4.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 26

Gençlik Yazı

     Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri / sonu kıştır. Gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah / kabir âleminin kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadiseleri sinema ile şimdi gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal / gelecek hadiselerini gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet / haktan sapan ve sefahetin / günahlara dalan insanların elli – altmış sene sonraki vaziyet ve durumları onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-i meşru / haram keyiflerine nefretler ve teellümler / acılarla ağlayacaklardı.

Îman Vesîkası

     Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da’vâ açılmış ki her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davâyı kazanmak için, tereddüt etmeden sarf edecek. İşte o da’vâ ise, herkesin iman mukabilinde / karşılığında bu zemin yüzü kadar bağlar, kasır ve köşkler ile müzeyyen / süslü ve bâkî / ölümsüz ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davâsı başına açılmış. Eğer îman vesîkasını sağlam elde etmezse kaybedecek.

Dünya Bir Fihrist

     Dünya, âhiret âlemine bir fihrist hükmündedir. Bu fihristte âhiret âleminin mühim / önemli mes’elelerine olan işaretlerden biri, cismanî olan rızıklardaki lezzetlerdir. Bu fânî ve kıymetsiz   dünyada bu kadar nimetleri hissettirmek ve bolca vermek için, insanın vücudunda yaratılan duygu, his, cihaz ve a’zâlar gibi âletlerden anlıyoruz ki, âhiret âleminde “Altlarından ırmaklar akar” âyetinin delâleti ve işaret etmesiyle anlaşılıyor ki, o kasır ve köşklerin altında, ebediyete lâyık cismanî ve maddî ziyafetler olacaktır.

İnsan Ebed İçindir

     Her bir tohum, Hafîz isminin / Hz. Allah’ın muhafaza ediciliğinin gereği olarak, ona pederinin ve aslının malından verdiği mirası karıştırmadan, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu; hadsiz muhafaza hârikasını yapan Zât olan / Yüce Allah’ın; kıyamet ve haşirde hafiziyetin en büyük tecellisini göstereceğine kat’î bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, geçici, fânî tavırlarda, bu derece kusursuz, hatâsız olan hafiziyeti kesin bir delildir ki; ebedî te’sîri ve çok büyük ehemmiyeti bulunan en büyük emanetin taşıyıcısı ve arzın halifeleri olan insanların fiil, eser ve sözleri, iyilik ve kötülükleri büyük bir dikkatle muhafaza edilip, sonra da muhasebesi görülecektir.

     Acaba bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan, ebede gönderilmiştir. Ebedî saadet yeri olan Cennet’e ve korkunç bir azap yeri olan Cehennem’e namzed ve adaydır. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltîf edilerek lütuflara gark olacak veya hak ettiği tokatı yiyecek.

Allah’a Kul Ve Asker Olmak

     Şimdi nefis ve malımızı Allah’a satmağa bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Halbuki, asla hiçbir ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harâma girmeye hiç lüzum yoktur. Allah’ın farz olan emirleri ise hafiftir, azdır. Allah’a abd / kul ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, ta’rîf edilemez. Vazîfe / görev ise, sadece bir asker gibi, Allah namına işlemek, başlamak ve Allah hesabıyla vermek ve almak ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmek ve bu suretle sükûnet bulmaktır. Kusûr etse, tevbe etmek. “Ya Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini almak zamanına kadar bizi emanette emîn kıl (Âmin)” demek ve ona yalvarmaktır.

Kunta Kinte Gibi Hissetmek!

Kunta Kinte kim merak edenler için söyleyeyim:

Alex Haley’in yazdığı “Roots: The Saga of an American Family” adlı kitapta adı geçen Gambiya asıllı köledir. Gambiya’da Jufureh kasabasındaki bir köyde dünyaya gelen, daha sonra ABD’li köle tüccarları tarafından Virginia eyaletine köle olarak getirilen Gambiyalı adamdır…

Gerçekte yoktur ama aslında vardır!

Kunta Kinte anadilinde “otur veya oturduğun yerde kal” anlamına gelir.

Bizde onu ülkemizde de gösterilen bir televizyon dizisinden tanıdık.

Şimdi de yıllar sonra ülkemizde yaşananlara bakarak kendimizi “Kunta Kinte” gibi hissettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şu an için diyebilirim ki, Türkiye bir kuralsızlıklar ülkesidir. Belki de bununla bağlı olarak sömürge yada yarı sömürge pozisyonundayız. Onun için herkes halka kötü muamele etmek üzere kafasına göre takılıyor!

Neden mi, dersiniz?

Bakın kendi vatandaşlarımız için bariz bir hukuksuzluk var. Amerikalı Rahip Brunson ve Alman gazeteci Deniz Yücel kadar bile hakkımız yok!

Gelir dağılımı felaket! Enflasyon yalanı ile asgari ücretli ve emekli yokluğa ve açlığa mahkûm edildi. İstatistikler böyle söylüyor!

Küresel şirketlerin Türk ekonomisindeki payı ürkütücü!

Yıllık kârlarının ne kadarını yurt dışına transfer ediyorlar acaba?

Finans piyasalarımız kimin kontrolünde?

Bu küresel şirketler bizim müthiş bir şekilde sömürürken Türk insanına kendi insanına sunduğu kalitede hizmet sunuyor mu? Yoksa Türk insanını Kunta Kinte gibi görüp ondan hem döviz cinsinden para alıp hem de en kalitesiz hizmeti mi, sunuyor?

Ödediğimiz vergiler bize yani halka hizmet olarak dönmesi gerekir iken faiz lobilerine yıl boyunca ne kadar para akıtıyoruz?

Yer altı ve üstü zenginliklerimiz ile madenlerimizin ne kadarını bu sömürgecilere teslim ettik?

Artık onlar işveren biz ise ırgatmıyız?

Devletimizi ve lükse alıştırdıkları halkımızı “israf zihniyeti” ile yaşatırken ülkemizi nasıl ele geçirdiklerini ve bizi Kunta Kinteleştirdiklerini görebiliyor musunuz?

Bizi pkk ile pazarlık yapmazsanız sonunuz kötü olur diye tehdit ediyorlar ve bunu kimler eliyle yapıyorlar farkındamısınız?

Hangi ülkede eş zamanlı olarak bu kadar farklı yerlerde orman yangını çıkıyor, biliyor musunuz örneğini ya da gördünüz mü?

Ülkemizde ne yazık ki, emperyalist sömürgecilerin artık açığa dönüşmek üzere olan bir “sessiz işgali” vardır ve ne yazık ki devleti sevk ve idare edenlerin bunu kabullendiğini görüyoruz.

Ancak benim bildiğim “Kunta Kinte” bile başına gelenleri kabul etmemiştir. O nedenle binlerce yıllık tarihi olan Türk Milleti de kendi öz yurdunda Kunta Kinteliği asla kabul etmeyecektir.

Bu ülke Türk Milletine aittir. Emperyalist sömürge düzenini yıkacağız, Mustafa Kemal’in yaptığı gibi sömürgecileri Türkiye’den kovacağız.

Türk Milleti kendi ülkesini yönetmeye muktedirdir. Gerektiğinde yeni bir dünya kurma becerisine ve tecrübesine de, sahiptir…

“Ne  otururuz ne de oturduğumuz yerde kalırız.”

Yeter artık!

Düşün Damlaları  (5)

     – “Mısır ekerseniz, mısır yetişir. Buğday ekerseniz buğday yetişir. (Velhasıl, ne ekerseniz onu biçersiniz. Yani etme bulma dünyası.)

     – “Algımızın merkezi, bakış açımız… On kişi bir buluta bakarsa, o bulutun on farklı algısı olacaktır..Algılarımıza dayanarak över, suçlar, kınar, ya da şikayet ederiz.

