13.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 19, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1335

Yıl 2007 Mevlana’yı Anlamak

0

Ömrünü “Hamdım piştim, yandım” diye özetleyen büyük İslam velisi Mevlana Hazretlerinden bahsetmek her kalemin haddi değildir.

Ama 2007 yılını UNESCO, Mevlana yılı ilan etmesi sonrası onu her zamankinden daha da iyi anlamamız gerektiği de bir gerçek…

Günümüzden sekiz asır önce yaşamış, olmakla birlikte hakkında hala araştırmalar yapılan ve gün geçtikçe fikirlerine daha da ihtiyaç duyulan Hazreti Pir, Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürdür.

Engin dehası, derin fikirleri, eşsiz sevgisi ile dün olduğu gibi bugünde eserleriyle insanlığa rehberlik etmektedir.

Aydınlar Ocağı Dernekleri 29. Büyük Şura’sı sebebiyle geçenlerde Konya’da bulunduk. Konya bugünlerde daha farklı. Mevlana Müzesi dolup taşıyor. Kapısından adım atar atmaz, mistik bir havanın esintisi ziyaretçilerin yüzüne çarpıyor. Müzenin içinden yayılan Musıki-i Figan yerli yabancı bütün misafirleri sarıyor, bir başka mana alemine insanı sürüklüyor. Aynı duygu Sema törenlerinde de kendini gösteriyor.

“Gene gel! gene gel! her ne isen gene gel!
Ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan da gene gel!
Bu bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Yüz kere tövbeni bozmuşsan da gene gel!”

Meşhur rubaisi’nin çığlığına koşuyor insanlar. Ama şunu unutmamalıdır ki; Hz. Mevlana hayatında Kur’an ve Sünnet’ten bir adım, bir nefes dahi ayrılmamıştır.

“ Canım bedenim de oldukça Kur’an’ın kuluyum,
Seçilmiş Muhammed’in yolunun tozuyum.
Kim bu sözlerimden başka bir şey naklederse,
Ondan da, o sözünden de şikayetçi olurum.”

Yukarıdaki ifadesiyle Mevlana, söylediklerini çarpıtanlara, eksik aktaranlara kendi batıl inanç ve hayat tarzlarına meşruiyet kazandırmak, taraftar toplamak isteyen, O’nu İslam dışı bir başka hale getirmeye çalışan bazı misyoner ve sapık oluşumlara asırlar öncesinden en güzel cevabı vermiştir.

Mevlana’nın yaşadığı devirde, günümüz dünyası gibi karışıklıklarla doluydu. Her gün bir yerler yıkılıyor, insanlar ölüyor, zulüm, kan ve gözyaşı oluk oluk akıyordu. Moğol İmparatorunun taş taş üstünde bırakmadığı o zamanda Hz. Mevlana Anadolu coğrafyasında üstün fikirleriyle rehber oldu, ışık tuttu, insanlığın zulmetten kurtuluşa vesile oldu.

Mevlana’nın tarihin her döneminde feyiz alınan, seçkin ve yol gösterici fikirlerine, insanlığın bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. Belki de bu yüzden Batı dünyasında eserleri en çok okunanlar arasına girmiştir.

İnsanlığın problemini çözeceğini vadeden, dünyaya sosyal ve ekonomik refahı getireceğini iddia eden ve bunu bir bakıma sağlamış olan Batı’nın materyalist ve liberalist anlayışı, diğer taraftan aç gözlü, amaçsız, doyumsuz bir insan tipini de ortaya çıkartmıştır. İnsanda ruhun eserini yok eden bu materyalist değişim, onu şiddete, alkolizme ve uyuşturucu kullanmaya da itmiştir.

Bu düzen bir kısım insanların servet yağmalayıcısı olmasını, diğer insanların da sömürülmesini ve esaretini gerektirmektedir. İngiliz Filozof Thomas Hobbes’in dediği gibi bu sistem insanı, insan yiyen canavar haline getirmiştir.

Bugün Batı dünyası dini ve manevi bir arayış içerisinde bulunmakta, kendi inanç sistemlerinde bulamadıkları manevi boyutu İslam dininde ve özellikle Hz. Mevlana’nın görüşlerinde aramakta ve ona akın etmektedirler.

Gönüller Sultanı Mevlana Konya’da yeşil türbesinin altında istirahata çekilmiş gibi dursa da, sesi, soluğu, mesajı dünyayı dolaşıyor. Alem Mevlana’yı anlamaya çalışıyor.

Biz hala Hz. Pir’i anlamamaya inat mı ediyoruz?

Şehitler Ölmez

0

İnsanoğlunun tarih boyunca ulaşmak için bir yol aradığı hedeflerden biridir ölümsüzlük. Bunu sağlamak için maddi anlamda olmasa da manevi anlamda ölümsüzlüğe vesile olacak pek çok eser bırakma gayreti birçok insan tarafından sergilenmiştir ve sergilenmektedir.

Mahiyeti farklı olsa da İslam ölümsüzlüğü insanoğluna bir tek makamla vermektedir: Şehitlik.

Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu üzere: “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara, 154)

Dolayısıyla Allah yolunda savaşan, mücadele eden (ki vatan savunması bunun en önemli unsurudur) ve bu uğurda canını verenler, insanoğlunun ulaşmak için tarih boyu çaba gösterdiği bir makama ulaştırılmaktadırlar.

Bunu niye vurgulama ihtiyacı hissediyorum?

Son günlerde artan terör olaylarında birçok vatan evladımızı bu mertebeye uğurluyoruz. Acımız hakikaten çok büyük. Bilhassa bağrı yanık şehit ailelerimizin gittikçe artan şehit cenazeleri karşısındaki haklı öfkelerine ve acılarına belki bir nebze de olsa teselli olur maksadıyla bildiğimiz ancak hatırlanmasında fayda olan bu gerçeği tekrarlamak istedim.

