3.4 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 23

İnsan Neyin Göstergesi

     “Muhakkak ki Allah, insanı Rahman ismini (Bazı kaynaklarda: ‘Kendisini’) tamamiyle gösterir bir surette yaratmıştır.”

     Bu hadisi, bir kısım tarikat mensubu, iman esaslarına münasip / uygun düşmeyen acip bir tarzda tefsir etmiş / açıklamışlardır.

     Hatta onlardan bir kısım aşk ehli, insanın manevî simasına Rahman’ın sureti nazarıyla bakmışlar!

     Tarikat mensuplarının çoğunda sekir / mest olup kendinden geçiş vardır. Aşk ehlinin kalpleri ise Allah sevgisiyle doludur. Vakitlerini Allah’ı zikir ve tefekkürle geçiren insanların çoğu istiğrak / Allah aşkıyla dünyayı unutup, bütün bütün kendilerinden geçerler. Ve hatta iltibasta bulunarak / şaşırıp kaldıklarından, mes’eleleri birbirine karıştırmaları söz konusudur. 

     İşte tüm bu hususlardan ötürü, bu kimseler hakikate muhalif / aykırı telâkki ve anlayışlarında, belki mazur / özür ve mazeret sahibidirler.

     Fakat, aklı başında olanlar; fikren, onların iman hakikatlerinin ruhuna ve imana ait esaslara ters ve aykırı düşen mânâlarını kabul edemez; etse hata ederler!

     Dikkat edersek bütün kâinat; bir saray, bir ev gibi muntazam / düzgün bir şekilde idare edilmekte.

     Yıldızlar, zerreler / atomlar gibi hikmetli ve kolay bir şekilde döndürülüp gezdirilmekte.

     Zerrat / atomlar muntazam memurlar gibi çalıştırılıp hizmet ettirilmekte.

     İşte bütün bunları yapan her türlü noksanlardan uzak, en kutsî İlahî bir Zât olan Allah’ın şeriki / ortağı, naziri / benzeri, zıddı / karşıtı, niddi / dengi yoktur.

     “Onun hiçbir benzeri yoktur. O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.” (Şura: 11) âyetinin sırrıyla, o Zât’ın yani Yüce Allah’ın sureti, misli / aynısı, misali / örneği, şebihi / tıpkısı da olamaz.

    Yine: “Göklerde ve yerde tecelli eden en yüce sıfatlar O’nundur. O’nun kudreti her şeye galiptir. O her şeyi hikmetle yapar.” (Rum: 27) âyetinin sırrıyla, ancak mesel ve temsil ile Yüce Allah’ın şuunat / faaliyet ve işlerine bakılır. Sıfat ve niteliklerine, vasıf ve isimlerine nazar edilir. Demek, mesel ve temsillere; -hâşâ- bizzat Allah’ın Zât’ıdır diye değil; şuunat, faaliyet ve işlerini göstermesi açısından bakmak gerekir. Evet mesel ve temsillere, bu noktalardan eğilmek lâzım.

     Nasıl ki, Allah’ın zâtına yol yok. Çünkü her şey O’ndan. Ama O değil. Kâinatta tecellî eden / kendini gösteren İlahî işler, durum ve tecellîlerin hepsi O’ndandır. Ama  hiçbiri O değildirler. Tıpkı aynada görülenlerin zatları asılları aynada olmadıkları halde aynada göründükleri gibi. Allah’ın isim ve sıfatları kâinatta tecellî ediyor. Onun zatı değiller fakat onun zatındandırlar.

     Zikri geçen hadisin çok maksatlarından biri de şudur: İnsan, Rahman’ın ismini tamamiyle gösterir şeklindedir. Aynen kâinat simasında, binbir ismin şua ve ışınlarından ortaya çıkan ism-i Rahman göründüğü gibi.

     Yine zemin yüzünün simasında Mutlak İlahî Rububiyetin / her şeyin İlahı ve Mabudu olan Allah’ın terbiye ediciliğinin; hadsiz parıltı, yansıma ve tezahürleriyle ism-i Rahman’ı gösterdiği gibi.

     Üstelik insanın suret-i camiasında / çok şeylerle alâkalı ve çok mânâ özelliklerini içine alan görünüşünde; küçük bir mikyasta, zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o ism-i Rahman’ın tam bir yansımasını gösterir demektir.

     Hem işarettir ki, Rahman ve Rahîm olan Zât’ın delilleri ve aynaları olan canlılar ve insan gibi mazharlar; o kadar o Zât-ı Vâcibü’l- Vücud’u / Allah’ı göstermeleri kesin ve açık bir şekilde meydandadır ki; güneşin timsal ve nümunesini ve aksini tutan parlak bir ayna parlaklığına delalet ve göstergesinin apaçıklığına işareten “O ayna güneştir.” denildiği gibi “İnsanda Rahman’ın sureti var.” açık delaletine ve tam bir münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Nitekim Vahdet-i Vücud ehlinin mutedil / ılımlı kısmı “Ondan başka hiçbir şey mevcut değildir.” sözüyle bu sırra binaen, bu delaletin / işaretin netliğine, bu münasebetin kemaline bir unvan olarak böyle dedikleri gibi.

Girit Elden Giderken…

‘’Ah Vatan, ah vatan…’’

                                                        …Üçüncü ve Son Bölüm…

     Girit, artık asilerin eline geçmiş, birçok köyleri harabeye dönmüş, büyük şehirleri birer, birer Osmanlı idaresi zamanındaki huzuru kaybetmişti. Bu arada; Hanya çevreden kaçıp kurtulabilmiş zavallı Türklerle doluvermişti. Bu yüzdendir ki palikaryalar gözlerini her şehirden çok Hanya’ya dikmişlerdi. Yunanistan’dan getirilen toplar ve asilerin başına geçen Yunan subayları Hanya’yı saranlara kuvvet ve cüret kaynağı oluyordu!

       Hanya kalesi içinde sıkışıp kalan Giritli Türkler etraflarını saran düşmanların üstünlüğüne aldırmadan zaman, zaman kaleden çıkıyorlar, asilere gerekli darbeyi vurup tekrar kaleye dönerek aslanca savunmalarına devam ediyorlardı. Özellikle bunlar arasında ölümü çoktan göze almış en büyük yararlıkları gösteren orta boylu düzgün endamlı bir yiğit vardı. Defne köyü baskınından yaralı olarak kurtulmuş olan ve bir kayık ile Hanya’ya gelen Behçet’ti bu kahraman. Her rastladığına nişanlısı Mazlume’yi ve babası Mahmut’u soruyordu…

    Türk ve Müslüman Giritliler, yiyecekten-giyecekten yoksun, çaresiz ve bitkin düşmüşlerdi. İstanbul’a Sultan Abdülhamit’e gönderilen ricacılar nihayet Sultanın değil de milletin kalbini harekete geçirebilmişlerdi. Girit’e erzak yardımı başlamıştı. Daha önce ekilen tarlaları hasat için giden Türkler, Rum asilerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.

    Girit isyanının baş teşvikçisi, cephane ve erzak bakımından tek besleyicisi Avrupa’nın şımarık çocuğu küçük Yunanistan hükümetiydi!

    Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamış ve ilk kazanacağı yeni zafer ile Girit’in bağımsızlığını tasdik ettirmek kaydı ile sulh yapmayı planlıyordu.

 Sonuçta bu planlarında başarıya ulaştılar…

  Abdülhamit’in korkaklığı, halkın çaresizliği, Hıristiyan devletlerin Yunan tarafını tutması Osmanlı askerinin büsbütün Girit’ten çekilmesine sebep oldu.

