydınlatmaya başlar. Bir yeryüzü olan bedeni ışır. Orada ruh ve beden ayrılığı kalmaz. Kur’ân; canlı Kur’ân haline döner. Yahut melekeleri ayet olmaya, konuşmaya işitmeye, görmeye başlar. Oku (ikra) söz değil, Yaradan Rabbinin adı ile soluk olmaya, insanı nefeslendirmeye onun ruhu olmaya ve canlandırmaya başlar. Anne rahminden inen bir bebek gibi yeryüzüne inişin başlar. İntra-uterin (rahim içi) dönemde önce kanla beslenirken biraz sonra posnatal (doğumun hemen ertesi) hava ile beslenmeye başlar. Nefsi ruha dönüşmüş, Kur’ân ve insan yeryüzüne inmiştir.  Kimi insan da gökyüzü gibi anne rahmini iniş yeri sanır. Hâlbuki daha ötesi, ötenin gerisi, gerinin ilerisi; her ikisinin bir merkezi yahut bir nokta olduğu an vardır. Su anne rahmine kan, anne memesine süt olmadan nice mekânı ve zamanı dolaşır gelir. Nice zerrecikler yıldızlar misali evrenimiz oluşmadan serpilmiştir; kâh nokta, kâh dizi olarak.

Bir noktalık an; olan ve olmayan zamanı ve mekânı ihata eder. Irmaklar buhar olup gökyüzüne bulut olmak için indiğinde, sonra bulutlar yağmur olup analarına kavuşmak ister gibi ırmaklara ve deryalara döndüklerinde hangisi inmiş hangisi çıkmıştır? Sular hem çıkmıştır, hem inmiştir.

Yine O’nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum Suresi/24. Ayet) “O Allah’tır ki, rüzgârları gönderir de onlar, bulutu savurur. Sonra Allah o bulutu gökte dilediği gibi yayıp döşer, onu parça parça eder. Nihayet sen onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Sonra onu kullarından dilediğine ulaştırdığında onlar, müjde almış gibi sevinirler. (Rum Suresi/48. Ayet) Kadir Gece’sini anlamayan Kur’ân’ın nereden nereye indiğini anlamaz. İnzal[42]ve tenzil[43] üzerine uzun uzun tefsirler yaparlarda işin püf noktasını göremezler. İşin püf noktası da cümlesi de insandır.  Bir kez noktaya inzal olan, binlerce kez cümleye tenzil olur

 SÜLEYMAN ÇELEBİ HAZRETLERİNİN MEVLİD-İ ŞERİF’İNE NAZİREMİZDİR

(Doğuma kadar)

Lâ’dan geçtik dilde söyledik illa

Kendi özün içre Hakkı kul bula

Her kim bilsin Allah adı zikr eder

Yoktur ona dünya ahret hiç keder

İnsan gözü eylediyse Hak yönü

Asan durur nihayeti hem önü

Gönül Allah derse bir kez imanın

Kalmaz gayri cümle gider güman[1]ın

Her nefesde zikri daim eyleyen

Hakikatle buluşur Allah diyen

Ahlak-ı Ahmet’i rehber bilmeli

Sabr-u şükr ile Allah demeli

Rahmandır rahimdir kıblegahımız

Lütf-u keremiyle kalmaz ahımız

“Tek”sin varlığına asla şüphe yok

Arşları ağlatan ne yazık pek çok[2]

Birliğin varlığın bize çok hayret

Yokluk hiç yoğ iken O vardı elbet

Nur idi sıfatı uçmazdı melek

Burçlarda yıldız yok dönmezdi felek

Elesti Rabbikuma beli eyledi
Kulları bu söze veli eyledi

Kudret denizinde doğar bin Halil[3]

Birliğine olur ayniyle delil

Ol sözdü öz gördü göz oldu cihan

 Olma dese idi felek köz olur o an

Muhammed nurudur varlığa sebep

Şefaat Ya Resul[4] diye talep et

Resulullahın nuru

Hak Teala halk eder bin ademi

Âdem[5]le süsler binlerce alemi

Nur-u Mahmud Safiyullaha kondu

Zübde-i alem[6] bu nurla ilk ve sondu 

O nur ile alnında eyledi karar

Asırlar geçse de layık kul arar

Emanet nur refikten refika geçti

Hasib[7]ten hesaplı bir kulu[8] seçti

İbrahim İsmail buldular bir dem

Tevhidin delili Allaha kasem[9]

Dünya gördü rahmeten lil-alemin[10]

            İlk nur onda buldu ilah-i zemin


[1] Şüpheyle karışık umut

[2] “Rahman çocuk edindi.” dediler. Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Neredeyse gökler çatlayacaktı bu söz yüzünden; yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı: Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü.  (Meryem suresi/ 88-91.ayetler)

