13.8 C
Kocaeli
Pazar, Mayıs 11, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 3

3 Mayıs Türkçüler Günü

 Orhun dergisinin 1 Mart 1944 tarihli 15. sayısında, Nihal Atsız imzasıyla Türkiye’de hükûmet başkanına hitaben yazılan ilk açık mektup olan “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup” yayımlandı… Aynı derginin 1 Nisan 1944 tarihli 16. sayısında da “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup”  yayımlandı. Mektupların Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazılmasının nedeni Başbakanın TBMM’de yaptığı bir konuşmada  “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal bir vicdan ve kültür meselesidir.”  cümlelerinin de geçtiği Türkçülüğü bir devlet politikası olarak gördüklerini belirtmesidir. Atsız her iki mektupta da Milli Eğitim Bakanlığındaki komünist kadrolaşmadan şikâyet ederek kendisine “Türkçü” diyen bir başbakanın buna nasıl sessiz kaldığını sorar…  Ve bu kadrolaşmanın sorumlusu olarak gördüğü Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i istifaya davet eder.

 Bu cüretkâr açık mektupların toplumda büyük yankı uyandırır. Orhun Dergisinin bu iki sayısı gelem-n talepler ardından defalarca basılır… Dergiler elden ele dolaşır…  Toplum önünde eleştirilmeyi hazmedemeyen hükûmet artık Türkçüleri hedefe kor… Orhun dergisi kapatılır. Yazıda adı geçenlerden ve Atsız’ın vatan hainliğiyle suçladığı romancı Sabahattin Ali kendisi aleyhinde dava açmaya kışkırtılır.  Bu hakaret davasının 3 Mayıs’ta gerçekleşen ikinci oturumu sırasında Ankara’da milliyetçi öğrenciler Atsız lehine sokağa dökülür… Büyük bir yürüyüş düzenlerler.

 Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1944 yılının 19 Mayıs nutkunda Atsız ve Türkçüleri “vatan haini fesatlar” olarak tanımlar İnönü’ye göre Türkçülük “yurtdışında sergüzeşt aramak”tır.

 Cumhurbaşkanının bu konuşmasından 3 ay 19 gün sonra, 7 Eylül 1944’te 23 Türk milliyetçisi “nizam düşmanlığı”, “gizli cemiyet kurmak”, “hükûmeti devirmeye çalışmak” gibi mesnetsiz suçlamalarla tutuklanmış ve İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde 29 Mart 1945’e kadar 65 oturum halinde sürecek olan meşhur “Irkçılık – Turancılık” Davası başlamıştır. Yargılama sonrası tüm sanıklar aklanmış olmakla birlikte, soruşturma ve yargılama sırasında müthiş işkencelerden geçerler… Tabutluk denen tepesinde 1500 mumluk ampuller bulunan “tabutluk” denen insanın ancak dik olarak durabildiği hücrelerde saatlerce bekletilirler. Tırnakları sökülenler, gözlerini kaybedenler vardır… Ve suçsuz yere hepsi hayatlarının bir buçuk yılını zindanda geçirirler.

 Çok ağır baskı ve zulümle karşı karşıya kalsalar bile 3 Mayıs, Türk milliyetçileri için çok önemli bir gündür. O günün baş mimarı Nihâl Atsız o günü; “Türkçülerin ıstırabı ile yoğurulmuş” bir gün olduğunu belirterek 3 Mayısı “Türkçüler Bayramı” değil “Türkçüler Günü” olarak tanımlar.

 3 Mayıs 1944 Türkçülük fikrinin ve Türkçülerin ilk somut ve kitlesel siyasi çıkışı olması nedeniyle bir avuç Türkçü tarafından 3 Mayıs 1945 tarihinde hapishanede “3 Mayıs Türkçüler Günü” olarak kutlanmıştır… O günden bu yana Türkçüler, Türk Milliyetçileri tarafından her yılın 3 Mayısı “Türkçüler Günü” olarak kutlanmaktadır.

 Türkçülerin “3 Mayıs Türkçüler Günü” kutlu olsun…

 *Davanın 23 Sanığı; Hüseyin Nihal Atsız,  Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Gökyay, Hasan Ferit Cansever, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş, Hüseyin Namık Orkun, Nejdet Sançar, Nurullah Barıman, Zeki Özgür Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı,  Saim Bayrak, İsmet Rasin Tümtürk, Cihat Savaş Fer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Cebbar Şenel,  Hikmet Tanyu, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi Özbek, Cemal Oğuz Öcal, Sait Bilgiç

https://www.tarihistan.org/tarihte-bugun-03-mayis-gunun-olayi-3-mayis-turkculer-gunu-fazli-koksal/17714

Biz 71 Yıl Önce Görülen “Türkçülük Davası” Bitti Sanıyorduk Meğerse Devam Ediyormuş!

#ÜmitÖzdağ

Biliyorsunuz Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ Silivri Zindanlarında tutsak… Onun İstanbul Çağlayan’da dün yapılan duruşmasına gittim ve hemen arkasında oturarak tarihi bir önem kazanan davaların ilk duruşmasını baştan sona dikkatle izledim.

Duruşmada hâkim, savcı ve şikâyetçi tarafın avukatlarının beden dilleri beni çok rahatsız etti. Sebebi ise gözümün önüne 1944 yılında görülen “Türkçülük Davası”nın gelmesi idi.

Türk Ocaklarının eski başkanlarından Nuri Gürgür 1944 yılındaki dava ile ilgili olarak bakın neler diyor:

3 Mayıs 1944’te Ankara’da yaşanan olaylar; sebepleri, sonuçları ve etkileri açısından Türk milliyetçiliği tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Çünkü olaylar sadece Adliye Binası ve Anafartalar Caddesi’yle sınırlı kalmadı. “Millî Şef” sıfatıyla bütün yürütme yetkilerini elinde bulunduran, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, olayların arkasında, bunları düzenleyen tehlikeli bir grubun bulunduğuna kesin olarak inanıyordu. Bu gruptakilerin vatanseverlik görüntüsü altında “Irkçı-Turancı” görüşleri yaymaya çalıştıklarını, bunun millî güvenliğimizi ve dış ilişkilerimizi tehdit anlamına geldiğini öne sürerek yetkililere, faillerinin derhâl ortaya çıkarılması talimatını verdi; çeşitli mesleklerden onlarca aydın ve üniversite öğrencisi gözaltına alınıp soruşturma başlatıldı.

İnönü ve hükûmet yetkilileri, bu olayların baş sorumlusunun Nihal Atsız olduğuna inanıyorlardı. Atsız Beğ, Özel Boğaziçi Lisesinde öğretmendi. 1930’dan sonra çok sınırlı maddi imkânlarına rağmen çıkardığı dergilerle varoluş sebebi saydığı Türk milliyetçiliğine mistik bir heyecan içerisinde hizmet ediyordu. Genç yaşından itibaren bu uğurda çeşitli baskılarla karşılaşmıştı. Dönemin tarih konusunda resmî tezlerindeki yanlışları eleştirdiğinden, önce üniversiteden uzaklaştırılmış; daha sonra öğretmenlikten kovulmuş, çıkardığı dergiler kapatılmış, ezilip sindirilmeye çalışılmıştı. Ama ne yapılırsa yapılsın çizgisinden en ufak sapma olmadan inandığı değerlere, Türk milliyetçiliği ülküsüne, Türkçülük düşüncesine hizmetini sürdürüyordu. Yüksek karakterli, şahsiyetli, inançlarından ödün vermeyen örnek bir ülkücü ve dava adamı olmasının yanı sıra çok yönlü bir fikir adamı ve çok sayıda okuyucusu olan, okunan bir yazardı. Türkçeyi konuşurken de yazarken de mükemmel kullanırdı. Şairdi, çok güzel şiirleri vardı. Türk tarihi ve kültürü üzerinde yaptığı araştırmalardan kaynaklanan tespitleri ve birçok görüşü tarihçiler arasında kabul görüyor, benimseniyordu.

İkinci Cihan Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü dönemde, Türk milliyetçiliği çizgisinde yayımlanan bir derginin olmayışına üzülüyor; bu eksikliği gidermek amacıyla bazı girişimler de yapıyordu. Sonuçta epeyce uğraşarak Bakanlar Kurulu’ndan gerekli müsaadeyi aldı ve 1 Ekim 1943’te Orhun dergisini on yıl aradan sonra yeniden çıkarmaya başladı. Dergi’nin Mart sayısında, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazdığı “açık mektup”, kamuoyunda geniş yankı buldu. Atsız Beğ, mektubunda birkaç örnek vererek komünistlerin ülke genelinde yoğun şekilde çalıştıklarını, devlet kadrolarına yerleştiklerini anlatıyor; zaman geçirmeden önlem alınmasını istiyordu. Bu arada Saraçoğlu’nun 1942 yılında Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmasındaki “Türk’üz, Türkçüyüz, Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, kan meselesi olduğu kadar vicdan ve kültür meselesidir.” cümlelerine de yer vererek bu ifadenin gereğinin yapılmasını hatırlatıyordu…

26 Nisan’da Ankara Adliyesindeki ilk duruşmada büyük izdiham yaşanır. Milliyetçi gençler, Atsız’a destek için gelmiş; salonu ve koridorları doldurmuşlardır. Atsız’ın çıkışları, Türk toplumundaki millî duyguları, Sovyet-Rus emperyalizminin ideolojik silahı olan komünizme duyulan tepkileri görünür hâle getirmiştir; coşku ve heyecan yüksektir.