    Artık Girit Türk vatanı, İslam vatanı olamaz hale gelmişti.

  Girit Türklerinin hepsi kan ağlıyordu…

   Bu arada; birbiri ile buluşan baba oğul: Mahmut’la Behçet, Mazlume’ye de rastlamış olmakla, bu dertlilerin içinde, az çok mutlu olan üç müstesna insandı…

    Hatta bir aralık Behçet ile Mazlume’nin evlendirilmesi bile kararlaşır gibi oldu ama kızın kardeşinin dediği gibi bu, mezarlıkta şenlik yapmaya benzeyeceği için geriye bırakıldı.

   Artık Girit’i terk etmekten başka çare yoktu. Vatanlarını yabancı ayaklara çiğnetmemek için ölümleri hiçe saymış, bu kadar çile çekmiş, cefa görmüş insanların şimdi bir başka bayrak altında bir düşman hükümetinin tebaası olarak yaşamaya gönülleri nasıl razı olabilirdi?

    İçleri bir tek gün rahat olmayacaktı. Her gün biraz ölerek yaşamanın sürünmekten ve yavaş, yavaş intihar etmekten ne farkı vardı?

   Ah, fakat Girit nasıl bırakılırdı? Her karışı bir avuç Türk Kanı ile sulanmış bir aziz topraktı burası; suyu, havası, ürünleri birbirinden eşsizdi.

    İlk savaşlar hesaba katılmasa bile; Osmanlılar yalnız son üç senelik kavgada 135 bin Şehit vermişlerdi. Girit’i bırakmak zordu, günahtı, ayıptı!

    Şuydu-buydu ama çilekeşler artık yorulmuşlardı, canları burunlarına gelmişti. Burada kalıp ölmektense bir yerlere göçüp yaşayıp toparlanmak ve ilk fırsatta tekrar vatana dönmek, o zaman için tek akıllı çare görünüyordu.

 1897 yılının bir sonbahar günü, Akdeniz’in pek uysal günlerinden biri idi; tatlı bir rüzgâr esiyor ve su üstündeki gemilerin yelkenlerini iyice şişiriyordu…

  Bu gemilerden biri Girit’ten hemen yeni açılmıştı. Güvertede birbirine sokulmuş üç-beş kişi dolu, dolu gözlerle Girit güzelliklerine dalmışlardı.

  İçlerinden bir erkek, bir kız birbirlerine sokulmuşlardı. Ötekilerin bir elleri böğürlerinde, bir elleri yaşlı gözlerinde idi..!

 Bunlar Mazlume’nin Anı defterinin son sayfasına kaydettiği hikâyemizin sağ kalan kahramanları idi;  

Behçet, Mazlume, Şerif ve Mahmut…

  Girit dağları adadaki Türklerin talihleri ve istikballeri gibi koyu bulutlarla kaplı idi. Girit örtünüyor, yasa boğuluyor ve diri, diri gömülmeye razı oluyor gibiydi.

   Gemi adadan uzaklaştıkça bizimkilerin derdi artıyordu. Hepsi bir ağızdan, bir ağıtın nakaratı gibi bir cümleciği yürekleri parçalanarak tekrar edip duruyorlardı:  

                                                      ‘’ Ah vatan, ah vatan…’’

    Mazlume’nin hatıra defterine yazdığı gerçekler ‘’Ah vatan…’’ cümleciği ile son buluyordu. Gözyaşları içinde okuduğum bu kitapçıkta yazılanları noktasına, virgülüne dokunmadan sizlere aktarmaya çalıştım.

     Bir insanın doğuşundan ölümüne kadar geçen süreçte çocukluk, gençlik yıllarını yaşadığı; havasını soluyup kokladığı, çiçeklerle bezeli ovalarında koşturup oynadığı acısıyla, sevinciyle pek çok anılar biriktirdiği vatan topraklarından sökülüp atılması, sevdiği nice canları o topraklarda gömülü bırakması ne kadar acı.

    Hiç düşündünüz mü? Vatan nedir? Ne demektir?

    Vatan:

    Bayrağımızdaki ‘Ay’ ile ‘Yıldız’dır. Vatan ve vazife uğruna ölümü göze alabilmektir. Düşmanın önünde dik durmaktır. Bir ve beraber olmak, ülkemize kast eden tüm düşmanlara, düşmanlıklara onurunla karşı koymaktır. Tarih sayfalarında ki, ‘Türk Milletinin’ o muhteşem mirasına sahip çıkmaktır.

   ‘Ey Halkım, Mehmet’im, Genç Kardeşim; kan ve can bağı ile aynı yüreği, aynı ülküyü paylaşan yiğidim:

   Vatan nedir bilir misin?

   Aramızdaki sevgi bağlarıdır, saygı ve kültür mirasıdır. Ocağındaki aştır. Özgürce soluduğun hava, bahçende kokan çiçek, lezzetle yuttuğun lokmadır…

   Hani bu gazi toprakların işgali boyunca kokusuna hasret kaldığın, kucaklamak için can attığın, ata yadigârı, ata toprağın Anadolu’dur, Anadolu’nun can insanıdır…

   Vatan nedir bilir misin kardeşim?

   Her sabah işine giderken özgürce kullandığın yolların, keyifle sürdüğün aracın, emeğinin karşılığında son kuruşuna kadar hak ettiğin paran ve bu parayı keyfince harcamandır…

  Tüm bu saydıklarım; sana hamasi bir nutku; vatan, millet, Sakarya söylemlerini çağrıştırmış da olabilir!

  Ama bilir misin? Bu söylemler, ‘Vatan’ kavramının ta kendisidir…

  Vatan olmadığında insan için bir yuvada olmaz.

Beglik Ulur

Mülk; devlet demektir, egemenlik demektir. Mülkte egemenliği temsil eden devlet başkanına bu yüzden melik denmiş. Melik, mülkle aynı kökten. Devlet idaresinin öğretildiği mektebe de “mülkiye” deniyor. Mülkün temeli de neymiş! Mahkeme duvarlarına yazıyoruz: Adalet mülkün temelidir. Demek ki adalet giderse mülk gider. Adalet giderse devlet gider.

“Adalet mülkün temelidir.”, Hazret-i Ömer’in sözü. 1400 yıl öncesinden sesleniyor. “Ne?” sorusunun cevabı bu söz. “Nasıl?” sorusuna da Kutadgu Bilig cevap vermiş. On bir asır önce. Yusuf Has Hacib konuşuyor: Bir il (devlet) tutmaya atlı ve yaya çok asker gerek/ Asker tutmaya çok mal-mülk gerek/ Çok mal-mülk için milleti zengin olmalı/ Milletin zengin olması için kanunları düzgün koymalı/ Bunlardan biri giderse dördü de gider/ Dördü giderse beylik (devlet) gider. “Beylik gider” asıl metinde “beglik ulur” diye yazıyor.

Hukuksuzluk bir sarmaldır

Adaleti aradan çıkarırsanız toplumu birleştiren tutkal çözülür. Millet çözülür. Diktatörün hükmettiği ülke bir aşiretler topluluğu hâline gelir. Menfaat aşiretleri. Çünkü adalet, halkın kutlu bildiklerinin özetidir. Hukuk devletinin yüceltilmesi, şeriata Tanrı buyruğu olarak bakılması hep bu mekanizmanın sonucudur. Fukuyama, Siyasi Organizasyonun Menşei’nde insan topluluklarının hepsinde müşterek özellikleri sayarken, “İnsanlar toplumlarını bir arada tutmak için kurallar koyar ve bu kurallara kutsallık atfeder.” diyor. Öyledir.

