8.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 28

İslamsız Dünya

            İslamsız Dünya, bir dönem CIA Ortadoğu Masası Şefi olarak görev yapan Graham E. Fuller’ın 2010 yılında yayınlanan ve aynı yıl Türkçeye de çevrilen kitabının adıdır. Kitabın orijinal adı “A World Without Islam” dır ve Türkçeye “İslamsız Dünya” olarak çevrilmiştir. Yazarın kimliği göz önüne alınınca kitabın ismi ilk etapta bizim coğrafyada en basit tabirle reaksiyon uyandıracak bir isimdir. Ancak kitabın daha ilk cümlelerini okuduğunuz zaman yazarın ve kitabın meramının aslında bambaşka olduğunu hemen anlıyorsunuz.

            Graham Fuller kitabın başında bir soru sorarak hemen cevabını vererek bir tez ortaya atıyor ve kitabın devamında Ortadoğu’nun ve esasında bütün bir Doğu’nun tarihsel süreci içerisinde tezini ispatlamaya çalışıyor. Fuller’ın kitabında son derece objektif bir yaklaşım sergilediğini peşinen belirtmek gerekir.

            Özellikle 11 Eylül sonrasında değişen dünya düzeni ve oluşan Batılı dünya ve İslam dünyası savaşı algısının hüküm sürdüğü bir ortamda, Fuller şu soruyu soruyor; “İslam diye bir din olmasaydı, Arabistan’ın çöllerinden Muhammed adında bir peygamber çıkmış olmasaydı, İslam destanı Ortadoğu, Asya ve Afrika’nın büyük bölümünde yayılmamış olsaydı Batı ile

Ortadoğu arasındaki bugünkü ilişki tamamen farklı olmaz mıydı?[1]

            Sorduğu soruya daha kitabın başında “Bence olmazdı,” diye hemen cevabını veriyor Fuller ve “hatta bugünkü manzaradan pek farklı bir şeyle karşılaşacağımızı da sanmıyorum.” diyerek tezini ortaya koyuyor[2].

            Ortaya koyduğu tezin tepkilere yol açacağını ön görerek ilk açıklamalarını şu şekilde yapıyor; “Bu görüş ilk bakışta mantığa aykırı gibi görünse de Ortadoğu ile Batı dünyası arasında İslam’ın, hatta Hıristiyanlığın da öncesine uzanan jeopolitik kaynaklı anlaşmazlıkların varlığını başka bir açıdan açıklamak da mümkündür. Çok eskilere dayanan Doğu-Batı ilişkilerinin evrimini sıkı biçimde etkilemiş olan çok sayıda farklı etken vardır: Ekonomik çıkarlar, jeopolitik çıkarlar, bölgedeki imparatorluklar arasında yaşanan güç savaşları, etnik

çekişmeler, milliyetçi dalgalar, hatta Hıristiyanlığın içerisinde yaşanan ciddi çatışmalar – tüm bunlar, aslında İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan Doğu-Batı rekabetlerine ve çatışmalarına bol miktarda zemin hazırlamaktadır.[3]

            Fuller kitabın ilerleyen sayfalarında “Ya da İslam kültürünün yokluğunda Batı dünyasının neler kaybetmiş olacağını. Bu kitapta Doğu-Batı ilişkilerinin izlediği yolu inceleyeceğiz. Bu ilişkilerin ciddi biçimde kötüleşmesinde ise İslam’ın başrolü, hatta yardımcı rol bile oynadığı görüşüne katılmıyorum bu sorunun kaynağı için başka bir noktaya bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Başka bir noktaya baktığımız anda Doğu-Batı ilişkilerinin doğasını etkileyen çok sayıda farklı gücün olduğunu göreceğiz.[4]” diyerek aslında İslam Dünyası ve Batı dünyası şeklinde bir çatışma olmadığını, Doğu batı arasındaki çatışmanın kaynağının özelde İslam, genelde din olmadığını ve çatışmanın kaynağının çok daha farklı dinamiklere dayandığını vurgulamaktadır.

            “Eğer İslam, Hıristiyanlığın Ortadoğu’nun büyük kısmındaki hakimiyetini kırmamış olsaydı, bölgenin tamamı bugün çok büyük ihtimalle Doğu Ortodoks Hıristiyanlığının egemenliği altında olacaktı. Pek çok ortak klasik geleneğe rağmen Ortodokslukla Katoliklik arasındaki ilişkilerin yaklaşık iki bin yıldır karşılıklı şüphe ve öfke sınırlarını pek geçmediğini de

altını çizerek belirtmek gerekir. Tüm bunlardan yola çıkarak, Ortadoğu’nun Batı dünyasına karşı teşkil ettiği sorunların belirgin hale getirilmesinde günümüzdeki Ortodoks Hıristiyanlığının dini ve ideolojik bir sıçrama tahtası olarak işlev görebileceğini rahatlıkla

hayal edebiliriz.[5]” diyerek, İslam dini yeryüzünde hiç zuhur etmeseydi ve/veya bölge üzerinde hakimiyet kurmasaydı bölgede bir Ortodoks Hristiyan hakimiyetinin olacağını ve Ortodoks vs. Katolik çatışması üzerinden bugünkü Doğu-Batı mücadelesinin yine aynı şiddetle var olacağını ifade etmektedir.

Fuller’ın Tezi Neden Önemli?

            Fuller’ın İslamsız Dünya adlı kitabı ve kitapta ortaya koyduğu “İslam hiç var olmasaydı Doğu ile Batı arasında bugün var olan şiddetli –ve hatta kanlı- mücadele yine var olacaktı” tezi bugün Ortadoğu’da yaşananları doğru analiz etme ve problemlerin çözümü için doğru sonuçlar ortaya koyma bakımından çok önemlidir.

            Bugün Ortadoğu’da yaşananları ister Müslüman – Hristiyan ister Müslüman – Yahudi mücadelesi gibi dini sebeplerden kaynaklandığını düşünürsek ve problemlerin çözümünü burada ararsak hata ederiz. Fuller’ında ifade ettiği gibi bugün yaşananlar Hilal ve Haç’ın mücadelesi değildir.

            Ne Filistin vs. İsrail mücadelesi ne İran vs. İsrail – ABD mücadelesi dini temelli mücadeleler değildir.

            Son dönemde yaşananları Büyük Ortadoğu Projesi’nden, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ekonomik, stratejik, konjonktürel vb. menfaat odaklı hususlarından ayrı düşünmemek gerekmektedir. Yine son dönemde yaşananları “Turuncu Devrimlerden”, “Arap Baharlarından” da ayrı düşünmemek gerekmektedir.

            Kanaatimce gerek Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesi ve sonrasında karşı darbeyle Mursi’nin ve İhvan’ın devrilip Sisi’nin iktidara gelmesi, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, “Arap Baharı” operasyonları kapsamında Kuzey Afrika liderlerinin iktidardan düşmeleri, Suudi Arabistan’da Salman’ın darbeyle iktidar olması, Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve nihayetinde bugün İran’la İsrail – ABD bloğu arasında yaşananlar bir doğu batı mücadelesinden ziyade Anglo-Saxon güçlerin kendi aralarındaki menfaat çatışmasıdır. Daha açık ifade edecek olursak ABD ve İngiltere arasında birbirlerinin kontrollerindeki ülkeleri diğerinin elinden alıp kontrolü ele geçirme mücadelesidir.

            Trump’ın “Kanada’yı ve Grönland’ı istiyorum” açıklamalarını da bence bu minvalde değerlendirmekte fayda var.

            Burada antparantez bir konuya değinmekte fayda vardır. Bir görüşe göre 15 Temmuz sürecinde Türkiye’de ABD yanlısı ekibin tasfiye edilip, İngiltere ile işbirliği içerisinde olan bir ekibin kontrolü ele geçirdiği ve Türkiye’nin ABD ekseninden İngiltere eksenine kaydığı iddiası da bu yaşananların bir parçası olarak kabul edilmektedir. Nitekim 15 Temmuz’dan sonra, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore’un MI6’in başına atanması, Mooore’un bu eksen kaymasındaki başarısının ödüllendirilmesi olarak yorumlanmaktadır. Yine burada İngiltere istihbaratı ile ilişkili oldukları iddia edilen ve Türkiye’de etkin olan birkaç isimden bahsedilmekte ve bu isimlerin bürokrasi ve siyasetteki etkinliklerinin artması da yukarıda ifade edilen iddiaya dayandırılmaktadır.

            Asıl konuya dönecek olursak, bugün bölgede yaşanan olaylar her ne kadar doğrudan doğruya bizim hayatımızı etkiliyor olsalar da olayların ve mücadelenin esasında bizimle ne dini ne de milli olarak pek de ilgisi olmadığını söyleyebiliriz.

            Probleme uygun çözüm üretebilmek için öncelikle problemin ne olduğunu doğru teşhis etmeliyiz. Veya ne olmadığını… Yaşananlar, Müslüman vs. Haçlı veya Müslüman vs. Yahudi mücadelesi değildir. Dünyada artık mağlup etmedik bir grup bırakmayan Anglo – Saxon bloğu 20 yıldır birbirinin bahçesine girme mücadelesi içinde. Bunu ister ABD vs. İngiltere mücadelesi olarak,  ister konuya biraz daha komplo teorisiyle yaklaşıp Rockefeller vs. Rotschild mücadelesi olarak kabul edelim durum bu. Mücadelenin Ortadoğu’da geçiyor olması da sizi yanıltmasın. Sonuçta futbol maçı yapmak isteyen gençlerin mücadele edecek zemin olarak kendi evlerini değil, kiralık bir halı saha kullanmaları gibi Ortadoğu coğrafyası büyük devletlere mücadele için halı saha hizmeti sunuyor. Üstelik kanlı bir biçimde…


[1] Fuller, Graham E., İslamsız Dünya, Profil Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, Kasım 2010, s. 9-10.

