5.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 23

Eleştiri ve Özeleştiri Üzerine

Yanlışlarımız bizim en iyi öğretmenimizdir ve bize doğruyu dolaysız olarak gösterir.

Eleştiri, “bir konunun, bir düşüncenin ya da kimsenin eylemlerinin çözümlenerek, benzerleriyle ya da ideal olanla karşılaştırılmasıdır.”

Eleştiri, yalnızca yanlışları ve olumsuzlukları ortaya çıkarmak için yapılmaz. Eleştiri olumsuz olabileceği gibi olumlu da olabilir.

Öz eleştiri; “kişinin kendi hakkında yaptığı olumlu ve olumsuz değerlendirmelerdir.” Bir kişinin kendi davranışları üzerine yönelttiği yargılardır.  Bir bakıma insanın kendini tahlil etmesidir. Hatalarını, doğrularını, eksikliklerini, yahut fazlalıklarını ölçüp tartmasıdır.

Eleştiri, eylem veya düşünce sahibine, başkası veya başkaları tarafından yapılır. Özeleştiri ise, kişinin kendi eylem ve düşüncelerini kendisinin eleştirmesidir. Kabaca “ben ne yaptım da bu sonuçla karşılaştım” veya “karşılaştık” sorularına karşılık bulmaktır.

İnsanı diğer varlıklardan ayırt eden niteliği, bio-kültürel olmasıdır. İnsan, her edimini kültürleştirmiştir. Eleştiri-özeleştiri, insanın en önemli itekleyici kültürel niteliğidir.

Eleştiri ve özeleştirideki amaç;  iyi, doğru ve güzel olanı arayıp bulmak ve en iyi, en doğru ve en güzel şekilde inşa etmektir. İnsanın “insanlaşması” da bu sayede gerçekleşmektedir.

İnsandaki öz gücü açığa çıkaran eğitici ve dönüştürücü niteliktir. Eğitimin terbiye gücü olmadan insanın dönüşümü, bilinç, ölçü ve ilke kazanması, değer oluşturması da imkânsızdır.

Tarih boyunca insanın “en temel sorunu”, doğal oluşum ve gelişim mecrasından saptırılmasıdır. İnsanın diyalektik gelişiminin saptırılması, insanlık için tehlike çanlarının çaldığı anlamını taşır.

Eleştiri ile övgü ve yergi kavramlarını karıştırmamalıdır. Övgü ve yergi bir eleştiri değildir. Eleştiri nesnellik gerektirdiği halde, övgü ve yergide daha çok duygular öne çıkmaktadır.

Eleştiri, pirinci ayıklarken taşı bulup atmak gibi bir şey değildir. Eleştiri, geride kalmış bir olay ya da düşünceye karşı daha ileri bir sonuç almak için yapılır. Bu amaç gözden kaçırılırsa veya bu amaca bilerek aykırı eleştiri yapılırsa bu karalama veya övme olur.

Eleştiri, insanın göremediği yanlışlarını, başkasının görüp kendisine söylemesidir. Eleştiri bu anlamda o kişiye verilmiş en güzel armağandır. Kişi bu eleştiri sonrasında aynı yanlışı bir kez daha yapmama şansını kazanmış olur.

Yanlışlarımız bizim en iyi öğretmenimizdir ve bize doğruyu dolaysız olarak gösterir. Bize düşen, o doğruyu görmektir. “Tarih tekerrürdür” deseler de, tekerrür eden şey aslında tarih değil, yapılan yanlışlarımızdır.

 Karl Marks Lui Bonaparte’ın 18 Brumaire’ i adlı eserinde; yanlışın ilkinde bir “trajedi”, tekrarı halinde “komedi” olacağını söylerken yanlıştan dersler çıkartılmasının altını çizmektedir.

Özeleştiri kişinin aynaya bakması, kendisini ve eylemlerini bir aynada, ekranda seyretmesi, dinlemesidir. İnsan aynaya bakıp, yani özeleştiri yapıp yanlışlarını görebilmeli ve hatta kendi düşünce ve eylemleri ile alay edebilmelidir. Kendi yaptıklarına gülebilmelidir. İnsan kendi karikatürüne bakarak gülümseyebilmeli, gülebilmelidir.

Toplumlarda, özeleştiri yapan bir kimsenin, kendi zayıflığını, zafiyetini kabul ederek, karizmasının, toplum içindeki yerinin, itibarının, statükosunun sarsılacağı yolunda yanlış bir ön yargı vardır.

Bu yanlış anlayışın değişmesi, değiştirilmesi zamanı çoktan gelmiştir. Özeleştiri, insanın toplumda gördüğü ve göreceği saygıyı azaltmaz, tam aksine artırır.

 “Ben bu noktada yanlış yaptım” demek diyebilmek, gerektiğinde özür dilemek ne bir kimseye, ne de bir kurum ve kuruluşa bir şey kaybettirmez. Aksine çok şey kazandırır.

Oysa özeleştiri, insanın geçmişini olabildiği kadar resetlemesi, fabrika ayarlarına döndürebilmesidir. İnsan böyle bir olanak varken kendisini bundan yoksun bırakmamalıdır.

Çoğu zaman insanın yanlışlarıyla, hatalarıyla yüzleşmesi ve bu hatalarını kabullenmesi çok zor gelse de, öz eleştiri insana birçok fayda sağlar ve bireyin kendisi üzerinde büyük bir farkındalık oluşturmasına vesile olur.

Hayatın çok hızlı geliştiği ve değiştiği bu çağda, insanın sık sık kendine dönerek bir iç muhasebede bulunması, hâl ve hareketlerini tahlil etmesi, kusurlarının farkına varması oldukça önemlidir.

İnsan, dürüst ve acımasız bir öz eleştiri ile güzel yönlerini geliştirip kötü huylarından arınabilir. Öz eleştirinin insana kazandırdığı en güzel meziyetlerden biri de “haddini bilmektir”.

İnsan acizdir. Fakat acizliğini ve kusurlu olduğunu da unutur. Kendine yönelttiği eleştiriler ile kusurlarının farkına varan insan, haddini bilir. İnsanlarla olan iletişimini olumlu anlamda şekillendirir.

 Had, “sınır” demektir. Sınır, insan ilişkileri başta olmak üzere sağlıklı ve huzurlu bir yaşamın olmazsa olmazıdır.

İnsan, kendisinin hiçbir zaman dört dörtlük olamayacağını ve başkalarının da hatasız olmayacağını bilmelidir. Hem kendisinin, hem de karşısındaki insanın zaafları ve eksik yönleri olabileceğini kabul etmelidir. Böyle düşünürse iletişim kazaları yaşanmaz.

Kendisini öz eleştiriye tabii tutan insan, özgüvenini artırır. Kişiliğine olumlu yatırım yapar. Kendisinin ve diğer insanların sınırlarını bilir. Dünyaya geniş perspektiften bakar. İnsan olma vasfını daha kaliteli hale getirmiş olur.

