18.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Temmuz 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1309

Türk’çe Müzakere

Bugünlerde devletimizi yönetenler, PKK’yı yok etme ve K.Irak’a sınır ötesi harekât için, çok önemli müzakereler yapıyorlar. Topyekûn milletimizin verdiği enerji ile çoktandır özlediğimiz, milletine ve değerlerine güvenen kararlı devlet’in bazı emarelerini görmeye başladık. Bu ortamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hazırlayan günlerden bazı örnekler hatırlatmak istiyorum. Hem gaflet, dalalet ve ihanet içinde olanlardan iki örnek ve hem de Türk’çe ve Atatürk’çe tavrın ve müzakerenin ne olduğunu ve neler kazandırabildiğini gösteren iki örneği hatırlatıp, bugün için dersler çıkarmaya davet ediyorum:


Kuva-yı Milliye’nin ve ordu birliklerinin Yunan istilasına karşı koymaları üzerine, devrin ünlü yazarı Ali Kemal Ankara’yı Yunanlılara baş eğmeye davet eder: “Ankara yöneticilerinin Yunanlılara hala meydan okumalarına çılgınlıktan başka bir sıfat verilemez. Yunanlılarla aramızda akılca da, ilimce de, kuvvet bakımından ve her açıdan bu derece fark varken onlarla muharebelere girişilemez.”


———————————————————————-


Aşağıdaki iki olay olduğunda İngiltere hala dünyanın bir numaralı süper gücüdür. Kurulmakta olan Türk Devleti ise askerini giydirebilmek için, her vatandaşının iki çift çorabından, çarığından birini almak zorunda kalmıştır. Şartları hatırlayarak okuyunuz.


1921 yılında İzmit’in kurtuluşu ile Türk ve İngiliz kuvvetleri karşı karşıya gelince İngilizler tedirgin olurlar. O güne kadar Ankara’yı muhatap almayan General Harrington Mustafa Kemal’e “İnebolu açıklarına gelecek Ajax zırhlısında kendisini dinlemeye hazır olduğunu” bildirir.


Ankara’nın cevabında üç nokta vurgulanıyordu: Görüşme isteğinin M.Kemal’den geldiği doğru değildi; tam istiklal ilkesinin kabul edilmesi halinde görüşme mümkün olabilirdi; görüşme gemide değil karada (yani kendi toprağımızda) İnebolu’da yapılabilirdi.


Bu şartları okuyan İstanbul Hükümetinin Hariciye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’nın tepkisi ise milletine güvenmeyen, emperyalizmin karşısında peşinen yenilgiyi kabul eden yönetici ve aydın tipinin utanç verici örneğidir: “İngiltere gibi bir büyük devlete ön şart ileri sürülür mü? İngiltere gibi büyük bir devlet ön şart kabul eder mi?” (Kaynak: Turgut Özakman- Şu Çılgın Türkler)


———————————————————————-


İngilizler’in beslediği, batılıların desteklediği Yunan ordusu yenilmiş ve İzmir’e girilmiştir.


İşte böyle günlerden birinde limanda bekleyen donanma komutanı olan İngiliz Amirali, Gazi’ye gelir… Amiral bir kısım iltifatlardan sonra konuya girmiş:


– Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim teb’amız ve sizin azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir, güvende midirler?


– Hiç kuşkunuz olmasın Amiral! Türkiye’deki bütün insanlar gibi, teb’anız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin eşit koruması altındadırlar. Suç işlemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler…


– Suç işleyenler?


– Suç işleyenler Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de adaletin huzuruna çıkarlar… Suçlu iseler cezalarını elbette çekeceklerdir..


– Fakat Paşa Hazretleri, fevkalâde günler geçirdik… Yunan Ordusu’ndan cesaret alan Rumlar’ın bazıları şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar, yerli halkın düşmanlığıyla yüzyüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemlice bir bölümü de hayatını kaybetti. Bu ruh tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türkler’e zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalâde günlerin olaylarıdır. Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olurlarsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!