[3] Dost

[4] O gün şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna (Tâ-Hâ suresi /109.ayet)

[5] Nübüvvet ve Risalet verilmiş İnsan

[6] Kainatın özü

[7] Hesap gören ( Hasîb olarak Allah yeter) (Ahzâb suresi/39. ayet)

[8] Hz. Şit (AS) terzilerin, dokumacıların hesap bilenlerin piri

[9] Söz vermek

[10] Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik(Enbiya suresi/ 107.ayet)

Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid-i Şerif’ine naziremizdir

(Efendimizin Doğumundan sonra)

Doğum

Âmine hatunun rahmi hanesi

Varlığa müjdedir O’nun annesi

Rebiulevvel ayında bir ece

On ikinci günü ışıktır gece

O gece doğdu güldü tüm beşer

Anne gördü o an Miraca sefer

Dedi gördüm İki cihan annesi
Evim Yıldızlara konuk hanesi

Evimden şuleler göğe verdi can

Arş Ahmed yanında kaldı kısa an

Açıldı arşlar kapısı indi üç melek

Sundular suffa[1]dan kundağa yelek

Doğuda batı[2]da melekler bildi

Kâbe’de kalan kıyama dikildi


Cennetten melekler eyler tenezzül[3]

Kâbe onu tavaf da eylemez zül[4] 

Üç dost göründü gözüne aniden

Geldi ezelden belirdi saniyen 

Derler idi nur yüzlü Musa ban[5]isi

Diğer nur Ruhullah İsa annesi 

Asiye’nin ellerinden Meryem’e

Süt pınarlarından bu yavru eme


Amine’yle diz dize oturdular

İki cihan Mustafa’yı sundular 

Dediler yavrun gibi hiçbir oğul

Evvel Ahir Allah’a olmadı kul 

Oğluna biat eden Hakka biat[6]ta

Öyle bir annesin daim taatta 

Ey Âmine devletin sonsuz senin

Doğ Ahlak-ı güzel Muhammed Emin 

Bu gelen ilm-i ledün[7] hasıdır

İçtiğin tevhid irfan tasıdır

İsmi Onun kah Ahmet-i Mahmuddur

Miraç’da adı makam-ı Mahmuddur 

Vakit doldu Âmine dedi tamam
Gelsin cihana o hayr-ül enam[8]

Susadı anne hararet pek katı

İçti “of”[9] duymamış şerbetin hası 

Firdevs cennetinden gelmiş şerbeti

Rabbim lutfeyledi ulu heybeti

Kar ondan hem siyah ılık kalırdı

Bal ile şekerden tadı alırdı 

İçti anı içi dışı nuru pak

Yıldızlara selam etti nuru yak 

Huma kuşu ak kanadı ol revan

Şol doğumu kolay eyle hem heman

Doğdu o dem alemlerin Sultanı

Nura garkdı semavat’ın her yanı

Kurtuluş isteyen iman eyledi

Yetmiş bin Salevat aşkla söyledi

Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin.

Şefaatinden Cümle Kâinatların nasiplenmesi duasıyla

Saygı ve dostlukla

Hilmi

22. Aralık. 2015

Mevlid kandili


[1] Yetim, kimsesiz, yoksul kişilerin barınağı

[2] Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. O halde nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır. Allah Vâsi’dir, varlığı sürekli genişletip büyütür; Alîm’dir, her şeyi en iyi biçimde bilir.(Bakara suresi/ 115.ayet)

[3] Melekler ve Rûh, Rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner! (Kadr suresi / 4. ayet)

[4] Alçalma üstüne gölde düşmesi

[5] Koruyucusu, büyütücüsü

[6] Sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir.( Fetih suresi/ 10.Ayet)

[7] Gayb ilmi, gönül ilmi

[8] Mahlukların yaratılmışların en hayırlısı

[9] Peygamberimizin babası doğmadan önce (anne karnında altı aylıktı) annesi peygamberimiz çok küçükken (Altı yaşında iken) vefat etmiştir. Annesi ve babası ondan “üf” bile işitmemişlerdir.

“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.”(İsra suresi/ 23.ayet)


[1] Prof. Dr. İsmail Çetişli, Türk Şiirinde Hz. Peygamber, Akçağ yayınevi, Ankara, 2012, s. 550.

[2] Ayvaz Gökdemir, Türk Kimliği, Kervan kitabevi, Konya, 2004,s. 77.

[3] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 77-78.

[4] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.

[5] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.

[6] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 79.

[7] Yunus Emre Aydın, Fâtimî Ordusunda Türk Unsuru, USAD, Selçuklu Araştırmaları Dergisi,  Bahar 2020; (12): 337-362.

