14.8 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 25

Ötüken Neşriyat’tan, Hüseyin Nihal Atsız’ın Yazdığı Muhteşem İki Eser

1- Bozkurtların Ölümü,

(İkinci Bölüm)

Bozkurtların Ölümü

Türk milliyetçiliği fikriyatının çilekeş, yılmaz yorulmaz müdâfii Hüseyin Nihal Atsız,  Bozkurtların Ölümü isimli eserinde, Çin Hânedânlığı’nın çeşitli hilelerle Birinci Göktürk Kağanlığı’nı zayıflattığı, ülkede kıtlık başladığını anlatıyor.

552 yılında Bumin ve İstemi Kağan tarafından kurulan Göktürk Kağanlığı devamlı olarak komşu ülke Çin ile savaş hâlinde yaşadı. Çok miktarda toprak fethedip ülkeyi büyütüp güçlendirdi. Bu gidişe son vermek isteyen Çin yönetimi entrikalarla savunma yolunu tercih etti. Casuslar ve bozguncular gönderip Göktürk halkının ahlâkını bozmaya çalıştı. Göktürk töresinde, evli bir kadınla ilişkisi olan Göktürk insanının idam edileceği hükmü olmasına rağmen, az da olsa bu tür olaylar yaşanıyordu. Romanda yazıldığına göre sonraki kağanlardan biri, İçing Hatun adında Çinli bir kadınla evlenmişti. Kadın kağanı zehirleyip öldürdü. Göktürk töresine göre, yeni kağan, dul kadınla evlendi. Bu kadın, Göktürkleri Çin’e saldırtıp, Çin imparatorunu devirmek ve erkek kardeşi Şen-King’i imparator yapmak istiyordu. Göktürk halkı, bütün bunları bilmesine rağmen töre gereği, saygısızlık etmemek için harekete geçemiyordu. Fakat Göktürk Ozanlarının kinâyeli hattâ alaycı ve aşağılayıcı şiirleri ile bütün hakîkatler, çak net ve açık sözlerle suratlarına çarpılıyordu:

Ötüken erlerinin Acunda çıkmaz eşi.

Ötükenin kızları Gökte ayın on beşi.   

Yürekleri kan eder Gözlerinin ateşi. 

O şaşkınlık dediğin Çinli konuğun* işi…

*Şen-King’i kastediyor.

Türkçe bildiği için Kara Ozanın sözlerini anlayan Şen-king iğnelenmiş gibi irkildi. Ablası Içing Hâtun’a Çince naklettiğinde o da öfkelendi. Feveran edecekti ki, Kara Kağan’ın ve bütün Türklerin taş gibi sessizliğini görünce durdu. İşte bir ozan yüce bir beğ olan kendi kardeşiyle açıkça alay ediyordu. Kağan a eğilerek:

Bu bayağı kişinin yüce konuğu kınamasına göz yumacak mısın? dedi.

Kağan aynı taş hareketsizliği içinde cevap verdi:

-Ozanların sözü kutludur, kesilemez.

Kara Kağan o kadar soğuk söylüyordu ki Hâtun ileriye gitmekten çekindi. Zâten söz sırası diğer ozana gelmişti. Bakalım neler söylüyordu:

Çinli beğin attığı Boşa gittiyse n’ola?

Çinli bu… sağa atsa Ok gider, düşer sola.   

Neylesin, Ulu Tanrı Güç vermeyince kola.     

Kavuşsun Kara Kağan Kür Şad gibi oğula…

Kür Şad’ın adı geçince Türkler arasında bir çalkalanma oldu. Çinli beğ ise üzerine yağdırılan bu kınamaların altında kendini kaybetmiş gibiydi. Içing Katun bu deyişleri Çinceye çevirerek kendisine anlattıkça kuduruyordu. O denli köpürmüştü ki istemeyerek kılıcına el attı. Kara Ozan onun elini kılıcına attığını görmüştü. Şimdi kopuzla cevap veriyordu:

Kılıcına el atma, Şimdi deyiş çağıdır.

Ortalıkta dolaşan Ak kımız çamçağıdır.

Yad elde oturanlar Bil ki yurt kaçağıdır.  

Senin kılıç dediğin Türkün oyuncağıdır.

Çinli beğe yılgınlık gelmişti. Katun intikam saçan gözlerle bakıyordu. Fakat onlara aldıran yoktu. Şimdi söz gene Ozanındı:

Ötüken kızlarının Gözleri gönül yarar. 

Onları gündüz güneş, Geceleyin ay sarar.  

Çinli meydan okursa Bunda şaşacak ne var?

 Keçi esrik* olunca Dövüşmeye kurt arar.

*esrik: sarhoş

Çinli beğ, içine baygınlık geldiğini anlıyor, fakat yerinden kıpırdamıyordu. Gece olmuştu. Artık Içing Hâtun da kendisine tercümanlık yapmadığı için söylenenleri anlamıyordu. Fakat her sözde kınandığını sanıyor, içi öç duygularıyla dolup taşıyordu. Hâlbuki şimdi Kara Ozanla Çuçu karşılıklı Kür Şad’ı övüyorlardı. Biri bir dörtlük söylüyor, öteki başka bir dörtlükle buna cevap veriyordu:

Ötüken’de arslanlar var. Kür Şad onların biridir.   

Çok yiğitler vardır ama Kür Şad erlerin eridir.   

Kür Şad’ı doğuran ana,  Ne emzirmiş acep ona?

Erlik, ululuktan yana Çinli Kür Şaddan geridir.  

Acunda var nice çeri Kimi üstün, kimi geri.

Kür Şad adlı Gök Türk eri Anadan doğma çeridir.

Kılıcı yıldırım çeler, Attığı ok demir deler, 

Ölüm gelse Kür Şad güler On sekiz yıldan beridir. 

Yiğitlikte en ileri, Kalacak on bin yıl diri. 

Gök Türklerin gönülleri Şimdi Kür Şad’ın yeridir.

Davullar eğlencenin bittiğini bildiriyordu. Herkes yerli yerine gidiyor, çadırlarına giriyorlardı. Şen-king ve Katun öfkeyle düşünüyor gibiydiler. Çin beği ablasının yanına sokularak Çince:

– Onlara göstereceğim. Bir Çin beği ile eğlenmenin ne demek olduğunu anlayacaklar! dedi.

***

İçerisinde bulunulan kötü durumdan nasıl çıkılacağı sorusuna cevap bulmak için Göktürk Devleti’nde Kurultay toplanır. Çevredeki Batı Göktürkler, Doğuz Oğuzlar, Tatarlar, Bayırkular, Sırtarduşlarla birlik olup Çinlilere saldırmayı kararlaştırırlar. Fakat adı geçen Türk topluluklarına durum iletilmeden Dokuz Oğuzlar Gök Türk Kağanlığına karşı isyan eder. İsyan bastırılamaz, gök Türkler ciddî kayıplara mâruz kalır.    

Kara Kağan, devletinin önde gelen kişilerini bu arada Kür Şad’ı sorguya çeker:  

-Kür Şad! Bu bozgunun Gök Türk Kağanlığını temelinden sarsacağını düşünmedin mi?  

-Gök Türk Kağanlığı Dokuz Oğuzlara yenilmekle temelinden sarsılmaz Kağan! Çünkü Dokuz Oğuzlar bizim kendi budunumuzdur. (milletimizdir) Sonunda yola geleceklerdir. Gök Türk Kağanlığını temelinden sarsan şey başka şeydir.

Kara Kağan öfkeyle bakarak sordu:

 -De bakalım: Kağanlığı temelinden sarsan şey nedir?

-Ötüken’deki Çinlilerdir. Hele bu Çinlilerin iş başına geçenleridir:

– Ne demek istiyorsun? Şen-king’i mi anlatmak istiyorsun?

-Şen-king ve onun gibileri…

-Onu tümenbaşı yapan benim!

 -Buyruk şenindir Kağan! Ama buyruğun senden gelmesi kağanlığın yıkılmasına engel olamaz.

Bu sert karşılık Kağan’ın yüzünü kızartmıştı. Tokatlar gibi acı sesle sordu:

-Siz savaşta üstünüze düşeni yaptınız mı?

-Yaptık! Dokuz Oğuzlar bora gibi, ateş gibi saldırıyorlardı. Güçsüz erlerimizin yay geren bilekleri titrerken onların her oku, bir Gök Türk’ü deviriyordu. Bozgunun önüne geçmeye imkân yoktu. Yüzbaşı Yamtar’la Yumru adındaki er olmasaydı çerimizin tamamı yok olacaktı.                                                                          Kağan meraklanmıştı. Yüzbaşı Yamtar’ı tanıyordu. Yumruyu da hatırlamıştı. Sordu:   

-Bunlar ne yaptılar da çeriyi kurtardılar?

-Sert akan bir deredeki yıkılmış köprüyü omuzları üstünde tutarak çerimizi geçirdiler.

-Bir tek köprüden çeri geçerken Dokuz Oğuzlar ne yaptılar? 

-Saldırdılar. Biz onları okla karşıladık.

-Yanında kimler vardı?  

-Işbara Han, Bögü Alp ve birkaç yüzbaşı!

Kara Kağan dikkatle Işbara Han’a baktı. Yüzünden ve göğsünden yaralıydı. Dimdik duruyordu. Kara

Kağan bilmediği bir sebeple İşbara Han’ı seviyordu. Ona sordu:   

-Işbara Han! Ok yağmuruyla Dokuz Oğuzları geciktiren arkadaşlarınız kimlerdir? 

-Yanımızda Binbaşı Bögü Alp’tan başka Yüzbaşı Sançar, Yüzbaşı Üç Oğul, Yüzbaşı Yağmur, Onbaşı

Sülemiş vardı. Hepimiz, Kür Şad’ın tek başına yaptığını yapmış değiliz.

-Yaraların derin mi?     

-Bu yaralar beni öldürmez Kağan! Yalnız içime işleyen başka bir yara var: Onbaşı Sülemiş savaşta can verdi! 

-Işbara Han! Kişi evinde doğar, savaşta ölür. Bir Türk onbaşısının ölümü sana neden bu kadar dokunuyor? 

Çünkü onun ölümü herkesin ölümüne benzemiyordu Kağan!