Peki, beglik nasıl ulur? Kanunları yok saymak halkın işi değildir. Hukuk devletinde, tek tük kriminaller hariç, halk buna cesaret edemez. Halk kanun çiğnemeye kalkarsa devletin ona şiddet uygulayacağını bilir. Weber, devleti şiddetin tekelidir diye tarif eder. Halk kanunları çiğneyemez ama devleti yönetenler kanunları ihlal edebilir. Bu, gitmekte olan, çökmekte olan bir devlette ilk beliren arazdır. Yozlaşmış yönetici ve onun yozlaşmış bürokratı, kanunları kendi çıkar ve maksadı için kullanır. Kanunlar daha ilk tecavüzde kutsiyet zırhlarını kaybeder. Kurumların itibarı on yılların, hatta asırların birikimidir. İtibar ağır ağır, fedakârlıkla, dürüstlükle, adaletle birikmiş ve yükselmiştir. Bazılarının sandığı gibi şatafatla, savurganlıkla değil. O asırların biriktirdiği itibar, bir ihlalle sarsılır, ikinci ihlalle biraz daha çöker; sonra çöker de çöker.

Diktatörlük sarmalı öyledir işte. Sarmaldır. İhlal ihlali getirir.

Gücü gücü yetene

Demokrasiyle yönetilen ülkede diktatör adayı önce bir kanunu çiğner/ çiğnettirir. Aydınlar, basın, devlet adamları, muhalefet partileri itiraz eder. “Olmaz öyle şey!” derler. Bu itiraz kanunların ve başta anayasanın tanıdığı bir haktır. Diktatör adayı bunları susturmak için hukuku bir daha çiğner. İtiraz sesleri artar. Onları susturmak için tekelindeki şiddeti daha daha şiddetle kullanır. Kanun tekrar çiğnenir.

Dikta hukuku ihlal ediyor, hukukun ihlali diktayı mecbur kılıyor. Sarmal bu.

Sonunda “Yapılanlar hukuka uygun mu, değil mi?” sorusunu sormak abes hâle gelir. Hukuksuzluk o kadar aşikârdır ki bırakın aydını, yazarı, düşünürü, en ücra köşedeki çoban dahi ülkenin hukuk devleti olmadığını görür. “Demek işler böyle yürüyor, gücü gücü yetene!” diye düşünmeye başlar. “Beglik ulur.” Yerine menfaat çeteleri, menfaat aşiretleri gelir. Yolsuzluk yükselir de yükselir.

Kanunu “idare” etmek

Fakat bu sarmal, diktatörün de sonunu hazırlar. Kutsallık atfedilen kanunların üstündeki koruyucu zırh kalkınca o kanunlar artık diktatörü de koruyamaz. Şimdi künyesini hatırlayamadığım bir sosyoloji/arkeoloji/antropoloji kitabında şu hüküm vardı: Diktatörün astığı astık kestiği kestik olan eski otoriter rejimlerde, hükümdarın otoritesi saray duvarlarından birkaç yüz metre ötede biter. Çünkü bütün bürokrasi, kanunları “idare” etmektedir. Hukuka saygısı olmayan diktatörün hukukuna da saygı kalmamıştır.

Devletin temeli hukuktur. Hukukun temeli halktaki adalet duygusudur. Devlet, o adaletin koruyucusu ve yerine getireni olduğu için ayaktadır. Mülkün ayakta durabilmesi için halkın, devletin âdil olduğuna, herkesin hakkını savunacağına inanması gerekir. Halkta devletin artık adalete uymadığı, adaleti savunmadığı, kendisinin ve yandaşlarının menfaatini savunduğu, bunu yaparken adaleti çiğnediği kanaati yerleşirse… Mülkün temeli çatırdar.

Sonunda beglik ulur.


¹11. asır Türkçesiyle aslı:

Bu il tutguka köp er at sü kerek/Er at tutguka neng tavar tü kerek/ “Bu neng alguka bir kerek bay budun/ Budun baylıkınga törü tüz kodun/ “Bularda biri kalsa törti kalur/ Bu törti yime kalsa beglik ulur

Türkçü Siyasetçilerin Bilgisine

Emevi döneminde başlayan, İslam’daki ayrıcalığa ilk karşı çıkan Hanefi Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife (699-767) olmuştur. Büyük İmam diye tanımlanan Ebu Hanife, mevali geleneğine karşı çıkması yüzünden, Arapların hışmına uğramıştır. Sonradan Müslüman olan Türklerin Hanefi Mezhebini seçmeleri tesadüf değildir.

Emevi döneminde yaşanan Kerbela Savaşı ile Asrı Saadet dönemi sonlandı; doğrudan sömürü ve asimilasyona dayanan ve İslam Dinini yayma adıyla Emevi yayılmacılığı başlamıştır. Haraca bağlama ve Asimile etme durumu olabildiğince öncelikli olmuştur.

Gök Tanrı diye adlandırdıkları Şaman Dinine mensup Türk beldeleri de ( Gök Türkler) bu savaşlara maruz kalmıştır.

Emevi döneminde başlayan Abbasi döneminde devam eden ve70 yıl süren Türk-Arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçlar
1- 100.000’in üstünde Türk katledilmiştir.
2- 50.000’in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
3- Şehirler yağmalanmış, ganimet diye halkın herşeyi talan edilmiştir.
4- Tüm zenginlikler, tarihi eserler yok edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.
5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamında” 40.000 Türkün kesilerek
24 km yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır.( Tarihte örneği çok azdır.)
6- Aynı şekilde “Curcan Katliamında da esir alınan 40.000 Türk’ün nehir kenarında kafaları
kesilmiş , nehrin suyu kıpkızıl olmuş , cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
7- “Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş,
“Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.
9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.
10-Bu tarihi gerçekler “İslam etkilenmesin” düşüncesiyle gizlenmekte, bahsedilmemektedir.
Türkçü siyasetçiler dahi konuyu geçiştirmektedir. Bundan da Araplar nasiplenmektedir…
İslam Dininin Tebliğcisi Hz Muhammt’in doğduğu toplumun sosyolojik yapısını kavramadan; Hz Muhammet’in Peygamberliğiyle birlikte toplumunda verdiği nitelikli kavganın özünü kavrayamadan, nitelik olarak İslam Dinini kavrayamayız. Bugün Emevi Din anlayışı inanç sisteminin ağır bastığını görmeliyiz.
Türk Milleti düşmanlığı ile beyinleri iğdiş edilmiş, örümcek kafalı, bilgisiz, kültürsüz, ucubeleri Müslüman diye seçen halk bilinçlendirilebilsin.
Bunun için olmazsa olmazımız: Türk Genci şu ya da bu cemaatlerin, tarikatların ibadet adı altında uyuşturucu tuzağına düşerek kendini kullandırmadan, çağımızın artık özgürlük, çeşitlilik, liberal demokrasi, hukuk güvenliği gibi değerler olmadan ‘’orta gelir tuzağını’’ aşamayacağı noktasında bilinçlenmelidir.
Böyle bir çağda insanlarımıza, özellikle yeni nesillere ‘’falancaya’’ değil, ‘’filancaya’’ bağlanmalarını değil, bağımsız kişilik sahibi olmalarını, vicdanlarını geliştirerek hayatını kendilerinin tanzim etmelerini öğretmek zorundayız

Girit Elden Giderken…

‘’Ah Vatan, ah vatan…’’

…İkinci Bölüm…

      İnsanlar ki aynı Tanrının yarattığı, aynı atanın ürettiği kardeşlerdir. Akıllarını, güçlerini ve değerlerini, topluluklarının daha rahat, daha güzel yaşaması için yeni çareler bulmaya harcayacakları yerde, böyle kötülüklere, hainliklere, alçaklıklara sapmaları, ne hazin ne akıl almaz şeydir.

