14.4 C
Kocaeli
Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 16

Allah Bizi Sever mi?

Allah, Kur’an’da kimleri sevip sevmediğini çeşitli ayetlerde açıkça belirtmiştir. Burada kastedilen ismen şahıslar değil, davranışlarına göre tanımlanmış kişi veya topluluklardır. Sevdiği davranışlar ile sevmediği karakter ve davranışları, sadece ayetlerin indiği tarihte yaşayanlara değil, sonsuza kadar yaşayacaklara da tarif etmiştir.

Tarihte ve günümüzde gücü ele geçiren muktedirler ve özellikle siyasetçiler tarafından sıkça yapılan şu tutum ve eylemler bulunmaktadır: Kibir, zulüm, emanete hıyanet etmek, yalan söylemek, fitne ve bozgunculuk, israf etmek, haksızlık etmek ve halkı kandırmak. Allah bu tür davranışları ve bu davranışları sergileyen kişileri sevmediğini ayetlerle bildirmiştir.

“Gücü ele geçirenler” derken kastımız sadece “siyasi gücü” istismar edenler değildir. Diğer insanların elinde olmayan maddi ve manevi imkanlara kavuşmuş, elde ettiklerinin sağladığı gücü kamu yararı için değil, dizginlenmemiş nefslerinin taleplerini karşılamak için kullanan herkestir. İşçi işveren ilişkilerinde patronları, aile bireyleri arasında güçlü konumdaki eşi, kamu yetkisini kullanan yöneticileri, para gücünü kullanan zenginleri de kapsar.

“Güç bozar, mutlak güç mutlak bozar” cümlesiyle kastedilen, “bozan” yani insani, İslami, ahlaki değerlerden uzaklaştıran güç kullanımının muhakkak dizginlenmesi gerekir.

Dinler bu gücü kullanmanın sınırlamasını “Tanrının buyrukları” ile sağlar. Bu buyruklardaki sınırlandırmaya uymayan güç sahiplerini sevmediğini bildiren Tanrının yaptırımları Cehennem azabı olduğu gibi bazen de daha dünyada iken zelil olmak yani alçaltılmak ve utanç verici bir hayata mahkum olmaktır.

Hukuk Devleti olan demokratik ve laik ülkelerde ise insanlıktan uzaklaştıran aşırı gücün kullanımını sınırlamak için kuvvetler ayrılığı sistemi geliştirilmiştir. Yasama, yürütme, yargı güçlerini kullananların aşırılığa sapmaması için güçler arası denge ve denetleme sistemleri getirilmiştir.

Aynı sonuca gidilmesini sağlayacak ilahi ve insani düzenlemeleri bazen yan yana anlatıyorum. Çünkü Tanrının istedikleri esasen O’nun yarattığı insanların cevherine de işlenmiş değerlerdir. Akıl ve önceki tecrübelerden yararlanma yetisi insana verilmiş en değerli ilahi armağandır.

**********************************

Allah’ın Sevmediği Davranışlar

Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmiş olan Allah’ın sevmediği davranışları ayetlerde belirtildiği şekilde nakledip kısaca açıklayalım:

  • ALLAH hiçbir aşırılığı ve aşırı gideni sevmez: Aşırılık, dengeden sapmak demektir. Hem bireysel hem de toplumsal hayatta aşırılıklar, huzuru ve dengeyi bozar. Anadolu irfanının İslam anlayışı bu dengenin sağlandığı en iyi örneklerdendir. Emevî ve Eş’arî zihniyetinin aşırılığı Anadolu İslam’ında yoktur.
  • Küfürde ve günahta ısrar edenleri sevmez: Allah, sürekli olarak günah işleyen ve küfürde bulunanları hoş karşılamaz. Kâfirleri, verilen tüm imkân ve nimetlerin sahibini inkâr edenleri sevmez.
  • Zalimleri, zulmü meslek edineni sevmez: Zulüm, haksızlık yapmaktır ve Allah, haksızlık yapanlara karşıdır. Zalimlik, haksızlık ve baskı yapmayı içerir. Çeşitli ülkelerde muktedirlerin başka milletlere veya kendi halklarına karşı uyguladığı zorbalık ve baskılar, zalimliğin örneklerindendir.

Zalimliğe, kötülüğe karşı mücadele etmek ve dile getirmek veya gücün yetmiyorsa kalben buğzetmek (kalp ile mücadele etmek) gerekir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife bu görüş ve tavrı sadece söylemekle bırakmadı. İnancını eyleme döktü, zalim idarecilere karşı durdu. İmam Ebu Hanife hain ve zalim yönetimin ona verdiği baş kadılık görevini kabul etmeyerek onlara ve düzenlerine karşı olduğunu gösterdi. Zindanlarda işkencelere maruz kaldı. Bu cesur ve gerçek din adamı duruşunun, saraya eğilmemenin bedelini şehit edilerek ödedi.

  • Hainleri ve günahkârları sevmez: Hainlik, emanete ihanet etmektir ve Allah, her türlü hıyanete karşıdır. Kamu makamlarının ehil olmayan yandaşlara verilmesi emanete ihanettir. Özellikle siyasi alanda verilen sözlerin tutulmaması veya halkın güveninin kötüye kullanılması ve yolsuzluklar da bu kapsama girer. Emanete ihanet etmek, güvenilirliği yok eder.
  • Bozguncuları ve bozgunculuğun hiçbir türünü sevmez: Toplumu bölmek ve fitne çıkarmak, bozgunculuktur. Birçok ülkede siyasi liderler, kendi çıkarları için toplumu bölmeye ve farklı gruplar arasında düşmanlık yaratmaya çalışır. Hatta aynı tanrının huzurunda ibadet edenler arasında bile mezhep, meşrep, siyasi parti farklılıklarını kullanarak aralarında kin ve nefretin oluşmasına çalışırlar. Toplumsal huzuru ve refahı bozan bu tür eylemleri ve eylemcilerini Allah sevmez.
  • İsraf edenleri de cimrilik edenleri de sevmez: Hem malını gereksiz yere harcayanları hem de paylaşmayanları hoş görmez. Hele hele israf edilen mal veya para, kendisine emaneten verilmiş, halka ait varlıklarsa bu çok daha büyük günahtır. Maddi kaynakların israf edilmesi veya ihtiyaç sahibi insanlara yardım edilmemesi de zenginlerin cimri davranması da Allah tarafından hoş karşılanmayan davranışlardandır.

Özellikle kamu kaynaklarının israf edilmesi sonucu, çalışan ve emeklilerin hak ettikleri insanca yaşamaya yeter bir gelirden mahrum edilmesi bu kapsama girer.