Değerlerimizin gittikçe erozyona uğradığı ve uğratıldığı, üstelik bunu yapanların arasında bu değerlerin savunucusu görünenlerin de maalesef yer aldığı günümüz ortamında, dinimizin bir insana verilebilecek en büyük nimetlerden biri olarak müjdelediği bu mertebeye kavuşanların birer “kelle”den ibaret olmadıklarının vurgulanmasını hem onlara hem de ailelerine gösterilmesi gerekli hürmet sebebiyle önemsiyorum.

İdealist olmanın özellikle gençler arasında artık alaya alınmaya başlandığı, tahsil hayatı gibi hususların “çok para kazanma” vesilesi olarak görüldüğü bir dönemde vatan uğruna savaşabilmek ve ölebilmek için gözünü kırpmadan görev mahallini değiştirerek ateşin ortasına atlayabilenleri en büyük takdire şayan görenlerin hala bulunduğunu vurgulamak için bu noktalara temas ediyorum.

Ülkenin içinde bulunduğu zor şartlar altında kendilerine alternatif vatan ve vatandaşlık “imkanları” aramak yerine dedelerinin ne şartlar altında bu toprakları bizlere miras bıraktıklarını unutmayarak, ticari bir meta olarak değil de savunulacak ve yaşanılacak vatan olarak bu topraklara bağlı olan ve geleceğini bu vatanın bütünlüğünde görenlerin kalbimizdeki müstesna yerlerini ifade etmek için bahsettiğim hususları tekrarlıyorum.

Ve en nihayetinde acılarında, endişelerinde ve gururlarında yalnız olmadıklarını anlatmak için kullanılabilecek tek bir cümleyi tekrarlayabilmek adına bu satırları kaleme alıyorum: “Şehitler ölmez!”…

Kuzey Irak’a Müdahale

Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesi ve terörü kaynağında vurarak yok etmesi konusunda yapılan tartışmalar üzüntü verici bir mecrada cereyan ediyor.

Devletin büyüklüğü öncelikle kararlı olmasıyla gösterilir. Bugün Türkiye’yi yönetenler terörle mücadele politikası konusunda kararsızlık içindedir.

Başbakan kısa bir süre önce Talabani ve Maliki ile görüşebileceğini söylerken, bugün aşiret reisleriyle görüşmesinin mümkün olmadığını söylüyor.

Genelkurmay Başkanı K.Irak’a müdahalenin yararlı ve sonuç alıcı olacağını açıklarken, Başbakan “Türkiye’de bulunan 5000 teröristi tesirsiz hale getirememişken, K.Irak’taki 500 terörist için harekât yapılması anlamsızdır” diyor.

Başbakanın bu beyanatından sonra Türkiye’nin K.Irak’a bir müdahalesinin söz konusu olmadığı mesajı verildiği için, PKK’nın, Barzani’nin ve ABD’nin rahatladığı muhakkaktır. Bu beyanattan sonra, Türkiye’nin artık ABD ve Irak yönetimine “PKK’ya karşı operasyon yapın, bu örgüte karşı işbirliği yapın” deme imkânımızın kalmadığı da ortada.

Daha sonra bu rakamların yanlış olduğu, hatta “teröristlerin çoğu Türkiye’dedir” tezinin de doğru olmadığı, içeride 1500, dışarıda 3500 terörist olduğu ertesi gün Başbakan’ın açıkladığı rakamlardan anlaşılıyor.

Bu politikayla AKP’nin seçimlerde ABD desteğini sağlaması; Barzani ve bölge milletvekillerini memnun etmesi ve böylece Güneydoğu’da alacağı oyları artırması mümkün olur mu, bilinmez. Ancak bu politikanın terör konusunda Türkiye’nin mücadele gücünü zayıflattığını söylemek herhalde abartılı olmaz.

Hükümet gerektiği zaman müdahale etmek üzere Meclis’ten K.Irak’a müdahale için yetki alabilir ve bu kararlılığı caydırıcı unsur olarak kullanabilirdi. Buna bile cesaret edilemedi.

Başbakan’ın “K.Irak’taki unsurları rahatlatıcı beyanlarının” hem de Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri, MİT, İçişleri temsilcilerinin katılacağı mini MGK diyebileceğimiz toplantıdan birkaç saat önce yapılması, Türkiye genelinde önemli bir seçmen kitlesi tarafından “devlet adamı ciddiyetinden uzaklık”, “gafletten de öte” olarak algılandı.

Devlet kurumları arasındaki bu iletişimsizliği bir yana bırakalım. Sonucu bir savaşa varabilecek müdahale kararını almanın güçlüğünü de kabul etmek durumundayız. Yapılacak müdahale geçici olarak belli bir derinliğe kadar girip, Kandil Dağı ve çevresini bombalamakla sınırlı kalması halinde yeterince başarılı olunamayacağı ortadadır.

Uzun süre kalmak üzere ve geniş bir alana yayılmış müdahalenin ise iki türlü riskinin olacağı vurgulanmaktadır: Coğrafyanın zorluğu ile Peşmerge ve ABD askerleri ile çatışma ihtimali.

Burada esas üzerinde durulması gereken ABD’nin tutumudur. ABD’nin bir NATO ülkesi olan Türkiye’ye karşı savaşa girmesi, NATO’nun parçalanmasını göze alması ihtimali yok gibidir. Zaten yüz bin civarındaki askeriyle Irak’ta kontrolü sağlayamayan ABD’nin Türkiye’nin cepheye süreceği iki yüz bin iyi yetişmiş askeriyle çarpışmayı göze alması mümkün görülmemektedir.

Askeri açıdan ABD ile bir çatışma söz konusu olmamakla beraber, ABD’ye rağmen yapılacak müdahalenin ekonomik ve siyasi açılardan ciddi sıkıntılar yaratacağı muhakkaktır. Ekonomimiz çok kırılgan bir yapıya sahiptir ve dış müdahalelerden çok çabuk etkilenmektedir. Bu bakımdan alınacak bir müdahale kararından önce atılması gereken bütün siyasi adımların atılması, ABD ile ortak çıkar noktalarında buluşulması gereklidir.