     – “Düşünmek, zihnin dilidir. Doğru düşünme, konuşmamızı berraklaştırır ve faydalı kılar. Düşünme, çoğu zaman eylemle sonuçlandığı için, Doğru Eylem yoluna adım atmak adına Doğru Düşünme gerekir.” (Buda’nın Öğretileri’nden)

     – Her bakış ve seyirde, yeni bir şeyin farkına varıyorsak, yeni bir şey görüyoruz demektir. Bu takdirde, aynı yerden her geçişte bıkkınlık değil, ancak manevî bir haz alırız. Çünkü bakış değil, görüş asıldır.

     – Ağaç dalları ya koni şeklini veya toparlak bir vaziyet alarak, görünüşlerini tamamlıyorlar. Belli ki, dalların intizamı bozacak bir uzayış almalarına müsaade edilmiyor. Yani kendi başına buyruk değiller.

     – İnsan ve hayvanların memeleri, sadece çocuk ve yavruları olduğu zaman, o da bir vakte kadar süt veriyor. Sonra kesiliyor. Halbuki süt verirken ve vermezkenki bedenleri aynı. Demek ki, İlahî bir emir altında fonksiyonlarını icra ediyorlar.

     – Metrûk bir evi, kapanmış bir dükkânı, bakımsız bir bahçeyi, bozulmuş bir âleti ve bu gibi şeyleri görünce, insan gayri ihtiyarî üzülüyor. Son buluşlar, eskimeler, ayrılıklar ve yok oluşlar; insana ister istemez hüzün veriyor. İnsan, varlığı hep devam üzre görmek istiyor. Son bulsun istemiyor. Ölüme bile; bir bitiş, bir tükeniş değil, yeni bir doğuşa açılan bir kapı olduğu için katlanıyor. Bu his ve duygu bizden kaynaklanmıyor. Çünkü onun içimize konmuş olduğunu anlıyoruz. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” hükmünden, ebedî kılındığımızın müjdesini alıyoruz. Ne gam be dostlar!

     – Bir büyük eserden bahsediyor ve nasıl bulduğunu soruyorsunuz; beğenmediğini söylüyor. Peki okudunuz mu? Diyorsunuz: “Hayır okumadım!” cevabını alıyorsunuz! Güler misiniz ağlar mısınız? Bunu size bırakıyorum.

     – İnsan çok tuhaf bir varlık. Her hâli düşündürücü ve ders verici bir mahiyet arzediyor. Meselâ: Yağlı boya bir gül tablosu karşısında, mest oluyor hayranlığını dile getirecek söz bulamıyor!. Ressamını öve öve bitiremiyor! Fakat kıpkırmızı, mis gibi kokan ve rüzgârın dokunmasıyla, âdeta rakseden bir gül dalı karşısında, kılı bile kıpırdamıyor! Lâl oluyor. Ağzını bıçak açmıyor! O lâtif gülü Yaratanı hiç aklına getirmiyor!

     – Kitap; bıkmadan usanmadan, üstelik karşılıksız olarak öğreten; yorulmayan bir öğretmen. İstediğin yere seninle gelebilen, istediğin kadar kendisiyle konuşabildiğin, istediğin kadar kendisine soru sorabildiğin, senden rahatsız olmayan tek, samimî ve candan, gerçek bir arkadaş.

     – “ ‘Eyne?’ ‘Nerede?’ demektir. Hz. Ali ‘Eyne’llahü?’ (Allah nerededir?) sorusuna şu cevabı vermiştir. ‘Eyne?’ (Nerede?) mekâna âit bir sorudur. Halbuki Allah, ezelden beri varken mekân yoktu.” (Prof. Dr. Süleyman Ateş)

     – “Sana şaraptan (içkiden) ve kumar (gibi şans oyunların)dan soruyorlar. De ki: ‘O ikisinde büyük günah (zarar) ve insanlara bazı (keyif almak, hoşça vakit geçirmek, kolay yoldan para kazanmak gibi) birtakım menfaat ve yararlar vardır. Fakat yol açtıkları zarar, sağladıkları faydadan daha fazladır. Onların günahı yararından büyüktür.’ ” (Bakara Sûresi: 219)

       Bu âyet-i kerîmede, Yüce Allah’ın ne kadar gerçekçi, ifrat ve tefritlerden, yani aşırı ifadelerden ne derece uzak, inandırıcı bir üslûpla kullarına hitap ettiğine şahit oluyoruz. Hz. Allah; içki ve kumarın nasıl birer büyük günah olduğundan söz ederken, onların bazı fayda ve yararlarından da bahsediyor. Gerçekçi davranıyor.

       Çünkü bu cüz’î, küçük ve görünüşteki yanıltıcı faydaları gören ve güya bunlardan faydalanan insanlar için, âyetin bunlardan bahsetmeyişi, o gibilerin Kur’an’a bakışlarında tereddütler doğuracağından, İslâm’dan uzaklaşmalarına da sebep olabilecektir.

Siyasi Durum Değerlendirmesi

Edinimlerimizden bahisle;
Bu günlerde ülkemin nabzı biraz hızlı atıyor; kimi zaman utançla, kimi zaman öfkeyle.
Çoğunlukla da sahne arkası planların röntgeni gibi.
DEM Parti’li bir milletvekilinin, Talat Paşa ve Ermeni soykırımına yönelik ifadeleriyle başlayan tartışma, yalnızca geçmişe dair bir hesaplaşma gibi görünse de, aslında bugünün siyasi denklemlerine ışık tutuyor.
Anadolu’daki kadim halkın gücüne rağmen, emperyalistlerin teşvikiyle binlerce Türk’ü katleden Ermeni komitacıların yarattığı trajediler üzerinden, tehcire tabi tutulan Ermenilerle ilgili kışkırtma yapmaya çalışmak; tarihi soykırım anlatılarına hizmet etmekten öte, bugün coğrafyamızdaki üniter yapıları parçalamak isteyen emperyalistlerin artık nelere tenezzül ettiğini de açıkça ortaya koyuyor.
*

Büyük Millet Meclisinde gerilimli tartışmalar yaşanırken; Silivri Cezaevi’nde Ekrem İmamoğlu DEM Parti heyetini kabul ediyordu.
Televizyonlarda demeçler yayınlanıyor, umut dolu cümleler sarf ediliyordu.
Ancak kamuoyuna yansıyan karelerin ötesinde İmamoğlu’nun ne söylediğini tam olarak bilmiyoruz.
*
Yine de o DEM’ Partisinin demeçleri bize yeterince bir şeyler anlatıyor: İmamoğlu, sadece CHP’nin değil, Türkiye’nin merkez siyaseti adına bir “parlatma” operasyonunun aktörü gibi görünüyor ve gösterilmeye devam ediliyor.
*
Ekrem İmamoğlu, 2019 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinden bu yana, iç politikada alternatif bir figür olarak konumlandırılmakla kalmadı, küresel güç merkezleri tarafından da benimsenen bir profil hâline getirilerek “umut” olarak sunulmaya başlandı.
Davos toplantılarından Avrupa kentlerindeki temaslara, Amerikan basınındaki “umut” temalı haberlere kadar geniş bir yelpazede desteklenen bu yeni figür, aslında halk desteğiyle yükseliyor gibi görünse de, yelkenini uluslararası ilişkilerle şişirmeye devam etti.
Bir zamanlar ANAP’tan AKP’ye hicret eden yerli sermaye gruplarının geleceklerini garantiye almak için gösterdiği temkinli ilgi, uluslararası aktörlerin örtülü yatırımları ve mevcut iktidarın yorgunluğunu değerlendiren muhalif çevrelerin stratejik hesapları bu yükselişi mümkün kıldı.
Burada bir soru sormak gerekiyor:
İmamoğlu gerçekten halkın içinden çıkan bir alternatif mi, yoksa düzenin yeni yüzü mü?