Sevgiyle kalınız…

Ne Yaptıklarını Bilmiyorlar

Hazreti İsa çarmıha gerilirken şöyle der: “Baba, onları affet. Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.” “Barış, demokrasi, hukuk vesair, iyi olan ne varsa” sürecini yürüten bizimkiler de aslında ne yaptıklarını bilmiyor. Yok bir şey yaptıklarını sanıyorlar, mesela ümmetçilik falan yaptıklarını sanıyorlar ama olan ümmetçilik değil. Kesin olarak yaptıkları bir şey var: Anadolu’daki bin yıllık Türk egemenliğine son vermek.

Ne yapıldığını, ne yaptıklarını, bizimkilerden daha iyi bilenler var. Kurucu önder ve onun uzantıları kendi açılarından çok doğru olan şu stratejinin peşindeler: Ayrıntıya takılmayalım. Türk egemenliğini yıktığımız; hatta yıkmaya da gerek yok, paylaştığımızda, işler çok kolaylaşacak, yürüyüşümüz hızlanacak. Ondan sonra tepeden kopan kartopu yuvarlanırken özerklik- konfederasyon- federasyon- bağımsızlık diye çığ olacak ve biz hedefe varacağız.

Anadolu Türk işgali altında

Batı emperyalizmi ise ne yaptığını ta 1920’de biliyordu. Anadolu Ermenistan, Kürdistan, Yunanistan vesaire diye bölünecekti. Gidin Sevr haritasına bakın. Fakat müttefiklerin de sıkıntıları vardı. Çünkü aynı toprakları hem Kürdistan hem Ermenistan yapmak mümkün değildi. Fakat olsundu. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu’nun deyimiyle Türkiye onlar için “Doğudaki Endülüs” idi. Tıpkı İber Yarımadası gibi istirdat edilmeliydi (geri alınmalıydı). Bu stratejinin en yeni ifadesi, Yarbay Ralph Peters’in, ABD’de yayımlanan “Armed Forces Journal ~ Silahlı Kuvvetler Dergisi”ndeki makalesidir. Türk kamuoyu Peters’in makalesini okumadı ama çizdiği haritayı BOP haritası diye meşhur etti. Peters, “Türkiye’nin doğusu, ülkenin beşte biri, işgal altındadır.” diyordu. Türklerin işgali altında!

Şimdi o işgali kaldırma yolunda ilk adımı atıyoruz. Önce işgalci ulusun egemenlik hakkını kaldıracağız. Sonraki adımları salak işgalcinin gücünü kullanarak atacağız. Hani Irak’ı işgal edip üçe böldük ya. O işi de Türkiye’nin yardımıyla yapacaktık, fakat Türkiye direndi. Şimdi direnmiyor. Türkiye’ye, “Bak dört Kürdistan kurulacak. Siz de bunların hamisi, kurucu ve koruyucusu olacaksınız. Birlikte büyüyeceksiniz.” deniyor. Bu vaat ve talep de eski. Ben ilk kez 1980’de işitmiştim. O tarihte henüz Irak ulus devletti ama bize vaat yapılıyordu. Karşılığında konfederal genişleme değil, Körfez’e inmemiz ve petrol teklif ediliyordu. Üleşerek tabii. Türkiye ona da direnmişti. Şimdi o direnen noktaların hiçbiri yok.

Yeni kimliğe yeni ülke

Peki sıra nede? Önce ana dilde eğitim. Ana dilde eğitim ilkokuldan başlar ama öğrenci tabiatıyla ortaokulda da lisede de üniversitede de aynı dilde okumak zorundadır. Apo bu talebi ilk dile getirdiğinde eklemişti: Fakir Kürt halkı bunu gerçekleştirecek parayı nerden bulsun? Bu eğitimi Türkiye ödeyecek. Sonra üniversite. Sonra Kürtçe konuşulan bir ülke… Eh o ülke neden bağımsız olmayacak?

Herkes ne yaptığını biliyor. Bizden birileri hariç. Belki onlar da biliyor. Kim bilir!

Bu şartlarda, bu yapıda, Kurucu Önder’in birden barışları, demokrasileri tuttu… Buna mı inanıyorsunuz? Belki o samimi. Bizim barış ve demokrasi dediğimiz ile onun barış ve demokrasi dediği şeyler farklı olabilir. Biliyorsunuz reel sosyalizm, yani Rus emperyal yapısı henüz çökmeden Kurucu Önder “Stalinist” diye tanınıyordu. Stalin demokrat ve barışçı mıydı? Elbette. İnanmazsanız Stalin’e sorun. Ama bu konuda tereddüdünüz var diye sizi Beria’ya öldürtebilirdi. Sizin riskiniz.

Geçen yazımda dedim ya. Barış deyince akla PKK ve DEM, demokrasi deyince de MHP gelir. Hukuk deyince de Ak Parti iktidarı!

Türk diyen ırkçıdır

Dikkatli gözler için ilk ışıklar yanıyor. Meclis kürsüsünden. Talat Paşa katil oldu. Türkler soykırımcı oldu. Sonra “Bizim sularımıza baraj kurup oradan elde ettiğiniz elektriği bize pahalı pahalı satıyorsunuz.” oldu. Bu da bir DEM milletvekilindendi. Bir DEM milletvekili kürsüdeki konuşmasını Kurmançça “Allah belanızı versin!” diye bitirdi. DEM’li başkan vekili “Ben anladım, çünkü bu benim ana dilim. Bela okudu.” diye tercüme de etti. Sağ olsun. Evet bu şartlarda ve bu yapıda. Bu hisler ve düşüncelerle. Barışa gidiyoruz demek ki… İç cepheyi kuvvetlendirmeye.

Yahu aranızda hiç mi siyaset bilimci yok? Hiç mi tarihçi yok? Hiç mi sosyolog, hatta bıraktık sosyoloğu, antropolog yok? Görmüyor musunuz düştüğümüz uçurumu? Yuvarlanıyor Türkiye. Bir tek Kuvayı Millîyeciler direniyor ama karşıda ne orak çekiçli bayrak ne de Yunan bayrağı var. Onun için olan biteni hemen görmüyor insanımız. Oyun bozanlık etmeye kalkan birkaç kişiye de “faşist”, “ırkçı” derler olur biter. Formül basit: “Türk” diyen ırkçıdır vesselam.

Evet. Ne yaptığınızı bilmiyorsunuz. Ama ben İsa değilim. Sizin için ne Tanrı’dan af dilerim ne de öbür yanağımı çeviririm.

Tek Millet Tek Devletten Çok Ortaklı Devlete

CB ve AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin son dönemdeki ifadeleri Türkiye’nin içindeki etnik ve mezhebi kimlikleri öne çıkaran “yeni bir devlet modeli” fikrini benimsediklerini gösteriyor.