     İnsanlar arasındaki bu çekişme, bu boğuşma din ve mezhep ayrılığından mı?

     İnsanları doğruya çağıran hak dinler hiç böyle hayvanca şeyler ister mi?

    Gece yarısı gelmiş, haydut takımı köye yaklaşmıştı. İlk işleri köydeki samanlıkları ve ahşap kulübeleri tutuşturmak olmuştu. Köy bir anda bir yangın yerine, bir savaş meydanına dönmüştü…

  Kapısını açıp dışarı fırlamak, penceresini açıp bakmak isteyen her köylü bir kurşunla yere seriliyordu.   Şurada bir kadın saçlarından çekilerek sürükleniyor, eziliyor, öteden beriden:

      ‘’ vay anam ‘’, ‘’ aman çocuğum ‘’, ‘’ kıymayın alçaklar ‘’ gibi sesler yükseliyordu…

     Haydutlar bir, bir evlere giriyorlardı. Can çekişen vücutların üstüne basarak dolapları kırıp eşyaları ortaya yığarak buldukları paralarla yükte hafif, pahada ağır şeyleri bölüşüyorlardı. Barut ve yanık kokusu genizleri tıkıyor, ötede beride alçakça tecavüze uğramış kadınların çığlıkları duyuluyordu. Köyün minaresi, sabahleyin çalışkan, masum ve asil halkına mezar olmuş, köyün başında bir mezar taşı gibi sessiz duruyordu..!

    Bir gece sonra idi; Defne Köyünün birkaç saat uzağında, adanın güneyine doğru, iki adam, biri ötekinden daha telaşlı, seyirtip gidiyorlardı…

   Yarı çıplak, pes perişan hallerinden belliydi ki bunlar, köy halkından olup her nasılsa kılıçtan geçmekten, balta altında can vermekten kurtulan kimselerdi.

   Gerideki gittikçe ona yaklaşıyordu; nihayet kim olduğunu seçebilecek kadar yanına gelince birden haykırdı:

  ‘’ Vay Mehmet Ağaki! ‘’ Öteki, ‘’ Sen misin Mahmut Boğçalaki? ‘’ diye seslendi…

    El sıkıştılar birbirlerine dert yanmaya başladılar. Mahmut oğlunun nasıl öldüğünü anlatmaya koyuldu. Eşkıya köyü bastığı anda yiğit çocuk silaha sarıldığı gibi pencereye koşmuş, kepengi açması ile birkaç kurşunun birden göğsüne girmesi ve ‘’ Ah babacığım ‘’ diye yere yuvarlanması bir olmuştu. Zavallı baba gözyaşları içinde korkunç hikâyesine devam ediyordu:

   ‘’Oğlumun kanlı göğsüne sarıldım, hıçkırmaktan kendimi alamıyordum. O sırada kapının vurulduğunu, vurulma değil yumruklandığını duyunca birden doğruldum, tüylerim ürperdi, martini aldım kapı tarafına çevirdim, birkaç el attım…

     Zorlanan kapının çatırdayarak kırıldığını duyunca, evin arka odasına geçtim, kapıyı kilitledim. Sapa sokağa bakan pencereyi açarak kendimi aşağıya salıverdim. Dünyada varım yoğum bir tek oğlumdu…

      Serif Alaki’nin kızı ile evlenmeleri yakındı. Muradını kursağına kodular kahrolasıcalar.’’ Mahmut hıçkıra, hıçkıra ağlarken…

    Mehmet söze başladı:

     Biliyorsun karım bugünleri görmeden ölmüştü. Çoluğum çocuğum yoktu. Ama yakınlarım vardı. Bana evlattan yakındılar. Onlarla avunup gidiyordum.

     Zavallıların hepsini ayrı, ayrı işkence yaparak gözlerimin önünde öldürdüler. Nasıl can çekiştiklerini gördüm. Dayanamadım silahımı çektim, beş on haydudu yere serdim. Sonra intikamımızı almaya daha elverişli zaman olur ümidi ile kendimi karanlığa attım..!

   Acı çekmiş zulüm görmüş bu iki bahtsız böyle dertleşerek çekingen ve ürkek ilerledikleri sırada ortalık ağarmaya başlamıştı. Beş altı saatlik daha gidecek yolları vardı. Ancak iyice yorulmuşlar adım atacak halleri kalmamıştı. Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş vücutları ne olursa olsun uzanıp uyumak için çırpınıyor gibiydi. Bir ağaç parçasını yastık yaptılar. Mahmut’un sırtındaki kilim ikisine birden yorgan oldu; kıvrılıp yattılar…

    Biz gelelim Defne Köyüne, daha doğrusu Defne yıkıntısına! Köy evlerinin hepsi yanmış, damlar çökmüş yarı yıkılmış isli duvarlar iskeletler gibi sırıtıyordu!

    Ötede beride kana bulanmış insan cesetleriyle hayvan leşleri koyun koyuna yatıyorlardı. Köyde ses seda yok, mezarlık gibi bir sessizlik her tarafı sarmıştı!..

    Ne o? Yanıp yıkılmış bir evin devrilmiş kapısı içinde bir gölge kıpırdanıyor. Bir kaputa sarılmış, başı örtülü ilk bakışta erkeğe benziyor ama biraz dikkat edince kadın olduğu fark ediliyor!

 Yürümeye çabalıyor ama zayıf bacakları bitkin vücudunu taşıyamıyor. Etrafı gözden geçiriyor. Birden gözleri parlıyor yıkıntılar arasında yanmış kurumuş bir ekmek parçası bulmuştur, onu kapıyor; karnı doymasa da oyalanarak aklı başına gelir gibi oluyor. Söylenmeye başlıyor:

  ‘’Yarabbi! Allah’ım! Merhameti sonsuz Allah’ım nedir bu başımıza gelenler? Nedir bu başıma gelecekler? İşte koca köyden ayakta kalan tek insan benim. Babam, anam, kardeşlerim toprak altında kaldılar! Ben olduğum yerden kendilerini duyuyordum da kendimi öldüm sanıyordum!

     Eyvah! Nişanlım da ilk kurşunlardan birinin kurbanı oldu. Bir tek ümidim var:

    Ağabeyim yakındaki şehirde; bari onu bulmak kısmet olsa… Orası da kim bilir ne haldedir? İşte güneş yakında batacak; baştanbaşa yanmış yakılmış köyde ne bir ışık, ne bir ses, ne bir lokma yiyecek…’’

  Kızcağız bir köşede donup kalmasa, başını yıkık duvar yığınlarına çarparak delirmese keşke!