[8] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 80.

[9] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.

[10] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.

[11] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81-82.

[12] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82.

[13] Geniş Bilgi İçin Bkz. Ahmet Refik Altınay, Haçlılar, (Hazırlayan: Gülay Kırpık) Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007.

[14] Dr. Osman Gürbüz,  İktidara Uzanan Yolda Eyyûbî Ailesinin Serüveni, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 48, Erzurum 2012, 387-405.

[15] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82-83.

[16] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.

[17] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.

[18] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 85.

[19] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 86.

[20] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 87.

[21] Doç.Dr. M.Fatih Köksal,Mevlid-Name, Mevlid’in Yazılışının 600. yılına Armağan, Kırşehir, 2010,s.40.

[22] Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.,s.47.

[23] Geniş Bilgi için Bakınız: Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.

[24] Prof. Dr.İsmail Çetişli,a.g. e.,s.551-552.

[25] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89.

[26] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89-90.

[27] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90.

[28] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90-91.

[29] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 91.

[30] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 92.

[31] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93.

[32] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93-94.

[33] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 94.

[34] Erol Mütercimler, Aynadaki Tarih, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. veTic. Ltd. Şti., İstanbul, 2018, s.382-383.

[35] İbrahim Candan, Seni Anlasaydık Bu Hâle Gelmezdik, Akasya Kitap, Ankara, 2005, s. 89.

[36] Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2003, s. 444.

[37] Sinan Meydan, a. g. e., s. 445.

[38] Ali Güler, Atatürk ve İslam, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016, s. 109.

[39] Ali Güler, a. g. e., s 110.

[40] Ali Güler, a. g. e., s 111-112.

[41] Bu nüshayı Trabzonlu Mustafa Efendinin Hemşerisi aziz dostum Bayram Zengin Bey iletmiştir. O’da Sergen Çirkin Bey’den alıntı yapmıştır. Kendilerine minnet duygularımı ifade ederim.

[42] Kur’an’ın bir defa da indirilmesi.

[43] Kur’an’ın parça parça indirilmesi.

CHP’nin Çıkmazı

Türkiye’de ana muhalefet partisi (aslında son yerel seçimlerin birinci partisi) CHP uzunca bir süredir darboğaza sıkışmış durumda.

İktidarın denetimindeki yargının sopası ile fena dayak yiyor. 18/19 Mart 2025 tarihinden bu yana başta İBB Başkanı ve partinin CB adayı Ekrem İmamoğlu olmak üzere onlarca belediye başkanı ve üst düzey yöneticileri tutuklandı. Yetmedi, şimdi de İstanbul İl Başkanlığı yönetimi görevden alındı. Asliye Hukuk Mahkemesinin aldığı bu karar, yalnızca bir teşkilat yönetimine müdahale değil; aynı zamanda “CHP Kurultayının da iptal edilebileceğinin” bir işareti.

Bunlara rağmen, CHP, Meclis’te kurulan “Terörsüz Türkiye Komisyonu”nda kalmaya devam ediyor. Oysa bu Komisyon, AKP, MHP, DEM ve HÜDAPAR’ın aynı masada buluştuğu, dolaylı olarak Öcalan’la müzakereyi meşrulaştıran bir platform.

CHP’nin bu komisyonda bulunması, Öcalan’ı devletle eşit şartlarda müzakere eden siyasi bir figür yapma sürecine meşruiyet kazandırması anlamına geliyor.

Güya bu komisyon Türkiye’nin “daha demokratik” hale gelmesi için çalışıyormuş.

Hukuksuzlukların hedefi olmuş bir partinin, yargı sopasıyla kendini döven aynı iktidarla “demokratik Türkiye inşası” umuduyla masaya oturması, başlı başına bir çelişki.

****

Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike, üç farklı hattın devletimizin milli ve üniter yapısını aşındırıcı bir noktada kesişmesidir. Yani PKK/DEM’in etnik talepleri, siyasal İslamcıların milli devlete karşı ümmetçi bakış açısı ve ABD’nin bölgesel projelerinin kesişmesini kastediyorum.

MHP’nin bu sürece dahil edilmesi veBahçeli’nin ‘umut hakkı’ ve teröristbaşı yerine ‘örgütün kurucu önderi’ söylemleri riski çok büyütmüştür.

CHP ise bu tabloda üçüncü yol arıyor ama bıçak sırtında yürüyor: Kürt seçmene umut verirken milliyetçi/ ulusalcı tabanı ürkütmemek istiyor.

TBMM’de Öcalan ve PKK ile müzakereye karşı en doğru ve en net duruşu İYİ Parti gösteriyor. Bu yüzden “ihanet sürecine” karşı ve komisyona üye vermedi.