Erdoğan “Türk, Kürt, Arap birliği” vurgusu, “Gönül sınırları, yapay sınırlardan daha önemlidir” söylemi, “Suriye, Irak, Filistin’deki Kürtlerin sorunları da bizim meselemizdir”, “Ümmetin birliği, mezhepleri ve etnik kökenleri aşar” teması ile sistematik bir propaganda sürecini yürütüyor.

Bunlar, etnik ve mezhebi kimlikleri öne çıkaran, onları ümmet kavramı ile sistem içinde tutan “yeni bir devlet modeli” fikrine kapı aralayacak söylemlerdir.

Bu söylemi benimsetmek için tarihi gerçeklere aykırı olarak “İstanbul’un fethini Türkler, Kürtler, Araplar birlikte gerçekleştirdi, Malazgirt Savaşını birlikte kazandı” gibi örnekler verdi. Türkiye Cumhuriyeti’ni Türkler- Kürtler- Arapların kurduğu bir devlet olarak göstermeye çalıştı.

Bunlar “Tek millet- Tek devlet” paradigmasının esnetildiğini hatta terk edildiğini gösteriyor.

Bu söylemleri çok kimlikli bir ortak devlet modeli için toplumu psikolojik olarak hazırlama çabası olarak değerlendiriyorum.

Siyasal İslamcı literatürde “millet” kavramı “ümmet” kavramı ile eş anlamlı kullanılır. Bazı Türk Milliyetçileri Erdoğan ve AKP içindeki İslamcı grubun “tek millet” kavramıyla anayasada ifadesini bulan “Türk Milleti”nin kastedildiğini düşünerek destek veriyorlar. Fakat Erdoğan’ın son açıklamaları “Tek Millet” derken, ülkemizde vatandaşlık aidiyeti üzerinden değil, ümmet temelli tek bir topluluk istediğini gösteriyor.

Bu yeni paradigma ile Türkiye, Irak, Suriye ve İran’daki Kürt bölgelerinin kültürel, ekonomik, idari düzeyde bağlantı kurabileceği düşünülmektedir.

Bu da ABD/İsrail/AB destekli “Dört Parçalı Kürdistan” projesine uyumlu bir çerçeve oluşturacaktır.

******************************************

Dış Güçlerin Projeleri ile Uyum

ABD/AB/İsrail Projelerinin temel hedefleri:

  • Orta Doğu’da etnik ve mezhebi temelli mikro devletçikler oluşturmak (BOP).
  • İsrail’in güvenliğini sağlamak için çevresindeki ülkeleri zayıf ve parçalı hale getirmek.
  • Enerji yollarını kontrol altına almak (Barzani, PYD gibi “uyumlu yapılar” eliyle).
  • Türkiye gibi büyük, bağımsız ve İslam dünyasında öncü olabilecek ülkeleri etkisizleştirmek şeklinde özetlenebilir.

İktidar kanadının söylemleriyle bu projeler arasında örtüşen kısımlar olduğunun herhalde farkındasınızdır.

“Ümmet kardeşliği” sloganı “sınırlar ötesi kimlik birliği” fikrini öne çıkarır ve ulusal egemenliği zayıflatır.

“Kürt sorununa demokratik çözüm” söylemi, PKK/PYD/Barzani yapılarını meşrulaştırma zemini olarak etkisini gösterecektir.

“Arap, Kürt, Alevi temsiliyeti” milli üniter devlet değil, etnik/mezhebi temelli siyasal yapılanma talebinin örtülü ifadesidir. Türkiye’yi Irak, Lübnan ve Suriye gibi yapmaya çalışmaktır. “Lozan yerine Sevr antlaşması geçerli olsun” ifadesidir.

Hatırlatalım. Sevr’in 145/3 maddesi Osmanlı Hükûmetine azınlıkların nüfuslarıyla orantılı temsilini sağlamayı zorunlu kılıyordu.

Devlet Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanının bir yardımcısı Alevi, bir yardımcısı Kürt olabilir” sözü size Sevr’in bu maddesini veya en azından Lübnan, Irak modellerini hatırlatmıyor mu?

Lübnan’da, Cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii olacak şekilde idari düzenleme yapmışlardı. Irak’ta ise Cumhurbaşkanı Kürt, Başbakan Şii- Arap, Meclis Başkanı Sünni- Arap olabiliyor.

Oysaki Türkiye’de etnik kökeni, dini inancı ve mezhebine bakılmaksızın bütün vatandaşlar (Türk de Kürt de Alevi de) Cumhurbaşkanı dahil devletin bütün makamlarına gelebiliyor. Böylesine akla uygun, modern ve çağdaş bir sistemden Lübnan- Irak gibi milletleşememiş topluluklara uygulanan ilkel modellere geçmek iyi niyetle açıklanamaz.

Böyle bir modeli ancak ABD/AB/İsrail’in “böl ve yönet” politikalarına hizmet edenler savunabilir.

******************************************

Etnik Ve Mezhebe Dayalı Siyasi Yapının Riskleri

Anayasamızın 10. maddesine göre “Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”

Etnik/ mezhebe dayalı grup talepleri ayrışma ve çatışma sebebi olur.

“Türk- Kürt- Arap- Alevi” kavramlarını öne çıkaran Anayasa değişikliği talepleri Türkiye’yi ciddi tehlikelere sürükler.

A) Iraklaşma / Suriyelileşme Riski: Etnik/mezhebi temelli yönetimlerin artması, her grubun kendi bölgesini istemesiyle sonuçlanabilir.

B) İç Savaş Riski: Ulusalcı/ milliyetçi ve laik kesimler sert tepki verebilir. PKK/PYD destekli unsurlar, dış desteklerin de kışkırtması ve desteğiyle, “federasyon” ya da “bağımsızlık” için silaha tekrar başvurabilir.

C) Askerî kontrol ve güvenlik zaafı: “Yerel kolluk, öz yönetim güçleri” gibi yapılanmaların önü açılırsa, TSK’nın yurt içi güvenlik hakimiyeti zayıflar. Silah bıraktığı söylenen PKK meşru öz yönetim gücü olarak bölgede hakimiyet kurar.

ÖZETLE, PKK ile 2. Müzakere Süreci ve arkasından “Yeni Anayasa” ile getirilmek istenen çok ortaklı devlet modeli BOP/Büyük İsrail/Büyük Kürdistan projeleriyle örtüşmektedir. Bu model Türkiye’yi Irak, Suriye gibi etnik çatışmalara açık ve merkezi otoritesi zayıf bir ülkeye dönüştürebilecektir.

******************************************

Niye Uyarıyoruz?

Etnik ve mezhebi bir yapılaşmaya Türkiye toplumunun geniş kesimlerinin ve devlet içindeki belli birimlerin direneceğini öngörüyorum.

Ancak bu projeye destek verenlerin dış baskısı, ekonomik kriz, medya manipülasyonu ve profesyonelce hazırlanmış duygusal kampanyalarla bu direncin kırılmaya çalışılacağı göz ardı edilmemelidir.