3 Mayıs’taki duruşmaya izleyici alınmaz ve karar açıklanır. Nihal Atsız’a verilen 6 ay hapis cezası 4 aya indirilmiş, infazı ertelenmiştir. Adliye çevresinde toplanan binlerce üniversite öğrencisi, karara büyük tepki göstererek Ulus Meydanı’nda toplanır. Komünizm aleyhinde sloganlar atılır, Hükûmet istifaya çağrılır. Topluluk, emniyet güçlerinin sert müdahalesiyle dağıtılırken 165 genç tutuklanır. Hakkında erteleme kararı olmasına rağmen Nihal Atsız da gözaltına alınır. Ardından bir iki gün içerisinde onunla bir şekilde ilişkisi bulunan elliden fazla milliyetçi aydın, farklı şehirlerde yakalanıp İstanbul’a getirilir; nezarete alınıp sorgulanırlar.

Sorgulama tarzı ve nezaret ortamı, yargılama ve soruşturma tarihimiz açısından bir faciadır, yüz karasıdır; henüz haklarında tutuklama kararı bile verilmemiş olan insanlara “tabutluk” adı verilen, bir kişinin zor sığdığı, sıcak, daracık hücrede, tepelerinde 150 mumluk ampul yakılarak aç ve susuz, günlerce işkence yapılır. Konuldukları suyu akmayan, pislik içerisindeki hücrelerde de benzer ortam vardır. Reha Oğuz Türkkan, bu yüzden bir gözünü kaybeder; bazıları hastalanır. Bu derece sert ve insanlık dışı uygulamanın sebebi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün tavrıdır. 19 Mayıs’ta bayram dolayısıyla stadyumda yaptığı konuşma, aslında bir taraftan ilgililere talimat diğer taraftan Sovyetler Birliği’ne verilen mesaj niteliğindedir.

İnönü şöyle diyordu: “Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhâl düşman yapmak için bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar bilinçsiz ve vicdansız bu bozguncuların yalan dolanlarına Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyet’in bütün tedbirlerini kullanacağız.” Konuşmasında dış politikaya da değiniyor ve “Millî Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde tek dostumuz Sovyetlerdi. Türkiye’nin ülke sınırları dışındaki Türkleri birleştirmek gibi amacı yoktur.”

Onun bu tarz bir konuşma yapmasının esas sebebi Sovyetler’den korkmasıdır. Çünkü Türkiye, savaşa girmemekle beraber, Almanya’nın 1943 yılına kadar üstün göründüğü, Rus topraklarında ilerlediği dönemde Hitler yönetimiyle ilişkilerini sıcak tutmaya özen göstermişti; hatta bazı devlet görevlileri gözlemci olarak Alman birliklerinin yanına gönderilmişti. Stalingrad’dan sonra dengeler değişip Kızılordu Doğu Avrupa’yı istilaya başlayınca Stalin’in Türkiye’yi, özellikle Boğazlar’ı hedef almasından endişe ediliyordu. Bir grup Türkçü aydın ezilerek Stalin’e şirinlik mesajı verilmek isteniyordu.

İsmet İnönü’nün konuşması, bir işaret fişeği etkisi yaptı; sanıkların daha mahkeme önüne çıkmadan kesin suçlu sayılmasına yol açtı. Aynı suçlayıcı ifadeler bütün gazetelerde günlerce birinci haber olarak yer aldı. Sanıkların Hükûmet’i yıkmak amacıyla örgüt kurdukları iddiasıyla sürekli yorumlar yapılıyor, kamuoyu buna inandırılmaya çalışılıyordu. Tutukluların bir kısmı suçsuz bulunarak bir süre sonra tahliye edildi.

7 Eylül 1944’te, 23 sanık hakkında İstanbul 1 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinde dava açıldı. Nihal Atsız, Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Dr. Hasan Ferit Cansever, Orhan Şaik Gökyay, Dr. Fethi Tevetoğlu, Hikmet Tanyu, Zeki Sofuoğlu, Reha Oğuz Türkkan, Nejdet Sançar, Hamza Sadi Özbek’in aralarında olduğu sanıkların yargılanması, 29 Mart 1945’e kadar sürdü. Savcı Kazım Alöç, bir hukukçudan ziyade peşin hükümlere dayalı iddianamesiyle, duruşmalardaki üslubuyla sanıkları ezmeye çalışan, hukuk tanımayan uygulamaları doğal sayan bir infaz memurunu andırıyordu. Ancak Atsız ve arkadaşları, savcının ve duruşma hâkiminin düşmanca tutumundan yılmadılar. Yapılan suçlamaların doğru olmadığını bilmenin rahatlığı içerisinde düşüncelerini mahkeme önünde de sahiplenmeye devam ettiler. İfade ve savunmalarında ırkçılıktan ne anladıklarını, Türk dünyasının hayal değil tarihî ve kültürel bir gerçek olduğunu, dolayısıyla dünya Türklüğüyle ilgili gelecek tasavvuru anlamına gelen “Turancılık”ın suç sayılamayacağını, iddianamenin hukuki dayanağının bulunmadığını, etraflı şekilde anlattılar.

Mahkeme, 29 Mart 1945’teki duruşmada kararını açıkladı. 23 sanıktan 13’ü için beraat kararı verilirken Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Hasan Ferit Cansever’in aralarında olduğu on kişiye, üç ila on yıl arasında değişen cezalar verildi. Gereken itirazlar yapılarak karar Askerî Yargıtaya taşındı. 26 Ekim 1945’te kararı görüşen Yüksek Mahkeme, konuya iktidar çevrelerinin etkisi altında kalmadan hukuki açıdan bakarak kararı usulden ve esastan bozdu; bütün sanıkların “derhâl” tahliyesine ve davaya 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin değil, 2 Numaralı Mahkemenin bakmasına karar verdi ve ertesi gün tahliyeler yapıldı. 2 Numaralı Askerî Mahkeme, 31 Mart 1947’de Askerî Yargıtayın kararına uyarak bütün sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Böylece tarihimize, Atsız’ın ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin adı olan “Türkçülük”ü mahkûm etmek anlamına gelecek çirkin bir leke sürme girişimi önlenmiş oldu.

İnönü iktidarı, gençlerin millî duygularını ifadeye çalışmasından ibaret, masumane bir gösteriyi, ilk günden başlayarak Hükûmet’i yıkmayı amaçlayan “bir suç örgütünün düzenlemesi” olarak tanımladı. Cumhurbaşkanı’nın, çevresindekilerin ve gazetelerin Türkçülüğü ve bir grup milliyetçi aydını peşinen suçlu ilan etmelerinin devlet bürokrasisi ve eğitim kurumlarındaki psikolojik etkileri, yargı kararına rağmen tümüyle giderilemedi. Türk milliyetçiliğine karşı olan kozmopolit liberaller, solcular, etnikçi bölücüler ve siyasal İslamcılar her fırsatta benzer suçlamaları yapmaya, milliyetçileri kamu alanlarının dışına itelemeye çalıştılar.

Bu çabaların en somut örneği, 12 Eylül darbesi sırasında yaşandı. 587 sanıkla açılan “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nın iddianamesi, aslında 1944’te beraatle sonuçlanan ve “Irkçılık-Turanclık Davası” diye anılan davadaki iddiaların ve suçlananların sayılarının daha da genişletilmiş hâlidir. Radikal bir solcu olan Nurettin Soyer ve ekibi, kendi zihniyetlerinden bazı akademisyenler ve yazarların da yardımıyla, hem Türk milliyetçiliği fikrini temsil eden MHP ve yöneticilerini hem de 1912’de kurulan Türk Ocakları dâhil bütün sivil ve kültürel kuruluşları benzer şekilde suçlayıp mahkûm etmek istediler. Askeri cunta, üzerlerindeki üniformanın onurunu ve sorumluluğunu bir kenara bırakarak Nurettin Soyer ve ekibinin önünü açtı, Mahkemeye 220 Türk milliyetçisinin idamını isteyen, siyasi ve hukuki tarihimiz açısından yüz karası olan bu iddianameyi sunmalarına göz yumdu. Fakat Nurettin Soyer ve Pol-Der’li, insanlıktan nasibini almamış ekibin C-5 denilen işkence odasındaki bütün çabalarına rağmen ülkücü gençler çözülmedi; daha duruşmanın ilk gününde İstiklâl Marşı’nı coşkuyla haykırarak suçlamaların iftira olduğunu ilan etmiş oldular. Başta Alparslan Türkeş … olmak üzere MHP yöneticilerinin mahkemedeki ifade ve savunmaları, Türk milliyetçiliği fikrinin haklılığını gösteren tarihî belgelerdir. Yargılamanın başlamasından 6 yıl sonra verilen beraat kararları, aslında Türk milliyetçiliği fikrine ve mensuplarına kurulan komplonun iflası anlamına gelir.

1944‘te “ırkçılık-Turancılık” suçlamasıyla açılan davanın üzerinden 47 yıl geçtikten sonra küresel bir deprem yaşandı. Sovyetler Birliği dağılırken beş bağımsız Türk devleti doğdu. Türkiye ile Türk dünyası ilişkileri yeni bir yörüngeye oturdu. 2021 Mart ayı sonunda toplanan Türk Devletleri Keneşi’nde alınan kararlar, büyük devlet adamı Nursultan Nazarbayev’in Türk Birliği çağrıları, Mehmetçiğin can Azerbaycan askeriyle omuz omuza Ermeni istilacılara karşı kazandığı zafer; Ziya Gökalp’ların, Nihal Atsız ve arkadaşlarının, Türkeş ve ülkücülerin görüşlerinin, mücadelelerinin tarihin seyri içerisinde doğru ve haklı olduğunun somut belgeleridir.

Çok çetin yollardan geçildi, çok çile çekildi, bu uğurda çoğu genç yaşta iki binden fazla milliyetçi-ülkücü şehit oldu. Ama tarih gösteriyor ki, Türkçüler, ülkücüler acıyı bal eylediler ve kazandılar. Bu kutlu davaya emeği geçen; milletimize, ülkümüze hizmet edip ebedî âleme intikal edenlerimizi bir kere daha rahmetle, muhabbetle, hürmetle selamlıyorum; ruhları şâd olsun.

