13.6 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 26

(Bir Müzik Dehası ve İstanbul Efendisi Kilisli Prof. Dr. ALAEDDİN YAVAŞCA

Oğuz Çetinoğlu sordu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli cevapladı

(Birinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Kilislisiniz ve Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca ile komşuluk yaptınız. O günlerden hatırladıklarınızı okuyucularımıza nakleder misiniz? 

Mehmet Cemal Çiftçigüzelİ: Elbette. Kilis’in 1950’li yıllarında kentimizin bazı evlerinde ve özellikle kahvelerinde gramafonlar vardı. Zaman zaman bu gramafonların iğnesi taş plaktan daha modern ve yeni plakların üzerine inince yeni bir sesle “Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime” diye bir hicaz şarkı duyulurdu. Dedemi ve babamı bu kıraathanelerden yemek saati eve çağırmaya gittiğimde bu melodi öyle bir yansırdı ki bir müddet sonra bakmışız şarkı hafızamıza yer etmiş. Mırıldanarak söylerdik eve giderken. Sadece ben mi, babamın da en fazla söylediği şarkı idi bu melodi…

Okumaya meraklı talebeler bilirler yine 1950’li yılların sonunda İlhan Engin’in “İstanbul’da Aşk Başkadır” romanı da taşradakilere bir “Dersaadet” mutluluğu verir, İstanbul özlemi doğardı içinizde. Öyle bir örtüşürdü ki o yıllarda moda olan “Boğaziçi şen gönüller yatağı” şarkısı her yaş grubundakilerin yüreğini pır pır ürpertirdi. İstanbul rüyalara girerdi. Çoğu evde olmayan, ancak babamın ve dedemin özel merakıyla evlerimizin baş köşesine yerleşen, üzerinde işlemeli beyaz örtü konularak muhafaza edilen radyomuzdan saat 12.30’daki hem ajans haberlerini ve hem de İstanbul Radyosu’nda iki solist programını dinlemek olmazsa olmazımızdı. Sadece şarkılar dikkatimizi çekerdi ama ailemin hatırlatmasıyla dinlediğimiz şarkıların bestelerini Dr. Alâeddin Yavaşca yaptığını öğrenince daha bir başka heves ve heyecan içine girerdik.

Bu da yetmedi dedem zaman zaman “Bizim Dr. Alâeddin’in şarkısı çalıyor yine radyoda” der demez sevincimiz dışa vururdu. “Bizim Dr. Alâeddin” dediğini önce kendi öz dayım sanırdım. Meğer değilmiş. Tekye Camii’nin kabaltı kapısında evleri olan Dedemlerle, Cumhuriyet Meydanına açılan büyük kapısında da Hacı Cemil Efendi’nin evleri vardı. Komşuluk hukukları ve dostlukları çok fazla idi. Meğer Hacı Cemil Yavaşca’nın oğlunun adı Alâeddin imiş. Şarkıların bestekârı da Alâeddin Yavaşca imiş, dayım değilmiş. Anneannem Vakıfa Hanım anlattı; Dr. Dayım Alâeddin Demircan doğduğunda, Enver Hanım ile Hacı Cemil Beyin de bir çocukları olmuş (1926), ismini “Alâeddin” koymuşlar. Dedemlerin çok hoşuna gitmiş bu isim, aynı yıl ve ayda doğan Tekye Mahallesinin her iki çocuğunun da adı böylece “Alâeddin” olmuş. Her ikisi de Tekye Camii’nin avlusunda oynuyor, büyüyünce Kemaliye İlkokulu’na, sonra Kilis Orta Mektebi’ne gidiyorlar. Aileler gibi çocuklar da özel bir hukuka sâhip oluyorlar böylece.  Ortaokul bitince, Kilis’te Lise olmadığı için dayım İstanbul Kabataş Lisesine, Alâeddin Yavaşca da önce Konya Lisesine, bir hastalık geçirmesi üzerine de İstanbul Erkek Lisesi’ne yatılı giriyor. İki Alâeddin’nin beraberlikleri bununla da kalmıyor her ikisi de İstanbul Tıp Fakültesine girerek mezun oluyorlar. Bu da kâfi gelmiyor iki Alâeddin’den dayım üroloji, Dr. Alâeddin Yavaşca ise kadın doğum ihtisası yapıyor. Dr. Alâeddin Yavaşca İstanbul’da mesleğini icra ederken, Dr. Alâeddin Demircan ise bir müddet sonra Gaziantep Devlet Hastanesi’nde çalışmaya başlıyor. Ancak dostlukları vefat edene kadar devam ediyor.

Kadim şehir Kilis, her zaman tasavvuf, edebiyat ve musiki ile örtüşmüş bir kenttir. Eser sahibi çok ünlü mutasavfıfları vardır. Birkaç isim vermek gerekirse Mantık Âlimi Abdullah Enveri Efendi ve Abdullah Sermest Efendi hemen akla gelen ünlü âlimlerdir. Büyük Türkçü Necip Âsım Yazıksız, Kilisli Muallim Rıfat Bilge, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın babası Avukat Kadri Beyi de hatırlayabiliriz.

Kilis’te o yıllarda her âilede Türk Sanat Müziği enstrümanlarından birini çalabilen en az bir kişi mutlaka vardır. Örnek vermek gerekirse Yavaşcalar önde gelen bir ailedir ve öyledir. Ben daha ilkokulda iken Yavaşcaların evlerinin önünde geçerken koro halinde söylenen şarkılar duyar, ud sesiyle Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanını hatırlar, köşeye çekilir dinlerdim. Kilis’te yan komşumuz Öğretmen Ulusoyların evinden de çoğu zaman meşk sesleri gelirdi. Anne Essüm Hanım, çocukları Nâhit Bey de bu meşklerde ud ve keman çalarlar, şarkıya iştirak ederlerdi. Rahmetli Meliha yengem de ailemizde ud çalan ev hanımlarından biriydi. Kilislilerin müziğe karşı özel bir alâkası vardır. Düğünlerde cümbüş, darbuka eşliğinde gerek gelinle damadın evinin arasında, gerekse damadın yatsı namazı için camiye gidişinde düğün alayı yürürken mevlithanlar kasideler okur, zaman zaman durarak da şarkılar ve türkülerle oynarlardı. Bu oyunlara bazen köçekler de iştirak ederdi. Böylesi bir gelenek hâlâ devam ediyor. Bir başka oluşum da bir zamanlar yine Kilis’te dörtlü fasıl ustaları mevcuttu. Kemanda Osman, Klarnette Kör Hayri, Cümbüşte Aziz ve darbukada Havar adındaki sanatkârlar uzun yıllar faslılar yaptı.

Bugün bile Kilis’te yıllardır devam eden Kilis Musiki Derneği, mimari yapısı bölge taşlarından inşa edilmiş havışlı-avlulu klasik bir Kilis evinde faaliyetine devam etmektedir. Bu önemli sivil toplum kuruluşunda kamu desteği olmadan çok güzel programlar, konserler, etkinlikler yapılmaktadır.

Bu çerçevede Alâeddin Yavaşca eserlerinden oluşan konser de verilmektedir.

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca daha altı yedi yaşında iken bile evlerinin bitişiğindeki Tekye, diğer adıyla Canbolat Paşa Camii’nde okunan ezan ve salâları dikkatle dinliyor. Bu dikkat aileyi sevindirmektedir. Çünkü Hacı Cemil Yavaşca’nın da sesi çok güzeldir, bir şeyler söyleyince kendini dinlettirir. Ayrıca abla ve ağabeyleri dâhil bütün aile ud çalıp, şarkı söyleyebilmekte, kendi aralarında meşk yapabilmektedir. Yavaşca ailesi ayrıca çok zengin bir taş plak koleksiyonuna sâhiptir, arşivleri bulunuyor. Ev müzik ile iç içedir. Hal böyle olunca Kilis Halk Evi’nde de ayrıca hem nota, hem müzik dersleri alır Alâeddin Yavaşca, hem de Zihni Çelikalp’ten keman dersleri.

İstanbul’da okurken lisede Öğretmeni Hakkı Süha Gezgin’den aldığı edebiyat ve müzik dersleriyle iyi beslenir. Hakkı Süha Gezgin’in Beşiktaş Akaretlerdeki evinde meşklere katılır. Tanburi Cemil Bey ve Dr. Tanburi Selahattin Tanur ile de tanışmıştır artık. Sonra meşk meclisine katılan onca maruf insanla da. Daha Tıp Fakültesinde talebe iken de Üniversite korosuna girmiş, koronun solistliğine getirilmiştir. En sonunda İstanbul Radyosu Sanatkârı olmuştur (1950). Hocaları ise Sadettin Kaynak ve Zeki Arif Ataergin’dir. Bundan sonra meşk ile başlayan musiki hayatı koro şefliği, hocalığı, Bestekârlığı ile büyüyerek devam etmiştir. Bunun yanında gerek hekimliği, gerek ressamlığı, gerek güftekârlığı ve gerekse Bestekârlığı yanında ses üstünlüğü ve gırtlak ayrıcalığı da önce çıkmıştır. Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarını kurdu-1976. İki yüzün üzerinde ödül alan Sanatkâr 654 eser besteleniştir. Yurtiçinde ve dışında konserler vermiştir. Son olarak İstanbul Haseki Hastanesi Başhekimi olarak vazife yaptı ve 1990 yılında hekimliği bırakarak kendisini tamamen musiki çalışmalarına verdi. Tedâvi gördüğü hastanede 95 yaşında hayata gözlerini yumdu. (2021) Fatih Camii’ndeki cenâze namazını Ömer Tuğrul İnançer kıldırdı ve Beşiktaş Yahya Efendi Türbesi Haziresine defnedildi.

Saz eserleri, peşrev, saz semaisi, medhal, ara nağmeler, marşlar, edütler ustası, 400’ü TRT repertuvarında 654 eserin bestekârı Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın görüşlerine gelince, bunu Oğuz Çetinoğlu’na yaptığı açıklamalarda detaylarıyla buluyoruz. Buna göre; insanlarımız, toplumumuz, sanatseverlerimiz genel kültüre sâhip olmalıdır. Edebiyat, müzik bilgisi şarttır. Şuurlu olmak daha da önemlidir. Piyasa üslubundan ve lüzumsuz bilgilerden arınmalıdır. Bunlar için bedel ödenmesi gerekirse, ödenmelidir. Türk musikisi ibadet gibi ilahi bir musikidir. Musiki yüksek aşk, yüce duygu, insan ve tabiat sevmek, ufuk ve eğitime endekslidir. Eğitimimiz ise san’at görüşümüze kapalı devam ediyor maalesef. Çözümü ise erbabıyla istişâre etmek, fikir teatisinde bulunmak ve hayata geçirmekle başlar.

Çetinoğlu: Müzikle alâkalısınız. Merhumun ebedî âleme intikalinden sonra geçen 3 yıl zarfında; radyolarda, televizyonlarda ve kültür çevrelerinde Alâeddin Yavaşca’yı anma programları tertip edildi mi? 