Son cümleye kadar Amirali gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Paşa, dünyanın koparacağı gürültü ile kendisini tehdide girişince, sözünü bıçak gibi kesmiş:


Şu Efendi Devlet rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacaklarını düşünmem. Bunlar, memleketimin iç işleridir, kimsenin bu işlere de karışmasına müsaade edemem


Majestelerinizin devleti memleketimizin azınlıklarıyla uğraşmaktan vazgeçsinler. Kim bize saygı beslemezse, bizden saygı beklemeye hakkı olmaz. Şimdi söyleyeceklerinizi dinliyorum…


Amiralin benzi önce kül gibi olmuş, sonra ıstakoz gibi kızarmış:


İngiltere hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı, devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa (Elini limandaki gemilerden tarafa uzatarak) biz bu güvenliği sağlayacak kuvvetteyiz.


İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa’nın tepesi iyice atmış:


– Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız! Türk Ordusu, asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı boşaltacak güçtedir de… İsterseniz, Türk’e ihanet eden teb’anızın ve azınlıklarımızın adaletten kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz! Donanmanızın da en kısa bir zamanda limanı terk etmesini istiyorum!


Ne mi oldu?


İngiliz ve Fransızlar uyruklarını ve kuyruklarını gemilere bindirip birkaç saat içinde sessizce çekilip gittiler… (Kaynak: İsmet Bozdağ, Latife ve Fikriye… İki Aşk Arasında ATATÜRK…)


Galiba tarihte olaylar hep tekerrür ediyor. Roller hep aynı sadece oyuncular değişiyor.

Çocukların Kendi Benliklerinin Oluşumuna Katkı

0

Çocuğun kendi öz benliğini kazanması çocukluğunu geçirdiği çevre, aile ortamı ve yaşadığı hayattan alabildiği mutluluk, huzur, öğrenme, sevme, olumsuz ama nefret çok önemlidir. Çocuğumuza aileleri olarak bunları vermeye çalışmalıyız. Her ortamda iyiye güzele yönlenebilmeli. Onları ayırt edebilecek görüş açısına sahip olabilmelidir. Bu etkenler çocukta başarıyı tetikleyecektir. Bu da kendine güven benliğinin oluşumunu getirecektir. Genel olarak eğitim ön plana çıkmaktadır. Eğitim çocuğun yeteneklerinin ortaya çıkmasına, çevreye olan sevgi ve saygının belirginleşmesine, aile ortamının sıcaklığını sarmasına yararlı olacaktır.


Aileler bu şartlar altında çocuklarına neler vererek eğitimine ve olgunlaşmasına yardımcı olabilirler? Bunlar nelerdir nelere dikkat etmelilerdir?


a- Duygularınızı paylaşınız, Sizi anne ve baba olarak görmesinin yanı sıra arkadaş olarak ta görebilmeli


b- Çocuğunuzun değer yargılarına saygı göstermek ona değer verdiğinizi hissettirmek, Çocuğunuzun fikirlerinin de ne kadar doğru ve değerli olduğunu hissettirebilmek


c- Şartsız sevgi ve saygı göstermek,


d- Bazı davranışlarının hatalı olabileceğini hissettirmek. Karşılıklı isteklerinizi paylaşabilmek Çocuğunuzun ondan ne istediğinizi bilmesini sağlar. İstekleri ona açıkça belirtmek, ondan ne istediğinizi anlamasını kolaylaştıracaktır.


e- Dinlemeyi ve dinletmesini öğretmek. Çocuğun algılama kabiliyetlerini artırıcı rol oynayacaktır.


f- Ailenin önemli bir ferdi olduğunu hissettirmek. Ailede paylaşma ve ortak karar alma olgusunu güçlendirecektir.


g- Çocukla belli sürelerde yalnız kalarak ona önemli olduğunu hatırlatmak


h- Çocuğun kendi başına bir şeyler yapabileceğini göstermek için bazı şeyleri kendi başına yapmasına izin vermek


i- Çocuğun tercihlerine saygı göstermek.