Işbara Han, gözlerini otağın bir ucuna dikmişti. Savaşın o anını yeniden görüyordu. Bu öyle yiğitçe bir görünüş idi ki kişi bunu ölünceye dek unutamazdı: Gök Türkler kimi atlı, kimi yayan köprüye doğru kaçıyorlar, koca Yamtar’la Yumru’nun göğüslerine kadar suya girerek insan gücü üstünde bir erlikle omuzlarında tuttukları köprüden geçerek karşı kıyıya ulaşıyorlardı. Köprüden ancak yan yana iki kişi geçebiliyor, karşı kıyıya varan ölümden kurtuluyordu. Kür Şad, Işbara Han, Bögü Alp, Sançar, Üç Oğul Yağmur, Sülemiş köprünün sağında, solunda durarak saldıran Dokuz Oğuzlara uzaktan ok yağdırıyorlardı. Kür Şad o gün bir yıldırım parçasıydı. Ona artık Ötüken’in keskin nişancısı denemezdi. O şimdi ok Tanrısı gibi bir şeydi. Biçimine getiriyor, okla iki kişiyi deviriyordu. Atsız kalmış iki üç yaralı er, Dokuz Oğuzların attığı okları yerden toplayıp bunlara getiriyordu. Fakat Dokuz Oğuzlar ölümü hiçe sayarak öyle bir saldırıyorlardı ki biraz daha durdurulmazlarsa Gök Türk ordusunu yok edebilirlerdi. O zaman Bögü Alp’in, yaklaşan Dokuz Oğuzlara at saldığı ve başına onları durdurduğu görüldü. Onun yaptığı bu şaşırtma bir oyalama idi. Fakat Gök Türklerin karşı kıyıya geçmesini sağlayacak kadar uzun sürmemişti. İşte o sırada oku biten Onbaşı Sülemiş atından atladı. Köprünün sol başındaki ince ağaca koltuklarından kemeriyle kendisini koltuklarının altından bu ağaca bağladı. İş o kadar çabuk olmuştu ki Işbara Handan başka kimse görmemişti. Bögü Alp kan içinde yağının karşısından çekilirken Sülemiş kılıcını savurarak gür sesle Dokuz Oğuzlara bağırıyor, meydan okuyordu. Dokuz Oğuzlar onu görünce ok yağmuruna tuttular. Bir anda Sülemiş delik deşik olmuştu. Fakat bağlı olduğu için düşmüyor, hâlâ kılıcını savuruyordu. Yiğit onbaşı Gök Türklere gereken en uzun zamanı kazandırmıştı. Sağ kalanların hepsi karşı kıyıya geçebilmişlerdi. Onun dirliğinde eğilmeyen yiğit sağa bükülmüş, tulgası başından düşmüş, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Gövdesinde kırk elli tane ok vardı. Onbaşı Sülemımiş ölmüştü. Fakat kılıcını hâlâ sımsıkı tutuyor ve bu kadar ok yediği hâlde neden düşmediğini anlamayan âsi Dokuz Oğuzların dört nala saldırışı karşısında Gök Türk Kağanlığının kanlı sancağı boynu bükük bağrı deşik duruyordu.

Köprüden geçen son Gök Türk Işbara Handı. Sülemiş’in toprağı bol bol sulayan kanları Işbara Han’a ‘Ötükende Türk yasası yürüsün diye öldüm’ diyor gibi gelmişti. Sonra Yamtar’la Yumru köprüyü bırakıp karşı kıyıya geçmişler, arkadaşları tarafından çıkarılarak ata bindirilmişlerdi.

Işbara Han bütün bu savaşı, bu yiğitliği yeniden görür gib: olmuştu. Kara Kağan’a bunları anlatırken o da ürpererek dinliyor, heyecanlanıyordu.

Konuşma bitmiş, üç başbuğ otağdan çıkmıştı. O gece bütün Ötükenlilerin içini karalar bürümüştü. Dokuz Oğuzlara yenilmek neyse ama Tulu Hanın tevkif edilerek zincire vurulup hapsedilmesi yıldırım tesiri yapmış, Ötükenliler içlerinden Kağana gücenmişlerdi.  (DEVAM EDECEK)

Yaşamın DNA’sı Sevgidir

“Önemli olan sözler değil, davranışlardır. Sevdiğini söyleyen biri yerine, Sevgisini gösteren birine inanın.” Erich Fromm

Sevgi, “insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur.”

Sevgiyi arar, ona ihtiyaç duyarız. Severiz, seviliriz. Ekmek gibi, su gibidir sevgi. Hayatın ana taşıyıcısı sevgidir. İnsana, doğanın içinde, doğanın bir meyvesi olduğunu belki de en çok sevgi anlatır.

Hayatta sevginin yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Sevgi iyileştiricidir. Ne sevgiye ne de sevgiliye doyulur. Sevgi güven verir. Sevgi barıştır. Sevgi varlığın üzerindeki örtüyü alır. Onun güneşle temasını sağlar. Sevgi, bir tür teslimiyettir. Sevgi, doğanın dilidir. Doğaya teslim olmak, yaşamı hissetmektir. Sevgi barışın can suyudur.

Yaşamın DNA’sı sevgidir. Sevgi bedelsizdir ve karşılıksız olmalıdır. Satın alabileceğimiz veya satabileceğimiz bir şey değildir. Eğer bir karşılık bekleyerek veriyorsak ya da almak için bir bedel ödüyorsak, bu gerçek sevgi değildir.

 Sevgiyi karşılıksız olarak verirseniz, mutlaka size geri döner. Karşınızdaki sevgi yolunu kapatmış biri olsa da, sizin karşılıksız sevginiz, onda bu kanalın yeniden açılmasına yardım eder. Karşılıksız olmalıdır ama karşılıksız değildir.

Sevgi kavramsal olarak soyuttur, ama yaşamsal olarak somutlaştırılmalıdır. O zaman etkinlik kazanır. Sevgi vitrinde bir süs değil, somut olarak yaşamımızdaki süreçlere aktarılması gereken bir duygudur.

 Sevginizi sözlerinizle birlikte davranışlarınıza ve eylemlerinize de yansıtmalısınız. Örneğin; birine onu sevdiğinizi söylemek yeterli değildir. Ona bunu davranışınızla; ona değer vermekle, dinlemekle, anlamaya çalışmakla, onu dikkate almakla, paylaşmakla, ona zaman ayırmakla, onun için bir şeyler yaparak, ona dokunarak, bazen onu koruyarak vs. gösterebilmelisiniz.

Sevginin varlığı, her kes için temel yaşamsal bir değerdir. Mutluluk, aşk, huzur, barış, iyilik vb. diğer tüm olumlu, güzel duygu ve yaşantıların varlığının, sevginin var olmasına bağlı olduğunu bilmeliyiz.

İnsan seviyorsa iki şeyi asla yapmaz. Aldatmaz ve ağlatmaz. Çünkü aldatmak insan onuruna; ağlatmak ise insan yüreğine yapılmış en çirkin saldırıdır. 

Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değil, bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek insanı seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, birlikte yaşamaya bağlılık, ya da yaygınlaştırılmış bir bencilliktir.

 Sevginin kazanılması için en önemli koşul, kişinin kendi egosunu yenmesidir. Ancak kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir.

İnsanların sözleri her zaman eylemleri ile örtüşmez. Sözler her zaman davranışlardan daha ideal oldukları için, insanlar sözlerinden çok davranışlarına göre değerlendirilmelidir. Bu durum, özellikle sevgi konusunda geçerlidir.

 Size sevdiğini söyleyen biri, doğru ya da yalan söylüyor olabilir. Fakat sevdiğini gösteren biri, bu konuda daha inandırıcıdır. Çünkü eylemler her zaman kişilerin düşüncelerini ele verir. Sevmek, kendini karşılıksız olarak adamak, sevgimizin sevilen kişide de sevgi oluşturacağı ümidini taşımak demektir.

Sevmek karşı tarafa inanmak, bu duyguya koşulsuz şartsız kendini teslim etmektir. İnsan doğası gereği bencildir. Sevgi konusunda da, vermekten çok sevgi almak ister. Ve bu konuda bir çabaya girer. Her zaman nasıl sevileceğini düşünür, bu konuya kafa yorar. Nasıl seveceğini bilen insan, zaten hak ettiği sevgiyi görecektir.

İhtiyaçtan dolayı duyulan sevgi, biraz daha bencil bir sevgidir ve bu olgun bir sevgi türü değildir. Fakat sevgi olgunlaşmışsa, ihtiyaçtan dolayı sevilmez karşı taraf, sevildiği için ihtiyaç duyulur, özlem duyulur ona.

Sevgi hali, insanın bütün dünya ile bir olma halidir. Bütün dünyaya gösterilen sevgi, o insanda bir yaşam biçimi halini almıştır.

Hayatımıza giren herkes değerlidir, ama herkes özel değildir. Saygı hepsine, sevgi layık olana verilir. Herkesi sevmek zorunda değiliz ve zaten bu da mümkün değildir. Fakat herkese saygı göstermek olgun bir davranıştır. İnsana yakışan davranış da budur.

 Eğer sevgi bir çiçekse, saygı onu koruyan saksıdır. Çiçek solmaya başlamışsa dikkat edin, saksı mutlaka çatlamıştır.

Sevgi, vermekle çoğalır. Sevgi vermek de ego ile düşünmemeyi gerektirir. Yani kendini değil, karşı tarafı düşünerek yapılan bir eylemdir. Kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir.

Hani bazı insanlar vardır çevrenizde, görüştüğünüzde huzur bulduğunuz, dinlendiğiniz ve onunla görüştükten sonra ayrı bir motivasyon hissettiğiniz. Dostlarınız ya da arkadaşlarınız. İşte onlar sizler için en kıymetli hazinelerdir.  Bu servet kolay kolay elde edilemez. Eldeyken kaybetmemek gerekir.

Yanında huzur bulduğunuz insanlar, servetinizdir. Asıl mesele, bir şeye sahip olmak değil, sahip olduğuna layık olabilmektir.

Sevgi paylaştıkça çoğalır ve müthiş bir etki tepki gücüne sahiptir. Sevgi görmek istiyorsanız, etrafınıza sevgi yayın. İnsanlar sizden sevgi gördükçe, size karşı davranışları da o ölçüde değişecek ve sevgi karşılıklı olarak büyüyecektir.

Sevgiyi yok edersek veya yokmuş gibi yaşarsak, hayatımızdaki tüm güzel şeyleri de yok ederiz. Yaşamı paylaşmak, sevgiyi paylaşmaktır. Anlaşmaktır. Vermeden alınamaz tek şeydir mutluluk. Önce ver; sonra al.

Sevgiyle kalın.

Eski Tas Eski Hamam mı?

Son dönemde iç ve dış üzücü olaylar muhakkak ki hepimizi fazlasıyla üzmüştür. Ana muhalefet ile iktidardaki ittifak arasındaki medeni ilişkiler, görüşmeler ve yakınlaşmalar ortaya çıkmışken doğrusu demokrasi adına çok sevindik. Ancak bir süre sonra bu anlamlı ve takdir edilen ortam birden değişiverdi. Tekrar eski tas eski hamam mı şeklinde tekrar yanıldığımızı ister istemez düşündük. Dost bilinen aslında düşmanlarımız Türkiye’yi karadan, Ege’den ve Akdeniz’den kuşatmış oldukları anlaşıldı. Bu gelişmeler bizleri daha çok birbirimize yaklaştırması gerekirken iktidar ve ana muhalefet arasında şiddetli bir çatışma ortamı doğdu. Ortadoğu’daki gelişmeler yoğun çalışmalarla Türkiye’nin lehine olurken bu çatışma ve seçimi neredeyse çok yakına alma hevesleri üstünde durulması gereken gerçekleri bastırıverdi. Eğer yeni birtakım Haçlı saldırıları olursa bu bizi şaşırtmamalıdır. İnsan hakları, milletlerarası hukuk, egemenlik hakları dâhil ne kadar barış, istikrar ve huzur getirmekle görevli anlı şanlı birçok ismi büyük kuruluş sıkışınca ABD’nin arka bahçesinde yer alıverdi. Patron, İsrail’in arkasında olduğundan, onu koruma altına aldığından küçüklü büyüklü Batı ülkeleri de onların arkasında ilkokul çocukları gibi düzgün sıraya giriverdiler. Böyle bir Dünyada yaşamak inanıyoruz ki çok zordur. Hak, hukuk, adalet hak getire; sadece güçlü önde ve tek hâkimdir.