    ‘’Şerif Aleki ‘’ diye adını, haydutlardan kaçıp kurtulan Mahmut ve Mehmet’ten duyduğumuz zengin adamın kızı bu…

     Babası Şerif Efendi, Defne köyünün en zengini ve en iyi kalpli adamı idi. Defne köyünün yıkıntıları arasında bir başına kalan kızı Mazlume ise köy kızları arasında güzelliği ile nam salmıştı. Az çok okuması ve yazması da vardı. Daha okul sıralarında iken Mahmut’un oğlu Behçet ile birbirlerine yakınlaşmışlardı. Büyümüşlerdi artık; görüşemiyorlardı. Mazlume çarşafa girmişti. Behçet’in de bıyıkları terlemişti. Artık evlenmelerinin sırasıydı. Babaları anlaşmışlar bir iki ay sonra düğün hazırlığına başlanacaktı…

    Mazlume o korkunç gecede bile çeyizlerini hazırlamak için epeyi zaman uyanık kalmıştı. Nihayet yorgun, bitkin ama memnun uyuyakalmıştı…

    Rüyasında Behçet’ine kavuştuğunu görüyordu. Kollarını onun boynuna dolamak için uzatır gibi olmuştu. Büyük bir gürültü ile uyandı. Evi alevler sarmış ön odalardan iniltiler geliyordu!

   Babası Şerif Efendi hemen duvarda asılı martinine sarıldı. Pencereden dışarıya ateş etmeye başladı. Karısı ve çocuklar evi saran alevleri söndürmek için çırpınarak, haykırarak odada dönüp duruyorlardı. Bu sırada dolabın birinde saklı barut dolu bir kap birden ateş aldı. Dehşetli bir gürültü ile patladı.

 Yarı yanmış evin bir yanını birden çökertti.   Mazlume’yi bu basınç ileri fırlattı; ötekilerini yıkılan duvar, altına alıvermişti!

    Ya Behçet ne halde idi? Babası Mahmut’un anlattığı gibi köyü basan alçakların attığı kurşunlardan biri ile göğsünden fışkıran kan ile yere serilivermişti. Evde tek sağ kalan babası ciğeri yana, yana pencereden atlamış yollara düşmüş, ormanlarda gecelemiş, rastladığı köylüsü Mehmet ile yoluna devam etmişti. Behçet’ini gömmeye bile vakit yoktu…

   Hâlbuki Behçet yaşıyordu, göğsünden giren kurşun kalbin biraz ötesinden sıyırarak çıktığı için, kan içinde yere yığılmış ama ölmemişti.

   Yani Mazlume’de nişanlısı Behçet’te yaşıyordu. Birbirlerinin yaşadığından habersiz olan bu iki gence kavuşmak nasip olacak mıydı?

    Mazlume, yarı ölü-diri bir gece daha geçirdiği köyünde, daha sonra yakılıp yıkılan köye gelerek eski dostlarını arayan 60 yaşlarında bir ihtiyar tarafından bulunarak Yenişehir’e götürüldü.

   Oradaki komitecilerden bir tanıdığına durumu anlattı. Kızı onlara kılına dokunulmamak kaydı ile teslim etti.

İkinci Bölümün Sonu…(Devam Edecek)

Ahlak Tepesini Kaybetmek

Türkiye’deki siyaset hakkında tartışmaya, araştırmaya gerek var mı? Tartışma, araştırma üzerinde şüphe bulunan olaylar için yapılır. Olan biten o kadar açık ki. Neyini tartışacaksınız?

Adalet Bakanı sorumluluğun Turizm Bakanlığı’nda mı yoksa Bolu Belediyesinde mi olduğunun araştırılacağını ve on gün içinde sonuca ulaşılacağını söylemiş. On gün mevzuat araştırılacak! Öyle ya. Kolay mı o kadar kanun, o kadar yönetmelik, sonra dindar bir iktidar var belki kitap ve sünnet de araştırılır. Raşit Halifeler devrinde yangın çıkmış mı, çıktıysa ne yapılmış? Kolay mı girişindeki koskoca levhada, “Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Denetimindedir” yazan oteli kimin denetlediğini bulmak.

DEM’in İmralı’ya gitmek için baş vurusunda da bize bekleme tavsiye etmiş sonra da vade vermişti. Bu düşünüp taşınma, hani eski dille “ihtiyat ve teenni” takdir edilmeli. Belki de Sayın Adalet Bakanı, birilerine danışıyor, istişare ediyor. Eh danışmak fazilettir. İstişare emrolunmuştur.

En çok kime hakaret edildi?

Zafer Partisi Genel Başkanı Sayın Ümit Özdağ, lokantada bir çalışma yemeğindeyken bulunduğu sokağı trafiğe kapatan bir polis ekibince göz altına alınıyor. Gerekçe: Cumhurbaşkanı’na hakaret!

Sahi merak ediyorum bizim bugüne kadar 12 cumhurbaşkanımız olmuş. Acaba açılan hakaret davalarının sayısına bakarak en çok hakaret edilen cumhurbaşkanımız hangisi? Belki birisi şampiyondur. Hatta kim bilir, diğer 11 cumhurbaşkanının toplamından daha çok hakarete uğramıştır. Mevyeli ağacı taşlarlar.

Özdağ cumhurbaşkanına hakaretten göz altına alındı. Galiba içtihada göre Cumhurbaşkanına hakaret davalarına İstanbul’da bakılıyor ki 190 kilometre saat hızla gece İstanbul’a götürüldü. Derken İstanbul’a varıldı ve 300 bin kilometre saniye hızla suçun değiştirildiği anlaşıldı. Halkın Bir Kısmını Diğer Bir Kısmına Karşı Tahrik’ten göz altına alındığı bildirildi– mi yoksa malum mu oldu… (Not: Verdiğim bu son hız ışık hızıdır ve Ankara’dan İstanbul’a açılan bir telefon veya gönderilen bir mesaj bu hızla gider.) Tarafsız ve bağımsız bir mahkeme Özdağ’ı yargıladı ve “kaçacağına yönelik somut olgunun varlığı” gerekçesiyle tutuklanmasına karar verdi. Kaçacağına yönelik somut olgunun ne olduğu biz eziklere açıklanmadı. Zaten bağımsız ve tarafsız hâkim böyle bir açıklama yapmaya mecbur değil.

Aman Konya’da yanlış yapmayın

Bir şey merak ediyorum. Tarafsız ve bağımsız mahkeme ve hâkim Özdağ’ın kaçağına dair- fakat bizim aklımızın ermediği- somut olgu muvacehesinde “Halkın Bir Kısmını…” diye tutuklama yaparken Ankara’da sokaklar kapatılarak, sekiz polisle tutuklanarak, 190 km/saat hızla İstanbul’a nakline sebep olan “Cumhurbaşkanına Hakaret” ne oldu?

Hikmeti hükumettir, bilinmez. Belki bir üst mahkeme “kaçacağına yönelik somut olgu” ve “Halkın bir kısmını…” için, “Daha neler.” derse çıkışta tekrar tutuklamak için hakaret yedekte mi bekletiliyor.

Ben bu satırları yazarken Konya’da dört katlı bir apartmanın çöktüğü ve bir cesedin çıkarıldığı, bir kişinin hâlâ kayıp olduğu haberi geldi. İlgililere bildireyim de bir yanlışlık olmasın: Konya belediye sınırları içinde çöken bu binadan ve ölümden asla ve kat’a Konya Belediyesi sorumlu değildir. Çünkü Konya Belediyesi Ak Partili’dir.

Ahlakın yüksek arazisi

Biraz ciddî biraz hafif yazdım. Kahredici olaylar. Düştüğümüz hâl olaylardan da kahredici. Devletin çatırdadığını hukukun guguk olduğunu hissediyorsunuz. Bir şey sormak istiyorum. Acaba bir anket yapılsa ve halktan şu iki ifadeyi değerlendirmesi istense:

Türkiye’de hukuk tarafsız ve bağımsızdır.