j- Sevginin fiziksel olarak gerçekliliğini göstermek


k- Ailenin dışında saygı gösterilecek toplumun diğer üyelerinin de en az ailesi ve kendi kadar önemli olduğunu göstermek


l- Anlatımlarda çocuğun kafasını karıştıracak çelişkili cevaplardan kaçınmak


m- Çocuğu kendi eşyalarının olduğunu bunlarla ilgili tasarrufun ve düzenin yaşantının bir parçası olduğunu göstermek


n- Çocuğun özel eşyalarına saygı göstermek


o- Çocuğun Yeteneklerini Kabul Etmek Her yeni beceri ve başarı, onun yetenekli olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.


p- Çocuğun varlığının aile içinde önemli olduğunu hissettirmek ve varlığının önemli olduğunu hissettirmek.


r-İçine kapanık tavırlar gösterdiğinde yardımcı olabilmek


t-Konuşurken ona değer verdiğinizi hissettirmek ve onunda düşüncelerinin değerli olduğunu hissettirmek


Aileler çocuklarının hayatları boyunca mutlu hayat dolu olarak yetiştirmek istiyorlarsa, onların kendilerince önemli olduklarına inandıkları değerleri ortaya çıkararak çocukları üzerinde olumlu gelişimleri sağlamak üzere üstüne düşen görevleri her zaman yapar olmalılar.


Çocuklarımızın da ilerde bizim gibi huzurlu mutlu bir aile yapısına kavuşabilmeleri anne ve babalar için çok önemli olmalıdır. Bunu başarmak anne ve baba için aslında çok kolaydır.


Ebeveynler kendi çocukluklarında mutluluk duydukları olaylar ile kötü anıları, çok iyi analiz edip çocuklarının bunları tekrardan yaşamalarını istememeleri, çocukları için iyi bir örnek davranış olacağı unutulmamalıdır.

Ölçüyü Kaçırıyoruz

0

— Şehitler Ölmez; vatan bölünmez!”, “Hepimiz askeriz; PKK’ya yeteriz!”, “Türk-Kürt kardeş; PKK kalleş!”


— Kertenkele, gene neler oluyor? Boyundan büyük laflar ediyorsun?


— Üstadım, bugün sınıfımıza biri geldi, miting yapacağız, dedi. Biz sınıfça gittik, yukarıdaki sloganları söyledik.


— Bunar ne güzel sözler böyle! Ben de pek heyecanlandım, sizin yerinizde olmak isterdim. Peki, sizi toplayan kimdi, size ne söyledi, nerede toplandınız, orada neler konuşuldu?


— Fazla bir şey konuşulmadı. Genç biriydi. Bir bildiri okudu. Bir de Gençliğe Hitabe’yi okudu; ama ben Hitabe’den bir şey anlamadım. Kelimelerin çoğu değiştirilmişti. Arkadaşıma sordum, bana “öztürkçe” dedi. Okul kıyafetleri ile gitmiştik, bize dışarıdan kimse katılmadı, bazı insanlar garip garip baktı. Ellerimize bayrak verdiler, az önce söylediğim sözleri söylettiler.


— Bak Kertenkele, siz provoke edilmek istenmişsiniz. Birileri sizi tahrik etmek, kullanmak istemiş, siz de bu oyuna gelmiş, yem olmuşsunuz.


— Üstadım, yine yanlış bir şey mi yaptım? Anlamadım, bizi kim kullanmak, yem yapmak istemiş? Provoke ne demek?


— İnsanlar yaptıklarının hata olduğunu ya daha sonra anlarlar ya da aklıselim sahipleri onlara söyler. Geç anlaşılan hataların faturası da genelde büyük olur. Şu an ülkemizde zamansız, kontrolsüz işler yapılıyor, sizinki de bunlardan biri.


— Üstadım, yine büyük konuşmaya başladınız. Ufacık bir topluluktan memleket meselesi çıkardınız.