Tanrı tanımaz Japon devlet adamlarının sadeliği ne kadar İslami ise debdebeli saraylarda, altın yaldızlı makamlarda oturan Ortadoğu’nun -namaz da kılan- otoriter yöneticilerinin israfı o kadar İslam’a aykırıdır.

  • Büyüklük taslayanları asla sevmez: Kibir, insanın kendini Allah’tan üstün görmesidir ve bu, büyük bir günahtır. Kibir hem bireysel hem de toplumsal alanda zararlıdır. Mesela bazı siyasetçiler kendi fikirlerini ve güçlerini üstün görerek halkı ve rakiplerini küçük düşürme ve aşağılama gayretinde bulunur. Bu tür kibirli davranışlar, toplumda adaletsizliğe ve ayrışmaya neden olur.

Rakiplerini küçük göstermek için onlara iftira eden, “Senin aklın bu işlere ermez” gibi büyüklük taslamaları içinde olanlar da Ramazan ayı vesilesiyle nefslerini sorgulamalıdır.

****

ALLAH KİMLERİ SEVER? Allah “Sözünde duran, günah ve haksızlıktan sakınan kullarını sever.” “Adaletli kullarını sever.”“İnananlara karşı tevazu sahibi (kibirli olmayan/ alçak gönüllü) kullarını sever.” 

Sovyet Fıkraları

Totaliter rejimde nasıl muhalefet yapılır? Tolstoy’un mutlu ve mutsuz aileler için söyledikleri geldi aklıma: “Mutlu aileler birbirine benzer. Mutsuz ailelerin her biri kendi tarzında mutsuzdur.” Totaliter ve demokratik rejimlerde bunun tersi geçerli. Her demokrasi kendi tarzında demokrasi ama totaliter rejimler birbirine benzer.

Bu düşüncelerle totaliter rejime bir örnek bulayım dedim. Zor olmadı. Birkaç saniye düşünmem yetti. Öyle ya biz “Demirperde Fıkraları” ile büyümüş bir nesiliz. Totaliter deyince de ondan totaliteri zor bulunur. Sovyetlerde muhaliflerin en büyük silahı, Rusçada “anekdot” dedikleri fıkralardı. İnternete bir göz attığınızda, Demirperde değil de Sovyet fıkraları (Soviet jokes) deyince yüzlercesi çıkıyor. Eh bugün Pazar. Pazarları fıkralı yazılar yazmak olağandır. Size, seçtiğim birkaç Sovyet fıkrasını nakledeyim. Belki bir gün işinize yarar.

Stalin Sovyetlerin millî değeriydi

Hapishanede iki mahkûm konuşuyor: “Seni neden tutukladılar? Siyasi mi adi suç mu?” “Siyasi tabii. Ben tesisatçıyım. Beni bölgemdeki Parti binasına çağırıp lağım borularını tamir etmemi istediler. Baktım ve ‘Hey, bütün sistem çürümüş. Tamamını değiştirmek lazım.’ dedim. Yedi yıl verdiler.”

*

1 Mayıs kutlama geçidinde yaşlı bir adam “Bana bahşettiğin mutlu çocukluk için minnettarım yoldaş Stalin!” yazan bir pankart taşıyor. Parti temsilcisi yaşlı adama yaklaşır ve “Ne bu? Parti’yle dalga mı geçiyorsun. Senin çocukluğunda yoldaş Stalin’in henüz doğmadığı çok açık.” Yaşlı adam cevap verir, “Ben de bu yüzden ona minnettarım.”

*

Hâkim, kahkahalar atarak mahkeme salonundan çıkar. Meslektaşı sorar, “Niye gülüyorsun?“ Gülmekten gözleri yaşaran hâkim cevap verir, “Az önce mükemmel bir anekdot duydum.” “Anekdot mu? Anlatsana.” “Deli misin! Az önce o anekdot yüzünden adama on yıl verdim.”

Papağanınıza mukayyet olun

Stalin zamanında sabaha karşı insanların kapıları çalınmakta, evleri aranmakta ve muhalifler kelepçelenip merkeze götürülmektedir. Gece sabaha karşı bir ailenin kapısı vurulur. Hepsi korku içinde fırlar. Kapıyı vuran seslenir: “Ciddi bir şey değil. Ben komşunuz. Apartman yanıyor. Hemen çıkın.“

*

Gardiyan siyasi mahkûma sorar, “Kaç yıl yedin?” Mahkûm, “On yıl.” Gardiyan, “Ne yaptın?”, “Hiç.” Gardiyan: “Yalan söyleme şimdi. Hiç’e sadece beş yıl veriyorlar.“

*

Bir adam korku içinde siyasi polis merkezine girer, “Papağanım kayboldu.” der. “Bu bizim konumuz değil. Asayiş şubeye gideceksin.” Adam, “Kusura bakmayın. Buradan sonra onlara gideceğim de papağanımın siyasi fikirlerine katılmadığımı resmen bildirmek için önce size uğradım.”

*

Bir gün Stalin, Urallardan gelen bir maden işçisi heyetini ağırlar. İşçiler gittikten sonra piposunu arar, bulamaz. KGB’nin başı Lavrentiy Beria’yı arar, “Lavrentiy Pavlovich, şu işçiler gittikten sonra pipom kayboldu.” der. Beria, “Baş üstüne Yosif Vissarionovich [Stalin’in asıl ismi], derhâl gerekli önlemleri alıyorum!” On dakika sonra Stalin önündeki çekmecelerden birini çeker ve pipo orada durmaktadır. Pipoyu yakar, bir nefes çeker. Dumanı üfleyip halka yapar ve Beria’yı tekrar arar. “Lavrentiy Pavlovich, pipo bulundu.” Beria cevap verir, “Çok yazık. Hâlbuki hepsi itiraf etti.”

Kanal değiştirme!

Sovyetlerde bir adam televizyonu açar. Brejnev konuşmaktadır. Başka bir kanala geçer. Onda da Brejnev konuşmaktadır. Başka kanala geçer, onda da Brejnev. Bir daha kanal değiştirir. Bir KGB görevlisi ekrandan seslenir: “Kanal değiştirip durma!”

*

Bir günde bu kadar fıkra yeter de artar bile. Bir de “Ermenistan Radyosu” denilen Sovyet fıkraları var. Bunlar genellikle dinleyicilerden gelen sorulara cevap şeklinde. Bir Ermenistan radyosu fıkrasıyla bitireyim:

Burası Ermenistan Radyosu, dinleyicilerimiz sordu, “İkisi de söz hürriyetini garantilediğine göre ABD Anayasası ile Sovyet Anayasası arasındaki fark nedir?” Cevap veriyoruz: “Evet ama ABD Anayasası sözü söyledikten sonra da hürriyeti garantiliyor.”