Nuri Gürgür’ün bu anlattıkları ile günümüzde Ümit Özdağ’ın tutuklanması ve mahkemedeki gelişmeler ve benzerlikler bize 1944 yılında açılan davanın halen sürdüğünü gösteriyor.

Ümit Özdağ’da Türk Milleti adına herkes tarafından okunması gereken tarihi bir savunma yaptı. Duruşmada adeta Mustafa Kemal Atatürk’ün, Ziya Gökalp’in, Alparslan Türkeş’in devamı olan bir görüş açısı ortaya koydu.

Onun için Ümit Özdağ’ın yargılanması 1944 yılındaki davanın fiilen ve fikren devam ettiğini göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir.

“3 Mayıs Türkçüler Günü”nde bu hususun başta Türk Milliyetçileri ve Türkçü Ülkücüler tarafından çok iyi değerlendirilmesi gerekir.

Bununla beraber “3 Mayıs Türkçüler Günü” arifesinde bazı hususları da ayrıca hatırlatmak istiyorum.

Bilinen binlerce yıllık tarih içinde sayısız devlet kuran biz Türkler, acaba o kurduğumuz devletler içerisinde muktedir olabildik mi?

Ya da bazılarının iddialarına göre, Osmanlı örneğinde olduğu gibi devlet yaşamının kritik noktalarını; devşirme, muhtedi, dönme ve hizmetlilere mi teslim ettik? Bu durum günümüzde de sürüyormu?

Türklerin, ırkçı olmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek! Bana Türk’ü tarif et deseniz; kendine aşırı güvenli ve bu nedenle tedbirsiz, alçak gönüllü, çalışkan, sabırlı, hoş görülü, hümanist bir insan tipidir derim.

Böyle olması ise bazı zaafiyetlerin ortaya çıkışına ve bu zaafiyetin bir hastalık haline dönüşmesine neden olmuştur.

Kendisi de Türk olmayan Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Türkleri eğitimden uzak tutması örneğinde olduğu gibi devlet ve sosyal hayatın ellerine teslim edildiği birçok gayr-ı Türk, bugüne kadar neler yapmıştır, bilinmesi gereken bir konudur.

Yani hastalığı teşhis etmezsek ne hastalığın farkına varırız ne de bu hastalığın toplumsal bünyeye verdiği zararları anlayabiliriz.

Türklerin, Türk olmayanları devletin ve sosyal yaşamın kritik noktalarına taşıması bir ruhsal hastalıktır. Düşünün, bir Türk devleti olan Osmanlı Devleti’nde, 218 sadrazamdan sadece 100’ü Türktür! Ya padişah anaları?

Hem de bunun defalarca yanlışlığının farkına varılmasına rağmen!

Üzülerek ifade etmeliyim ki; Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’da gelenek haline gelmiş olan; devleti, bilim odaklarını ve sosyal yaşamı Türk olmayanlara teslim etme zihniyeti, günümüz Türkiye’sinde de devam etmektedir.

Aşıkpaşazade bize 560 yıl öncesine dair, Bizans dönmesi Rum Mehmet Paşa’ya ilişkin bir olay anlatır ve; “Rum Mehmet Paşa’nın İslam dinine girmiş olmasına rağmen, Bizans’ın eski soyluları ile irtibatta olduğunu, onların telkinleri doğrultusunda hareket ettiğini, İstanbul’un bir gün yeniden Bizanslıların eline geçmesini beklediğini” söyler.

Siz günümüzde Rum Mehmet Paşaların olmadığını ve etkili makamlarda bulunmadığını mı zannediyorsunuz?

Osmanlı’ya hakim olmuş bu gayr-ı Türkler, Anadolu ve Rumeli’de yaşayan Türkleri, yaptıkları uygulamalarla isyan ve ihtilal hareketlerine mecbur etmiş, ardından da “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayın” diyerek vahşice yaptıkları ile tesirleri günümüze kadar gelen hadiselerin müsebbibi olmuşlardır.

Muhteşem Yüzyıl dizisi ile Türk halkının da dikkatini çeken, bahsettiğimiz gayr-ı Türklerden Pargalı İbrahim Paşa; kendisinin ve diğerlerinin ulaştığı gücü vurgulaması bakımından Avusturya Kralı Ferdinand’ın elçilerine söylediği sözler çok ilginçtir: “Bu büyük devleti idare eden benim, her ne yaparsam yapılmış olarak kalır; zira bütün kudret benim elimdedir. Memuriyetleri ben veririm; eyaletleri ben tevzi ederim; verdiğim verilmiş ve red ettiğim red edilmiştir. Büyük Padişah, bir şey ihsan etmek istediği veya ihsan ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam gayr-i vaki gibi kalır. Çünkü her şey harb, sulh, servet ve kuvvet benim elimdedir.”

Unutulmasın ki; yazıda bahsi geçen Pargalı İbrahim ve Rum Mehmet Paşalar idam edilmiştir.

Hani Osmanlı, Türk devletiydi? Evet, terminolojide Türk devleti ama uygulamada arada bulasın!

Türklerde yabancıya karşı hayranlık ve teslimiyet, maalesef bir aşağılık kompleksine yol açmıştır. Zannetmişizdir ki; biz hiçbir şeyi yapamayız ve başaramayız! Halbuki bu algı yanlıştır ve bu yanlışlığı ispatlayan son örnek, Nobel Ödülü kazanan ve Türklüğü ile gururlu Aziz Sancar’dır.

Onun için gidip; siyaseti, bürokrasiyi, üniversiteyi, medyayı yetmedi din ve diyanet işlerini de gayr-ı Türklere bırakmışızdır.

Buna bir tek dur dediğimiz dönem; 1919 – 1938 arasında yaşayan “Büyük Türk” Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkler için bir “reklam arası” verdiği dönemdir. Halen de onun kırıntıları ile idare etmekteyiz.

Atatürk; “başınıza geçireceğiniz adamların asli cevherine dikkat ediniz” veya “beni Türk hekimlerine emanet ediniz” gibi sözleri boşuna söylememiştir.

Son söz şu olsun; Türkler benim bu yazdıklarımı yine dikkate almayacak, buna karşılık gayr-ı Türkler, bu yazıyı satır satır dikkatle okuyarak varlıklarını korumak için nasıl tedbir alacaklarını veya Türklere fener tutan bu garibi, nasıl etkisiz hale getireceklerini düşüneceklerdir…

Dedim ya, hastalık bizde akıl ve ruh tutulması yaratmış. Ama şifasını bulacağız!

“3 Mayıs Türkçülük Bayramı, Türklere ve kendini Türk hissedenlere kutlu olsun…”

Türk Milletinin yeni yolbaşçısı Ümit Özdağ’da var olsun…

Tarih boyunca başardık yine başaracağız.

Son olarak ifade etmeliyim ki, birçok Türk Milliyetçisini ve “milliyetçi görünümlü”yü adliye de görmek mümkün olmadı. Buna karşılık CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve çok sayıda CHP milletvekili oradaydı, bir tane İyi Parti milletvekili gelmişti. BTP Genel Başkanı Hüseyin Baş’ı da gördüm. Tarihi duruşmaya gelen bütün insanların Türkiye’nin ve Türk Milletinin yanında olduğuna inanıyorum ve kendilerine Türk Milletinin bir ferdi olarak teşekkür ediyorum.

Türkiye’nin Türk Milletine ait olduğu gerçeği ile hareket edersek çözemeyeceğimiz hiçbir şey yok!

Sen Aşk Nedir Bilir Misin?

Bu sorunun patenti bana ait değil. İnsan Mühendisi olarak tanınan, verdiği burslarla insana yatırım yapan rahmetli Fethi Gemuhluoğlu ağabeyden mülhem. MEB Özel kalem Müdürü iken bana da sormuştu bu suali; “sen hiç aşık oldun mu?” diye. İyi ki de sormuş bana ve diğer gençlere. Çünkü aşk farklı bir şey. Allah’ını, vatanını, milletini, ailesini, arkadaşını, mesleğini, toprağını, kuşu, çiçeği, hayatı vs aşk ile sevmek müthiş bir olay. Üstelik hepsinde de istikamet doğru yol, doğru dil; aşk ve aşık olmak.

Bütün bunlar dizilere yansımış, bestelerde seslendirilmiş, notalara dökülmüş, öykü olup günümüze kadar gelmiş, romanları yazılmış, dizileri çekilmiş, filmlere yansımış üstelik. Bunları görünce de aşkın ne müthiş bir görünmeyen, içten içe tüterek yükselen bir alev olduğunu fark edebiliyorsunuz. Üstelik bu sadece günümüzde yapay zekanın yapabileceği, bilebileceği bir husus da değil, tam tersi birkaç asır geriye bile gitseniz aşk aşktır, o homojen ateşi hep aynı kalmış.

Günümüz Gemuhluoğlu’su Dr. Katkak mı?

Bunu TURİNG’te yaşamak mümkün. Başkan Dr. Bülent Katkak ve çalışma arkadaşları insana yatırım da ihmal etmiyor, atölye çalışmaları, gençlerin yurtiçi ve dışı tecrübe kazanmaları dahil, öğrencilerin yüreklerine kadar inebiliyorlar. Kitap, dergi yayınları, maruf kişilerin hayat tecrübeleri programı, sinema filmleri kendini ve toplumu yenilemek gibi bir şey. Hele o konserleri yok mu, belki birkaç asır öncesi aşkları siz de yaşıyorsunuz. Üstelik bu genç sanatçılar eskimez ve yaşayan Türkçenin vurgularını öyle bir yapıyorlar ki, “hem dilimiz, hem musikimiz emin ellerde” rahatlıkla diyebiliyoruz.  