Bu yazı ve benzeri uyarılar, dış güçler ve içerideki taşeronların projelerine karşı toplumsal farkındalığın artırılması içindir.

Çünkü PKK ile yürütülen 1. Süreçte, devletin milli refleks gösterebilen belli kurumları vardı. Şimdi bu kurumların çoğu etkisiz ve edilgen yapılara dönüştü.

Meclis içinde İYİ Parti yanında, MHP ve CHP içindeki ulusalcı kesimlerin, Meclis dışında Zafer Partisi ve diğer milliyetçi partilerin direnç göstermesi çok önemli. AKP ve Milli Görüş kökenli partilerden “devletçi”, “milliyetçi”, “milli görüşçü” gruplar direnbilirlerse çok şey değişir. “Yerli ve milli” medya, STK’lar ve sivil toplum ayrışma ve bölünmeye direnç üretebilir.

Şimdi tek umudumuz Türk Milletinin -her tehlikede biraz geç uyanan ama uyandığında önünde kimsenin duramadığı- milli refleksinin harekete geçmesidir.

Kocaeli Aydınlar Ocağı’ndan 20 Temmuz Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 51. Yıldönümüne Dair Anma Mesajı

Milletimizin tarihî yürüyüşünde, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı; zulme karşı direnişin, haklı bir mücadelenin ve bağımsızlık sevdasının şanlı bir sembolü olarak yerini almıştır. Rum çetelerinin yıllarca sürdürdüğü baskı, zulüm ve insanlık dışı katliamlara karşı başlatılan bu harekât; Kıbrıs Türk halkının can güvenliğini teminat altına almış, Ada’ya barış ve huzur getirmiştir.

Bugün; Kıbrıs Türkü’nün varoluşunu, onurunu ve özgürlüğünü yeniden kazandığı gündür. Bu büyük mücadeleyi gerçekleştiren kahraman askerlerimizin fedakârlıkları; milletimizin ortak hafızasında ebediyen yaşayacaktır.

🔹 Şehitlerimizi bir kez daha rahmet, minnet ve dualarla anıyoruz.

🔹 Gazilerimize saygı, şükran ve hürmetlerimizi sunuyoruz.

🔹 Türk milletinin birlik, beraberlik ve onur mücadelesinde emeği geçen herkesi gönülden selamlıyoruz.

Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak; vatanın bekası için canını feda eden aziz şehitlerimizi unutmayacak, milletimizin tarihî değerlerini yaşatmaya devam edeceğiz.

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 51. Yıldönümü kutlu olsun.

Düşün Damlaları  (6)

     “İnsan, âlemin özü, özeti, meyvesidir. Tanrı mazharlarının en üstünüdür.

       Âlemin yaratılış amacıdır, yeryüzünde Allah’ın halifesidir.

       Âlemde her varlık, Allah’ın bir adının, bir sıfatının mazharıyken,

       Varlıkların sonu olan insan, Allah’ın tüm sıfatlarının tecellisine mazhardır.

       Âlem ceset, insan ise onun ruhudur.

       Melami Hamzavi büyüklerinden Gaybî Sun’ullah, şu dörtlüğünde

       Bu anlayışı çok güzel özetler:

      ‘Bir ağaçtır bu âlem

       Meyvesi olmuş Âdem

       Maksut olan meyvedir

       Sanma ki ağaç ola’ ”

       (Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi)

x                              

     “Şu fena mülküne (yok olacak mülke) ibretle nazar kıl ey can

       Gafleti eyle heba (bırak), halî (boş) değildir meydan

       Hani Sultan Süleyman, hani iskender Han?

       Sad hezar (yüz bin yıllık) ömrü sürur ile (rahatça) geçirsen bir an

       Ne güle, ne bülbüle baki a gözüm bağ-ı cihan

       Kime yar oldu muradınca felek-i devr-i zaman

       Tama’ ve hırsa uyup nefs ile makhur (kahr) olma

       Rahatın zail olur (gider) nam-ı meşhur olma

       Sohbet-i ârif-i billaha (Allah’ı bilenin sohbetine) eriş dûr (uzak) olma

       Saltanat-ı mesned-i dünya (dünya saltanatı) ile mağrur olma

       Zevk-i dünyaya firîb olmadılar (aldanmadılar) ehl-i kemal

       Bildiler hasılı hep zıll u huve’l-lu’b u hayal (gölge, oyun ve hayalden ibaret)

       Zevke teşbihi (benzetilmesi) cihanın hele rüyaya misal

       Damen-i aşkı (aşk eteğini) tutup buldu kamu kurb-u visal (kavuşma yakınlığını)

      Yürü ey seyyah-ı avare yürü durma yürü

      Koymasın rah-ı visalden (vuslat yolundan) seni ezvak-ı misal (dünya zevkleri)

      Bu bedayi (güzellikler), bu letaif (zerafet), heme rüya vü hayal

      Yürü ey zair-i biçare (çaresiz misafir) yürü durma yürü

      Yürü ki nüzhet-i vuslatta (vuslat bağında) teali göresin (yükselesin)

      Yürü aslında fena bul (yok ol), budur etvar-ı kemal (kemale eriş)

      Yürü alayişi (gösterişi) terk et, içesin ke’s-i visal (vuslat kadehinden)

      Yürü ki saha-i hîçîde (hiçlik meydanında) tecelli göresin.”

      (A’MÂK – I  HAYÂL -Hayâl  Derinlikleri- nden.

Biz Bu Filmi Görmüştük

Başarısızlıkla sonuçlanan ve hendek savaşlarında yüzlerce askerimizin şehit olmasına sebep olan Birinci Çözüm Sürecinin ilk dönemini Wikipedi’den alıntılamak istiyorum:

“21 Mart 2013’te, hükûmet ile Abdullah Öcalan arasındaki görüşmelerden aylar sonra, Abdullah Öcalan’ın mektubu hem Türkçe hem de Kürtçe olarak Diyarbakır’da Nevruz etkinlikleri sırasında okundu. Mektupta ‘PKK’nın silahlı güçlerinin Türkiye topraklarından çekileceği ve silahlı mücadeleye son verildiği’ bildirildi. PKK ‘Öcalan’ın bu emirlerine uyacağını ve Türkiye topraklarından çekileceğini’ açıkladı. Erdoğan mektubu olumlu karşılayıp, PKK’nın çekilmesiyle daha somut adımların atılacağını duyurdu.”

Buraya kadar iki süreç de çok benziyor değil mi?

Birinci süreçte AKP ile PKK (Öcalan) ve PKK’nın uzantısı parti süreci yönetiyordu, halkı ikna görevi “Akil İnsanlar” denilen gruba verilmişti. MHP ve Bahçeli çözüm sürecine şiddetle karşı çıkıyordu.