**********************************

CHP’nin Hesapları ve Tehlikeli Yakınlaşma

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Komisyon’dan ayrılma fikrine sıcak bakmıyor. Bunun arkasında birkaç hesap var:

“Masadan kalkarsak çözüm karşıtı görünürüz.” “DEM tabanıyla bağımız kopar.” “Uluslararası aktörlere (ABD, İngiltere, İsrail’e) ‘biz de demokratik çözümden yanayız’ mesajı vermeliyiz.”

Bu düşünce tarzı, Atatürk’ün partisine yakışmaz. Atatürk’ün çizgisi, dış güçlerden destek beklemek değil, millete dayanarak siyaset yapmaktı.

Yeni CHP’nin iktidar olmak için DEM’den ve başka devletlerden destek alma stratejisi içeride ters tepebilir. Çünkü CHP’nin asıl omurgası, ulusalcı ve Atatürkçü tabandır.

Ayrıca CHP’nin, DEM kitlesinin desteğini alsa dahi milliyetçi sağ seçmenin desteğini almadan iktidar olması ve Cumhurbaşkanı seçtirmesi mümkün değildir.

Ancak DEM seçmeni destek vermese bile, CHP Mansur Yavaş gibi bir adayla, Milliyetçi seçmenin desteğini alabilir, Cumhurbaşkanı seçtirebilir ve seçim iş birliği ile iktidar olabilir.

CHP’nin ulusalcı çoğunluğu, partinin Öcalan’ın adının geçtiği bir süreçte yer almasını kabul etmeyecektir. Bu taban, Lozan’ı bir türlü kabullenemeyen Batı’nın “demokratik çözümden” kastının Türkiye’nin bölünmesi ve Sevr şartlarının hortlatılması olduğunu anlayacak bilinçtedir. Bu kitle CHP’nin masadaki varlığının, Öcalan’la müzakere sürecine meşruiyet kattığını görüyor.

Köksüz ve kimliksiz bir görüntü partiyi eritir.Unutulmasın 1991’de SHP–HEP ittifakı, ulusalcı seçmenin tepkisiyle partiyi eritmişti.

2019’da DEM’in örtülü desteğiyle kazanılan büyükşehirler, “mesafeli iş birliği” sayesinde tepkiye yol açmamıştı. “Kent uzlaşısı” adı altında yapılan iş birliği içinde Öcalan, özerklik, ikinci resmi dil, teröristlere af gibi konuları içermiyordu. Bugün CHP’nin attığı adımlar ise 1991’deki hatadan daha vahimini yaptığı algısı yaratıyor.  

Dış güçlerden “CHP masada kalarak destek alacak” beklentisi de aldatıcıdır. ABD ve İngiltere gibi devletler kendi bölgesel planları açısından “Kürt meselesinde demokratikleşme” söylemini önemsiyor. Ama bu, kendi çıkarları için Türkiye’yi parçalamayı amaçlayan bir yaklaşım. CHP bu hesaba fazla yaslanırsa, içeride “dış güçlerin ajandasına göre hareket eden bir maşa” olarak görülecektir.

Üstelik CHP’nin komisyon üyeleri içinde Sezgin Tanrıkulu ve Türkan Elçi gibi PKK/Öcalan çizgisine yakın politikacıların olması CHP’nin gerçek tabanını endişelendirmektedir.

**********************************

İki Yol Ayrımında CHP

CHP’nin önünde iki yol var: Ya hukuksuzlukları yapan iktidarla aynı masada “demokratikleşme” oyunu oynayacak,” ihanet sürecinin” bir parçası olacak. Ya da Atatürk’ün partisi olmaya yakışan bir tavırla “bu şartlarda demokrasi inşa edilemez” diyerek Komisyon’dan çekilecek.

İlki kısa vadede uluslararası aktörlerin hoşuna gidebilir. Ama CHP’yi iktidara taşımadığı gibi bu tercihi tarihe utanç sayfası olarak geçer. İkincisi ise CHP’nin kendi tabanına güven veren, uzun vadede daha sağlam bir çizgidir.

Unutulmamalı: CHP’yi ayakta tutan esas güç, Atatürk’ün kurduğu parti kimliği ve bunun etrafında şekillenen ulusalcı-milliyetçi kitledir. Bu kitleye güven vermeyen bir CHP’nin, DEM tabanından alacağı oylar da onu iktidara taşıyamaz.

Etik ve politik açıdan doğru olan, CHP’nin kendi tabanına dönük net bir mesaj vermesidir:

“Biz hukuksuzluk yapan iktidarın oyununa meşruiyet kazandırmayız. Demokrasi mücadelesini iktidarla değil, halkla birlikte veririz” demesi gerekir.

