4.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 25

R û h

     Rûh, hâriçte vücud sahibi, şuurlu / bilinçli bir kanundur.

     Sabit, devamlı ve fıtrî / yaratılış kanunları gibi,

     Emir âleminden, irade sıfatından gelmiş;

     Kudret ona hissî bir vücud giydirmiştir.

     Lâtif bir seyyâleyi o cevhere sadef / kılıf etmiştir.

     Mevcut ruh, mezkûr aklî kanunun kardeşidir.

     İkisi hem daimî, hem emir âleminden gelmişlerdir.

     Şayet, nevilerdeki kanunlara Ezelî Kudret

     Haricî / dışsal bir vücud giydirseydi, ruh olurdu.

     Eğer ruh, şuuru başından indirse;

     Yine ölümsüz bir kanun olurdu.

     Ruha bir derece benzer ve benzeyen;

     İkisi de emir âleminden ve iradeden geldiklerinden,

     Masdar itibariyle, ruha bir derece muvafık / uygun,

     Fakat yalnız hissî vücudu olmayan nev’ ve türlerde

     Hükümran olan kanunlara dikkat edilse

     Ve o namus ve kanunlara bakılsa görünür ki:

     Eğer o emrî kanun; haricî bir vücud giyse idi,

     O nev’ ve türlerin birer ruhu olurdu.

     Halbuki, o kanun daima bâkidir.

     Daima müstemir / devamlı ve sâbittir.

     Hiçbir tegayyürat ve inkılâbât / değişimler,

     O kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz.

     Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa;

     Onun ruhu hükmünde olan meydana geliş kanunu,

     Zerre gibi bir çekirdeğinde ölmiyerek bâki kalır.

     Madem en sıradan ve zaif emrî kanunlar bile,

     Böyle beka ve devam ile alâkadardır.

     Elbette insan ruhu, değil yalnız beka ile,

     Belki ebedî / sonsuz âlem ile alâkadar olması gerekir.

     Çünkü: Ruh dahi Kur’an’ın kesin ifadesi olan:

     “Kuli’r-ruhî min emri Rabbi.” yüce fermanı ile

      Emir âleminden gelmiş, şuurlu bir kanun

      Ve hayat sahibi bir kanundur ki:

      Ezelî Kudret, ona haricî bir vücud giydirmiş.

      Demek, nasıl ki irade sıfatından

      Ve emir âleminden gelen şuursuz kanunlar,

      Daima veya gâliben bâki kalıyor.

      Aynen onların bir nev’i, bir çeşit kardeşi

      Ve onlar gibi irade sıfatının tecellîsi

      Ve emir âleminden gelen ruh’un,

      Bekaya mazhar olması, çok daha kat’î ve buna lâyıktır.

      Çünkü vücud sahibidir.

      Hariçte hakikati vardır.

      Hem onlardan daha kavi / güçlü, daha ulvî / yücedir.

      Çünkü şuur ve bilinç sahibidir.

      Hem onlardan daha daimî, daha kıymetlidir.

      Çünkü hayat sahibidir.

Kâinat  ve  Allah

     Kâinat / Evren; Ulu Yaratan için, çok muazzam, çok büyük bir bürhan / delil.

     Gayb dilinin şehadet ve tanıklığıyla,

     Yüce Yaratan’ın tespih edici / anıcı ve zikredicisi.

     O’nun varlık ve birliğini nazara verici.

     Rahman olan Hz. Allah’ın tevhidini / birliğini, büyük bir sesle zikredici.

     “La ilâhe illa’llah. / İlâh diye bir şey yok. Ancak Allah var.” demekte.

     Bütün zerre, atom ve hücreler ve onların rükün ve âzâları; birer zikredici lisan.

     Büyük bir sesle Hz. Allah’ın varlığını dile getiriyorlar.

     O çeşit çeşit dillerin her biri, Tevhîd’e birer geçit.

     Kâinat, her şeyiyle sanki büyük bir insan,

     Zikri yankılanır her cihetten, her an.

     Âlem tüm içindekileriyle, sanki bir zikir halkası.

     Nur kaynağı olan Kur’an’dan geliyor gür sadâsı.

     Tüm ruh sahipleri, fikir birliği etmişcesine;

     Yaratan’ın varlığını haykırıyor tam ercesine.

     Şanı Büyük Furkan olan Yüce Kur’an;

     Hakk’ı bâtıldan ayıran, konuşan bürhan.

     Bütün âyetleri Yaratan’a lâyık ve sâdık birer lisan.

     İmanın şuaları, parıltıları ile beraber diyorlar “El-aman!”

     Kulağı yapıştırsan eğer, Furkan’ın sinesine;

     Derinden derine işittirirsin, semavî bir sesi nefsine.

     O sestir, son derece yüce, son derece ciddî.

     Pek samimî, nihayet derece sevimli, ikna edici.

     Bürhan ve delillerle tekrarlıyor tevhîdi.

     Şu nurlu şeffaf bürhanlar, nakış nakış, çiçek çiçek;

     Acze düşürücü sikke, damga ve mühürleriyle birer birer;

     İçlerinde parlayan hidayet nuruyla, büyük gerçeği remzeder.

     Aklı konuşturan zihinler de, aynı hakikati söyleyip durur.

     Hele yanılmayan, gerçeklerin anahtarı ve açarı olan vicdan;

     Alıyor ilhamını, Şanı Büyük Kur’an’ın tevhîd denizinden.

     Gerçeği gören nazar, tevhîtte olursa gark;

     Diyecek herkese, hele bir çevrene bak!

     Ulûhiyetin belirtisini kesinleştirir hak ve hakikat lisânı.

     Zikrederek zâkir kılar, her durumda her ânı.

     Kâinat, her ân ve her durumda maddeten ve mânen;            

     Varlığı ve hayâtı ayakta tutmakta.

     Tevhîd-i Kayyûmiyet / Allah’ın kayyumiyetine,

     Medyûn-u şükran / şükran borçlu.

     Ayrıca Tevhîd-i Rububiyet’e de dayanır varlık;

     Çünkü bir elden çıkmış ve bütün ihtiyacı;

     Aynı Kudret tarafından hazırlanmış.

     Böyle olmasaydı, kâinat olamazdı mevcut!

     Hayat dolu harikalarıyla, eşsiz bir vücut!

     Çünkü O:                                                                                                                                  

     Öyle bir Tanrı ki, “Lemyelid.” / Doğurmadı. “Ve lemyûled.” / Doğurulmadı.

     Çünkü İlâh; Vâcib, Kadîm, Ezelî olmazsa, olmaz İlâh.

     Velhasıl yok “İlâh!” Ancak var; bir olan “Allah!”

     Çünkü O’nun ne zâtında nazîri / benzeri, ne fiillerinde şeriki / ortağı,

     Ne de sıfatlarında şebîhi / benzeri vardır! Yani yoktur vesselâm.