Bir ülkenin komşusu olan bir ülkeye karşı terörün lojistik ve siyasi destek merkezi haline gelmesini uluslararası hukuk himaye etmez. Irak hükümeti terörist örgüte karşı gerekli önlemi almadığı sürece Türkiye’nin hukuken müdahale hakkı vardır. Kaldı ki, ABD kendisine karşı yapılan “terör hareketi”ne cevap vermek için ta Afganistan’ı işgal ettiğine göre, aynı kararlılığı gördüğü Türkiye’ye karşı belirli ölçüler içerisinde “anlayışlı” olmak durumundadır.

Bu kararlılığın göstergesi olarak Habur sınır kapısının kapatılması, İncirlik’in masaya yatırılması, K.Irak ile ticari ilişkilerin kesilmesi, Barzani’nin Türkiye’deki şirketlerinin faaliyetine son verilmesi gibi uygulamaların başlaması gerekli görülmekte.

Bırakın bu uygulamaların başlamasını, Türkiye’de kararları uygulayacak olan ve aralarında işbirliği ve koordinasyon olması gereken birimler birbirlerine mesajlarını medya üzerinden veriyor.

Böyle zor ve çok yönlü bir problemin bu anlayışla çözülmesi mümkün değildir. Bu demektir ki, maalesef daha çok şehit cenazesi defnedeceğiz. Ve hükümet, cenazelerdeki kendisine yönelik tepkileri sindirmek için, tepki gösterenleri kameralarla takip gibi abes işlerle uğraşmaya devam edecek. Ta ki bu anlayış sona erinceye, Türkiye büyük devlet olduğunu hatırlayıncaya kadar.

OKS, ÖSS

0

Önce başlıktaki kısaltmaların, halk tarafından söylenişindeki yanlışlığı düzeltelim. Ortaöğretim Kurumları Sınavı’nın kısaltılmış şekli olan OKS, “O-ka-se” diye okunmaz. Türkçede ünsüzler “e” ünlüsü ile adlandırılır. B, c harfleri ba ve ca şeklinde değil, be ve ce diye okunur. “K” harfinin adı da “ke”dir. Bu kısalmalarda yapılan ikinci hata, OKS sınavı ya da ÖSS sınavı denmesi. Kısaltmanın sonundaki “s” harfi “sınav” sözcüğünün kısaltılmışıyken sözcüğün tekrar kullanılması bir yanlışlıktır. “Öğrenci Seçme Sınavı” sınavı demek, komik kaçıyor. ODTÜ üniversitesinde ve GAP projesinde de aynı hatanın yapıldığını söyleyebiliriz.

OKS ve ÖSS’nin, bilmiyorum, dünyada bir benzeri var mı? Bunlar, sanırım, Türkiye’ye özgü sınavlar. Bu sınavlar, ülkemizde değişik isimlerle yıllardır yapılmakta. LGS, ÜSS, ÖYS; benim şimdilik hatırlayabildiklerim. Her birinin temelinde öğrencileri eleme, seçme, ayırma amacı var. Birincisinde öğrenciler ortaöğretim için, diğerlerinde üniversite için seçilmektedir. Başka ülkeler, öğrenim süreci içersinde öğrencileri seçmede farklı yöntemler kullanırken, biz sınav yöntemini kullanmaktayız. Bizim bu yöntemi tercih nedenimiz, kimine göre eğitim sisteminin oturmamışlığı, kimine göre kolaycılık ahlakımız. Sosyal olaylarda doğru ve yanlışın, mutlak doğru ve yanlış olmadığını bildiğim için, öğrencileri seçmede hangi yöntemin daha doğru ya da yanlış olduğunu söylemekte zorlanıyorum. Her doğru, sonuçları itibariyle, kendi ölçüsünde yanlış; her yanlış, kendi ölçüsünde doğru barındırabilir. Bunu, sosyal olayları gerçekçi bir gözle değerlendiren herkes bilir. Öyleyse, bizdeki OKS ve ÖSS sistemi kesinlikle doğrudur ya da yanlıştır diyemeyiz. Sistemin yanlışlığını vurgulayanlar, daha çok, kişinin kaderinin kısa bir sınavla belirlenmesi ve sınav kaygısının kişi psikolojisini olumsuz yönde etkilemesi üzerinde duruyor. Sınavın, eylem olarak sevimsiz olduğu bir gerçek. Napolyon’a, gece yarısı ordu komutanı koşarak gelir, “Efendim, uyanınız, kalkınız!” diye seslenir. Uyku sersemi ne olduğunu anlayamayan Napolyon: “Ne var?” der. Komutan: “Efendim, düşman orduları Paris’i kuşattı.” deyince, Napolyon: “Ben de imtihan var zannettim.” diyerek komutanın telaşını hafife alır.

Sınav, kişide kaygı uyandıran, ruh dengemizi bozan sevimsiz bir eylem. Ancak, sonunda sınav olmayan öğrenme de karşılığını bulmuyor. Sınav, su bileşeni için oksijenin hidrojene olan ihtiyacı kadar, öğretim ve eğitim için gereklidir. Onu sevimsiz kılan, kişide depresif hallere yol açması ve kaybetme korkusu. Kaybedilen hiçbir şey sevimli değildir. Öğrencinin öğrenim yaşamının kısa süreli bir sınava endekslenmesi ve bu sınavın, kişinin sonraki yaşamında dönüm noktası olması, çok doğru görünmüyor. Sınavın az öncesinde ve sınav sırasında yaşanabilecek olumsuzluklar, kişinin geleceğini haksız şekilde belirleyebilir. Doğabilecek sağlık sorunları, sınav sırasındaki çevresel faktörler sınav sonucunu düşürebilir. OKS ve ÖSS’ye bu noktadan itiraz edenler, haklılar. Sistem, tartışmaların yoğunlaştığı bu açıdan ıslah edilebilir.