PKK (Öcalan) ve “PKK’nın Meclisteki uzantısı” DEM’le yürütülen yeni süreçte, MHP ve Devlet Bahçeli AKP iktidarının yanında. Muhalefeti sorumluluğa ortak etmek ve halkı ikna etmek için Meclis’te kurulacak komisyon görevli olacak.

Tabii ki birinci süreçte olduğu gibi iktidar kanadının güçlü propaganda aygıtı (yaygın medya ile sosyal medya trolleri) yine devrede.

Aynı filmin yeni çekimi sonucu değiştirecek mi?

Senaryoyu yazanlar ve oynayanlar hemen hemen aynı. Aynı senaristler farklı bir senaryo yazmış olabilir mi? Zamanla göreceğiz.

*********************************

İlk Çözüm Sürecinin Maliyeti

PKK/KCK çizgisinin etnik kimlik temelli federatif bir yapı talebiyle yürüttüğü sürece devlet aygıtları olumlu yaklaşırsa bu Türkiye’de yeni felaketler yaşanmasına sebep olur.

Bu modelin nasıl uygulandığını görmek için 2015–2016 dönemine bakmak yeterlidir:

PKK’nın şehir yapılanmaları (YDG-H, YPS) hendek savaşlarıyla öz yönetim ilanları yaptı. “Cizre, Sur, Nusaybin, Silopi” gibi yerlerde sözde kantonlar kuruldu. Belediye başkanları “özerklik ilan etti”, valilikler tanınmadı.

“Demokratik özerklik” denilen yönetim modelini şehir gerillası yöntemleriyle uygulayan PKK çok ağır bedeller ödetti. 800 civarında şehit verdiğimiz hendek ve barikat çatışmalarından   881bin kişi etkilendi.  Yüz binlerde insan yerinden edildi ve uzun süre sokağa çıkma yasakları altında yaşadı. Ticaret durdu, altyapı çöktü, geri dönüş çok zaman aldı. Tam bir toplumsal ve ekonomik yıkıma yol açtı.

Dilerim bu bu defa benzer acılar yaşamayız.

*********************************

Bu Proje Halka Nasıl Anlatılacak?

PKK ile yürütülen müzakere sürecini içine alan projeyi halka kabul ettirmek önemli. Ama bu nasıl yapılacak? Başlatılan propaganda mekanizması nasıl devam edecek?

 Öncelikle “Özerklik” kelimesi yerine “yerel demokrasi, katılımcı yönetim, adem-i merkeziyetçilik, Anadilde hizmet ve eğitim” gibi yumuşatılmış terimler kullanılır.

Medya ve akademi desteği alınır. TV programlarında “barış süreci” övülür. “İrlanda modeli”, “İspanya’daki özerklik” gibi örnekler verilir. Hükümete yakın akademisyenler “yeni Türkiye modeli” adı altında bu projeye teorik zemin hazırlar.

Propagandanın merkezinde “barış” olur. “Analar ağlamasın”, “kan dursun”, “gençler ölmesin” gibi duygusal cümlelerle halk psikolojik olarak hazırlanır. Silahların bırakılması karşılığında “bazı hakların verilmesi” makul gösterilir. Teröristlere af, siyaset yapma hakkı gibi konular bu işin olmazsa olmazı olarak anlatılır.

Batı desteği ile meşruiyet kazandırılır. AB ve ABD’den gelen destek açıklamalarıyla “uluslararası baskı” mekanizması oluşturulur.

“Avrupa standartlarına uyum” bahanesiyle anayasal düzenleme meşrulaştırılır.

*********************************

Süreç Nasıl İlerler?

TBMM’de kurulacak “Terörsüz Türkiye Komisyonu” önce “silahsızlanma”, “barış”, “sosyal rehabilitasyon”, “toplumsal mutabakat” gibi yumuşak kavramlarla işe başlar.

Ardından “Kürt sorununun siyasal çözümü” adı altında yasal ve anayasal reform önerileri gündeme gelir.

Bu komisyon, PKK/DEM çizgisinin taleplerine zemin sunabilir. “Anadilde eğitim”, “yerel yönetim reformu”, “seçimle gelenin görevden alınmaması” gibi maddeler üzerinden aslında özerklik altyapısı kurulur.

Komisyonun raporları, daha sonra anayasa değişikliği teklifi olarak Meclis’e taşınabilir.

****

Alıştıra alıştıra süreci götürmek için önce daha kolay adımlar atılacaktır.

AB Uyum Yasaları kisvesiyle yerel yönetim yetkilerinin artırılması… Bazı DEM partili ve PKK’lı mahkumlara af ve tahliyeler… Öcalan’ın meşru siyasi muhatap oluşunun kabulü, İmralı’da siyaset yapma şartlarının oluşturulması…

İkinci aşamada Anayasa’dan “Türklük” tanımının çıkarılması, “anayasal yurttaşlık” kavramının yerleştirilmesi… Bölgesel kalkınma ajansları aracılığıyla fiilî özerk uygulamaları…

Son aşamada da Anayasal özerklik veya federasyon… Ve PYD/SDG’nin Türkiye tarafından açık şekilde tanınması…

*********************************

Anayasa Değişikliği Gerçekleşir mi?

Türkiye’de anayasa değişikliği için iki çoğunluk sayısından biri gerekiyor. Eğer 360- 399 milletvekili evet derse konu Referanduma götürülür. 400 milletvekili ve üstü evet derse doğrudan kabul ile anayasa değiştirilir.

Aslında milletin kaderini değiştirecek böylesi bir konu için 400 milletvekili ile anayasa değişse bile referanduma gidilmesi gerekir. Ancak iktidarın bunu göze alması kolay değil. Süreç ilerledikçe kamuoyu araştırmalarına bakarak karar vereceklerdir.

Partileri Meclis’teki milletvekili sayılarına göre AKP, MHP ve DEM milletvekilleri firesiz anayasa değişikliğini desteklerse ve diğer partilerden kısmen destek alırlarsa teorik olarak 400 milletvekiline ulaşmaları mümkün. Ama bu kadar hassas bir konuda süreci götüren partilerin içinden de fire vermesi ihtimali zayıf değildir.

AKP tabanının muhafazakâr ama milli hassasiyetleri yüksek kesimi, MHP’nin köklerinden kopmamış kesimi, kendi varlık gerekçesini inkar ederek, özerklik getiren bir anayasaya evet demeyecektir. Bunları parti disiplini ile kontrol edebilirler mi bilemiyorum.

Yeni anayasada “Demokratik Özerklik” gibi kavramlar yumuşak söylemlerle ve duygusal propaganda ile topluma sunulsa da, temelde Türkiye’nin üniter yapısını dönüştürme hedefi taşır.

Böyle bir proje, ancak ciddi bir kriz ortamı, ekonomik/askeri kaos ve dış baskı altında “olağanüstü şartlarda” kabul ettirilebilir. Halkın çoğunluğunun reddettiği bir köklü değişime siyasilerin cesaret edebilmesi kolay değildir.