Öz Eleştiri

Hutbe olarak Din Hizmetleri Genel Müdürlüğünün hazırladığı Kur’an’dan önemli bir ayet olan Asr Suresi’nin öğrettiği hakikatler üzerinde bir yazı. Evrensel boyutta ihtiyacımız olan önemli bir konu.
Kur’an-Kerim’de kısa ama muhteşem anlam içerir Asr Suresi’nin bizlere öğrettiği birinci hakikat, zaman bilincidir. İnsan, zamanla sınırlı bir varlıktır. Yüce Rabbimiz, surenin hemen başında
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. ”buyurmuştur. Zamanı insana şahit tutmuştur. Zira insana verilmiş en büyük nimetlerden biridir zaman. Dünyamızı güzelliklerle tezyin ederek ahiretimizi kazanmamız için bizlere emanet edilen en kıymetli hazinedir zaman. Bu emaneti hoyratça tüketmek, şuursuz ve sorumsuzca beyhude bir ömür geçirmek mümine asla yakışmaz. Bu, insan için en büyük hüsrandır.
Asır Suresi’nin bizlere öğrettiği ikinci hakikat, iman nimetinin önemidir. Yüce Rabbimiz, yarattığı insanın ziyanda olmaktan, hüsrana uğramaktan kurtulmanın ilk şartının iman etmek olduğunu haber vermiştir. Zira imansız geçen bir hayat, zararın en büyüğüdür. İman ise kalbin hayır ve güzelliklere, hak ve hakikate yelken açmasıdır. Kelime-i şahadeti, kelime-i tevhidi gönülden söyleyen bir mümin, küfre karşı imanın; batıla karşı hakkın; zillete karşı izzetin; zulme karşı adaletin yolunda yürüyeceğine dair kendisine ve Rabbine söz vermiştir. Kötülüklerin değil, iyiliklerin yanında olacağını kabul etmiştir.
Asr Suresi’nin bizlere öğrettiği üçüncü hakikat, Salih amel bilincidir. Rabbimiz, bizi ebedi hüsrandan, imanımızla birlikte Salih amellerimizin kurtaracağını bildirmiştir. Salih amel, imanın davranışlara yansımasıdır, eyleme dönüşmesidir. İmanın hayat bulmasıdır.
Bizi Rabbimizin rızasına ulaştıracak her bir söz ve eylem, Salih ameldir. Nasıl ki ihlâsla yoğrulmuş olan namazımız, orucumuz, zekâtımız, haccımız birer Salih amelse her türlü imkânımızı insanlığın hizmetine sunmak da Salih ameldir. Mazlumlara, mağdurlara, kimsesizlere, yetimlere el uzatmak Salih ameldir. Göremeyenin gözü, işitemeyenin kulağı, tutamayanın eli, yürüyemeyenin ayağı olmak Salih ameldir. Huzurumuza, kardeşliğimize, değerlerimize sahip çıkmak Salih ameldir. Kötülüğe engel olma ve iyiliği hâkim kılma gayreti Salih ameldir. Hadis-i şerifte geçtiği üzere insanlara eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırmak Salih ameldir.[i]Kısaca Salih amel, uygun amel demektir. Bu uygunluk, amelin Allah’ın rızasına, insanın fıtratına ve toplumun maslahatına uygun olmasıdır.
Asr Suresi’nin öğrettiği ve bizi ebedi hüsrandan kurtaracak dördüncü hakikat, her daim hakkın yanında yer almaktır. Birbirimizi hak ve hakikate yönlendirmektir. Hem kendimizi hem de kardeşlerimizi batıl, yalan, hile, fitne ve fesadın karanlıklarından korumaktır. Rabbimizle, çevremizle, kâinatla ilişkilerimizde ne pahasına olursa olsun doğruluk ve istikametten ayrılmamaktır.
Asr Suresi’nin öğrettiği beşinci hakikat ise,
Hak yolda sabrı kuşanmaktır. Birbirimize sabrı tavsiye etmektir. Ancak unutulmamalıdır ki sabır, batıla katlanmak değildir. Bilakis sabır, hak ve hakikat yolunda sebat etmektir.
*
Hutbeyi dinlerken namaz ibadetimizin omurgasını oluşturan Fatiha Suresi’nin de anlamı üzerinde düşünüyordum ve beynimde canlanan tablo.
Eğer hakiki imana haiz olmaya çalışıyor isek işlenen Asr Suresi ve Fatiha Suresi hayatımızın yol haritasını eksiksiz tamamlamış olduğunu görme durumundayız.
İmanın hayat bulması noktasında insan nötr olamaz, olmaya hakkı yoktur. İmanın insanı insan adına insanlık adına yaşayan canlı çevre adına dünyayı güzelleştirme imar etmekle yükümlü aksiyoner olmak zorunluluğu ile baş başadır.
İmanın insanı zulmete uğramış sömürünün her çeşidine maşa yapılmış insanı ve insanlığı bu zilletten kurtarmak için reaksiyoner olmakla mükelleftir.
Namaz ibadeti imanın insanını özgürleştirmek adına insanın insana biat etmesini yasaklar, insanın sadece Rab olan yaratıcısını tanımak, sadece Yaratıcısına biat etmek, sadece Yaratıcısından talep etmekle mükellef kılınmıştır.
İmanın insanı, imanın hayatla buluşması sürecinde insanı ve insanlığı her türlü biattan ve sömürüden, zilletten koruyacak enstrümanları Kur’an’ın bütününde, Hz. Peygamberin sünnetinde, uygulamalarında görebilir.
Namaz ibadetinde yapılan rükün ve secde bu manada bir baş kaldırı değil midir?
Kur’an, imanın insanı için bir hayat kılavuzu olduğuna göre o insan insanı merkeze alacak, onurlandıracak her türlü sömürüye karşı koruyacak önlemler üzerinde çalışmakla mükelleftir. Bu çalışmanın esaslarını Kur’an’dan, Hz Peygamberin hayat anlayışında ve uygulamalarından hareketle formüle edebiliriz:
‘’Şura/istişare/meşveret (ortak akıl)– liyakat( ihtisas)/ işin ehline verilmesi– Adalet’’ kavramlarından mürekkep bir formül. Bu formülde geçen terimlerin altını Kur’an’ın dünyevi ayağıyla dolduran rejimlerin oluşturduğu toplum hayatı insanını mutlu edecektir, kurduğu devletini güçlü yapacaktır.
Bu, Kur’an’ın muhatabı insana Kur’an’ın yüklediği sorumluluktur. Din’in anlamlarından başlıca biri de adalet kavramıdır. Bu anlamda ‘’devletin dini vardır ve bu dinin diğer anlamı adalettir, tasarruflarda hesap verebilirliktir, kamuya verilen hizmet adına denetime açık olmaktır.’’
*
Hz. Peygamberin Devlet Başkanı olarak formüle ettiği idare sistemini günümüze uyarladığımızda yönetimde karşılaştığımız formül;
‘’Hukukun üstünlüğüne dayanan Laik, Demokratik Parlamenter Sistem’’dir. Birbirini tamamlayan ‘’Yasama-Yargı-Yürütme’’organları’’
Bu sistemi hangi İslam ülkelerinde görebiliyoruz? Eksiğiyle görebildiğimiz Türkiye var.
Hıristiyan dinine mensup Batı Avrupa Ülkelerine bakın; Hz. Peygamberin idarede uyguladığı anılan formülü en ileriye taşımış olduklarını görüyoruz bir medeniyet projesi donanımıyla.
*
İnsan, yaşadığı dramlarla dolu tarihi süreçlerden günümüze insanı/ insanlığı onurlandıracak arayışlar içerisinde hep var olmuştur; dinlerle var olan bu insan bedeller ödeyerek dini inançlarından yararlanmaya çalışmıştır.
Ve insan onurunu önceleyen rejim arayışlarında insan hemcinsiyle savaşarak, ağır bedeller ödeyerek olduğu kadarıyla hürriyetini elde edebilmiş, adına ortak aklı önceleyen ‘’Demokratik Parlamenter Sistem’’ dediği insani bir rejime kavuşabilmiştir.Diğer bir ifadeyle Asr ve Fatiha sürelerinin olabildiğince hayata geçirilişini, imanın hayat bulmasını açık ve net olarak görmekteyiz.
*
Batı uygarlığından çarpıcı bir araştırmayla dersimizi alalım:
2010’ da George Washington Üniversitesinin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde hazırlanan ve Global Economic Journal isimli dergisinde yayınlanan ‘’ Economic İslamicity İndex’’başlıklı makalede, ekonomik ilerleme, devlet yönetimi, insan ve politik haklar ve uluslar arası ilişkiler konularındaki uygulamalar dikkate alınarak, ülkelerin yönetim a anlayışları, İslam’ın temel ilkeleriyle mukayese edilmiş. Makaleye göre:
Kur’an’ın ortaya koyduğu değerlere uygun yaşayan ülkelerin başında İrlanda, Danimarka ve Lüksemburg geliyor. Türkiye71, Suudi Arabistan 91, İran 139, Pakistan 145. Sırada yer alıyor.
Makalede değerlendirilen 208 ülke arasında yönetim anlayışı Kur’an’a ve İslam’ı ideallere uygun olduğu belirtilen ilk otuz ülke içerisinde Müslüman bir ülke yer almıyor. Yani 208 ülkenin ilk otuzunun, Müslüman ülkelerden daha Müslüman’ca yaşadıkları ortaya çıkmış durumda.
Pek çok açıdan eleştirilebilir ama Batı Uygarlığı ortaya ne koydu diyebilmek için öncelikle kendimiz nerede duruyoruz sorusuna vereceğimiz yanıt çok önemli.
İslam ülkeleri olarak insanlığa ne verdik ve hangi evrensel projeyle dünyanın karşısına çıktık özeleştirisi bizi bir adım ileriye taşır.
Yukarıda verilen kapsamlı araştırmaya göre Kur’an adıyla Müslüman’a sunulan dünyevi ve uhrevi İlahi Hayat kılavuzu hazinenin neresindeyiz sorusu içtenlikli yanıtını bekliyor.