[2] A.g.e., s. 10.

[3] A.g.e., s.10.

[4] A.g.e., s. 17.

[5] A.g.e., s. 18-19.

Körfez Devlet Hastanesi(Kocaeli)

Kocaelimizin ilk hastanesi Körfez ilçemiz bölgesindeki Hereke’de açılmıştır. Sultan Abdulmecid zamanında 1845’te açılan Hereke Dokuma Tesislerine 1894’te, Sultan 2. Abdulhamit zamanında halı tezgâhları eklenmiş olup çalışan sayısının çok artması üzerine 1899 da 100 yataklı bir hastane burada hizmete sokulmuştur. Bu hastane sabit hekim ve çalışanları yanında İstanbul’dan geçici olarak gelip giden hekimleri ile sağlık hizmeti vermiştir.

Hereke daha sonra da SSK Dispanseri ile bu bölgeye gelen hekimler için ilk adres olan beldemizdir. Nitekim bu bölgenin çok bilinen hekimlerinden Zeki Öz 1974’te buradaki dispanserde çalışmaya başlamıştır. Bu hekimimiz, 1976’da Tütünçiftlik’te muayenahane açıp 2012’ye kadar tam zamanlı hekimlik yapmıştır. Dr. Zeki Öz uzman olmamasına rağmen

çalışkanlığı, şefkati ve ilgisi ile bölge insanını güvenerek gidip sağlık sorunlarına çare aradığı bir hekimdir. Ayrıca buradaki fabrika revir hekimleri ve işyeri hekimleri bu beldelerimizdeki insanlarımızın sağlık sorunlarında baş vurdukları isimlerdir. Bu hekimlerden Mehmet Uçkun, Can Çabukaş, Murat Ölçer, Doğan Samancı bildiğim isimlerdendir.

Körfez Devlet Hastanesi için ilk yazışma 1998’de Kaymakam Orhan Alimoğlu döneminde olmuş ve o yılların belediye başkanı olan Muzaffer Baştopcu döneminde Yavuz Sultan Selim

mahallesindeki yer sağlık alanı olarak imara geçmiştir. Arazi 32 dönüm olup bir kısmı orman ve bir kısmı da şahıs arazisidir. 1999 Gölcük depremi bölgedeki devlet hastanesi yokluğunu daha çok hissettirmiştir.Bu sebeple o tarihteki belediye başkanı Erhan Yenilmez konuya sahip çıkmış; bölge halkı ve sanayi kuruluşlarından elde edilen                        maddi imkanlar ile şahıs arsaları satın alınmıştır.Daha sonrada hastane yapılmak üzere Sağlık Bakanlığına devredilmiştir.O tarihteki Anasol-M hükümetinin MHP li Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un da ilgi ve desteği ile 2002 yılında 25 yataklı prefabrik hastane binası yaptırılarak hizmete sokulmuştur. Resim 1-2

Hastanenin kurucu başhekimliğine 99 yılında Kandıra Devlet Hastanesine mecburi hizmet gereği gelmiş olan genel cerrahi uzmanı A.Necati Erbesler atanmıştır. Ayrca 2002 yılı başında Dr.Hakkı Bozatlı (iç hast.), Dr. Tuncer Eren (kadın doğum), Dr.Ferhan Küskü (çocuk),Dr. Fehmi Güneş (pratisyen) ile 5 hekim ve 20 diğer personelin atamaları yapılmıştır. Kocaeli Sağlık Müdürlüğünün ek personel desteği ve Kocaeli Devlet Hastanesinden geçici görevlendirmeler yapılarak gönderilen hekimler ile mart 2002 tarihinden itibaren de hasta kabülüne başlanmıştır.Resim3

Kadın doğum uzmanı olan Mustafa Türkmen 2003-2008 yıllarındaki başhekimidir. Prefabrik binanın hizmete yetemediği görülmüş ve ek bina ihtiyacı doğmuştur. Sağlık müdürü Dr.Fikret Ak, vali Erdal Ata’nın olurunu alıp sağlık personel maaşlarının promosyonu ile ilk kaynak oluşturulur. Halen Şehir Hastanesi başhekim yardımcısı olan Dr.Nihat Üstüner bu konulardaki bilgi ve tecrübesi sebebiyle başhekim muavini olarak atanır. Daha sonra buranın müdürü olacak olan İsa Taş başkanlığında Körfez Sağlığı Koruma Derneği kurulur. Bu dernek üzerinden temin edilen yardımlar ile ek bina yapılır. 2006 da hizmete giren bu yapı ile hastane 75 yataklı olmuştur.    Bu ek binanın yapımında bu binayı yapmış olan bölgenin inşaat firması Türköz inşaatında emeği çoktur. Hastane bu şekli ile daha gelişmiş imkânlarla hizmet vermeye devam eder. Bu çalışmalarda o günün Ak Parti milletvekili olan Dr. Nevzat Doğan’ın ilgi ve desteği unutulmamalıdır. Gerek Sağlık Bakanlığı nezdinde gerekse bu bölgedeki kişi ve kurumlardan alınan yardımların temininde ilgisi eksik olmamıştır.

Bu yeni bina ile hastanenin hizmet imkânı genişlemiştir. Bu hizmetler, bölgeye değişik

şehirlerden, farklı bölgelerden gelmiş insanlarımızın birbirlerini daha yakından tanımalarına imkan sağlamıştır. Bu tanışıklıkların bölgedeki yerli-karadenizli-doğulu gibi ayrışmaların azalmasına, şehirlilik bilincinin gelişmesine katkısı çok olmuştur.

2009-2013 yıllarındaki başhekim KBB uzmanı Oğuzhan Değirmencioğlu’dur. 2014-2015 yıllarında ise halen Seka Hastanesi hariciye uzmanlarından olan Fatih Güneş başhekimlik yapmıştır. Hastaneden faydalanan insanlarımızın her geçen gün artması yeni bir yapıya ihtiyacı gerekli kılmıştır. Bu sebeple 2016-2020 yıllarında başhekimlik yapmış olan Dr.Ahmet Sarıışık zamanında yeni bir binanın temeli 2019 yılında atılmış olup halen inşaatı devam etmektedir.

Covit-19 salgınında kurumlar arası koordinatörlük görevini de yürüten Dr.Ahmet Sarıışık şehrimize 1989 da gelmiş olan bir hekim olup halen Kocaeli Sağlık müdür muavinidir..

Hastanenin şu anki başhekimi Dr. Ömer Dağ’dır. Kardiyoloji uzmanı olup 2003de Kocaeli

Devlet Hastanesine gelmiş, 2020de de bu hastaneye başhekim olarak atanmıştır. Hastane halen 50 yataklı şekli ile 7/24 hizmet vermekte olup yeni binanın açılması ile yine 75 yataklı C grubu bir hastane olarak hizmetini sürdürecektir. 20-25 hekim ve 300 e yakın çalışanı ile hizmet vermektedir. Acili ile birlikte 1500 e yakın poliklinik hizmeti yanında doğum ve yapılabilen müdaheleleri ile ilçenin önemli bir ihtiyacına cevap vermeye çalışmaktadır. Hizmet verilemeyecek vakalar ise başta Derince Eğitim Hastanesi olmak üzere daha imkânlı sağlık kurumlarımıza sevk edilmektedir.

Sağlıkta kalınız.

Öğrencilerimiz Tatili Hak Etti

“Çocukların nasihatten çok, iyi örneğe ihtiyaçları vardır.” Joseph Jouberth

20 Haziran 2025 Cuma günü, okullarda büyük bir hareketlilik vardı. Mutlulukla karnelerini alan öğrenciler, hem karne hem de tatil sevincini birlikte yaşadılar. Uzun bir eğitim öğretim maratonunun sonunda, sevgili öğrencilerimiz özledikleri ve hak ettikleri yaz tatiline kavuştular.

Aslında bundan iki hafta öncesinde, öğrenciler için yaz tatili başlamıştı. Son iki hafta, okullarda büyük bir sessizlik vardı. Tek tük öğrencinin dışında, hiçbir derslikte ders yapacak çoğunlukta öğrenci yoktu. Bir okul ziyaretimde bu durumu yakinen gördüm.

Milli Eğitim Bakanlığı, “eğitim öğretim süresi 180 iş gününden aşağı olamaz” ısrarından artık vaz geçmelidir. Çünkü okulların kapanmasına iki hafta kala tüm öğretmenler ders konularını bitirdiler ve kendilerini tatil ettiler.

Sınava girecek, ortaokul ve lise son sınıf öğrencilerinden, “devamsızlık sorunu olmayanlar”, sınavlardan ötürü okullarına devam etmeyi iki hafta öncesinden bıraktılar. Bu uygulamaya ara sınıflar da uyunca, okullar kendiliklerinden yaz tatilini iki hafta öncesine aldı.

Teknolojik gelişmeler, her konuda olduğu gibi, eğitim öğretimi de derinden etkileyerek, bu kavramların yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmıştır.

Özellikle yapay zekâ, medya, TV, bilgisayarlar ve cep telefonları birçok konuda okulların öğretme işlevinden daha etkili hale gelmiştir.