            Bazı siyasiler asıl ülke için yapmaları gerekenleri sandalyeden düşmemek ve yeni sandalyeler işgal edebilmek için büyük gayret sarfettiler. Siyonist genişleme peşindeki İsrail’in ve diğer İsrail’i destekleyen çevre ve ülkelerin, terör baronlarının, dünün emperyalist ülkelerinin genişlemeden ne kadar mutlu oldukları açıktır. Siyonist genişlemeciler kuzeylerindeki sahili ele geçirme peşine düşmüşlerdir. Ortadoğu’da İsrail Suriye’ye doğru toprak kazanma peşindedir. Terör örgütleri açıkça kullanılmakta ve bazıları ABD’nin kara gücü haline dönüştürülmüştür. Kürtçü bölücülük evrensel bir çizgiye çekilmiş, Türkiye’den 1071’in, 1453’ün, 1923’ün intikamı alınmak istenmektedir. Anadolu coğrafyasında Milli Mücadele ile kovduğumuz bazı ülkeler yanlış politikalarla tekrar ümitlendirilmektedir. Kürtlerin temsilcisi olmaktan çoktan uzak düşmüş olan PKK ve ismi devamlı değiştirilen terör örgütleri, bilhassa ABD tarafından her türlü desteğe kavuşturulmakta; DEAŞ sopası gösterilerek terör sevici ülkeler terörü meşrulaştırmak peşindedir. Örgütler aslında Kürt vatandaşlarımıza kin beslemektedir. Terör örgütleri Kürt vatandaşlarımızı kendilerine hizmet etmedikleri, çocuklarını örgüte katmadıkları, maddi destek sağlamadıkları için öldürmekten bile kaçınmamışlardır. Cinayet şebekesi İsrail Dünyanın gözü önünde soykırım denemeleri yapmaktadır. Şu rezalete bakın ki; sözde ateşkese rağmen, Filistin’de çoluk çocuk öldürülmeye devam edilmiş ve buna devam edilebileceği Netanyahu tarafından ilan edilmiştir. Ortada sadece sözde bir ateşkes bulunmakta; o da her an delinebilecektir. İsrail ve patronları Türkiye’ni savunma sanayiindeki gelişmeleri, Ortadoğu’da,  Türk dünyasında ve bilhassa Afrika’da siyasi etkinliğimizin artması karşısında çok rahatsızdırlar. Bunların başında da Yunanistan, ABD ve Afrika’dan kovulan Fransa ve onun boş çabaları gelmektedir.

            TC vatandaşlarının hepsine düşen görev parti farkı gözetmeden ve Balkan Harbi’ndeki yanlışlara düşmeden, ülkemizin çıkarlarını korumak, işgalcilerin oyunlarını bozmak ve onlara yem olmamaktır. Değişik tezgahlarla Türkiye’nin toprak bütünlüğü, milli ve üniter yapısı neredeyse açık artırmaya çıkarılacak noktaya çekilmişti.

            Demokrasinin teröre yenik düşürülmesi halinde demokrasi diye bir şey kalmaz. Türkiye ve Türklük düşmanlığı ile uğraşanlar İslam’la da çelişmektedirler. Türk’e düşman olarak İslam’a dost olunamayacağı tarih itibariyle açık bir gerçektir.

            Bu ve benzeri üzücü ve düşündürücü birtakım oyunlar olurken biz nelerle uğraşıyoruz? Türkiye’nin günümüzde milli davalarda ve sorunlar karşısında güçlü bir ittifaka ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Batıya göre, Türkiye sürekli terör örgütleriyle savaşmalı, Anadolu’da çatışma olmalı ve sürdürülmeli görüşü ABD ve diğer şube ülkelerce ballı börektir. Şu halde, bize düşen görev bellidir. Maalesef bunları göz ardı ederek iktidar kavgası peşine düştükleri birbirlerini savaşla itham ettikleri ve savaşa hazır olduklarını TV ekranlarında bağıra bağıra ifade eden genel başkan görülmektedir. Diğer taraftan, heybe veya torba dolu lafı da uygun olmamıştır. Geliniz enerjinizi ve savaşı içerde birbirinize karşı değil, yabancılara karşı birlikte mücadele ediniz. Kırmızı kartları birbirinize değil, Türkiye üzerine emeli olan çevrelere karşı kullanınız. Verdiği beyanatla ülkemizin değil ama Yunanistan’ın çıkarlarını destekleyen, Akdeniz’de milli menfaatlerimizle yakından ilgili mavi vatan için masal diye saçmalamış olanlara gerekli işlemi yapınız. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” şeklindeki ifadeden rahatsız olan milletvekillerinize gerekeni yapınız. Bu ifadeye hem sahip çıkacaksınız, hem de bazı milletvekilleriniz tersini söyleyecek. Bu gibi çelişkiler ortadan kalkmalıdır. Bütün bunlar olurken sözde dostumuz ve Müslüman kardeşimiz İran neler yapıyor? Yüce Peygamberimiz “Müslüman Müslümanın kardeşidir” demesine rağmen, İran PKK ve YPG’den neden medet umar? Suriye çok şükür üçe bölünemedi; Türkiye bazılarının beklediği gibi sıkıştırılamadı. Suriye’de varlığı biten İran’ın YPG’ye kamikaze dron vermesi O’nun için utanç vesikası değil mi? Suriye’de sahada kalmayı yitirmesine rağmen, İran’ın Türkiye aleyhine faaliyetlere destek olmasını nereye koyacağız? Şeytan dediği ABD ile zaman zaman işbirliği yapabilmesi ne ile tanımlanabilir? İran’ın sürekli karmaşık ve oynak dış politikası bölgemizde belirsizlikler doğurmakta İran güvenilirliğini yitirmekte; komşuluk ilişkilerini de zedelemektedir. Ne gariptir ki; Tahran’da güneş hep farklı yönlerden doğuyor ve batıyor gibidir. Balkan Harbi’nde bize harbi kaybettirenlerden Hürriyet-i İtilaf Partisine özenmek neden? Komşumuz nasıl bir Müslümandır ki dış politikada Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı savunur? İktidarı ve muhalefetiyle ülke çıkarlarına, milli devlet ve üniter yapı prensiplerine hizmet eden, Cumhuriyete ve Atatürk çizgisine saygılı, bu çizgiden kopmayan her partinin güçlü olmasını ve yanlış yapmamasını bekleriz. Atatürk’e rağmen Atatürkçülük yapmak uygun değildir.                                                                              

Ümit Özdağ Değil Türk Milleti İçeri Tıkılmıştır!

Türkiye’de hepimiz hukuk ve dolayısıyla adalet arıyoruz…

Ancak ülkemiz üzerine çöreklenmiş anlayış, halkı hukukla korkutmak ve sindirmek için yargıyı sopa olarak kullanıyor.

Ümit Özdağ hadisesini de böyle okumak gerekiyor.

Ümit Özdağ büyük bir gayretle ve ısrarla sürdürdüğü çalışmasını belirli bir seviyeye getirince ne yazık ki, her halükârda koltuklarını korumak isteyen iktidar sahipleri tarafından hedef alındı.

Ümit Özdağ bu söylemlerini partisi kurulmadan önce de sonrasında da ifade etmekten hiç kaçınmadı. Öyleyse bu gözaltı ve tutuklanma hadisesi bugün neden yaşandı?

Günümüzde söylemleri en çok karşılık bulan lider Ümit Özdağ’dır.

Konjonktürel gelişmeler onun haklı olduğunu ortaya koymaktadır.

Hele ki, Türk Milletinden ve Türk Devletinden yana tavizsiz tavırları uluslararası güçleri ve onların yerli işbirlikçilerini çok rahatsız etmiş durumdadır.

Başta Türk gençliği olmak üzere Türk Milleti, Ümit Özdağ ve Zafer Partisi ile birlikte yeniden bir dirilişe geçti.

Üzerimizdeki ölü toprağı atılmak üzere!

Elbette bu durum birilerini rahatsız edecekti ve etti de!

Ümit Özdağ’ın çok önemli bir saptaması da: “Türk devletini Türk Milletine geri vereceğiz” vaadidir. Burası çok önemlidir ve tek başına etrafı ürkütmeye yeter bir iddiadır.

Ümit Özdağ’ın Türk Milletinden ve Türk Devletinden yana tüm düşünce ve eylemlerinin yanındayım…

Sadece ben mi?

Milyonlarla ifade edilen milliyetsever, vatansever, Atatürk’ün izinde giden insanlarımız da onunla beraberdir.

Bu sebeple sakın ola ki, Ümit Özdağ yalnız sayılmasın…

Türk Milleti bugünleri anlatacaktır. İhtiyacımız olan tek şey birlik ve beraberliktir. Bunun tesis ettiğimiz takdirde önümüzde hiç güç bize karşı duramaz!

Buradan Türk Milletinin aziz mensuplarına bir kez daha seslenmek isterim ki, Türkiye’miz Türk Milletinin elinden alınmak istenmektedir. Buna engel olmak için çırpınan insanların yanında olun bu mücadelemizde bize çok büyük güç verecektir.

İnanıyoruz ki, birlikte başaracağız…

Saygı değer Genel Başkanım her biri bir Ümit Özdağ olmuş milliyet ve vatan sever arkadaşlarınız tavizsiz yanınızdadır. İnşallah Türk Milleti için başlattığınız. “Zafer Yürüyüşü”nü sizin önderliğinizde hedefe ulaştıracağız…

Gün ola harman ola!

Ötüken Neşriyat’tan, Hüseyin Nihal Atsız’ın Yazdığı Muhteşem İki Eser 

1- Bozkurtların Ölümü, 2-Bozkurtlar Diriliyor

(Birinci Bölüm)

       HÜSEYİN NİHAL ATSIZ: (12 Ocak 1905 – 11 Aralık 1975)

Yirminci asırda Türk milliyetçiliğinin en önemli ismi ve Galip Erdem’in ifadesiyle ‘Türk birliğinin dev inançlı bekleyicisi’ olan Atsız Bey, baba tarafından, deniz subayları yetiştirmiş bir aileden gelmiştir: Büyükbabası Hüseyin Ağa, Gümüşhane’nin Torul kazasının Midi köyünde yerleşik Çiftçioğulları âilesine mensuptu ve askerliğini deniz eri olarak yapmak için geldiği İstanbul’da teskere bırakarak çarkçı kolağalığına kadar yükselmişti. Onun oğlu ve Atsız Bey’in babası olan Mehmed Nâil Bey de güverte binbaşılığına kadar yükselmiş bir deniz subayıydı. Atsız, Mehmed Nâil Bey’in, Trabzonlu Kadıoğulları âilesine mensup Fatma Zehra Hanımla 1903’te gerçekleşen evliliğinden dünyaya gelen üç çocuğun en büyüğü olarak İstanbul’da doğdu. İlkokula, Latin harfleriyle eğitim verilen Kadıköy’deki Fransız Mektebinde başladı. Bu okulun bir yangınla harap olmasından sonra bu defa yine Latin harfleriyle eğitim verilen Alman Mektebine yazdırıldı. Trablusgarp Savaşı yıllarında, Malatya gambotuyla Süveyş’e sığınan babasının yanma gönderildi ve orada yine bir Fransız okulunda tahsiline devam etti. Mehmed Nâil Bey’in İstanbul’a dönmesiyle bu sefer Kasımpaşa’daki Cezayirli Haşan Paşa Okuluna yazdırıldı. Arap harfleriyle eğitime burada başlayan Atsız Bey, ailesinin Kadıköy’e taşınmasıyla tekrar okul değiştirerek Osmanlı İttihad Mektebine gitmeye başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Kadıköy Sultanisinin rüştiye kısmına devam eden Atsız, buradan İstanbul Sultanisine geçmiş, onuncu sınıftayken girdiği imtihanda başarılı olarak Darülfünuna kaydolmuş, ardından bir geçiş sınavıyla Tıbbiyeye, orada girdiği başka bir sınavla da 1922’de Askerî Tıbbiyeye girme hakkını kazanmıştır. Yücel Hacaloğlu’dan öğrendiğimize göre; 1921 – 1925 yıllarında haftalık bir mecmua ve bazı günlük gazetelerde ‘H. Nihâl’ ve ‘Askerî Tıbbiye öğrencisi H. Nihâl’ imzalarıyla yazılar yazan Atsız Bey’in, 1917’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin maddî desteğiyle çıkarılmaya başlanan, Malta’ya sürülene kadar Ziya Gökalp’ın idâre ettiği Yeni Mecmua’nın, Fâlih Rıfkı (Atay) (1894-1971) yönetiminde neşredilen sayılarından Kasım 1923 târihlisinde, ‘Suallerimiz ve Cevaplar’ sayfasında Hüseyin Nihâl imzasıyla bir mektubu çıkmıştır. Mektuptaki, ifâdelerinden, Türkçülük fikri gibi, temel antitezlerinin de erken dönemlerde tebellür ettiği anlaşılmaktadır. Hüseyin Nihâl, Mesud Süreyya adlı Arap asıllı bir mülâzımın gereksiz yere istediği selâmı vermediği için 4 Mart 1925’te Askerî Tıbbiyeden çıkarılmıştır. Bu yüzden de bazı mektuplarında kendisinden ‘yarı doktor’ olarak bahsetmiştir.