Evet, sevgili okuyucularım. Birgün yolunuz totaliter bir ülkeye düşerse yer ve kişi adlarını değiştirerek bu fıkraları, Rus tabiriyle “anekdotları” kullanabilirsiniz.

2025 Ramazanı Filtresi

            Değer verdiğim bir güzel insan, bir teklifte bulunmuş: “Ramazan dolayısıyla bütün sosyal medya hesaplarını kapatalım.” demiş.

            Teklif, tamamen iyi niyete dayalı; peki, ne kadar doğru? Pek çok değişik isimle hayatımızda yer alan sosyal medya mecralarından uzaklaşmak isabetli olur mu? Günümüz dünyasında sosyal medya demek, hayatımızın yarıdan fazlası demek. Sosyal medyanın hayatımızı kemirdiği doğru, ancak kendimizi bu platformlarda ifade ettiğimiz, yine bu iletişim kanalları üzerinden birbirimizle temasta olduğumuz da bir gerçek.

            Gözlerimizi kapatsak da güneş var. Güneşin zararlı ışınlarından kendimizi birtakım aparatlarla koruyabiliriz. Buna, filtrelemek diyelim. Benim önerim, kendimizi Ramazan dolayısıyla sıkı bir filtreden geçirmeliyiz.

            Seçmek, diğerlerinden vazgeçmektir. Elemek, gerekli olanları alıp gereksizleri atmaktır. Filtrelemek, elemek ve seçmek demektir. Sosyal medyada gezinen her birimiz, aslında filtrelemeyi bir şekilde yapıyoruz. Ramazan’da, filtrelemeyi daha sık ve sıkı şekilde yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

            Dini vecibe gereği, Ramazan, zaten fitre ayı olarak bilinir. İhtiyaç sahiplerine yardım edilir bu ayda. Fitrenin yanında “filtre ayı” olarak da değerlendirmeliyiz Ramazan’ı.

             Hayat, bir strateji süreci, dünya strateji alanı; hepimiz bu sahnede aktörüz. Bu oyunda yerim neresi, zamanım ne kadar, amacım ne? Önce tespit, sonra taktik olmalı. Hayatımda kimler, ne kadar yer alıyor veya almalı? Neye ne kadar zaman ayırıyorum veya ayırmalıyım? Hikâyem, ne zaman başladı ve bitecek? Sağlam, objektif, duygusallıktan uzak muhasebeyle başlamalıyız filtreleme işine.

            Mesela, 2025 Ramazanı’nda sigara içmeyi bıraktım, bu parayla ihtiyaç sahiplerine destek olmaya başladım, diyebilecek miyiz? 2025 Ramazanı’nda öğrendiklerimiz, duyduklarımız, kıldıklarımız, bağışladıklarımız sayesinde dostlarımıza, muhtaçlara karşı daha anlayışlı, müşfik, yardımsever olabilecek miyiz? Ego, kibir, megalomanlık, enaniyet, fesatlık, tamahkârlık gibi, bizi biz olmaktan çıkaran süfli duygularımızı ayağımızın altına alarak ezdiğimiz mevsim olabilecek mi bizim için 2025 Ramazanı?

            Ramazan, hayat ve dünya gerçeklerinden vazgeçme ayı değildir. Ramazan, filtreleme ayıdır. Varlığıyla bize yük olmuş, düşünceleriyle içimizi karartmış veya varlığımız kendisi için değer oluşturmamış insanları telefonumuzdan, sosyal medya hesaplarımızdan, zihnimizden silerek işe başlayabiliriz. Bazı alışkanlıklarımız vardır ki sonuçları itibariyle kimseye fayda vermez; bunları yapmaktan vazgeçebiliriz. Kendi adımıza ve insanlık adına bedenimizi, zihnimizi, sosyal çevremizi geliştirecek stratejiler oluşturabilir, kararlar alabiliriz.

            İlk cümlesi “2025 Ramazanı’nda başladı, benim hikâyem.” olan bir öykünün rol model kahramanı olabilecek miyiz? Çocuklarımıza anlatacağımız, çocuklarımızın da çocuklarına anlatabileceği, nesiller boyu sürmesini temenni edeceğimiz öykülerimizin, destanlarımızın, romanlarımızın tohumunu atma zamanı olmalı bu mübarek ay. Ağaç dikmek de olsa, eser bırakmalı insan. Kişi bıraktığı eser kadar değerlidir. Canlıya, cansıza, bitkiye, hayvana, insana hizmet yolunda vereceğimiz eserlerin karar günü olmalı Ramazan günleri.

            Herkesle iyi olacak kadar kötü, davranışlarımızı sözlerimizle çeliştirecek kadar tutarsız, her dayatmaya baş eğecek kadar omurgasız olamayız. Ramazan iklimiyle, iyiyi kötüden ayırabilme, kendi içinde tutarlı ve yanlışlara karşı omurgalı olabilme istidat ve gücü edinmeliyiz. Ayağımızdaki prangaları kırarak hürriyet meşalesini dalgalandırmaya başladığımız dönemin ismi olmalı 2025 Ramazanı.

            Eleme bilmeyen, elenir. Ramazan, iyileri ve iyilikleri celbetme, kötüleri ve kötülükleri def etme ayıdır, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker günleridir. Ramazan, filtreleme mevsimidir. Filtrelemede ölçü bellidir. Bu, “Yol O’nun, varlık O’nun” ölçüsüdür.

            İnsan olarak yaratılmanın, oruç tutarak Ramazan Bayramı’na kavuşmanın şükrünün karşılığı fitrenizin kabulünü, temiz bir hayatın zarureti olan filtrelemenin kolaylığını dilerim.

Kâinat Sarayı

     Büyük bir zât, büyük bir saray yapmak istese, önce temellerini;

     Hikmetle düzgün bir şekilde, büyük amacını göz önünde bulundurarak atar.

     İlerideki neticelerine ve gayelerine uygun gelecek bir tarzda tertip eder.

     Sonra bölüm ve odalara ustalıkla ayırır.

     Sonra, o kısımları güzel bir nizama koyar.

     Sonra nakışlarla süsler.

     Sonra, her tarafını elektrik lâmbaları ile aydınlatır.

     Sonra, o muhteşem sarayda maharet, ihsan ve bağışlarını yenilemek için,

     Her bir tabakada yeni yeni icat ve değişikliklerde bulunup,

     Yeni tahvil ve dönüşümlere yer açar.

     Sonra, her bir bölüme kendi makamına bağlı bir telefon koyar.

     Onlarda birer pencere açarak, her birine makamı görünür bir vaziyet verir.