Hukuk sistemimizde yargı yargılananın kimliğine değil, olayın tarafsız değerlendirilmesine göre verilmiştir.

Sonra seçin dense: Tamamen katılıyorum/ Kısmen katılıyorum/ Ne katılıyor ne katılmıyorum/ Pek katılmıyorum/ Hiç katılmıyorum.

Sonuç ne çıkar dersiniz? Bu halkın devletine güvenini ölçen ve şüphesiz çok önemli bir anket olurdu. Halkın devletine güvenini kaybetmesi çözülme demektir. Çözülme sürecindeyiz demektir. Cuma günkü Devlet Ulur başlıklı yazıma bir göz atın.

Sun Tzu gibi klasik askerlik kitapları, yüksek arazinin stratejik avantaj sağlayacağını yazar. Harp meydanında yüksek araziye, tepeye konumlanın derler. Ufka kadar çevreyi görürsünüz. Size saldıran yokuş yukarı koşmak zorundadır. Şimdilerde siyasette de bir “ahlak tepesi- ahlaki yüksek arazi- moral high ground” kavramı dolaşıyor. Dürüstlüklerinden şüphe edilmeye başlanan siyasetçiler için “Ahlak tepesini kaybetti” deniyor. Bizim iktidarımız da ahlak tepesini kaybetmiş görünüyor. Bu bir kanaat ifadesidir. Halkın kanaatinin ifadesidir. Hani güven indeksi gibi bir şey. Ahlak tepesinden inen iktidar ya iktidardan da iner veya yasaklarla, şiddete baş vurarak muhalefeti susturmayı seçer. Bu ikincisi hukuksuzluk sarmalına, dikta sarmalına giden yoldur.

Görevini Yapan İtfaiyeci Suçlu

Kartalkaya’daki otel yangınında 78 can kaybı sadece içimizi yakmakla kalmadı. Dünyada bir otel yangınında en fazla ölümün yaşandığı olaylardan biri olarak tarihe geçti.

En ölümcül otel yangınlarının hepsi 20. yüzyılda yaşanmıştı. 1977 yılında Seul’de bir otelde çıkan yangında 166 kişi hayatını kaybetmişti. Bu olay en ölümcül otel yangını olarak kayıtlara geçti. Son büyük ölümcül yangınlar Porto Riko’da 1987 yılında 96 kişinin öldüğü otel yangını ve 1997‘de 91 kişinin öldüğü Tayland’ın Pattaya şehrinde bulunan bir otelde çıkan yangın oldu.

Bu tarihten sonra 21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada çok ölümlü otel yangını yok. Ta ki Kartalkaya’daki otel yangınına kadar.

Yangında yaşanan dramları dinlemeye içimiz elvermezken, “yangından kim sorumlu?” sorusuna cevap verilemiyor olmasıyla acılar katmerlenmekte. Koskoca İçişleri Bakanı bile “Oteli denetleme sorumluluğunun Bolu Belediyesi’ne mi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na mı ait olduğu 10 gün içinde ortaya çıkacak” açıklaması yaptı.

Bu “sözde belirsizlik” devlete güven duygumuzu tahrip ediyor. Zenginlerin de fakirlerin de kendisini güvende hissedemediği bir ülke haline geliyoruz.

*****************************

İtfaiyeci Ne Yapmış?

Ben çok net bir şekilde söyleyebilirim. Kartalkaya Grand Kartal Otel yangını faciası için muhtemelen tek suçlu olarak Bolu Belediyesinin İtfaiye memuru ceza alacaktır.

Çünkü, açık kaynaklarda yer alan bilgilere göre; bu büyük faciada sorumlu tutulması muhtemel kişiler arasında hiç hata işlememiş, kanun ve kuralların kendisine yüklediği görevi eksiksiz yapmış, belki de, tek kişi bu itfaiyecidir.

İsmini dahi bilmediğim bu itfaiyeci ne yapmış? Yangının çıktığı Grand Kartal Oteli yetkililerinin 12 Aralık’ta Bolu Belediye Başkanlığı’na bağlı İtfaiye Müdürlüğü’ne dilekçe ile yaptığı başvurusu üzerine otelde inceleme yapmış. 8 eksik hususu tespit etmiş ve 16 Aralık 2024 tarihli raporuyla bunları bildirmiş.

İtfaiyenin 8 maddeden uygunsuzluk bulduğu raporda, otelin tahliye çıkışları, elektrik tesisatı, alarm sistemi, ışıklı yönlendirme levhaları, acil aydınlatma, algılama sistemleri (dedektörler) ve yangın alarmları, duman havalandırma ve tahliyesi yönlerinden yetersiz olduğu belirtilmiş.

Ortaya çıkan yangının bu kadar büyümesinde bu eksikliklerin ne kadar etkili olduğunu hepimiz izledik.

İtfaiye denetiminden geçemeyen otel yönetimi yeniden başvuru yaparak 24 Aralık 2024’te dilekçesini geri çekmiş ve bir özel denetim şirketinden rapor almış.

Ayrıca yanan otel sahibinin ifadesine göre, yine 2024 Aralık ayında Kültür ve Turizm Bakanlığından 6 müfettiş gelmiş. İncelemeleri sonucunda yangın konusunda otelde eksiklik bulmamış. Zaten bu denetimler yıllardır her iki senede bir periyodik olarak yapılmakta imiş. Demek ki önceki senelerde de bu eksiklikler görülmemiş.

*****************************

Sorulması Gerekenler

Şimdi bu durumda aklı başında insanlar neyi sorgulamalı idi?

*  İtfaiyenin raporunda bulunan eksik 8 husus neden Bakanlık müfettişlerince görülmedi?

*  Bu eksik hususlar orada dururken özel denetim şirketi nasıl bir rapor verdi?

*  Bu otelde İş Sağlığı ve Güvenliği uzmanı var mıdır, bir ISG uzmanından düzenli denetim raporları alınmış mıdır?  

*  ISG uzmanı raporları varsa (Bakanlık müfettişleri raporları gibi) Belediyeye bağlı İtfaiye raporu ile uyumlu değil midir?

*  En önemlisi otel sahibi ve yetkilisi itfaiyenin belirlediği uygunsuzlukları düzeltmek için ne yaptı?

* Turizm Bakanlığı bu otele teşvik kredileri verirken yaptığı denetimlerde bu eksiklikleri neden görmedi?

*  2012’de çıkarılan yönetmelikte “genel yangın güvenliği projelerini” itfaiyenin onaylama zorunluluğu neden kaldırıldı?  

Yandaş medya bu soruları sormadığı gibi Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğünün otel dışındaki 80 m2’ lik kafeye verdiği uygunluk belgesini yayınlayarak 17 bin m2’lik otele belge vermiş gibi algı yaratmakla meşgul.

*****************************

İşini Eksiksiz Yapma Suçu

Yandaş medya silahşorları yanında, bu türlü sorulara cevap aramasını beklediğiniz “aklı başında insanlardan” bir kısmı da “itfaiyeci bu eksikleri tespit ettiyse bunu Bakanlığa raporlamalı ve hatta medyaya bildirmeliydi” gibi son derece saçma beyanlarda bulundular.

Yahu bu süreçte işini düzgün bir şekilde yapmış belki de tek kişi bu itfaiyeci. Mevzuatta kendisine ne görev verildiyse onu tam olarak yapmış. Fazlasını yapmak hakkı ve görevi değildir.