Mesela bir zaman dilimini Sanatçı Burak Adaş konserinde yaşadık. Osmanlı Vatandaşı Ermeni bestekar Baba Hampartsun “Fedyad-ı dil-i zarıma dem-saz mı kaldı/ Yok keşfedecek derdimi hem-raz mı kaldı?” diyor. Enderuni Ali Bey “Aşık oldum yavrucağım yüzüne/Hak saklasın göz değmesin gözüne/Can dayanmaz senin tatlı sözüne/Bak sinem aşkın ile yanıyor/ Gören eller dağ tutuşmuş sanıyor.” Aman Allah’ım bu nasıl bir sevgi, bir aşk, tarifle değil ancak yaşamakla öğrenilen bir aşk galiba. Biraz daha zamanı öne alıyoruz; İzmirli bir din adamı Rakım Elkutlu Rahmi Gökçe’nin dizelerini notaya dökmüş; “O benim mehtabımdı, o benim güneşimdi”   dese de yetmiyor bir başka esirinde “Çoktan gönül aşkınla harab olmuş efendim” diyerek daha güçlü ses çıkarıyor.

Hani Avni Anıl diyor ya ”Ah bu şarkıların gözü kör olsun!” Sakın ola ki dilek yerine gelmesin. Çünkü Faik Ali Ozansoy ve Lem’i Atlı’ya haksızlık etmiş oluruz. Bakın nasıl dillendiriyorlar “ “Zaman olur ki gözümden kaçan hayalinde/ Hayat-ı ruhuma müşfik bir aşina bulurum” Öyle değil mi? Öyle. Bu aşk türkülere de yansımış. Karciğar türküde “Yandım Esmam yandım be güzelim/ Her gün her gün aylerim” demesi bir ip uçu veriyor aşkta.

Aşklarda ateş olduğu gibi, gönül yarası, hasret, ayrılık, özlem, cazibe de paralel gidebilir ama aşkı etkilemez, tam tersine körükler, büyütür yangını.

Gül Dikeninden Örülen Taç

Genç sanatçı Zahit İpek ve Jülide Bilgi de bir başka hafta sahne aldı TURİNG’te. Nereden bakarsan bak, hangi yoldan gidersen git dönüp dolaşıyor aşka geliyor yollar. Mısırlı İbrahim Efendi, Ahmet Refik Altınay’la bu konuda özdeş “Sineler aşkınla inler, dideler mamur olur.” Rahmi Bey de yıllar öncesinden aynı sanal sözleşmeye imza atmış “Sana ey canımın canı efendim/ Kırıldım, küstüm, incindim, gücendim”. Aşkta bütün bunlar olmaz değil olur. Ama aşk aşklığını sürdürür.

Sanatçı Cinuçen Tanrıkorur ile TRT’de birlikte çalıştığım günlerde bizzat kendisinden dinledim ve izledim. Cumhuriyetin ilk yıllarında aşkı dört izdivaçla daha farklı yaşayan Romancı Şüküfe Nihal’ı dizelerinde yakalayarak gündeme getiriyor “Yakut, mine, zümrüt, bana birdir kayalarla/ Bir gül dikeninden örülen taç neme yetmez”

Şair Muhittin Bey’in aşkı ise Fahri Kopuz’un bestesinde “Elem geçer dedik amma, hakikat öyle değil/ Zevali yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil” diye ses verir, melodi olur. Hakkı Üzrek de Gavsi Baykara’nın notalarında sancılı bir yürekte yer bulmuş; “Dokunma kalbime zira çok incedir kırılır/ O tıpkı mabede benzer ki orada hıçkırılır/ Gülersen aşkıma gönlüm harap olur yıkılır!” Aşkın içinde elbette acı da var, yorgunluk ve yılgınlık da. Hafız Hüsnü Efendi mahur şarkısında “Saba tarf-ı vefadan peyam yok mu?” diye bir mesajla soruyor, sevgiliden selamı ve kelamı arıyor.

Aşk belki de sabırla olgunlaşıyor, arayışla sürüyor, Leyla ve Mecnun öyküsündeki gibi buluşunca yaradanı aradıkları fark ediliyor. Zekai Cankardeş “Ne gelen var, ne haber var, gün uzun yollar uzak/ Bekledim kaç geceler böyle içim sızlayarak” biçiminde serzenişini Selahattin Pınar hemen nota defterine kaydediyor.

Uslanmıyor, yaşlanmıyor aşk. Aziz Nesim “80 yaşında aşık oldum” derdi. Böyle bir anonim dize bulunca Kaptanzade Ali Rıza Bey udunun mızrabına dokunuyor ve sesleniyor “Her tel saçı bir ter dudağın değdiği yerdir/Uslanmadı, yaşlanmadı, hayret senelerdir/ Bir gül ki gonca gibi riyaha verdir”

Ud’un Her Evde Olduğu Bir Dönem

Bir zamanlar Kilis Tekye Camii bitişiğindeki Yavaşçaların evinde çoğu evdeki gibi meşk yapılır, sesler semaya yükselirdi. Evler udsuz olmazdı. O günkü udlu evin çocuğu büyüdü; İstanbul’da hekim oldu, beste yaptı, Şair Baki Süha Ediboğlu ile tanıştı. Meşk de Dersaadette devam etti; Başka söz söylemem aşktan yana ben/ Yaralı bir kuşum battım kana ben/ Ömrümce baş koydum güzelliğine/ Azatsız köleyim bil ki sana ben!” Aman Allah’ım bu nasıl aşk böyle, külleri bile savrulmuyor bu kor ateşin, yandıkça yanıyor, tütmeyi sürdürüyor..

Dr.Alaeddin Yavaşça Münir Müeyyet Berkman ile dizelerde bütünleşiyor; Mavi gök, mavi deniz hep seninle gezeriz/ Neş’ede biz, aşkda biz ne güzel şey yaşamak/ Sevilmek hoş, sevmek hoş, gönül sarhoş, göz sarhoş/ Heyecansız günler boş, ne güzel şey yaşamak!” Var mı itirazı olan? Tabii ki yok; Arzular bir şelale ışık açar hilale.

Ahmet Refik Altınay daha sonra İslamiyet’i seçen gayrımüslim Osmanlı yurttaşı Bestekar Mısırlı İbrahim Efendi’yle tanışmış mıdır? Ama dizelerinin ona ulaştığı kesin. Kürdilihicazkar şarkı oluyor çünkü; “Şen gözlerine neş’e veren bir çiçek olsam/Busenle sararsam o güzel sinede solsam/ Her koklayışın ruhumu ateşlere yaksa/ Busenle sararsam o güzel sinede solsam!” Atom bombası gibi bir şey aşk, neticesinde her şey göze alınıyor.

Konserde Muallim İsmail Hakkı Bey’in “Fikrimin ince gülü/Kalbimin şen bülbülü/ O gün ki gördüm seni/ Yaktın ah yaktın beni” diyerek ah, hep birlikte söyleyip iştirak edebilseydik. Olmadı, olmazdı; çünkü TURİNG Konserleri daha sonra Youtube’den yayınlandığı için çekim yapılıyor, sessizlik önceleniyor.

Sanatçı Mehmet Güntekin’ın talebeleri gerçekten muhteşem. Sadece icraları değil. Kelimelerin vurgularını öyle bir yapıyorlar ki sanırsınız Türkçe akademisyenler ders veriyor. Yaşasın güzel Türkçe.

Cumhuriyetçi Bir Din Adamı Sanatçı

TURİNG Serhat Oskay ve Aybige Demir Okan konserinde öfke, ayrılık, hasret, özlem vardı, ama bunların öznesinde de hep aşk bulunuyordu; “Ne yanan kalbime baktın, ne akan gözyaşıma/ Bırakıp gitti o zalim beni bir tek başıma” bir örnek mesela. Faruk Şükrü Yersel’in dizelerine Cevdet Çağla nota düşmüş. İçinde dertlenmek, ıstırap, karasevda, aldanma, karşılıksız sevgi var ama tek aranan ise aşk. “Bana bir zalimi Leyla diye sevdirdi felek/ Çekmek isterdim onun derdini ta mahşere dek/ Tapmışım hüsnüne yıllarca onun bilmeyerek!”

Rüya, hülya, hayal, özlem, hatıra, ezel-ebed ve umut Rıfat Ahmet Moralı’nın şiirini melodiye dönüştüren, günümüzün değil bir zamanların din adamı Rakım Elkutlu; Mümkün mü unutmak güzelim neydi o akşam/ Rüya gibi, hülya gibi, bir şeydi o akşam/İçtik kanarak bir ezeli meydi o akşam.

Ercüment Berker “Yine gönlüm havalandı gökte uçan kuş gibi” diye söylenirken bir sırrı açığa vuruyor daha sonra, zamanı, hicranı, heyecanı, ıstırabı yaşıyor, yüreği pır pır ediyor, unutmak istiyor aşk yarasını. Ama mümkün mü?

Cumhuriyet Dönemi din adamları ne kadar da donanımlı, birikimli, ufku açık, aşkı yaşayan aydınlar. Mesela Saadettin Kaynak “Ben bir garip kuşum, yurdum yuvam yok”u bestelerken gariplik hissediyor, yuvasızlığı görüyor, kırılgan olabiliyor, yolda kalmanın mümkünatı var, yaralı kalpleri alglıyor, aşksız yaşayamamanın farkında kara sevda bile olsa, mutlu, aşkın kölesi olması halini yaşıyor.

Derde Deva Aramak

Yesari Asım Arsoy “Sonbaharı genç bir kızla Hisarlarda geçirdim”i içtenlikle, birliktelikle, sevda esaretiyle söylüyor. Muhlis Sabahattin ise çile, ayrılık, yaralı kalp, sevgiyi yudum yudum içmeyi, kara sevdayı, arayışı ve boşluğu “Müjgan gibi hicran oku ta kalbime geçti/ Artık bu muhabbet kara sevdayı geçti” diye nihavent şarkısına yansıtıyor.