Bu materyallerin ilgi çekici etkisi sayesinde, bilgiye ulaşma ve öğrenme; daha çabuk, daha kısa ve daha kolay bir hal almıştır. Kreş ve anaokulu öğrencileri, birinci sınıfa başlamadan okumaya yazmaya başlamaktadırlar artık.

Öğrenciler, okulların hedeflediği bilgi birikiminden daha fazlasına sahipler. Yapılan anketler, bir ortaokul öğrencisinin, üniversiteye giriş sınav sorularının %25 ine yakınını çözebildiğini göstermiştir.

Öğrencilerde “öğretim” hususunda pozitif artışların gözlenmesine rağmen, “eğitim” konusunda, birçok eksikliklerinin olduğu da artık bir gerçektir. Bunlara, manevi ve milli değerler diyoruz.

Bu cümleden olarak öğrencilerde, “öz bakım becerileri, anne baba öğretmen ve arkadaşlarına saygı ve sevgi, disipline uyma, değerler, toplum kuralları vb.” konularında büyük eksiklikleri ve sorunları bulunmaktadır.

Eğitimin en vaz geçilmez hedeflerinden biri de, “bireylere insan olmalarını” sağlayan bu değerleri kazandırmasıdır.

Milli Eğitim Bakanlığı, gereksiz, mükerrer konularla zaman geçirmek yerine, müfredattan bu fazlalıkları atarak, okullardaki eğitim öğretim süresini  mutlaka kısaltmalıdır.

Okullardaki eğitim öğretim süresinin, yıllık 180 iş günü olması hususunda, ısrar etmenin hiçbir bilimsel dayanağı kalmamıştır.

Öğrenciler ve öğretmenler, bu zamanın bir kısmını boşa heder etmektedirler. Yıl sonunda öğrencisiz, boş geçen iki haftalık süre bunun en bariz örneğidir.

Artık “öğrenme” daha kolay ve çabuk hale gelmiştir. Bunun yanında mevsimsel sıcaklıklar ve iş yoğunluğunun fazla olduğu Eylül ve Haziran ayları, öğrencilerin okula devamlarını olumsuz etkilemektedir. Okullar en erken, Eylülün ilk haftasında açılmalı, Haziranın ilk haftasında kapanmalıdır.

Yarıyıl karne tatilinin dışındaki diğer tatiller de mutlaka kaldırılmalıdır. Belirlenen sürenin büyük bir kısmı “eğitim” dediğimiz milli ve manevi değerlere ayrılmalıdır.

Nitekim 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun “Genel amaçlar” başlıklı 2. Maddesinden hareketle:

“Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan.”

“Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren.”

 “Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan.”

 “İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak.”

 “Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğuna katkı sağlayan.”

“Milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı destekleyen, hızlandıran ve Türk Milletini çağdaş uygarlığın seçkin bir ortağı yapan.”  Bireyler yetiştirmek zorundayız.

Sevgili öğrencilerimizin aldığı karneler, bir bakıma anne babaların da karnesidir. Aile çocuğuyla ne kadar ilgilenmişse karşılığını evladıyla birlikte karnede görecektir. O yüzden bütün yıl boyunca çocuğuna maddi ve manevi desteği, katkıyı sağlamayan anne babaların, kırık not getiren çocuklarına; “kızmaya, serzenişte bulunmaya” asla hakları yoktur.

Bu aileler, çocuklarını azarlayacaklarına, “ben nerede yanlış yaptım” diye kendilerini sorgulamalıdırlar.

Olumsuz karne getiren öğrenci asla hakarete, şiddete, aşağılanmaya, azarlanmaya vb. tabi tutulmamalıdır. Çocuk, baskı ve tehditlerle başarıyı yakalayamaz. O’nun ilgiye, bilimsel desteğe, rehberliğe, hoşgörüye seviyle yüreklendirilmeye ihtiyacı vardır. Bunu yapan anne babalar elbette karşılığını olumlu anlamda görmektedirler.

Bir çocuk evinde rahat değilse, anne baba ile her konuda sevincini ve sıkıntısını paylaşamıyorsa, sevildiğinden ve kendisine değer verildiğinden emin değilse; cezalar, baskılar ve yasaklar bir fayda vermez, aksine işler daha da kötüye gider.

Her türlü desteği çocuğuna gösterdiği halde, başarılı olamayan çocukları da anlayışla karşılamak, çabalarını takdir ederek bu sonuca razı olmaları gerekmektedir. Çünkü çocuğunun kapasitesi bu kadardır. Ya da başarısızlığına neden olan bazı sorunları vardır. Bunların tespit edilerek giderilmesi gerekmektedir.

Bazı ailelerin baskı ve tehdidinden korkan öğrenciler, kırık karne aldıklarında, ya farklı yollarla notları düzeltmeye çalışmakta, ya da korkudan evden kaçmaya, tehlikeli davranışlara yönelmektedirler. O yüzden anne babalar çocuklarına sevgi ve şefkat duygularını ihmal etmemeli. Kendilerinden korkulacak davranışlarda bulunmamalıdırlar.

Değerli anne babalar; çocuğunuz istediğiniz başarıyı yakalayamazsa da o sizin biricik evladınızdır. Tehdit ederek, “hesap sorarım” diyerek küçük sıkıntıları, telafisi mümkün olmayan büyük acılara dönüştürecek, yanlış davranışlar içine girmeyiniz lütfen.

Yoksa çocuğunuzu kaybedersiniz. Çocuk ya sizden soğur, zamanla nefret etmeye başlar, ya da kendine zarar vermeye kalkışır. Kırık karne aldığı için anne baba korkusundan hap içen, intihara teşebbüs eden öğrenci vakalarını çok yaşadık.

Olumlu duygular ve sevgi, ancak ailede yaşanarak kazanılır. Hiçbir işimiz anne ve babalık sorumluluğundan daha önemli olamaz, İşler bekleyebilir, fakat çocuk eğitimi asla beklemez.

Sorunlar akılcı ve bilimsel yollarla çözümlenmelidir. Umarım tüm çocuklarımız karne mutluluğunu aileleri ile birlikte doya doya yaşarlar. Çünkü uzun soluklu bir maratonda, çalışarak, ter dökerek  bu sevinci fazlasıyla hak ettiler. Hepsine huzurlu ve mutlu tatiller diliyorum.

Sevgiyle kalın…

İran’a Diz Çöktürmek

İran’a 13 Haziran 2025’te ilk saldırıyı başlatan İsrail’in yanında hep ABD vardı. Başlangıçta bunu itiraf etmek istemiyordu. Fakat Savaşın 10. Gününde ABD Başkanı Trump talimatı verdi ve ABD uçakları İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak savaşa doğrudan dahil oldu.

ABD’nin savaşa girmesi, İsrail’e fazla zarar vermeden İran’a diz çöktürmek yani yenilgiyi kabul etmesini sağlamak için olabilir.

İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana bombalayıp yer ile yeksan ettiği avuç içi kadar Gazze’de bile bombalamalar Hamas’ın teslim olmasına yetmedi.

İran büyük bir ülke. Bir kara savaşı olmadan, bombalamaların İran’ın diz çökmesini sağlayabileceğini sanmıyorum. (Coğrafi ve siyasi şartlar bir kara savaşının olmasını adeta imkansız kılıyor.) Ama İsrail’in en az zararı görmesi için İran’ı ateşkese zorlamak ve müzakere sürecini başlatmak için ABD bombalamaları etkili olabilir.

Bu savaşın gerçek sebebinin İran rejiminin değiştirilmesi ve İran’ın bölünmesi olduğu kanaatimi daha önce yazdım. Ancak bu kısa zaman içinde gerçekleşebilecek gibi görünmüyor.

Bu yüzden ABD/ İsrail tarafının ilk hedefi, savaş sürecinde İran askeri gücünün büyük kısmını tahrip etmek. Daha sonra içeride rejime muhalif grupları kullanarak ve ayrılıkçı etnik güçlere destek vererek hedeflerine ulaşmak istiyor olabilirler.

Ayrılıkçılık talebi olan etnik gruplar, çoğu Sünni olan Kürtler (PKK’nın İran uzantısı PJAK) ve (Sünni) Beluçlar.

En büyük etnik grup olan (Şii) Güney Azerbaycan Türkleri ve (Sünni) Türkmenler ayrılık taraftarı değiller.

ABD ve İsrail’in İran’ı zayıflatma stratejisinde etnik kartın ve mezhep farkının bir araç olarak kullanılabileceği açıktır.

Ancak bu stratejinin hayata geçirilmesi için İran rejiminin ciddi biçimde zayıflaması veya değişmesi ya da iç savaş ortamı oluşması gerekli.

*********************************

İran’da Kürt Ayrılıkçılığına Dış Destek

İran, çok etnikli ve merkeziyetçi teokratik rejimi olan bir yapı. Bu sebeple rejim istikrarı sarsıldığında etnik hareketlerin güçlenebileceği sosyal bir zemine sahiptir.

Özellikle İran’da Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerdeki gelişmeler, Suriye ve Irak’taki Kürt yapılanmalarıyla etkileşimi artıracaktır.

İran’ın Kürt nüfusu 8-9 milyon arasında tahmin edilmektedir. Kürtlerin çoğu Sünni Müslümandır; bir kısmı Şii’dir (özellikle Kirmanşah çevresinde).

PKK’nın İran uzantısı PJAK İran’ın sert güvenlik politikalarının da etkisiyle geniş taban bulmamıştır. PJAK son yıllarda düşük yoğunluklu bir varlık göstermektedir.