     Aynen bunun gibi, Sâni-i Zülcelâl /

     Sonsuz büyüklük sahibi, her şeyi sanatla yaratan Allah, 

     Hâkim-i Hakîm / her şeyi hikmetle yapan ve hükmü altında bulunduran Allah,

     Adl-i Hakem / haklıyla haksızı adaletle hükmederek ayıran,

     Her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Allah;

     Öyle bir Allah ki;

     Bin bir Esma-i Kudsiye / her türlü kusur ve noksandan uzak;

     Bin bir yüce isimler ile müsemma / isimlendirilmiş;

     Fâtır-ı Bîmisal /

     Eşi benzeri olmayan ve her şeyi harika ve üstün sanatıyla yaratan Allah;

     Şu âlem-i ekber / en büyük âlem olan kâinat sarayının

     Ve hilkat şeceresinin / yaratılış ağacının icadını irade etti / diledi.

     İndindeki altı günde o sarayın, o şecerenin / o ağacın esaslarını,

     Hikmet düsturları, genel prensipler ve ezelî ilminin kanunları ile gerçekleştirdi.

     Sonra, ulvî / yüce ve süfli / aşağılık tabakalara ve dallara ayırıp,

     Kaza ve kader düstur ve kanunları ile belirtilen suretler verdi.

     Sonra, her mahlûkatın her taifesini ve her tabakasını sanat ve inayet düsturu ile tanzim etti.

     Sonra, herşeyi, her bir âlemi ona lâyık bir tarzda,

     Meselâ semayı yıldızlarla,

     Zemini çiçeklerle tezyin ettiği / süslediği gibi, süslendirdi.

     Sonra, o külli kanunlar ve genel düsturlar meydanlarında,

     İsimlerini tecelli ettirip / yansıtıp tenvir etti / aydınlattı.

     Sonra, bu küllî kanunun tazyik ve baskısından feryat eden fertlere,

     Rahmanürrahîm / kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve

     Rahmetinin eserleri dünya ve ahireti dolduran Allah;

     İsimlerini hususî bir surette imdâda yetiştirdi.

     Demek, o küllî ve umumî desatiri / düsturları içinde;

     Hususî yardımları, hususi görünüm, tecellî ve yansımaları var ki,

     Her şey, her vakit,

     Her hâceti için, ondan yardım ister.

     Ona bakabilir.

     Sonra, her menzilden, her tabakadan,

     Her âlemden, her taifeden, her fertten, her şeyden,

     Kendini gösterecek,

     Yani vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler açmış.

     Her kalp içinde bir telefon bırakmış.

Ramazanın Güzellikleri

İslam’ın beş şartından dördüncüsü, Ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Oruç, hicretten on sekiz ay sonra, Şaban ayının onuncu günü, Bedir gazâsından bir ay evvel farz oldu.

Bu ay iyi geçinmek ve sabır ayıdır. İlk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret ve sonu Cehennemden azat olmaktır. Kur’an-ı kerim Ramazanda indi. Kadir gecesi, bu aydadır.

Ramazan yanmak demektir. Zira bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar yok olur.  Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir.

Ramazanda işçinin, memurun, öğrencinin vb. çalışanların görevini hafifletenlere bol sevap vardır.

Oruç tutmak her bakımdan yararlıdır, vücuda asla zarar vermez. Tıp uzmanları diyorlar ki:

Oruçlu kimselerde adrenalin ve kortizon hormonları kana daha kolaylıkla karışır. Bu hormonlar, tesirlerini kanserli hücreler üzerinde de göstererek bir çeşit kalkan rolü oynayarak, kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir.

Oruç tutan bünye bakıma girer, iç organları saran yağlar erir, vücudun zindeliği artar, direnme gücü kazanır, mide, böbrek, şeker, kalp ve karaciğer hastalıklarına karşı mukavemeti artar.

Karaciğer, oruçlu iken, 3-5 saat istirahat ederek, gıda depolama işine bir müddet ara vermiş olur. Korunma sistemini güçlendirici globülinleri hazırlar. Midedeki kaslar ve salgı ifraz eden hücreler, oruç müddetince birkaç saat dinlenir. Kan hacmi de azaldığı için tansiyon düşerek kalp rahatlar.

Gıda artıkları iyi yakılmayınca, damarları yıpratır. Yakılmayan yağlar, damarları daraltır, damar sertliği denilen rahatsızlığa sebep olur. Akşama doğru vücutta gıda hemen hiç kalmaz. Bütün gıdalar yakılmış olur. Bu bakımdan bazı hastalıklara, özellikle damar sertliği olanlara oruç tutmak iyi gelmektedir.

Oruç tutanlarda, gündüz kan hacminin, doku suyunun azaldığı ve sonuçta minimal, küçük tansiyonun düştüğü, kalbin rahatladığı tetkikler sonucu anlaşılmıştır.

Oruç tutan kişinin sinir sistemi de, bir rahatlama içindedir. Bir ibadeti yerine getirme mutluluğu, gerginlikleri, sıkıntıları azaltır hatta yok eder.

Oruç tutmak vücuda zarar verseydi,  İslâm memleketlerinde Ramazan ayında her Müslümanın hasta olması ve çok kimsenin de vefat etmesi gerekirdi.

Bazı kimseler, midem rahatsız oluyor diyerek, oruç tutmak istemiyorlar. Oruç, mide rahatsızlığına sebep olmaz. Aksine midenin sıhhatine faydalı olur. Bu husus, bugünkü modern tıp mütehassısları tarafından, açık ve kesin bir şekilde ispat edilmiştir.

Oruç tutmakla, insanın iradesi zayıflamaz. Aksine oruç tutmakla, insan güçlü bir iradeye sahip olur. Çünkü oruç tutarak; alkol, uyuşturucu gibi, kötü alışkanlıklardan kurtulanlar çoktur.

-Oruç, bir sene boyunca durmadan çalışan mide ile beraber bütün sindirim sisteminin istirahate sevk edilmesi ve insan vücudunun bir tasfiyeye tabi tutulmasıdır. Böylece, sindirim sistemi dinlendirilmiş olur. İnsanlarda en çok görülen rahatsızlık, sindirim bozukluğudur.

-Şişmanlık, kalp ve damar hastalıklarına, şeker hastalığına ve tansiyon yüksekliğine sebep olmaktadır. Oruç, bu hastalıklara karşı koruyuculuk vazifesi yaptığı gibi, bir de tedavi vasıtasıdır. Bugün birçok hastalıktan perhiz ile tedavi olunduğunu doktorlar bildirmektedir.

-Oruç, vücuttaki karbonhidrat, protein ve bilhassa yağ depolarının harekete geçirilmesini sağlar. Oruç sayesinde madde süzmekten kurtulan böbrekler tamire girerek, dinlenme ve yenilenme imkânı bulurlar.