20 Temmuz

                                       (Sizler unutsanız bile tarih sayfaları unutmaz…)

   Atatürk anıtının etrafına toplanmış bir avuç insan. Kimisi kalpaklı göğüslerinde gururla taşıdıkları madalyaları var. Kimilerinin elinde çelenkler belli ki, az sonra Ataya saygı duruşunda bulunup anıta koyacaklar.

 Böylesi bir kalabalığın ne yaptığını merak edenler de var! Cevap arayan gözlerle bakıyorlar! ‘’Nedir bu toplantı? Niye toplanmışlar’’ dediklerini duyuyor ve onlara yaklaşarak soruyorum:

‘’Bu gün 20 Temmuz. Size ne hatırlatıyor bu tarih?’’

 Genç bir delikanlı cevaplıyor önce:

 ‘’Yaz tatilini hatırlatan sıcak bir gün işte’’

Sonra modern giyimli bir kız veriyor cevabı:

 ‘’Evet, bugün benim için çok özel! Çünkü benim doğum günüm bugün…’’

Yaşlı bir amcanın yanına yaklaşıp soruyorum:

Sizce nedir 20 Temmuz?

‘’Ne bileyim kardeşim! Hayat pahalılığından başka düşünecek ne kaldı ki?

İçim acıyor. Üzülüyor ama belli etmeden uzaklaşıyorum o merakla bakıp, cevap arayan kalabalıktan…

 Sonrasında anıtın etrafında toplanan o bir avuç kalabalıktan yükselen İstiklal marşımızın dizeleri duyuluyor. Anıta çelenklerin konulması, günün anlamını belirten kısa bir konuşmanın ardından onlarda dağılıyor.

  Hoparlörden duyulan ses o kadar cılız ki, Kıbrıs’ta kazandığımız 20 Temmuz 1974 savaşının bugün 51 yıl dönümü olduğunu dahi duyuramıyor…

  Yukarıda yaşanan tören her yıl yapılıyor. Ama her geçen yıl 20 Temmuzun ne olduğunu bilen de o nispette azalıyor.

 Evet, bu yazım hem eleştiri dolu, hem de duygu dolu olacak…

 Çünkü 20 Temmuzlara damgasını vuran, o zafer günlerini tarihe kazıyan, Beşparmak Dağlarına paraşütlerle atlayan dağ kaplanları, Girne kıyılarına, Pladini plajına çıkan denizaslanları ile yıllarca Kıbrıs’taki mevzilerinde vatan savunması yapan korkusuz mücahitler giderek azalıyor. Kalanları ise çoktan 80’li yaşlara merdiven dayadılar…

  Kalanlar demişken, onlar sadece 20 Temmuzlarda hatırlanırlar. Pek çoğu zaten göçüp gitmiş. Yaşayanların çoğu ise hastalıklarla mücadele ediyor. Ama her 20 Temmuz geldiğinde tıpkı 51 yıl önceki gibi hissediyorlar kendilerini, yatağa bağımlı değillerse bir delikanlı gibi çıkıyorlar sokağa 20 Temmuzu nasıl karşılıyor halkımız diye bakıyorlar.

 Sokaklarda bir heyecan arıyorlar. Tıpkı 1974 Temmuzunda ülkemizde hissedilenler gibi…

  Sonra hatırlıyorlar bir gün önce telefonlarına gelen mesajın; ‘’20 Temmuz, Atatürk anıtında yapılacak törenle kutlanacak’’ dediğini…

 Ya sokaklardaki coşku?

O günün gecesinde ise birkaç TV programı ile hatırlanacak o günler. Kıbrıs’ta ise belki biraz daha canlı, daha çok katılımlı olacak törenler.

 Ya ondan sonrası?

Bu arada harekâta katılan Kıbrıs Türk Mücahitlerine de Gazilik unvanı ile bazı haklar verileceğini açıkladı KKTC Başbakanı. Ne mutlu yarım asır sonra da olsa gelen bu sevinçli haber.

Bir başka haberde ise Kıbrıs müzakerelerine giden yolda tarafları temsilen New York’ta 16-17 Temmuz görüşmeler olmuş.

   Olmuş da ne olmuş? Rum tarafı hala federasyon peşinde! Türk tarafı ise iki devletli çözümden başka bir çözümü kabul etmem diyor. Anlaşılan o ki, bugün adada yaşam ne ise aynen devam edecek. Siyasi bir çözüm beklemek nafile…

  51 yıldan beri yazan kalemimin ardında binlerce makale, onlarca kitap var. Düşünüyorum da bunca zamandan beri yazdıklarımda mı nafile?

 Ama o savaşa katılan, her türlü acısına katlanan birisi olarak; o günlerde neler yaşandığını anlatıp, tarihe not düşmek vazifemdir diye düşündüm. Bu en azından şehitlerimize olan borcumdu. Onlarla omuz omuza savaşan komutanları olarak yazdım. Yazmaya da devam ediyorum.

 20 Temmuzun ne olduğunu merak edenler; bu yazılarımı, kitaplarımı okuyarak öğrenebilirler. Sadece benimkileri değil, benim gibi tarihe not düşen pek çok yazar var onları da okusunlar.

  Bugün de birkaç kez telefonum çaldı. Açtım karşımda savaşa birlikte katıldığımız kahraman Mehmetçiklerimin sesi, onların güzel temennileri vardı.

  Bir de:

  ‘’Kıbrıs’ta Rum tarafı bir çılgınlık yapıp da barışı bozarlarsa, elde silah koşa, koşa yine savaşa gideriz değil mi komutanım diyorlardı…’’

 Telefonu kapadığımda aklıma ilk gelen şey harekâtın ilk günü şehit düşen çavuşumun son nefesinde söylediği sözlerdi:

‘’Vatan sağ olsun komutanım. Ardımda kalan ailem sana emanet.’’ (Onun emaneti şu anda Girne’de yaşıyorlar…)

  Ne garip, ömrümün son 51 yılı hep bu duygu ve düşüncelerle geçti. Harekâta katılmasaydım eğer, bana da 20 Temmuz nedir diye sorsalardı. Nasıl cevaplardım diye düşündüm. Sonra da atalarımız boşun söylememiş:

‘’Ateş düştüğü yeri yakar’’ diye…

  Onun için 20 Temmuzun ne olduğunu bilmeyenleri hiç kınamadım. Sadece bizler 20 Temmuzu yeteri kadar anlatamamışız diye kendime kızdım…

  Evet, bir 20 Temmuzda böyle geçti işte. Seneye kısmet olur mu bir 20 Temmuz yazısı daha yazmak bilemem!

  Ama bildiğim bir şey var ki!

  20 Temmuz, son Gazisi hayatta kalana kadar hep hatırlanacak.

  Ya ondan sonra mı?