Buna karşılık Suriye’deki PYD/YPG, ABD’nin desteği ve askeri danışmanlığı sayesinde iyi donanımlı 80-100 bin civarında askeri gücü ile Suriye’de çok etkili.

İran’da rejimin zayıflaması halinde, ABD/ İsrail bu yapıları kullanarak Suriye üzerinden PJAK’a silah, militan ve lojistik destek sağlamak isteyecektir. Çünkü ABD’nin niyeti “vekâlet savaşları” stratejisiyle PJAK’ı kullanmaktır.

****

Bunun ilk adımı PKK / SDG ile PJAK arasında kadro ve ideolojik entegrasyon gerçekleştirmek olacaktır.

Bu ihtimal gerçekleşirse; PJAK, SDG ve Kandil’den personel ve silah desteği alarak, Sünni Kürt nüfuslu alanlarda kontrol sağlamaya başlar. ABD, bu yapıyı “rejim muhalifi yerel güç” olarak tanımlar. Tahran bölgede kontrolü kaybeder, lokal otonom yapılar ortaya çıkar.

Ancak bu projenin önünde şu engeller vardır: İran coğrafyasına ulaşım kolay değildir. Irak Kürdistanı üzerinden geçişte İran’ın istihbaratı ve askeri varlığı etkilidir. Türkiye’nin de bu tür bir gelişmeye sert tepki verme ihtimali büyüktür.

Ayrıca İran’daki Kürt toplumu içinde PJAK’a destek sınırlıdır. İran’ın iç istihbarat kapasitesi yüksektir. PKK/ SDG’den destek almak, Türkiye’yi de karşısına almak demektir.

İran’da Rejim Zayıflatılamazsa / “Rejim Ayakta Kalırsa” PJAK eylemleri sert bir şekilde bastırılır. PJAK eylemleri artar ancak İran istihbaratı ve güvenlik güçleri PJAK’a ciddi darbeler vurur. Bu durumda muhtemelen Sünni Kürt toplumu da bu çatışmalardan uzak durur.

Sonuçta ABD/ İsrail destek verse bile PJAK İran’da sürekli iç savaş yürütmekte zorlanır.

****

Özetlersek, kısa vadede, PJAK’ın ciddi bir bölge kontrolü kazanması düşük ihtimal gibi gözüküyor.

Orta vadede, İran rejimi çökerse veya zayıflatılırsa, ABD ve bazı batılı aktörlerin PJAK’ı kullanması etkili olabilir.

Uzun vadede, Büyük Kürdistan’ın İran ayağının gerçekleşmesi, demografik, siyasi ve jeopolitik olarak, zor olsa da imkansız değildir.

Suriye’de hiç yoktan bir Kürt nüfus oluşturup, ülke içindeki en önemli askeri güce sahip ve egemenliği paylaşır hale getirmek imkansız gibi görünüyordu. ABD bunu gerçekleştirdi.

Suriye pratiği açısından bakınca, İran’da PJAK üzerinden aynı planın uygulanması ve İran’ın bölünmesi veya ilk etapta PJAK’ın devlete ortak bir güç haline getirilmesi çok da düşük bir ihtimal değil.

*********************************

İran Penceresinden “Terörsüz Türkiye” Projesi

Suriye’de ve İran’da olanlardan sonra, Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” adıyla yürütülen yeni açılım sürecinin ABD/ İsrail projesinin bir parçası olduğu daha net anlaşılıyor. Bu süreçte Türkiye’nin PKK/SDG’yi meşru olarak tanıması çok önemli.

Hem İran ve hem de Türkiye gibi devlet geleneği olan ve büyük hacimli devletlerden aynı anda parça koparmak kolay değil.

“Büyük Kürdistan” adıyla anılan İsrail güdümünde bir garnizon devlet veya “Kürt Koridoru” oluşturma projesini yürütenler bu zorluğu çok iyi biliyorlar.

Bu yüzden Türkiye’den bir “kuzey kürdistan” koparma işlemini savaşsız bir şekilde çözmek istiyorlar. Türkiye’yi, savaşmadan sadece yönetenleri “ikna ederek”, milli devlet yapısını “federasyon” veya “özerk bölgelere” ayrılmış bir yeni devlet yapılanmasına geçirmeyi tasarlamışlar.

“Yeni Anayasa” ile bunu sağladıklarında zaten çok uzun olmayan bir zaman diliminde zihinler ve idari yapı ayrılmaya hazır hale getirilecektir. Sadece bir halkoylaması (plebisit) ile ülke bölünebilecektir.

Bunu başarabilirlerse ABD/ İsrail çok büyük bir zafer kazanmış olacak. Hem de onların bu zaferi en zahmetsiz ve külfetsiz zaferlerden biri olarak tarihe geçecek.

ABD/ İsrail’e bu zaferi hediye edecek yöneticilerin tarihe nasıl geçeceğini de tarih okuyanlar iyi bilirler.

Manipülasyon

“Hatırlatmalara devam ediyoruz… sizce bir fark yada değişen bir şey var mı? Halbuki bu bir kader değil… Değiştirebiliriz!”

Türkiye’de her saat başı bir yazı yazsanız yine de hepimize yetecek kadar malzeme var. Onun için bazen kendi kendime dert ediniyorum; “Şunu da yazamadım, bunu da yazamadım” diye… Bu günde sizlerle paylaşmak istediğim konu: manipülasyon.

İnsanlarımız bu coğrafyada yüzyıllardır bir manipülasyona tabii tutuluyor. Manipülasyon; kelime anlamı itibarı ile insanların “Kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemine tabi tutulmak” olarak tarif edilebilir.

Manipülasyon olmayan bir şeyi varmış gibi göstererek yanlış haberler ve söylentilerle, gerçek olmayan işlemlerle; sosyal, siyasal, ekonomik rant elde etmek için de kullanılan bir olgudur.

Örneğin Türkiye’yi; Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları kurmuştur. Atatürk öncesi; ulusal ve uluslararası konjonktürü bilmezseniz, size Atatürk’ün yaptıkları bir şey ifade etmeyebilir. Ondan sonra gider “80 sene ne yapıldı ki; şu son 10 yıllık AKP iktidarında yapılanlara bak” diyebilirsiniz. Eğer böyle yaparsanız ya manipüle etmiş yada manipüle edilen olarak kullanılmış olursunuz.

Bir iktidar, günlük yaşamı döndürebilmek adına bile bir şeyler yapmak zorundadır. Ancak bu gün yapılabilenlerin hangi temel üzerine yürüdüğünü de, doğru sonuçlara ulaşmak bakımından bilmek gereklidir.

Ülkemiz üzerinde dün adına emperyalist dediğimiz bu günde küreselci adını taktığımız güçlerin büyük bir rekabet savaşı vardır. Bu güçlerin aralarında anlaştıkları gün “hapı yuttuğumuzun resmi” olacaktır. Acaba “Gezi Olayları”nda bu güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin, Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Türk Milletine karşı, bizim henüz bilmediğimiz bir anlaşması var mı? Ve varsa iyiniyetli insanlarımız manipüle edilerek bu olaylarda kullanıldı mı?

ABD’nin 1919 yılında Türkiye’de “Yüksek Komiser” olarak görevlendirdiği Amiral Bristol, ABD’ye gönderdiği 08 Eylül 1920 tarihli telgrafta “Yunan kuvvetlerinin, Anadolu’daki Türk Milliyetçilerine karşı sonuç alıcı eyleme girişmesine, Fransız ve İtalyanlar etkin biçimde karşı çıkıyorlar. Öyle görülüyor ki; Fransız ve İtalyanlar siyasal ve ekonomik nedenlerle Kemal akımının tümden ortadan kalkmasını istemiyorlar” diyor. Görüyorsunuz İngiliz güdümlü Yunan politikalarına karşı Fransız ve İtalyanların aldığı tavır, bizi rahatlatıyor!

Bu gün herkesin dilinde bir “bende milliyetçiyim” sözü var. Bunları söyleyenlerin çoğuda tarikatçi ve cemaatçi. Çünkü milliyetçilik yükselen bir trend. Bunu düşürmek için manipülasyona ihtiyaç var. Onlara sokakta öyle konuşun diye telkinde bulunuluyor. Ama bu “bende milliyetçiyim” diyenlerin hepsi, Atilla İlhan’ın tabiri ile bir “Türk Milliyetçisi” olan Atatürk’e karşılar… Hatta onu Türkiye Cumhuriyetini kuran bir “ayyaş” olarak niteliyorlar. Bu ne perhiz ne lahana turşusudur. Bu olsa olsa samimi halkı manipüle etmektir.

Türk Milletini 36 parçaya bölen, ihanetle müzakereye oturan, milli ve manevi değerlere saldıran, halkına eziyet eden, zengini daha zengin fakiri daha fakirleştiren, toplumu İnançlı – İnançsız diye ayıran (şimdi de düşman ceza hukuku var diye konuşuyoruz) bir anlayışı; Ay – yıldızlı bayraklarla karşılamakta bir manipülasyondur.

Kanaatimce halk; hem iktidar yönünden hem de dış güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından bir çıkmaza itilmiştir.

Peki niye manipüle oluyoruz? Onu da Nihal Atsız’a söyletelim “Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla, güdülen gayelerden birisi de gençlere millet ve yurt sevgisi aşılamaktır. Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerekir. Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olamayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiç bir erdem doğmaz”.

Evet! At izinin it izine karıştığı bu günlerde (o günler hep devam ediyor) yine her şey manipüle edilerek, Türk Milletinin hakimiyeti elde etmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor.