OKS’de, öğrenci başarısının üç öğretim yılın sonunda yapılacak sınavlara, ayrıca öğrencinin ders durumuna göre belirlenecek olması, sistemde yapılabilecek çözümlerin en makulü görünüyor. ÖSS’de de bu tarz yapılacak bir iyileştirmeyle, sisteme yönelik itirazlar hafifletilecek, kişilerin başarısı daha objektif ölçütlere göre belirlenecek, adalet sağlanacak ve eğitimde fırsat prensibine daha da yaklaşılacaktır. Meslek liselerine inatla yapılan haksızlık da kaldırılmalıdır. Toplumumuzun orta ve alt gelir düzeyindeki ailelerin, çocuklarını gönderdikleri bu okul mezunlarına yönelik uygulamaya son verilmelidir. Bu kesimdeki insanların seslerini fazlaca çıkaramamaları, bir haksızlığın olmadığı anlamına gelmez. Bu uygulama, zamanla toplumda derin yaralara yol açabilir. Fırsat eşitliği deyince mangalda kül bırakmayanlar, nedense, bu konuda üç sağırları oynuyorlar.

OKS, ÖSS şimdilik Türkiye gerçeği. Günahları ve sevaplarıyla, onu kabullendik. Çocuğu olan herkes, çocuklarıyla birlikte bunun sancısını yaşayacak. Dileğimiz, bilenle bilmeyenin doğru ayrılması, hak edenlerin gülmesi, hak etmeyenlerin de sonucu kabullenmesi. Sınav, her şey değil; ama çok şey!

Eğitim ve Biz

0

Gelişmenin, ilerlemenin muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın birinci şartı eğitimdir. Eğitilmiş insanlar, eğitilmiş toplumlar diğerlerine göre her zaman lokomotif durumundadır.

Eğitim o kadar önemlidir ki: peygamber(SAV)’e gelen ilk vahiy okumakla yani ilimle ilgilidir. “Yaradan Rabbinin adıyla oku” Alak suresi 1. ayet. Cehaletin kesinlikle hoş görülür ve müslümana yakışır tarafı yoktur.

Bundan sonra gelen vahiy ise temizlikle ilgilidir. İslam dini müslümanın şöyle olmasını istiyor: dini ve dünyevi ilimleri bilen konusunda uzman, içiyle dışıyla tertemiz pırıl pırıl aydın bir Müslüman olmamızı istiyor.

Eğitimin ne kadar önemli olduğunu peygamber (SAV) Efendimiz şu uygulamaları ile bizlere göstermiştir: Medine’ye hicretten sonra “Ashab-ı suffa” isminde ilk yatılı okulu açmış orada fakir ve muhtaç kişilerin eğitimi gerçekleştirilmiştir.

Yine Bedir savaşından sonra alınan esirlerden her birinin on müslümana okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması eğitime verdiği önemi göstermektedir.

Bu uygulamaları örnek alan ecdadımız edebiyatta, sanatta, felsefe ve teknolojide Dünya’nın lideri durumunda olmuştur. Bugün hala isimleri saygı ile anılan bilginler yetiştirilmiştir. Farabiler, İbn-i Sinalar, Biruniler, Molla Hüsrevler ve daha yüzlercesi…

Bugün hem ekonomik, hem de teknolojik yönden ideal bir seviyeye ulaşamayışımız eğitime gereken önemi vermememizden kaynaklanıyor.

Eğitimde dini eğitimle, dünyevi eğitimi birbirinden ayırmak doğru olmaz. Bilgi çağında fatihayı okuyamamak, islamın şartlarından, abdestin ve guslün farzlarından haberdar olmamak müslümana yakışmaz.

Müslümanlar dinini bilmezlerse türbelere çaput bağlamayı, mum dikmeyi ibadet sayarlar. Bazı uyanık ve de kötü niyetli insanların tuzağına düşmekten kurtulamazlar.

Din ve bilim bir insanın iki ayağı, bir kuşun iki kanadı gibidir. Bizler her ikisine de gerekli ilgiyi göstermek suretiyle muasır medeniyet seviyesine ulaşabiliriz.

Değerli gençler sizden istediğimiz kendinizi yarınlara en iyi şekilde hazırlamanızdır. Çünkü yarınlar sizlerle aydınlanacaktır. Bizler size güveniyoruz sizleri çok seviyoruz. Eğitimciler olarak bizler de bu konuda üzerimize düşen her türlü fedakarlığa hazırız. Ülkemizin ekonomik ve teknolojik açıdan AB ye ABD ye ve Japonya’ya yetişmesi ve onlardan daha ileri bir seviyede olması sizler sayesinde olacaktır.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinize başarı dolu yarınlar diliyorum. Sizlere güveniyor ve sizleri seviyorum.

Unutmayınız ki yüz tane mazeret bir tane başarının yerini tutmaz.

Kader Anları

“Kader anı” dediğimiz bazı kritik olayların hem şahsi hayatımızda ve hem de milli tarihimizde yaşandığı durumları hatırlayınız.

Bu kader anları bazen şahsi tercihlerle, bazen de irademiz dışında tecelli ederler. Osmanlı Devleti olarak 1. Dünya savaşına dâhil olmamızı sağlayan İttihat Terakki önderlerinin (Enver, Cemal ve Talat Paşaların) kararı; Mustafa Kemal Paşa’nın “Kuvayı Milliye” Hareketini başlatma kararı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Dünya Savaşına girmemesini temin eden İsmet İnönü hükümetinin politikası çok önemli sonuçlara sebep oldu.