Askerî Tıbbiyeden çıkarıldıktan sonra, Kabataş Lisesinde birkaç ay muallim muavinliği yapan Atsız Bey, daha sonra Denizyollarının bir vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış, İstanbul – Mersin arasında birkaç seferde bulunmuştur. 1926da Yüksek Muallim Mektebine ve Darülfünunun Edebiyat Şubesine kaydolan Atsız, buradan Edirneli Nazmi’nin Divanı’nın gramer ve sözlüğü üzerine hazırladığı bitirme teziyle 1930’da mezun olmuş, 25 Ocak 1931de ise Fuad Köprülünün (1890-1966) teşebbüsüyle Türkiyat Enstitüsü’nde asistanlığa başlamıştır. Kısa bir süre sonra, 15 Mayıs 1931de, ilk dergisi olan Atsız Mecmua’yı neşretmeye başlamış; dergide, kimi o sırada şöhretli, kimi ileride kendi sahalarında temâyüz edecek isimlerle, daha ziyâde kültürel ve ılımlı bir Türkçülüğün ilmî çerçevede işlendiği köycü bir bakış açısı hâkim olmuştur.

Atsız, Temmuz 1932’de toplanan ve dâvetli listesinde adı olduğu hâlde katılmadığı Birinci Türk Târih Kongresi’nde savunulan resmî târih tezine karşı ilmî itirazlarını belirttiği için bilhassa Dr. Reşit Galip’in (1893-1934) hücumuna uğrayan hocası Zeki Velidi Togan’ın lehine, aralarında Pertev Naili Boratav’ın (1907-1998) da bulunduğu diğer yedi arkadaşıyla birlikte, Galip’e bir protesto telgrafı çekmiş ve muhalif olarak mimlenmesine yol açan bu tavrı, Reşit Galip’in Maarif Vekili olduğu sırada, Atsız Mecmuanın 25 Eylül 1932 târihli son (17) sayısında yayınladığı, Darülfünun hocalarının yetersizlikleri, câhillikleri ve esersizliklerini sert bir dille eleştirdiği bir yazısının da tuz biber olmasıyla, 13 Mart 1933’te Darülfünundan atılmasına yol açmıştır. Birkaç hafta sonra Orhan Şaik’le birlikte Malatya Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak tâyin edilmiş, orada yaklaşık dört ay bulunduktan sonra edebiyat öğretmeni vazifesiyle Edirne Lisesine tâyin edilmiştir.

Edirne’de görevli olduğu yılların bir hâtırası: Bir yaz tâtilinde, arkadaşlarıyla, asıl maksatları İstanbul’dan yürümek olduğu hâlde, yeterli vakitleri bulunmadığından, Sirkeciden kalkan Selâmet vapuruna binip Çanakkale’ye ve oradan motorla Kilitbahir’e çıkıp yaya olarak bütün savaş alanlarını dolaştıkları bir Çanakkale gezisidir. Bu geziye dâir hikâyesini, 1933’te ‘Çanakkale’ye Yürüyüş’ adıyla bastırmıştır. Edirne’de, Türkçülük yolundaki ikinci yayın çabası olarak, 5 Kasım 1933 târihinden itibâren 16 Temmuz 1934’e kadar dokuz sayı yayınlanacak ve yine resmî târih tezine dönük sert polemiklere giriştiği için, Vekâlet emrine alınarak öğretmenlikten uzaklaştırılmasına yol açacak ve bir süre sonra da kapatılan Orhun dergisini çıkarttı. Aynı zamanda bu dergide, 1935 yılında yayınlanan, Türk Târihi Üzerinde Toplamalar adlı eserini tefrika etmeye başladı. Böylece, kendi târih tezini, daha önce Rıza Nur ve Mükrimin Halil (Yinanç) (1900-1961) tarafından kısmen ortaya konulmuş olan umûmî bir bakış açısıyla sistemleştirmeye başladı. Ona göre Türk târihi, resmî tezin hilafına, pek çok hnedan eliyle kurulmuş devletlerden değil, Doğu ve Batı Türkeli’ne hâkim olan pek çok hânedan tarafından yönetilmiş iki devletten müteşekkildi ve hanedanları değil, devleti esas alarak anlatılmalıydı.

Daha sonra çeşitli okullarda fasılalarla öğretmenlik yapan Atsız, 1937’de Tahsin Demiray’ın Ateş – Çocuklar İçin dergisinde, pek çok nesli etkileyecek ve Türkçülük yoluna girmelerini sağlayacak olan, Birinci Göktürk Kağanlığının çöküşünü ve Türklerin Kür Şad liderliğinde bağımsızlık için isyan edişini destansı bir dille anlatacağı Bozkurtların Ölümü adlı romanını tefrika etmeye başladı; fakat yayın yarım kaldı. Tamamlanması ve kitap olarak neşri, 1946 yılında gerçekleştirilebildi. Çok ilgi gören romanın, 1949’da ‘Bozkurtlar Diriliyor’ adıyla devamı neşredildi. Burada da ikinci Göktürk Kağanhğı’nın elli yıllık aradan sonra Kutluk Şad tarafından diriltilmesi anlatıldı. Ayrıca 1940 yılı içinde, 900’üncü Yıldönümü adlı risâlesi ile Sabahattin Ali’nin ‘İçimizdeki Şeytan’ romanına karşı yazdığı ‘İçimizdeki Şeytanlar’ adlı risâlesi ve Türk Edebiyatı Târihi adlı küçük hacimli eserlerini yayımlamıştır.

Atsız, Boğaziçi Lisesi’nde Türkçe öğretmeniyken, daha önce Edirne’de çıkardığı Orhun’u, kaldığı yerden, yâni onuncu sayıdan itibâren tekrar neşretmeye başlamış, bu dergi de 1 Ekim 1943 ila 1 Nisan 1944 arasında yedi sayı yayınlanabilmiştir. Mart – Nisan 1944’te Millî Eğitimdeki komünist faaliyetleri ifşa edip sorumluları istifaya çağırdığı ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitâben kaleme aldığı meşhur açık mektupları sonrasında derginin yayını durdurulmuş; öğretmenliğine son verilmesi dışında, itham ettiği Sabahattin Ali’nin kendisine açtığı dava, 3 Mayıs 1944’te Ankara’da milliyetçi gençliğin sonradan Türkçüler Günü olarak anılacak nümâyişlerini ve adlî târihimize ‘Irkçılık – Turancılık Dâvâsı’ adıyla geçecek yargılamaları doğurmuştur. Bu dâvâdan sonra uzun müddet işsiz kalan ve Türkiye Yayınevinde çalışan Atsız, bu dönemde, muahhar baskılarda genişleyecek olan şiirlerini ‘Yolların Sonu’ (1946) adlı kitapta toplamış; Osmanh Târihleri 1 adlı derlemenin içinde, Ahmedî’nin, ‘Dâstan ve Tevârih-i Mülük-i Âl-i Osman’, Şükrullah’ın ‘Behçetü’t-Tevârih’ ve Âşıkpaşaoğlu’nun ‘Tevârih-i Âl-i Osman’ adlı Osmanlı târih yazıcılığının erken metinlerini neşretmiştir.

Atsız, Darülfünundaki sınıf arkadaşlarından Tahsin Banguoğlu’nun Millî Eğitim Bakanı olmasıyla 1949 Temmuzunda Süleymaniye Kütüphanesi’ne uzman olarak tâyin ve bir yılı biraz aşkın zaman sonra Haydarpaşa Lisesi Edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiş; fakat bir Türkçüler Günü ihtifali dolayısıyla 4 Mayıs 1952’de Ankara’da verdiği ‘Devletimizin Kuruluşu’ başlıklı konferansta, millî târihe ilişkin kanaatlerini Türkçü bir bakışla anlatmasından rahatsız olan basının tezviratıyla öğretmenlikten ‘muvakkaten’ alınıp tekrar Süleymaniye Kütüphanesinde görevlendirilmiş, bu ‘muvakkat’ vazifesi emekli olacağı 1969 yılma kadar on yedi sene sürmüştür. Atsız, Süleymaniye Kütüphanesinde görevli olduğu yıllarda, çeşitli makalelerinden derleyerek Türk Ülküsü (1956) adlı kitabını yayımlamış, 1958de önce Akşam Gazetesi’nde tefrika edilip aynı yıl kitaplaştırılan ve Fetret dönemimize dâir acıklı bir şehzâde öyküsü olan ‘Deli Kurt’ romanını neşretmiş, Ömer Fâruk Akün’ün verdiği bilgiye göre, 1936’da bir sahafta görüp istinsah ettiği ve daha sonra aslı Berline götürülerek İkinci Dünya Savaşı’nın dağdağası içinde kaybolan, Bayburtlu Osman’ın ‘Tevârih-i Cedîd-i Mirât-ı Cihân’ (1961) adlı eserini, ayrıca Birgili Mehmed (1966), Mustafa Âlî (1967) ve Ebussuud Efendi’nin (1968) bibliyografyalarını hazırlamıştır.

Atsız’ın çıkardığı son Türkçü dergi, 1964 – 1975 yılları arasında 143 sayı yayınlanan Ötüken dergisidir. 1972de, son romanı olan ve daha önce ismini müstear olarak kullandığı; hayatı, kendi hayatıyla büyük oranda örtüşen Selim Pusat adlı askerlikten atılma bir monarşist subayın etrafında gelişen sembolik ve tenasühi bir öyküyü anlattığı ‘Ruh Adam’ı yayımlar.

Atsız, Türkçülük târihinin en önemli önderidir. Bu sebeple Altan Deliorman Bey, kendisi hakkında kaleme aldığı kitabında, cenazesinden bahsederken haklı olarak ‘musalla taşında yatanın Atsız değil, Türk milliyetçiliğinin bir devri’ olduğunu ifâde etmiştir. Büyük Türkçünün ebediyete intikalinin üzerinden çok yıl geçmiş olmasına rağmen yarattığı romantizmin ve edebî kuvvetinin her yeni kuşağı etkilemeyi devam ettirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunda, şüphesiz bir ömür boyu sarsılmaz bir inançla ve yüksek bir ahlâkî salabetle savunduğu fikirlerden inhiraf etmemiş olmasının; kendisini hiçe sayarak milletinin geçmişinde, hâlinde ve geleceğinde fenafillah derecesinde benliğini eriterek varlığını gerçek anlamda ona adamış olmasının payı büyüktür.

(Devam Edecek)

Nedir Bu Kürt Sorunu?

                İçinde yaşadığımız şu günlerde Türk milleti cumhuriyet kurulduğunda bu yana beka yönünden belki de tarihinin en zor günlerini yaşıyor. Belki de diyorum; yedi düvelle savaştığımız kurtuluş savaşı günlerinde en azından düşman belliydi, durum gayet netti Türk askeri kiminle savaşacağını en azından biliyordu. Şimdi ise dost bildiklerimiz dahi Türkün kanına, canına toprağına kast etmiş düşmanla, kol kola ihanette işbirliği içerisinde. Rahmetli Kâzım Karabekir Paşa’nın dediği gibi: “Hava o kadar puslu ki şeytan bile Müslüman mintanıyla dolaşıyor.