Bu manipülasyonlar; hangi ad ve nam altında yapılıyorsa yapılsın, amaç budur. Bunu anlamak için bütün gözlerin açık ve akılların uyanık olmasına ihtiyaç var.

Bilmem anlatabildim mi?

Kadının Türk Toplumundaki Yeri

Konuya ilişkin irdelediklerimizden bahisle;
İslam Medeniyetinin ve Onun temeli olan İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’da ve yüce peygamberin sözlerinde, davranışlarında kadın Batı’nın anlayamayacağı kadar yüceltilmiş, saygıya ve sevgiye layık görülmüştür.
İslamiyet kadar hiç bir zihniyet, hiç bir felsefe O’na baha biçemedi, hakiki mevkiini veremedi. Bugün Müslüman geçinen memleketlerde kadının perişan, köle muamelesi görmesi Müslüman erkeklerin İslam’ın kabuğunda kalmış cehaleti ve idrak darlığındadır. Yüce Peygamberin: ”Kadın erkeğin yarısıdır’ ‘diyen ve O’nun sosyal hayattaki yerini açıkça tayin etmektedir.
Uzman Sosyal Bilimcilerin araştırmaları gösteriyor ki; İslam Ülkeleri içerisinde kadın sadece Türkiye Cumhuriyetinde layık olduğu yerdedir. Ancak üzücü bir durum var ki; Atatürk’ün bir yağmur bereketiyle kadınlara tanıdığı sosyal ve siyasal haklar törpülenirken kadınlarımız gaflet içindedir. Gazi Paşa bu hakları kadınlarımızın Milli Mücadeledeki yüksek fedakârlıklarına şükran borcu olarak verdi. Dolaysıyla bu hukuki kazanımlar kolay elde edilmedi.

İslamiyet’in geldiği çağda kadın, Türklerin dışında yeryüzündeki hemen hemen bütün milletlerde aşağılık bir mahlûk diye kabul ediliyor; hiçbir zaman ona hayat hakkı tanınmıyordu. Eski Türk Toplumunda kadın evin namusunun koruyucusudur. Kazak atasözü ”Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik ise kadındır”….
*
Türk toplumunda kadının saygın bir yeri vardır. Orta Asya’da kurulan ilk Türk devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara sahipti. Devlet yönetiminde, hakanların yanında hatun adı verilen eşleri de söz sahibiydi. Kadınlar ata binip ok atar, top oynar, güreş gibi ağır sporlar yapar ve savaşlara katılırlardı. Toplumda tek eşlilik prensibine bağlı kalınır, ev eşlerin ortak malı sayılırdı. Namus ve iffete büyük bir önem verilirdi.
Osmanlı Devleti Dönemi’nde kadın haklarında gerileme oldu. Kadınlar evlenme, boşanma, miras ve eğitim işlerinde pek çok haklarını kaybettiler. Bununla birlikte köylerde ve kasabalarda yaşayan kadınlar, her alanda eşlerine destek oluyordu. Kurtuluş Savaşı yıllarında, erkeği cepheye giden Türk Kadını, çocuğunu yetiştirmiş ve evinin geçimini sağlamıştır. Hatta silâh ve cephane taşıyarak savaşa katılmıştır.
Türk toplumunda ailenin, ailenin içinde de kadının yeri ve önemi büyüktür.
Türkiye’de aile çağdaş hukuk anlayışına uygun olarak medenî kanun esaslarına göre kurulmuştur. Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. Kadın erkek eşitliğinin sağlanması, toplumsal uzlaşmanın en önemli şartlarından birisidir.

Ailenin toplumdaki yerini ve önemini Atatürk şu sözü ile açıklar: “Medeniyetin esası, ilerlemenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta yozlaşma, muhakkak sosyal, ekonomik ve siyasî bozulmaya sebep olur.

Kadının Sosyal ve Siyasî Haklarını Kazanması
Atatürk, kadının erkekle birlikte öğrenim yapması, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatta onlarla birlikte görev alması görüşünü benimsemiş ve savunmuştur. Atatürk Dönemi’nde Türk kadını aile kurma, eğitim yapma ve istediği mesleği seçme hak ve özgürlüğü gibi sosyal haklar kazanmıştır.

Türk ailesinin kuruluşunu yeniden düzenleyen Türk Medenî Kanunu’nun kabul edilmesiyle, toplumsal ve ekonomik hayatta kadın erkek eşitliği sağlanmıştı. Burada kadınların siyasî haklarından söz edilmemekteydi. Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yerleşebilmesi için, kadınlarımıza siyasî hakların verilmesi gerekiyordu. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında görevini fazlasıyla yapmış olan Türk kadını, ülke yönetimine de katılmalıydı.

Medenî kanun ile kazanılan haklardan sonra Türk kadınına yönetimde görev alabilmesini sağlayan siyasî haklar 1930’dan itibaren verilmeye başlandı. Önce 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı. Türk kadını, 1933’te muhtarlık seçimlerine katılma hakkına kavuştu. Türk kadını, 1934’te yapılan anayasa değişikliği ile Avrupa ülkelerinin birçoğundan önce, milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandı.

Atatürk bir konuşmasında; “Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır.” demiştir. Atatürk “Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak ilim ve bilgiyi kazanmasıdır.” sözü ile toplum hayatında kadının önemini belirtmiştir.

Böylece, Türk kadını, modern Türk toplumunda lâyık olduğu yeri tam olarak aldı.

İmtihan

     Bu dünya bir tecrübe ve bir imtihan meydanıdır. Teklif ve cihat yeridir. İmtihan / sınav ve teklif ise, hakikat ve gerçeklerin gizli kalmasını gerektirir. Ta ki, müsâbaka, yarışma ve mücahede / ceht ile Hz. Ebu Bekir’ler en yüce makamlara çıksın. Ebu Cehil’ler en aşağılara düşsünler. Eğer mâsum ve günahsızlar böyle musîbetlerde sağlam kalsa idiler, Ebu Cehil’ler aynen Hz. Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî yükselme kapısı kapanacaktı ve imtihan sırrı bozulacaktı.

Kalemi  Terk Ediş…

     Arap edip, edebiyatçı ve güzel söz söyleyenlerinin, Hz. Muhammed’in dâvâsını kalem ile iptal etmeye, tarif edilemeyecek derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazret’e karşı olan kin ve düşmanlıkları ve inatlarıyla beraber, en kolay, en yakın ve en selâmetli olan kalemle ve yazı ile karşılık vermeyi terk ettiler. En uzun, en zor, en tehlikeli ve en şüpheli olan kılıç ve savaş ile mukabele / karşı koymaya mecbûren başvurdular.

     İşte kesin olarak bundan anlaşılıyor ki, Kur’an’ın benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Çünkü onlar her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler. Birinci yol; dâvâlarını iptal için daha uygun iken, onu terk ettiler! Hem mallarını, hem canlarını tehlikeye atarak -akılsızca- başka bir yola saptılar! Halbuki Müslüman olduktan sonra, siyaset âlemini / dünyanın idaresini ellerine alanlara akılsız denilemez. Demek ki, birinci yolu tercih etmekten kendilerini âciz görmüşler. Onun için, kalem yerine kılıca sarılmışlardır.

Âlem  Sınav  Yeridir

     Mâdem ki bu âlem, insanlığın imtihan / sınav meydanıdır. Müsâbaka / yarışma yeridir. İyilikle fenalığın birbirinden ayrılamayacak derecede muhtelif ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri ortaya çıksın. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, fena insanlar: “Ey mücrimler, ey suçlular! Bir tarafa çekiliniz!” diye olan tüyler ürpertici, yıldırım gibi şiddetli İlâhî emre mâruz kalacakları gibi; iyi insanlar da “Daimî kalmak üzere Cennete giriniz!” diyen Cenab-ı Hakk’ın nimet vericiliğine, lütuf ve şefaat ediciliğine yakışır bir tarzdaki emirlerine mazhar olacaklardır.

     İnsanlar böyle iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat tasfiye ameliyâtına uğrayacak / temizlenecek. Kötülüğü, şerri, zararı doğuran maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin techîzâtı / cihazları tamamlanacak; iyiliği, hayrı, menfaatı / yararı doğuran maddelerin de bir tarafa çekilmesiyle Cennetin techîzâtı ikmal edilecek / tamamlanacaktır.

İslâm’ın  Emirleri

     İslâm’ın emirlerine karşı itaat ve isyan olduğu gibi, yaratılış kanunlarına dair emirlere karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükafat ve cezanın çoğu âhirette. İkincisinde daha çok dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfatı zaferdir. Tenbelliğin cezası fakirliktir. Çalışmanın karşılığı servettir. Sebat ve yılmamanın mükâfat ve ödülü gâlip gelmektir.

Ehl-İ  Hakk  Ve  Ehl-İ Dalâlet

     Ehl-i hak / hak yolda olanlar, ittifak / birlik ve beraberlikteki hak kuvvetini düşünmeyip  aramadıklarından; haksız ve zararlı bir netice olan ihtilâfa / anlaşmazlığa düşerler. Haksız ehl-i dalâlet / yanlış yolda olanlar ise, ittifaktaki kuvveti; aczleri vasıtasıyla hissettiklerinden, maksatların vesilesi olan gayet önemli bir ittifakı / birlik ve beraberliği elde etmişler.