Bırakın savaşları, 1950–1960 Demokrat Parti (Menderes) Hükümetlerinin demokrasi ve kalkınma anlayışına getirdiği yenilik, Adalet Partisi (Demirel) Hükümetlerinin “İthal İkamesine” dayalı sanayileşme politikaları ve Turgut Özal’ın getirdiği iç ve dış rekabete açık ekonomi modeli tercihlerinin Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasi gelişmelerini nasıl değiştirdiğini düşününüz.

Çanakkale’de küçük rütbeli bir subay (yarbay) olan Mustafa Kemal’in göğsünün üstündeki saate çarpan şarapnel parçası bir santim yana isabet etseydi, O’ da şehitler kervanına dâhil olan isimsiz kahramanlardan biri olarak kalacaktı. Öyle olsaydı, Türkiye düşman istilasından kurtulabilir ve Türkiye Cumhuriyeti kurulabilir miydi? Bilinmez.

Seçimlerden sonra Türkiye’yi bekleyen üç ana konuda yapılması gereken tercihler de, önümüzdeki on yıllarda izleyeceğimiz rotayı çizen kader anları olacak gibi görünüyor:

  1. Ekonomide, petrol fiyatlarının yüksekliği nedeniyle bazı ülkelerde oluşan sermaye fazlası gelişmekte olan ülkelere kayarken, Türkiye’ de bundan yararlandı. Ancak bu sermayeyi çekerken, bize benzeyen diğer ülkelerden farklı olarak iki dramatik tercih yaptık: Birincisi dünyanın en yüksek reel faizini vererek bu sermayeyi çektik. İkincisi bütün kritik işletmelerimizin yabancı kontrolüne girmesini sağlayan “babalar gibi satış” yöntemini uyguladık.

    Mevcut AKP hükümetinin tercihleri sonucu haberleşme, ulaştırma, bankacılık sektörleri dâhil olmak üzere bütün temel ve kritik sektörlerde yabancı sermayenin payı milli ekonomi kavramını yok eden bir oranda yükseldi. Bazı sektörlerde (haberleşme gibi) yerli sermaye payı hiç kalmadı.

    Diğer gelişmekte olan ülkeler mevcut borçlarını azaltırken, biz borcumuzu daha büyük borç alarak sürdürmeye devam ettik ve tarihimizin en büyük cari açığına ulaştık.

    Bu durum sür dü rü le mez. Yeni hükümetin alacağı, yeni ekonomik kararlar bir kader anı olacak gibi görünmekte.

  2. Terörün bu günkü aldığı boyut, eriştiği siyasi destek ve yarattığı psikolojik ortam da mevcut haliyle sorunun sürdürülemez olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin Kuzey Irak’a girerek terörü kaynağından kurutmaya çalışmasının bir bedeli vardır. Kuzey Irak’a girmeyip günlük şehit cenazesi sayısının her gün daha da artması, buna karşılık terör örgütü uzantılarının meclise girmesinin getireceği psikolojik gerginliğin de bir bedeli olacaktır.

    Bu konuda alınacak karar ve uygulanacak politikalar da bir kader anı oluşturacaktır.

  3. Zaten ufukta net bir görüntü alamadığımız AB konusu, Fransa’da Sarkozy’nin ve Almanya’da Merkel’in gelmesiyle hepten çıkmaza girmiştir. Bu gelişmeler, AB üyeliği hayaliyle milli haysiyetimizi rencide eden dış müdahalelere son vermek ve “Gümrük Birliği” dâhil verilen tavizleri gözden geçirmek için bir fırsat olarak değerlendirilebilir.

    Gelecek hükümet bu konuda da “vaziyeti idare etmek” yerine milli menfaatlerimize uygun bir AB politikası icra etmeyi tercih ederse, bu karar da bir kader anı teşkil edecektir.

Ege Cansen’in ekonomimizin durumu için anlattığı fıkrayı hatırlatmak isterim: Ağzına kadar dolu bir lağım çukurunda bulunan insanlar, alt dudaklarına kadar gelmiş pisliğin ağızlarına kaçmaması için hareketsiz beklemektedir. Havuza girerek kendilerini bu pis ortamdan kurtarmak için havuza girmeye hazırlanan hayırsever adama karşı hep beraber seslenirler: “Sakın dalgalandırma!”

Sadece ekonomimizde değil, diğer temel konularda da artık dalgalandırmadan “vaziyeti idare etmek” mümkün değildir. Ya bacaklarımızdaki takat bitecek ve pisliğe gömüleceğiz. Ya da dalgalanmayı ve bir miktar daha zorluğa katlanmayı göze alarak bu çukurdan çıkacağız.

Unutmayınız seçmen olarak bizim tercihimiz de gerçek bir kader anı oluşturacaktır.

Yabancı İlgisi

0

Sevgili okuyucular, yazılarımda her zaman bahsettiğim gibi içinde bulunduğumuz dönemde yaşananlar Osmanlı’nın son döneminde yaşanan olaylarla paralellik göstermektedir. O dönemi incelediğimizde görülecektir ki Osmanlı tarihi boyunca yabancıların en fazla ilgisinin ve dolayısıyla faaliyetlerinin yoğun olduğu dönem Osmanlı tarihinin son dönemlerine tekabül etmektedir.

Nitekim o dönemde kurulan yabancı finans kaynaklı okullar ve cemiyetler ülkenin içinde bulunduğu zorlu ekonomik ve siyasal şartlar içerisinde etkin rol oynadıkları için daha sonra kurulacak olan Cumhuriyet’te Atatürk ilk olarak yabancı okulları ve dernekleri kapatmıştır. Yani denilebilir ki ülke içerisinde temizlik hareketine girişmiştir.

Kanaatimce son derece yerinde olan bu temizlik harekatının en can alıcı noktası “İstiklal Mahkemeleri”dir. İstiklal mahkemeleri demokratik tavır olarak birçok kişinin eleştirilerine maruz kalsa da bence o dönemin şartlarına göre yapılması gereken bir uygulamadır. Fakat amacına tam manasıyla ulaşamadan son verilmiştir. Çünkü bu mahkemelerde ilk önce yönetime alternatif olabilecek şahıslar yargılanmıştır. Ancak esas misyonunun İstiklal Savaşı sırasında yabancılarla el ele vererek ülke içerisinde hainlik yapan kesimi temizlemek olduğunu düşünmekteyim.