— Evet, şu an memleketimiz zor dönemden geçiyor. Bölücüler iş başında. PKK isimli örgüt taşeron olarak kullanılıyor. Bu hainler, ya gafiller ya ahmaklar. Onların öldürdükleri ya da mayın tuzağına düşürdükleri askerlerimizin şehadeti infiale sebep oluyor. Bu durum, halkımızın öfkesini artırıyor. Ancak, kontrolsüz öfke, olumsuz sonuçlara yol açabilir. Zamansız yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş. Korkarım, ülkemizde bugünlerde yapılan irili ufaklı gösteriler bir süre sonra kontrolden tamamen çıkacak. Öfke, baldan tatlıdır. İnsanlara meydanlarda, sokaklarda önce öfke balı yedirilecek, bunun hazzıyla gösteriler yapılacak, kitleler manipüle edilecek. Kitle zekâsının birey zekâsından daha düşük olduğunu bilen toplum mühendisleri bir projeyi daha sonuçlandırmanın mutluluğunu yaşayacak. Bu, adı artık gizlenmeyen dış düşmanlarımızın hedefi. Ortaya çıkacak yeni psikolojik ve fiili durum, daha büyük sıkıntılara neden olacak. Halkın baskılarına rağmen PKK’ya karşı beklenen operasyon gecikirse, yapılmazsa ya da istenen sonuç alınmazsa bu da bir iç kırılmaya, iç öfkeye, siyasi tartışmalara neden olacak. Belki rejim sorunu gündeme gelecek.


— Üstadım, üç çocuk bir araya geldik, elimizde bayraklar olduğu halde güzel güzel bağırdık diye mi memlekette rejim sorunu çıkıyor?


— Tabi, küçük zekân aysbergin altını görmeye yetmiyor. Senin, sokaklarda slogan atman bugünün meselesi değil. En az otuz yıl geçmişi var. Bunun altında otuz bin can var. Bunun ucunda petrol var, Büyük Orta Doğu Projesi var. PKK dünya sofrasında bir virüs. Her virüs kendisinin yaşama hakkı olduğuna inanır; ancak hem kendisine hem çevresine zarar verir.


— Üstadım, kafam iyice karıştı.


— Sadece senin değil, milletin da kafası karışık. Bu dönemde sağduyu ile hareket etmek lazım. Biz millet olarak ne sevinmeyi ne üzülmeyi ne eğlenmeyi ne öfkelenmeyi biliyoruz. İfrat ve tefrik karakterimiz olmuş. Sorunların çözüm yeri sokaklar değil. Çözüm, diplomaside. Gazetelerin köşe yazarları da bu işi bilmiyor. Bilgisizce yapılan teklifler ve işler, çözülecek bir sorunu çözümsüz hale getiriyor. Bu dönemde herkes için itidal, metanet, istikrar çok önemli. Birileri, kitle hareketleri ile istikrarı bozmak istiyor olabilir. Bugünkü durumu Osmanlının son dönemi ile kıyaslayanlar da tarih bilgisinden yoksunlar. Bugünün şartları o günküyle aynı değil. Her türlü olumsuzluğa karşı teyakkuzda olmak zorundayız. İşçi işçiliğini, memur memurluğunu, öğrenci öğrenciliğini, yönetici yöneticiliğini bilecek. Asli işimizden uzaklaşarak sokaklara dökülmek, memleket severlik değildir, bilakis işi zora sokmaktır.


— Üstadım, siz yapılan bütün güzelliklere karşı çıktınız.


— Buna karşı çıkmak, denmez. Buna taşları yerine oturtmak, denir. Biliyorum, birileri çıkıp bana “bayrak düşmanı”, “bölücü işbirlikçisi” gibi yaftalar yapıştıracaktır. Bunu da belki “vatanseverlik” adına yapacaktır. Vatanseverlik, arabaya takoz koymak değil, üzerindeki görevi hakkıyla yapmaktır. Ahmak dost, akıllı düşmandan tehlikelidir.


— Üstadım, bana ahmak demediniz, değil mi?


— Sadece, akıllı davranmanın önemini vurguladım. Bu ülkede bir zamanlar Sünni-Alevi çatışmasını oluşturanlar şimdi Türk-Kürt çatışması peşindeler. Yakında bunun emarelerini görürüz. Uykularımı kaçıran durum, budur. Bayrak bizim, toprak bizim; bir takım suni ayrılıklara gerek yok. Erdem, güneş gibi olmaktadır. Bilirsin güneşin evrende girmediği yer yoktur. Güneş, hem ısıtır hem ışıtır. Anlayana bu sözler, sivrisinek saz; anlamayana davul zurna az.