AKP iktidarının yirmi iki yılı aşkın süredir biriktirdiği yorgunluk, siyasi ve ahlaki erozyon ile ekonomik iflas; Türkiye toplumunun önemli bir kesiminde ve özellikle genç kuşakta “değişim” talebini doğurdu.
Ancak bu değişimin içeriği konusunda hâlâ ciddi bir bulanıklık söz konusudur.
Zira halk, bir yandan eski yapının yıkılmasını istiyor; öte yandan yerine gelecek olanın da sadece makyajlanmış bir versiyon olup olmadığını sorguluyor.
Bu da İmamoğlu gibi figürleri, “karizmatik ama muğlak” imajlı biri olarak önümüze getiriyor.
*
DEM Parti’nin meşruiyet sınırlarını zorlayan açıklamaları karşısında İmamoğlu’nun sessizliği, siyasetin doğasında var olan denge kaygısıyla açıklanabilir.
Ancak bu sessizlik; Türkiye’nin doğrudan varoluşuna dokunan meselelerde, özellikle sınır güvenliği, milli tarih ve egemenlik gibi konularda, seçmen nezdinde bir tereddüt doğuruyor.
Bu tereddüt, 2019’da “haksızlığa uğrayan, 2025 19 Mart’ta bir darbeyle mağdur edilen adam”ın arkasında birleşen halkın, normal süresinde yapılırsa 2028’deki seçimlerde aynı kararlılıkla bu şahsın arkasında durup durmayacağını sorgulatıyor.
*
Bugünün seçmeninin yönlendirebilme kabiliyeti olan büyük bir bölümü, geçmişe göre çok daha bilgiye açık; küresel eğilimleri okuyan ve siyasal temsilcilerin dış ilişkilerinden söylemlerine kadar her şeyi didik didik eden bir refleks geliştirdi.
Bu yüzden İmamoğlu’nun yıldızı parlıyor olabilir; ancak parlayan her yıldızın bir ömrü olduğu da unutulmamalı.
Özellikle de o yıldızın ışığı, kendi özünden değil de başka galaksilerin projeksiyonlarından geliyorsa.
*
Bütün bu tablo içinde eğer İmamoğlu halkın tercihini alamazsa, CHP’de kendi içinde bir güç savaşı yaşanacağı da kesin.
Özgür Özel, klasik anlamda bir “parti adamı” olarak örgüt üzerindeki hâkimiyetini adım adım artırırken; Cumhurbaşkanlığına yürüyemeyen İmamoğlu, parti idaresine yürümek isteyebilir.
Ancak böyle bir durumda, Türkiye’de siyasetin hâlâ örgütler üzerinden şekillendiği gerçeği unutulmamalı.
Parti kongreleri, delegeler, il başkanlıkları ve kurultay dengeleri söz konusu olduğunda, Özel’in eli daha güçlü.
Bu nedenle 2028’e giderken CHP içinde yaşanacak olası bir adaylık kavgası nasıl sonuçlanır, bilinmez.
*
Türkiye bir yol ayrımında değil; aslında çoktan yeni bir yola girdi.
Bugün birinci parti konumundaki CHP, Türk milletinin hassas konularında Meclis’te gösterdiği zaafı sürdürürse, birinciliğini koruması mümkün olmaz.
Bu yolun hangi istikamette ilerleyeceği ise yalnızca seçim sonuçlarıyla değil, siyasi aktörlerin Türkiye’nin hayati meselelerindeki duruşlarıyla belirlenecek.
Bugün zorlamalarla sanki Kürtlerin partisiymiş gibi gösterilmeye çalışılan ve onlarca kez ismi değiştirilen, ayrılıkçı terör destekçisi DEM Parti, her ne kadar “demokrasi” ve “demokrat” kelimelerini dilinden düşürmüyorsa da; aslında doğu ve güneydoğuda bile sevilmeyen, benimsenmesini tamamen uluslararası örgütlenme gücünden ve Türkiye’nin göz yumduğu otorite boşluğuyla sağladığı baskıdan aldığı aşikârdır.
*
BOP gereği bu zaafın bilerek ve planlanarak gösterildiği olasıdır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde milletine inanan, uluslararası ilişkilerinde millî menfaatleri değişmez kural kabul eden siyası yapılanmaların kısa sürede, bugün içinde debelendiğimiz suni duvarları yıkıp geçeceğine inanmamız gerekir.
Ve o günlerin çok uzakta olmadığını da biliyoruz.

Terörsüz Türkiye Komisyonu

Bir süredir yarı gizli yarı açık devam ettirilen 2. Çözüm Süreci veya propaganda adı “Terörsüz Türkiye” olan süreç yeniden hızlanıyor.

Birinci Çözüm Sürecinde “Akil İnsanlar” denen bir komisyon oluşturulmuş, PKK taleplerine direnen halkı ikna görevi verilmişti. “Akiller”, yarısı Öcalan’ın önerdiği, 63 kişiden oluşmuştu. Bunların en az 50’si teröristbaşının fikirlerine yakın kişilerdi. Bunların istediği “yeni Anayasa maddelerinin” maksadı ülkemizde Barzani Devletine benzer bir Apo devleti kurmaya zemin hazırlamak içindi.

Türk Milleti bu insanları sevmedi. “Akiller komisyonu” başarısız oldu.

Bu defa yeni süreçte halkı ikna süreci için, işin içine MHP ve Devlet Bahçeli dahil oldu.

Teröristbaşını Türk devleti ile eşit muhatap haline getiren yeni sürecin yeni mimarı artık Devlet Bahçeli.

Bahçeli 2013 yılında “Akil İnsanlar Heyeti” için “reziller heyeti” diyordu. Bugün Meclis’te kurulmasını istediği böyle bir komisyona zemin hazırlıyor. Bahçeli 100 kişilik, DEM Partililer 35-40 kişilik bir komisyon istiyor. Bu komisyon adeta paralel bir Meclis gibi çalışacak.

Bu komisyonun gerçek amacı, PKK ile müzakereye zemin hazırlamak. Devleti terör örgütlüyle masaya oturtmak.

Teröristbaşı Öcalan’ın mahkumiyetinin sona ermesi, siyasi bir aktör haline gelmesi Türk Milletine kabul ettirilemiyor. Yeni komisyonun da halkımızı ikna etmeye yetmeyeceğini iktidar iyi biliyor. Bu yüzden TBMM’de 400 oyu temin etmek, komisyona dahil olan partilere de sorumluluğu ortak etmek için böyle bir komisyon kurulması tercih ediliyor. Zaten her şekilde Cumhur İttifakı milletvekili sayısı fazla olduğu için bu komisyonda iktidarın istemediği bir karar alınamayacak.

********************************

Komisyondan Beklenenler

Abdullah Öcalan’ın, İmralı’da “sivil çözüm komisyonu” önerdiği ve bu önerinin iktidar çevrelerinde sıcak karşılandığı söyleniyor. Yani Devlet Bahçeli’nin “komisyon kurulsun” teklifi aslında teröristbaşından gelen teklifin benzeri.

Komisyonun içinde muhalefet partilerinin yer alması ise iktidarın sorumluluğu dağıtma taktiğinin de bir parçası. Yani süreç başarısız olursa veya terör yeniden tırmanırsa, iktidar “biz bu yola muhalefetle birlikte çıktık” diyerek sorumluluktan sıyrılacak.