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca vefatından sonra program yapıldı mı doğrusu tâkip edemedim. Ancak Kilis’te adının verildiği Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Kültür Merkezi’nde Kilis Musiki Derneği tarafından geçen ilkbaharında (2022) bir konser verildiğini biliyorum. Medya ağı ve özellikle sözlü ve görüntülü medya hızla büyüdüğünden mi nedir tâkip etmek güç oluyor. Ayrıca Türkiye gündemi de siyaset ağırlıklı, sivri ve kirli dilli kısır çekişmelerle dolu olduğundan; sanat, müzik, edebiyat ve medeniyet hareketi konusundaki programlara yeterli yer verilmiyor. Ancak konuya alakalı olanlar medya kupür ve görüntülerini sahasında uzman belli şirketlere abone olarak izleyebiliyorlar.

Böyle bir vefanın ve programın odak noktası esasında İstanbul’dur. Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın hem hekim olarak ve hem sanatkâr, bestekâr olarak hizmeti en fazla, hatta hep İstanbul’a ve Fatih Semtine vermiştir. Dolayısıyla önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi, sonra ikamet ettiği Beşiktaş ve Şişli Belediyeleriyle, mesaisinin tümünü geçirdiği ve günümüzde kültür programlarının önde olduğu Fatih ve Zeytinburnu Belediyelerimize böyle vefa dolu bir anma etkinliği yakışır.

Bir örnek vermem gerekirse 28 Ocak 2023’te yüzlerce yıllık musiki târihimize ait derin birikimi günümüze bağlayan ses “Geceyi Aydınlatan Seda Kâni Karaca” adıyla Fatih Belediyesi çok etkileyici bir program yapmıştı. Programda Kâni Karaca’nın enstrümanlarının, müzik hayatına dair özel eşyalarının, plaklarının, kasetlerin, CD’lerinin, kullandığı cihazların ve aile albümünden fotoğrafların yer aldığı bir sergi açılmıştı. Büyük Usta Kâni Karaca’nın kendi anlattıklarından yola çıkılarak hazırlanan sözlü târih çalışması da kitap olarak bastırılmış ve o gün sanatseverlere dağıtılmıştı. Sunumunu Mehmet Güntekin’in yaptığı Kâni Karaca Konseri de bir özlemle izlenmişti. Meğer böylesi etkinliklere susamışız da henüz fark edebildik. Aynı biçimde böyle bir programı Fatih Belediyemiz neden yapmasın ki? Kâni Karaca ve Alâeddin Yavaşca gibi kıymetlerimizin sayısı maalesef bir elin parmakları kadar bile değil.

Fatih belediyesi Sanatkâr Hüseyin Kıyak’ın hazırlayıp sunduğu Aziz İstanbul Dede Efendi’den Tanburi Cemil Bey’e adlı program gibi Türk Musiki Târihi için referans teşkil edecek önemli müzik programlarına devam ediyor. Bunlardan bir başkası da neden Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca olmasın?

Bu çerçevede bir aydın sorumluluğu içinde Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu Şefi Sanatkâr Mehmet Güntekin ile görüşerek, “sanatseverler için aynı Kâni Karaca gibi yeni bir program Alâeddin Yavaşca için de yapılamaz mı” diye sordum. Mehmet Güntekin o zerafeti içinde elbette yapılabileceğini belirtti ve adres gösterdi; “Fatih Semtinde ikamet eden merhum sanatkârmız Kâni Karaca programını Fatih Belediyesi rica etti, biz de bu ricayı yerine getirdik. Gerçekten çok şık bir program oldu.” Durum anlaşıldı. Bizim de Şişli veya Beşiktaş Belediyesi ile görüşerek, yahut İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile temasa geçerek Alâeddin Yavaşca için bir program talep etmemiz gerekiyor. Çünkü rahmetli Alâeddin Yavaşca Beşiktaş’ta adının verildiği sokakta oturuyordu. Bunu girişimi ilk fırsatta başlatacağız.

Çetinoğlu: Merhum Yavaşca hayatta iken: ‘Bir sanatkârın hayattayken bu derece vefâlı, kadirşinas, fedâkâr dostlara sâhip olması ne büyük bahtiyarlık’ demişti. Vefatından sonra o vefâlı dostlar fedâkârlıklarını devam ettirdiler mi? İzlenimlerinizi lütfeder misiniz? 

Çiftçigüzeli: Estağfurullah! Büyük Musikişinas Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’ya özellikle kamu yayıncılığı ve konuyla alakalı fakülte, akademi, konservatuvar, kurs, okul ve sivil toplum kuruluşlarının ilgisi devam etmek mecburiyetinde. Maalesef alternatifi yok bu büyük ustanın. Ayrıca sahasında da böyle ustalar çok fazla çıkmıyor. Çünkü beklentisi olmuyor sanatkârın. İnancı gereği sanat yapıyor, musikiyle meşgul. Dolayısıyla ömrünü bu sanata veren ustaların sayısı az, vuslata erince yeri de zor dolduruluyor. Hâlâ musiki ile olan telif yasası değişmediği için bestekârlar için eğer gönüllü ve işini seviyorsa başka, bundan maişetini temin ediyorsa daha başka şekilde yansıyor.

Çetinoğlu: Neler yapılabilirdi? 

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Üstadı anmak, unutturmamak, eserlerinin radyo ve televizyonlarda yayınlatmak, adına düzenlenecek konserleri hayata geçirmek, mevcudu kalmayan CD ve pakların yeniden sanatseverlere ulaştırılmak, adına beste yarışmaları yapmak biraz da kamunun, meslek kuruluşlarının, akademilerin ve ailesinin himmetiyle topluma yansıya bilir. Böylesi gelişmelerin batıda çok büyük örnekleri vardır. Mesela Geothe, Bethoven, Mozart vs Enstitüleri gibi.  Bendenizi ve eşimi Polonya’nın Başkenti Varşova ziyaretimde tur operatörü ekibimizi genç yaşında ölen Polonyalı Bestekâr  Frederic François Chopen’nin (1810-1849) eserlerini çalındığı bir konsere götürdüler. 20 kişilik bir salondu. Siyah fraklar içinde bir sanatkâr gelerek piyanosunun başına geçti 15-20 dakika çaldı, sonra selâm vererek ayrıldı. Bu konser her saat başı gelen turistler için yenileniyordu. Konuklar 20 euro vererek konseri tâkip etti. Kültür ve turizm Bakanlığı katkı vererek böyle bir program yapabilir. Doğu toplumu da kendisine ulaşıldığında Türk Müziğine sımsıcaktır. Irak Diktatörü Saddam Hüseyin hayatta iken bir grup gazeteciyi İran-Irak savaşını tâkip etmelerini sağlamak maksadıyla Bağdat’a davet etmişti. Sanki savaşta değil de başarılarından dolayı normal bir düzene geçmiş havası veriyordu bize. Esir kamplarını da dolaştık. Bir akşam da kaldığımız çok lüks El Reşit Oteli’ne değil de, sâdece hükümet üye ve bürokratlarının yahut yakınlarının girebildiği bir gece kulübüne götürdüler. Zengin bir fasıl heyeti vardı. İkram da zengindi. Müzisyenlerin çaldıkları ve söyledikleri melodiler kulağımıza hiç yabancı gelmedi. Hatta bir ara Arapça olarak bir İstanbul Türküsü “Üsküdar’a gider iken oldu da bir yagmur”u söylemeye başlayınca bizim heyet de Türkçe olarak iştirak ettik. Koro şefi daha sonra yanımıza gelerek bize teşekkür etti. Bu eseri nereden öğrendiğimizi sordu. Bu melodinin bir İstanbul Türküsü olduğunu söyleyince itiraz etti, tamamen Bağdat menşeli olduğunu savundu. Ben o zaman “yıllarca ortak bir kültür ve medeniyetin insanlarıydık. Birdik, beraberdik; İstanbul’da olan Bağdat’ta da oluyordu.” Diye cevap verdim, koro şefi şaşırdı, kafası karıştı. Başta Alâeddin Yavaşca bestelerinden konserleri özellikle Ortadoğu ve İslam coğrafyasında yaygınlaştırabiliriz. Ayrıca Kanada’dan Avusturalya’ya kadar nereye giderseniz gidiniz ciddi bir Türk nüfus var, bu şarkıları heyecanla bekliyorlar. Devletlerin kültür politikası bunlarda etkili oluyor ve olacak.

Çetinoğlu: Besteleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? 

Çiftçigüzeli: Merhum Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Kilis’i hiç ihmal etmezdi. Bir defasında adının verildiği müze evinde sohbet ettik. Kendisine “Türk Sanat Müziğinin özellikle gençler arasında yaygınlaşması için bestelerin biraz da onlara göre daha fazla duyarlı olması gerekiyor” dedim ve Yıldırım Gürses’i misal verdim. O günlerde her şehirde, radyo ve televizyonlarda Yıldırım Gürses’in Gençliğe Veda, Sonbahar Rüzgârı, Güller Ağlasın, Affetmem Asla Seni gibi şarkıları çalıyordu. Alâeddin Yavaşca yumuşak, kibar, mütevazı, ancak donanımlı bir usta olarak bana döndü “O çok sesli müzik” dedi. “Sorun da o zaten” Hiç sesimi çıkarmadım. Ancak bunu bir yazı konusu yaparak röportaj halinde yayınladım.

(Devam Edecek)

İnsan  Denen  Nokta

     Kendini seven, kabiliyetlerini ortaya koyarak;

     Hem kendine hem başkalarına seyrettirir.

     Bu durum, seyircilerin varlığını gerektirir.

     Çünkü, meselâ roman okunsun diye yazılır.

     Oyun, seyredilsin diye oynanır.

     Resim, bakılsın diye çizilir.

     Sanat, takdir edilsin diye sahneye konur.

     İşte Yaratan da, hiç ihtiyacı olmadığı halde,

     “Ben bir gizli hazine idim; bilinmek için kâinatı yarattım.”

     İlâhî istek ve arzusu için,

     Bu muhteşem, bu süslü, bu harika, bu çekici;

     Bu bin bir sırrı içinde barındıran kâinatı yarattı.

     Seyredenlerin de beğenisini almak için,

     Canlı cansız bitki / nebat ve hayvan; sayısız canlı türünü;

     Tüm bunların hepsinden üstün, bütün bunları seyir,

     İhtiyaç ve beğenisini ortaya koyacak vasıfları taşıyan;

     Evrenin bir tanesi, evrenin nazar boncuğu, evrendekilerin

     Hepsinden üstün, hepsinden güzel,

     Her şeyi emrine âmâde kıldığı;

     En kâmil, en mükemmel, her çeşit takdire şayan olan;

     Nadide, eşsiz değerde olan İnsan’ı yarattı.

     Ve demek istedi ki:

     Ben’i görmek, Ben’i bilmek, Ben’i anlamak isteyen;

     Zât’ımı değil, Zât’ımdan nebean eden / çıkan

     Salkım saçak kâinat ağacının dal ve budaklarına baksın.

     Kâinat ağacının meyvesi olan; Esma-i Hüsna’mı suretine nakş ettiğim;

     Ben değil ama Ben’den olan isim ve sıfatlarımı;

     İnsan’da görsün, İnsan’nda bulsun;

     O’na nasıl bir gaye verildiğinin farkına varıp, şuuruna ersin;

     Allah’ın kudretinin müthiş azametine bakın ki,

     Sonsuz isim ve sıfatlarını; büyüklüğü karşısında

     Nokta bile sayılamıyacak kâinat olarak aksettirmiş, yansıtmış, tecellî ettirmiş.

     Bu muhteşem varlığı da, ona nisbeten bir nokta hükmünde olabilecek;

     İnsan denen bir mücevhere sığıştırmış ve onda toplamış!