Cumhuriyetsiz Demokrasi mi?

Cumhuriyetimizin 84. Yıldönümü kutlamalarını geride bıraktık. Cumhuriyete bağlılık ve saygı; Türk tarihine saygıdır. Cumhuriyetimiz Milli Mücadelenin tacıdır.


Bu Cumhuriyeti bedel ödeyerek kurduk. Onun bunun izni ile gerçekleştirmedik. Kimseye de Türkiye ve Türk milleti dışında ayrı bir devlet ve millet taahhüdünde bulunmadık. Herkese düşen görev, şehit kanları ile sulanmış bu vatandan yükselen Cumhuriyete bağlılıktır ve ona vatandaş olabilmektir.


Anadolu’dan kovduğumuz Batılı emperyalist güçlere tekrar davetiye çıkarmamak için Cumhuriyeti ve milli devletimizi korumak zorundayız. Milli şuur nihayet uyanmıştır. İnşallah yeniden uyku dönemine girmez.


Cumhuriyet mi, yoksa demokrasi mi ayırımı yapılamaz. Bunlar bizim için bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Tavuk mu, yumurta mı hikayelerine saplanmayalım. Bazı ülkeler demokrasisiz Cumhuriyet; bazıları da Cumhuriyetsiz demokrasi olabilir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyet, demokrasi ve milliyetçilik temelleri üzerinde yükselmiştir.


Bu Cumhuriyet Bayramında büyük bir coşku yaşadık. Bu arada aziz şehitlerimizi de unutmadık. Bu bayramda Türk olan ve “Ne mutlu Türküm diyene” reklamları veren gazetelerimiz oldu.


Bir Ermeni vatandaşımızın cenazesini saatlerce canlı yayında verenler, “Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarıyla yürüyen daha önce örgütlenmiş toplulukları uzun uzun bize seyrettirenler, milli ve üniter yapıyla, milli kimlikle kavgalı olanlar, birden Türk oluverdiler. Keşke öyle kalabilseler.


Cumhuriyete numara takan anti-Atatürk, anti-Türk ve anti-devletçi bir tavır takınıp milli bağımsızlık ve milliyetçiliği dışlayan bazı liboş takımı yanlışlarından bir türlü sıyrılamıyor. Devletsiz ve milletsiz ferdi esas alan bunlar, milli menfaatlere sarılmayı küçümsüyorlar ve Cumhuriyetimizi 1930 model bir araba gibi görüyorlar.


Günümüzde milli varlığımızı tehdit eden iç ve dış tehdit ve kuşatmalar ve tuzaklar ortada iken; sınırlar tartıştırılırken; gelir dağılımı bozukluklarını, demokrasi ve özgürlüğün yeterli olmadığını ve yoksulluğu birinci plana çıkarıp tartışmak aslında tehlikeyi kurtuluş gibi görmektir.


İran’a ABD müdahalesi, İsrail’in Suriye’yi tehdidi, Irak’ın Kuzey’indeki devletleşme çabaları, bölücü ve ırkçı terör gündemde iken; Dünya yeni bir küresel savaş ortamına itilirken liboş takımı sorunsuz Batılı ülkelerinin demokrasisini arıyor. Bulutların üzerinde şato kuruyor.


Milli ve üniter devletin hedef alındığı, devletin yapısının değiştirilerek Türkiye’nin Türkiye olmaktan çıkarılmak istendiği bir ortamda bulutların üzerine çıkarak bazı konuları tartışamayız. Buna laiklik de, Cumhuriyeti sadece dans eden Atatürkle özdeşleştirmek de dahildir.


Cumhuriyetin ikincisinin özlemi içinde olanlar, XVI. yüzyıl düşünürü Thomas More’a benziyorlar. Bu düşünür de içinde bulunduğu karmaşa ortamından kurtulmak ve kendine göre ideal bir toplum yaratabilmek uğruna Atlantik’te hayali bir toplum projesini canlandırmış ve kitabın ismine de “Ütopya” demişti.