Bütün bu bildirilenler, orucun insan sağlığına zararlı olduğu tezini kesinlikle çürütmektedir.

Zekât, malın kiridir. Zekât veren, malını kirden koruduğu gibi, oruç tutan, vücudunun zekâtını ödemiş, onu hastalıklardan korumuş olur. Peygamber efendimiz; “Her şeyin bir zekâtı vardır. Vücudun zekâtıysa oruçtur. Oruç tutun, sıhhat bulun” buyurmuştur.

Orucun edeplerinden birisi de, iftar zamanında mideyi tıka basa doldurmayıp, henüz iştah varken yemekten el çekmektir. Bu edebe riayet edenlerin, hasta olmak değil, sıhhat bulacakları bütün doktorlar tarafından ittifak ile bildirilmiştir.

Oruç, insanlara hem maddi, hem de manevi yararlar sağlamaktadır. Maddi yararları yukarıda zikredildi. Manevi yararlarına gelince:

Oruç tutan insan, aç kalmış bir insanın çektiği ıstırabı hissederek, muhtaçlara yardım etmek ihtiyacını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olur. Birbirlerine yardım eden insanlar arasında, çekişmeler olmaz.

Oruç, yalnız aç ve susuz durmaktan, ibaret değildir. Oruç tutan; yalandan, gıybetten, kalp kırmaktan, alay etmekten, kibirlenmeden, kötü söz ve fiillerden, övünmekten haksızlık yapmaktan ve vb. diğer kötülüklerden de uzak durur.

Aç ve susuz kalmanın ne demek olduğu, oruç tutarak daha iyi anlaşılmakta, fakirlere, muhtaçlara, düşkünlere yardım etme ihtiyacı duyulmaktadır.

İnsanların; “yardımsever, alçakgönüllü, anlayışlı, vefalı, çözümcü, affetme, nazik olma, olumlu davranışlar içinde hareket etme vb. insani davranışlara” daha çok yönelmeleri sağlanmaktadır. Böylece oruç tutan daha merhametli, anlayışlı, uyumlu ve duyarlı olmaktadır.

Böylece insanlar arasında; “çekişme, kıskançlık, kavga, bozgunculuk, dedikodu vb. gibi, kötülükler” yok olarak sevgi, muhabbet, huzur ve mutluluk oluşmaktadır.

Mevla’m cümlemize ihlas ile oruç tutmayı, her türlü kötülüklerden uzak durmayı nasip etsin. Hayırlı, huzurlu ve sağlıklı Ramazanlar dileklerimle…

Sevgiyle kalın…

İslam’ın Şartları

İslam dininin şartlarını bazı din bilimciler şöyle sıralıyor: 1- Adalet (Adil olmak) 2- Emanet (Güvenilir olmak) 3-  Ehliyet (Ehil kişileri göreve getirmek) 4- Maslahat (Kamu yararını gözetmek) 5- Meşveret (Danışarak iş yapmak)

Bu şartlar bizzat Allah tarafından Kur’an’ı Kerim’de bildirilmiş. “Birinci şart için Nahl Suresi 90. Ayet İkincisi için Nisa Suresi 58. Ayet, Üçüncüsü için Muminun Suresi 8. Ayet, Dördüncüsü için Nisa Suresi 135. Ayet, Beşincisi için Şura Suresi 38. Ayet kaynak olarak alınmıştır.”

Bunların yerine sadece “namaz, oruç, hac, zekat” gibi ibadetleri öne çıkaranların, sayılan bu şartları unutturmasına izin vermemek lazım.  Namaz, oruç, hac, zekat ve infak ibadettir.

Bu asla ibadetler önemsiz demek değildir. Bu ibadetler kişiye yukarıdaki beş şartı öğretir. 

İbadetler onları gereğince yapan kişilerin İslam’ın şartlarını özümsemesine yardımcı olur. Buna yaramayan ritüellere ibadet demek doğru olmaz.

Allah, “Ya Muhammed! Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) diyor. 

Hz. Peygamber “ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyuruyor. “Güzel ahlak” başka toplumlarda da vardır. Ancak Hz. Peygamber’in yaşayışı ve sözleriyle tamamladığı ahlak seviyesine erişmek için gereğince yapılan ibadetlere ihtiyaç vardır.

 ****

Kelime-i Şehadet ise bir iman şartıdır. “Allah’tan başka İlah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dediği halde para ve güce tapanlar var. Hz. Peygamberin yerine “doğrudan Allah’tan mesaj veya ilham aldığını” söyleyen birilerini öne çıkaranlar da var. Bunların İslam inancında olduğu söylenemez. 

Fatiha Suresi’nde geçen “İyyake’nabudu ve iyyake’nestain = (Ey Allah’ım!) Ancak Sana kulluk/ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz” diye her namazımızın her rekatında söz vermemiz isteniyor.

Demek ki, halkının Hz. Musa’ya “Sen haklısın Ya Musa ama bizim karnımızı Firavun doyuruyor!” dediği gibi düşünmek insanı imanlı yapmıyor. 

*********************************

Adil ve Dosdoğru Olmak

Müslümanlar olarak Ramazan ayında oruç tutarak bedenimizin bazı ihtiyaçlarını kısıtlıyoruz. Mademki Allah’ın bizim aç, susuz kalmamıza ihtiyacı yok, oruç’tan maksat belli: Bedeni ihtiyaçlarımızı kısıtlamak suretiyle aslında nefsimizi terbiye etmeye çalışıyoruz.

****

Kur’an’da “İnnallahe ye’mürü bi’l-adli…” yani “Allah adaleti emreder…” buyruluyor.

Hud suresi 112’de, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” deniyor. Bunlar açık ve kesin buyruklar…

Siyasi iktidarı ele geçirmek, iktidarda iseniz ne pahasına olursa olsun orada kalmak, devletin gücü ve imkanlarını kişisel olarak kullanmak, kamu malını şahsı veya yakınlarına aktarmak, yargı erkini siyasi rakiplerini sindirmek için kullanmak bu kesin buyruklara aykırıdır.Bunlar venefse hoş gelen diğer günahlardan korunmak için de oruç ve namazlarımız etkili olmalı. 

İbadetlerimiz, bu günahlara zemin hazırlayan, yalan söylemek, iftira ve hakaret etmek, seçim rüşveti vermek gibi diğer günahlardan da sakındırmalı.

Allah’ın buyrukları doğrultusunda yazılan bu sözlerin muhatabı sadece böyle günahları işleyenlerden ibaret değil. 

Bu tür günahları işlediğini bildikleri halde bunlara destek veren, gücünü artıran, yardımcı olanlar da Allah’ın emrine karşı gelmiş sayılırlar.