                Defalarca yazdım yine yazıyorum. Türkiye’nin coğrafi konumu, dünyanın en netameli coğrafyasında bulunuyor. Bu yüzden yöneticilerimiz, ülkemizi usta birer satranç ustası gibi kılı kırk yararak yönetmeleri gerekiyor. Oysa nerede? Daha 22 yıl evvel iktidara gelir gelmez: “Ben ekonomistim, ülkeyi bir tüccar gibi yöneteceğim.” Diyerek işe başladı. Evet, ülkeyi tüccar gibi yönetti ve halâ da yönetiyor ama hem de müflis bir tüccar gibi. İktidarı devir alırken Türkiye’nin 120 milyar dolar olan dış borcu, 750 milyar dolara çıkmış vaziyette.

                Suriye’nin bugün geldiği noktada Cumhur ittifakının büyük ortağının elbette ki büyük payı var. Arap Baharı’nın fırtınalı günlerinde Eş Başkanlık payesi verilen o günün Türkiye başbakanı, Suriye lideri Esat ile ortak bakanlar kurulu toplantıları, yat gezileri yapmasına rağmen birden bire ABD ve müttefikleriyle birlikte Suriye yönetimine cephe aldı. Emevi camiinde namaz kılacağız diye çıktıkları yola ancak, “Basra harab olduktan” 14 yıl sonra namaz kılabildiler. Şimdi ise Suriye’nin geleceğini yine ABD ve İngiltere öncülüğünde 5 Avrupa ülkesi belirleyecek. Suriye’nin geleceğinin tartışıldığı İtalya’da toplanan 5 ülke masasında maalesef Türkiye’ye yer yok.

***

                850’ye yakın asker, polis ve sivil insanımızın şehadetleriyle sonuçlanan “Birinci Çözüm Süreci”ni eline yüzüne bulaştıran Ak Parti, bugün tekrar aynı süreci uygulamak istiyor. Hem de birincisine şiddetle karşı çıkan MHP’yi yanına alarak. Ve hem de kendisi kenarda duruyormuş gibi etliye sütlüye karışmadan. İşin organizatörlüğünü MHP’ye vererek. Tabi süreç başarısızlığa uğradığında kendisi kenara sıyrılacak, başarısızlığın suçu MHP’nin üzerinde kalacak.

                Dün, adını dahi ağzına almadan her defasında, “Bebek Katili” olarak isimlendiren Devlet Bahçeli, DEM Parti yetkililerine seslenerek: “Abdullah Öcalan gelsin, mecliste haykırsın!” diyerek gerçekten de Bebek Katilinin Gazi Meclise gelip terörün durdurulması için konuşma yapmasını istiyor.

                Neticede DEM Parti heyeti, İmralı’daki bebek katiliyle görüşüp onun isteklerini ziyaret ettikleri partilere ilettiler. İşte görüşmeden çıkan sonucun kamuoyuna aktarılan bildirideki bir paragrafında belirtilen istekleri:

Ziyaret gündemlerimizin ana eksenini, Sn. Öcalan ile yaptığımız görüşmenin sonuçlarının aktarımı ve ortaya çıkan yeni durumun karşılıklı olarak değerlendirilmesi oluşturmuştur. Bunlar da özetle, Kürt sorununa ve bundan kaynaklı çatışmalı sürece kalıcı çözüm bulmak için pozitif katkı sunma istek ve iradesine, Türk-Kürt kardeşliğinin güçlendirilmesinin tarihsel sorumluluğuna, Ortadoğu’da yaşanan köklü ve geri döndürülemez gelişmelerin yüklediği sorumluluğa, TBMM ve demokratik siyasetin sorunun en önemli çözüm zeminini oluşturduğuna odaklanmıştır.

                “Kürt sorununa ve bundan kaynaklı çatışmalı sürece kalıcı çözüm bulmak için…” Kürt sorunu ve bundan kaynaklı çatışmalı süreç! Bin yıldır birlikte yaşayan Türk ve Kürt halklarının hangi ve ne sebeple çatışmaları olabilir ki? Eğer eğer bahse konu olan doğu Anadolu’muzda İngilizlerin oyununa gelerek Şeyh Sait ve Seyid Rıza isyanlarından, 1984 yılından bu yana devam eden PKK kalkışmalarından bahsediliyorsa, bu nasıl anlaşılacak? Burada anlaşmak için bir tek çözüm var o da, Şeyh Said’e, Seyid Rıza’ya geçmişte hangi uygulama reva görüldüyse şuanda ülkede terör estiren teröristlere de aynısı uygulanacak. Terör başka dilden anlamaz çünkü.  

                Ağızlarını her açtıklarında Kürt sorunundan bahsediyorlar. Ancak, sorunun ne olduğunu bir türlü anlatmıyorlar. Aslında isteklerinin ne olduğunu sürecin dışında defalarca söylediler. Ne demekse; eşit vatandaşlık, anayasanın ilk dört maddesi ve 42, 44, 66 maddelerinin değişmesi. Bütün meseleleri Türklük ve Cumhuriyetle.

                Eş Genel Başkanları Tuncay Bakırhan, 100 yıllık cumhuriyet parantezinin kapatılacağından bahsediyor. Bahsediyor da kime güveniyorlar, tabii ki ABD ve batılı diğer emperyalist ülkelere. 6 Ağustos 1923 yılında “Türk – Amerikan Lozan anlaşması” Türkiye ve ABD taraflarınca imzalandığı halde, aradan 102 yıl geçmesine rağmen halâ Amerikan Senatosu tarafından bir türlü oylanıp kabul edilmemiştir.

                Emperyalist devletlerinTürk Toprakları üzerindeki menfur emelleri halâ bitmemiştir. Daha, 1896’da Everett P. Wheeler.Biz Türkiye’de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul hastane açıyoruz. İlaç götürüyoruz modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türkler bizi istemeğe bilir ama orasının sahibi Türkler değil ki diyordu. (İlber Ortaylı-Osmanlı’da Milletler ve Demokrasi) Bütün bu sözler bizlere bir şeyler anlatmıyor mu, Tevrat’ta “Nil’den Fırat’a büyük İsrail yazmıyor mu?

Bir Müzik Dehası ve İstanbul Efendisi Kilisli Prof. Dr. ALAEDDİN YAVAŞCA

Oğuz Çetinoğlu sordu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Cevapladı

(Üçüncü -Son- Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Üstâdın mûsıkîseverlerimize bıraktığı armağanlardan söz eder misiniz?

Mehmet Cemal Çiftçigüzeli: Büyük Bestekâr Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın 200’ü aşkın armağanı dışında bir uzunçalar (LP) var, 25 adet 78’lik taş plak, 15 adet 45’lik plak, 200 CD, Türk Musikisi, Türk Kültürü’ne Hizmet Vakfı, İstanbul Kilis Vakfı, Yapı Kredi Bankası ve TRT’ye yaptığı onlarca CD vardır. Ancak hızlı gelişen teknoloji karşısında bunların çoğu antika olmuştur. Fakat bir müzede bulunması gerekir. Çünkü bir dönemin belgesi ve bilgisidir. Mısır’da görev yaptığım sırada Kahire’de 250 müzenin bulunduğunu, bunun birkaç tanesinin de müzik ve enstrüman müzesi olduğunu öğrendiğimde şaşırıp kalmıştım. Batıda böyle örnekler çok. Fakat Mısır’da böyle bir kültür kurumunun olmasına hem şaşırmış ve hem sevinmiştim. Sonra düşündüm, taşındım böyle bir müze bizde hâlâ yok. Merhum TRT Teknisyeni Hâmi Gerçek TRT’de kullanılan eskimiş, modası geçmiş, tâmir edilmekten yıpranmış âlet ve edavatın atılmasına gönlü razı olmayınca önce kendi odasında, sonra yönetimin verdiği bir odada bir TRT Müzesi kurmuştu. İyi ki de kurmuş. Hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum. Ama Kahire’nin bile çok gerisindeyiz müzeler konusunda.

Kahire’de Japonların yaparak hediye ettiği muhteşem Opera Binası’nda uluslararası ilâhiler konseri dinlemiştim. Türkiye’yi de iki sanatkâr Abdurrahman Kızılay ve Mehmet Özbek temsil etmişti. Dev bir orkestra eşliğinde birkaç saat süren konserde sanatkârlar ayakta alkışlanmış ve canlı yayınlar yapılmıştı. Türkiye’de böylesi programlar gereği kadar ve liyakatli uzmanlarca yapılmıyor. Hep mesaja yönelik olarak hayata geçiriliyor. Dolayısıyla tıkanıklık oluşuyor ve bütün dünyaya açılmak mümkün olmuyor. Oysa onlarca örnekten birkaçını sıralayacak olursak dizelerde bir Yunus Emre gibi, bestelerde bir Saadettin Kaynak gibi ve bir Alâeddin Yavaşca gibi önemli anıt isimlerimiz, sanatkârlarımız var. Hem sanatkârlarımıza ve hem musikimize sâhip çıkmak ve aynı zamanda Dünyaya açılmak gerekir. Peki bu nasıl olacak?

Çetinoğlu: Ben de size sorayım…

Çiftçigüzeli: Önce kendi kamuoyumuz için yapacağız bunu. Mehmet Güntekin Başkanlığındaki Türk Müziği Vakfı bunu Atatürk Kültür Merkezi’ndeki çalışmaları ve konserleriyle yapıyor. TRT Haber Merkezinde çalışırken hafif batı müziği prodüktörü ile tanışmış ve sohbet etmiştim. “Neden batı müziği dinleyenlerinin oranı binde bir bile değil” diye sormuştum. Bana demişti ki o zaman “Batı müziğinin geniş alanlara yayılması ve dinleyicilerinin artması için herkes bu çağdaş müziğe sâhip çıkmalı ve sevmeye çalışarak çok sık dinlemelidir.” Bu biraz da tâciz ve baskı idi. Ancak vesâyet rejimlerinde olabilirdi. Mevzuat gereği TRT’de Hikmet Şimşek her Pazar günün yıllarca bir saat klasik batı müziği konserleri vermesine rağmen klasik batı müziğini dinlenme oranı artmadı; binde üçte kaldı. Bu müziğin de yaşaması gerektiğini düşünüyorum ama önce kendi müziğimiz. Bunun için telif hakları yasasında değişiklik yaparak Bestekârlarımıza katkı verilmeli. Dolayısıyla besletenmiş eserler daha önce olduğu gibi uzman kişilerce TRT denetiminden geçmeli, TRT arşivine girmeli. Radyo-Televizyon Yasasında değişiklik yaparak bu eserlerin medya organlarında yayınlanması sağlanmalıdır. Dikkat ederseniz filmlerde bile kullanılan müziklerin çoğu yabancı. Korku sahnesinde korku müziği, heyecanlı yerlerde heyecanlandıran, uyutulması gereken yerde uyku müziği çalınıyor. Hollanda’da bir kitapevindeki müzik reyonunda bu müziklerin kaset ve CD’leri gördüm. Belki o zaman Bestekârlarımız bir zamanlar târihimizde olduğu gibi müzikle tedavi konusunu bile yeniden canlandırabilirler. Türk müziğini desteklemek, yaygınlaştırmak, ustaların elinde yeni talebeler yetiştirmek önemli ölçüde kamu desteğine, hükümetlerin politikasına bağlıdır. Yeni Prof. Dr. Alâeddin Yavaşcaların yetişmesi de öyle. Alâeddin Yavaşca hekim idi, ama aynı zamanda Bestekârdı. Her meslek grubunda bunun olmaması için hiçbir sebep yok.