     İlahî isteğini onda noktalamış.

     İşte ey insan! Sen nasıl bir varlık olduğunu bil.

     İşte ey insan! Sen nasıl bir keyfiyet ve kıymet sahibi olduğunu gör.

     İşte ey insan! Sende nelerin gizlenip toplandığını anla.

     İşte ey insan! Sen; Allah indinde nasıl bir değer taşıdığını bir düşün.

     Nasıl bir karşılanmaya namzet olmuş dönüşün!

     Artık Sen anlamalısın nasıl olman lâzım geldiğini;

     Yüce Yaratan’ın karşısındaki duruşun!

     Bütün bunları hatırlatması gerekmez mi oluşun!

     İşte ey İnsan!

     Nasıl bir noktasın ki Sen:

     Yarattı Yüce Allah; Kâinat Kitabı’ndaki her şeyi;

     Senin kıymeten çok büyük, maddeten çok küçük;

     İnsan denen bir nokta olduğun için. 

Görev ve Makam

İngilizce “office” kelimesine Google tercümeden baktım. Ofis, büro gibi karşılıklar vardı. Tercümedeki ilk Türkçe kelime “görev”. Ben asıl bu anlamla ilgileniyordum. Derken büyük puntolarla yazılmış ikinci bir mana çıktı karşıma: Makam!

Evraka! Galiba Türkiye siyasetindeki açmazın anahtarını buldum: Yakın sanılan bu iki kavramın zıtlığı. Tayin edilen veya seçilen kişi geldiği yeri nasıl nitelendiriyor? Bir göreve mi gelmiş yoksa bir makama mı? Her ikisi de diyeceksiniz, doğru fakat acaba zihninde, algısında hangi kavram önde? Görev mi makam mı?

GÖREV: İşi görev diye anlayan ilk gece uykuya dalmadan şöyle düşünecektir: Acaba durum nedir? Neler yapılmış. Güçlendirmek için ne yapmalıyım? Benden önceki arkadaşa da ilk fırsatta danışmalı. Kaç yıllık tecrübe. Mutlaka sağlam fikirleri vardır. Bu işi en iyi bilenlerden bir ekip kurmalı. Sonra birlikte bir hareket planı yapmalı. Yabancı ülkelerde nasıl yapıyorlar acaba? En başarılılar hangileri? Zorluklar, engeller neler? Bağlı kurumları da tek tek dolaşmak lazım. Bakalım onlar ne diyecek. Hedefler koymalı. Hedeflere ne kadar yaklaştığımızın ölçülerini belirlemeli. Zaman sınırları koymalı. Bütün çalışanlara bunları anlatmak lazım. Saat da iki oldu. Yarın çok iş var. Hay Allah!

Laciler ve ekranlar

MAKAM: Makama geldiğini düşünenin uyumadan önceki düşünceleri çok farklıdır: Beyefendi nihayet benim değerimi anladı. Gerçi burayı çoktan hak etmiştim ama şerefsizler engelliyordu. Neyse oldu ardık. Bu rütbe herkese nasip olmaz. Sadakatimin mükafatını nihayet görüyorum. Aman yanlış bir hareket yapıp kızdırmayayım. Yarından itibaren ilk işim kendisine, yardımcılıklara kimleri tensip buyurduğunu öğrenmek olmalı. Benden evvelki herifin yandaşlarını da ayıklamalı. Bilgi sızmamalı dışarıya. Bu arada bizim oğlana, yeğene, hanımın kardeşine de uygun bir yer temin edelim. Birkaç kat da lacivert takım yaptırmalıyım. Gerçi partiye girdiğimde üç tane yaptırdım ama aşındılar hem de makamda iki yedek, evde iki yedek tutmak lazım. Ne zaman çağrılacağım belli olmaz. Bağlı kurumlara da tayinler yapmak lazım. Dikkatle seçmeliyim. İlerde partide beni desteklesinler. Yaşat ki yaşayasın. Beyefendiye de kimi tayin etmemi tensip buyurursunuz diye sormalıyım. Kızdırmadan sormalıyım. Hadi iyi geceler bana…

Yerini görev diye algılayan kıvranmaktadır. Artık o işi bırakana kadar ona uyku haramdır. Görevde ilk öğreneceği uykunun ne büyük lütuf olduğudur. Öğrenmek, çözmek, planlamak, icra etmek. Ömür törpüsüdür.

Ağır ol

Makama gelenin etekleri zil çalar ama belli etmemesi gerekir. Asık suratlı olmalı, düşünceli durmalıdır. Daha daha makamlara gelmenin yolu, bu asık ve düşünceli surattır. Güler yüz deneyenler de oldu ama başaramadılar. Bir de beyefendi ile yakınlığını kaybetmemeli, arttırmalıdır. Onunla gezilere katılmalı, fotoğraf makinelerinin, kameraların kadrajında beyefendinin yanında görünmenin bir yolunu bulmalıdır.

Örnek olarak orta kademede bir devlet görevini aldım. Aslında buna benzer değerlendirmeler ve görev-makam ikiliği, en küçük memuriyetten iktidar dediğimiz en yüksek memuriyetlere kadar geçerlidir.

Devlet yönetimini görev diye algılayanların siyasetteki tavırları da belirgindir. Ne yapacaklarını, niçin öyle yapacaklarını, ilkelerinin ne olduğunu, yol haritasını anlatırlar. Problemlerden söz ederler ama vurguları düşündükleri, planladıkları çareleredir.

Makamcılar, devlet yönetimini muharebe sonunda elde ettikleri bir ganimet gibi görür. Ne yapacaklarına hiç değinmezler. Onun yerine rakiplerini aşağılamaya onlarla alay etmeye gayret gösterirler. Öyle ya, rakipleri, kendilerinin hakkı olan ganimetlere göz dikmiş aşağılık kişilerdir. Onlara göz açtırmamak gerekir. Fukuyama bu görüşe, Kenya’daki politik yapıdan ilham alarak “Yeme sırası bizde!” anlayışı diyor.

Kim kimdir?

Bu anlattıklarıma bakarak bizimkileri değerlendirin. Aslında zor değil. Bakınız bakalım. Ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını anlatıyorlar mı? Ne ve nasıl sorularının cevabı “uçacağız, kaçacağız” değildir. Ne ve nasıla verilecek cevaplardır. Şunu şu kadar arttırıp şu sonucu alacağız, onu arttırırken şunu da eksiltmemiz gerekecek gibi kurmay hesapları, iktisatçı, mühendis cevaplarıdır. Yalnız hedefler değil, o hedeflere nasıl varılacağı ve yol üstündeki ara durakların tek tek sayılmasıdır. Görev düşüncesindeki siyasetçi, bu zor işi yaparken rakibine çamur atmaya ne zaman ne de sebep bulabilir.

Bakın bakalım, neyi nasıl yapacaklarını değil de rakiplerinin ne kadar aşağı, kötü ve kabahatli olduğunu mu anlatıyorlar? Söylediklerinin alt yazısı, “Bu makama ben ve sadece ben layığım; onlar bu makama gelmemeli.” mi?

Maalesef makamcılar bol, görevciler ender.

Türk Tarihinden Bir Özet

  1. Tarihte Kurulan İlk Türk Devleti, Asya Hun Devleti
  2. Türk Adı İle Kurulan İlk Milli Türk Devleti,I.Göktürk Devleti
  3. Yerleşik Yaşama Geçen İlk Türk Devleti, Uygurlar
  4. Yazıyı İlk Kullanan Türkler, II. Göktürk ( Kutluklar )
  5. Avrupa’da Kurulan İlk Türk Devleti, Avrupa Hun Devleti
  6. İstanbul’u İlk Kuşatan Türkler, Avarlar
  7. Alfabeyi İlk Kullanan Türkler, Türgişler
  8. Parayı ilk kullanan Türkler, Sibirler
  9. İlk Türk Parasını Basan Türkler, Türgişler
  10. Bizans’la Siyasal İlişki Kuran İlk Türkler, Göktürkler
  11. Türk Tarihinin İlk Yazılı Antlaşması, Asya Hun-Çin Ant.
  12. İlk Türk Alfabesi, Göktürk –Orhon Alfabesi
  13. Töreyi yazı hale getiren ilk Türkler, Uygurlar
  14. Türk Tarihi ile ilk yazılı belgeler, Orhun Kitabeleri
  15. Tarihte ilk onlu sisteme dayalı ordu, Asya Hunları-Metehan
  16. İlk Türk Hükümdarı, Teoman, Asya Hun Devleti
  17. Türk adı ilk defa, ÇİN KAYNAKLARINDA Geçer.
  18. Türklerin ilk başkenti, Ötüken
  19. İlk hayvan sanat üslubu, İSKİTLER
  20. İlk ceket, pantolon, kemer ve kemer tokası, İskitler
  21. Yabancı dinleri benimseyen ilk Türkler, Uygurlar
  22. Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Hunlar
  23. İlk atlı göçebe Türk uygarlığı, İskitler
  24. Kâğıt ve matbaayı ilk kullanan Türkler, Uygurlar
  25. Tarihte atı ilk evcilleştirilen millet, Türkler
  26. İlk yazılı Türk Milli Tarih kaynağı, Orhun Kitabeleri
  27. İlk yoğurt, pastırma ve konserve et, Türkler
  28. En uzun destanı, Manas-Kırgızlar
  29. Musevi olan tek Türkler, Hazarlar
  30. İslamiyet’i kabul eden ilk Türk boyu,Karluklar
  31. İlk Müslüman Türk devleti,Karahanlılar
  32. İlk Müslüman Türk İmparatorluğu,Gazneliler
  33. Mısır’da kurulan ilk Türk İslam Devleti, Tolunoğulları
  34. Hicaz bölgesine hâkim olan ilk Türk devleti, İhşitler
  35. Hindistan’a İslamiyet’i ilk götüren Türkler, Gazneliler
  36. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Devleti, Karahanlılar
  37. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Beyliği, Karamanoğulları
  38. Türklerin Anadolu’daki ilk başkenti, İznik
  39. İlk Türk denizcisi ve Amirali, Çaka Bey
  40. Selçukluların Bizans’la yaptığı ilk savaş, Pasinler
  41. Türk âleminin ilk sözlüğü, Divan-I Lügati’t Türk
  42. Türklerin Anadolu ya ikinci defa sahip olması Mustafa Kemal ATATÜRK.
  43. Anadolu’da Türk ismi ile devlet kuran (TÜRKİYE)
    Mustafa Kemal ATATÜRK.
  44. Anadolu’da Türkiye Devletinin Resmi Dilini Türkçe yapan Mustafa Kemal ATATÜRK.
  45. Halının ne olduğunu, Keçenin ne olduğunu Dünyaya tanıtan İskitler dir.
    46.Avrupa kumaşlarla örtünürken İskitler Pantolon ve gömlek ve ceket yelek giyiyordu.

(Yüz) Yıllardır Adalet Arıyoruz!

“Bazı şeyler hiç tazeliğini yitirmiyor. Her halde bu sorundan beslenenler var!”

İhtiyar dünyamız; terör, savaş, açlık, çevre kirliliği, doğa katliamları, hak ihlalleri ve toplumlararası haksız rekabet gibi insanlık âlemini tehdit eden olaylarla boğuşuyor.