Bu nedenle Müsavat Dervişoğlu’nun muhalefete çağrısı net: “Komisyon tiyatrosuna figüran olmayın! Bu zehirli aşının ambalajına aldanmayın!”

Komisyon kurulmasının bir başka amacı da seçim hesapları. Yani DEM tabanından oy kazanmak, DEM milletvekillerinin desteği ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi için Erdoğan’ın yolunu açmak.

****

İlk çözüm sürecinde Bahçeli, çözüm sürecini “Türkiye’nin parçalanma projesi” olarak niteliyordu. Bugün ise çözüm sürecine benzer yöntemlere, rıza göstermekten öte, öncülük ediyor.

Türk milliyetçileri şaşkınlık ve acıyla olanları izlerken bir kısmı da “Devlet aklı, devlet projesi bu, bir bildikleri olmalı” tesellisi içinde kendilerini avutuyorlar.

Sözde “milli mutabakat” görüntüsü vermek uğruna, muhalefeti süreçte yedeklemek isteyen bu plan, devletin kurumsal itibarını da milli egemenliği de zedeleyecek.

********************************

Susarsa, Tarih Ve Millet Muhalefeti De Affetmez

İYİ Parti dışında Meclis’te temsil edilen hiçbir muhalefet partisi şu ana kadar komisyon kurulması teklifine açıkça karşı çıkmadı. Oysa susmak, rıza göstermek demektir. Şayet bu komisyon kurulursa ve muhalefet partileri buna üye verirse, tarih önünde büyük bir vebal altına gireceklerdir.

Çünkü bu komisyon terör örgütünün taleplerini karşılayan “yeni çözüm sürecinin” propaganda aracı olarak kullanılacaktır. TBMM’nin bu işe alet edilmesi, terörle mücadele politikalarının istikametini değiştirir. Hukukun yerine pazarlığın geçtiği her süreç, Türkiye’ye kayıp getirmiştir. Nitekim 2013 çözüm süreci sonrası hendek savaşları ve yüzlerce şehidin acısı hâlâ tazedir.

****

Meclisteki diğer muhalefet partilerinin gevşek tutumu endişe vericidir. Özellikle CHP çok net bir duruş sergilemeli, bu komisyona üye vermeyeceğini açıklamalıdır.

İYİ Parti Lideri Müsavat Dervişoğlu’nun iktidara önerisi nettir: “Milletin iradesine başvurun! Eğer çözümden eminseniz, referandumla halka sorun.”

Türkiye’de Türkler ve Kürtler arasında bir savaş yoktur. Devlet terör örgütü ile mücadele etmektedir. PKK terör örgütü de Kürtlerin temsilcisi değildir. Kürt vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu ayrılıkçı değildir.

“Terörsüz Türkiye” bir slogandan ibaret kalmamalı. Ancak bu hedefe ulaşmanın yolu, terörle mücadeleyi sulandırmak ya da PKK’ya siyasi zemin kazandırmak olmamalıdır. Terörü bitirmek teröristlere istediğini vererek değil, mücadele ederek mümkün olabilir.

TBMM, terörle pazarlık masası değil, milletin temsil gücüdür. TBMM’nin karşısına eşit şartlarda terör örgütü ve liderini muhatap kılmak, Türk Milletinin düşebileceği en zelil durumdur.

********************************

Meclisteki Muhalefetin Tavrı

İYİ Parti Grup Toplantısında konuşan Müsavat Dervişoğlu’nun şu mesajlarını çok değerli ve önemli buldum:

“Terörsüz Türkiye Komisyonu, devletle terör örgütünü aynı statüye koyar. PKK’ya meşruiyet kazandırma sürecinin yeni versiyonudur!”

“Bu zehirli aşının ambalajına aldanmayın. Millete rağmen barış olmaz!”

“Sürece meşruiyet kazandırmak için muhalefeti yedeklemek istiyorlar.”

İktidar bir görevlendirilmişlik hali içinde. Muhalefetten gelen her söze kulakları tıkalı. Bu yüzden muhalefetin birlik içinde hareket etmesi çok önemli.

Muhalefet bu oyunu boşa çıkarmalıdır. Aksi halde milletimiz ve tarih, bu sessizliğe de bu rızaya da hesap soracaktır. CHP de iktidar olma hayallerine veda etmek zorunda kalacaktır.

********************************

Bu Komisyon Akil İnsanlardan Daha Tehlikeli

Birinci Çözüm Sürecindeki Akil İnsanlar sivil nitelikliydi, resmi karar organı değildi. Geçici ve danışma organı niteliğinde idi. Siyasi partiler sorumluluk üstlenmemişlerdi.

“Terörsüz Türkiye Komisyonu” TBMM çatısı altında kurulacak, yasal ve siyasi meşruiyet taşıyacak. “Devlet projesi” gibi sunulup milli mutabakat algısı yaratılacak. Bu komisyona üye olan partiler, sorumluluğu doğrudan üstlenmiş olacak.

Terörsüz Türkiye Komisyonu “akil insanlardan” daha tehlikelidir. Çünkü, Devleti ve TBMM’yi araç olarak kullanıyor. Muhalefeti sürece dahil ederek milleti aldatma riski taşıyor. TBMM bünyesindeki bu komisyon, devleti bir müzakere tarafı gibi konumlandırabilir. Bu da PKK’nın meşruiyet kazanmasına hizmet edecektir.

Oturup Bugün Bu Yazıyı Yazdım Desem de İnanmayın!

“Değişmeyen tek şey değişimdir kuralını yıkan tek istisna Türklerin ve Türkiye’nin değişmeyen durumudur…”

“Yeni Anayasa, Üçüncü Dünya Savaşı, sığınmacı istilası ve ağır ekonomik krizin getirdiği kalıcı yoksulluk fakirlik gibi konuların çözümsüzlüğü içinde barındıran tarihi süreç kapsamında değerlendirilmesi daha doğru olur! Dünü anlamadan bugünü hiç anlayamayız!”

1876 ile 1909 yılları arasında padişahlık koltuğunda oturan 2. Abdülhamit döneminde Türk Milletinin ve Türk devletinin karşı karşıya olduğu sorunların bazılarına bakarsak şunları görürüz;

Makedonya meselesi, Girit meselesi, Batı Rumeli meselesi, Arnavutluk meselesi, Bosna Hersek meselesi, Sancak Yeni Pazar’ın meselesi, Ermenistan meselesi, Yemen meselesi, Trablusgarp (Libya) meselesi, Irak ve Basra Körfezi’nde İngiliz nüfusunun yükselişi ve buna bağlı meseleler, Kerbela ve Necef’te Şi’alık meselesi, Sencar’da Yezidiler meselesi, Dersim meselesi, Siyonizm ve Yahudilerin Filistin’e doluşması meselesi, Suriye’de Fransız nüfusu meselesi, Ege’deki adalar meselesi gibi! Bu listeyi uzatmak ve detaylandırmak mümkün.

Ancak bir şey dikkatinizi çektimi bilmem, sanki aynı sorunlar bugün yine önümüzde durup bizi meşgul ediyor. Bu bir kader mi? Ama kesin olan şu ki; Türk Milleti bunları görememekte ve siyasi tercihlerini, bu sorunları önceliğine koyarak yapamamaktadır.

Bu meselelerin çoğunluğu Türk Milletinin toprak ve can kaybı ile sonuçlanmış ve şimdilik milletçe farkında olmadığımız için rafa kaldırılmıştır. Şimdilik diyorum, çünkü bizim gibi tarihin tozlu sayfalarını karıştırıp duranlar bazı şeylerin unutulmasına engel oluyor ve belki kaybettiklerimiz yeniden milli meseleler haline gelir diye ümitleniyoruz!