Günümüze bakıldığında ise ülkemize olan yabancı ilgisinin en yoğun olduğu dönemi yaşamakta olduğumuz hepimiz tarafından aşikardır.

Borsanın bile %73’nün yabancı sermaye olduğu bu dönemde ülkemiz adeta yabancı sermaye ve yabancı sermaye kaynaklı sivil toplum örgütlerinin konuklandığı ülke haline gelmiştir.

Değerli okuyucular bu son derece ciddi bir durumdur. Ülkeler tarihi açısından son derece kısa bir dönem olan yaklaşık yüz yıl önce aynı durumla karşı karşıya kalan ülkemiz en sonunda var olma mücadelesi vermiştir

Dünya siyasetini kuran oyun kurucularının uyguladığı sistem her zaman aynıdır. Önce ülkeler içerisinde yabancı sermaye kaynaklı sivil toplum örgütleri ve okullar kurmak, dolayısıyla kendilerine göre adam yetiştirip o ülkenin milli reflekslerini kırmak, daha sonra ise bölge için nasıl bir siyaset belirlenmişse onu uygulamak.

Buna binaen geçtiğimiz günlerde Rusya devlet başkanı Putin ülkesinde yabancı sermaye kaynaklı sivil toplum örgütlerinde toplam 700.000 kişi olduğunu bunlarında ülke genelinde casusluk vazifesi gördüğünü beyan etmiş, akabinde Rusya Parlamentosunda yabancı sermaye kaynaklı kuruluşlara sınırlandırılma getirilmesini oylamaya sunmuş ve büyük çoğunluğun kabul oyuyla sınırlandırılma yasallaşmıştır.

Bu durumda yabancı sermaye ile kurulan vakıf ve dernek cenneti ülkemizin ne büyük bir tehlike içerisinde olduğu daha da iyi anlaşılmaktadır.

Yukarıda izah ettiğim gibi dünya siyaset kurucularının yöntemlerinin aynı olması ve bizim millet olarak bu yöntemlerin acı tecrübesini yeni yaşamış olmamıza rağmen hala aynı konularda sıkıntıya düşmemiz insanı daha da üzmektedir.

Anlaşılmaktadır ki bizim milletimizin tarihi hafızası yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla gençlerimizi tarihi kimlikle yetiştirmek biz ebeveynlerin en büyük görevi olmalıdır. Ancak bu şuurda yetişen bir nesil ülke geleceği açısından “yabancı ilgi”sine dur diyebilir.

Batı Trakya Meselemiz

0

650 Yıl boyunca Osmanlı Devleti idaresinde Rumlarla birlikte mutlu, müreffeh bir şekilde yaşayan Batı Trakya Türklüğü, Yunan idaresine geçtiği günden itibaren bir çok sorunla karşı karşıya kalmıştır.

Atalarımın Lozan mübadelesiyle göç ettirilmiş olması ve eşimin akrabalarının hala İskeçe ve Gümülcine’de zor şartlar altında yaşamlarını sürdürüyor bulunması bu milli davayı benim açımdan da çok önemli bir hale getirmektedir.

Bugün Kocaeli’nde bir çok Batı Trakya göçmeni bulunmakta Yeniköy, Akmeşe, Kızderbent beldeleriyle, Gündoğdu, Hacı Hızır, Topçular mahallelerinde yaşamlarını sürdürmektedir. Birçokların da akrabaları hala Batı Trakya’da yaşamaktadır.

Yunanlılar Batı Trakya Türklerini hep “Ankara’nın Truva Atı ” olarak algılamış Türkiye’nin Batı Trakya Türklerini kullandığına inanılmıştır. Diğer taraftan Türkiye kamuoyu Türk azınlığın ne tür sıkıntılarla karşılaştığını günümüzde olduğu gibi hiçbir zaman yeterince öğrenememiştir.

Günümüzde Batı Trakya’daki temel sorunlar: “Türk” adının kullanılması, Müftülük seçimi, Eğitim ve öğretim, siyasal haklar, yurttaşlık ve dürüst yargılanma hakkına ilişkin sorunlar ve ekonomik alandaki sorunlar şeklinde sıralanabilir.

Yunanistan; Türklerin dini kimliklerini güya tanıyor, ancak etnik kimliklerini “Türk azınlığı yoktur, Müslüman Yunanlılar vardır” söylemiyle reddediyor. Bu yüzden Türk ve Türkçe terimlerin kullanılmasında ciddi kısıtlamalar getiriyor.

Yunanistan bir din devletidir. Din eğitimi ilkokulun ilk sınıfından başlıyor. Kilise bilgileri tarihi şekillendiriyor. Rum çocukları eski Bizans’ı, Konstantinapol dedikleri İstanbul’u Bizans’ın başkenti olarak öğreniyor.

Osmanlı’nın ibadethane olarak kullandığı Selanik’teki Yeni Camiii, bugün Yunan Devleti Pontus soykırım müzesine dönüştürmüştür. Bu bile Yunan Megola İde ası’nın, nefretinin beyinlerden silinmediğini gösteren en büyük örnektir.

Yunan hükümeti Türklerin seçtiği Müftüyü tanımıyor, yerine Hıristiyan dinine mensup bir komisyon tarafından, işbirlikçi müftüler seçilip tayin ediliyor. Bu amaçla Müslümanları kontrol altında tutmayı hedefliyor.

24 Temmuz 1924 tarihli Lozan Antlaşmasına göre Türk azınlığın eğitiminin özerk statüde yapılması gerekirken, Yunan makamları uygulamada Türk öğrencileri gerçek manada eğitimden mahrum bırakıyor. Tarih dersi Rumca, Fen dersleri Türkçe olarak okutuluyor.