KYÖD Vakfı ve Öğretim Kurumu

Sayısal bir çok imkansızlıklara rağmen geçmişte Batı Trakya TÜRKLERİ Derneğinin uzun yıllar Kocaeli Şübe Başkanlığını başarı ile ifa etmiş, İzmit Sanayisinin saygın bir iş insanı, her kategori siyasal kesimler tarafından saygı duyulan, her söz ve söylemi dikkate alınan çok değerli ağabeyim Yük. Müh. Cihat UÇAR’ ın refakatinde İlimizdeki eğitim camiamızın saygınlığı, kariyer ve ünü her geçen gün artarak yoluna devam eden Kocaeli Yüksek Öğrenim derneği vakfına ait Serdar Mah. Arızlı Mevkii Radar Üstü Tekin Sok. No. 16′ da konuşlu özel İlk Okul + Orta Okul + Lise olarak eğitim ve öğretimine devam eden KYÖD vakfına ait özel eğitim yuvasını detaylı gezme imkanı buldum.

İşte bu çerçevede ilimiz başta olmak üzere; ülke genelinde bir çok özel okulları ziyaret ederek inceleme imkanı bulmuştum; Ancaaaak başta coğrafik konumu itibarıyla körfeze kuş bakışı bakan, gürültüden uzak ve yaklaşık 8 bin M2 kapalı alana ve de 35 bin M2 muhteşem bir coğrafik konuma sahip KYÖD Vakfına ait anılan okulu değerli büyüğüm ve kıymetli ağabeyim, hemşerim Cihat UÇAR refakatinde kapalı ve açık alanları detaylı inceledim.

Sonuç olarak; içinde bulunduğumuz çağın en son teknolojik gelişmeleri olan NANO teknolojisi, İNOVASYON ve de Yapay Zeka donanımlarını göz ardı etmeyen modern dünya ölçeğinde olduğu gibi yüksek kapasiteli her kategori öğrencinin yaş ve branşlarına göre sosyal, sporsal her türlü aktivitelerinin serbestçe yaralanabileceği, konferans salonları ile 2 bin m2′ yi aşan spor salonu ile her türlü konfora sahip muhteşem bir özel eğitim yuvasının ilimize kazandırılmasına vesile olan GÜNDOĞDU beldemizin çok değerli bir evladı olan ve ürettiği mamullerle sayıları hayli fazla ülkelere ihracat yapma kapasitesini yakalamış KALİBRE BORU Fabrikalarının Yön. Kur. Başkanı Yük. Müh. Şerif ÜNAN ile bahse konu okulların her türlü ihtiyaç ve gereksinimlerini zaman mefumu tanımadan karşılayarak yerine ulaşımını sağlayan Yön. Kur. Başkan Vekili değerli ağabeyim Cihat UÇAR’ a ve de KYÖD’ vakfının çok değerli Yön. Kur. ile üyelerine teşekkür ediyor ve en içten selamlarımı yolluyorum.

Sonuç olarak; yukarıda çerçevesini çizdiğim anılan böyle mükemmel ve muhteşem bir eğitim yuvasını ilimize kazandıranlara yüce MEVLAM arzuladıkları ve planladıkları bir uzun yaşamı nasip eylesin.

NOT : Beldemizde, bölgemizde, ilimizde (Asker + Sivil dahil) imkanı olan ailelerin bahse konu okulu öncelikle gezmelerini tavsiye ederim. Çocuklarının istikbali açısından, geleceği açısından disiplinli, kalitesi yüksek, ülke genelinde tanınan Orta Doğu Üniversitesi desteğinde çağımızın gerektirdiği her türlü üst düzey tenolojik donanıma sahip, ulaşım sorunu kökten çözüme kavuşturulmuş ve de sosyal aktivitesi yüksek çeşit arz eden böyle bir özel eğitim kurumuna eş ilimizde mevcut olabileceğini asla ve asla düşünmeyenlerdenim.

Okulu gezince bana hak vereceksiniz. Bendeniz seçiciyim, her şeye de iyi demem ve diyemem.

Yine de sizler çok daha iyisini bilirsiniz. Bahse konu okulu öncelikle geziniz; eğer beğenmezseniz o zaman evlatlarınızı başka okullara verebilirsiniz.

Her konuda olduğu gibi anılan bu okul yerleşkesi için kalemimi kullandığım çerçevede; şahsi olarak hiç bir çıkar ve menfaatim söz konusu olmaz ve olamaaaaaaaaaaaaz.

Seçici Sizlersiniz……

Şehitlerin Ardından

Türkiye son olarak verdiği 12 şehidin ardından yine gözyaşı döktü.

Bu son mu olacak?

Tabi ki değil!

Bende bu 12 şehidimizden iki tanesinin İzmir’de yapılan defin törenlerine katıldım..

Elbette daha çok üzüldüm ve bu üzüntümün nedenlerini sizlerle paylaşmak için bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Şehit anaları, eşleri ve çocukları inanın içinizi dağlıyor! Anaların yetkililere “hani şehit gelmeyecekti” ve “hakkımı helal etmiyorum” sözleri aslında her şeyi anlatıyor…

Düşünün halk devletine hakkını helal etmiyor!

Kim getirdi halkı bu noktaya düşünmek gerekir.

Bu iki şehit cenazesinde de İzmirliler neredeyse yoktu diyebilirim. Askerler, polisler, bürokrasi, siyasi partiler kalabalığın çoğunluğunu oluşturuyordu…

Türkiye’nin üçüncü büyük şehrinde milyonlar yaşıyor… İzmir bana göre şehitlerini uğurlamak için gelmemişti! Neden acaba?

Türk adı her yerden olduğu gibi şehit cenazelerinde de silinmiş. Camilerde ve şehitliklerde yapılan dini törenlerde; Türk Ordusu, Türk Milleti, Türk vatanı, Türk askerî denilmedi ve Atatürk ile silah arkadaşları anılmadı!

Genelkurmay bunu nasıl kabul ediyor hayretler içindeyim! Kendileri bilmiyormu ki, bu ordu Metehan’ın Türk ordusudur, askerlerimiz Atatürk’ün askerleridir!

Nitekim gönlümüzü ferahlatan tek olay, resmi tören bittikten sonra şehidimizin dönem arkadaşlarının şehit Üsteğmenimizin kabri başında “Harbiye Marşı”nı okumaları oldu…

“Şahikalar üstünde meydan okur bu erler,

Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler,

Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti,

Tarihlere sorun ki, bize “Ölmez Türk” derler.”

Var olsun Harbiyeliler…

Herkes kendine gelsin!

Bu memleketi sokakta bulmadık…

Üç beş kendini bilmeze de, bu vatanı yedirmeyiz.