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın bağışta bulunduğu Türk Eğitim Vakfı, Bestekârımızın bir drama veya belgeselini, yahut drama belgeselini yapmalıdır. Eğer bin sinemacı bursiyeri yahut mezun olan talebeleri varsa o daha da kıymete geçer. Böylesi hayırsever sanatkârların sayısını artırılmasına vesile olur.

Çetinoğlu: Güzel fikir. Benim de bir düşüncem var:

TRT, Türk müziğinin icrâsı için ses yarışmaları düzenliyordu. Bunlardan birinde İnci Çayırlı, Ahmet Özhan, Ercan Saatçi ve Hülya Avşar Jüri üyesi idi. Yarışmanın adında ‘Alaturka‘ kelimesi geçiyordu ve yanlış hatırlamıyorsam ‘Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un‘ mısraıyla başlayan şarkıyı söyleyen bayan, birinci olmuştu. Yarışmanın ismi de, birinci gelen şarkı da Türk müziğine bir şey kazandırmadı.

Mehmet Güntekin, Fatih Salgar, Mehmet Hulûsi Yücebıyık, Münip Utandı, Birol Yayla,  gibi isimlerin de yer aldığı grubun danışmanlığında esasları belirlenecek bir beste yarışması, Türk Müziğine seviye kazandırır, bestekârlara imkân sağlar, yeni bestekârlar yetişmesine katkıda bulunur. Elbette bu yarışmanın şartları değiştirilmeden 5-10 sene devam etmesi gerekir.

Hayal gibi görünüyorsa da buna mecburuz, hattâ mahkûmuz.  Bizim yeni Alâeddin Yavaşcalara,  Lemi Atlılara, Hacı Ârif Beylere, Münir Nurettin Selçuklara benzerlerine ihtiyacımız var.   

Röportajımıza dönersek Efendim… Prof. Dr Alâeddin Yavuşca entelektüel bir insandı. Sohbeti tatlı, hitâbeti mükemmeldi. Tanıyanları ve özellikle Kilisli hemşehrileri tarafından seviliyordu. İsteseydi, Kilis’ten milletvekili seçilebilir muhtemelen bakan da olabilirdi. Bu yolu tercih etmedi. Sanatkârların politikaya girmemesi, günümüzdeki siyâseti yapmaması, amacı örtülü cemiyetlerde bulunmaması değerli insanlarımızı uzmanlık dallarında daha faydalı hâle getiriyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çiftçigüzeli: Çok doğru bir tespit. Zülfü Livaneli milletvekili oldu, parlamenterliği sanatkârlığının çok gerisinde kaldı. Ses getirmedi. Son yılların öndeki muhafazakâr ismi sanatkâr Uğur Işıldak da öyle. Milletvekili oldu, sonra parlamentodan ayrılan ilk isim idi. Prof. Dr. Alâettin Yavaşca’nın siyâsette kendine yer aramaması çok önemli bir gelişme. İyi ki öyle yapmış. Çünkü muhteşem bir usta. Ufku açık bir sanatkâr, donanımı ve birikimi dikkat çekecek kadar fazla. Sanırım 1966 veya 67’yılı olabilir. O yılların etkili gazetelerinden Yeni İstanbul vardı. Ben de aboneydim. Milliyetçi bir gazeteydi ve Adalet Partisi yanlısıydı. Bir defasında Dr. Alâeddin Yavaşca ile bir röportajı anons edildi. Birkaç gün sürdü. Bu röportajda Dr. Alâeddin Yavaşca masonluktan ayrıldığını, çünkü bu örtülü kuruluşun kapalı bir kutu olduğunu, açık ve şeffaf olmadığını anlatıyordu. Ayrıca sizin bir röportajınızda okumuştum, Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın bir ara (1991) Bedrettin Dalan’ın Genel Bakan olduğu Merkez Demokrat Partiye girdiğini, bir müddet sonra da “Politika bize göre değil” diye istifa ettiğini okumuştum. Zâten sanatkârların böyle yerlerde yaşaması, hayat bulması gerçekten zor. Günümüzde de zor. Hatta pek çok zor.

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’ya Allahtan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun. Kabri nurlarla dolsun Yetiştirdiği talebeler, bestelediği eserler, yazı ve röportajları, görüşleri, hayatı, yeni nesil için bir örnek, bir ölçü, bir ufuk olacaktır.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Mehmet Cemal Bey. Mükemmel bir mülâkat oldu. Avrasya-Bir Vakfı’nda. KOCAV ‘Kültür Ocağı Vakfı’nda Konferans vermesini teklif etmiştim. İkisini de memnuniyetle kabul etti. Evinden alıp evine teslim ettim. Yol boyunca kendisini dinlemekten büyük haz duymuş, bilgi dağarcığımı hayli genişletme imkânı bulmuştum. . Yolculuk bitince; ‘keşke piyasanın cin ticârî araç şoförleri gibi yolu dolaştırsam, mesâfeyi ve vakti uzatsaydım’ diye düşünmüştüm.

Temennilerinize ben de katılıyorum. Mekânı Cennet olsun. Kabri nurlarla dolsun. 

Sevilen bestelerinden bâzıları:

Ağlar gezerim sâhili sanki benimlesin

Akşam koya inmekte bulutlar yedi renk

 Akşam yine çöktü gönlüme kasvet dolu

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok

Aşka susayanlara ummanlar kâr etmiyor     

Aşkın beni bak yıktı harâb eyledi ey mâh    

Aşkınla yanıp geçti gönül her hevesinden

Aşk mevsime bakmaz güzelim dinleme vazgeç

Ayrılık acısını gurbete çıkan bilir                     

Ayrılık alnımın kara yazısı

Bahçendeki bülbülleri dinle güle âşık

Bakma bakma dayanılmaz gözlerinde

Bakmadın hiç kalbimin feryâdına  

Baktıkca gölgeme yâdigâr diye

Bana nasıl vaz geç dersin gönül senden vaz geçer mi

Başka söz söylemem aşktan yana ben

Ben de tattım aşk denilen şarabı

Beni kahreder bu kaçışların

Bin güzelden seni beğendim seçtim

Bir aşk meleği görmeğe hasret ki bu gözler

Bir denizin mâvisi bir baharın yeşili

Bir gizli günâh işleterek kor gibi yaktın

Bir gün sır olan her şeyi bilmek çok güç

Bir güzel gözlüye meyl etti gönül

Bir tek bakışı hançer olup işledi cana

Bir ümit doğdu bütün kalplere yorgun geceden

Bir yılda tam dört mevsim var

Bir zamanlar sana âşık sana sevdâlı idim

Boğaziçi şen gönüller yatağı

Boş yere ömrü tükettim dem-be-dem âvâreyim

Bu nazlar yalvarışlar görünmüyorsun neden

Bu şarkı sana ait sevgili dinle Bütün bir gençliğim âvâre aşkınla harâb oldu

Cümle yârân sana uşşâk olduğun bilmez misin

Çıkıver vâdiye bir akşam üstü

Çoktan ey sâkî gelip sînemde mihmân olmadın

Dağlar dağlar yüce dağlar firkat beni nice dağlar

Dalgın geceler el ele geldik

Derdi baştan atalım yaşamaya bakalım

Dinle kalbimdeki feryâdı kulak ver sesine

Doğdun yine sen gönlüme bir nûr gibi şimdi

Elâ gözlü nazlı dilber seni senden sakınırım

Vaktiyle benim de gülşenim vardı

Veysel Karaniye seslenişler

Vuslat şarabından bu gönül içmedi gitti

Yadında mıdır gizli emellerle yanardıkYakın gel kaçma ey şuh-i cihan

Yaklaş bana şirin yüzlü tatlı sözlü yar

Yaksan bile sen gönlümü bir zerre                                                                                                          Yalan dünya yalan dünya

Yalansız riyasız tatlı dilleri

Yalnızım kimsesizim hiç beni yok anlayanım

Yalnızlığın girdabında seni..

 Yamaçta dolu yoncalar

Yarab ne zaman biter

Yaşayan tek hatıram sıcak sevgim bunu bil

Yeşil renkli gözlerine yanar bu gönül

Yeter ki sen geri dön herşeyden vaz geçerim

Yıllar boyu ben sevgini kalbimde yaşattım

Yıllar var kederinle hasretinle ağladım

Yıllar var seni arıyorum (Hayal)

 Yıllarca beraber yaşasam senden usanmam

Yıllarca özlem gönlümde elem

Yıllardır özlediğim yalnız sensin sen

Yine kalbimde o aşkın kanayan bir yâresi var

Yine yola düşmek gerek

Yoksun diye bu akşam

Yorgun yıllarımı saklayan zaman

Yükledim hasretini gökteki bulutlara

Yüzünde güllerin mutlu sevinci

Yüzünün rengi solmuş                                                                                                                                                                                                                                                                                                    

MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ      1945 yılında Kilis’te dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Kilis’te okudu. İstanbul Vefa Lisesi’ni bitirdi. İstanbul İktisâdi ve Ticârî İlimler Akademisi Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Radyo-Televizyonculuk bölümünden mezun oldu. TC Devlet Lisan Okulu ve Tunus Habip Burgiba Yabancı Diller Enstitüsünden sertifika aldı.      Yazarlığa ortaokul talebesi iken Kilis Huduteli Gazetesi’nde başladı, Pırıltı sâhifesini yönetti. İstanbul Babıali’de Sabah’ta profesyonel gazeteci olarak Cağaloğlu’na adım attı. Tercüman, Türkiye, Millî Gazete, Bugün, Özgür, Sebil, Millî Gençlik ve İttihad gazete ve dergilerinde çalıştı; muhabir, musahhih, sâhife sekreteri, yazı işleri müdürü, köşe ve röportaj yazarı olarak görev yaptı. 32 yıl TRT Ankara Haber Merkezinin değişik birimlerinde ve Kahire temsilciliğinde hizmet verdi. TRT Türkiye’nin Sesi Radyosunda haber müdürü oldu, ülkemizde ilk defa TRT Telegün Teleteks haberciliğini başlattı. Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliğini 14 arkadaşı ile birlikte kurdu, yıllarca yönetiminde görev aldı. Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı yayın heyetinde bulundu. Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı kurucusu ve mütevelli heyeti başkanı oldu. Yurt içinde ve dışında çok sayıda millî ve milletlerarası program gerçekleştirdi. Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki altmışı aşkın ülkede konferanslar verdi, milletlerarası kongrelerde Türkiye’yi temsil etti, sempozyumlara katılarak tebliğler sundu. İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesinde ‘metin çözümlemeleri’ dersi verdi. Yazıları İngilizce, Rusça, Arapça, Urduca ile Kırım, Kazan, Kazak, Özbek ve Kırgız Türkçelerine tercüme edildi. Yayınlanmış 23 eseri bulunuyor.      MTTB Târihi ile TBMM’nde Mehmet Âkif Ersoy ve İstiklal Marşı adlı çalışmaları yayınlanıyor. İstanbul Şerifali’de oturan Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Süleyman Demirel Üniversitesi Türk Süsleme Sanatları hocası ressam, minyatür ustası müzehhibe Serhan Çiftçigüzeli ile evli, Furkan ve Burkan’ın babası, Can ve Nil’in de dedesidir.