Muazzez Abacı’nın söylediği, Rüştü Şardağ’ın dizelerindeki Avni Anıl’ın bestesi “Aşka bu değildir, yapma güzel” eserini Fehmi Tokay Mehmet Gökkaya’nın şiirinde daha değişik vurguluyor; eserde temenni var ama vefasızlık, terk edilmek, aydınlık olmayan günler, dertler, umutsuzluk birbiri ardından sıralanınca yine aşk oluyor ancak yürekteki yangını körüklüyor; Terk et beni artık yetişir, sende vefa yok/ Gül mevsimi gelmiş, ne çıkar, derde deva yok/ Sensiz geçen ömrüm geceden bil ki siyahtır/ Gül mevsimi gelmiş, ne çıkar, derde deva yok”

Cemal Süreyya aşkı başkadır dizelerde, Sezai Karakoç aşkı daha başkadır. Ama her ikisininki de aşktır. Lemi Atlı’nın şarkısı “Sine-i suzanıma ahım yeter/ Pek perişan oldum Allah’ım yeter”de de üzüntü, yaralı kalp, yürek yanması, ahlar, vahlar, perişanlık, yakarışlar, feryatlar, serzenişler var ama o da bir aşktır. Hem de okkalı aşk.

Aşk ateşi dünyayı tutuşturur mu? Enderuni Ali Bey’e göre tutuşturur. Aşık olmak, nazara gelmek, bu hasrete dayanamamanın elbette ki bedeli olacak. “Bak sineme, aşkın ile yanıyor/ Gören eller dağ tutuşmuş sanıyor” Bunu çok önceden kabulleneceksin aşık olunca veya yüreğe ateş düşünce.

Emin Ongan da aynı fikirde zaten ”Leblerinde kıvrılan bir goncanın al rengi var” derken. Ama Melahat Akan dizelerinde bu durumdan memnun, Fehmi Tokay’ın bestesinde kendini bu belli ediyor; Aşkı seninle tattı gönül, hicranla yandı gönül/ Evvel coştu taştı da şimdi uslandı gönül”

TURİNG İki Solist Konserinde bir sanatçı ailede yetişen, yine bir sanatçıya gelin olan Merve Utandı Kalkan ve muhteşem sesi ve icrasıyla Taner Yalçın ayakta alkışlandılar.

Aşık olmadan bazı farkları fark edemiyor insan.

Aşk çok insani bir duygu ve belki de kalbin ilacı gibi yürek eczanesinin bir ürünü.

Keşke günümüzde de Fethi Gemuhluoğlu gibi insan mühendisleri olsa da sorsa “Sen hiç aşık oldun mu?”

Kamu Gücünü Kullananların Üslup Sorunu

Siyasetçiler ve atanmış bürokratların belli bir seviyenin üstünde nezaket, zarafet, ciddiyet ve ağırlıkta konuşmaları beklenir. 

Çünkü “devlet adamı” olmak demek, kendilerine bir süreliğine emanet verilmiş olan kamu gücünü kullanabilme yetkisine sahip olmak demektir. Kamu gücünü kullananlara bu güç, şahsi emellerine hizmet etsin ve kaprislerini tatmin etsinler diye değil, millete hizmet etsinler diye verilir.

“Kaht-ı rical” yani devlet adamı yoksunluğu çektiğimiz dönemler çok oldu. Ancak devlet makamlarında görev yapan yetkililerin üsluplarında günümüzdeki kadar aşağı seviyelere düşüldüğü çok nadirdir.

Son dönemlere kadar, devlet gücünü kullanmasalar da iktidar olma çabası içinde olan siyasi partilerin genel başkanları ve üst düzey yöneticileri de devlet adamı ciddiyeti ve sorumluluğunda olmaya özen gösterirlerdi. 

AP Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel’in rakibi CHP lideri İsmet İnönü’ye saygılı üslubunu; İsmet İnönü’nün DP Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes’in metresi ile yaşadığı ilişkileri siyasi rekabet vasıtası yapmamasındaki inceliği özlüyoruz. O çok eleştirilen koalisyonlu yıllarda, sokaklarda çatışmaların olduğu ortamlarda bile birbirlerine “Sayın” sıfatı ile hitap eden liderleri arıyoruz. 

S. Demirel’in, T. Özal’ın, Bülent Ecevit’in, A. Türkeş’in, N. Erbakan’ın kendilerini en sert şekilde eleştiren karikatüristler, tiyatro ve sinema sanatçıları, yazarlar ve gazetecilere hoşgörülerini özlemle anıyoruz.

***********************************

Erdoğan Üslubuna Niye Özen Göstermiyor?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Çarşamba günü Adalet ve Kalkınma Partisi’nin grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Bakalım Cumhurbaşkanlığı hevesi yolunda daha kaç CHP’li telef olup gidecek” dedi.

“Telef olma” tabirinin daha çok hayvanlar için kullanıldığı biliniyor. “Trafik kazasında 3 kişi hayatını kaybetti, bir çok hayvan da telef oldu” gibi cümlelerde kullanılır. Bu yönüyle maksadını aşan bir kabalık içerdiğini söyleyebiliriz.

Bu sözü “Turpların büyükleri daha heybede!” sözünü söyledikten sonra genişletilen siyasi operasyonlarla birlikte düşündüğümüzde daha da anlam kazanıyor. 

Muhalefet zaten Ümit Özdağ, Ekrem İmamoğlu tutuklamaları ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve CHP’li bazı ilçe belediyelerine yapılan operasyonların Erdoğan’ın talimatıyla yapıldığını iddia ediyor. Yurtdışında önemli basın organlarında da bu iddiayı destekleyen yazılar, yorumlar çıkıyor. 

Erdoğan’ın bu sözü CB adayı olan ve olacak CHP’lilere “sizi telef ederim” tehdidi olarak algılanabilir.

Son operasyonlar yüzünden zaten Türkiye’ye yatırımcı ve döviz girmiyor. Bu yüzden Merkez Bankası rezervinden 52 Milyar Dolar eridi. Türkiye’den döviz çıkışı oluyor, mevduat hesapları TL’den dövize dönüyor.

Bu kritik durumda Partili Cumhurbaşkanı, bu riskli algıyı değiştirecek özeni göstermesi gerekirken, neden bu tür açıklamalar yapıyor? 

Bazıları tek adamların gücünü göstermek ve korku ortamı yaratarak otoritesini devam ettirmeye ihtiyaç duyduğunu, Erdoğan’ın da böyle bir sürece girdiğini söylüyorlar. Böylece her ne kadar taraftarlarının oranı azalsa da mevcut kitleyi tahkim etmek için bu üslubu tercih ettiği anlaşılıyor. 

***********************************

Güç Zehirlenmesi ve Güce Tapınma

İktidar olmak, kamu gücünü kullanma imkanına kavuşmak çok sarsıcı etkileri olan bir durumdur. 

“GÜÇ hem korkutucu hem de cezbedici bir özelliğe sahiptir.” 

“İktidarı veya gücü elinde tutan insanların abartılı bir gurur ve kendine aşırı güven duyması; bununla birlikte başkaları için küçümseme duygusu yaşamasına HUBRİS SENDROMU veya günlük dilde GÜÇ ZEHİRLENMESİ denilmektedir.

Bu sendromun belirtilerinden bazıları şöyledir: 

“Diğer insanlar gibi sıradan bir mahkemeye değil, sadece tarih ya da Tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap verilebilir olduğu duygusunu taşır. O üst iradenin yargılamasında, haklı olacağına dair sarsılmaz bir inancı vardır.”

“Gerçeklik ile bağı kopmuştur.” “Aşırı özgüveni, işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur.”

****

İktidarı ele geçirenler GÜÇ ZEHİRLENMESİ yaşarken, toplumda da GÜCE TAPINMA hastalığı gelişebilir. 

“Stockholm Sendromu” yani zorbasına sempati duymaya, celladına aşık olmaya sebep olan gücü kutsama halidir. Mağdurlar kendisine o gücü uygulayana sempati ve bağlılık duyguları geliştirir ve nihayet O’nun tutsağı haline dönüşür. 

Bireysel bir tutum olan “Stockholm Sendromu” toplumlarda da görülebiliyor. Hitler gibi birçok diktatör halkın desteği ile iktidara gelmiş ve bu destek ile uzun yıllar iktidarda kalabilmiştir.

Güç zehirlenmesi ve güce tapınma hastalıklarından korunmak için gelişmiş ülkelerde “kuvvetler ayrılığı”, “denge ve denetim sistemleri” ve iktidarın iki dönemle sınırlandırılması gibi sistemler geliştirilmiştir.

***********************************

İçişleri Bakanının Üslubu da Sorunlu

Cumhurbaşkanlığı Sisteminde Bakanlar seçilmiş siyasetçiler değil, atanmış kamu görevlileridir. Bu bakımdan siyasetçilerle polemiğe girmemeleri, devlet görevlisi olmanın ağırlığını kaybetmemeleri gerekir.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya İstanbul dahil bir çok ilimizde valilik yapmış bir bürokrattır. Kendisinden önceki bakan Süleyman Soylu siyaset kökenliydi ve çokça siyasi polemiklere giren bir bakandı. Ali Yerlikaya da alıştığımız devlet adamı üslubundan son açıklamalarından birinde uzaklaştı.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekibine yapılan operasyonların hukuki değil siyasi olduğunu iddia ediyor. Bu “hukuksuz operasyonlarda” rol aldığını iddia ettiği İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’yı sert sözlerle eleştirdi. 

İçişleri Bakanının sosyal medyadan verdiği cevap Ali Yerlikaya’dan beklenmeyen bir üslupta oldu: 

“Daha iyi anlaman için sana ‘Özel’ bir açıklama da yapayım: Söylediklerin alçak bir iftiradır. Hangi kamerayı bantlarsanız bantlayın, Milletimizin gönül gözü, olan bitenleri kaydediyor” dedi.