Türk Milleti, vatanına sahip çıkmalıdır. Türk ordusu Türk Milletine ait olduğunu bir an önce hatırlamalıdır… Bu şehitler ve bundan sonra sıra dağlar gibi toprağa düşecek olan evlatlarımız bizim evlatlarımızdır. Türk’ün çocuklarıdır onlar!

Türk Milleti, ihanet bu topraklardan ebediyen silinene kadar mücadelesine devam etmelidir. Tuzaklara düşmemeli ve kriptolardan yurdunu temizlemelidir.

Şehidimizin dört beş yaşlarındaki kızının babasının tabutunu okşayışını son nefese kadar unutmayacak ve ihanete karşı kinimi daima canlı tutacağım.

Her tarafım acıyor çünkü şehitler benim yani Türk Milletinindir. Bu acı Türk Milletinin her ferdi tarafından hissedilmelidir.

Türk Milletinin şehadet şerbetini içmiş aziz evlatları, bilin ki sizlerin ruhuna halel getirmemek için her şeyi yapacağız… Rahat uyuyun!

Hoca Ahmet Yesevi’yi Anarken

Türklerin İslâmiyet’le teması 7-8’inci asırlarda başlar. Yaklaşık 150-200 yıllık bir tanışma döneminden sonra Türkler kitleler halinde Müslüman olurlar.
Yeni bir dine giren insanlara İslâm’ı öğretmek din adamlarına yani medreselilere, belli emir ve yasakların arka planında yatan “hikmet”leri anlatmaksa “Ahmet Yesevî”lere düşüyordu.
Ahmet Yesevî’nin hizmetlerinin başında şüphesiz insana değer vermesi, Müslüman da olsa, kâfir de olsa hiç kimsenin incitilmemesi gerektiğini belirterek Müslümanlar arasında hoşgörü ortamının sağlanmasını temin etmiş olması gelir.
*
Gönül Erbabı Kur’an Ehlinin tasdikleriyle;
‘’Aşk ve güzellik, daima fıkıh ve kelamın hazmedemediği konular olmuştur. Kur’an ve Hadis tefsirleri de bundan nasibini almış, bunlardaki sevgi ve güzellikle ilgili anlamlar yok farz edilmiştir. Kulun, Yaratanını aşk derecesinde sevmesine izin verilmişse de Yaratanın kuluna aynı aşkla nazar etmesine izin verilmemiş, çünkü bu durum beşeriliğe mahsus hafiflik olarak mütalaa edilmiştir.
*
Kısacası, tefekkür sınırlanmış, giyim kuşam gibi standart hale getirilmeye çalışılmış, incelikler ve ara tonlar unutulmuştur. Böylece hikmetin yerini şekil, sevginin yerini korku, iç denetimin yerini dış denetim, üretmenin yerini tekrar, yaratmanın yerini taklit, bilginin yerini hurafeler ve üstat saplantıları almıştır.
*
İslam için hayati öneme sahip kavramlardan sevgi ve güzellik, yani aşk ve estetik, hiçbir şekilde derinlemesine incelenmemiş, işlenmemiştir.
Bu nedenle aşk ve estetik Müslümanların hep yitik hazineleri olarak kalmıştır’’.


  • Evet, toprakları asker gücüyle fethedebilirsiniz… Ancak orada kalıcı olmak istiyorsanız gönülleri fethetmelisiniz.
    *
    Tarih 1071, Ünlü Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan komutasında askerimizin Anadolu’yu fethinin başlangıcı… Ve gönülleri fethetmenin de başlangıcı Ahmet Yesevi… Bugün dahi binyıldır sürdürdüğümüz Anadolu kardeşliğinin temellerini atan Hoca Ahmet Yesevi’yi konuşmak, onu anlamak ve bizleri birleştiren İslam Kardeşliğini sonsuza kadar yaşatmak Türk’ün üzerine vacip bir gönüldeşliktir.
    *
    Bir insan düşünün: Bu insan öyle bir aşk ile dolu olsun ki, en sevgiliye öyle bağlı olsun ki onun yaşamından bir saniye bile fazla güneş yüzü görmek istemesin ve ne kadar kaldığını bilmediği ömrünü toprak altında geçirsin.
    *
    Bizlerin anlayamayacağı bu aşka Tasavvuf ilimi diyoruz. Tasavvuf ehlinin dünyanın bir sürgün, bir gurbete çıkış yolu olduğu… Aşk ile sarmalanmış gönüllerin geçici durağı bu fani âlem…
    *
    En sevgiliye kavuşacakları gün için yaşayan bu meziyetli insanların önderi Habibullah Hz. Muhammed (s.a.v)dir. Kâinatın efendisi, dünyada kıyamete kadar ölümsüz yaşamayı seçmemiş, bir an önce en sevgiliye kavuşmak istemiştir
    *
    . İşte Ahmet Yesevi’nin yolu bizleri bir arada yaşatan sevgi yoludur. Anadolu’nun dört bir yanına gönderdiği talebeleriyle kardeşlik tohumlarını ekmiş, onun ardından gelen Mevlana ile Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli ile bu tohumlar fidan olmuş, Selçuklu’nun Osmanlı’nın hoşgörüsü ile çınar olmuş ve Cumhuriyetimiz ile Anadolu’da adeta kökleşmiştir.
    *
    Şimdi herkese şunu bir kez daha hatırlatalım: BU TOPRAKLARIN ORTAK DİLİ SEVGİNİNİN BESLEDİĞİ KÜLTÜR DİLİDİR!…
    *
    Kuran’ın öngördüğü fonksiyonel aklın işleviyle, sevginin gücüyle zenginleştirilmiş gönlün ortak paydasında dünyevi hayatını sürdürmüş bu tasavvuf ehli bilgelerin kanatları altında hayatımızı idame etmenin dünyevi hazzını uhrevi saadete dönüştürecek aşkın ve estetiğin arayışında olmak kendini bilenin üzerine vacip olsa gerek…

‘’Söyle, Rabbi’nin adıyla, O ki (seni) yaratan.
Ve yaratan insanı, alakadan, ilgiden, aşktan.
Söyle, ikram sahibidir, Rabbin senin.
O’dur size kalemle yazmasını öğreten.
O’dur insana bilmediğini belleten’’ ayetlerinde aşka ve estetiğe vurgu yapılır.
Çünkü var etmenin bizzat kendisi sevmektir…
*
Ne yazık ki, Eşref-ül Mahlûkat olarak yaratılan insana, aynı zamanda, yeryüzünde yaratılmış ‘’halife’’ hitabında bulunan Yüce Yaratana rağmen, ‘’halife ve efendi insanının yerini ‘’köle insan’’, sevginin yerini korku, güzelliğin yerini çirkinlik, dinin yerini şekilcilik almış ise ne olur?
İslam ülkelerinin bugünkü halleriyle çağdaş medeniyetin arkasına düştüklerini; Emperyalist Ülkelere bağımlı duruma gelerek sömürüldüklerini görüyoruz.
*
Özellikle son yıllarda Türk Milletinin içinde bulunduğu ayrışmaya yönelik yaşadığı kanlı terör olaylarında birleyerek oluşmaya, bütünleşmeye, Ortak Kültür Dilimizle selamlaşmaya… Severek kalmaya… Sevgiyle kalmaya ne kadar da ihtiyacımız var.
*
Yaratılışımızın gayesi adına uyanabilsek, silkinebilsek, gönlümüzü karartan duygulardan arınabilsek, kendimizi tanıyarak anlamlandırabilsek Yüce Yaratana da şüphesiz yar oluruz!

Yeni Aşama: Teröristbaşının Görüntülü Mesajı

“İmralı” yine konuştu, hem de görüntülü olarak… “İmralı” dedim ama tabii ki konuşan bir ada değil, 1999’dan beri ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla hükümlü olan bir mahkum. O artık “teröristbaşı” veya “İmralı” gibi sıfatlarla değil, “Sayın Öcalan” ve “örgütün kurucu önderi” gibi sıfatlarla anılıyor.