CHP, gerçek gücü halkın örgütlü iradesinde aramalı, iktidarın oyun masalarında değil.

CHP, iktidarın yargı sopasına maruz kalmaya devam ederken, aynı iktidarla “demokratik Türkiye inşası” oyununda figüranlık yapmanın anlamsızlığını görmelidir.

Gerçek çıkış yolu; ne ABD’nin planlarına teslim olmakta ne siyasal İslamcıların Cumhuriyet ve milli devlet karşıtı söylemlerinde, ne de PKK/DEM’in özerklik taleplerinde. Çıkış; Atatürk’ün çizdiği yolda milli, üniter ve demokratik bir hukuk devletine kararlılıkla sahip çıkmaktır.

Aksi halde Türkiye Lübnanlaşan veya Suriyeleşen bir ülke olur. Tarih ve Türk Milleti buna sebep olanları affetmez.

Ya İstiklal Ya Ölüm: Sivas Kongresi“

“Burada bir milletin kurtuluşunu hazırlayan kararlar verildi.” (Atatürk, 13 Kasım 1937, Sivas)

Bugün 4 Eylül 2025; Milli Mücadele’nin temel taşlarından Sivas Kongresi’nin 98. yıldönümü… Bağımsızlık savaşımızın ve Cumhuriyetimizin temelleri Sivas’ta atıldı. Mustafa Kemal Paşa, tam 108 gün Milli Mücadele’yi Sivas’tan yönetti. Milli Mücadele’nin Ankara’dan önceki karargâhı Sivas’tı.

MİLLETİN SİNESİ

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dayken, 20 Ağustos 1919’da, Sivas Valisi Reşit Paşa’dan bir telgraf aldı. Reşit Paşa, Fransız Jandarma Müfettişi Binbaşı Bruno’nun Sivas’ta bir kongre düzenlenecek olursa Fransızların beş, on gün içinde Sivas’ı işgal edeceklerini söylediğini, bu nedenle ya kongreden vazgeçilmesini ya da kongrenin Erzurum’da veya Erzincan’da düzenlenmesini öneriyordu. Mustafa Kemal Paşa telgrafı okuyup bitirdiğinde ilk tepkisi “gülünç” demek oldu; “Azizim Mazhar Müfit, bunlar hakikaten gülünç şeyler” dedi. Sonra dudağında hafif bir tebessümle, “Birer kahve içelim de vali paşaya cevap arz edelim” diye ekledi. Verdiği cevapta, bunun bir blöf olduğunu ve bundan korkmamak gerektiğini belirterek şöyle dedi: “Bendeniz ne Fransızların ne de herhangi bir ecnebi devletin yardımına tenezzül eden şahsiyetlerden değilim; benim için en büyük koruma noktası ve kaynağı milletimin sinesidir.” O gece Mazhar Müfit (Kansu)’ya, Sivas’a hareket ettiklerinde Bruno’nuın Sivas’tan kaçacağını söyledi. “Bir millet ki ‘ya istiklal ya ölüm’ diyor ve bu kararı tamamıyla benimsemiş bulunuyor, bunun karşısına hangi kuvvet çıkar?” diye de ekledi. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.1, s. 150-158, 162).

ZOR KONGRE

Sivas Kongresi’ne karşı çıkan çoktu. Batı’da Yunan’la çete savaşı veren Kuvvacılar kendilerini birer lider olarak görüyor, bir milli örgütlenmeye ihtiyaç olmadığını düşünüyordu. Sivas Kongresi’ne karar verilen Amasya toplantısında Rauf Bey (Orbay) ve Refet Paşa (Bele) Amasya kararlarını zoraki imzalamışlardı. Balıkesir Kongresi Başkanı Hacım Muhittin “Ne kuvveti var bunların?” diyordu. Kazım Karabekir Paşa ise Sivas’ta toplanmanın varlığımızı kendi elimizle tehlikeye atmak olduğunu belirterek Erzurum Kongresi ile yetinmek gerektiğini söylüyordu.

Sivas Kongresi’ne katılımcı bulmak da kolay olmadı. Sivas’a gelmesi gereken Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti üyelerinden Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey gelmedi. Siirt Milletvekili Sadullah Bey ortada yoktu. Servet ve İzzet Beyler ise Trabzon’a gitmişler gelmiyorlardı. Bu nedenle Doğu’dan Sivas Kongresi’ne Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Raif Efendi, Şeyh Fevzi Efendi ve Bekir Sami Bey katılacaktı. Trakya’dan kimse gelmeyecekti, İzmir’in ardındaki bölgeden birkaç kişi gelecekti, ne içteki Konya ve civarından, ne güneyde Toroslardan, ne Mezopotamya ve civarından, ne de Karadeniz kıyılarından kimse gelecekti. İstanbul’dan ise bir kişi gelecekti. (Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. 226). Sivas Kongresi’ne seçilen 40 delegeden 36’sı kongreye katılabildi.