Yunan politikaları doğrultusunda yetiştirilen Selanik Pedagoji Akademisi mezunu öğretmenler tayin edilirken, Türk azınlığa mensup formasyonlu öğretmenlere ise görev verilmiyor.

Türklerin siyasal örgütlenme hakkı da değişik ihlallere uğramış, Türk olduğunu açıklayanlar hapsedilerek malları ellerinden alınmış ve çeşitli bahanelerle 2500 Türk vatandaşlıktan çıkartılmıştır.

Türk azınlığın ellerinde ki topraklara çeşitli bahanelerle el konulmuştur. Lozan Antlaşması imzalandığında Batı Trakya toprakları’nın % 84’ü Türklere aitken, bugün bu oran % 25’e kadar düşmüştür.

Batı Trakya Türklerinin yaklaşık % 80’i kırsal kesimlerde yaşıyor, dolayısıyla tarım ile geçiniyor. Tütüncülük yaklaşık 13 bin Türk ailesinin gelir kaynağı. (Batı Trakya Türklerinin % 50’si ) Rum tüccarların düşük fiyatlarla tütün almaya çalışması ve 2005 yılında AB’nin tütüne verdiği sübvansiyonları azaltmaya başlaması, tütüncülükle uğraşıp başka geçim kaynağı olmayan Türk çiftçisine ciddi sıkıntılar yaşatıyor.

Bu bir bakıma “Batı Trakya Türklüğünün ölüm fermanıdır.” Bununla Türklerin işsizlik ve sefalete sürükleneceği ardından da iş arayışı peşinde bölgeyi terk etmek zorunda kalacağı belirtiliyor.

Ne AB normları, ne Uluslararası antlaşmalar, ne de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Batı Trakya Türklerinin sorunlarını çare olamıyor. Hatta bihaber görünüyor. Türk azınlık her geçen gün içinden çıkılmaz problemlerle baş başa kalırken, Türkiye’nin üzerine düşen görevleri acilen yerine getirmesini bekliyor.

Batı Trakya Milli Davamızda bugüne kadar mücadele etmiş Lozan Antlaşması’nın yıl dönümü olan 24 Temmuz 1995 tarihinde şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybeden Dr. Sadık Ahmet’e, hayatını Batı Trakya Türklüğüne adamış Mehmet Emin Aga’ya Yüce Allah’tan rahmet diliyorum. Aynı yolda davayı sahiplenen İbrahim Şerif Hoca’ya da Allah’tan uzun ve hayırlı ömür diliyorum…

Değişen Eksen ve Hümanizm

Seçim yaklaşıp listeler açıklandıkça klasik sağ-sol ayırımının nasıl değiştiği de ortaya çıkıyor. Siyasetin ekseni daha çok milli-gayri milli çizgisine oturduğu için, bazılarına sürpriz de gelse taşlar yerini buluyor. Devamlı söylediğimiz gibi sağın milliyetsiz kesimi ile solun milliyetsiz kesimi küresel rüzgarların etkisiyle birleşebiliyor. Onun için bazı listelerde yer alan ve sürpriz kabul edilen isimler aslında sürpriz değil. Her bir milli meselede bakış ve davranış farkları artık bu yeni yerleşmeye göre şekilleniyor. Bundan dolayı bir cemaat gazetesinde solun makbul isimleri olarak Baskın Oran, Ufuk Uras ve benzerleri öne çıkarılıyor. Aşırı sol militan faaliyetlerde bulunan Bülent Tanör’ün demokrat kimliğinden bahsediliyor. Washington Türkiye Araştırmaları Enstitüsü Müdürü bir ABD’li Prof’un “Türkiye’nin hızını ulusalcılar kesiyor” şikayetine yer veriliyor. TCK’nın 301. Maddesinden şikâyetçi olan yabancıların tekrar sesi duyuluyor.

Kimisi 27 Mayıs 1960 darbesiyle bugünkü gelişmeleri aynı kefeye koyuyor; Ordu ve Devlet düşmanlığını körüklüyor; demokratikleşme adı altında Türkiye’nin federalleşmesini savunuyor; Türklüğü reddediyor; Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerden yana olmayı statükoculuk diye ilân ediyor. Ekonomik değer ve kaynaklarımızın özelleştirme adı altında yabancılara peşkeş çekilmesini küreselleşmenin kaçınılmaz kanunu olarak kabul ediyor.

Bunlara göre, Türkiye’nin içine kapanmaması için siyasi ve ekonomik açıdan yağmalanması gerekiyor. Bir tarafta T.C’nin tasfiyesini savunanlar, diğer tarafta ona sahip çıkanlar ve yasalar içinde vatandaşlık haklarını kullananlar… İstismar edilip kullanılmasına rağmen, bazıları bu Cumhuriyet mitinglerinden fazla rahatsız oldular. Bizde bu mitinglerde laik-antilaik maçının körüklenmesinden rahatsız olduk. Aslında bu gündemi değiştirtmekti.

Geçen hafta ölümünün 25. yılında Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ı İ.Ü Edebiyat Fakültesi’nde düzenlenen iki oturumlu bir toplantıyla saygı ve rahmetle andık. Allah’ın rahmetine kavuşan bu asil ve efendi ilim adamının cemiyetçiliği ve ses bayrağımız olan Türkçemize yaptığı hizmetler unutulamaz. Vefalı ve kadirşinas meslektaşlarımız Prof. Dr. Mustafa Özkan ve Prof. Dr. Osman Sertkaya gerekeni yaptılar.