     İşte ehl-i hakkın bu haksız ihtilâf hastalığının merhemi ve ilâcı: “Birbirinizle çekişmeyin sonra içinize korku düşer de, size heybet veren rüzgârınız, kuvvetiniz gider!” âyetindeki şiddetli İlahî yasağı ve “İyilik ve takvâ / din göstergesi üzerine yardımlaşın.” âyetindeki sosyal hayat bakımından, gayet hikmetli İlahî emri; hareket düstûru etmek ve ihtilâfın İslâmiyet’e ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalâletin ehl-i hakka galebesini, ne derece kolaylaştırdığını düşünüp; tam bir zaaf ve acz ile, o ehl-i hak kafilesine fedakârane ve samîmâne iltihak etmek / katılmaktır. Şahsiyetini unutmakla riya / gösteriş ve sunilik / yapaylıktan kurtulup, ihlâsı / samimiyeti elde etmektir.   

İsrail Terör Devletidir

I

         Özet

İsrail, Ortadoğu’daki birçok terör örgütünü kurmuş ve halen de desteklemektedir. Çünkü kendisi de bir terör örgütü olarak inşa edilmiştir. Bu yazıda ifade edileceği gibi gazeteci Uğur Mumcu’nun öldürülmesini İran üzerine yıkmıştır. Hâlbuki bu cinayeti MOSSAD ajanları gerçekleştirmiştir. İsrail Büyük Ortadoğu projesini tamamlayabilmesi için Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de önce “iç-cepheleri zayıflatarak” bir parçalanma meydana gelmesini istemektedir. Irak ve Suriye’de bunu başarmışlardır. Sırada İran ve Türkiye vardır. Bu dört devletten kopartılacak topraklarla kurulacak kukla Kürdistan’ın büyük İsrail projesine dâhil edilmesi düşünülmektedir. Ayrıca Yahudilerin Kürtlerle genetik akrabalıkları yalanı sözde bilim adamlarınca kamuoyuna servis edilmektedir.  Bu yazıda İsrail ve Terör bağlantısına dikkat çekilecektir.

Anahtar Kelimeler: İsrail, Terörizm, Uğur Mumcu, Arz-ı Mevud (Vaat Edilmiş Topraklar), GAP,  Gen Oyunları

Uğur MUMCU Cinayeti ve MOSSAD

Bir devlet terör uyguluyor ve terör örgütleri kuruyorsa o devlet terör devleti, terörist devlettir. İsrail’in kendisi de terörle kurulmuştur. Kuruluş mayasındaki terör virüsünü yıllardır devam ettirmekte terör örgütlerini beslemektedir. Bunun yanında bir devletin uyması gereken savaş hukukuna asla uymamakta terör vahşeti ile varlığını sürdürmekte ve bütün dünyaya huzursuzluk vermektedir. Türkiye dâhil birçok ülkenin aydınları, bilim insanları, siyasileri ve kanaat önderi insanlarını öldürmekten de asla çekinmemiştir. Cengiz ÖZAKINCI’NIN “Neveser (Yazar, Ne yazar, ne Yazamaz?)” isimli eserinden alıntı yaparak örnek vermek gerekirse  “Uğur Mumcu öldürülmeden 17 gün önce Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde İsrail’in Ortadoğu’da bir Kürt Devleti kurulması için daha 1968-1969’larda eyleme geçtiğini, özellikle Barzani aşiretine para, silah, donatım ve çeşitli destekler sağladığını kaynak göstererek yazdı”.

Üstelik Uğur Mumcu’nun İran tarafından öldürüldüğü yalanı Türk kamuoyunda yayılarak MOSSAD ajanlarının cinayeti hedef saptırma ile örtülmüştür. Bununla da yetinilmemiş İran Türkiye ilişkileri askıya aldırılmış ve iptal edilmiştir. Türkiye ekonomik kayıplara uğramıştır. “O yıllarda Amerika İran’a ambargo koymuş, fakat Almanya bu ambargoyu dinlemeyerek İran’la alışverişi artırmıştır. Türkiye’de madem Almanya ambargoyu tanımıyor öyleyse ben de İran’la ilişki kurar Körfez Savaşı’nda uğradığım zararları İran’la Ticaret yaparak kapatabilirim düşüncesiyle İran’la doğalgaz Anlaşması imzalamak üzere iken Türkiye İran yakınlaşması Amerika’nın ve İsrail’in çıkarlarına aykırı düşmüştür. Amerika ve İsrail Ortadoğu’da İran’ı düşman olarak görüyordu. Türkiye ile İran’ın arasını açıp Türkiye’nin İran’a saldırmasını istiyorlardı. Türkiye bir yandan Kürtçülük bir yandan kabaran gerici dalga ile boğuşurken Amerikalı İsrailli odaklar Türkiye’ye gericiliğin de bölücülüğün de İran tarafından beslendiğini fısıldıyorlardı. Türkiye’ye İran’a saldıracak olursa destekleyeceklerini de ifade ediyorlardı. Amerika ve İsrail’in baş düşmanları İran’ı Türkiye’ye vurdurmak istedikleri belliydi. O günlerde Türkiye Basının İran’a karşı savaş naraları attığı da unutulmamalıdır. Hâlbuki Türkiye’deki gericiliğin ve bölücülüğün gerçek destekçileri Amerika, İsrail ve Avrupa iken bir takım generaller de dâhil irtica ve bölücülüğünün en önemli dış kaynağının İran olduğu inancına kapılıp İran’a karşı yaptırımlar tasarlamaktaydı. Hâlbuki Türkiye’deki siyasal İslamcıların küçük bir bölümü İran yanlısı idi ama İran yanlısı olmayan diğer siyasal İslamcılara karşı bu düşünülmemeliydi. Başında fanatik Yahudi iş adamı Rothschild’in bulunduğu Aramco şirketi Suudi Arabistan’da Petrol tekelini elinde tutuyordu. Suudi Arabistan’ın siyasal İslamcılığı dünyaya yaymak için kurduğu Rabıta örgütünün bütçesi Aramco yani Rothschild tarafından karşılanıyordu. Amerika ve İsrail, Humeyni öncesi Şah döneminde İran’ın en sıkı dostuydu. Şah Amerika ve İsrail’in desteğiyle ayakta duruyordu. Ve Şah döneminde İran laik değildi. Şah döneminde de İran Anayasası Şii kuralları ile yönetilmekteydi. Kısaca Amerika tıpkı İsrail gibi İran’a düşmandır ve aynı zamanda Türkiye’deki gericiliğin de baş destekçisidir”. (Özakıncı: 42-43) İsrail Dışişleri Bakanı Şamir 1983’te Brüksel’de “Kürdistan’ı işgal altında tutan devletler Kürt halkının bağımsızlığını engelliyor” demişti. Tarih 1983. Yani PKK’nın Şemdinli Eruh baskınından bir yıl önce. Yıllar sonra 1991’de yine bir İsrail Dışişleri Bakanı bu kez David Levy “ABD’nin Kürtlere yiyecek yerine silah yardımı yapması gerektiğini” söylemişti (Özakıncı: 44).

İsrail’in Hedefi GAP

İsrail Devleti’nin kurulması ile birlikte Mısır, Irak, Ürdün, Suriye ve Lübnan birlikleri İsrail’e karşı saldırıya geçmişlerdi ancak neredeyse tüm dünyanın desteğini alan İsrail ordusu bu saldırıya direndi ve Arap birliklerini geri püskürttü bu savaş sonrasında İsrail topraklarını daha da genişletti. Sonuçta yaklaşık 8 ay süren savaş 24 Şubat 1949’da İsrail ile Mısır arasında yapılan barış antlaşması ile son buldu. Bölgede yaklaşık 7 yıl süren sessizlik ve barış 1956 yılı Ekim ayında tarafların tekrar savaş alanında karşı karşıya gelmesiyle son buldu. Bu savaş Birleşmiş Milletler müdahalesi ile çok fazla uzamadan bitti. İsrail her savaşta işgal ettiği topraklara dünyanın çeşitli noktalarından getirdiği Yahudi göçmenleri yerleştirmeye başladı ve bu tarihten sonra Yahudi nüfusu Filistin topraklarında artmaya devam etti. Ancak bu sessizlikte çok uzun sürmedi ve Araplarla İsrail Devleti arasında üçüncü bir savaş daha patlak verdi. 5 Haziran ile 10 Haziran 1967 arası yani tam altı gün süren bu savaş tarihte 6 gün savaşları ismiyle yerine aldı ve İsrail’in topraklarını Yaklaşık 4 kat büyütmesi ile son buldu. İsrail’in kuruluş tarihi olan 15 Mayıs 1949’dan sonra bu coğrafyada yapılan her savaş İsrail’in bu bölgedeki konumunun daha da sağlamlaşmasına ve topraklarının genişlemesine yol açtı. Sonraki yıllarda İsrail saldırganlığı artarak devam etmiş ve 1980’li yıllara gelindiğinde batılı ülkeleri ve Amerika’nın da desteğiyle İsrail bölgedeki en büyük güç haline gelmiştir (Taşkın: 19-20).