Gördüğümüz gibi Makedonya, Girit, Batı Rumeli, Bosna Sancak, Arnavutluk, Yemen, Libya, Irak, Filistin, Suriye ve Ege’deki Türk Adaları kaybedilmiştir. Bu kaybediliş o topraklarda yaşayan yerel halklara karşı olsa gam yemeyeceğim. Bu topraklar, dün emperyalist bugünde küreselci dediğimiz devletlere karşı kaybedilmiş ve o tarihten bu yana bu bölgelerde yaşayan insanlara huzur ve refah bir daha nasip olmamıştır.

Ancak Türk Milletine ve devletine ait olan bu topraklarda, günümüzde yaşananların daha da ağırlaşarak yaşanacağı günlerin geleceği, kuşkusuz kaçınılmaz bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.

Allah bize akıl fikir vermiş ama 100 yılı aşmış sorunların varlığında bir türlü yüzmeyi öğrenememiş insanlar olarak bu sorunların içinde tekrar tekrar boğulup duruyoruz.

2015’te (2025’de de öyle) Ege’deki adalarımıza el koyuyorlar, Suriye ve Irak kan gölü, “Büyük İsrail”i kurmak için can hıraş çalışıyorlar, Ermeni meselesi sürüyor, Dersim hala kaşınıyor, İran Şi’a yayılmacılığını devam ettiriyor, Libya’ya BOP’la yeniden el koydular, ABD başta olmak üzere İngiltere, İsrail ve AB ara hedef olarak Kürdistan diye bir devlet kurmaya çabalıyor ve Makedonya’dan (şimdi de Gazze’den) Müslümanlar temizlenmek isteniyor.

Burada sizlere bir hatırlatma yapmak isterim. Yüzyıl yıl önce Makedonya’nın kaybı ile devletin toprak bütünlüğünü bulduğuna inanan ve bu yüzden felaketi bir nimet olarak sunanların vede bundan mutluluk duyanların varlığı, günümüzde de ülkemizin doğu ve güneydoğusu açısından aramızda aynen varlığını sürdürmektedir. Bu ne yaman bir çelişki ve tarihi yanılgıdır, anlamadım bir türlü!

Suriye’de meydana gelen olaylar, Türkiye sınırında ABD ve müttefikleri eli ile PYD-PKK’ya ait özerk bir bölge yaratılması, ülkemize Suriyeli mülteci akınları bana bunları düşündürttü. Size ne düşündürtüyor bilemem. Belki de hiçbir şey… Öyle ya siz siyasi tercihinizi bunların farkında olmadan yaptınız ve sorumluluğu üzerinizden attınız. Gerisi artık siyasetçilere kalmış öylemi? Ya da Makedonya örneğinde olduğu gibi verelim topraklarımız gitsin. Böylece sıkıntıdan kurtuluruz. Yok arkadaş toprak vererek öyle kolay kurtulamazsın. Bak yüzyılı geçmiş ama gerçekler peşini bırakmadan arkandan seni kovalıyor. Bir gün bu gerçeklerle yüzleşeceksin, hem de o gün çok yakın!..

Ruhumuz Gıdasız Kalmasın

Ülkemiz çok kısır tartışmaların gürültüsü içinde. Ekonomik sıkıntılar, adalet arayışları, güncel haberler, siyasi çalkantılar, sosyal medyanın tedirgin eden akışı… Bizi hayatın özünden, yaşamanın tadından uzaklaştırıyorlar.

Hayatın gürültüsü, gündemin kaosu, ekranlardan üzerimize boca edilen olumsuz haberler, insanın iç dünyasını köreltmeye başlıyor zamanla. Gündelik hayat, bir koşuşturma ve kaygılar zinciri hâline gelince; insan, ruhunu beslemeyi unutabiliyor.

Oysa bizi insan yapan, sadece biyolojik varlığımız değil; ruhumuzu besleyen ve yücelten değerlerdir.

Bu yüzden, bugün ruhumuzu beslememize engel olan savaşlar, ekonomik sorunlar, adalet mekanizmasına güvensizlik, gençlerin işsizliği ve eğitimsizliği gibi güncel olaylar hakkında yazmak içimden gelmedi.

Güncel politik gerilimlerin dışına çıkarak, insanın iç dünyasını, huzur ve mutluluğunu merkeze alan, sanat, müzik, seyahat ve kültürel faaliyetlerin ruhumuza katkılarını hatırlatmak istiyorum. Hem kendime ve hem de siz okurlarıma…

Bu yazı çölleşmekte olan ruhlarımıza bir can suyu hatırlatması olsun istiyorum.

****************************************

Müzik Zevki

Sanat, müzik, seyahat ve kültürel faaliyetler insanın iç dünyasını zenginleştiren, onu kendiyle barıştıran eşsiz araçlardır. Ama bazen hayatın gürültüsü ve koşuşturmacası bazen de ekonomik sıkıntılar yüzünden bu araçlardan yararlanamıyoruz. Aslında açamadığımız pencerenin hemen dışında kalmış cennetin anahtarıdır bunlar.

Hayatım boyunca yaptığım en değerli işlerden biri “müzik zevki edinebilmek ve belli sayıda şarkıyı söyleyebiliyor olmaktır” diye düşünüyorum.

Amatör bir koro üyesi olarak ilgilenmeye başladığım müzik (musiki) üniversitede öğrencilik yıllarımda hayatıma girdi.

Kubbealtı Musiki Cemiyeti ve İstanbul Üniversitesi Korosunda çalıştığım öğrencilik dönemi (anarşi ve terör olayları sebebiyle) çok netameli yıllardı. “Müzik çalışmaları bu atmosferi dışarıda bıraktığımız, temiz hava soluyabildiğimiz bir vaha gibiydi.”

Kubbealtı Musiki Cemiyeti’nde Tanburi Kemal Batanay ile Yusuf Ömürlü, İstanbul Üniversitesi Korosu’nda Süheyla Atmışdört, Ender Ergün gibi ustalar… Hemen her konserine gittiğimiz Dr. Nevzat Atlığ yönetimindeki Devlet Korosu…  Hepsi iç zenginliğime katkı verdi.

Profesyonel müzisyen olmayı hedeflemedim. Ama iç dünyamda müziği bir dost, bir yoldaş, bir sırdaş olarak sakladım.

TÜPRAŞ Korosu’nun kurulmasıyla bu sevdam tekrar canlandı. Şefimiz Coşkun Açıkgöz “çok özel bir şef ve özel bir insan” olarak müzik zevkime derinlik kattı. Aynı koroyu bir yıl çalıştıran “Türkiye’nin en iyi kadın solistlerinden” Çiğdem Yarkın’ı tanımak da bir ayrıcalıktı. Coşkun Açıkgöz ile koro çalışmalarımız on iki yılı aşkın süreden sonra sona erdi. Arkada müthiş güzel dostluklar, keyifli anılar, konserler ve gelişen bir musiki zevki kaldı.

Şimdi her okunan şarkıdan zevk almayan ve fakat usulünce ve erbabınca okunan şarkılardan doyumsuz lezzetler ve deruni hazlar hisseden bir müziksever durumundayım.

****************************************

Şarkılar Söyleyelim

Bu başlığı görünce “şarkı söyleyecek halimiz mi var?” diyenler olacaktır. Ya da enerji, vergi ve kamu hizmetlerine yapılan zamları durdurmak için “halk çalıp oynamaya başladı” mesajı vermek istiyorsun” diye düşünebilirsiniz. “Yazım tamamen siyaset dışıdır” diyerek devam edelim.