T.C. Anayasası ve infaz yasalarına göre böyle bir hükümlü ne propaganda yapabilir ne de siyasi çağrılarda bulunabilir. Yayınlanan görüntülü mesaj, devletin bilgisi ve onayı olmadan gerçekleşemez. Bu nedenle böyle bir adım elbette hukuki değil, siyasi bir kararın eseridir.

Bu durum hukuk devleti ilkesiyle çelişir. “Fiilî durum yaratma” yoluyla meşruiyet sınırlarını zorlayan bir örnektir.

Buna rağmen Devlet, Öcalan’a bu imkânı tanıdı. Çünkü PKK ile müzakere sürecini Öcalan üzerinden yürütmek istiyor. Muhtemelen Suriye ve Ortadoğu’da izlediği politika gereği, ABD de bu yönde telkinde bulunmuştur.

Zamanın Başbakanı Bülent Ecevit, Abdullah Öcalan Kenya’da paketlenip ABD tarafından Türkiye’ye verildiğinde, “Amerika bize Apo’yu neden verdi, bilmiyorum” demişti. Şimdi neden verdiğini anlamışızdır sanırım.

Mahkum Öcalan’ın görüntülü mesajı, bir “mesajdan” öte anlam taşıyor: PKK’nın “siyasi muhatap” olarak tanınması anlamına geliyor.

*************************************

IRA Örneği

“Terörsüz Türkiye” adıyla yürütülen yeni açılım süreci İngiltere ile IRA (Irish Republican Army / İrlanda Cumhuriyet Ordusu) arasındaki süreçten ilham alınarak kurgulanmış gibi görünüyor.

İngiltere, süreci IRA ile değil siyasal uzantısı Sinn Féin üzerinden yürüttü. Türkiye’de ise süreç DEM ve Öcalan üzerinden yürütülmekte.

İktidar kanadının “sadece PKK silah bırakacak, hiç pazarlık yok” açıklamalarının doğru olmadığının herkes farkında. PKK kanadının hedefi sadece “siyasal meşruiyet” de değil. IRA gibi, silahlı mücadele yoluyla elde edilemeyen, siyasal kazanımları elde etmeyi istiyorlar.

****

Önce IRA örneğini hatırlayalım:

IRA, Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan (İngiltere’den) ayrılarak İrlanda Cumhuriyeti’ne katılması ve Katolik çoğunluğun siyasi haklarının güvence altına alınması amacıyla kurulmuş yarı askeri bir örgüttü.

1969’dan 1990’ların başına kadar süren çatışmalarda yaklaşık 3.500 kişi öldü, 50.000’den fazla kişi yaralandı.

1990’larda İngiliz hükümeti ve İrlanda hükümeti dolaylı temaslar başlattılar. ABD arabulucu rolü oynadı. Süreç “Good Friday Agreement” (Hayırlı Cuma Anlaşması) ile sonuçlandı.

1998’deki bu anlaşma, IRA ile doğrudan değil, IRA’nın siyasal kanadı olan Sinn Féin, İngiltere ve İrlanda hükümetleri arasında imzalandı.

Anlaşma maddeleri arasında: Silahlı grupların kademeli olarak silahsızlandırılması, Kuzey İrlanda’da Özerk bir Meclis kurulması (özerk yönetim), Mahkûm affı ve ceza indirimleri, Hakikat ve uzlaşma komisyonlarının kurulması, Polis ve yargı reformu yer aldı.

IRA, silahlarını tamamen bırakmayı 2005 yılında tamamladı. Bu işlem uluslararası bir denetim mekanizmasıyla (Kanada ve Güney Afrika’dan uzmanlar) şeffaf bir şekilde gerçekleştirildi.

*************************************

IRA Bu Anlaşmadan Neler Kazandı?

IRA, 1998’deki “Hayırlı Cuma Anlaşması” ile silahlı mücadeleyi sonlandırmış ama şu kazanımları elde etmişti:

Kuzey İrlanda’da özerk parlamento ve kendi hükümeti. İki dilli eğitim ve kültürel haklar. Polis ve adalet reformu. Sinn Féin’in siyasette güçlü temsil gücü. Gelecekte İrlanda ile birleşme için referandum hakkı.

Ayrıca IRA’nın siyasal kanadı Sinn Féin (Kendimiz Partisi), daha önce “terör örgütüyle ilişkili” diye dışlanan bir yapı iken, barış süreciyle birlikte meşru siyasi aktör haline geldi. Kuzey İrlanda Meclisi’nde önemli temsil gücü elde etti. (Şu an Sinn Féin birinci parti durumunda ve iktidara en yakın partidir.)

Katolik ve Protestan partilerin birlikte hükümet kurması zorunlu hale geldi. Böylece Katolik azınlık (IRA’yı destekleyenler) siyasette eşit temsil hakkına kavuştu.

IRA üyelerinin büyük bölümü cezalarının geri kalanını çekmeden serbest bırakıldı. İki yıl içinde, hapisteki IRA üyesi mahkûmların çoğu erken tahliye edildi.

****

Bana göre en önemli maddelerden biri “Referandum Hakkı ve İrlanda ile Birleşme Seçeneğidir.”

Good Friday Anlaşması, ileride bir referandumla Kuzey İrlanda’nın İrlanda Cumhuriyeti’ne katılma hakkını tanıdı. Bu şarta göre, Kuzey İrlanda halkı bu yönde oy kullanırsa, Birleşik Krallık bu sonucu kabul edecek.

Bu madde sayesinde silahla elde edilemeyen “Birleşik Krallıktan ayrılma” hedefi, siyaset yoluyla geleceğe bırakıldı.

****

Bu kazanımlar, IRA’nın hedeflediği “bağımsızlık ya da İrlanda’ya katılma” amacına doğrudan ulaşmamış olsa da, fiilen ayrışmış bir idari yapıyı mümkün kılmıştır.

Şimdi PKK ve Öcalan’ın yapmak istediği de buna benziyor: Bağımsız bir devlet kurma hedefini erteleyerek, silahla elde edemediği fiilen ayrışmış bir idari yapıyı kurmayı planlıyorlar.

*************************************

Türkiye’de IRA Örneği Uygulanamaz

IRA örneğinde ise coğrafi olarak net ayrılmış bir yapı vardı: Kuzey İrlanda hem idari hem dini ve etnik olarak zaten ayrı idi.

Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşların yaklaşık yüzde 50’si İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Bursa gibi büyükşehirlerde yaşamaktadır. “Kürt bölgesi” tanımını etnik temelli idari yapıya dayandırmak demokratik temsil ve sosyal bütünlük açısından sorunlar yaratır.

IRA örneğinde Sinn Féin, Katolik İrlandalıların çoğunluğunu temsil edebiliyordu. Türkiye’deki Kürtler, tek bir siyasi blok değildir. AK Parti’ye, Hüda-Par’a, CHP’ye, İYİ Parti’ye oy veren milyonlarca Kürt seçmen vardır. Dindar-muhafazakâr, laik-sosyalist, liberal Kürt kimlikleri mevcuttur. Türkler ve Kürtler dini inanç ve mezhep açısından ayrışmış değildir.

PKK veya DEM Parti çizgisi, Kürtlerin çoğunluğunu temsil etmez.

Türkiye’de, Kürtler de dahil, tüm vatandaşlar anayasal olarak eşittir. Etnisitesi ve dini inancı nedeniyle kimseye ayrımcılık yapılmamaktadır. Hukuka ve insan haklarına aykırılıklar vardır ama her kesim bundan etkilenmektedir.