SİVAS YOLLARINDA

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sivas’a hareket edeceklerdi, ancak yeterli paraları yoktu. Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nden, emekli Binbaşı Süleyman Bey 900 lira verdi, Cevat Dursunoğlu bu parayı 1000 liraya tamamlayıp Mustafa Kemal Paşa’ya iletti. Sivas yolculuğu bu parayla finanse edildi.

Mustafa Kemal Paşa, 29 Ağustos 1919 sabahı, büyük bir coşkuyla Erzurum’dan Sivas’a uğurlandı. Kafile, 3 otomobil ve 3 atlı arabadan oluşuyordu. Otomobiller hurda haldeydi. Yemekleri peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaretti. Subaşında rastladıkları köylüler de birkaç baş kuru soğan ikram etmişti.

İkindiye yaklaşırken aniden şiddetli bir yağmur başladı. Otomobillerin tenteleri yırtıktı. Herkes bir güzel ıslandı. Mustafa Kemal Paşa da yağmur altında sırılsıklam oldu. Islak halde geceyi geçirecekleri köye gittiler. O gece Paşa’nın ateşi çıktı.

Ertesi gün şafakta yola çıktılar, 30 Ağustos’ta akşam karanlığında Erzincan’a vardılar. Erzincan sokaklarında, “Vatan için canımızı vermeye hazırız” diyenleri duydukça Paşa’nın cesareti, umudu arttı.

Erzincan Boğazı’na girmek üzereyken yanlarına gelen Jandarmalar, “Dersimli çeteler boğazı kapatmış, tehlike var geçilmez” dediler. Jandarmalar, boğazı açmak için gereken kuvvetin ancak bir gün sonra gelebileceğini belirtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın kaybedecek zamanı yoktu. Hemen şu emri verdi: Kendilerine ateş edilirse otomobillerdeki hafif mitralyözlerle karşı konulacak, eşkıya yol keserse arabalardan inilip vuruşulacaktı. Bu karar doğrultusunda yola devam edildi. Ancak Allah’tan hiçbir saldırıya uğramadan boğazı geçtiler. O gece konakladıkları köy evinde Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarına teşekkür ederek şöyle dedi: “Milli dava ancak böyle bir inanç, böyle bir irade ve azimle kazanılabilir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız değil, milli kurtuluşu sağlayacak olan fikirlerdir.” (Kansu, age, s.194- 203).

SİVAS’TA KARŞILANMA

Mustafa Kemal ve arkadaşları Refahiye-Suşehri üzerinden 2 Eylül 1919 sabahı Sivas’a vardılar. Sivas’a 5 km mesafede çadırlar kurulmuş, neredeyse tüm Sivas halkı Kılavuzan tepesinde Mustafa Kemal Paşa’yı karışlamaya gelmişti. Fransız binbaşının tehdidi yüzünden telaşlanan genç Rasim’i gören Paşa, “Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla” dedi. Kongrenin düzenleneceği Sultani (Lise) binasına geldiklerinde kafileyi Vali Reşit Paşa karşıladı. Mustafa Kemal Paşa akşam yemekte Reşit Paşa’ya “Binbaşı Bruno nerede?” diye sordu. “Malatya’ya doğru firar ile meşgul…” cevabını aldığında hafif tebessüm etti.

Kongre binası özenle hazırlanmıştı. Bina, Sivas Müftüsü Abdurrauf Efendi, Şekercizade İsmail ve Sığırcızade Hayri’nin evlerinden getirdikleri eşyalarla donatılmıştı. Kongre salonu, değerli Türk halılarıyla kaplanmıştı. Bu arada Sivaslı bir genç kız, çeyizi için özel olarak hazırladığı yatak örtüsünü Mustafa Kemal Paşa’nın kalacağı odadaki yatağın üzerine örtmüştü. Afyonkarahisar adlı bir kahveden kahveler geliyor, delegeler boş vakitlerinde domino oynuyordu. Yemekler tabldot olarak hazırlanıyordu. Genelde kuru fasulye ve pilav çıkıyordu. Sular toprak testiler içindeydi. Güvenlik için bahçeye bir sahra topu yerleştirilmişti.

KONGRE AÇILIŞI

4 Eylül 1919 Perşembe günü öğleden sonra saat 14.00’da kongre açıldı. Mustafa Kemal Paşa kongreyi açarken yaptığı konuşmada “Tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. (…) Vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, ortaya sürülen kanaatler muhakkak ki iflasa mahkûmdur” dedi. Milletimizin “namus” ve “istiklalini” kurtarmak için silaha sarıldığını söyledi.