Kubbealtı Cemiyetinde, Hocam, büyük bestekar ve Tanburi Kemal Batanay “Beste havaya düğüm atmak gibidir” derdi.

Şimdi yaşadığım bunca yıldan sonra anlıyorum ki; “O düğümler, hayatımızı zindana çeviren, bizi boğacak gibi olan sıkıntıların düğümlerini çözen panzehirlerdir.”

Hayatın içinde sıkıştığımızda bir nihavent şarkı, bir hicaz taksim, bir ilahi ya da bir türkü; duygularımızı harekete geçiren, bizi tekrar soluklandıran kapılar olmaktadır.

Bilinen insanlık tarihine göre, en az 40 bin yıldır müzikle beraberiz.  İbni Sina ‘Tedavinin en iyi yollarından biri hastaya en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir’ der.

Müziğin başka yönleri de var. Daha önce de yazmıştım: “Şarkılar bizi söyler. Kültürümüzü, dünya görüşümüzü, hayata bakışımızı nesilden nesile aktarırlar.” Yani bir milletin değerlerini, duygu ve düşüncelerini geçmişten geleceğe taşıyan en etkili araçtır, müzik.

Sevgili dostlar… Hayat kısa ve telaşlı… Ama bir şarkı, bir nağme, bir melodi ve bir dost sesi… İnsana bazen öyle bir huzur verir ki, bütün karmaşa bir anda uzaklaşır.

Bu yüzden bırakın hayatın gürültüsünü. Kısa bir ara verin koşuşturmacaya.  Ve endişelerin üstüne bir şal örtün…

Gelin bir şarkı, türkü söyleyin, bir melodi mırıldanın… Veya sevdiğiniz hangi müzik türüyse ondan bir eser dinleyin. Bir konsere gidin. Mümkünse bir seyahate gidin, farklı kültürlerle tanışın… Ama unutmayın zihniniz de tatil yapsın.

Müzik, sanat, seyahat, kitap okumak gibi etkinlikler bizi insanca yaşatır. Dahası, bunlar insanı eğitir. Onu, sadece bilgili değil; zarif, anlayışlı, incelikli biri hâline getirir.

***********************************

Seyahat Et Huzur Bul

Müzik gibi, seyahat de ruhu arındıran bir başka yoldur. Kur’an (En’am Suresi 11. ayet) “Yeryüzünde dolaşın da bakın” diyor.

Seyahat yalnızca bir coğrafyayı görmek değil, kendi içimizde yeni pencereler açmaktır. Çünkü huzur dışarıda değil içeride, içimizde…

“Aynı pencereden bakmaktan yorulan zihnin başka manzaralarla buluşmaya ihtiyacı vardır.”

İnsan, tanımadığı bir diyara vardığında, sadece manzarayı değil; önyargılarını da geride bırakır.

Özbekistan’da içilen bir çay, Macaristan’daki dinlenen bir halk ezgisi, Anadolu’nun bir köy camisindeki hat yazısı… İspanya’da bir halk dansı… Kosova’da bir dergahta izlenen zikir… Bir ülkedeki muhteşem şehircilik, bir başka ülkedeki düzensiz ve karmaşa halindeki şehirler görmek… Bunların her biri, insanın ruhuna işler.

Farklı yörelerimizde insanlarımızın ruhundaki temel hasletleri, yöresel küçük farkların kazandırdığı kültürel zenginlikleri fark etmemize yol açar.

Farklı ülkeleri gezdiğimizde dünyanın bizden ibaret olmadığını, bazı toplumların kıt imkanlarla zenginlik ve refah üretebildiğini, bazılarının kendilerine bahşedilmiş doğal zenginlikleri hovardaca israf ettiğini görmemize imkan sağlar.

Yolculuk, aynı zamanda bir okuldur. Her yeni şehirde, her yeni kültürde kendi küçüklüğümüzü, kâinatın büyüklüğünü yeniden fark ederiz. İçimize yaptığımız yolculukla da kibirden uzaklaşır, tevazuyla tanışıklığımız gelişir.

Mevlana’yı Anlamak-1

“Gel, ne olursan ol, gel! İster putperest, ister ateşe tapar, ister bin kere tövbeni bozmuş ol.

Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil. Gel, ne olursan ol, gel!” Mevlana

Asıl adı Muhammed Celâleddin olan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, 30 Eylül 1207 yılında, Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Âlimler Sultanı) unvanına sahip olan Muhammed Bahâeddin Veled, annesi Mümine Hatun’dur.

Mevlâna ve ailesi, hac ibadeti için Mekke’ye gider. Hac dönüşü Şam’da Muhyiddin İbn-i Arabî ile görüşürler. İbn-i Arabî, babasının ardından yürüyen Mevlâna’ya bakarak; “Sübhanallah! Bir okyanus bir denizin arkasından gidiyor” der.

Sultânü’l-Ulemâ ve ailesi Şam’dan sonra Halep üzerinden Anadolu topraklarına girip Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde yoluyla 1222 yılında Lârende’ye (Karaman) gelip yerleşirler. Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’ın ısrarlı daveti ile, Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’ya göç ederler (3 Mayıs 1228).

Babasının vefatından sonra, O’nun yerine geçen Mevlâna, uzun yıllar dersler ve vaazlar verir. Bu ders ve sohbetlere zaman zaman farklı din mensupları da iştirak etmişlerdir.

Mevlâna, 15 Kasım 1244 tarihinde, Şems-i Tebriz’i ile karşılaşır. İki engin insan arasındaki bu tanışma ile tesis edilen büyük dostluk ve yakınlık fazla sürmemiştir.

Herkesin birbirini anlamasını ve birbirine hoşgörü ile bakmasını, engin anlayışının temeli sayan ve kendisinin hayat görüşünün de Kur’an-ı Kerîm ile Hazreti Muhammed Aleyhi selamın çizgisi üzere olduğunu sık sık vurgulayan Mevlâna, 17 Aralık 1273 Pazar günü, 66 yaşında Konya’da vefat eder.

Mevlâna, vefat gününü, en büyük sevgili olarak bildiği Allah’a kavuşma anı olarak belirttiği için, o gece “Şeb-i Arûs” yani “Düğün Gecesi” olarak kabul eder.

Mevlâna’nın Mesnevî’sinin dışında Divan-ı Kebir, Mektubât, Fihi Mâ Fih ve Mecâlis-i Seb’a eserleri de dünyanın dört bir yanında ilgi ile takip edilmektedir. Mevlâna, eserlerini zamanın edebiyat dili olan Farsça ile kaleme almasının yanında, Arapça ile birlikte az da olsa Türkçe ve Rumca beyit ve ifadelere de yer vermiştir.

Mevlâna eserlerinde, aynı ana fikir ve bakış açısının “ilâhî aşkın ve vecdin” yer aldığı din, tasavvuf ve sosyal hayat başta olmak üzere, her konuda bilginin ve bilgi sahibi olmanın önemine her vesileyle işaret etmektedir.

Dünyanın dört bir yanında Hazret-i Mevlâna’ya ve eserlerine duyulan ilgi her geçen gün artmaktadır. Eserleri, başta Türkçe olmak üzere yirmiye yakın dile çevrilmiştir.

Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla “İkişer, ikişerlik” demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.

 Mesnevî her ne kadar klâsik doğu edebiyatının bir şiir tarzı ise de, “Mesnevî” denildiği zaman akla Mevlâna’nın Mesnevî’si gelir.