Sürecin vitrininde silahsızlanma, kültürel hakların genişletilmesi, yargı reformu ve yerel yönetimlerin yetkilendirilmesi gibi kavramlar teşhir edilecek. Ama asıl istenen etnik temelli özerklik, coğrafi federasyon, referandum hakkı gibi uygulamalardır. Bunlar Türkiye’nin toplumsal yapısına uymaz.

Bu süreç bölünme ve iç savaş riski yaratacaktır. ABD’nin Türkiye’yi bölme planına hizmet edecektir.

Mevlana’yı Anlamak-2

“Aşık ol aşık, aşkı seç ki sen de seçilmiş bir insan olasın. Mevlana

Mevlânâ’daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Mevlana Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen, Peygamberimizin hadislerinin hafızı olan, kendi döneminin bütün bilim dallarında en üst dereceye ulaşmış biriydi. O, hem ilahi ilhamlara açık ruha, hem de çağının bütün ilimlerini kucaklamış beyne sahipti.”

Mevlana, din ilimlerinin yanı sıra; kendi çağının fizik, matematik, tıp, psikoloji, psikanaliz, astronomi, coğrafya ve felsefe dahil bütün bilimlerde yüksek ilim seviyesinde bir fikir adamı idi.

Meksikalı iki arkadaş Nadia Garcia Santisteban ve Paulia Martinez Jimenez Konya’ya gelerek, burayı çok beğendiklerini ifade etmektedir. Jimenez, Mevlana’nın şiirlerini “Dosta verilecek en güzel hediye” şeklinde tanımlayarak, bir şiirinde geçen “Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var?” dizesinin derin anlam içerdiğini anlatmaktadır.

Uganda’dan gelen Rachael Kısakye de Mevlevilik üzerine araştırmalar yaptığını, Mevlana Türbesi’ne geldiğinde çok yoğun duygular yaşadığını dile getirmektedir.

Mehmet Akif, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar – ki onun ‘Beş Şehir’ kitabında Konya’yı anlatırken Mevlana için yazdıkları çok önemlidir.

Fransa’da doktorasını yapmış olan Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve daha pek çok büyüğümüz Hazreti Mevlana hayranıydı.

Mütercim ve yazar Cemal Aydın, Brezilyalı yazar Paulo Cuelho’nun “Simyacı” adlı romanının konusunu Mesnevi’den aldığını ifade etmektedir.

Aydın, “Maalesef kendi kıymetli büyüklerimizi bilmediğimiz için elin adamının bizden kopya ettiği kitabı hayranlıkla okuyoruz.” Değerlendirmesini yapmaktadır.

 Cervantes, ‘Don Kişot’ adlı o meşhur eserini;  İnebahtı Deniz Savaşı sonrasında esir düştüğü ve 5 sene boyunca Cezayir’de Müslümanlar arasında kaldığı ve burada pek çok şey öğrendikten sonra yazmıştır.

 Dante, İtalyanların övüncü olan İlahi Komedya’sını, Peygamberimizin miraçta neler gördüğünü anlatan, ‘Miraçnameler’ veya ‘Miraciyeler’ denilen eserleri okuyarak kaleme alabilmiştir.

Mevlana’nın eserleri ABD’de en çok satan kitaplar listesindedir. Amerikalı Mesnevi araştırmacısı Dr. İbrahim (William) Gamard; 1976’da Mevlevi, 1984’te Müslüman olmuştur. 1999’da hacca giden Gamard Kaliforniya’da yaşamaktadır.

Mevlana’dan etkilenerek Müslüman olan ve Amerika Birleşik Devletleri’nden gelip bir süre önce Konya’ya yerleşen Craig Victor Fenter de Konya’da çok özel günler yaşadığını, Allah’a duyulan aşkın her şeye sirayet ettiğini hissettiğini dile getirmektedir.

Dünyaca ünlü şarkıcı Beyonce, mevlanaya hayranlığından ötürü, kızına Rumi adını vermiştir.

İngiltere’den gelen Cihazi Malik, Müslüman olduğunu, ziyaret ettiği Mevlana’nın türbesinde yoğun manevi duygular yaşadığını, ziyaretinde kalbinin arındığını hissettini söylemektedir.

 Rus klasiklerinin meşhur yazarı Dostoyevski, “Biz Gogol’un platosundan çıktık” demektedir. Yahya Kemal de  bir şiirinde” Bişnev’le doğan debdebe-i manayız” der.

“Dinle” anlamındaki “bişnev” Mesnevi’nin ilk sözcüğüdür. Yahya Kemal Türk şiirinin Mesnevi’den doğduğunu böylece ifade etmektedir.

Şeyh Galip de, “Biz ne aldıysak Mesnevi’den aldık” demektedir.

Türk-İslam dünyasının manevi dünyasını Süleyman Çelebi, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Mevlana gibi hak âşıkları şekillendirmiştir.

Mevlana eşsiz bir dahi, gerçek İslam alimi ve yüz binlerce beyti doğaçlama söyleyebilen, İslam’ın güzelliğini şiirle anlatıp gönülleri ısındıran bir Velidir . Mesnevi 26 bin beyitten oluşmuş, eşi  ve benzeri olmayan muazzam bir eserdir.

Mesnevi İslam dünyasının eşsiz bir destanıdır. Eserdeki hikâyelerin merkezinde nasihatler vardır. Her beytinde ilahi aşkın tadı vardır.

Mevlânâ’ya göre her ne kadar görünüşte ayrılık olsa da varlıkta birlik (vahdet-i vücûd) esastır. Ona göre ikilikten kurtuluş (gerçek tevhid) kulun kendi varlığından soyutlanmasıyla gerçekleşir. Mevlânâ’ya göre kul benliğinden sıyrılmakla gerçek anlamda irade hürriyetine kavuşmaktadır.

Manevi yolculuk için ilâhî aşk gereklidir. Aklın yetersiz kaldığı alanlardan biri de aşk ve ahvâlidir. Kur’an’da, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” buyurulmuştur. Dolayısıyla aşkın kaynağı ilâhîdir.

Hazreti Mevlâna, yaratana gönül veren, bütün dünyadaki yaratıkları yaratandan ötürü sevmeyi ve bizlere sevgiden söz etmeyi öğreten bir aşk piridir.

Mevlâna güzeli, doğruyu, iyiyi, aşkı, hakikati arayanlara müjdeler veren sestir. Zulmette kalanlara teselli sunan sedadır. Ayrılıktan inleyenlere şifa bahşeden devalı nefestir. İnsana insanı öğretendir.

Mevlâna büyük bir Hak aşığıdır. Aşkın efendisidir. Aşkta yok olmuştur. Bizzat aşktır. İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam düşünürlerinin fikir ve sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni ufuklar açan Mevlâna, manevi bir güneştir. Onun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj Aşk, Sevgi ve Birliktir.

O, bir veli hüviyetiyle gönülleri coşturmuş, kirden ve ikilikten kurtarmış ve temizlemiştir. Mevlâna, aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğretendir.

“İnsan yaratılmışların en şereflisidir” düsturuyla; her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hazreti Mevlâna; sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün de sembolüdür.

Sevgiyle kalın…

Türkiye Yol Ayrımında

Türkiye, sadece iç siyasi hesaplarla değil, uluslararası denklemlerle şekillenen yeni bir dönemin eşiğinde.

Irak ve Suriye’de devletlerin bölünüp, içinden birer Kürt devleti çıkarılması, Bölgedeki İran gücünün geriletilmesi, İsrail’in Lübnan ve Suriye’de kazanımlar elde etmesi ve İran’la savaşı… Bunlar uzun vadeli bir planın uygulanmasından ibaret.

ABD/ İsrail’in bu uzun vadeli planlarının Türkiye bölümünü de bilmek ve gerekli önlemleri almak bizim için bir beka sorunu.

Bunun için ABD’nin kısa ve uzun vadede nasıl bir Türkiye istediğini anlamamız gerekiyor.