Daha sonra başkanlık seçimine geçildi. İsmail Fazıl Paşa, kongre başkanlığının sancak adlarının baş harflerine göre nöbetleşe yapılmasını önerdi. Ancak bu teklif reddedildi. Mustafa Kemal Paşa, 3 muhalif oya karşı ezici bir çoğunlukla başkan seçildi.

PARTİSİZLİK YEMİNİ

Daha sonra kongrenin partilerle, özellikle İttihat ve Terakki’yle alakalı olmadığını göstermek için bir yemin hazırlandı. 5 Eylül 1919 Cuma günü birinci celse sonunda delegeler toplantı salonunun kapısında tek tek şu yemini okudu: “Saadet ve selameti vatan ve milletten başka hiçbir şahsi amaç takip etmeyeceğime; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma ve mevcut siyasi partilerden hiçbirinin siyasi emellerine hizmetkâr olmayacağıma vallahi, billahi…”

5 Eylül’de padişaha sadakat bildirildi. Mustafa Kemal Paşa, strateji gereği, mümkün mertebe, halife/padişahı karşısına almayıp Damat Ferit Hükümeti’ne cephe alıyordu.

6 Eylül Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Başta Camii Kebir olmak üzere Sivas’ın bütün camilerinde vatanın düşman işgalinden kurtulması için dualar edildi. Ülke işgal altında olduğu için diğer şehirler gibi Sivas’ta da bayram sevincinden eser yoktu. O gün kongre toplanmadı. Sivas Belediyesi’nden bir kurul kongre binasına gelerek Mustafa Kemal Paşa ve delegelerle bayramlaştı.

MİLLİ KARARLAR

7 Eylül günü, Erzurum Kongresi’nin bölgesel kararları tüm yurdu kapsayacak biçimde değiştirilip genelleştirildi. Özellikle Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin adının Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti olarak değiştirilmesi önemliydi. Böylece dağınık haldeki cemiyetler birleştirilip tek bir çatı altında toplandı.

8-10 Eylül arasında, üç gün Amerikan mandası tartışıldı; manda düşüncesi ustaca reddedildi.

10 Eylül’de Kongre kararı gereği Ali Fuat (Cebesoy) Paşa Batı Cephesi Kuvayı Milliye Genel Komutanlığı’na atandı.

11 Eylül’de Temsil Heyeti üyeleri belirlendi. Erzurum’da seçilen 9 kişilik heyete, sonra 1 kişi, Sivas’ta da 6 kişi eklendi. Böylece üye sayısı 16’ya çıktı.

11 Eylül’de İrade-i Milliye gazetesinin çıkarılmasına karar verildi.

12 Eylül’de Cuma namazının ardından Ulu Camii’de halka kongre hakkında bilgi verildi.

12 Eylül’de kongre kararıyla Anadolu ile İstanbul arasında telgraf haberleşmesi kesildi.

Kongre sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı baskıyla Damat Ferit Hükümeti istifa etti. Yerine ılımlı Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu. Böylece Anadolu hareketi, İstanbul’a karşı ilk önemli başarısını elde etti.

ALİ GALİP OLAYI

3 Eylül 1919’da İçişleri Bakanı Adil ve Harbiye Nazırı Süleymen Şefik paşalar, Elazığ Valisi Ali Galip’e Kürt aşiretlerinden bir çeteyle Sivas’ı basıp Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklamasını ve Sivas Kongresi’ne dağıtmasını emrettiler.

6 Eylül’de Ali Galip, Elazığ’dan Malatya’ya gelip Sivas’a doğru ilerledi. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa olaydan haberdar olup gerekli önlemleri aldı. 9 Eylül’de bu konuda kongreye bilgi verdi. Olaya bir de İngiliz Binbaşı Noel karışmıştı.

Üzerine asker gönderilen Ali Galip, adamlarıyla birlikte Malatya’ya kaçtı. Oradan Urfa’ya, Urfa’dan da Halep’e geçti.

11 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa, İçişleri Bakanı Adil’e gönderdiği telgrafta, “Alçaklar, caniler, düşmanlarla millet aleyhinde tertiplerde bulunuyorsunuz. Aklınızı başınıza toplayın!” dedi.

Anlayacağınız tek düşman Yunan değildi.



SİVAS’TA MANDA TARTIŞMALARI

Amerikan Chicago Daily News gazetesi muhabiri E. L. Brown, kongreyi izlemesi için Sivas’a gönderilmişti.