  Ondan sonra da unutulacağını sanmayın sakın. Çünkü o gün geldiğinde tarihe not düşülenler okunacak. Tarih sayfaları konuşacak…

İstihbarat İşleri

ugün biraz gerçek, biraz kurgu, istihbarat hikâyeleri anlatmak istiyorum.

Kurgu ile başlayayım. Mançuryalı Aday filmlerini hatırlıyor musunuz? Richard Condon’un 1959’da yayımlanan romanından iki defa senaryolaştırılmış. 1962 ve 2004’de. Birincisinde baş rolde Kore Harbi, Çin ve Frank Sinatra, ikincide Körfez Savaşı, bir uluslararası şirket ve Denzel Washington var. Harp sırasında esir düşüp beyni yıkanan, harpten sonra da kahraman olarak Amerika’ya dönen ajanın hedefi ABD başkanlığıdır.

Peki, gerçek hayatta böyle bir operasyon mümkün mü? Belki.

Ülkeye istihbaratçı gözüyle bakmayı popüler hâle getiren kalem rahmetli Mahir Kaynak’tı. Kaynak’ı, “Madanoğlu Cuntası” diye bilinen sol ekibe Millî İstihbarat Teşkilatımız yerleştirmişti. Cunta, 9 Mart’ta darbe yapacaktı. Başaramadılar ve 12 Mart diye bilinen olayla darbeciler de iktidar da tasfiye edildi. Mahir Hoca’nın bir hikâyesini anlatayım. Kahramanmaraş Türk Ocağı, bir tarihte Kaynak’ı konuşmaya davet etmiş. Hoca’nın dönüş uçağı Gaziantep’ten kalkacak. Maraş- Antep yolculuğu sırasında Hoca anlatıyor: “Bakın ben deşifre olmasaydım bugün solun lideriydim. Şimdi siz de bugünkü liderlerinizi bu bilgiyle gözden geçirin.” Hikâye birinci elden. O zamanki Maraş Türkocağı Başkanı, bugünkü Millî Düşünce Merkezi Genel Başkanı dostum Hakan Paksoy arabada…

Proje adamlar

Moda deyimle böyle “proje adamlar”ı partilerin başına geçirmek bu kadar kolay mı? Her ülkede değil. Hangilerinde? Toplumlar şöyle sınıflandıralım: Bir uçta emirin demiri kestiği, liderin her şey, partinin hiçbir şey olduğu yapılar var. Diğer uçta da parti her şeyken, liderin bir görev için yetkilendirilip gerektiğinde kolayca değiştirildiği yapılar. Doğu toplumlarının büyük kısmı birinci gruba, Batı’nınkiler genellikle ikinci gruba girer. Birinci otokratik, ikinci demokratik… Şimdi siz söyleyin. Hangi gruptaki ülkelerde proje adamlar siyasi oluşumların, partilerin, ülkelerin içine yerleştirilebilir?

Toplum merkezli siyasette fikirler, değerler, dünya görüşü asıldır. İnsanlar bunlar için bir araya gelip dernek veya parti kurar. Lideri, kuruluşun varlık sebebi olan değerlerle zıtlaşamaz. Onu aklından bile geçirse kendisini hemen kapıda bulur. Lider merkezli teşkilatlarda parti veya dernek bugün ak dediğine, yarın kara diyebilir. Bugün lider çıkıp büyük bir şiddetle, öfkeyle “Ak!” diye bağırır yarın da “Kara!” diye. Her şey değişebilir. Hangi fikrin doğru hangisinin yanlış olduğu, kimin dost kimin düşman olduğu, neyin ak, neyin kara olduğu… Değişmeyen liderin kendine güveni, sert ifadeleri ve öfkesidir. Çelişkileri işaret ederseniz, “Senin bilmediklerin var.” veya “Devlet aklı.” gibi her saçmalığa deva cevaplar alırsınız.

Milletlerarası

İstihbarat uluslararası arenada da önemli. Milletlerin çıkarları için, sık sık birkaç milletin iş birliğiyle yapılıyor. “Beş Göz” denilen ABD, İngiltere, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda’nın müşterek elektronik istihbarat havuzu sır değil. “İngilizce konuşan istihbarat!” ABD-AB-İsrail istihbarat koalisyonu bir başka örnek. Ancak bazı müttefikler bazen hedef hâline de gelir. Hatta aynı anda hem müttefik hem hedef olmak mümkün.

Yakın zamanda ABD’nin NSA’sının Merkel’i dinlediği ortaya çıkmış ve uluslararası bir skandal patlamıştı.  NSA, Danimarka’nın Savunma İstihbarat Servisinin (FE) de iş birliğiyle, Danimarka’nın internet kablolarını kullanarak 2012-2014 arasında Merkel’den başka Almanya’nın o zamanki Dışişleri Bakanı Steinmeier’i, muhalefet lideri Steinbrück’ü de dinlemiş. Dunhammer adı verilen operasyon, Almanya’yla sınırlı değil, Fransız, İsveç ve Norveç yetkilileri de hedefler arasındaymış.

Patlayan cihazlar ilk değil

İstihbarat bilgi demek ama operasyonlar bazen gayet maddi de olabiliyor… İsrail, biliyorsunuz, Hizbullah’ın çağrı cihazlarını patlattı. Cihazların üretimi, bunların telefonlar gibi izlenemeyeceği hikâyesi ve Hizbullah’a dağıtılması, nihayet zamanı gelince patlatılması, neredeyse İran içinde SİHA imalathanesi kurmak kadar olağanüstü başarılar. Ama bunlar ilk patlayan cihazlar değil. ABD Hava Kuvvetleri Sekreteri ve Millî Güvenlik Kurulu üyeliği görevlerinde bulunan Thomas C. Reed’in 2004 tarihli, Uçurumda- Soğuk Harbin İçerden Tarihi (At the Abyss, An Insider’s History of the Cold War) kitabında benzer bir operasyonu anlatıyor. Yıl 1982. CIA önce, “Sovyetler ambargolu ürünlerden hangisini şiddetle arzu ediyor?” diye sorar. Cevaplardan biri, “Trans-Sibirya doğal gaz boru hattının uzaktan kontrolunu sağlayacak donanım ve yazılım”dır. CIA bu yazılımın içine zaman bombası yerleştirir ve bir Kanada şirketinin bunu el altından Sovyetlere satmasını sağlar. Sovyetler ambargoyu deldiklerini zanneder ve iştahla sistemi yerleştirirler. Zamanı geldiğinde valfler patlar, doğal gaz tutuşur. Reed bunun uzaydan bile görülebilen boyutta bir infilak olduğunu söylüyor. Demek CIA, eserini çalışırken gözleme imkânı da bulmuş. Yazar, zaten sıkışık hâldeki Sovyet ekonomisinin bu patlamayı kaldıramadığını ve çöküşte bu sabotajın rol oynadığını söylüyor. Bugünkü gibi o zaman da doğal gaz ihracı Rusya’nın en büyük gelir kaynaklarından biriydi.