Görevini ve sorumluluğunun gereğini yapmayan onca kişi varken, kanun ve yönetmeliklerde belirlenen şekilde görevini yapmış tek kişiyi suçluyorlar.

Evvela yangın bu eksiklikler tespit edildiği veya kamuoyuna duyurulmadığı için değil, o eksiklikler olduğu için bu kadar zarar verdi. Yangın iki sene önce de çıksa aynı zararı verirdi. Çünkü eksiklikler hep vardı. Sorumlusu bu eksikliklerin olduğunu bildikleri halde oraya 238 müşteriyi ve sayısını bilmediğim çalışanı o otele dolduranlardır.

Bu itfaiyeci, bu saçma görüşe göre davransa yani, oteldeki eksiklikleri medyada yayınlatsa başına neler gelirdi düşünebiliyor musunuz?

Rapor yayınlandığında orada yangın çıkmamış ise (yıllarca da çıkmayabilirdi) o itfaiyeci işinden olur, turizmi baltalamaktan, saygın iş insanına iftira atmaya kadar birçok suçtan yargılanırdı.

****

Yangın çıktıktan sonra, itfaiye raporunda tespit edilen eksiklikler çok feci bir şekilde doğrulandı. Ve… Bu itfaiye personeli ilk gözaltına alınanlardan oldu. (Tutuklama gerekçesini henüz bilmiyoruz.)

Tam Aziz Nesin’lik bir ülke olduk.

İşini tam ve eksiksiz olarak yapan kamu görevlilerine haddini bildirelim ki geride kalanlara da ders olsun.

Pabuçlar Dama Atılmalı

            Amacım, kimseyi kızdırmak, üzmek değil; sadece “kral çıplak” demek. Hep kendimizi kandırıyoruz: ya körüz ya dalkavuğuz ya yalakayız ya gafiliz … İçimizde o kadar çok hain var ki düşman ihtiyacımızı da gideriyor.

            Konya’da bina çöküyor, insanlar ölüyor; anlaşılıyor ki işin temelinde ihtiras var.  Bolu’da otelde yangın çıkıyor, 78 kişi yanarak ölüyor. Görülüyor ki işin temelinde ihmal ve iltimas var. İhmal, felakete giden yolculuğun ilk adımı.

            İnsanların, ahlak yoksunu muhterislerin ürettiği bozuk düzen tanrılarının suçsuz yere gazabına uğradığını çaresizce seyretmek kahrediyor beni.

             Binaya ağır hasarlı raporu veriliyor, olayla ilgili olarak dokuz kişi tutuklanıyor; ama ikinci günde siyaset erbabı bu olayın üzerinde tepinmeye başlıyor.

            Maden ocakları çöküyor, tren kazaları oluyor, deprem faciaları yaşanıyor; olaylarla ilgili teknik hatalar dillendiriliyor, birkaç kişiye göstermelik ceza veriliyor; ancak katliam nitelikli felaketler devam ediyor.

            Tuz kokmuş. Ahlak, kendisine itibar edilmediğini görünce siyasete de ticarete de eğitime de imara da yargıya da uğramaz olmuş. Ahlakın, baskın değer olmadığı bir toplumda yangın da bitmez, felaket de bitmez, yolsuzluk da bitmez, haksızlık da bitmez.

            Biz böyle değildik, bize ne oldu? Yoksa biz hep böyle miydik? Kendini vatandaşlık bağıyla bu topraklara ait hisseden herkese Türk denir, tanımını bir anayasal nitelik, hak, görev olarak öğrendik, öğretiyoruz, kabulleniyoruz. Uğur Mumcu bir gülmece dergisinden yaptığı alıntıyla Türk vatandaşlığını şöyle tanımlar: “İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri usulü yasasınca yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”

            Birbirine uymayan, tutarsız şeyler için yamalı bohça deyimi kullanılır. Bu milleti saran bohçanın yamalı olmasından kaynaklanın sistemin sancısını iki asırdır, bilhassa son yüzyıl sürecinde toplumun her uzvunda oldukça yoğun hissediyoruz. Bohçanın bir parçasının adı Alman, bir parçasının adı Fransız, bir parçasının adı İsviçre, bir parçasının adı İtalyan. Bir parçasının adı da İslam; ancak o da akıldaneleri tarafından çekile çekile yaptırım gücünden mahrum bırakılmış. Kaynaştırıcı Türk ruhu da bu hengamede ve parçalı yapı içinde kendine sağlam bir zemin bulamamış.

            Osmanlı’da bozuk ve hileli mal üreten esnafın ayakkabısı, dükkanının damına atılırmış. İşini düzeltene kadar da orada kalırmış. İşini iyi yapmayan esnafı herkes bilirmiş böylece. “Pabucu dama atılmak” deyimi buradan gelir. Oradan buradan getirilen, kesinlikle bize ait olmayan parçalarla inşa edilen sistem, bozuk ürün çıkarıyor. Yanan oteller, çöken binalar ve ocaklar, liyaksız yöneticiler, iltimaslı ilişkiler, rüşvet ve yolsuzluk kokan tercihler, akraba ve siyaset perspektifli atamalar, adaletten ve hakkaniyetten uzak kararlar, vatanseverlik ve sorumluluk duygusundan yoksun yetişen nesiller… bozuk sistemin ürünü. Ürünler dama atılmalı, kim ne anlarsa anlasın, sistem ayakkabısız kalmalı. Bu millet, artık iki değirmen taşı arasında öğütülen buğday olmaktan çıkmalı, çıkarılmalı. Ufalandık, omurgasız un olduk, kendimizi hala dirayetli buğday diye kandırıyoruz.

            Sistem alarm veriyor. Sistem sahipleri ve sistemden otlananlar bunu görmezden geliyor. Sistemin pabucu dama atılmalı. Bir yerden başlanmalı; ama hemen başlanmalı. Allah (C.C) Mutaffifin suresi 1., 2. ve 3. ayetlerinde “Ölçü ve tartıya hile karıştıranların vay hâline! Onlar, insanlardan bir şeyi ölçerek aldıkları zaman tastamam alırlar. Fakat kendileri başkalarına bir şey satarken, eksik ölçüp tartarlar.” buyurur. Hayatın her anında, her mekânında ölçmek ve tartmak esastır. Ölçünün olmadığı yerde ne nizam vardır ne adalet. Adalet, devletin dinidir; toplumların temelidir. Adalet; rüşveti, iltiması, liyakatsizliği, yalakalığı, torpili kovan etkili silahtır.

            “Kurt, dumanlı havayı sever.” denir; bazıları da bulanık suda avlanmayı. “Sular bulanmadan durulmaz.” da denir. Sular, yeterince bulandı, canavar ruhlu muhterisler de yeterince semirdi. Yirmi küsür senedir iktidarda olduğu halde muktedir olamadığını iddia eden siyasi iktidarın da mazeretleri artık bitti. Ya devlet başa ya kuzgun leşe.

            Eskiye harcadığın yamaya yazık, derdi rahmetli annem. Yıkılmadan, aynı yere inşa edilemez yeni bina. Cesur ve kararlı şekilde, pabuçlar dama atılmalı, sahtekâr esnafa “kral çıplak” denmeli.

            Şimdi değilse ne zaman. Deniz bitti.