İnsanoğlunun bu olayların içinden sağlıklı olarak çıkabilmesi, ancak adalet duygusunun tatmin edildiği, evrensel ve yerel hukuk düzenleri ile mümkün…

Bu sebeple Anayasamızın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2.maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu hükme bağlanmıştır. Hemde bu hükmün değiştirilemeyeceği hatta değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği temel yasamızda vurgulanmıştır.

Eğer “hukuk devleti” olmasaydık ya da devletin bütün kurumları ile vatandaşlar arasındaki münasebetler, hukuk kurallarına göre tanzim edilmeseydi, ne olurdu? Gerçi “hukuk devleti” olduk da ne oldu  diye de bu soruyu tersinden de sorabiliriz!

Türkiye, yazılı metinlerde bir “hukuk devleti” olarak tanımlansa bile, adalet dağıtması icab edenler; yansız hareket etmedikleri, siyasi görüşlerin, dini akımların etkisine girdikleri ve hatta bu sebeple yetkilerini kötüye kullandıkları için, hukuk sistemimiz bir kaosun içine girerek zulüm aracı haline gelmiştir.

Keza uluslararası hukuk ve mahkemeler, küresel güçlerin etki alanında olduğu için, oralarda alınan kararlar objektif ve adil olmaktan ziyade, siyasal nitelik taşımaktadır.

Bunlar bize, hukuk sistemimizin ve de dünya üzerinde geçerli olan diğer hukuksal düzenlerin büyük bir çöküş sürecinde olduğunu göstermektedir.

Tarih ise insanlara, asırlardan beri milletlerarası rekabetin hikayesini anlatıyor. Bu rekabet ve mücadele, her çağa has teknik imkanlara göre değişik zamanlarda ve farklı tarzlarda cereyan ediyor. Bu çerçevede Türk Milletinin, dünyada en eski tarihe sahip milletlerden biri olduğunu unutmadan, onun milliyetçi bir anlayışa dayanan ve kendine özgün; fikir, eğitim, askeri, ekonomik, kültürel ve de hukuk sistemlerine sahip olduğunu biliyoruz.

Örneğin, Türk Milletinin, tarihin derinliklerinden gelen ve gelişmiş oturmuş bir fikir sistemi vardır. Adı da, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’dir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelinde de bu sistem mevcuttur. Yine bu döneme “tek adam diktatöryası” lafları ile hücum edilmiş olsa da, dönemine göre gelişmiş bir hukuk anlayışı ile kişisel hak ve özgürlüklerin savunulduğunu görüyoruz. Bunun sebebi ise, Türkler için cari olan tarihi fikir sistemi ile buna bağlı olan hukuksal yapının, tam bir demokrasi anlayışı ve demokratik ilkeler ile beslenmiş olmasıdır.

Günümüzde geçerli olan hukuk sistemindeki arızalar, adalet mekanizmasının bütün unsurları tarafından çok iyi bilinmektedir. Bunun ıslahı ise tarihten kuvvetli kaynaklarla   “Türk Milliyetçiliği Hukuk Sistemi”ni hayata geçirmekle mümkün olacaktır.

Türkler hakkında “Fazailül-Etrak” (Türklerin Faziletleri) kitabını yazan el-Cahız (ölümü 869)’a göre, Türklerin: “Türkler yaltaklanma, münafıklık, kovuculuk, riya, kibirlenmek, akrabalara karşı fenalık ve bid’at nedir bilmezler… Kitabına uydurup da başkalarının malını helal saymazlar” gibi hukuki sonuçlar doğuran bir yaşam felsefesi içinde bulunduklarını görmekteyiz. Yine Hans Barth adındaki seyyah, yazdıklarında Eskişehir’de karşılaştığı bir Ermeniden “Bir Türkle mi iş yapacağım, mukavele (sözleşme) yapmaya lüzum görmem. Onun sözü kafidir..” diye belirtiyor. Bunlar Türklerin kendine has bir hukuk sistemine, tarih boyunca sahip olduklarının küçük bir göstergesidir.

 Türk Milletinin, tarihinin derinliklerinden getirdiği birikimle; insanın insanla ve toplumla, devletinde vatandaşları ve de uluslararası toplumla ilişkilerini düzenleyen ve adına da “Türk Milleti Hukuk Sistemi” denilmesi gereken bir hukuk sistemi durumu mevcuttur.

Dünyanın küresel efendileri; eski ve yeni hukuk metinleri ve de adaletten uzak uygulamalar ile bir hukuksuzluk yaratmaya çalışırken, Türk Milleti kendi yaşam felsefesine uygun hukuk sistemini tesis ederek, mensuplarının huzur ve güven içinde yaşatmalıdır.

Adaletsizlik, Türk Milletinin kaderi olamaz. Süratli, objektif ve doğru kararlar alabilen bir mekanizma ve buna yön veren bir sistem mutlaka ve acilen kurulmalıdır. Çünkü vatandaş, bir terör örgütünün yargısından ve dağıttığı adaletten memnuniyet duyar hale gelmiştir…

Bu olumsuzluğu gidermek ve herkes için adalet anlayışını hayata geçirmek için yapılacak iş; hukuk düzenini zaten var olan “Türk Milleti Hukuk Sistemi”ni esas alarak reformist bir anlayışla yeniden düzenlemektir.

Böyle bir düzenleme, evrensel hukuk anlayışı diyerek, mağdur ve mazlumlar üzerinde sözde hukuk sistemleri ile kölelik yaratanlara da, bir çeki düzen ile birlikte insanlık için umut verecek bir örnek olacaktır.

NOT: Bu yazı İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu (İMAG)’nun yayınladığı dergi için yazılmıştır.

Trump Erdoğan’ı Neden Övdü?

Önceki döneminde, ABD Başkanı Donald Trump zaman zaman CB Erdoğan ile anlaşmazlığa düşmüştü. Trump bu anlaşmazlıkların çözümünde bir devlet adamı vasfıyla değil, adeta bir mafya lideri gibi kaba ve çirkin üslup ve yöntemler kullanmıştı.

Trump‘ın, Barış Pınarı Harekatı’nın başladığı gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gönderdiği mektup hatırlardadır.

“Sert adamı oynama. Aptallık etme!” ifadelerinin yer aldığı girişten sonra şu çirkin tehdit ifadelerini unutmak ne mümkün?

“Binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulmak istemezsiniz ve biz de Türk ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemeyiz ve bunu yaparız. Size bunun bir örneğini Pastör Brunson olayında yaşatmıştım.”

Erdoğan’ı binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu tutarak yargılamak, Türk ekonomisini mahvetmekle tehdit eden ve örnek olarak Rahip Brunson vakasını gösteren bu mektup hala ABD’de Trump Tower’da sergileniyor.

Trump’ın, 07 Ekim 2019 tarihli tiviti de halen X’ te duruyor: “Daha önce de açık bir şekilde söylediğim gibi, tekrar ediyorum, eğer Türkiye benim müstesna ve eşsiz bilgeliğimle belirlediğim sınırların dışına çıkarsa (daha önce yaptığım gibi) Türkiye ekonomisini mahvederim.”

****

20 Ocak 2025’te Başkanlık görevini yeniden devralacak olan Donald Trump bambaşka bir üslupla bakın son haftalarda neler dedi?

Trump, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, benim dostum ve saygı duyduğum biri.” “Suriye’de yaşananlara bakarsanız, Rusya ve İran zayıfladı. Erdoğan çok zeki bir adam; adamlarını oraya farklı biçim ve isimler altında gönderdi. Onlar da gidip orada kontrolü ele geçirdiler.” 2 bin yıldır o toprakların peşindeydiler” dedi.

TÜRKİYE “akıllı” bir hamleyle “fazla can kaybına yol açmadan SURİYE’YE ÇÖKTÜ” ifadesi de Trump’ın anlayışında biri için yergi değil övgü anlamına geliyor.

Trump Esad’ı deviren HTŞ güçlerinin ve SMO’nun “Türkiye tarafından kontrol edildiğini” öne sürdü. Ancak “Ve bu sorun değil, bu da savaşmanın başka bir yolu” diyerek takdir ifadesi kullandı.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in “HTŞ kontrolümüzde değil” sözlerinden birkaç saat sonra Trump’ın sarf ettiği bu cümleler tesadüf olamaz.

Trump’ın “Türkiye’nin HTŞ’yi kontrol ettiğini” söylemesi, HTŞ’nin Suriye’yi Afganistan’a döndürmeyeceğinin kefili olarak Türkiye’yi göstermeye çalışması ilginç değil mi?

“Şu anda Suriye’de çok fazla belirsizlik var… Bence Suriye’de neler olacağının anahtarı Türkiye’nin elinde olacak” sözü ile Türkiye’ye verilmek istenen rolü şık bir ambalaj içinde gösteriyor.

Bayram değil, seyran değil. “Dostum Trump” niye öptü?

***********************************

Türkiye Önce Büyüyecek Sonra Küçültülecek

ABD’nin Ortadoğu planı içinde Irak, Suriye, İran içinde özerk Kürt devletçikleri oluşturup, bunları Türkiye’nin himayesinde güçlendirip, palazlandırmak projesi yeni değil. İlk uygulaması Barzani Kürdistanı’nda gerçekleşti.

Bu devletçiklerin tek başlarına Türkiye ve İran devletleriyle savaşmasının mümkün olmadığını biliyorlar. Bunlar ekonomik olarak da güçlenemezler. Ne var ki Türkiye “üniter millî devlet” vasfından çıkıp, bu devletçikleri de federe devlet şeklinde içine alan bir federasyon haline getirilirse, güçlenerek yaşayabilirler. Bu durumda PKK’nın gözünü diktiği Güneydoğu ve Doğudaki illerimizde de bir federe devlet kurulması yadırganmayacaktır.

Bunlar yapılırken içeride bir tepki olmasının önünü kesecek propagandanın ana teması bile bellidir:

“Osmanlı’nın eyalet sisteminin benzerini kurduk. Misak-ı Milli sınırlarımıza kavuştuk.” Bupropaganda ile iktidarın gelecek seçimleri kazanması ve Erdoğan’ın ömür boyu Başkan seçilme imkanını yakalaması da mümkündür.

****

Daha önce de yazdım: ABD’nin Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e buna benzer bir teklif yapmıştı.

Kissenger “Sayın Başbakan size hiç savaşmadan toprak kazandırmayı planlıyoruz” teklifinekarşıDemirel “o bize bağlayacağınız devletçikler yarın bir gün ayrılırken ne kadar toprak götürürler?” diye sormasıyla proje rafa kalkmıştı.

Benzer bir teklif Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a da yapılmıştı. Özal “bir koyup üç alacağımız” varsayımıyla Türkiye’yi ABD’nin yanında Körfez Savaşı’na iştirak ettirmek istemişti. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Başbakan Yıldırım Akbulut ve TBMM Başkanı Necmettin Karaduman’ın (ve diğer önemli kurumların yöneticilerinin) şiddetle karşı çıkması ve Torumtay’ın istifası ile bu maceraya girmekten kurtulmuştuk.

****

Şimdi benzer bir projeyi vaat eden ABD bu defa CB Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi ikna etmişe benziyor. Bu defa Cumhurbaşkanına itiraz edebilecek Başbakan, Meclis Başkanı ve Genelkurmay Başkanı yok!

Eğer R. Tayyip Erdoğan’ın “Milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan bir anayasa hedefliyoruz” ifadesi ile anlattığı gibi, Yeni Anayasa’yla Türkiye’yi üniter milli devlet olmaktan çıkaran bir hüküm getirmek isterlerse… Biliniz ki bunu yapanlar ABD/ İsrail projesine hizmet edeceklerdir.