Çünkü Allah, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun. (Tevbe, 119)” diye uyarıyor.

“Bizi görünüşleriyle, ibadetleriyle, sık sık dillerinden düşürmedikleri Allah ile aldattılar demenin ahirette bir faydası olmayabilir. 

·       Adil olmayan, kamu görevlerini güvenilir olmayan kişilere devreden, 

·       Millete hizmet makamlarına ehliyetli/ liyakatli insanlar yerine “bizden” dedikleri liyakatsiz insanları getirenler, 

·       Kamu yararı yerine belli kişi ve kesimlerin menfaatini gözetenler ve 

·       Ortak akıl (meşveret) yerine bir kişinin aklına tabi olanların Müslüman olup olamayacağını değerlendirmeye çalıştığımda ürperiyorum.

*********************************

Ahlaksız Dindarlık

Taha Akyol “Ne uzun gazetecilik hayatımda ne de tarih okumalarımda “ahlaksız dindarlık” diye bir kavram duymamıştım, yoktu. Hatta, aksine, dindar insanların daha hakkaniyetli olacağı, haksız kazançtan, kul hakkından sakınacağı yolunda yaygın bir güven vardı.  İktidar son on yılda bunu yıktı” diyor.

****

Gerçek dindar ahlaklı olur.  Ancak “Ahlaksız dindarlık” toplumumuzun her kesiminde yaygın. Evinizde bir tadilat yaptıracağınız ustadan, pazarda sebze meyve aldığınız manavdan, mahallenizde alışveriş yaptığınız bakkaldan, komşunuzdan, iş arkadaşınızdan ne kadar eminsiniz? 

Hangi meslek grubuna daha çok güvenirsiniz? Doktordan, avukattan, esnaftan, imamdan, öğretmenden, siyasetçiden, bürokrattan, taksi şoföründen… Hangisi için “daha güvenilirdir” diyebiliyoruz?

Müslüman olmayan ülkelerin kendi kutsal günlerinde, Noel’de, Yortu ve Şükran günlerinde, o ülkelerde mağazalar büyük fiyat indirimleri yapar. Bu bayramlarını insanlar doya doya kutlayabilirler. 

Bizde ise Ramazan ayında, dini bayramlarda neden iğneden ipliğe, ekmekten ete her şeye zam geliyor? İnsan sağlığına zararlı malzemeleri satmak, gerekmeden zam yapmak veya malzemeden çalmak gibi eylemler neden bu kadar yaygınlaşıyor?

Müslüman olmayan ülkelerde “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyen bir halk yok. Kamunun bir dolarının hesabını soran halklar bunlar. Ama ülkemiz “bizim hırsızımız iyidir” diyen “Müslümanlar” ülkesi.

Sonuçta “ahlaksız dindarlık” hem toplumumuzu çürütüyor ve hem de imanımızı bozuyor. Bu da bizi fakirleştiriyor, nimetlere erişmemizi güçleştiriyor.

Rad suresi (Türkçesi: Gök gürültüsü bölümü) 11. Ayeti hatırlıyorum: “Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…”

Hepimizi sarsması gereken bir ayet ile bitirelim: “Ey iman edenler iman edin.” (Nisa Suresi 136)

****

NOT: Her sene Ramazan ayında gündeme gelen “sakız çiğnemek orucu bozar mı?” türü sorulara cevap aramak yerine, geçen yıl Ramazan ayında yazdıklarımdan bir kısmını tekrar paylaşmayı yararlı buldum.

Bütün okuyucularımın mübarek Ramazan ayını kutluyor, huzur, mutluluk ve berekete vesile olmasını diliyorum.

İnce Davetiye

 Sen değil o kefende ben yatmalıydım

Dost çatlatmalıydım

Eşsiz bir ürperişle gelmeden ölüm

Habire kabire dayatmalıydım

Teni bir çiçek gibi rüzgâra sunuş

Bir esrarlı dokunuş

Sanki ruhun gölgesi gördüğüm

Ve sanki yeniden doğuş

Öteler stresi göğsümü sarmalıydı

Dua dua yakarmalıydı

O heybetli, o meşhur sessizliğim

Çığlık çığlığa şehre varmalıydı

Balkona gömülmek belki şimdilik bir düş

Belki ecelimtrak bir öpüş

Gökdelen cinnetim vurmadan güm güm

Haydi yürüyelim de başlasın öze dönüş

10 Mayıs 1995 – Bahçecik Ferhadiye

The Great Game!

Gölgeler turnuvası olarak da adlandırılan “Büyük Oyun” yani The Great Game, 19. yüzyıldan başlamak üzere stratejik bölgelerin büyük güçler dediğimiz İngilizler, Ruslar, Almanlar ve Fransızlar tarafından özellikle Asya’nın paylaşılma mücadelesini tanımlamak için kullanılır. Aslında paylaşılan sadece Türk yurtlarıdır.

Bugün Türkiye’de yine bu “büyük oyun” oynanıyor!

Pkk ile uzlaşma, terörle müzakere ve devamında anayasal değişiklikler bu anlama geliyor. Bölücü katilin açıklamalarından böyle anlaşılıyor…

Bu oyunu ABD ve onun müttefikleri İngiltere, İsrail, Almanya ve Fransa başta olmak üzere tüm AB ülkeleri destekliyor.

Türkiye’deki siyaset ise Zafer Partisi ve İyi Parti hariç (ufak partileri saymıyorum) hepsi ana muhalefet olmak üzere “Büyük Oyun”un destekçisi!

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ halkı uyandırmasın “Büyük Oyun”u bozmasın diye tutsak!

“Büyük Oyun”u başlatan zat-ı muhteremden yaklaşık bir aydır haber yok!

Yazılı mesajlar ile durum geçiştiriliyor…

“Milliyetçi Görünümlüler” sessiz… Yağlı kemik nereden ve nasıl gelecek kestiremiyorlar!

Ana muhalefetin olacaklardan bir yıldır haberi varmış ama onlarda zaten “Büyük Oyun”un destekçisi!

Bir de büyük bir laf ediyorlar “devlet aklı” diye! Mondros’a, Sevr’e imza atan devlet değil miydi? Sadrazam Damat Ferit Paşa her halde tuvalet bekçisi değildi!

Trump bu oyunu başlatanları “aferin” ile takdir etti… Kesin sırada Bartholomeos var. Belki o takdis bile eder!

Binali Yıldırım adındaki eski başbakan hızını alamayarak Türklüğü anayasadan çıkaralım dedi! Zaten Türklerinde bir itirazı yok!

Türklere bunu sorduğumuzda “biz ekmeğimizin peşindeyiz” diyorlar! Bu işlerin ekmeği elden götüren en önemli neden olduğunu bilmiyorlar veya önemsemiyorlar! Genelde “Hayırlı Cumalar” ve “Hayırlı Ramazanlar” mesajı atmakla meşguller!