Elimde rahmetli Timurtaş için Prof. Dr. Özkan tarafından hazırlanmış bir kitap var. Bu eserde kendisinin hayatı ve eserleri ele alınıyor. Kitabı karıştırırken bir başlık dikkatimi çekti: “Milliyetçilik ve Hümanizm”

Bilindiği gibi, 2007 yılı UNESCO tarafından Mevlâna Yılı olarak kabul edildi. Bu vesileyle Mevlâna ile hümanizm arasında ilişki kurularak Mevlâna’yı sözde tanıtıcı faaliyetler yapılmaktadır. Bir yabancının Mevlâna’da hümanizmi araması yadırganacak bir şey değildir; ama Müslüman bir Türk aydınının Mevlâna’da hümanizm araması önemli bir çelişkidir. Rahmetli Ahmet Kabaklı’nın da dediği gibi, Mevlâna’nın hümanizme ihtiyacı yoktur. (Tercüman, 31 Aralık 1982) Böyle bir yaklaşım Mevlâna’ya dindışılık yükler ki; bu da İslâm’la ters düşer. Çünkü; Batıdaki hümanizm Ortaçağ karanlığına ve kiliseye karşı insan aklını, insanı ve dindışılığı öne çıkaran bir akımdır. Mevlâna’nın da nasiplendiği İslâm ise, insan sevgisine dayanır, bütün müminleri kardeş sayar, İslâm dininden olmayanlara da iyi muamele edilmesini ister. Doğuştan elde edilen statüyü değil; takvayı esas alır.

Günümüzde milliyetçiliğe rakip olarak hümanizmi ortaya koyanlar, milliyetçiliğin ırkçılığa varan Batılı tanımlarına ve uygulamalarına dayanmaktadırlar. Milliyetçiliğe yer ve değer vermeyen bir insaniyetçilik ve insan sevgisi çok soyut kalır. Önce kendi milletinden olanları düşünmek, daha sonra insanlığı göz önüne almak uygun olabilir.

Bir Fetih Yazısı

0

Dünya tarihinin akışını değiştirmiş, yeni bir medeniyetin oluşumunu sağlamış olan İstanbul’un Fethi’nin 554. yıl dönümünü büyük bir coşkuyla kutluyoruz.

Tarihte, güçlü devletler kurmuş, büyük zaferler kazanmış, değerli devlet ve ilim adamları yetiştirmiş bir millet oluşumuzun hatırlanması; geleceğe doğru emin adımlar atmamız için, ilham ve güven kaynağı olacaktır.

Bu yüzden Fethi ve Fatih’i çok iyi anlamamız gerekmektedir.

Fatih Sultan Mehmet, daha çocuk yaşta devrinin en önemli alimleri olan Akşemsettin, Molla Gürani gibi hocaların elinde yetişmişti. Gönlüne “İstanbul Sevdası” daha küçük yaşta düşmüştü.

Biliyordu ki ; İstanbul daha önce 22 defa kuşatılmış, ama başarı bir türlü gelmemişti.

1451 yılında babası 2. Murat’ın vefatı üzerine padişah oluyor, ilk iş olarak İstanbul’un Fethini programına alıyordu. Çünkü baştan beri “Fetih ruhu ve Kızıl Elma” ülküsüyle yoğrulmuştu.

Bu anlayışla devrinin teknolojisinden faydalanıyor, askerini bu disiplinde eğitiyordu.

İstanbul’u fethetmekte kararlı olan Fatih “Şahi” adlı tarihin ilk havan topunu döktürdü. “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni” diyordu. Ölümü göze alacak kararlılıkta olan bir insanın elinden hiç bir şey kurtulamazdı. Öyle de oldu.

Fatih Allah Rasülü’nün müjdesine mazhar olmak ve bazılarının hayallerine bile getiremediği fethi gerçekleştirmek için, donanmayı bir gecede Dolmabahçe’den Haliç’e indirmeyi başardı. Gemileri karadan yürüttü.

53 gün durmadan yıkılmaz denilen Bizans surlarını dövdü. Geçit vermez surlar delik deşik oluyordu. Nihayet fetih gerçekleşmiş oldu.

Fatih önde hocası Akşemsettin olduğu halde İstanbul’a girdi. Bizans halkı onları selamlıyordu. Zulmetten kurtuluşlarını kutluyorlardı.”İstanbul’da Latin serpuşunu göreceğimize Osmanlı sarığını görmeye razıyız.”diyorlardı. Yüzyıllardır süren adaletsizliğe, haksızlığa karşı baş kaldırıydı bu …

Fetih bir işgal, yağma olayı değildir. Tüm insanlığa hoşgörü ve sevgi ülkesine taşıma isteğidir. Mutluluğa kanat açmaktır. Kilitli gönüllerin açılması fetih ile gerçekleşir.

Fetih askeri başarı olmaktan ziyade güvenlik, adalet ve hoşgörüyle birlikte ortaya çıkan sağlam bir adalet düzeninin eseridir.

Fetih bir medeniyet inşasıdır. Osmanlı Devleti fethe müteakip İstanbul’un her noktasına mimari eserler kazandırmıştır.

Düzensizliğin, huzursuzluğun ve maddi saltanatın hüküm sürdüğü bir dünyada fetih ruhuna o kadar muhtacız ki …

Millet olarak genç nesillere zafer ve başarılarımızı, yeteri kadar anlatamıyoruz. İstanbul’un fethi, Çanakkale Savaşları, Preveze Deniz zaferi gibi büyük başarılar bir Avrupa ülkesi tarafından gerçekleşseydi, sırf bundan dolayı filmler, belgeseller yaparlardı. Bu başarışlarını cihana mal ederlerdi.

Biz ise, donuk ve sevimsiz bir kronolojik tarih anlayışımız olduğundan dolayı gençliğimize fetih aşkını bir türlü aşılayamıyoruz.

Bir kısım zevat, 554 yıl önce olmuş bu fethi küçümsüyor, bazıları ise fetih kutlamalarının batılıları rahatsız ettiğini, kutlamanın gereksizliğini belirtiyor.

Bu kompleksli ruh halinden kurtulup bir an önce özümüze dönmek durumundayız.

Unutmamalıyız ki; “Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızda ki asil kanda mevcuttur.”