CHP Genel Başkanının muhatabı AKP Genel Başkanı ve ekibidir. Siyasi ithamlara cevaplar siyasi muhataplar tarafından verilmelidir. Teknik bir açıklama gerekiyorsa Bakan salt olayı aydınlatıcı ifadeler kullanmalı, siyasi üsluptan uzak kalmalıydı.

Okumak Deyince

    Bir gurup lise talebesi bahar mevsiminin bir hafta sonunda, edebiyat hocalarının nezaretinde piknik yapmak, kır havası almak, hoşça vakit geçirmek, şehir dışındaki, şehre nazır bir tepenin eteklerinde baharın tadını çıkarmaya başladılar.

    Güldüler, oynadılar, yoruldular, ağaçların gölgeleri altında dinlenmeye çekildiler.

    Edebiyat hocası dağınık olarak oturan talebeleri bir bir dolaşarak, bir şeye dikkatlerini çekmeye başladı.

    Ellerinde herhangi bir kitapları olmadığı hâlde, samimî bir üslûpla, yumuşak bir ses tonuyla, onları okumaya teşvik etti.

    Talebelerin; tabiatın güzel, renkli ve hareketli manzaralarını seyretmelerini isterken; onları intibaha getirip uyarmaya, dikkatsizlikten kaçınmaya, OKUMAMA GAFLETİNDEN uyandırmaya çalıştı.

     Liseliler, hocalarının bu gayretkeşliğini bir türlü anlayamadılar! İkide bir okumaktan bahseden hocaları, piknikte olduklarını sanki bilmezden gelerek, ha bire ‘Gençler! Okuyun da okuyun!’ deyip durmasına bir mânâ veremediler.

     Öğretmen, talebelerinin ne demek istediğini anlamamaları karşısında, onların, kendi etrafında kümelenmelerini ve toplanmalarını istedi. Ve şöyle bir konuşma yaptı:

     “Arkadaşlar! Dedi. Okumak sadece bilinen kitapları okumaktan ibaret değil.

     İçinde bulunduğumuz kâinatta; tabiatı teşkil eden canlı cansız tüm varlıkların seyrini de, bir çeşit okuma bilmeli.

     Sadece, rûhsuz kuru bir bakıştan zevk almak sanmamalı.

     Çünkü, sırf bununla yetinmek; sadece biraz malûmat sahibi olmak demektir. 

     Fakat yapılandan yapana, fiilden fâile / fiili yapana, nakıştan nakkaşa / nakşı işleyene geçildiği takdirde; onlara sadece kendileri için değil de, delâlet ettikleri mânâlar için bakıldığı vakit; işte asıl o zaman onları da okumuş, onları da okunacak kitaplar arasına katmış oluruz ki, işte bu ilimdir.

     Evet değerli gençler! Okumaktan asıl kastımız işte ancak bu olmalı.

     Zaten okumak deyince, işte bu ince keyfiyet anlaşılmalı değil mi be gençler?

     Yoksa, böyle bir akıl yürütmeden mahrum kalırsak; bakış ve seyirden, ancak küçük bir malûmat edinmiş oluruz ki, hepsi o kadar!

     Evet sevgili gençler! Kâinat koskoca bir okul. Bizler de öğrenci. Kâinat ve içindeki küçük büyük sayısız varlıkları; küçük büyük birer kitap ve kitapçıklar olarak algılamalıyız.

     Aynı zamanda varlıkların her birini,

     Bizler için fahrî birer öğretmen olarak kabul etmeli.

     Bizlerin eğitimini sağlayan gönüllü birer eğitim neferleri olarak görmeli. Kısaca:

     Eserde ustayı,

     Yapıda mimarı,

     İnsanda rûhu,

     Varlıkta;

     Her şeyin yaratıcısı olan

     Yüce Allah’ı;

     Görmek,

     Bilmek,

     Anlamak ve

     İstediği şekilde olmanın;

     Sırrına ermeyi;

     Gayelerin gâyesi,

     Hakîkatlerin mâyesi;

     Bilmek gerektir.

     Vesselâm.”

Dünyanın Ortak Dili Sanat

Sanat, insanlığın en eski ve en güçlü ifade biçimlerinden biridir. İnsanlar içindeki duyguları, düşünceleri ve sosyal yapıları iletmek için sanat aracını kullanır. Bu durum, sanatı yalnızca estetik bir değer olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm aracı olarak da ön plana çıkarır.

Picasso, sanatın günlük hayatın ruhumuzda bıraktığı tozu yıkadığını söyler.

Sanat, bireylere kendilerini özgürce ifade etme fırsatı sunarken, ekip içinde iletişimi güçlendiren eşsiz bir araçtır. Medeniyetler arasında barışı ve diyaloğu sağlar.

28 Nisan 2025 tarihinde 31. resim sergimi açtım. Meslektaşlarımın, dostlarımın, sanatseverlerin ve basın mensuplarının katılımıyla bir güzel etkinliğe daha imza atmış olduk.

36 adet karakalem ve stabilo tekniğiyle yapılmış tablom sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Katılımcılara yürekten teşekkür ediyorum.

Mutluluklar paylaşınca daha da artarmış. Katılımcıların tebessümü tabloların güzelliğine yansımıştı san ki. Benim de yüzümde çiçekler açtı doğrusu.

“Duygu ve düşüncelerin en güzel ve en estetik haliyle tablolarda vücut bulmuş” halini paylaşmaktan yürekler mutluydu.

Bu mutluluğun kanıtını, anı defterine not düşen konukların satırlarında somut olarak görmekten da onur duydum..

Farklı kültürlerden, farklı düşünceler taşıyan insanlar ortak bir paydada buluşmuştuk. Bunun adı sanattı. Estetikti, üretimdi, paylaşmanın adıydı.

Dünyada paylaşılması gereken onca güzellik varken, insanoğlu neden üzer, kırar, döker ki diye düşünmekten kendimi alamıyorum doğrusu.

Aslında sanat toplumların var olma nedenidir.  Uygar toplum olmanın gereği olarak bireylerde estetik duyguların geliştirilmesi zorunluluğu, bireylerin yeteneklerinin işletilerek, kendilerine güvenen ve üretken insan olmalarının sağlanması gibi nedenlerden dolayı, sanat olmazsa olmaz bir zorunluluk artık.

            -Makineleşmenin oluşturduğu monoton ve hızlı yaşam,

-İnsan yerine makinenin egemen oluşu,

-Kişilerin ruhsal rahatlama imkânı bulamaması

gibi nedenlerden dolayı da, modern toplumlarda daha çok sanata gereksinim duyulmaktadır.

            Çünkü sanat; insanları çirkinlikten, kötülükten, küçüklükten, ilkellikten kurtarır;  güzele, iyiye, doğruya, yapıcılığa, birleştiriciliğe ve yüceliğe ulaştırır.

            Artık sanatın birleştirici, eğitimi güdüleme gücü yadsınmayacak kadar bir gerçek. Bilmediğiniz bir dilde bir şarkı dinlediğinizi düşünün. Şarkının hissettirdiği duygular size o kadar tanıdık gelir ki, o an ne dediğini anlamanıza gerek yoktur. Gözlerinizi kapatır kendi duygularınıza odaklanırsınız, sanki o şarkıyı siz yazmışsınızdır. Böylece, tanımadığınız bir kişiyle bağ kurmuş olursunuz.

Sanat, toplumun sosyal gelişiminin yanı sıra, bireylerin ruhen iyileşmesine de katkı sunmaktadır. Sanatın iyileştirici gücünden yararlanmak isteyen bireyler, mutlaka sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenmelidir.

 O yüzden sanatın eğitime daha çok katılmasında ve katkısının sağlanmasında yarar var. Sanatın, insan yaşamının her boyutunda pozitif katkısı aşikâr. Kentlerin insan onuruna yakışır şekilde dizayn edilmesi, eko sistemin doğallığını koruması, çevrenin göze hoş hale getirilmesi, tercihlerin estetikleşmesi, söylemlerin kibarlaşması, giyim kuşamın ahengi hep sanatsal duyguların ürünü değil midir?

Bu yüzden sanatın büyüleyici ve bütünleyici yönünü unutmamak gerek.

Sanatın, sanatçının varoluş nedeni; ırk, dil, din, milliyetler üstü olmasıdır. İnsanlığa hizmeti, çok taraflılığın, kültürel çeşitliliğin sembolü ve mirası olmasıdır.

Olimpiyatlarda ve benzeri sanat etkinliklerinde; farklı dilleri konuşan, farklı ırklardan ve inançlardan insanların birbirleriyle kolayca anlaşarak, kaynaşarak ve tanışarak edinilen dostlukların ömür boyu sürdüğünü yakinen izlemekteyiz.

Sanat aracılığıyla birbirimizle fark etmediğimiz kadar etkileşime giriyoruz. Bizleri ortak insani değerler etrafında buluşturuyor, görmediğimizi görmemizi sağlıyor, ses çıkaramadığımızda sesimiz oluyor ve farklılıkların bir arada bulunmasını sağlıyor.

Unutulmamalıdır ki sanat, bireyler arasında güçlü bağlar kurar. Toplumların sosyal dokusunu zenginleştirir.

Eğer sevgiyi, hoşgörüyü ve ortak dili dünyada hâkim kılmak istiyorsak sanatın pozitif gücünden daha çok yararlanmamız elzemdir. Sanatsız kalmamanız dileklerimle…

Sevgiyle kalın…

Derin Denizlerde Yeni Bir Savaş: ABD, Kaynaklar ve Hukuk

ABD Başkanı Donald Trump, 24 Nisan 2025 tarihinde yayımladığı bir başkanlık kararnamesiyle, ABD’li özel şirketlerin derin deniz madenciliği yapmalarının önünü açmayı ve bu alanda devlet desteğiyle daha etkin olmalarını sağlamayı amaçlamaktadır. Bu kararla birlikte, okyanusların birkaç bin metre derinliğinde, özellikle deniz tabanında bulunan ve elektrikli araç bataryaları, yenilenebilir enerji teknolojileri ile elektronik cihazlar için kritik öneme sahip olan kobalt, nikel, lityum ve nadir toprak elementleri gibi değerli madenlerin çıkarılması hedeflenmektedir. Böylece ABD’nin yerli tedarik zincirinin güçlendirilmesi planlanmaktadır.