Çünkü Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de oluşturulan Kürt devletçikleri bir Türkiye federasyonu çatısında birleştirdikten ve güçlendirdikten sonra Türkiye’den kopartılması çok kolay olacaktır.

Çünkü Trump’a göre, “Kürtler ve Türkiye doğal düşmandır ve birbirinden nefret eder.”

Bir dostumun ifadesiyle; “20 cm uzunluğundaki bir cetveli iki ucundan büküp kırmak zordur. Fakat cetveliniz 30 cm olursa 15 cm’den kırmak kolay olur. Yapılmak istenen de budur.”

****

İlk açılım sürecinin “akil insanlarından” Abdurrahim Semavi ne diyor? (Ya da bu kişiye birileri neler söyletiyor?)

Rojava’nın (PYD/YPG’nin yönettiği bölgenin) statüsü Türkiye’yle birlikte belirlenecek; anayasal ve hukuki müzakereler buna göre yürütülecek ve yönetilecek.”

Başka ne diyor? “Ortadoğu projesinde Kürtlerin Ortadoğu’daki coğrafyası anayasaya adil bir şekilde dahil edilecek ve tanınacak. Dünyanın dengesini değiştirecek bir proje inşa edilecek. Türkiye hükümeti, Türkiye devleti bunu göze aldı. Ne olursa olsun geri dönüş yapmayacak.”

Bunu söyleyen kişi bakın kimleri aynı derecede saygıdeğer buluyor? “Sayın Abdullah Öcalan saygı ile anılması gerekiyorsa, Sayın Mesut Barzani de en onurlu bir şekilde anılması gerektiği gibi Sayın Bahçeli de Sayın Erdoğan da bu süreçte saygıyla anılması gereken aktörlerdir.” Erdoğan ve Bahçeli’nin ve taraftarlarının bu utanç verici ifadelere tepki göstermesini beklerim.

 Yokluk Yoktur

     Adem / Yokluk, olmama, bulunmama imkânsızdır. Yokluk; vücudun, varlığın zıddıdır. Aslında, mutlak / sınırsız, daimî ve devamlı adem / yokluk yoktur. Ancak haricî / dışa ait bir adem vardır. Yani mânen ve ilmen olanın; dışta, zâhirde zuhûru, varlığı olmasa bile, hafıza ve gönüllerde mevcut olup, ilmimizde vardır. Zaten mânâ ve ilim olmasaydı; maddiyat / görünür âlem ortaya konmıyacak, ele avuca sığar bir durum almıyacaktı. Nitekim kafamızdakiler zâhirde, görünürde, dış âlemde yoklar. Ama mânen yani ilmimizde vardır.

     Allah, ilmindeki hakikatleri; dünya, kâinat ve içindekiler olarak zuhûr ettirip, zâhirde / madde âleminde görünecek şekilde tecellî ettirmekte. Böylece her madde, bir mânânın temessülü, cisim hâlini almış şekli ve tecellîsi / müşahhas / somut bir görüntüsü; kısaca taşa toprağa, ete kemiğe bürünmüş bir manzarasından başka bir şey değil.

     Zaten mutlak adem / yokluk yoktur. Çünkü her şeyi içine alan, muhit / kuşatıcı bir ilim var. Hem Allah’ın ilim dairesinin harici / dışı yoktur ki, bir şey ona atılsın. İlim dairesi içinde bulunan adem / yokluk ise, hariçte bir adem, yani yokluktur. Maddeten zuhûru olmayan, henüz tecellîsiz bir mânâ, bir anlam ve bir rûhtur. İlmî vücûda perde olmuş bir ünvandır.

     Demek ki, fenaya gitmek, geçici olarak haricî libasını çıkarıp, mânevî ve ilmî vücuda girmektir. Yani hâlik / helâk ve fâni olanlar; haricî / dıştaki vücûdu bırakıp, mahiyetleri manevî olan bir vücûd giyer. Kudret dairesinden çıkar. İlim dairesine girer.

     Kaldı ki, eşya / varlıklar, zeval ve ademe / yokluğa gitmiyor. Belki değil muhakkak ki, kudret dairesinden ilim dairesine göçüyor. Şehadet / görünür âlemden gayb / görünmez âleme geçiyor. Tagayyür / değişken ve fena âleminden nûr âlemine, bekaya müteveccih / yönelmiş oluyor. Hakikat noktasından eşyadaki cemal ve kemal; Esma-i İlâhiye / İlahî isimlere aittir. Onların nakış, cilve ve tecellîleridir.

     Madem o esma / isimler bâkidirler. Tecellîleri daimîdir. Elbette nakışları teceddüd eder / yenilenir, tazelenir ve güzelleşir. Ademe / yokluk ve fenaya gitmiyor. Şüphe yok ki, sadece itibarî ve geçici taayyünleri / meydana çıkışları  değişir. Hüsün ve cemale / güzelliğe sebep ve feyz ve kemale mazhar olan hakikatleri, mahiyetleri ve misalî / benzer hüviyetleri bakidir.

     Ruh sahibi olmayanlardaki hüsün ve cemal / güzellik; İlahî isimlere aittir. Şeref onlarındır. Medih / övgü onların hesabına geçer. Güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider. O aynaların değişmesiyle onlara bir zarar gelmez.

     Eğer ruhlu  olıp da, akıl sahiplerinden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil, belki cismanî vücudundan ve hayat vazifesinin dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin sonuçlarını, baki olan ruhlarına devrederek; onların o baki ruhları da birer İlahî isimlere dayanarak devam eder. Belki kendine lâyık bir saadete gider.

     Eğer o ruhu olanlar, aynızamanda akla da sahip iseler, zaten ebedî saadete ve maddî ve manevî kemallere sebep olan beka âlemine ve o Sâni-i Hakîm / san’atla yaratan, hikmet sahibi Allah’ın dünyadan daha güzel, daha nuranî olan berzah, misal ve ruhlar âlemi gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdedirler. Çünkü mevt / ölüm; adem / yokluk, zeval ve firak / ayrılık değil; belki nice mükemmelliklere kavuşmaktır.

     Evet, varlıklarda esas olan beka / devamdır. Adem / yokluk değildir. Hatta yokluğa gittiklerini zannettiğimiz kelimeler, lâfızlar, tasavvurlar gibi çabucak yok olan bazı şeyler de, yokluğa gitmiyorlar. Ancak suret, vaziyet ve durumlarını değişerek; zeval / yok olmaktan korunup bazı yerlerde muhafaza edilerek, mutlak yokluğa  gitmezler. Çünkü, âlemde Allah’ın yapmasıyla terkip vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad / var ediş ve idam / yok ediş vardır.    

     Hülâsa: Ölüm firak / ayrılık değil, visal / kavuşmadır. Tebdil-i mekândır. Baki bir meyveyi sünbül vermektir. Hayat; Kayyum ve Hayy olan Zât’a baktıkça, iman da hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur. Üstelik baki meyveler verir. Hem öyle yükselir ki, sermediyet / ebedîlik tecellîsini alır. Artık ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz. Madem Allah var ve ilmi her şeyi kuşatır. Elbette adem, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında inananların dünyasında yoktur. Evet, kimin için Allah var, ona her şey var. Kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir.

Geçmiş Zaman Yolcusu

Hızır ötesi bir vakte hazırlandı doğum

Soruyorum: Ve sevda bir alışkanlık mıdır?

 Renklerin savaşı mı bu denizin sularla

Orospularla savaşı pezevenklerin

 Muhteşem bir yenilgi postuysa boyunduruk

Uyduruk bir savaşın da dansı neşem

 Uğrama kendin çizmediğin rotaya;

Bir baltaya sap olunca kendini doğrama!

 Zulüm bizi karanlığına kobay seçmiş

Geçmiş zaman yolcusuyuz yanma gülüm

 Aştık bu yorgun çağı ve çağlar zamanı

Dumanı tütmedik bir âna ulaştık

 Varsın dünyayı yeşertmesin tohumun

Ruhumun bildirisi: Yandığınca yaşarsın.

                13 Ağustos 1994 – İzmit Bahçecik

Adnan Yolalan’dan İki Kitap Bir Mümtaz İnsan ve Anılardan Damlalar

1-Bir Mümtaz İnsan: Mümtaz Otur

Adnan Yolalan İnşaat Mühendisidir. Meslektaşlarından farklı olarak eli kaleme de yatkındır. 25 yıldır komşusu olan Mümtaz Otur Beyefendi’nin dinlemekten büyük zevk aldığı hâtırâlarını kitap hâline getirmeyi teklif eder. Mümtaz Bey de kabul eder. Böylece Antalya Pil Fabrikasının kurucu müdürü Mümtaz Otur Bey’in hâtırâlarını ebediliğe kazandıran kitap meydana gelir. Kitap, 13.5 X 21 santim ölçülerinde 192 sayfadır. 24 yılda tamamlanmış, 2024 yılının Haziran ayında kitaplıklardaki yerini almıştır.

Mümtaz Otur, Kimya Mühendisidir. 2024 yılında 86 yıllık hayatının baharını, eşi Aydan Hanım, Elif, Gültekin ve Bülent isimli üç evlâdı ve (şimdilik) 6 torunu ile birlikte idrak ediyordu. Mayıs 2024’te önemli bir cerrâhî operasyondan sonra yeni bir hayata başladı.

Mümtaz Bey, Orta Asya’dan, asırlardır vatan bildikleri topraklarla vedalaşarak Anadolu’ya göç eden bir ailenin ferdidir. Âilenin bâzı fertleri 14 Mayıs 1950 milletvekili seçiminden birkaç hafta sonra Ordu’dan İstanbul’a göç eder. Kadroya 12 yaşındaki Mümtaz da dâhildir. Yerleştikleri semt, Beykoz’dur. Birkaç hafta sonra da İzmir’e taşınırlar. Sürpriz: Dede Ordu’da vefat etmiştir, Baba Ordu’ya gitmiştir.

Dünya dönüyor, hayat devam ediyordu. İlkokul, ortaokul bitirilir. Çalışkan öğrenci Mümtaz Askerî liseye kaydolmak isterse de kulak, burun, boğaz doktorunun dudak hareketlerinden ne dediğini anlayamayınca, belgesine; ‘askerî liseye giremez’ notu düşürülürse de Manisa’da yeni açılan askerî lisede şansını dener. Bu defa de gözündeki küçük bir problem sebebiyle meyus olur. Sivil lisede futbola yönelir. Metin Oktaylarla, Lefterlerle top peşindedir. Sakatlanınca, futbol yasaklanır. Tesâdüflerle sinema makinisti olur, üzüm satıp para kazanır. Lisede kimya öğretmeninin ısrarı üzerine kimya mühendisliği fakültesine kayıt yaptırır.

Kitapta, imkân sâhiplerine, yardıma muhtaçlara ve hatta bütün insanlığa ışıklı yollar gösteren olaylar dikkat çekiyor:

Ekonomik sıkıntıları başlamıştır. Nâmi Hoca ders anlatırken Mümtaz ile arkadaşı Özkan dershânenin arka sıralarında kendi aralarında konuşmaya dalarlar. İzmir’den gelirken ağabeyinin verdiği harçlık bitmek üzeredir. Zenginler grubunda olan arkadaşlarının verdiği desteklerle bu günlere gelebilmişlerdir.