Temel dış politika ilkeleri ve bölgedeki değişmeyen stratejisi göz önüne alındığında, ABD’nin TÜRKİYE BEKLENTİLERİ şöyle sıralanabilir:

a. Kısa Vadede (5-10 Yıl): Türkiye’nin SDG/PYD yapısını kabullenmesi, Suriye’nin kuzeyinde kurulacak otonom Kürt yapıya müdahale etmemesi.

İçeride “etnik kimlik temelli siyasetin” meşrulaştırılması.

CHP dahil muhalefet partilerinin de bu sürece direnmeden dahil olması.

b. Orta Vadede (10-20 Yıl): Türkiye’de yerel yönetimlerin yetkilerinin artırıldığı, federasyon benzeri bir sistemin tartışıldığı bir yapı.

Yeni bir anayasa ile Türklük tanımının anayasadan çıkarılması, kimliksizleştirilmiş ama çok kültürlü bir vatandaşlık modeline geçilmesi.

Doğu ve Güneydoğu’da “özerk bölge” benzeri uygulamaların kabul edilmesi (yerel dil, eğitim, güvenlik gibi alanlarda yetki devri).

c. Uzun Vadede (20-50 Yıl): ÖnceTürkiye’nin, üniter milli devlet vasfını kaybettiği, bölgesel ve etnik temelli yönetişim yapılarına ayrıldığı bir form. Akabinde Türkiye’den koparılmış “Kürt federe devletinin” Irak, Suriye, İran parçalarıyla birleştirildiği Büyük Kürdistan’ı kurmak.

Bu vadeler birer tahmindir. Bazı hedefler öne, bazıları bir sonraki aşamaya alınabilir.

ÖZETLERSEK, ABD;

İsrail ile çatışmayan, ABD güdümündeki Kürt bölgesel yapısını tanıyan;

Rusya ve İran ile “denge politikası” yürüten değil, tamamen NATO-ABD çizgisine sabitlenmiş, Batı çıkarlarına entegre olmuş bir Türkiye istiyor.

Türkiye’yi, enerji yolları, askeri üsler ve ekonomi açısından ABD ve AB’ye açık, Çin-Rusya etkisinden uzak bir eksende tutmaya çalışıyor.

**********************************

ABD BÜYÜKELÇİSİNİN HADDİ AŞAN SÖZLERİ

ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, yaptığı açıklamada “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki millet sistemi farklı grupların merkezi sistemdeki varlıklarını yüzlerce yıl sürdürmelerine imkân verdi. Osmanlı’nın millet sistemi Türkiye için en uygun modeldir” dedi.

Büyükelçi açıklamasında Türkiye’nin anayasa ile teminat altına alınmış üniter milli yapısının yıkılmasını teklif ediyor. Bu ifadeler diplomatik teamüllere ters, Trump’ın üslubu gibi hadsiz, patavatsız sözler.

Aslında adam ABD’nin niyetini ve planını açıklamış.  CIA’in Eski Türkiye Masası Şefi Paul Henze’nin 1990’larda söylediklerini tekrarlamış: “Türkiye daha çoğulcu, etnik ve kültürel çeşitliliği kucaklayan bir yapıya yönelmelidir.”

ABD bize üniter yapının gevşetilmesi, yerel/bölgesel özerkliklerin öne çıkarılması ve etnik kimliklerin siyasi statü kazandığı bir yönetim modeli tavsiye ediyor.

Osmanlı, bu yapıda olduğu için, Tanzimat’tan itibaren Batı baskısıyla yerel özerklikler tanımaya zorlandı. Ermeni Patrikhanesi’nin siyasi statü kazanması, Balkanlardaki özerklik süreçleri, imparatorluğun dağılmasına zemin hazırladı.

Bugün ABD’nin “Osmanlı millet sistemi” dediği yapı, aslında merkezî otoritenin zayıfladığı, etnik-dini yapıların siyasi kimlik kazandığı bir modeldir.

**********************************

İSRAİL’İN VE ENERJİ HATLARININ GÜVENLİĞİ İÇİN

ABD’nin 2000’li yıllarda ilan ettiği BOP, Genişletilmiş Ortadoğu’yu “etnik, mezhepsel ve mikro yönetim birimlerine” ayırmayı öngören bir projeydi.

Irak’ta önce Kürt özerk bölgesi, sonra Suriye’de PYD/SDG üzerinden fiilî bir Kürt koridoru yaratıldı.

BOP’un en temel hedeflerinden biri, İsrail’in çevresindeki tehditleri parçalayarak etkisiz hale getirmek ve enerji hatlarını güvenli kılmaktır.

Türkiye, bu süreçte hem coğrafi konumu hem de Kürt nüfusu nedeniyle “anahtar ülke”dir. ABD’nin beklentisi, Türkiye’nin de tıpkı Irak ve Suriye gibi federal/yarı özerk bir modele geçmesidir.

ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rol, “bağımsız bir bölgesel güç” değil, Batı çıkarlarına entegre olmuş, kimliksizleştirilmiş ve parçalanmaya hazır bir ülke olmasıdır. “Osmanlı modeli” benzetmesi bu niyetin tarihsel makyajıdır.

Suriye’de ABD himayesinde şekillendirilen, PKK’nın Suriye koluolan, PYD/SDG yapılanmasının devletleşme hedefi ile Türkiye içindeki “Terörsüz Türkiye” sürecinin eşzamanlı yürümesi tesadüf değil.

Bu süreç, Türkiye’nin yıllardır savunduğu milli üniter yapının gevşetilmesi ve ABD’nin Suriye politikasıyla uyumlu yeni bir iç düzenlemeye geçişin bir adımıdır.

**********************************

CHP’NİN BASKILANMASI

İktidarın (AKP+MHP) DEM Parti ile bir diyalog içinde olduğu açık. Bu ilişkinin, anayasa değişikliği, yönetim modeli tartışmaları ve yerel yönetimlere daha fazla yetki verilmesi gibi konularda ilerleyebileceği öngörülüyor.

Ancak teröristbaşının hapisten çıkarılması, siyasi bir figür haline getirilmesi, PKK’lıların affı gibi konuları halka kabul ettirmek zor.

Bu yüzden iktidarın bu tür bir dönüşümü gerçekleştirebilmesi için CHP ve büyük muhalefet partilerinin de en azından direnişsiz bir tavır takınması gerekir.

İktidar belki de CHP, diğer muhalif kitlelerin ve hatta kendi tabanlarının çoğunluğunun desteğini almayı mümkün görmüyor. Bu sebeple CHP’nin kurumsal kimliğini baskı altında tutarak, CHP’yi yönetenleri sürece zımnen onay verecek hale getirmeyi amaçlıyor olabilir.

Son dönemde CHP’ye yönelik yargı baskısının artması bu çerçevede anlam kazanıyor.

Muhalefeti yargı yoluyla sindirme stratejisi bir “kontrollü muhalefet” yaratma girişimi olabilir.

Böylece kamuoyunun sert tepkisine neden olabilecek anayasa değişikliği, eyalet benzeri yönetim modeli tartışmaları veya bölgesel özerklik gibi konular gündeme geldiğinde güçlü bir karşı ses çıkması engellenmiş olur.

İktidar, muhalefeti baskılayarak, pazarlık masasına çekecek kadar kırılgan hale getirerek bu dönüşüm sürecini nispeten az dirençle geçirmeyi hedefliyor olabilir.

Ancak bu ülkede hâlâ vatansever kamuoyunun iradesi, milli refleksleri ve tarihi hafızası diri duruyor.

Türkiye’nin geleceğini, saraylarda ve büyükelçiliklerde yapılan planlar değil, halkın gerçekleri görüp, sezme ve anlama yeteneği (basiret ve feraseti) belirleyecektir.