Yüzyıl önce Türk yurdu Balkanlar, Türklerin ve Türk Devletinin elinden alındı şimdi sıranın Türkiye’nin yani Anadolu’nun Türk milletinin elinden alınmasına geldiği anlaşılıyor. Bunu ben demiyorum “Büyük Oyun” diyor.

Ümit Özdağ’ın en büyük yanlışlarından biri “Türkiye Cumhuriyeti devletini Türk Milletine geri vereceğiz” demesidir. Ama Türk Milleti bunu anlamadı! Çünkü bunun farkında değil. Evet devlet artık Türklerin elinde değil… Her ne kadar siyasetçiler Türkleri uyutmak için arada “Türk” sözcüğünü geçirseler de durum böyle!

Günümüzde ülkemizde oynanan “Büyük Oyun” için vatansever ve milliyetsever insanlardan cılız tepkiler geliyor. Bunların içinde Türk Ocakları’nın genel merkezinin yayınladığı bildirinin son cümlesi Türkler açısından yapılacak işi anlatıyor “Ya devlet başa ya kuzgun leşe”

Varın artık şu “Büyük Oyun”un farkına! Bu oyunun denemesinin yapıldığı ilk süreçte açılan hendekler 794 şehitle kapatıldı. Gazilerimizi saymayalım bile. Biliyorum ki, şehit aileleri bizi affetmeyecek, binlerce gazi bizi affetmeyecek!

Olsun be! Biz ekmeğimizin peşinde koşalım yeter bize demeyin! Bir mesajda benden size “hayırlı büyük oyunlar” belki de mübarektir bu “büyük oyun”… Ne bileyim!

‘Glasnost ve Pere Storika’ Hortladı mı?

45 yaş altındakilerin pek hatırlamayacağı ancak dünyanın bir dönemine damgasını vurmuş Sovyet Rusya imparatorluğunun çöküşünü ifade eden bu iki kelime 1979’da Brejnev ifade ettiğinde muhtemelen komünist Rusların kulağına çok değerli ve anlamlı geliyordu. Ekonomik ve politik sistemi yeniden yapılandırma olarak anlamsal şekilde dilimize tercüme edebileceğimiz bu iki kavram aslında hacimsel anlamda artan otomasyon ve emek verimliliğini ifade ediyordu. Yani doğru bir Türkçe ile “verimli bir şekilde otomasyonu kullanarak büyüme” demek istiyordu Brejnev. Ancak ne yazıktır ki bunu tam anlamıyla uygulayan Gorbaçov döneminde yani “Yeniden Büyük Sovyetler Birliği” derken çatırdayan ve paramparça olan Sovyet Rusya’ya dönüştü ve tarihin tozlu sayfalarına bir daha dönmemek üzere gömüldü. Elbette bunun Afganistan’ın işgalinden yüz milyonlarca insanın katledilmesine kadar derin bir geçmişi var. Ancak bunlar, başka bir yazının konusu.

Sonuçta Demir Perde yıkıldı, Varşova Paktı çöktü ve Türkçe tabiriyle “Takke düştü kel göründü!”

Her ne kadar Romantik Rus Milliyetçisi Putin eski Sovyet Rusya imparatorluğunu yeniden kurmak için beyhude bir gayret içindeyse de 72 yaşını geçmiş bir liderin bunu gerçekleştirebilecek zamanı muhtemelen olmayacak.

Gelelim Yeniden Büyük Sovyetler Birliği’nden bugüne uzanan “Yeniden Büyük Amerika” hayaline…

ABD Sovyetlere nazaran biraz daha şanslıydı. İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü anlamında Rusya’ya göre küçük bir nebze daha iyiydi. Ancak Jr. Bush (oğul Bush) döneminde başlayan ‘Tanrı’yı kadere zorlama’ programı (yani Demokrasi Projesi) bir başka Cumhuriyetçi ABD Başkanı olan Trump döneminde “Yeniden Büyük Amerika” söylemi ile hayata geçirildi. Tıpkı Rusya gibi Afganistan’a girildi hatta bu yetmedi ondan önce de Irak’a girildi. Rusya gibi batana kadar uzatmadılar ve her ne kadar gerisin geri işgal ettikleri bölgelerden silahlı güçlerini kaçırsalar da maliyetler korkunçtu…

Uzun soluklu savaşlar, paranızın gerçek değeri her ne kadar kâğıt parçası da olsa; silah gücüyle global piyasalarda sembolik ve abartılı bir değerle gezinse de korkunç maliyetleri bu kadar uzun süre hiçbir devlet kaldıramazdı. Nitekim de kaldıramadı ki, ‘Yeniden Büyük Amerika’ söylemi ortaya atıldı. Amerika artık ‘büyük’ değildi. Yani Amerika, artık eski Amerika değil.

Şimdi, devlet adamı olarak yetiştirilmiş Romantik Rus milliyetçisi Putin ile devleti tüccar mantığıyla yönetmeye kalkan ve devlet terbiyesi sıfır olan Trump anlaştı. Bu aslında şuna benziyor:

İki komşu mahalle var. Bu mahallelerin de iki kabadayısı var. Hatta kabadayılığa hakaret etmeyelim onun da bir raconu var netice de. Bu iki mahallenin de haracını yiyen iki mafya babası var diyelim. Birbirlerinin mahallelerine arada göz kırpıp, öbür mafyadan kaçan kendi mahallesine sığındığında haracı karşılığında koruyorlar. Bu mücadele karşılıklı kavgaya girmeden arada bir iki köpeği harcayarak devam ediyor. Ama bir sabah bakıyorsunuz; Mafyalar anlaşmış…

Şimdi mahalleli ne yapacak?

Aslında her iki mahallede de potansiyel mafyalar var. Geçmişte bu işi üzerinde güneş batmayacak kadar büyütmüş olanı bile var. Ama o da dükkânı kapatalı epey olmuş. Hatta eski Kabadayılardan bile var… Hani mahallenin namusunu koruyan, bileği halat gibi, yüreği mangal gibi filan…

Şimdi soru ve sorun şu:

Ama bu mafyalar potansiyel mafyalara izin verecek mi? Kabadayının yeniden meydana çıkmasına eyvallah edecek mi? Hatta etseler de, o kabadayı hâlâ o bizim bildiğimiz siyah-beyaz tulumbacı filmlerindeki kabadayı mı?

Yoksa o da hormanlanmış bir şekilde mi şişiriliyor? Öyle ya mahallenin sahibi geri dönse, aslında sorun kalmaz. Ama kan hâlâ o kan mı? Karakter hâlâ o karakter mi? Dediğimiz gibi bu da ayrı bir yazı konusu aslında.