Referanslar;

*Dr. Alâeddin Yavaşca/Türk Musikisinde Kompozisyon ve Beste Biçimleri

*Ayten Yavaşca-Dr. Semra Özgün-Sinan Sipahi/Kültür Bakanlığı-5 Kitap

*Hasan Oral Şen/Dr. Alâeddin Yavaşca-TRT Yayını

*Metin Mercimek/Büyük Müzikişinas Prof. Dr.Alâeddin Yavaşca-Kilis Vakfı/2023

*Sinan Sipahi/ Biyografi-Alâeddin Yavaşca-Kültür Bakanlığı Yayını

*Rahmi Kalaycıoğlu/Türk Müziği Bestekârları Külliyatı

*Taner Çağlayan/Alâeddin Yavaşca Şiirleri

*TDV İslam Ansiklopedisi

*Yılmaz Pamukçu/Notalarla Sanatkârlar-1. Cilt

*Yılmaz Öztuna/ Türk Musiki Ansiklopedisi/MEB üç cilt

Yeni Açılımda Turpun Büyüğü Heybede

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beşiktaş Belediyesi’ne yapılan ‘ihaleye fesat karıştırma’ operasyonu ve belediye başkanının tutuklanmasıyla ilgili olarak, “daha turpların büyükleri heybede” dedi.

Bu söz ile kastedilen asıl hedefin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu olduğu yorumlanıyor. Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve onun şirketlerinin yaptığı 51 ihale ile ilgili soruşturmaların yürütüldüğü biliniyor.

Erdoğan farklı bir maksatla söylemiş olsa da, ben “turpun büyüğü heybede” sözünün, iktidarın “Teröristbaşı Öcalan” ve “PKK’nın siyasi uzantısı DEM Parti” aracılığıyla yürüttüğü “Yeni Açılım” veya “Yeni Müzakere Süreci” için de söylenebileceğini düşünüyorum.

“Süreçte” turpların büyüklerinin henüz ortaya çıkarılmadığı, asıl büyük turpların halkı alıştıra alıştıra çıkarılacağını düşündüğüm için bu konudaki endişelerimi paylaşıyorum.

****

“Yeni Müzakere Sürecinde” turpların büyüklerinin ne olacağını İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu geçtiğimiz günlerde açıkladı:

Anayasanın ilk 4 maddesi, 44. Maddesi, Türk vatandaşlığının tanımının yapıldığı 66. Maddesi değiştirilmek istenebilir. “Türk vatandaşlığı tanımını değiştirecek, üniter devlet yapısına halel getirecek, Milli Devlet anlayışımızı yerle bir edecek Anayasa değişiklikleri” ile “İki devlet’ isteyecekler biliyoruz. ‘İki dil’ isteyecekler biliyoruz. ‘İki bayrak’ isteyecekler biliyoruz” dedi.

****

Öcalan’la müzakere için İmralı’ya gönderilen heyetten DEM Parti Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in iki mesajı oldu: “Çift bayrak, çift dil falan, bunlar gündemimizde yok. Süreçten şüphelenmeyi gerektirecek bir şey yok.” “İki tarafla çözeceğiz. Eğer bu fırsatı da kaçırırsak 72 taraf bu sürece müdahil olacak. Barışın kaybedeni olmaz.”

Bu sözde barış elçisinin “çözmezseniz 72 taraf bu işe karışır” tehdidine bir mim koyup açıklayalım:

Barış savaşan taraflar arasında olur. Türkiye’nin Kürt vatandaşlarıyla bir savaşı yoktur. PKK terör örgütü ile bir mücadelesi vardır.PKK, “ezilen Kürt halkının temsilcisi” falan değil, ABD, AB ve İsrail’in büyük projesi içinde kendine düşen görevi yerine getiren bir piyondur.

**********************************

Kürt Sorunu mu, Terör Sorunu mu?

Heybedeki turpların neler olduğunu anlamak için sorunun adından başlamak gerekir. DEM’in açıklamasında “Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalı ve gerilimli süreci sonlandırma” denilmekte. Yani mesele “terör sorunu” değil, “Kürt Sorunu” imiş.

Eğer Bahçeli’nin dediği gibi olacaksa, yani tek taraflı olarak PKK terör örgütünün silahları gömüp kendisini lağvetmesi ile çözülecek ise mesele sadece “terör sorunudur.”   Bunun karşılığında terör örgütü ve liderine ne verileceği ayrı bir konudur. Fakat bu durumda çözümün aktörleri sadece T.C. Devleti ve terör örgütüdür.

Ancak adını “Kürt Sorunu” koyduğunuzda siyasi ve hukuki taleplerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır.

Önceki sürecin akil insanlarından Vahap Coşkun “Kürt sorununda siyasi talepler ve hukuki talepler var. Bu taleplerin nasıl karşılanacağı siyasi alanda tartışılacak.” ”Bu mesele Suriye’nin durumuna da bağlıdır. Türkiye, Suriye Kürtleri ile nasıl bir ilişki kuracak?” dedi.

DEM açıklamasında da “Ortadoğu’da yaşanan köklü ve geri döndürülemez gelişmeler…” ibaresiyle aynı konuya vurgu yapılmış.

Bu konuda en açık konuşan yine eski sürecin akil insanlarından Abdurrahim Semavi. “Türk hükümetinin 15-16 aydır hazırladığı bu proje sadece Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne yönelik değil. Projeye göre Ortadoğu Kürtleriyle büyük bir ittifak kurulacak, Doğu, Batı ve Güney, Kuzey Kürtleriyle (İran- Irak- Suriye ve Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtler kastediliyor) ittifak kurulacak. Bu projenin hazırlığıdır.

“Proje 5 yıl içinde yapılacak. Türkiye halkı ve Kürtler projeye hazır olana kadar proje adım adım inşa edilecek… 5 yıl içerisinde sadece Kandil’de olanlar değil, diasporada yaşayanlar da geri dönecek ve onlara da geri dönüş yolu açılacaktır.”

“Ortadoğu projesinde Kürtlerin Ortadoğu’daki coğrafyası anayasaya adil bir şekilde dahil edilecek ve tanınacak. Dünyanın dengesini değiştirecek bir proje inşa edilecek. Türkiye hükümeti, Türkiye devleti bunu göze aldı.”

**********************************

Heybedeki Büyük Turplar

Turpların büyükleri sadece teröristbaşı ve teröristler için genel af çıkarılması ve bunların siyasetçi olarak Meclis’e getirilmesinden ibaret değil.

En büyük turp şu: Türkiye Cumhuriyeti devletini üniter milli devlet yapısından çıkarmak ve Ortadoğu’da ABD/İsrail projesi doğrultusunda farklı bir yapılanmaya sokmak. Projeye göre;

“Türkiye’yi büyütmek için” üniter milli yapısı bozulup bir TÜRK- KÜRT FEDERASYONU kurulacak. Türkiye’nin Güneydoğusu ve Doğu Anadolu’nun bir kısmı, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyi ile İran Kürt bölgesinden oluşan Kürt Federal Devleti bir eyalet, diğer kısımlar Türk Federal Devleti adıyla başka bir eyalet olacaktır. Bu oluşum içeride “Türkiye misak-ı milli sınırlarına kavuştu” diye pazarlanacaktır.

Bir süre sonra bir plebisit / referandum ile “Kürt eyaleti” ayrı bir devlet olarak Türkiye’den ayrılır.

Böylece ABD hiç askeri güç kullanmadan Türkiye’nin su bakımından en zengin bölgesini, Dicle ve Fırat’ı ve petrol bakımdan zengin Musul, Kerkük ve kuzey Suriye bölgesini ele geçirmiş olur. İsrail “vaat edilmiş topraklara” kavuşur.

Daha önce “Türkiye önce büyüyecek, sonra küçültülecek” diye özetlediğim bu tezin ilk bölümüne Erdoğan ve Bahçeli ikna edilmiş görünüyor.

Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fikrini öğrenmek için, “bu gelişmeleri yeni Anayasa çalışmalarıyla birlikte değerlendirmek gerektiği” ve “Milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan bir anayasa hedefliyoruz” sözleriyle birlikte düşünmek zorundayız.

Erdoğan’ın bu sözleri kadar, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 5 Kasım 2024’teki, şu sözleri de nasıl bir projeyi pazarlamaya çalıştıklarının ipuçlarını veriyor: “Osmanlı İmparatorluğu yerel kültürleri ve etnik toplulukları bünyesinde nasıl bir arada tutup barış ve sükûnet ortamını tesis etmişse, ecdadımızın ayak izlerini takip ederek Türk Barış devrinde aynısı yaşanabilecektir.” (Osmanlı’nın bu özellikleri varken parçalandığını neden düşünmezler bilmiyorum.)

Heybedeki turplar için, endişelenmeyelim mi? Bu projeye karşı mücadele etmeyelim mi?

Bir Müzik Dehası ve İstanbul Efendisi Kilisli Prof. Dr. ALAEDDİN YAVAŞCA

Oğuz Çetinoğlu sordu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Cevapladı

(İkinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Üstat Yavaşça ile aranızda 20 yaş fark var. Lise öğrenciliğiniz döneminde Bestelerini nasıl değerlendiriyordunuz?

Mehmet Cemal Çiftçigüzeli: Benim yaş grubum daha romantik ve duyarlı. İnsanlar bir eserde, bir romanda, bir şarkı veya türküde yahut sinemadaki filmde kendisinden bir şeyler bulabiliyorsa başarı yansımıştır. Burada söz konusu eserin başarılı olup olmadığı uzman kişi için değil, dinleyen, izleyen veya okuyan kişi içindir. Üstat Alâeddin Yavaşca büyük bir şevk ve hevesle, beklentisiz, hocalarından devraldığı musiki geleneğini kendinden sonraki nesle başarıyla aktardı. Konservatuvardaki talebeleri hocaları Dr. Alâeddin Yavaşca’dan gurur duyuyorlar. Dolayısıyla gelenek sağlam ve güzel üslup içinde gururla devam ediyor. Türk müziğini her yaş, her kültür ve her eğitimdeki insana sevdirmiştir. “Ümitsiz bir aşka düştüm”  ve Boğaziçi şarkısı babamdan bana miras eserler. Hâlâ söylerim. Güftelerdeki kelimeleri eğer biliyor, o beste de kendimden bir şeyler bulabiliyorsam beni etkiliyor. Eğer besteleri toplum tutmuş ve moda olmuş, plağa okunmuş, kaset ve CD yapılmış, radyo ve televizyonlarda her gün çalınıyorsa ister istemez şartlanıyor ve mırıldanıyorsun. Benim yüreğimde yer alan öteki eserleri de şöyle bir hatırlamaya çalışıyorum “Ne bildin kıymetin, ne bildin kıymetim” Nesrin Sipahi müthiş söylerdi bu eseri, “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok”, “Gönül aşkında oldu pare pare”, “Sebep sensin gönülde ihtilale”, “Ağlar gezerim sahili, sanki benimlesin”, “Aşk mevsime bakmaz güzelim dinleme vaz geç”, “Kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter”, “Gönlümü aldın güzel”, “Senden uzak günlerim zindan oluyor”, ”Bu şarkı sana ait sevgili iyi dinle”, ”Sarı mimozamsın sen benim”, ”Gönlümün bülbülüsün, aşk bahçemin gülüsün”, ”Gülen gözlerin mânâsı derin”.

İstanbul’da 1965 yılında Taksim Belediye Gazinosu’nda Kilis gecesi olmuştu. Üniversite talebelerinden herhangi bir ücret alınmamıştı. Çok sayıda talebe katıldık. Bu geceye Kilis’in eniştesi İstanbul Valisi Niyazi Akı, mâruf insanlar, işadamları, akademisyenler, edip ve yazarlar da iştirak etmişti. Dr. Alâeddin Yavaşca ve Nesrin Sipahi de şeref konuklarıydı. Nesrin Hanım, Alâeddin Yavaşca’den eserler okudu o gece. Bu gecenin detayını Öp Beni Asitane adlı anı romanımda anlatıyorum.

Çetinoğlu: Kilis’le alâkalı şarkıları var mı?