Girit Elden Giderken…

                                                                    ‘’Ah Vatan, ah vatan…’’

       (Bu yazı dizisi;  vatan topraklarından sökülüp atılan, sürülen, doğduğu topraklara hasret ölenler ile vatan kavramının ne demek olduğunu bilmeyenler için kaleme alınmıştır…)

…Birinci Bölüm…

    Tarih sayfalarına kazınan gerçekler, kimi zaman belgelere, kimi zamansa o gerçekleri yaşayanların not aldıkları yaşanmışlıklara dayanır. Kaleme almış olduğum bu yazı dizisi bundan 129 yıl önce vatan toprağımız Girit adası elden giderken, bu adada doğup büyümüş Giritli Mazlume’nin hatıra defterine yazdıklarını anlatacaktır.

   1896 yılında Girit’te yaşadığı, yaşanan olayları bir hatıra defterinde toplayan genç Türk kızı Mazlume’nin kaleminden derlenen bu gerçekler;  daha önce iki kez basımı yapılan küçük bir kitapçıkta toplanmış, Kıbrıs Türk’ünün medarı iftiharı büyük vatansever Prof. Dr. Derviş Manizade’nin üstün gayretleri,  milli şair Behçet Kemal Çağlar’ın Osmanlıcadan Türkçeye çevirisiyle ortaya çıkarılmıştır…

     Bu küçük kitapçığı Kıbrıs Türk Kültür Derneği İstanbul Şubesinin kütüphanesinde bulduğumda çok heyecanlanmıştım. Bir asırdan fazla bir süreç önce Girit adasında yaşanan gerçekleri anlatan bu kitapçıktan aktardıklarım, ‘’Kıbrıs’ta Rumlarla Bir Arada Yaşayalım’’ zihniyeti ile hareket edenlere vatan kavramının ne demek olduğunu da anlatan bir belge olacaktır sanırım.

    ‘’Megali İdea’cı maceraperest Rumların’’ Kıbrıs’ı ilhak edebilmek için hangi yollardan hareket ettiklerini Girit’te yaşananlar çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır…

    Rum-Yunan ikilisinin gerçek yüzünü ortaya koyan bu kitapçıkta anlatılanların, sadece bu kitapta kalmasına gönlüm, vicdanım razı olmadı. O nedenledir ki, siz değerli okurlarla paylaşmak istedim.

    Tarihimizin derinliklerinde kalan yaşanmış öyle olaylar vardır ki, günümüze ışık tutar. Üç bölüm halinde okuyacağınız bu yazı dizisinde;   1897 yılında adayı terk etmek zorunda kalan Giritli Türklerin o dönemde yaşadıkları acılarla, 1955-1974 yılları arasında Kıbrıs Türk’ünün yaşadıkları acılar, Rum’lar tarafından katledilmeleri tıpa, tıp aynıdır.

    Bu yazı dizisi; yalnızca Türk oldukları için öldürülen insanlarımıza yaptıkları işkenceleri unutan, unutturmaya çalışan eli kanlı Rum çetelerinin, bugüne değin bu vahşet tablosunu yaratanlar için bir özür dahi dilemeyen Rum yöneticilerinin ardına saklandıkları karanlık yüzlerini ama daha da önemlisi, tarihten ders almayanlara vatan kavramının ne demek olduğunu bir kez daha hatırlatacaktır.

  Unutulmaya yüz tutmuş, bu tarihi gerçekleri günümüze aktarırken; Rum ve Yunan mezalimi ile hayatlarını kaybeden tüm şehitlerimizin aziz hatıraları önünde bir kez daha saygı, minnet, şükran duyguları ile eğiliyor, vatan ve vazife uğruna hayatlarını feda eden kahramanlarımızı rahmetle anıyorum.

     İşte yiğit Türk Kızı Giritli Mazlume’nin hatıra defterinde yazılı, tarihin derinliklerinde kalan o mezalim günleri:

    ‘’1896 yılı şubat ayının bir karanlık gecesiydi. Ufuklar koyu bulutlarla kaplı, rüzgâr şiddetle esiyor, ağaçların uğultuları derin bir iniltiyi andırıyordu.

    Dağların tepeleri kar ile kaplıydı; kışın şiddeti dayanılmaz bir halde idi. Rüzgâr gittikçe korkunçluğunu arttırıyor, dehşetli bir bora baş gösteriyordu.

  Tabiatın bu korkunç görünüşle hüküm sürdüğü çevrenin bir noktasında, koyu bulutlar altında bir başörtüsüne bürünmüş görünen Defne köyü, Girit Adasının kuzeydoğusunda, bir kasırganın ortasına rastlamış bir ağacın üstündeki kuş yuvası gibi titriyor sanılırdı.

   Köy derin bir sessizlik içinde idi. Ortada in cin görünmüyordu. Bir-iki köpeğin kışın şiddetinden şikâyet edercesine acı, acı havlamasından başka bir yaşama ve uyanıklık belirtisi yoktu. Erkenden yatmak zorunda olan rençperler derin bir uykuda idiler. Soğuktan uyuyamamış bir ihtiyar, mangal başında yaşlı karısı ile büzülmüş oturuyordu. Yeni evli bir çift, kavuşmalarının ilk gecesini yaşıyorlardı.

 Bir genç anne kim bilir hangi içgüdüsü ile uyanmış, çocuğunu vakitsiz emziriyordu. Herkes tabiatın bu amansız zalimliğinden kaçıp köşesine sığınmış, bunun geçici olduğuna, iyi günlerin geleceğine inanmış yuvasında uyuyordu…

   Bilmiyorlardı ki, akıl edemiyorlardı ki, tabiattan daha zalim, kıştan daha amansız, insan kılığında bir sürü felaket, üzerlerine yaklaşmakta idi. Bu karanlık gecenin, yarını olmayan bir ebedi gece, kıyamete kadar uzayacak bir felaket gecesi olduğunu nereden bileceklerdi? Köyü kuşatan Rum çeteciler kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:

    ‘’Ne ala tedbir! Herifleri ağa tutulmuş balık gibi elde edeceğiz!.. Daha doğrusu kapana tutulmuş fare gibi yakalayacağız!.. Şerif Alaki’nin (Ali Ağakinin) tarlaları benim olacak ha!.. Budalalar şimdiden ne paylaşıyorsunuz? Bir şey yapamamak ihtimalide var: Bizim tüfeklerimize karşı onların martinleri de yok mu? Bir şeyden haberleri yok ki, karşılık koymalarından korkalım. Tedbirli davranırsak Türk’lerin teki bile kurtulamaz. Evet, hiç biri kurtulmamalı, bir teki bile sağ kalmamalıdır. Öteki isyanlarda olduğu gibi hücumumuz, dağınık ve önemsiz değil, bu defa esaslı, ciddi ve umumidir. Bu sefer Yunanistan’dan gelmiş 4000 kadar asker arkadaşımız ve yardımcımız, yine Yunanistan’dan gelen mükemmel toplarımız, subaylarımız da var. Etnik-i Eteria durmadan para ve malzeme gönderiyor. Bu sefer hiçbirini sağ bırakmamak şart. İleri, palikaryalar, ileri!..’’

  Bu eşkıyaca konuşmalar, başlarında siyah mendiller bağlı, kaputlu, şalvarlı, çizmeli, tüfekli, kılıçlı, baltalı, yüz elli kadar korkunç kıyafetli haydut arasında geçiyordu…

  Her biri bir başka biçimde kan içmeyi kuruyor; kâh ıslık çalıyor, kâh eşkıya türküleri söylüyorlardı. Yaklaştıkça susup yavaşlayarak Defne köyüne doğru yürüyorlardı…

Birinci Bölümün Sonu…(Devam Edecek)