Dinle Neyden” diye başlayan Mesnevî’nin ilk 18 beytini bizzat Mevlâna’nın kendisi kaleme almıştır. Kalan bölümlerini O söylemiş, Hüsameddin Çelebi ve kâtipleri tarafından 10 yıla yaklaşan bir sürede “Fâ ilâ tün Fâ ilâ tün –Fâ i lün’ vezni ile” yazılmıştır.

Bu şekilde VI cilt haline gelen Mesnevî, halen Mevlâna Müzesi’nde teşhir edilmektedir. 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618’dir.

Tasavvuf sahasında en çok okunan ve kendisine en fazla şerh yazılan eserlerin başında gelen Mesnevî hakkında Mevlâna der ki: “Bizim Mesnevîmiz vahdet (birlik) dükkânıdır; (onda) “bir”den başka ne görürsen, bil ki o puttur.”

Sadece Batı ve Rus klasiklerinin yazarları değil, bütün dünya klasiklerinin yazarları, Mevlana’nın seviyesine erişememiştir. Mesnevi’yi baştan sona tarafsız gözle ve dikkatle okuyan kişi, Mevlana’nın büyüklüğünü, takvasını, yüce ahlakını görür, anlar ve ona saygı duyar.

“Mevlana, Mesnevi’nin ikinci kitabının 42. beytinde şöyle der: “Ey güneş, sen dünyanın alt tarafını aydınlatmak için bu gül bahçesini terk edip gidiyorsun.”

 Dünyanın düz değil de yuvarlak olduğunu apaçık gözler önüne seren bu sözler, Kopernik’ ten 300 yıl önce söylenmiştir.

Yine Mesnevi’nin, üçüncü kitabın 26. beytinde de şöyle der: “Hepsinin de ağzı açık olan varlık zerreciklerini seyrediyorum; onların ne yediklerinden bahsedecek olsam, bu söz uzar gider.”

 Hazreti Mevlana’nın burada mikroplardan söz ettiği apaçık ortadadır. Özellikle mikropları, yemek için ağızları açık zerrecikler diye tarif etmesi, tamamıyla mikropların durumuna uygundur.

 Fakat Mevlana o dönemde, yani 13. yüzyılda, ‘Mikroplar var.’ diyemez ve insanlara bunu kabul ettiremezdi. Çünkü Hazreti Mevlana’dan 6 asır sonra gelen Pastör’ün 19. yüzyılda, “Gözle görünmez birtakım yaratıklar var ki, insanı yiyor, hastalıkların ve ölümlerin sebebi oluyorlar.” Demesine, kendi döneminin hekimleri bile inanmamıştı.

Batı’nın büyük filozoflarından Hegel Mesnevi’yi okuyunca; “Mükemmel Celaleddin-i Rumi” diye haykırmıştır.

“Fransa’nın en üst bilim merkezi olan Centre national de la recherche scientifique’te (CNRS) çalışmış olan, ‘İslam’ın Güleryüzü’ kitabının yazarı Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch, Mevlana sayesinde Müslüman olmuş ve Havva adını almıştır.

Pakistan’ın milli şairi ve dünya çapında düşünürü Muhammed İkbal, ilhamını Mevlana’dan aldığını söyler. Ona saygısı öylesine büyüktür ki, ülkesinden Avrupa’ya ve Batı’dan memleketine dönerken, pilota veya yardımcısına önceden sorup, Konya üzerinden geçecekleri sırada, kendisini haberdar etmelerini rica edermiş. Konya’ya yaklaşıldığı haberini alınca da hemen ayağa kalkıp, şehrin üzerinden uzaklaşıncaya kadar saygılı şekilde durarak Mevlana’ya hürmetini gösterirmiş.

Kendisini “Mevlana aşığı” olarak tanıtan İranlı sanatçı ve gezgin Kaveh Afraie, Hazreti Mevlana’nın öğretilerinin tüm zamanların ötesinde, çok derin ve evrensel olduğunu ifade ederek, “Bütün dünyanın Mevlana’yı bilmesini isterdim. Sebebini kelimelerle açıklamak çok zor, kalbimin derinliklerinde böyle hissediyorum.”

“Bundan önce birçok ülke gezdim, Budizm, Hinduizm gibi birbirinden farklı dinleri gördüm, birçok kültür tanıdım. Hepsi birbirine çok benziyordu. Şuna inanıyorum ki bütün insanların kalbindeki tek şey aynı; o da ‘sevmek’ duygusu. Mevlana’nın bütün şiirlerinde bulduğum ortak şey, gerçek sevginin ‘kul ile Allah arasındaki sevgi’ olduğuydu.” Değerlenmesinde bulunmaktadır.

Mevlana’nın sufizmde önemli yere sahip bir önder olduğunu aktaran Hassan, “Sufizm barış ve huzur üzerine kurulmuştur. Pakistan’da birçok sufi yaşamış ve sufi Mevlevihaneleri var. Ancak Mevlana hepsinin başında geliyor.” Demektedir.

Mevlânâ, kâmil manada âlim, sûfî ve derin şair bir şahsiyettir. “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım …” beytiyle bunu dile getirmiştir.

 “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” diyerek, insanlığı kucakladığını belirtmiştir.

Sevgiyle kalın…

Düşün Damlaları  (4)

Göz görmüyor, gözden bakan görüyor.

Pencerenin görmediği, pencereden bakanın gördüğü gibi.

Kulak duymuyor, kulağı kullanan duyuyor.

Kolum yapıyor, denmiyor. Ben yapıyorum, deniyor.

Gözüm görüyor, denmiyor. Ben görüyorum, deniyor.

İşte o gören, o duyan, o yapan ve o eden:

“Ben.” diyen; ruh’tan başkası değil.

Ruh’un ise, mahiyeti meçhûl / bilinmiyor!

Mahiyetine / içyüzüne yol yok!

Fakat, mahiyetini bilmemek; varlığını inkâr etmeyi gerektirmiyor.

Mikroskop bulunmasaydı; görünmediği için, mikrop inkâr edilecekti!

Aslında, görülmeyenler; görülenlerden daha çok!

İşitilmeyenler; işitilenlerden çok daha fazla!

Zaten herşeyi görse, belki de insan şok olup, şaşkınlık geçirecekti!

Herşeyi işitse, belki de, çıldırır hâle gelecekti!

x

Madem ki, bedende iş gören ruh’tur.

Öyle ise: “Ruh, bedenin neresinde bulunuyor?”

Sorusu bir diyaloğu hatırlattı:

Biri konuşuyordu:

“Allah ne yerde, ne göktedir. Mekândan münezzehtir. Mekâna ihtiyacı yoktur.

Fakat her yerde hâzır ve nâzırdır.”

Diğeri dayanamadı! Bilgiç bilgiç: “Canım şuna ‘Yok!’ desene!” demez mi?

Arkadaşı ciddîleşerek: “Şüphesiz senin de herkes gibi, ruhun var.

Peki söyler misin, rûhun vücudun neresinde? Hangi uzvunda yer alıyor?

Tabii ki ruhun vücudun her yerinde, aynı anda bulunuyor;

Fakat sadece şuradadır diyebilir misin?

Zira ruh; vücudun hem her yerinde, hem de hiçbir tarafında!

 Ama vücudun her yerinde hâzır ve nâzır.

 Fakat bedeninde olmaktan münezzeh!

 Sadece bir yere ait olmaktan uzak.

 Bu durumda ruhun olmadığını söyleyebilir misin? Tabii ki hayır. 

 Meselâ kolun kopsa, ruhunda bir kopma, bir eksilme olabilir mi?

 Elbette olamaz. Çünkü ruh bedene değil, beden ruha bağlı.

 Ruh bedensiz de olabilir, ama beden ruhsuz olamaz.