Güneydoğu Anadolu Projesi olarak bilinen GAP’ta büyük oyunlar oynandığı zaman zaman Türk basınına yansımıştır. İsrail “Vaat edilmiş” Topraklar planını özellikle bu bölgede uygulamaya devam etmiş ve etmektedir. Türk vatandaşları üzerinden İsraillilerin GAP’tan arazi aldıklarını tespit eden istihbarat raporları da bulunmaktadır. Daha önce aynı oyun Filistin topraklarında oynanmış Filistinliler üzerinden Yahudiler toprak alarak İsrail Devletini kurana kadar bu faaliyetlerini gizlemişlerdir. Güneydoğu Anadolu’da önemli bir alanın İsraillerin eline geçtiği alarmı verilmektedir. İsrail şirketlerinin GAP bölgesindeki toprak satışlarının önündeki en büyük engel ise “Millî Güvenlik Kurulu”dur. Çünkü gerektiğinde Millî Güvenlik Kurulu stratejik noktalarda bulunan kimi toprakların satışı ile ilgili olumsuz görüş bildirerek satışına engel olabilmektedir. İsrail şirketleri Türk Millî Güvenlik Kurulunun bu engelinden yani toprak satışlarına onay vermemesinden kurtulmak için de buldukları yol ise çok basittir; bazı yerli firmalar ile ortaklık kurarak bu engeli aşmaktadır (Taşkın: 45).

Bu sessiz istilanın dışında İsrail’in Türkiye’nin sularına ve GAP’a (Güney Doğu Anadolu Projesi) açıkça göz diktiği de bilinmektedir. İsrail Tarım Bakanlığından Ben-Meir “bölge halkları su sorunu için ortak bir çözüme yanaşmazlarsa savaş kaçınılmaz” diyordu. Hayfa Üniversitesi’nden Prof. Arman Sofer “Ortadoğu’da su kaynaklarının kullanımı yüzünden savaş çıkacak” demişti. Şimon Peres de o yıllarda “Bundan sonraki Orta Doğu Savaşı toprak yüzünden değil su yüzünden çıkacak, su üretmek için imkân yaratamazsak su için savaşacağız” diyordu. Ateş isimli haftalık bir dergide  “İsrail’in bir gözü Manavgat suyunda bir gözü GAP’ta, oralardan toprak satın alıyorlar” diye yazı çıkmıştı ve bu yazı o derginin ilk ve son sayısı oldu çünkü kapandı (Özakıncı: 45).

Şu husus dikkatlerden kaçmamalıdır: İsrail Yahudilerle Kürtlerin akraba olduğu yalanı ile göstermelik olarak onların koruyuculuğuna soyunmasını meşrulaştırmaya da çalışmaktadır. Irak-Suriye-İran-Türkiye’den koparılmış topraklarla kurduracağı kukla bir Kürdistan ile Arz-ı Mevud’un (Vaat Edilmiş Toprak) hazırlığını yapmaktadır. Irak’ta KDP-KYB desteği, Türkiye’de PKK, Suriye’de PYD, İran’da PJAK destekçileri ABD, AB ve İsrail’dir. Bunları görmemek ellerimizle kendi gözlerimizi kapatmak değil oymak demektir. “Bir de yazılarıyla konuşmalarıyla Avrupa, Amerika ve İsrail’in Kürt oyununu ezilmiş Kürtlerin insan hakları istemi diye gösterip kutsallaştırarak Türk halkını kandıran ve sundukları bu hizmet dolayısıyla yabancı efendilerince ünlendirilen ödüllendirilen paralandırılan sözde yerli aydınlar Uğur Mumcu’nun öldürülmesinde derin bir oh çekmişlerdir. Kürtlere insan hakları istiyorlarmış görüntüsü altında Amerika’nın Avrupa’nın İsrail’in yayılmacı amaçları doğrultusunda beyin yıkadıklarını apaçık görüldüğü halde yerli işbirlikçiler bunları saptırmaktadır. Uğur Mumcu öldürülmeden önce yazdığı yazısında “Kürtler sömürgeciliğe karşı Bağımsızlık Savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında yoksa CIA ve MOSSAD Anti-Emperyalist Savaş yapıyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi diye haykırmıştı (Özakıncı: 36-37).

“Uğur Mumcu’dan 2 yıl önce İsmail Beşikçi 1991’de yayımlanan “Kürt Aydın’ı üzerine düşünceler” adlı kitabında “Kürtlerin Müslümanlarla değil İsrail ile bağlaşık olmasını” öneriyordu. Türk halkı kimi zaman gözlerinin önünde Olup bitenleri bile göremeyeceklerini perdeleyici bir yayın bombardımanı altındadır. İsrail Dışişlerinden Yinon,  1982’de yayımlanan raporunda “Irak kuzeyde Kürt, ortada Sünni, güneyde Şii olmak üzere etnik ve mezhep ayrılıkları temelinde üç devlete bölünecek” demişti. Tarih 1982. Körfez Savaşı’ndan 9 yıl önce daha PKK bile sahneye çıkmamışken İsrail tutup Irak üçe bölünecek diyor ve gördüğümüz gibi adım adım bölünüyordu (Özakıncı: 37-38).

Günümüzde (2025-Haziran) de haddini bilmez bir İsrail gazeteci İran’dan sonra sıra Türkiye’ye gelecek demektedir. Kendisine gösterilen tepkiler karşısında da ağzımdan öyle çıktı diye lakayt bir cevap vermektedir. İsrail Devletinin ve fanatik Yahudilerin bilinçaltı ve bilinçli hedefleri vaat edilmiş toprakları gerçekleştirmek için Türkiye’yi yıkmaktır. Tabii bunu bedeli büyük bir vahşet ve insanlık trajedileri de olsa başarmak istemeleri onların hezeyanıdır. Bu sanrının hiçbir gerçeklik ve sağlıklı vatan anlayışı temeli de yoktur. İsrail Devleti kurulduğu günden beri Filistin ve son olarak Gazze’de uyguladığı katliamlarla insanî değerlerini ve geleceğine kaybetmiştir.  Savaş silahlarla değil ancak “uygarlık bilinci ve ahlak nizamıyla” kazanılabilir.

Gen Oyunları

 Kuzey Iraklı Kürtlerin özellikle de Barzani aşiretinin Yahudi kökenli olduğu uyduruk bir sav olmasına rağmen siyasi bir ilişkiyi kan bağı uydurarak perçinleme çabası da bulunmaktadır. “İsrailli bilim adamları “ Kürtler üzerinde DNA araştırmaları yaptık, Kürtlerle Yahudiler arasındaki genetik bağları saptadık. Kürtlerin çoğu Yahudi’dir” diye bağırmaya, “ Y” kromozomunun Yahudilerde ve Kürtlerde ortak olduğunu gevelemeye başladılar. Kevin Brook “DNA  araştırmaları ve genetik buluşlar, Kürtlerin Yahudi soyundan geldiklerini kanıtlıyor diye bütün dünyaya haykırdı.  İsrail’de yayınlanan Ha’aretz  gazetesi, Prof. Ariella Oppenheim ile Dr. Marina Feirman’ın Kürtlerin genetik yapısının Yahudilere Araplarınkinden daha yakın olduğunu saptadıklarını bilimsel bulgulara göre Kürtlerle Yahudilerin kanda soydaş olduklarını açıkladı” (Özakıncı: 28). “Bilindiği üzere İsrail de Yurttaşlık için Yahudi bir anneden doğmuş olmak koşulu vardır. Fakat 1996’da yaklaşık 7000 Kuzey Iraklı Kürt Amerikan uçaklarıyla Kuzey Irak’tan alınıp Guam adasındaki Amerikan üstüne götürmüşlerdir. Aslında bunlara CIA’nın Kürtleri denmiştir. Kuzey Iraklı bu Kürtler Guama götürülmeden önceki yıllarda Kürtlerin DNA’sının Yahudilerle kandaşlık gösterdiğine ilişkin tek yazı yayımlanmış değildi. Kendilerine DNA testi oyunlarıyla Yahudi kimliği aşılanan binlerce Kuzey Iraklı Kürt şimdi yeniden Kuzey Irak’a getirilmiş Amerika ve İsrail güdümlü büyük Kürdistan için çalışmışlardır. İsrail’in Barzani ile ilişkilerini 1991’de Londra’da yayınlanan İsrail’in gizli Savaşı adlı kitapta tüm belgeleri ile gözler önüne serilmiştir. İsrail’deki Kürt Yahudilerin başı Haviv Şimoni Türkiyeli Yahudilerin çıkardığı Şalom gazetesinde Amerika’nın Kürt yanlısı tutumunu artırmasını istemiştir. İsrail’in Ortadoğu’da Büyük Kürdistan kurulması konusunda Amerika ve Avrupa ile aynı görüşte olduğu bilinen bir gerçektir. Yabancı ülkelerde bunu irdeleyen başka yayınlarda yapılmış ama dünyanın bildiği bu gerçekler her nasılsa Türklerden Türkiye’den saklanmıştır (Özakıncı: 30-33).

Sonuç

Şu anda uluslararası hukuku çiğneyerek İran’a saldıran İsrail, İran halkını isyana teşvik etmekte ve rejim değişikliği olacağı izlenimini vermektedir. Bu ifadelerden bazı  duygusal (limbik sistem) Türk milliyetçisi kalemler İran’da Türklerin hürriyet’e kavuşacağı çıkarımını yapmaktadırlar. Hatta bazıları daha da ileri giderek tarihî bir anakronizm yani tarihî olayları, toplumsal değişim ve dönüşüm ile çağları birbiriyle karıştırarak Aşkenazlarla Türklerin genetik akrabalığını İsrail’e telkin edilmesiyle akraba kökler savıyla adeta embriyonik (doğum öncesi) bir dönem düşüncesi göstermektedir.  Aşkenazların tarihsel olarak Türk kökenli olmaları ile Balkanlarda büyük Türk katliamlarına imza atan Bulgarların Türk kökenli yahut genetik akrabalığını siyasî ortamda katliamlar devam ederken Bulgarları çocukça ikna etmeye çalışmaktan ne farkı olabilir.