Kararnamenin özel sektörün teşviki, yerli üretimin artırılması ve stratejik bağımsızlığın sağlanması gibi hedefleri bulunmakla birlikte; çevresel etkiler ve uluslararası hukuk açısından önemli tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Çevresel açıdan bakıldığında, deniz tabanındaki mercanlar, süngerler ve binlerce yıl boyunca gelişmiş olan hassas ekosistemlerin kazı makineleriyle yok edilme riski bulunmaktadır. Ayrıca madencilik sırasında oluşan tortu bulutları, suda yaşayan filtrasyonla beslenen canlılar üzerinde yıkıcı etkilere yol açabilir ve fotosentez süreçlerini engelleyebilir. Madencilik sırasında serbest kalan ağır metaller ve toksik bileşikler, deniz canlılarının sağlığını tehdit etmekte ve besin zincirini bozabilmektedir. Ayrıca bu süreç, okyanus kimyasını etkileyerek asidifikasyon riskini artırmaktadır.

Uluslararası boyutta ise, ABD veya herhangi bir ülkenin uluslararası sularda bağımsız şekilde derin deniz madenciliği yapması, mevcut uluslararası hukuk düzenlemelerine göre mümkün değildir. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS), uluslararası sular altındaki deniz tabanı ve kaynakları tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul eder. Bu alanlardaki madencilik faaliyetleri, Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi (ISA) tarafından düzenlenmekte olup, şirketlerin veya devletlerin ISA’dan ruhsat almaları gerekmektedir. ABD bu sözleşmeyi imzalamış ancak henüz onaylamamıştır; bu nedenle hukuki olarak bağlayıcı bir taraf konumunda değildir. Buna rağmen ABD’nin tek taraflı olarak uluslararası sularda madencilik faaliyeti yürütmesi meşruiyet sorunu yaratabilir ve uluslararası toplumla diplomatik gerilimlere yol açabilir. Bu durum, aynı zamanda ticari yaptırımlar ya da çevresel protestolar gibi sonuçlar doğurabilir.

ABD’nin derin deniz madenciliğine yönelimi, ekonomik bağımsızlık arayışı kadar çevresel riskler ve hukuki tartışmaları da beraberinde getireceği görülmektedir. Okyanusların derinliklerinde kaynak ararken, insanlık belki de telafisi olmayan bir ekolojik ve diplomatik maliyetle karşı karşıya kalabilecektir. Kaynak: Trump Moves to Allow Seabed Mining in International Waters – Eos

Biz

Şirket, spor kulübü, arkadaş grubu, dernek, siyasi parti, köy, devlet… İnsanların oluşturduğu bütün gruplaşmalarda “biz” duygusu yakalanmaya çalışılır. Buna mensubiyet şuuru, ait olma bilinci de diyebilirsiniz. İsterseniz “kimlik” deyiniz. Bu toplulukların yöneticilerinin birinci işi “biz”i yaratmak, bunu yaratırken de topluluğun daha küçük “biz”lere bölünmesini önlemektir.

Aslında “biz” olmak, insanların fıtratında var. Genler keşfedildikten sonra toplum içinde yaşamak insanın genlerinde var diyoruz: İnsan bir toplum yaratığı. Genlerimize kazınmış, çünkü en eski çağlardan beri insanın hayatta kalabilmesi için toplum gerekmiş. Derek Bickerton’un Adem’in Dili kitabında bu gereklilik pek güzel anlatılır. Tek insan veya sadece birkaç insan, mesela bir aile, yırtıcılara karşı savunmasızdır. Ne aslan veya kaplan gibi pençeleri ne de dişleri vardır. Bir veya birkaç insan böyledir ama sahaya bir insan toplumu çıkınca dengeler değişir. Yazar, baltalar fırlatıp bağırarak hep birlikte kaplanın veya aslanın üzerine koşan onlarca insan karşısında yırtıcının kaçmak zorunda kaldığını anlatır. Bickerton, en eskilerde, avlarda önce yırtıcıların pençe ve diş izlerinin, onların üstünde insanların balta izlerinin görüldüğünü fakat geçmişi on binlerce yıl ileri sardığımızda sıranın değiştiğini anlatır. Başlangıçta insanlar yırtıcılardan kalanla beslenirken daha sonraki devirlerde, yırtıcılar insanların artıklarıyla yetinmek zorunda kalıyor. Değişen ne? Değişen dil ve dil sayesinde toplumun mümkün hâle gelmesi.

Milyon yıllık ziyafet

Bu en eski “biz”in bir yararı da büyük avların paylaşılmasında. Taş devrinde buzdolabı, derin dondurucu yok. Fakat “biz” var. Ben büyük bir av avlarsam toplulukla paylaşıyorum, yarın başkası avını benimle ve ailemle paylaşıyor. Hâlâ en sık yaptığımız sosyal faaliyetin birlikte yemek yemek olması yüzbinlerce, belki milyonlarca yıl eskilerden gelen bir alışkanlık!

Bickerton insanın “biz”i sağlayabilmek için lisanı icat ettiğini söylüyor. Kitabın tam ismi şöyle: Adem’in Dili- İnsan Dili Nasıl Yarattı ve Dil İnsanı Nasıl Yarattı. (Hill and Wang, 2009; Türkçesi 2017’de Boğaziçi Yayınları’ndan çıkmış.)

Biz ve edebiyat

Akla hemen Robin Dunbar’ın “arkadaşlık bağları” geliyor. Dunbar’a göre insan beyni, fiziki özellikleri elde etmek için gelişmedi; toplum için, “biz” duygusu için gelişti. Dunbar’ın bu varsayımını ispat ederken kullandığı bir grafik var. Primatların beyin hacmi ile topluluklarının, arkadaş gruplarının sayısını karşılaştırıyor ve her birinin grafiğin tam da bulunması gereken yerine düştüğünü gösteriyor. Ne kadar beyin, o kadar arkadaş… Bu grafikte insanın mensup olabileceği en büyük grup 150 kişilik. Dunbar’ın beyin-arkadaş sayısı grafiğini çizmeden önce bulduğu ve buluşuyla meşhur olduğu sihirli Dunbar sayısı, isterseniz Dunbar tavanı deyin, işte bu 150 rakamı idi. Bu tavanı delip daha büyük gruplara ulaşabilmek için edebiyat gerekiyor. Hani post modernlerin “anlatı” dedikleri şey var ya, işte insanı primatlardan kökten ayıran şey de o anlatı. Anlatı olmasa insan olmayacak veya çok ilkel bir varlık olarak devam edecek.  Masallar, destanlar, hikâyeler, tarih… Bunların gelişmesini sağlayan, edebiyatı insanlara veren de lisan!

Bir not olarak söyleyip geçeyim: Sosyolojideki millet teorilerinde Ernest Gellner’in “ortak yüksek kültür”, Anthony Smith’in “etnosembolizm”, Benedict Anderson’un “basın kapitalizmi” dediği şeyler Dunbarın “edebiyat”ı ile birleşiveriyor. Bu sentez galiba bana ait. Başka yerde görmedim.

Bizi biz yapan

İnsana kimliğini veren de mensup olduğu toplum. Dunbar’ın ve az önce saydığım sosyologların, geçmişten geleceğe uzanan “arkadaşlık” bağları. Var Olmanın Tahammül Edilmez Hafifliği ile meşhur olan ve 2023’te vefat eden Milan Kundera’nın Kimlik (Harper Collins, 1997) eserinde, dostluğun insanı insan yaptığı pek güzel anlatılır:

İnsanın hafızasının düzgün çalışması için dostluk vazgeçilmezdir. Geçmişimizi hatırlamak, onu her zaman yanımızda taşımak, deyim yerindeyse, benliğimizin bütünlüğünü koruyabilmenin zorunlu şartıdır. Benliğin buruşup küçülmemesi, hacmini koruyabilmesi için anıların saksıdaki çiçekleri gibi sulanması, bu sulamanın da geçmişin tanıklarıyla, yani dostlarla düzenli temas halinde gerçekleşmesi gerekir. Dostlar bizim aynamızdır; hafızamızdır. Biz onlardan sadece ara sıra aynayı parlatmalarını istiyoruz ki o aynada kendimizi görebilelim. (Sayfa 45-46)

Kimlik üstünden devam edeceğim.

______________

Not: Kundera’nın kitabını, Var Olmanın “Dayanılmaz” Hafifliği diye çevirmeyi doğru bulmuyorum. İsmin aslında hafiflikle taşınılmazlık arasındaki çelişki sanatı var. Türkçede bunun karşılığı, “Tahammül Edilmez Hafifliği”dir. Tabii tahammül kelimesiyle hamil, hamal veya hamile- taşıyan, kelimelerinin kardeşliğini biliyorsanız. Kundera’nın bu pasajına dikkatimi çeken Prof. Yuli Tamir’in Why Nationalism? (Princeton University Press, 2019, s. 66-67) eseridir.

Biz

En Büyük Hile

     Bir vesîle ile öğretmen, öğrencileri şaşırttı. Büyük bir ciddiyet ve kendinden emin bir kişilik sergileyerek talebelere hitaben:

     “Çocuklar! Var mısınız? Sizlerin en büyük birer HİLEKÂR olmanızı istiyorum!” dedi.

     Öğrenciler hiç beklemedikleri bu nahoş istek karşısında apışıp kaldılar. Ne söyleyeceklerini bilemediler. Sınıftan bazıları:

     “Hocam! Ne biçim lâf ettiğinizin farkında mısınız?”

     “Bu nasıl bir öğüt?”

     “Gerçekten, bizlerin en büyük birer HİLEKÂR olmamızı mı istiyorsunuz?”