Moskova, Kazan; Görülecek Şehirlerden

Moskova, Orta Asya’daki bazı Türk devletleri ile birlikte Rusya Federasyonu’nun başşehri ve dünyadaki önemli merkezlerden biri olması özelliği ile gezip görmek istediğim yerlerden biriydi.10-15 Haziran 2025 tarihlerinde bir grup olarak, şehrimizin kültür turu hizmeti veren Ercan Tur ile bu geziyi yapmak ve buraları görme imkânını bulduk.

Uçağımız Moskova’nın  Vnukova Havaalanına bizi indirdi. Şehri havadan, ortasından geçen nehir ve çok zengin bir yeşilliğin içinde; öbek öbek yerleşim alanları ile bol doğal zenginlikleriyle görüyorsunuz. Nitekim rehberimiz şehirde büyüklü küçüklü 1000 e yakın park ve bahçenin olduğunu, bunların 50-60 tanesinin gezilip görülmeye değer büyüklük ve özellikte olduğunu, bazılarında doğal haliyle geyiklerin dahi yaşadığı bilgisini paylaştı.

Moskova 1150 lerde bu nehrin kenarında kurulmuş küçük bir kasabadır. 1547-1584 yıllarındaki Çar 4.İvan (Korkunç ivan) Rus prensliklerini birleştirip burayı başşehir yapmıştır ve ilk yerleşim yeri şimdiki Kremlin bölgesidir. 1712 de Çar Petro, Petersburg’u kurup başşehri oraya taşımıştır. 1918 Sovyet devrimi ile başşehir yine Moskova olmuş,1991 deki Rusya Federasyonu dönüşümünde de yönetim merkezi burada kalmıştır.

Moskova, 15 milyona yakın nüfusu ile dünyadaki en büyük şehirlerden biridir. 4 havaalanı,10 tren garı, 600                    km’yi bulan ve şehri bir örümcek ağı gibi yeraltı ulaşım imkanı veren metrosu ile toplu ulaşımda büyük imkanları olan bir şehirdir.1935de hizmete giren ilk metro sistemi iyi bir planlama ile geliştirilip büyütülerek bu günlere gelinmiş olup tek biletle şehrin her noktasına ulaşım imkanı veren özelliklere sahiptir. İşte bu metro imkanı ile 1 değişim yaparak otelimize geldik.

Kısa bir dinlenmeden sonra rehberimiz Olga eşliğinde Kremlin bölgesine, Kızıl Meydan’a gitmek üzere otobüsümüzde buluşuyoruz. Şehrin iç yolları 5-6 şeritli, kaldırımları temiz ve oldukça geniş, ağaçlarla zenginleştirilmiştir. Bir tarafta Bolşoy Tiyatro binası ve Devlet yönetim merkezlerinin olduğu tarihi yapılar, diğer tarafta büyük bir parkın girişindeki granit kayadan yapılmış Karl Marks heykelinin olduğu meydanda otobüsümüzden inip yaya olarak Kızıl Meydana (alımlı, cazip anlamında imiş) geçtik. Meydan girişindeki tarih müzesi binası ve içerideki binalar kırmızı rengin hakim olduğu tuğla kaplamalı yapılardır. Kremlinin duvarları ve bu duvar yapının önündeki Lenin mozolosi de aynı renk ile meydana ayrı bir hava vermekte.

Meydanın diğer bir ucundaki görkemli Aziz Vasili Katedrali ile burası Moskova’nın kalbi gibi…Bu katedral 4. İvan tarafından bir benzeri olmayacak iddiası ile yaptırılmış, sovan kubbeleri ile alana ayrı bir cazibe katmaktadır. Çar bu iddiası sebebiyle inşaatın bitiminden sonra mimarının gözüne mil çektirip kör ettiği bilgisi ilginçtir.

Meydanın nehir tarafındaki kapısından çıkıp otobüsümüzle Arbat sokağını görmeye geçiyoruz. Burası trafiğe kapalı, yalnız yayalara açık bir cadde. Heykel ve heykelciklerle donatılmış, ressamların-müzisyenlerin etkinlikler yaptığı, hediyelik eşya alışverişine uygun

birçok mekanın yanında bol yeme içme imkanlarının bulunduğu bir yer. Burası Rus edebiyatının babası sayılan A.Puşkin ve karısı Natali’nin yaşadığı evinde bulunduğu caddedir. Birsüre gezip otelimize dönüyoruz.

İkinci gün erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra önce Nazım Hikmet’in de mezarının olduğu Novodovsky manastırının bahçesine gidiyoruz. Burası SSCB devletine büyük hizmeti geçmiş insanların mezarlarının bulunduğu                       açık hava müzesi görünümünde büyük bir park. Zengin bir ağaçlığın arasındaki her bir mezarın farklı dikkat çekici özellikleri var. Nazım Hikmet’in mezarı da, üzerinde sanki büyük taarruzda Atatürk’ün Kocatepe tırmanışını andıran figürü ile dikkat çekici… Tabiiki mezarlıklardaki yeni bırakılmış çiçekler, bakım ve temizliğin diğer bir göstergesi…Kuvayi Milliye Destanının yazarı, “Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdenize bir kısrak gibi uzanan Bu memleket bizim” mısralarının sahibi büyük Türk şairinin mezarını ziyaretimiz ayrı bir anlamdaydı. Sonra Moskova Ulu Camii ziyaretimizi yapıyoruz. Moskova’da 2 milyon, Rusya Federasyonunda ise 20 milyon Müslüman vardır. İslam dininin kutsalları Devlet Başkanı Putin zamanında hukuken kabül ve korunma özelliği kazanmıştır. Bu camii en büyük ve görkemli olanıdır. Avlusundaki bir sıra bekleyen insanlar dikkatimizi çekti. Meğer burası bölgedeki muhtaç ve gariplere aş evi hizmeti de vermekteymiş. Yardım toplayan değil de böyle bir hizmetin veriliyor olması takdir ve tebrik edilesi bir güzellik…Bu cami; kubbesi, yapısı, iç tezyinatı ve minaresi ile güzel bir mabettir. Hristiyan ortodoks dünyasının önemli bir merkezi olup altın kubbeli katedral ve kliseleri ile ünlü olan bu şehirdeki hoşgörü ve birlikte barış içinde yaşama, görünür şekli ile ne güzel örnektir…

Daha sonra Moskova üniversitesinin önünden geçip yine büyük bir park içinden yürüyerek nehirde yapacağımız vapur turunun iskelesine vardık. Bu nehirde birçok tur gemisi insanları gezdirmek üzere çalışıyor. Şehri gezip görmek ve tatlı bir zaman geçirmek üzere ruslar ve turistler bu hizmetten istifade ediyor. Rehberimizin temin ettiği biletler ile sıramızın geldiği gemi ile Moskova’yı birde bu yönü ile görüyoruz. Tarihi doku yanında yeni yapılmış çok katlı binalar, şehrin sıcak su ile ısınmasını sağlayan fabrika bacası misali enerji merkezleri dikkat çekici. Birde Çar Deli Petro’yu temsil ettiği söylenen nehir üzerinde yapılmış ve üzerindeki heykeli ile ilginç bir eserdir.

Turdan sonra 1893de hizmete giren ve bugünde Moskova sosyal hayatında önemli yeri olan, cam kaplamalı çatısı ve özellikli mimarisi ile dikkat çeken, meşhur markaların mağazalarının bulunduğu Gum alışveriş merkezine gidiyoruz. Burası Moskova merkezinde, çok zenginlerin alış veriş yaptığı ve insanların gezip görmeye geldikleri bir yer. Dondurmacıları ile de meşhur, alışveriş yapmayanların mutlaka dondurma alıp yedikleri ve zaman geçirdikleri bir çarşı. Yüz ruble ile kullanabileceğiniz  temiz tuvaletleri ile de unutmayacağımız bir yer olarak hatırlayacağız.

Akşam otelimize geçip çok erken kalkarak Kazan’a gideceğimiz için bavullarımızı hazır edip istirahate çekiliyoruz.

Devam edecek… (Tataristan Özerk Cumhuriyeti Başşehri Kazan)