8 Eylül günü, kongre açılır açılmaz, İsmail Hami Bey (Danişment), 25 kişinin imzasıyla kongreye Amerikan mandasının kabul edilmesini isteyen bir komisyon raporu sundu. Ancak Mustafa Kemal Paşa raporun görüşülmesine başlamadan önce Mr. Brown’un “resmi bir sıfatla” kongreye katılmadığını, tamamıyla “özel olarak” geldiğini ve Amerika’nın mandayı kabul edeceğini değil, belki etmeyeceğini söylediğini; dahası Brown’ın mandanın ne olduğunu bile bilmediğini belirterek görüşmelerden önce “10 dakika ara” verdi. Böylece Mr. Brown’a güvenerek Amerikan mandası isteyeceklerin fikir değiştirmesini bekledi.

Manda lehine Kara Vasıf Bey, İsmail Hami Bey, İsmail Fazıl Paşa, Bekir Sami Bey, Refet Bey uzun konuşmalar yaptılar. Umutsuzca Amerikan mandasını savunuyorlar, bunun “ehven-i şer” olduğunu söylüyorlardı. İşin ilginci mandanın bağımsızlıkla aynı şey olduğunu bile iddia ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa bu mandacıları “biçareler” diye adlandırıyordu.

TIBBİYELİ HİKMET’İN İSYANI

8/9 Eylül gecesi Mustafa Kemal Paşa odasında bir toplantı yaptı. Mandacıların, yabancı işgali altında “cesaret” ve “ümitlerini” kaybetmiş olmanın verdiği üzüntüyle “hastalıklı bir ruh haliyle” hareket ettiklerini söyledi. “Şerefsiz, istiklalsiz, esir bir millet çocukları olarak yaşamak yerine, efendice ve kahramanca ölmek elbette ki tercih edilir. Bunu anlayamamak ne garip mantıktır?” dedi.

O sırada orada bulunan kongre delegelerinden Tıbbiyeli Hikmet adlı bir genç, biraz da Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerinden cesaret alarak yüksek sesle şunları söyledi: “Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunları her kim olursa olsun şiddetle reddederiz. Farzı mahal, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandır ve tel’in ederiz.”

Tıbbiyeli Hikmet’in bu yurtsever çıkışının ardından duygulanan Mustafa Kemal Paşa, çevresindekilere bakarak, “Arkadaşlar, gençliğe bakın! Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” dedi. Sonra Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek “Evlat müsterih ol! Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tek ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm” dedi. Bunun üzerine yerinden fırlayan Tıbbiyeli Hikmet “Var ol Paşam” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü. Mustafa Kemal Paşa da bu yiğit gencin alnından öptü. (Kansu, age, s.247, 248).

ABD SENATOSU’NA MEKTUP

9 Eylül günü Rauf Bey, Amerikan Senatosu’ndan ülkemizi inceleyecek bir heyet çağırmayı teklif etti. Mandacıları susturmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Mustafa Kemal Paşa, hiç zaman kaybetmeden Rauf Bey’in bu teklifini oya sundu. Böylece oy birliğiyle ABD Senatosu’na başvurmaya karar verildi. Senato’ya sunulmak üzere bir mektup hazırlandı. Falih Rıfkı Atay “gönderilmemiştir, sudan bir karara bağlanıp kalmıştır” dese de mektup ABD Senatosu’na gönderildi. Mektupta özetle “tarafsız bir devlet” olarak ABD’den “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durumları olduğu gibi incelemek amacıyla bir komite göndermesi” isteniyordu. Yani ABD’den “manda” değil, sadece “bir inceleme komitesi” isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın, Nutuk’ta, “özel bir önem vermiş değilim” dediği bu mektupla Sivas Kongresi’ndeki manda tartışmaları bitirildi. ABD o sırada Anadolu’da manda fikrinden çoktan vazgeçmişti. Mustafa Kemal Paşa bunun farkındaydı. Nitekim ABD Senatosu bu mektuba hiçbir cevap vermedi. Sonuçta, Erzurum Kongresi’nde reddedilen “manda”, Sivas Kongresi’nde de kabul edilmeyerek gündemden düşürüldü.

Ne acıdır ki, 1919’da Wilson’un mandasını reddeden Türkiye, 1947’de Truman’ın doktrinini kabul edecekti.

https://www.bing.com/ck/a?!&&p=4bdb2eea3d71eb835300adfc738d417d1ede43d33a0edb15c48f90d7d29bea00JmltdHM9MTc1Njk0NDAwMA&ptn=3&ver=2&hsh=4&fclid=2ff220ae-3355-64c1-2780-324532cc656f&psq=Sinan+Meydan+Sivas+Kongresi&u=a1aHR0cHM6Ly93d3cuZ3VuY2VsbWV5ZGFuLmNvbS9wYW5vL3lhLWlzdGlrbGFsLXlhLW9sdW0tc2l2YXMta29uZ3Jlc2ktc2luYW4tbWV5ZGFuLXQ0NTg3OS5odG1s