Özkan, sağlık memuru iken kimya bölümü imtihanına girmiş, kazanmıştır. İki arkadaş gelecek için plânlar yapmaktadır. Özkan, dışarıda sağlık ile ilgili iş bulabileceğini söyler. Mümtaz da Buldanlıoğulları’nın İngiltere’den ithalat yapan İstanbul’daki şirketlerinde çalışabileceğini düşünmektedir. Kazanacakları para ile donduracakları okulu daha sonra bitirebileceklerinin hesabını yaparlar. Nami Hoca sevdiği bu iki öğrencinin dersi dinlemediklerinin farkına varır. Ders zili çalar, amfinin kapısı açılır. Bodrum kattaki yemekhanedeki mis gibi yemeklerin kokusu içeriye dolar. Ama paraları yoktur. Hoca bunları yanma çağırır.

O anı Mümtaz şöyle anlatıyor:

‘Eyvah! Hocayı unuttuk, dersi dinlemedik. En sevdiği, güvendiği öğrencileriydik. Başımızı öne eğerek süklüm püklüm hocamızın önüne geldik.’

Bugün dersimi dinlemediniz. Dürüstçe söyleyin, ne derdiniz var? dedi. Özkan bir şey diyemedi. ‘Hocam, biz üniversiteden ayrılıyoruz,’ dedim. Koltuğundan fırladı ‘Ne demek o?’ dedi. ‘Paramız kalmadı. Aç kalıyoruz. Maddî sıkıntı içindeyiz, memleketten bize para gönderecek kimse yok. Onun için okulu dondurup bir sene çalışıp para biriktireceğiz. Sonra okula devam edeceğiz. Bir sene çalışıp bir sene okumanın hesabını yaparken dalmışız, sizi dinleyemedik. Özür dileriz!..’ dedik. Ak saçlı hoca dondu kaldı. Ağlamaklı oldu. ‘Kesinlikle okulu bırakmayacaksınız. Üniversitenin bütçe görüşmeleri var. Yarın Ankara’ya gidiyorum. Size burs getireceğim,’ deyince şaştık kaldık. Sözünü yineledi, bizden okulu bırakmayacağımıza ilişkin söz aldı. Dışarı çıkmak üzereyken kürsüdeki kitaplarını çantasına koydu. Biz yemekhaneye götürdü. Onun yemek masası ayrıydı. Bizi masasına oturttu. Arkadaşlar şaşkınlık içinde bizi tâkip ediyordu. Papyonlu, şık giyimli garsonları çağırdı. Esas duruşta geldiler. ‘Çocuklara yemek getirin,’ dedi. Yüreğim yerinden çıkacak gibiydi. Karnımız doyurduk. Çıkarken okulu bırakmayacağımıza ilişkin bizden yine söz aldı.

Duânın gücü kendini gösterir. Hoca Ankara’dan iki adet bursla döner. Bir büyük engel daha aşılmıştır. Sonraki engeller de… (s: 31-34) 

Başarılı öğrenci için diploma almak zor değildir. İş hayatı, ilk aşk, evliliği giden yoldaki engeller de aşılır. Hepsi bu kadar değil. Gurur verici başarılar ve başarıları taçlandıran kararlar var:  

Ateşlemeleri eğitimli askerler yapıyordu. Mermilerin düştüğü yerleri de askerler tespit ediyordu. Bizler sığınaklarda dürbünlerle gözetliyorduk. Merminin düştüğü noktaları belirlemek ve hedefle karşılaştırma yapabilmek için belli aralıklarla beyaz çizgilerle çizilmiş olan o alana zir poligonu deniyordu.

İlk atış yapıldı. O boom sesi sanki yüreğimde patladı. Heyecandan ölüyorum sandım. Merminin düştüğü yerden haber bekliyorum. Zaman bir türlü geçmiyordu, durmuştu sanki. İnsanlar bana deliye bakar gibi bakıyordu. 45 derecelik bir açıyla yaptığımız bu atışta hatâ payı 15 metre olarak kabul edilirken 5 metre uzağına düşmüştü. Bu an benim için VAR OLMA veya YOK OLMA, yâni ÖLÜM anıydı. Herkes büyük bir sevinçle birbirine sarılıyor, çığlıklar atıyordu. İki damla sevinç gözyaşının aktığını hatırlıyorum.

Bütün atışlar başarıyla tamamlandığında Herr WEBER yanıma gelerek bana sarıldı, tebrik etti. ‘Herr Mümtaz Almanların askeri GOBLENZ merkezinde çalışır mısın? Benimle Almanya’ya gelir misin?’ dedi. Tercümana dönerek şunları söyledim: ‘Teşekkür ederim. Beni Türkiye Cumhuriyeti devleti okuttu. Devletime, milletime borcum var. Bir yere gidemem…‘ dedim.

Ankara merkeze bildirmişler. Art arda teşekkür telefonları gelmeye başladı. Fabrika müdürü beni kapıda yaşlı gözlerle karşıladı. Ülkeme karşı başarılı bir iş yapmış olmanın saadetiyle uçuyordum sanki. Bir anda ünlü olmuştum. Yeni başarılara yelken açıyordum.

Başarmaya azimli insanların bulunduğu ortamlarda bir musibetten bin hayır doğar. Amerika’nın ambargo koyması, taahhüt ettiği malzemeleri vermemekte ısrarlı olması sebebiyle aksayan işlere çözümler bulunur. Depoda âtıl vaziyette bekleyen sodyum nitrattan kara barut yapılır, engeller aşılır.

Aziz ve necip milletimizin, ihtiyaç sâhipleri kullansın diye, akıl ve zekâ imbiğinden süzülen özdeyişler, tavsiyeleri vardır. Bunlardan birinde: ‘Üç şeyi titizlikle seçiniz: İşinizi, eşinizi ve çevrenizi…’ Mümtaz Bey, her üçünü de titizlikle seçtiğinden hem başarılı hem de mesuttur. Aydan Hanımla yuva kurmanın eşiğini nişan yüzükleriyle aşarlar.

Okuyucu da onlarla birlikte mes’ut ve bahtiyardır. 

Bu işler olurken, atölye çalışmaları da devam eder. Büyük başarı: Mümtaz Bey, sentetik ve toz deterjan üretimini gerçekleştirir. Türkiye çapında başarıdır. Türkiye’nin tanınmış deterjan fabrikasının sâhibi, Mümtaz Bey’i câzip tekliflerle firmasına transfer etmek ister:

1-5.000 lira maaş bağlanacak. (Oysa şu andaki aylığı 1.650 liradır.  

2-Altına bir Amerikan otomobili verilecek.  

3-Devlete olan 20.000 lira burs borcu fâizleriyle birlikte ödenecek.      

4-Ataköy’de bir dâirenin tapusu verilecek.

Kahramanımız, söylenenleri dinledikten sonra kendi düşüncelerini şöyle açıklar: ‘Devlet beni okutup buraya gönderdi. Maaşım bana yetiyor. ‘Patent al’ dediler, almadım. Bu başarıyı devletin bu kurumda, devletin atölyesinde, devletin işçisiyle, devletin malzemesini, devletin elektriğini kullanarak elde ettim. Şimdi buradan nasıl ayrılırım?’ der.

Israrlar karşısında verilen cevap net ve kesindir: ‘Malda mülkte gözüm yok. Emr-i Hak vâki olduğunda götüreceğimiz şey yalnızca yedi metre kefen. Size ve Ahmet Bey’e teşekkür ederim’

Başarılar ve asil davranışlar burada bitmiyor.

***

 Türkçe hassasiyeti olanlar soruyor: ‘Gözyaşı’ ayrı mı yazılır, bitişik mi?’

El-cevap: ‘Göz ve yaş birbirinden ayrılmaz. Türk milleti, bâzan sevincinden ağlar, bâzan kederinden, ıstıraptan.

Sonraki sayfaları okurken, sevinç gözyaşlarınız sizi ferahlatacak, gururlandıracak… En önemlisi gençlerimize örnek olacak…

Anlatana ve yazana gönül dolusu tebrikler, teşekkürler…

UBUNTU YAYINLARI                                                                                                                                      ANTALYA

2-Anılardan Damlalar

İnşaat Mühendisi Adnan Yolalan’ın kendi hayatını anlattığı kitap 16 X 24 santim ölçülerinde ve 272 sayfadır. Kasım 2024’te İstanbul’da yayınlanmıştır. 8 bölüm olarak hazırlanan bol fotoğraflı kitap, 136 adet alt bölüm ihtiva etmektedir. Editörlüğünü Mehmet Şadi Polat ve Sinem Yolalan Köse üstlenmiştir.

Sayın Yolalan hâtıralarına, 1 Temmuz 1925 târihinde dünyaya gelen annesi Şerife Hâtun ile başlıyor. Onu saygı ile anıyor ve ona ithafen yazdığı bir şiirle ihtiramda bulunuyor. Şerife Hâtun, beyinin önceki iki hanımından dünyaya gelen çocuklarına da annelik yapmış saygıdeğer bir insandır. 4 Ağustos 2013 târihinde sessizce ve melekler gibi kanatlanıp Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. Yazar, eskiye âit her ne varsa hepsine hasret duygularıyla bağlıdır. Bu bağlılık, ‘komşuluk diye bir güzellik vardı’ başlığıyla okuyucuya tebliğ ediliyor.

Kitapta yüzlercesi bulunan ‘Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer’* mısraını hatırlatan bir paragraf: ‘… Sokaklarda oynarken acıkınca hangi komşu yakın ve kapısı açıksa oradan peynir ekmek vs. isterdik. Mahalledeki bütün evler kendi evimiz gibiydi.’ 

(Bu tanıtım yazısını hazırlamaya çalışanın çocukluğundan bir hâtıra: Mahallemizde oturan Rum ve Ermeni komşularımız, iftar soflarımızı zenginleştirmek için bir tepsi içerisinde en az iki tabak yemek veya tatlı gönderirlerdi.)

Bir başka bölümde, o dönem şehirlerimizin olmazsa olmaz bir geleneği anlatılıyor: 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim’de büyük bir coşkunlukla kutlanan millî bayramlarımız…

Millî bayramlara 5 Mayıs günü havanın kararmasıyla başlayıp 6 Mayıs günü havanın kararması ile sona eren Hıdrellez kutlamalarını de eklemek gerek. Şehrin yeşil çayırlarla süslenmiş meydanlarında veya dere kenarında evde hazırlanmış, su böreği, sigara böreği, çeşit çeşit kekler, nokullar, etli, yumurtalı, pastırmalı pideler haşlanmış ve kabuğu renk renk boyunmış yumurtalar, omlet, ekmek köftesi, zeytinyağlı dolmalarla verilen ziyâfetler… En uzak mahallelerden gelen âileler ve çocukları, komşu imiş gibi kaynaşırlar, yiyeceklerini paylaşırlar, gelecek hıdrellezde yine bir arada olmayı kararlaştırırlardı. Şimdilerde ‘sosyalleşme’ deniliyor. Bir hıdrellez günündeki berâberliğin hatırına bütün bir yıl devam eden kardeşlikler, dostluklar yaşanırdı.

Gerçekten Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer.