Biz yine gelelim ‘Glasnost ve Pere Storika’ya. Sovyet hülyasındaki Putin Gürcistan’da, Moldova’da ve Beyaz Rusya’da yer yer başarılı olsa da binlerce yıllık Türk yurdu olan Kırım’ı Ukrayna’dan koparıp almaya kalkınca yeni bir Afganistan batağına batmış oldu. O dönemki ABD başkanı Obama’nın basiretsiz tutumunun da bu konuda Putin’i cesaretlendirdiğini kabul etmek gerekir. Ancak bağımsız bir devlet olan Ukrayna’nın dış politikasına müdahale etmeye kalkıp bunu fiili işgale dönüştürünce işin boyutu değişti. Ve komşu mahallenin mafyası ve potansiyel mafya adayları Ukrayna’ya destek vermeye başladı. Aslında bu Türkiye’nin ve Türk Dünyası’nın ulusal güvenliği açısından rahatlatıcı bir durumdu. Üzerindeki Rusya baskısı nispeten azaldı. Hatta Suriye’de Türk taburuna hava baskını yapıp çok sayıda askerimizi şehit eden Rusya, o kadar sıkıştı ki, aynı Suriye’den; o vurduğu Türk askerlerinin silah arkadaşlarının korumasında askeri birliklerini kaçırabildi…

Ama bu arada ABD de çöküş sürecin yaşıyordu ve iş dayanılmaz boyuta varmıştı ki, Amerikan halkı aynen Gorbaçov’un ‘Glasnost ve Pere Storika’ politikası gibi, “Yeniden Büyük Amerika” büyüsüne kapılıp denediği ve ülkeyi aslında tarihinde görülmemiş felaketlere götüren birini, denize düşen yılana sarılır misali ‘yeniden’ seçti. Devlet aklı da buna müsaade etti. Çünkü deniz bitmişti.

İlk iş 50 trilyon doları aşan dış borcu tasfiye amacıyla kendi mahallesindeki gayri menkulleri diğer mafyaya satmak veya kendi mahallesindeki ‘koruduğu’ gayri menkullere ‘çökmek’ olarak işe başladı.

Bu da elbette potansiyel mafyaları harekete geçirdi. Çünkü kralın çıplak olduğu gün yüzüne çıktı. Aslında mafya iflas etmişti. Tıpkı romantik olan rakibi gibi… O da yeniden büyük olmak istiyordu…

Şu anda dünyayı büyük bir tehlike bekliyor. Elinde nükleer gücü olan iki mafyaya karşı sıkıştı.

Dünya siyaseti oligapol piyasasına doğru gidiyor. İki mahallenin mafyası anlaştı. Hatta biri kendisine sığınan diğerinin eski adamını öbürüne iade etti.

Bu tehlikeli süreçte bir de uzakta Çin Mahallesi var. O da bu oligapol piyasasına katılırsa, ki taraf değiştiren mafya babamız bunu açıkça söylüyor zaten. Dünyamız bilinen tarihinin görmediği kadar yaşanmaz bir yer olmaya doğru gider… Derin devletlerin veya derin milletlerin yüksek teknoloji ile çökertileceği bu piyasada zaten törpülenen insan hak ve özgürlükleri iyice ayaklar altına alınıp, elit insanlar ve diğerleri durumuna getirilmeye çalışılacaktır. Bu piyasanın kurucu zihniyetinin gözünde o diğerlerinin sayısı 8 milyar olsa da bir şey değişmez, 1 milyara da düşse bir şey değişmez. Nihayetinde otomasyon teknolojisi açığı kapatacaktır nasıl olsa. Karanlık fabrikalar, sentetik gıdalar ve kontrollü salgınlar ile oligapol piyasasının elinde oyuncak olur.

Sorun aslında şu: Bizim kabadayı ne yapacak?

Hormonlu da olsa büyümeyi avantaja çevirip bu kargaşada gemisini yüzdürüp kendi hinterlandına geri mi dönecek? Ya da kendisine hormon enjekte edip vaktinden önce olgunlaştırılmış karpuz gibi ortadan mı yarılacak?

Eğer hinterlandına geri dönmek istiyorsa kültürel birliğini korumak, akrabalarını kanatları altına almak, tıpkı Bilge Tonyukuk gibi, Hoca Ahmet Yesevî gibi, Şeyh Edebâli gibi, Atatürk gibi dünyaya yeni bir söylem ve düzen önermek zorunda. Ama şu anda öyle bir kültürel aydınlanma ne yazık ki görülmüyor. Potansiyel var ama icraat yok.

Diğer yandan ABD seçimleri sonrası ortaya çıkan oligapol piyasasında, çökmüş olan iki mafyanın Çin mahallesi ile kavgaya tutuşması veya muhtemel potansiyel mafyaların mecburen net bir şekilde ‘hayır’ demesi ardından çıkacak kargaşa, bir 3’üncü Dünya Savaşı olarak nitelendirilebilir. Kimin kimin tarafında olduğunun puslu olacağı bu kargaşanın neticesinde oligapol piyasasının dağılacağı kesindir. Ulus devletler her zaman kazanır…

Bir başka ihtimal ise eski mafyaların ve potansiyeli olan mafyaların devlet aklını kullanıp itidalli davranması sonucu biraz sabrederek oligapol piyasası kuran ve birbirine dayanarak ayakta durmaya çalışan bu iki büyük mafyanın yeniden parçalanmasını göreceğimiz günler de yakındır…

Netice de “Yeniden Büyük…” diye başlayan söylemi kullanan kim ayakta kalmış ki, okyanus ötesindeki mafya kalsın? Ne Sovyet Rusya var, ne İngiliz İmparatorluğu var, Ne Almanların 3’üncü Rayh’ı var, ne Yeni Osmanlılar var… Hepsi tarih oldu…

Aslında atalar bu işi biliyormuş, ne derlerdi; “eskiye rağbet olsa, bit pazarına nur yağardı.”

Kaliforniya, Teksas, Alaska, New York, Baltık Bölgesi, Dağıstan, Tataristan, Tibet, Voyvodina gibi yeni devletlere gebe bir dünyada; “Yeniden Büyük Amerika’yı” kurmaya kalkmak; Meksika’ya, Kanada’ya, Danimarka’ya, Filistin’e işgal tehditleri savurmak; olsa olsa devlet dağılırken ve Sovyet sistemi çökerken Afganistan’ı işgal etmeye kalkmak gibi bir şey olsa gerek…

Şimdi başlığımıza dönelim, ABD için de ‘Glasnost ve Pere Storika’ hortladı mı?