     Öğretmen, büyük bir ciddiyetle ve kendinden emîn bir tavırla:

     “Evet sevgili çocuklar! Ben hepinizin, en büyük HİLEKÂR / en büyük HİLECİ olmanızı, tüm kalbimle arzu ediyor! Bu isteğimi onaylıyor! Bunu severek kabul edeceğinize, bütün kalbimle inanıyorum!” diyerek, âdeta sözlerini perçinledi!

     Öğrencilerin şaşkın bakışları karşısında öğretmen; yine kendinden emîn bir şekilde:

     “Çocuklar! Büyük bir şok geçirdiğinizin farkındayım. Ama kendinize gelin ve bu isteğimi iyice bir düşünün ve bu soruma olumlu bir cevap / yanıt verin.”

     Öğretmen, öğrencilerin panik hâlindeki hâlleri karşısında, yine ciddî ve kararlı bir şekilde sınıfa hitaben, bu sefer şöyle bir soru yöneltti:

     “Sevgili çocuklar! Söyler misiniz bana: ‘En büyük hilekârlık / en büyük hile nedir?’ ”

     Öğrencilerin, çeşitli abuk sabuk cevap ve yanıtları öğretmeni bir türlü tatmin etmedi.

     “Hayır, hayır çocuklar; cevaplarınızın hiçbiri, en büyük hile değil.”

     Bu durum karşısında öğrenciler:

     “Peki, en büyük hile nedir be hocam?” diyerek, merakla bir cevap bekleyişine geçtiler.

     Öğretmen sâkin, fakat ciddî bir ses tonuyla, ağır ağır konuşmaya başladı.

     “Sevgili çocuklar! dedi. EN  BÜYÜK  HİLE, HİLESİZLİKTİR.

     Olduğun gibi görünmek, göründüğün gibi olmaktır.

     Bu durumda, başınız hiç ağrımaz. Müşkül ve zor bir vaziyette, hiçbir zaman kalmazsınız.

     Unutmayın ki, Hak bir dâvâya, Bâtıl bir metod ve usûlle hizmet edilmez ve ulaşılmaz.

     Dâvânız da Hak, metodunuz da Hak olmalı.

     Yine unutmayınız ki, ‘Kem âletle kemalât olmaz.’ / Bozuk âletle, bir şey yapılmaz.

     Bozuk vasıta ve araçla bir yere varılmaz.”

Gece Vakti

     Gece vakti; hem kış, hem kabir, hem de berzah / kabir âleminden haber verir. Bu şekilde insan rûhunun; Allah’ın rahmetine ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Hele geceleyin kılınan teheccüd / gece namazı ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirerek insanı ikaz eder, gafletten uyandırır. Bütün bu inkılaplar içinde, hakîkî nimet verici olan Allah’ın; nihayetsiz nimetlerini hatırlatır. Ne derece övülmeyi hak ettiğini ilân eder.

                                                                                                                                                               Nefis

     Ey nefis! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana namazdan usanç veren, ebedî yaşayacağın zannıdır. Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun! Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır. Hem faydasız bir şekilde gidiyor! Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakîkî ebedî bir hayatın, saadet ve mutluluğuna vesîle olacak; güzel, hoş, rahat ve rahmet olan bir namaza sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve arzuya, hoş bir zevki harekete geçirmeye sebep olur.

Acz  ve  Şikâyet

     Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde sızlanmaya sığınmamak gerekir.

Akrep’in Kıskacındaki Türkiye

                Daha önceleri Sürekli yazdım yine yazıyorum. Amerika Birleşik Devletlerinin 26 Ocak 2005 – 20 Ocak 2009 tarihleri arasında Dışişleri Bakanlığı yapmış Condoleezza Rice’nin ABD güvenlik danışmanı olduğu 2003 yılında yazdığı bir makalede Ortadoğu’da Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini yazdığı günden bu güne 22 sene geçti. Maalesef bölgede gelişen olaylardan halâ bir ders çıkarmış değiliz.

                Bu 22 sene içerisinde: 2003 yılında Irak işgal edildi, Mısır, Sudan, Tunus, işgal edilip liderleri değiştirildi. 2011 yılında Libya işgal edildi ve lideri Kaddafi linç edildi. 7 Aralık 2024 te Suriye dağıtıldı ve şimdi hedefteki devlet İran.

                Şu sıralar Türkiye’nin etrafında inanılmaz gelişmeler oluyor. İsrail katliamlarında öldürülen 51 bin Filistin vatandaşından geriye kalanlarının da ABD/İsrail işbirliği ile Gazze’den dışarıya atılması bekleniyor ve şimdiden bunun adına da İslami bir sıfat eklenerek Hicret ile adlandırılıyor! Muhtemeldir ki neye niyet neye kısmet kabilinden Türkiye’nin Kuzey Suriye’de inşa ettiği briket evlere yerleştirilecekler. Tıpkı bir 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında şehit kanlarıyla sulanmış Türk topraklarından geçirilerek Suriye’nin kuzeyine yerleştirilen Kuzey Irak’tan gelen Peşmergenin, ABD askerlerince eğitilerek bugünkü PYD/YPG terör örgütünün yapılandırılmasında olduğu gibi. Dedim ya neye niyet, neye kısmet. Acaba bu gibi olayların bu şekilde neticeleneceğini bilmiş olsalardı Türk devleti bu vahim hatalara gene de düşer miydi bilemiyorum.

                Suriye’de Esat devrildikten sonra ABD, Türkiye ve Avrupa da terör örgütü sayılan HTŞ’nin Suriye lideri Ahmed El-Şara, devlet başkanlığı görevine getirildi. Sanırsınız 2011 den bu yana Suriye’de yaşanan olayların ve Esat’ın devrilmesinin sebebinin emperyalist devletlerle birlikte bir parçası da biz değilmişiz gibi sütten çıkmış ak kaşık misali oradaki havayı lehimize çevirme gayretkeşliğine büründük. ABD başkanı Trump’un gazına gelen Erdoğan ve Türkiye dışişleri bakanı, Ahmed Al-Şara ile boy boy resim vermesine rağmen Suriye’de Türkiye’nin hayal ettiklerinin hiç birisi gerçekleşmedi. PYD/YPG güya silah bırakacaktı ama olmadı, silahlarıyla birlikte milli orduya katıldılar. Ayrıca Suriye meclisine adam verdiler. Türkmenlerin nüfusu Suriye Kürtlerinden daha fazla olmalarına, Esat güçlerine karşı Özgür Suriye Ordusuna 1500 kişiyle katılmalarına rağmen, Türkmenlerden meclise giren olmadı.

Ege Adaları, Mavi Vatan ve Kıbrıs

                Yunanistan, 2004 yılından bugüne kadar İzmir, Aydın ve Muğla vilayetlerimize bağlı Ege Denizinde 22 ada ve bir kayalığımızı işgal etti ve işgal ettiği adalara gelip cumhurbaşkanlarından bakanlarına kadar Türk Milletine nispet yaparcasına göstere göstere kuzu çeviriyorlar. Bunlara karşı yetkililerimizin: “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözünden başka bir tepkilerini duymadık.

                Bir zamanlar Akdeniz’de MAVİ VATAN sevdamız vardı, o sevda üzerine Güney Kore’den 2 adet sondaj gemisi aldık. AB, ABD, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum yönetiminden gelen tepkiler üzerine gemilerimizin birisini Somali’ye, diğerini Antalya Limanına çektik.

                 Kıbrıs, Türkiye için çok önemli adeta uçak gemisi görevi yapıyor. Hindistan’dan başlayıp, Ortadoğu ülkelerinden geçerek Avrupa’ya ulaşacak olan enerji koridorunun Güney Kıbrıs üzerinden geçirilmesi planlanıyor. Biz sadece bu olayların seyrine bakıyoruz.

                Ayrıca Kıbrıs adasında Türkiye’nin garantörlük hakları var. Garantör ülkenin, siyasi, ekonomik, diplomasi ve askeri müdahale hakları var. Biz bu garantörlük hakkımızı 1974 yılında Kıbrıs adasına askeri müdahaleyle kullandık. Orasının önemini bizden önce kavrayan ABD ve İngiltere GKRC ’ne üsler kurdu. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden üç tanesi Avrupa Birliğinin baskılarıyla GKRC ‘ne Büyükelçilik açtı. Bu üç Türk devletinin orada Büyükelçilik açması; “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tanımıyorum, orada bulunan Türk askeri, işgalcidir” manasını taşımaktadır. Yetkililerimizden nasıl bir tepki gelecek merakla bekliyoruz.

Yönetilemeyen Türkiye

                Türkiye’ye nereden nasıl bakarsanız bakın iyi yönetilmiyor. Özellikle son yıllardaki uygulamalara demokrasi ile yönetilen hiçbir ülkede rastlayamazsınız. Türkiye adeta kapalı bir hapishane durumunu andırıyor. Gün geçmiyor ki, şafak operasyonlarıyla 40 kişi, elli kişi gözaltına alınmasın. Gösteri ve yürüyüş haklarını kullanan geleceğimizin garantisi gençlerimiz, coplanarak yerlerde sürüklenerek gözaltına alınmasın.

                İstanbul Belediyesi ve diğer Kayyum atanan belediyelerde vatandaşa hizmetler adeta durmuş vaziyette. Yetkili kişilerin birçoğu, ya gözetim altında ya da tutuklu olarak yargılanmaktalar.

                Türkiye ekonomisiyle, hukuk yapısı ile milli eğitim ve sağlık dâhil birçok alanda yerlerde sürünüyor. Acilen mecliste gurubu bulunan partiler, ülke yönetimi için bir masa etrafında toplanıp çözüm aramak zorundadırlar. Çok kırılgan bir ekonomiye sahibiz. Bir belediye başkanının tutuklanması dâhi Türkiye’nin 60 milyar dolar kaybına neden oluyor.