Bunlar bana More’un devamcıları gibi geliyor. İngiltere’nin demokratik bir ülke, ama bir Cumhuriyet olmadığına işaret edilerek neredeyse bizim de Cumhuriyet’ten vazgeçip Cumhuriyetsiz demokrasi olmamız bekleniyor.


Eğer bu satırların yazarı dıştan kumandalı ve bazı yerlere hizmet eden bazıları gibi olsaydı; Cumhuriyete numara takanları ve sadece Cumhuriyet ve Türklük karşıtı oldukları için onlarla iş birliği yapan, sağdan ve soldan bazılarını takdir de edebilirdi.


Bu demokrat, özgürlükçü görünüp insan haklarını kullananlar; neden vatandaşlarımıza Avrupa’da uygulanan işkenceleri, baskıları, saldırıları gündem maddesi yapmazlar.


Cumhuriyeti ve şehitleri anmak için toplanıp terörü protesto eden vatandaşlarımızın Belçika’da bir öldürülmediği kaldı. Onlara sözde Ermeni soykırımının hesabı sorulmaya kalkıldı. Bölücülerin desteklenmesi istendi.


Almanya’dan Avusturya’ya kadar Avrupa insan hakları ihlalleri ile doldu. Cumhuriyete numara takanların derdi ise; Atatürk, milli devlet, üniter yapı, milli kimlik ve ferdi tekleştirmek oldu. Amaç farklılıkların kutsallaştırılmasıdır. Böylece Türkiye Lübnanlaştırılacaktır. Bunların hizmeti muhakkak ki mükafatlandırılır.

Üniversiteli Gençlere Öneriler

Değerli gençler:


Sizler çeşitli illerden geldiniz. Geldiğiniz yörelerin kendine has adetleri, yaşam biçimleri, yasakları, sevapları, yemekleri, giyimleri var. Ailenizin yanınızda idi. Çevrenizin baskısı altındaydınız. Şimdi ise aileniz yanınızda değil. Buradaki yaşamda farklı.Çevre baskısı da yok.


Bir boşluktasınız. Kendinize yeni bir yön vermek zorundasınız. Kendi kişiliğinizi oluşturmak veya kişiliğinizi geliştirmek zorundasınız. Ya onurlu ve başı dik olursunuz. Yada başkalarının yönlendirmesi ile başkasının yolundan gider onurunuzu önemsemez hale gelirsiniz. Böylece başınızı bir türlü dik tutamazsınız.


Siz bir öğrencisiniz. Öğrenciliğinizin dışında memleket meseleleri adına vereceğiniz her uğraş sizi öğrenciliğinizden adım adım uzaklaştıracaktır. Önce kim olduğunuza ve kim olmak istediğinize karar vermelisiniz. Kendinizi geliştireceğiniz alanı iyi tespit etmeli yolunuzu buna göre belirlemelisiniz. Bu halde karar verirken tek başınıza olmak zorundasınız.


Arkadaşlarınızı seçerken geleceğinize yardımcı olacak, sizin yeniden yapılanmanızda rol alacak kişileri tercih ediniz. Dersleriniz dışında kendinize zaman ayırırken gözlemleme yapınız. Daha önce yaşadığınız yörenin dışında geçirdiğiniz zamanlarda kendinizi gözlemlemenin en iyisi olduğunu unutmayınız. Yeni insanlar tanıyacaksınız. Yeni ilişkileriniz olacak. Bazen istemeden yaptığınız yanlışlara üzüleceksiniz. Hatta birileri sizi sosyal olma adına bazı faaliyetlere sürüklemeye çalışacak. Unutmayın ki gerek sosyal, gerekse siyasal her toplu faaliyet sizsi sağlıklı bir eğitimden uzaklaştıracaktır. Öncelikle enerjinizi geleceğinizi şekillendirecek eğitiminize harcamalısınız.


Siyaset daima siyaset kurumunda yapılırsa, yerinde ve zamanında yapılırsa size yararlı olur. Öğrenciliğin içinde siyasi faaliyet öğrenciliğinize engelden başka işe yaramaz. Sizin başarınızı gölgeler. Hele hele ideolojik saplantılar sizin sonunuz olur. Siz önemli bir geçidin başında olan Üniversite öğrencisisiniz. Bulunduğunuz yere, konuma, çevreye alışma aşamasında olduğunuz bu zamanda her zamankinden fazla dikkatli olmalısınız.