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın hem Kilisli olması, Kilis’e ait eserler bestelemesi, Kilisli Şâirlerin dizelerini notalayarak musıkî repertuvarına kazandırması çok güzel. Söz ve müziği kendisine ait Mahur şarkı “Kilis’imin bağları, kekik kokar dağları”, Büyük âlim Kilisli Muallim Rıfat Bilge’nin şiiri “Kilis Mehd-i vücudum, mevlidim, ilk aşiyanımdır”, Kilisli Şair Seyfettin Başçılar’ın “İlk sevgiliden çağrı ve her şarkıda sendin” ile “Gözde her renk, dilde her sonsuz şiir” isimi iki eseri ve “Kilis Yaşar Aktürk Otelcilik ve Turizm Lisesi Marşı” Dr. Alâeddin Yavaşca’ya aittir. Hemşerilerini, edebiyatçılarını, şâirleri ve talebeleri sevindiriyor. Bir başka husus da toplumunu çok iyi tanıyor Dr. Alâeddin Yavaşca. Her namaz için okunan vakit ezanlarını öyle güzel anlatır ki, nasıl bir süreçten geçildiğini fark eder ibâdet eden insanlar. Özetle şöyle diyor sanatkârmız Dr. Alâeddin Yavaşca “Günümüzün beş vakit ezanı ruhumuza ayrı bir güzellik kazandırır. Sabah ezanı diğerlerinden farklıdır. Çünkü sabah ezanı hepimizin içinde yoğun bir duygu yaratan ruhumuzu yücelten Saba makamının hisli vurgularıyla okunur. Yeni günün müjdecisidir. Öğle ezanı Uşak ve Hüseyni makamındadır. Mesai saatleri içinde olduğundan dinleyenlere güç ve şevk verir. Rast ve Hicaz makamındaki İkindi ezanı, günün tüm yorgunluğunu üzerimizden alır. Havanın kararmasıyla birlikte Uşak ve Rast Makamında okunan Akşam ezanı dar vakti hatırlatır. Yatsı ezanı da Hüzzam ve Segâh makamındadır; rahatlık ve huzur verir. Bu uykularımız için önemlidir. Ezan ve sâla okuyan kişinin de ses özelliği ve ses hançeresinin kuvvetli olması ve Türk Musikisindeki tüm makamları iyi bilmesi gerekir.”

Çetinoğlu: Üstat için Kilis’te herhangi bir faaliyet yapıldı mı?

Çiftçigüzeli: Kilis’in aydını, müellifi, devlet adamı, sanatkârı, yazarı ve şâiriyle kanaat önderi çoktur. Târih boyunca da hep öyle olmuştur. Ancak günümüzde halkın böyle bir endişesini fark edemeyiz. Çünkü geçim derdi, mâişet kaygusu kendisini zihnen de meşgul ediyor. Dolayısıyla Kilis’i yöneten ve temsil edenlerin sanat, kültür, medeniyet hareketi endişesi olması bazı sorunların üstesinden gelmesini sağlayabilir. Eğer böyle bir endişe yoksa sıkıntılar da, yeni nesle bakışı da dar açıya giriyor. İstanbul Kilis Vakfı en önde Kilisli yüksek tahsil öğrencilerinin ibate ve iaşe sorunlarıyla meşgul oluyor. Yıllarca aylık bülten yayınladı. Faruk Elhan’ın hazırladığı Karacaoğlan’ın Kilisliği ve Kilis Ağzı, Metin Mercimek’in Büyük Musikişinas Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca kitaplarını yayınladı. Ayrıca Dr. Alâeddin Yavaşca ve Halk Türküleri Sanatkârsı Reşit Muhtar’ın CD’lerini hazırlayarak sanatseverlere ulaştırdı.

Dr. Alâeddin Yavaşca için İstanbul Pangaltı’daki Ramada Oteli’nde bir konser (2010) verildi, bu etkinliğe sanatkârlar Bilge Özgen, Erol Sayan, Âmir Ateş ve Nezir Şener de katıldı. Yine böyle bir konser Kilis’te sanatkârın isminin verildiği kültür merkezinde hayata geçirildi. Vefatından sonra Dr. Alâeddin Yavaşca Konserleri devam eder mi? Dilerim eder. Böyle bir organizasyonda hem üstadın ders verdiği konservatuvar yönetimleri ve öğrencilerinin sorumluluğu vardır diye düşünüyorum. Ayrıca talebeleri olan Sanatkârlar Vedat Çetinkaya, Alp Aslan, Bekir Ünlüataer, Adnan Mangun, Melihat Gülses, Aylin Şengün Taşçı, Tülay Canik, Safiye Filiz ve Meral Mansuroğlu vs gibi Türk Müziğinin yüz akı sanatkârların da katkısı olması gerekir. Sanırım böyle bir konsere bütün ses ve saz sanatkârları arka çıkarlar.

Çetinoğlu: İstanbul’daki Kilislilerle ve üstadımızın vârisleri ile bir ekip oluşturup, Alâeddin Yavaşca ismini gündemde tutacak faaliyetler düzenlenebilir mi?

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca evliydi ama çocuğu yoktu. Mal varlığını Türk Eğitim Vakfına bağışladı. Onların da bir sorumluluk üslenmesi gerekiyor. Bu bağış dolayısıyla biraz limonilik oldu bazı kişi ve kuruluşlarda ama keşke Yavaşcalar bir aile vakfı kurarak böyle bir sorunu hemencecik halledebilirlerdi. Üstelik mevzuat da buna müsaitti.

Çetinoğlu: Atatürk Kültür Merkezi Yönetimi ve Mûsıkî dernekleri, vakıfları ile temas kurmak için Frenklerin ‘Fan Kulüp’ benzeri , ‘Alâeddin Yavaşca Hayranları veya dostları Grubu’ oluşturulabilir mi? 

Çiftçigüzeli: Bestekâr ve büyük sanatkâr Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Hayranları ve Dostları diye sivil bir grup elbette oluşturulabilir. Bunu yine bağışta bulunduğu Türk Eğitim Vakfı gönüllüleri, sanatkârlar ve hemşerileri hayata geçirebilirler. Fakat bu biraz da mekân, kaynak ve kadro meselesidir. Gönüllülük kâfi değildir.

Çetinoğlu: Alâeddin Yavaşca bestelerinin telif ücreti meselesi araştırılabilir mi? 

Çiftçigüzeli: Musikide telif çok düşük olduğu için bestekârlar için bir câzibe merkezi değil. İstanbul’da Telif Hakları Derneği ve Doğuş Üniversitesi “Müzik Endüstrisinde Telif Hakları Konulu bir sempozyum düzenledi. Aralık aylındaki programda konu görüşüldü, görüşülüyor. Birkaç örnek vermek gerekirse icracı sanatkârların fikrî hakları, telif haklarının yapay zekâ ürünleri açısından değerlendirilmesi, dijital platformlarda musiki eserlerinin kullanımına ilişkin uluslararası telif hakları sözleşmesi, müzik eserlerinin korunması gibi hususlar görüşülecek veya görüşülüyor, tartışılıyor. Konu Türkiye için çok yeni. Gelişmiş ülkelerde ise değil. Ancak başta Ege ve Akdeniz’deki turistik otellerimizde sürekli müzik çalındığı için bunların telif haklarını yerel dernekler alıyor.

Çetinoğlu: Merhum Alâeddin Yavaşca ile alâkalı diğer görüşlerinizi lütfeder misiniz? 

Çiftçigüzeli: Prof Dr. Alâeddin Yavaşca hayatta iken elbette bir mutluluk yaşamıştır. Mesela en önemli Cumhurbaşkanlığı ve TBMM ödülüdür. Daha önce de bundan sonra da değişik kuruluşlardan ödüller, plaketler almış, adına yıllar ilan edilmiş, onlarca üniversiteden fahri doktora verilmiş, anıtlar dikilmiş, besteleri mermer levhalara yazılmış, adına parklar inşa edilmiştir. Bu konuda ulaşabildiğim bilgileri şöylece sıralayabilirim:

Devlet sanatkârı ilan edilmiştir.(1991)

Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ses eğitimi ve ana sanat dalında akademik unvan almış, sonrasında konservatuvarın ses bölümü başkanlığına atanmıştır. Sanatkârnın 70. Sanat Yılı görkemli bir törenle kutlanmıştır.

Gaziantep Üniversitesi’nde Fahri Doktora unvanı almıştır (Ayrıca Elazığ Fırat, Eskişehir Osmangazi, İstanbul Teknik ve Erzurum Atatürk Üniversitesi sanatkârya birbiri ardından fahri doktora unvanı vermiştir).

Türkiye Yazarlar Birliği yılın kültür adamı seçti (1993).

Kilis Alâeddin Yavaşca Kültür Merkezi açıldı (2006)

Beşiktaş Vişnezade Camii Meydan Sokak’ın ismi Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Sokağı adını aldı (2007)

Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü verildi (2008)

İstanbul Kilis Vakfı Onursal Başkanı oldu.

TBMM Sanat Dalında Büyük Hizmet Ödülü aldı (2010).

 İstanbul Kilis Vakfı; Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Yılı ilan etti (2010) ve İstanbul’da sanatkârnın eserlerinden oluşan bir dizi konser verildi.

İstanbul Akatlar Kültür Merkezi Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Resim ve Ebru Sanatı Etkinliği düzenlendi. 2010.

Eskişehir Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi’ne Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın bal mumu neykeli yerleştirilerek, gösterime sunuldu.

Kilis Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Parkı ve Anıtı açıldı. 2014

Kalamış Vapuru’nun adı İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Vapuru olarak değiştirildi. 2018

Kilis Vakfı Onursal Başkanlığı’na seçildi.

Beşiktaş Şâir ve Sanatkârlar Parkı’na sanatkârın heykeli dikildi, mermer bir tabloya “Boğaziçi Şen Gönüller Yatağı” şarkısının dizeleri yazıldı. 2019.

Kilis Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Müzeevi kuruld. 2019.

Gaziantep Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Eğitim ve Sanat Merkezi açılışı yapıldı. 2020.

İstanbul Atatürk Kültür Merkezi Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Sergisi sanatseverlerin beğenisine sunuldu. 2021.

Küçükçekmece Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Güzel Sanatlar Lisesi hizmete girdi. 2021.

TC Sağlık Bakanlığı Kilis Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Hastanesi açılışı gerçekleşti. 2022.

Çetinoğlu: Güzel fikir. Benim de bir düşüncem var:

TRT, Türk müziğinin icrâsı için ses yarışmaları düzenliyordu. Bunlardan birinde İnci Çayırlı, Ahmet Özhan, Ercan Saatçi ve Hülya Avşar Jüri üyesi idi. Yarışmanın adında ‘Alaturka‘ kelimesi geçiyordu ve yanlış hatırlamıyorsam ‘Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un‘ mısraıyla başlayan şarkıyı söyleyen bayan, birinci olmuştu. Yarışmanın ismi de, birinci gelen şarkı da Türk müziğine bir şey kazandırmadı.

Mehmet Güntekin, Fatih Salgar, Mehmet Hulûsi Yücebıyık, Münip Utandı, Birol Yayla,  gibi isimlerin de yer aldığı grubun danışmanlığında esasları belirlenecek bir beste yarışması, Türk Müziğine seviye kazandırır, bestekârlara imkân sağlar, yeni bestekârlar yetişmesine katkıda bulunur. Elbette bu yarışmanın şartları değiştirilmeden 5-10 sene devam etmesi gerekir.

Hayal gibi görünüyorsa da buna mecburuz, hattâ mahkûmuz.  Bizim yeni Alâeddin Yavaşcalara,  Lemi Atlılara, Hacı Ârif Beylere, Münir Nurettin Selçuklara benzerlerine ihtiyacımız var.   

(Devam Edecek)