Hâlbuki İsrail vaat edilmiş toprakları gerçekleştirmek için her yolu, her yalanı, her cinayeti hatta bilimi bile saptırmayı mubah görmektedir.  İsrail’in İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin (1919-1980)  oğlunu başa geçirmek için hazırlıklar içerisinde olduğu görülmektedir. Şah Muhammed Rıza Pehlevi İran Türklerine siyasî, sosyal vb. baskıları uygulamış Batı taraftarı, monarşik bir hükümdardır. Ve demokratik, laik hukuk devleti temsilcisi olmayan bir hanedan yöneticisidir. Diğer taraftan ABD ve İsrail’in parçalamış olduğu Suriye ve Irak gibi ülkelerde de Türkmenlerin durumu ortadadır. Türkmenler ve Türkçe asla dikkate alınmamaktadır. İran’daki uygulamaların başka bir yanlış uygulamalarla Türklerin aleyhine kullanılması gelecekte ihtimal dâhilinde görünmektedir. İran’daki teokratik rejimin yıkılması İran’ın demokratik bir rejime geçeceği anlamına gelmemektedir. ABD yıllarca Irak’a demokrasi getireceği havariliğini yapmış aynı zamanda Kuzey Afrika’da yapılan Arap baharı operasyonları da Libya başta olmak üzere iç savaşları ve kan gölünü beraberinde getirmiştir. Tarihsel perspektiften bakmayan ve emperyalist amaçları analiz edemeyen duygusal yaklaşımlar hem milletleri hem de o milletin devletini felaketlere sürükleyebileceği unutulmamalıdır.

Kaynaklar:

Cengiz Özakıncı, Neveser (yazar, Ne yazar, ne Yazamaz?, Filika yayınları, 26. Basım, 2006, İstanbul.

Hasan Taşkın, İstihbarat Raporlarında İsrail’in GAP Senaryosu, Güneydoğu Topraklarında Neler Oluyor, Ozan Yayıncılık, 5. Baskı, 2005, İstanbul.

Gazi Paşamızı Kavramak

Atatürk’çü olduğunu vurgulayarak aydın geçinen, mensubu olduğu halkına küçümseyerek bakan sosyal yobazlarla, Atatürk’ü dinsiz, ayyaş gösteren milliyetsiz din yobazlarının, izzeti nefislerinde samimi namus taşıyorlarsa; Başbuğ Atatürk’ün bu vasıflarını vicdanlarında değerlendirsinler

Bugünler Lozan antlaşması uluslar arası taraflarca tartışılmaya açıktır sözleri ve Ege adalarının kaybının tartışılmasını isteyen art niyetli cühelaya Tarih Profosoru Yusuf Halaçoğlu’nun konuyla ilgili makalelerini okumalarını öneririm.

*
Osmanlı’nın bakiyesinden bağımsız ve bağlantısız Türkiye Cumhuriyetini kuran Başbuğu Atatürk’ü tekrar hatırlatalım;
Adı: Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Görevi: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı
Zaferi: Türk milletini esaretten kurtarıp bağımsız bir devlet kurması
Lozan’daki sesi: “Türk milleti esir edilemez!” diye dünyaya haykırmasıdır.
Doğum yeri: Selanik
Yaşı: 57
Eğitim: Harp Akademisi
Savaş: 11
Madalya: 24
Nişan: 7
Yazdığı kitap: 11
Okuduğu kitap: 4000
Kurduğu fabrika: 48
Ve en önemlisi: Emperyalizme diz çöktürüp Lozan’da Türk’ün bağımsızlığını tescilleyen liderdir.
*
Ben,
Aynı takımı tutmayanla anlaşırım,
Aynı partiye oy vermeyenle anlaşırım,
Aynı dine inanmayanla da anlaşırım…
Ama Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmeyenle ASLA anlaşmam!
*
Bu ülkenin aydın samimi vatandaşlarından bir fert olarak diyorum ki;
Ben, bu ülkenin tapu senedi olan Lozan Antlaşması’nın mimarını unutmam!
Ben, Anayasa’nın ilk 4 maddesi gibi sapasağlam dururumun değiştirilmek istenmesini vatan hainliğiyle yorumlarım.
Ben, Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin evladıyım!
Ben Atatürkçüyüm,
Ben Cumhuriyetçiyim,
Ben Laikim,
Ben Antiemperyalistim,
Ben Tam bağımsız Türkiye’den yanayım,
Ben Türk Milletindenim diyenlerdenim.
Ben “SEVR’İ” savunan,
Türk milletine tuzak kuranların düşmanıyım.
Hırsızın, vurguncunun, ahlaksızın düşmanıyım.
Allah’la aldatan sahtekârların düşmanıyım.
Atatürk’e küfreden sözde dindarların düşmanıyım.
Ben, “susan dilsiz şeytandır” sözünü hayatının merkezine koyanlardanım.
Ne kökümü inkâr ederim, ne de dalımdan koparım.
Ben, Lozan’da namusumuzu imzalayan bir liderin evladıyım.
Ne mutlu Türk vatanını kurtaran, Türk devletini kuran, Türk milletinin yolunu aydınlatan Atatürk’ün izinde yürüyenlere!
Ne mutlu Türk’üm diyene!
*
Evet; bu söylemim esas itibarıyla aydın Türk insanının sesidir!

Zarara Bakış

     “Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Hadisi esaslı bir kaidedir. Hadîs-i Şerîf, şefkat hakkını ve merhamete lâyık oluşu, onlardan gidermiştir. Bundan dolayı bu gibilere acınmaz ve merhamet edilmez.

Musîbet

     Asıl ve zararlı musîbet, dîne gelen musîbettir. Dinî / Dinsel musîbetten her zaman Hz. Allah’a sığınıp feryat etmeli. Fakat dinle ilgili olmayan musîbetler, hakîkat noktasında musîbet değildir. Bir çeşit Rahmanî hatırlatmadır. Nasıl ki bir çoban, başkasının tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atar. Onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtulmaları için bir ihtardır. Memnûn olarak dönerler. Öyle de, çok zahirî / görünen musîbetler var ki, İlâhî birer ihtar ve îkaz / uyarıdır. Bâzı günahlara keffaret olup affına vesiledir. Bir kısmı gafleti dağıtıp, insanlık îcâbı olan aczi ve zaafı bildirip, bir nevi huzur verirler.

Fısk

     Fısk, haktan ayrılmaktır, hadden tecavüzdür. Ebedî hayatı terk etmektir. Ebedî hayattan çıkmaktır. Fıskın kaynağı; aklî, gadabî ve şehevî denilen üç kuvve / kuvvetin aşırı gitmesinden ve aşırı geri kalmasından ortaya çıkar. Evet, aşırı gidiş ve geri kalışlar; delillere karşı bir isyandır. Âlem sayfasında yaratılan deliller, İlahî ahdler hükmündedir. O delillere muhalefet edenler; Cenab-ı Hakk’la fıtraten yapmış oldukları ahdlerini bozmuş olurlar.

İnsan ve  Dünya

     Ticaret ve memuriyet için, önemli görevlerle bu imtihan ve sınav yeri olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazîfelerini bitirip, hizmetlerini tamamladıktan sonra, yine onları gönderen Yüce Yaratıcısına dönecekler. Kerîm olan Mevlâlarına kavuşacaklar. Yani bu fâni / geçici dünyadan gidip bâkî âlemde, Allah’ın yüce huzuruyla şereflenmiş olacaklar. Sebeplerin zorluklarından, vasıtaların karanlık perdelerinden kurtulup, Rahîm olan Rablerine, ebedî saltanat yeri olan Cennette perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Yaratıcısı ve ibadet ettiği Mâbudu, Rabbi ve Seyyidi / Efendisi ve Mâliki / Sâhibi kim olduğunu bilip, bulmuş olacak.

Mümkün  Müdür  ki,

     Hiç mümkün müdür ki, insanın bütün varlıklar içinde ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun da, insanın Rabbi de, insana bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırsın da, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa, hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini O’na sevdirmese, hem bu kadar nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle O’na hürmet etmese; cezasız kalsın, başı boş bırakılsın? O izzet, gayret sâhibi Yüce Allah, ona bir ceza yeri hazırlamasın? Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman ve Rahîm olan Allah’ın kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere; bir mükâfât yeri ve ebedî saadet mahalli olan Cenneti vermesin?

Hakîkat,  Kusûrdan Uzaktır

     Yeryüzü; hareket, zelzele ve depreminde; vahiy ve ilhama mazhar olarak, emir altında depreniyor. Bazen de titriyor. Sonsuz Kudret Sâhibi Allah; hava, su, toprak ve ateş gibi her bir unsura çok görevler vermiş. Her bir görevde çok netîceler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazîfe / görevinde, bir tek netîcesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, diğer güzel netîce ve sonuçlar; bu netîceyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netîce, meydana gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur; o vazîfeden men’ edilse / yasaklansa, o zaman o güzel netîceler adedince hayırlar terk edilir. Gerekli bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar sayısınca şerler yapılır. Çünkü bu, bir tek şer gelmesin diye yapılan gayet çirkin, hikmete aykırı ve gerçeğe ters düşen bir kusurdur. Kudret, hikmet ve hakîkat ise, kusurdan berîdir. Madem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir kapsayıcı isyandır. Çok mahlûkatın hukukuna aşağılayıcı bir tecavüzdür. Elbette o cinayetin azîm çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura umumî görevi içinde “Onları terbiye et!” diye emir verilmesi; hikmet ve adâletin ta kendisidir. Mazlûmlar için rahmetten başka bir şey değildir.