Sayın Yolalan devam ediyor: Ramazan Geceleri, Sivas Sokaklarında Ayılar, Sokaklardaki Dostluklar, Mahallemizde ‘Komşuluk’ diye bir şey vardı, Kuşbazlar, Muzaffer Sarısözen, Büyük Ozan Âşık Veysel, Gökpınar Gölü başlıklı bölümler, kitabı meydana getiren hâtıraları arasında yer almakla birlikte, Sivas’ın târihidir, kültürüdür, coğrafî tanıtımıdır, Özetle kitap; Sivas medeniyetini 40-50 yıl öncesinden günümüze kadar getirip, asırlar sonrasına armağan etmektedir.

Yazılı olan her şey, târihî bir belgedir. Kıymetlidir.

Eserin 101. sayfadan sonrasında şahsî hâtıralar yer almakla birlikte Sivas’ta sosyal hayatla alâkalı doküman niteliğindedir. Üniversite hayatı, iş hayatı, iş hayatındaki hatâlar ve başarılar, okuyan gençlere tecrübe kazandırmaktadır, başarı anahtarıdır.

***

Çok kişi, etrafındaki insanlara hâtıralarını yazmasını ısrarla tavsiye eder. Hâtıra yazmak netâmeli bir iştir. Çünkü insanlar arasında ihtilâflar, tartışmalar, hattâ kavgalar vardır. Mâruz kaldığı haksızlıkları yazarken, kendini haklı, muhatabını haksız göstermek mecburiyeti hâsıl olabilir. Yazarın haksız gösterdiği kişi, hakîkatte haklı olabilir. Üstüne üstlük söz konusu kişi vefat etmişse, ölünün arkasından gıybet yapılmış olur ki büyük günahtır. Vefat eden ve hakkında olumsuz hüküm verilen şahıs cevap vermek imkânına sâhip değildir. İnsanların büyük bir kısmı, duyduğu sözü, doğruluğunu tahkik etmeden yaygınlaştırır, onların günahı da ilk yanlış sözü söyleyene yüklenir. Bu sebeple hâtıra yazarken son derece dikkatli olunmalı, olunamıyorsa hâtıra yazılmamalıdır. Oysa ki hâtıra kitapları geçmiş ile gelecek arasında sağlam bir köprüdür. Ve de faydalıdır.

Hâtıra yazı ve kitapları hakkında:

Hâtıralar, şâirlerin ve yazarların ruh ve fikir dünyasını anlamada başvurulan en önemli kaynaklardan biridir. Modern Türk şiirinin köşe taşlarından biri olan Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinde yayımladığı ‘Hâtıralar’ bu tarzdaki önemli metinlerdir.

Karakoç burada yalnızca kendi hayatını anlatmakla yetinmiyor, aynı zamanda üstadı olan Necip Fâzıl Kısakürek’e geniş ölçüde yer veriyor. ‘Üstadım’ diye andığı şâirin verdiği sosyal mücâdele, hapishâne yılları, maddî sıkıntılar ve şahsî zaafları birçok hâtırada söz konusu edilir.

Edebî bir tür olarak hâtıra kavramı ve terimi yeni olmakla berâber yazılı en eski metinler arasında hâtıraların da yer aldığı bilinmektedir. Bilge Kağan’ın ifâdesiyle yazılmış Göktürk Kitabeleri, Bâbür Şah’ın Bâbürnâme’si, Celal Bayar’ın ‘Ben de Yazdım…’ isimli tamamlanmamış eseri gibi çok defa devlet adamlarının yazdıkları ilk örnekler daha ziyâde siyasî ve tarihî karakterde hâtıralardır.

Ergun Göze’nin ‘Yaşasın Hâtıralar’,  Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın 990 sayfalık ‘Hâtıralar’, Prof. Dr. Sabahattin Zâim’in ‘Bir Ömrün Hikâyesi, Dr. Metin Eriş’in ‘Yelkovan’ın Ucundan Düşen Yapraklar’, İdris Yamantürk’ün ‘Türk Milletine Borcumuz Var’, Refik Baydur’un ‘Hâtıralar ve Tavsiyeler’ gibi eserler, yakın zamanlarda yayınlanan önemli hâtıra kitaplarıdır.

Hâtıralar ifade ve üslûp bakımından farklılık gösterir. Genellikle askerî şahısların yazdıkları belgelere dayanan, hattâ birliklerin harekât şemalarını ihtiva eden harp hâtıraları yalın ve objektif bir ifâdeyle kaleme alınmıştır. Sanatkârların, özellikle edebiyatçıların hâtıralarında ise kişi ve olaylarla beraber hâtıra sâhibinin intiba, duygu ve sübjektif yorumları üslûba da tesir eden edebî bir dille anlatılır. Bu sonuncular edebî bir tür olan hâtıratı teşkil eder. Bu özellikleri dikkate alınarak genellikle bütün hâtıralardan, özellikle de siyâsî karakteri ağırlıkta olan hâtıralardan bir belge ve objektif bilgi olarak faydalanmak için bunlara ihtiyatla yaklaşılması ve aynı konu üzerine yazılmış olanlarla karşılaştırılması gerekir.

Şahsî hâtıralarda bâzan okuyucu üzerinde gerçeklik duygusu uyandırmak maksadıyla yazarın kendisi hakkında birtakım itiraflarda bulunduğu da görülmektedir. Kaynağını Jean-Jacques Rousseau’nun ‘İtiraflar’ından alan bu çeşit hâtıralar için Ziyâ Paşa’nın ‘Defter-i A‘mâl’i ile Rıza Nur’un Hayat ve Hâtırâtım’ı örnek olabilir.

BOĞAZİÇİ YAYINLARI:

Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 44 Meriçli Apartmanı Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon:

0.212-520 70 76 Belgegeçer: 0.212-526 09 77  e-posta: bogazici@bogaziciyayinlari.com //

www.bogaziciyayinlari.com.tr  

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><> 

*Gelibolulu Mustafa Ali Efendi’ye (1541-1600) âit olduğu söylenen bu mısra,  keman virtüözü ve ilk Türk tango bestekârı Necip Celâl Ander’in (1908-1957) tangolarından birinde kullanılmıştır:

Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer 

Bir an acı duyar insan belki sevmişse biraz eğer 

Anlar ki geçenlerin rüyâymış hepsi meğer         

Rüyâ olsa bile o günlerin hayâli cihan değer.

ADNAN YOLALAN       1946 Yılında Sivas’ta doğdu.    İlk ve ortaokulu ATATÜRK ismini taşıyan okullarda okudu. Lise tahsilini Sivas  Erkek Sanat Enstitüsü Yapı bölümünde tamamladı. İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesine bağlı Vatan Mühendislik Yüksek Okulu’ndan 1975 yılında İnşaat Mühendisi olarak mezun oldu. Sivas Arı sitesinde iki arkadaşı Necati Marım, Doğan Aykanat ile ERENTAŞ MÜHENDİSLİK BÜROSU’nu kurdu. Sivasta serbest mühendislik ve müteahhitlik, çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarda şantiye şefi, kontrol mühendisi olarak hizmet verdi. 1986 yılında Antalya’ya taşındı. O yıllarda Antalya’nın 16 katlı en yüksek binaların inşaatlarında şantiye şefi olarak görev yaptı. DETAY YAPI DENETİM A.Ş. A grubu kurucu ortağı olarak hizmet verdi. Gazete ve degilerde hatıra türünde yazılar yazdı. Şimdilerde 78 yaşında, Duacı Köyü, Göçerler mevkiinde hemşehrisi, meslektaşı Yılmaz Özüduru ile yaptıkları Çamlıbel Sitesinde değerli eşi Selma Hanım ve güzel komşuları ile emekliliğini yaşıyor.

‘Her Çocuk Ayrı Bir Dünyâdır’

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi      

   Prof. Dr.  SÜLEYMAN DOĞAN’la        

Çocuk Eğitimi Hakkında konuştuk.

(Dördüncü –Son- Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Her çocuk ayrı bir dünyâ. Bu sebeple çocuk eğitimi için tek bir reçete yok. Çocuğun zihnî, sosyal ve ahlâkî gelişmesi için anne ve babalar bilgi noksanlıklarını nasıl karşılayabilirler?

Prof. Dr. Süleyman Doğan: Yeryüzünde bu kadar insan olmasına rağmen hiç birinin parmak izi, bir başkasının parmak izine benzemiyor. O bakımdan insan bir mûcizedir âdeta. Allah’ın yarattığı mûcize bir varlıktır. İnsan yeryüzünün gördüğü en güzel canlıdır. Kâinatın merkezidir. Dünyâdaki bütün canlılar bir yana, insan diğer bir yanadır. İnsan Rabbimiz’in en çok sevdiği, aynı zamanda da sevgi beklediği gönlün taşıyıcısıdır. Kendisinden üflediği ruhun emânetçisidir. Bu eşrefi mahlûkata ‘Hazreti İnsan’ diyebiliriz. Zamanında bizlerin de yaşadığı, hep özlemini duyduğumuz saf, temiz, günahsız, kusursuz, yalan bilmez, saygısızlık, kötülük ve hakaret etmez çocukluk dönemlerimiz, bizlere verilen emânetlerle tekrar yaşanır. Evet, Rabbimiz’in bahşettiği çocuklarımız en büyük emânetlerimizdir. Allah (cc), dünyâya gönderdiği en değerli yolcusunu evimize ve korumamıza misâfir olarak verir. Rabbimiz’den emânet alabilme onurunu bizlere bahşeder. Bizleri birbirimize muhtaç bırakır. Çünkü çocuğumuz hayat için bize, biz de erdem için çocuğumuza muhtâcız.

Hiçbir canlı, insandaki değeri insanı yaratandan daha iyi bilemez. Toprak belki aynı topraktır ama ondaki mineraller farklılık gösterir. Toprağı besleyen hava, su, güneş ve diğer besinlerden hepsi özelliklerine göre farklı istifâde eder. Demir, çinko, magnezyum, bakır, krom, bor hepsi birbirinden farklı işleve sâhiptir. Asıl olan onun yerinde ve zamanında usta ellerce işlenebilmesidir. Çocuk, insana dünyâ hayatında verilen en kıymetli hediyelerdendir. Anne babalar çocuklarının yaratılıştan gelen özelliklerini ve yeteneklerini araştırarak, şahsî beklentilerini önlerine set çekmeden, o özellikleri en olumlu şekilde geliştirmeye çalışmalıdır. Çocuğun tanınmayan kendisine has özellikleri göz ardı edilerek anne babaların beklentileri doğrultusunda yetiştirilmeye çalışılması çocuğa zulümdür. Her insanın imkânları, fıtrat ve istidadı farklıdır.

Bazı anne ve babalar çocuklarını tıpkı kendileri gibi değerlendirir. Kendileri gülerse çocuklarının da gülmesini; kendileri ağlarsa, çocuklarının da ağlamasını isterler. Oysa çocukların farklı bir ruh, farklı bir beden ve farklı bir sosyal yapıya sâhip olduklarını göremezler. Sonuç olarak, çocuklarıyla alay eder, onların düşüncelerine, duygularına önem vermezler. Çoğu zaman da çocuklara öfkelenirler. Bu tür bilinçsiz anne ve babaların çocukları, sonunda kişiliksiz birer yetişkin olabilirler. İnsan her çağında değişik bir yapıya sâhiptir. Çocuktan bir genç gibi davranması beklenilemez. Bir gençte yetişkinliği aramak yanlıştır. Psikologların birleştikleri bir fikir olarak, çocukluk yetersizlik değil, gençliğe bir hazırlık evresidir.