 Nitekim ruh; bedene ihtiyaç duymadan neler yapmıyor ki…

 Meselâ, rüyâda ne gitmediği yer kalıyor, ne de yapmadığı şey…

 Şüphesiz ruh -hâşâ- Allah değil. Ama Allah’tan.

 Zaten bunun içindir ki, denilmiş:

 ‘Ancak, nefsini / kendini bilen Rabbini bilir.’

 Çünkü Allah; kendinde olandan, bir nebzecik de olsa, insana bahşetmiş.

 Evet insan; Allah değil ama Allah’tan.

 İnsanı tanıyan Allah’ı, Allah’ı tanıyan insanı tanımış olur.

 ‘Levlâke’ sırrını hatırlayalım.

 İşte Hz. Allah da, her an, mekândan münezzeh bir şekilde, kâinatın her yerinde.

 Çünkü mekândan münezzeh; mekâna muhtaç ve mekâna bağlı değil.

 Tıpkı güneşin dünyanın her yerinde olduğu, fakat hiçbir yerine bağımlı bulunmadığı gibi.

 Bedenle ruh nasıl bir uyum içinde ise, Kâinat ile Allah da, benzer bir uyum içinde.”

Kim Bu Seçmen?

Peş peşe anketler geliyor. Tekrarlanan bir sonuç var: Ak Parti, tekrar birinci parti konumuna gelmiş. Gerçi bütün anketlerde değil ama son gelen üçünde öyle. Anket şirketleri şöyledir, böyledir; şöyle aldatırlar, böyle kıvırırlar… Böyle lafların bendeki yeri diğer komplo teorilerinin yanıdır. Çünkü anket şirketleri doğru sonuçları sayesinde para ve itibar kazanır. Hiçbirinin de kendi ayağına ateş edeceğini sanmıyorum. Ancak güvenilirlik yüzdeleri, hata sınırları, onların da ötesinde doğru anket tekniklerinin uygulanma derecesi var. Alıştığımız birkaç bin denekli anketlerde hata sınırı artı veya eksi 2,5 civarında. Bunu mesela yüzde 1 yapmak için denek sayısını bir on kat falan arttırmak gerekiyor.

“Kurucu Lider” puanları götürmüş

Üç anket şirketinin bulgularını nakledeceğim. Biri bildiğiniz Metropol. Ruşen Çakır’ın Medyaskop’unda Burak Bilgehan Özpek bu şirketin son anketini değerlendiriyordu. Sonuç, dediğim gibi. Birinci parti AKP, ikinci parti CHP. Yer değiştirmişler. Bu yer değişikliğinin en önemli sebebi de MHP’den AKP’ye kayan oylar. Özpek’in değerlendirmesine göre MHP oylarının beşte biri, “kurucu lider” biçimindeki söylemlerden duyduğu rahatsızlıkla göç etmiş. Programı şu bağlantıda bulabilirsiniz.

Benzer sonuca varan bir başka anketçi, Gezici. Can Ataklı, haberi veriyor O sebep söylemiyor ama AKP ile CHP’nin yer değiştirmesinin önemini belirtiyor.

Üçüncüsü, kurucularını ve yöneticilerini tanıdığım ve bilgilerine, dürüstlüklerine ve ciddiyetlerine tereddütsüz güvendiğim kâr gayesi gütmeyen bir kurum: Toplum Araştırmaları Enstitüsü. Onların anketleri halka açık. Özlem Gürses, Enstitü’nün Siyaset Programı Direktörü Hüseyin Raşit Yılmaz’la anketi değerlendirmiş.

Seçmenin dünya görüşü

Toplum Araştırmaları Enstitüsü, Türkiye Seçmen Eğilimleri Araştırması adlı anketinde diğerlerinde pek rastlanmayan bilgiler de veriyor. Bunlardan biri, deneklerin dünya görüşü. 11 ve 12 Haziran’da konuşulan 1532 kişiye dünya görüşleri sorulmuş. Alınan cevaplar arasında Atatürkçü: %36,0; Milliyetçi: %15,9. Bunlara bir de kendine “Ülkücü” diyenleri eklerseniz toplam %58’i buluyoruz. Bu üç kategorinin içeriği, takdir edersiniz ki birbirinden çok farklı değildir. Dolayısıyla Türkiye’de siyaset yapacaklar bu çoğunluğu hesaba katmak zorundadır.

Diğer tercihler, İslamcı (%10,9), Muhafazakâr (%7,1), Sosyalist (%2,1), Sosyal Demokrat (%4,5), Ülkücü (%6,1), Demokrat (%2,8 ) ve bu kategorilerin dışında cevaplar verenler %3,6. Toplayıp 100 etmediğini gören okuyucularıma, %10,5’un bu soruyu cevapsız bıraktığını söyleyeyim.

Toplum Araştırmaları Enstitüsü’den Yağmur Uzunırmak, İmamoğlu protestoları sırasında protestocuların arasına girerek benzer bir anket yapmıştı. “Kim bu gençler?” başlığıyla yayımladılar. Yukarıda adresini verdiğim sitelerinde bulabilirsiniz. O ankette, toplumumuzun daha genç ve daha muhalif bir kesitinin dünya görüşlerini yakalamayı başardılar. Ankara’da Kızılay’daki protestocuların yüzde yetmişi 18-24 yaş aralığındaydı.  Plastik mermiler, tazyikli su ve biber gazı eşliğinde yapılan ankette yine de 208 eylemciye erişilebilmişti. Hata sınırı muhakkak ki barış şartlarında yapılan anketlerinkinden daha geniştir. Ancak birkaç puan aşağı veya yukarı kaymakla değişmeyecek sonuçlar var. Bu ankette, Atatürkçü + milliyetçi + ülkücü oranı %74,9’a çıkıyor.

Atatürkçü-Milliyetçi-Ülkücü

Anketten aldığım şu yorum da kayda değer: “Protestocuları eylemlere katılmaya motive eden en önemli iki unsur sorulduğunda ‘gelecek kaygısı’ %60,6 ile en çok tercih edilen seçenek olmuştur. Bunu %52,9 ile ‘hükümetin anti-demokratik uygulamaları’ seçeneği takip etmiştir. %31,7 ile ‘mevcut siyasi sistemin taleplerime cevap vermemesi’ en çok tercih edilen üçüncü seçenek olmuştur. İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan protestolarda ‘Ekrem İmamoğlu’nun şahsında muhalefete yönelik tutum’ seçeneğini katılımcıların yalnızca %11,1’i işaretlemiştir.”

Öyle anlaşılıyor ki gençler şahıslardan çok ilkeler için harekete geçmiş.

Türkiye Seçmen Eğilimleri Araştırması’nı bitiremedim ama yerim bitti. Her anketin olmazsa olmazı, “Cumhurbaşkanlığı için kime oy verirsiniz?” ve benim en merak ettiğim, partiler içindeki dünya görüşü dağılımı. Daha sonra ele alacağım.

Muhalefet de iktidar da kendilerini Atatürkçü, milliyetçi ve ülkücü diye adlandıran seçmen bloğuna dikkat etmeli. Ezici çoğunluk onlarda; belki daha önemlisi, gençlik de onlarda.

______

Değerli diplomatımız Büyükelçi Kemal Gür Beyefendi’nin vefat haberi geldi. Onun Gümülcine Başkonsolosluğu hatıralarını 26 Temmuz 2024 tarihli köşemde, Muhammed Murat Arslan’ın Zor Zamanlarda Diplomat Olmak kitabından nakletmiştim. Allah rahmet eylesin. Genç diplomatlarımıza kutup yıldızı olsun, daha niceleri gibi.