PKK ile Yürütülen Süreç Türkleri Mutlu Edecek mi?

PKK’nın sembolik silah yakma töreninden sonraki gün Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan “tarihi” denilen bir konuşma yaptı.

Bu konuşmasında da “Terörsüz Türkiye’ Projesi, bir müzakerenin, bir pazarlığın, bir al-ver sürecinin neticesi değildir.”

Arkasından “TBMM’de bir komisyon kurulacak. Cumhur İttifakı olarak AK Parti, MHP ve DEM Parti heyetiyle bu süreci pişirerek geleceğe taşıyacağız. Biz bir adım atana her türlü kolaylığı sağlıyoruz. Çıkış yolu arayana kapıyı ardına kadar açarız” dedi.

Oysaki PKK ve uzantılarının beyanlarının tamamında “açılması istenen kapı” hakkında bilgi veriliyor. Bu kanat bazı vaatler almış olmalı ki süreçten çok mutlular. İlginç olan şu ki Erdoğan ve Devlet Bahçeli de PKK/ DEM’liler kadar mutlu.

Ama hiç konuşulmayan konu şu: Bu Sürecin Sonunda Türkler Mutlu Olacak mı?

****

Pozitif Entegrasyon Ya da Eyalet Sistemi: Teröristbaşı Öcalan mesajlarında “pozitif entegrasyon” kavramını kullanıyor. “Barış ve demokratik toplum hedefine ulaşılması pozitif entegrasyonalist bir perspektifle mümkündür” diyor.

Silah yakan 30 kişilik PKK’lı teröristin başındaki Bese Hozat kod adlı (KCK Eşbaşkanı) terörist “silah bırakma töreninde” aynı kavramları kullandı:

“Bundan sonra özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi, demokratik siyaset ve hukuk yöntemiyle yürütmek amacıyla ve demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz.”

KCK Eşbaşkanı Bese Hozat, daha önce de defalarca: “Kürt halkı kendi coğrafyasında kendini yönetmek istiyor.” “Demokratik özerklik olmazsa çözüm olmaz.” “Türkiye üniter yapıyı aşmalıdır” demişti. Yani sözde silah bırakırken de görüşleri hiç değişmemiş.

Öcalan’ın mesajlarında ve Bese Hozat’ın açıklamalarında geçen bu ifadeler devletten kolektif hak ve statü talebidir. Üniter yapının zayıflatılması ve Kürt bölgesi için fiili özerklik hedeflenmektedir.

PKK’nın etnik temelli bölgesel özerklik talebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin “tek millet, tek bayrak, tek vatan” ilkesine açıkça aykırıdır.

***********************************

Kimler Eyalet Sistemi İstiyor?

PKK’lılar dilinden düşürmediği “pozitif entegrasyon” veya “demokratik entegrasyon” Avrupa Birliği literatüründe Özerk Bölge veya Eyalet Sistemi demektir.

Kurulacak eyalette etnik kimliği ile kendi yasalarını uygulayacakları ve bugünkü PKK yöneticilerinin yöneteceği bir Kürt özerk bölgesi talebi söz konusu.

2013’te, birinci Çözüm Sürecinde de Öcalan (İmralı Tutanaklarına geçen ifadesinde) aynı talebi yapmış: “Türkiye eyaletlere dönüşmeli. 7 eyaleti Kürt nüfus, 18 eyaleti Türk nüfus, 25 bölge düşünüyorum. Bunların yerel yönetim parlamentoları olmalı” demiş. Bugün de aynısını söylüyor.

Aslında R.T. Erdoğan da 2013’te benzer düşüncesini seslendirmişti: “Eyalet yapılanmaları süratle kalkınmayı getirir. Demokraside siyaseti, siyasi rekabeti getirir. Güçlenme alametidir eyalet.

Osmanlı’ya baktığımız zaman Lazistan eyaleti var, Kürdistan eyaleti var. İniyoruz güneye aynı şekilde eyaletleri var. Eyalet sisteminden korkmamalı.”

ABD Ankara Büyükelçisi de durduk yere “Osmanlı’nın Millet Sistemi Türkiye için en uygun modeldir” demedi.

O halde “bir pazarlık yok, bir al-ver süreci değil” ifadesi doğru değildir. Bu ifade doğruysa “taraflar arasında bu konuda bir görüş ayrılığı yok” anlamında algılanabilir.

***********************************

Demokratik Özerklik

“Demokratik Özerklik”, Türkiye’de PKK çizgisindeki yapıların siyasal hedeflerini gizlemek ya da yumuşatmak için sıkça kullandığı bir kavram. Göründüğünden çok daha derin ve radikal bir anlam taşır.

“Katılımcılık, kültürel haklar ve yerel yönetim” üzerinden masumlaştırılan bu model, gerçekte PKK/KCK çizgisinin etnik kimlik temelli federatif bir yapı hedefidir.

PKK/KCK çevresinin geliştirdiği ve ilk olarak 2011 yılında KCK sözleşmesinde kurumsallaştırılan bu modele göre:

Kürtlerin yaşadığı coğrafyalarda kendi kendini yöneten yerel yönetim yapıları kurulur. Bu yerel yönetimler, halk meclisleri, komünler ve yerel kolluk güçleri aracılığıyla çalışır.

Valilik gibi merkezi idareler kaldırılır ya da etkisiz hale getirilir, kararları yerel halk alır. Kürtçe eğitim, yerel yönetim dili olur. Vergi toplama, kolluk gücü oluşturma yetkisi yerel yapılara devredilir.

Yani “demokratik özerklik” gerçekleşirse, bölge sembolik olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalacak. Fakat PKK kendi hukukunu, kendi yönetimini ve kendi savunma gücünü oluşturacaktır.

Bu, fiilen üniter devletten kopukluk anlamına gelir.

Bu aşama çok kritiktir. Bunu başarabilirlerse, bu özerk bölgede devlet kurumları oluşturulup güçlendirilecektir. Önce Suriye (Rojava), sonra Irak (KDP bölgesi) ile kültürel ve idari iş birliği ile siyasi, ekonomik ve sosyal bağlar geliştirilecektir.

Uzun vadede dört parçalı Kürdistan’ın birleşmesi amacıyla bir konfederasyon ya da bağımsızlık referandumu için meşru zemin oluşmuş olacaktır.

Konferansa Davet

Muhterem efendim,

Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak, düzenlediğimiz: “Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 51. yıldönümünde Unutulmaması Gerekenler” konulu konferansa teşrifleriniz bizleri onurlandıracaktır.

Milli hafızamızın diri kalmasına katkı sağlayacak bu anlamlı günde sizleri aramızda görmekten büyük mutluluk duyarız.

Saygılarımızla.

Kocaeli Aydınlar Ocağı