Her insanın kendine has yanları vardır. Parmak izi misali… Ne kadar kafa varsa o kadar düşünce var. Milyonlarca insan ve binlerce öğrenci var iken tek düze bir eğitimin verilmesi imkânsızdır. Eğitimin her insana aynı şekilde, aynı yöntem ve materyaller ile verilmesi güçtür. Aynı şartlarda, aynı şekilde verilen eğitimin yararı olmaz. Öğrencilerin tepkilerinin hepsi aynı seviyede değildir.  
 Kişiler arasındaki farklar, psikoloji ilminin en önemli ve en temel bulgularından biri olmuştur. Herkes kendine özgü bir varlıktır; ilgi, yetenek, değer ve tutumları ile başkalarından farklılık gösterir. Farklı yaradılışı olan ve farklı çevrelerden gelen kişilerin ihtiyaçları da farklılık gösterir. Bütün çocukların aynı özelliklere sâhip olduğunu varsaymak, çocuğun kendisine has tabiatını ortaya çıkarma açısından büyük problemleri beraberinde getirir. Bu yönden problemleri, üstün yönleri, zayıflıkları, başarı ve başarısızlıklarıyla her çocuğun ayrı bir dünyâ olduğunu bilmek ve bunları keşfetmeye çalışmak gerekir.

Âileler her şeyden önce şunu akıllarından çıkarmamalıdır; her çocuk ayrı bir dünyâdır. Dünyâda tek yumurta ikizleri de dâhil olmak üzere aslında hiçbir çocuk bir diğerine benzemez. Bütün çocuklar özeldir. Onların her birinin ayrı duyguları, düşünceleri, yetenekleri vardır. Kimi çocuğun matematik, kimi çocuğun fen, kimi çocuğun sosyal, kimi çocuğun ise dil yeteneği ileri düzeydedir. Resim, müzik gibi yetenekler de çocuklarda farklı farklı seviyelerde olabilir. Dolayısıyla hiçbir çocuk bir başkasıyla karşılaştırılamaz. Âile, çocuğun kapasitesini iyi bilmelidir. Asla gücünün üstünde şeyler isteyerek onu ezmemelidir. Bâzen çocuktan beklenen davranışlar gerçekçi ve ilmî olmayabilir. Meselâ en basitinden, çocuğun içinde bulunduğu yaş itibâriyle boyunun 1metre 30 cm olması gerekiyor. Bizim çocuğumuz da yaklaşık olarak bu boyda. Şimdi bu çocuğu tutup da 1metre 50 cm boya sâhip bir çocukla kıyaslamak doğru değildir. Kıyaslarsak hislerimize yenilmiş oluruz ve çocuktan beklentilerimiz gerçekçi olmaz. Âileler çocuğu iyi tanımalı, yaş özelliklerini iyi bilmeli ve beklentilerini bu gerçeklere göre sınırlandırmalıdır.

Çetinoğlu: Her çocuk ayrı bir dünyâ olmakla birlikte, çocuk eğitiminde değişmez ve olmazsa olmaz ana prensiplere ihtiyaç var. Sosyolog olarak tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Prof. Doğan: Âilenin görevi, çocuğa dünyâda işe yarayan ve sağlıklı bir hayat yaşamayı sağlayan duygu ile alâkalı becerileri kazandırmaktır. Duygular insan hayatında ifâde aracıdır. İnsanın çoğu davranışları çocukluğunun ürünüdür. Bu sebeple insana çocukluk döneminde örnek davranışlar aşılamak gerekmektedir. Çocuğun yetiştiği âile ortamı ve âile fertleri ile olan ilişkiler kişiliğinin oluşmasında çok önemli rol oynar. Çocuk fazla konuşma ve öğütten ziyâde ana babanın davranışlarından etkilenir ve bu davranışları kendisine örnek olarak alır. Çocuğun âilesi ile kuracağı ilişki, onun ömrü boyunca kuracağı insan ilişkilerinin temelini oluşturur. Bu sebeple çocuğun 0-6 yaş döneminde âilesinden aldığı eğitim, daha sonraki eğitim sürecini de etkiler. Her çocuk ayrı bir dünyâdır. Çocuk yetiştirmek ise en mukaddes, en büyük, en zor ve hayat boyu devam ettirilmesi gereken en önemli sanattır. Gelecek açısından düşünüldüğünde bu konunun önemi her geçen gün çok daha iyi anlaşılmaktadır. Daha doğacak çocuk anne karnında iken anne babaların kafasında birçok soru işareti oluşur. Kız mı, erkek mi olacak? Sağlıklı doğup büyüyecek mi? Âilemizde ve günlük hayatımızda nasıl bir değişiklik olacak? İleride nasıl bir insan olacak? Nasıl bir meslek sâhibi olacak? Hayatta başarılı olacak mı? Gibi pek çok soru ile çocuğun doğacağı gün heyecanla beklenir.

Çocuklarla olan ilişkilerimiz onların her zaman kendi eğilimlerini elden geldiğince en iyi biçimde geliştirmelerine yardımcı olmalıdır. Çocuğun gelişimini engelleyecek olumsuz eleştirilerde bulunulmamalı ve yaptıklarına karşılık ölçülü bir beğeni tutumu sergilenmelidir. Her insan, keşfedilmeyi bekleyen ayrı bir dünyâdır. Kolay olan, genelleyerek herkesi kendimiz gibi görmektir. Asıl olması gereken ise onu keşfetmek için tanımaya çalışmaktır. Âileler çocuklarını belli bir hedefe doğru harekete geçirebilmek, istenen doğrultuda çaba göstermelerini sağlayabilmek ve onları gayrete getirebilmek için herhangi biriyle karşılaştırırlar. Meselâ âileler, çocuklarının daha çok ders çalışmasını sağlamak için onu, ‘Bak; kardeşin, ablan veya ağabeyin ne kadar başarılı, sen de öyle olmalısın!’ benzeri sözlerle kardeşleriyle karşılaştırabilirler. ‘Ben senin gibiyken…’ sözleriyle başlayan ifâdelerle çocuğu kendileriyle kıyaslayabilirler. ‘Komşunun çocuğu kadar olamadın.’ benzeri yakınma ifâde eden sözlerle de çocuğu çevredeki herhangi biriyle karşılaştırabilirler. Aslında âileler bütün bunları çocuğun daha başarılı olması adına yaparlar. İsterler ki, bu karşılaştırmalar çocuğu biraz kamçılasın ve çocuk gayrete gelsin, kendinden beklenen performansı ortaya koysun. Yani âilelerin bu yaklaşımında genelde kötü bir niyet söz konusu değildir. Ancak bu karşılaştırmalar çocuğu çok defa olumsuz şekilde etkiler.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Her soruyu en ince teferruatına kadar cevaplandırdınız.  Zaman ayırdınız, yoruldunuz… Sağolunuz…

Prof. Doğan: Efendim böyle bir fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Bu alanda maşallah iyi çalışıp iyi, doğru ve yerinde sorular çıkartmışsınız Geleceğimizin garantisi gençler ise, onu yetiştiren âileler de o kadar önemlidir. Anne ve baba sevgisiyle yetişmiş kişilerde suç işleme oranı çok azdır. Diyebiliriz ki, toplumlar, kendi problemli insanlarını yine kendileri oluşturmaktadırlar. Normal insanlar, mutlaka çevrelerine uymak isterler ve çevrelerinin mutluluğunu kendi mutluluklarıyla eş zamanlı görürler. İnşallah söylediklerimiz yerini bulur ve ebeveynler başta olmak üzere yetkilileri de uyarmış oluruz. Çünkü sağlıklı çocuk sağlıklı âileyi, sağlıklı âile de sağlıklı devleti ve milleti meydana getirir.

Prof. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN: 1965 yılında Aksaray’ın Ortaköy ilçesi Devedamı (eski kasaba) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Kırşehir ve Ortaköy’de ve lise öğrenimini Ortaköy  lisesinde tamamladı. Ayrıca dışarıdan İstanbul Küçükköy İmam-Hatip lisesinde fark derslerini vererek bitirdi. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun oldu (1988). 1995 yılında İngiliz Kültür’ün bursunu kazanarak İngiltere’de, Birmingham Üniversitesinde Politika ve Uluslararası İlişkiler alanında Master Programını tamamladı. Pedagoji alında yaptığı çalışmalarla Pedagoji (Eğitim bilimleri) doktoru unvanını aldı (1999). Yine çocuk ve âile eğitimi ve âile sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla Eğitim Sosyolojisi alanında doçent oldu (2012). Devlet Planlama Teşkilatı Ulusal Ajans proje değerlendirmesinde bağımsız (AB) hakemi dış uzmanı olarak görev yaptı (2005–2008). Uluslararası Malezya Üniversitesinde bir müddet araştırmacı öğretim üyesi olarak bulundu (2008). 2009’dan beri Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümünde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. 2022 yılında Profesör oldu. Yazar Doğan, uzun yıllar çeşitli günlük gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalışmıştır. Moldova, Gagavuz Özerk Cumhuriyeti Meclisi tarafından verilen devlet nişanı sâhibidir (2001). Çevre konusunda yaptığı çalışmalarıyla ‘Kelaynak Kuşları Zorda’ başlıklı çalışması, 2002; ‘Boğazlarımız Yolcu Geçen Hanı’ başlıklı çalışması, 2004) INEPO (Milletlerarası Çevre Olimpiyatları Projesi) mlletlerarası çevre basın ve jüri özel ödülü kazanmıştır. Gazeteci ve ilim adamı olarak 60 ülkeye seyahat etmiştir. Doğan, Türkiye Yazarlar Birliği (1994-), Türk Felsefe Derneği (2008-) üyesi ve Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM, 2010-) ve Telif Hakları Derneği kurucu üyesi ve genel başkan yardımcısıdır (2016). 30’u milletlerarası olmak üzere 100’den fazla ilmî yayını vardır. Başta TÜBİTAK olmak üzere millî ve milletlerarası birçok kurum, kuruluş ve dergilere hakemlik ve ilmî jüri üyeliği yapmaktadır. Yayınlanmış Kitaplarından bazıları: Afganistan’da kim kazandı? (1993), Keşmirden Geliyorum (1995), Eğitimde Başarının Şartları (1998), Şimdiki Çocuklar Harika (2001), Çocuklar Küçük Bir Şey Değildir (2002), Mutlu Âile Mutlu Çocuk (2003), Başarıya Yürüyenler (2005), Varolmanın Yolunda Zengin Olmak (Editör, M. Uyar ve M. Çetin ile birlikte) (2005), Âilenin Aynası Çocuk  (2006), Âilede Sevgi Eğitim (Editör) (2009), Mesnevi’den Pedagojik Telkinler (2013), Konuşmak Lâzım (C. Doğan ile birlikte 2015),Rektörlerin Gözüyle Üniversitelerimiz (2016), Hayatı Güzelleştiren Hikâyeler (2020), 100 Soru Cevapta Eğitim Felsefesi (2020), Postmodern Medya (Editör, 2020), Rektörler Konuşuyor (2020), Koronaya 100 Mektup (2020), Profesörler Geçidi (2021), Sorularla Sosyoloji ve Eğitim Sosyolojisi (2021).  10 adet ilmî kitap bölüm yazarlığı, ayrıca akademik bazı dergilerde hakemlik ve editörlüğü devam etmektedir.