Ekonomik durumunuz kısıtlı olabilir. Yeni tanıştığınız arkadaşlarınızın ekonomik durumları ve yaşam biçimleri sizi gıpta etmeye sevk etmemelidir. Çünkü bu kanalda da çeşitli tuzaklar vardır. Bazı guruplar ve kişiler sizin bu yeni adaptasyonunuzdan istifade ederek cazip teklifler getirebilirler. Bunun için zarif dişiler kullanabilirler. Gençliğinizin getirdiği heyecan ve arzularınızı istismar edebilirler.


Bütün bunların en korkuncu ise uyuşturucu alıştırmasıdır. Bu konuda profesyoneller benim bile bilmediğim metotlarla genç öğrencilere yaklaşmaktadırlar. Bu konuda da arkadaşlıklar 1. planda önem taşımaktadır. Gerek yurt gerek sıra arkadaşlığı bu alışkanlığın başlamasına önemli bir etkendir. Derslerine ağırlık veren, hedefini baştan belirleyip, azimle bu hedefe ilerleyen başarılı olacaktır. Bu durumda lazım olacak en önemli güç sağlam karakter yapısıdır.


Unutulmamalı ki Ülkenin refahı, aydınlık geleceği sizin vereceğiniz karara bağlıdır.


Sizler eğitilmiş insanlar olarak Ülkenin gereklerisiniz. ğitimli olmanızın size yüklediği sorumluluklar var. Büyük hedeflere talip olmalısınız. Küçük menfaatlere boğulanlar zayıf kişilik sahipleridir. Sizler umutlarımızsınız.


Sorumluluğunuzu bilerek kendinizi yolun başında yeniden yapılandırınız.


Gelecek nesilde sizi örnek almaktan onur duysun.

Gündem

Bazı ülkelerin gündemi aradan çok uzun zaman geçse bile pek değişiklik arz etmiyor. Maalesef ülkemiz, gündemi değişmeyen ülkelerin başında gelmektedir. Tabii gündem derken ifade etmek istediğim ülke geleceğini belirleyen gündemdir. Yoksa suni gündemler açısından ülkemizin gündem tüketimi üç – dört günle sınırlıdır.


Ülke geleceğimiz açısından değişmeyen başlıca gündemlerimiz ise Ermeni meselesi, Doğu Sorunu ve Kıbrıs sorunudur. Bu üç konu yaklaşık bir yüzyıldır önümüze gelmektedir.


Yüzyılı aşkın bir süredir önümüze gelmelerine rağmen dünya politikasını dizayn edenler açısından stratejik önemi olduğu için bu konular bizim lehimize çözüme ulaşamamaktadır. Üstelik bu konular geçmişte farklı farklı zamanlarda gündeme otururken bugün hepsi birlikte gündemimizi oluşturmaktadır.


Çünkü dünya yeniden dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Dünya’nın yeniden dizaynı demek geçmişte ecdadın sahip olduğu Türk –İslam coğrafyasının yeniden dizaynı demektedir. Binaenaleyh bu coğrafya yazılarımda hep bahsettiğim gibi dünya geleceğinin garantisini teşkil eden enerji ve suyun bol olduğu coğrafya olduğu için her zaman cazibe merkezi olmuştur.


Bu coğrafyayı paylaşım faaliyetinin adı geçmişte batılı devletler tarafından “Doğu Sorunu” olarak adlandırılmış, bugün aynı paylaşım faaliyeti “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adını değiştirmiş fakat mahiyetini değiştirmemiştir.


Geçmişin Doğu Sorunu’nun bugünün Büyük Ortadoğu Projesi’nin iki temel ayağı Ortadoğu ve Kıbrıs meseleleri kanaatimce çok yakında çözüme ulaştırılıp artık gündemimizden çıkacaktır. Tabii burada esas sorun gündemden nasıl çıkacağıdır.


Zira yaşanan olaylara bakılırsa kendi topraklarımıza yapılan terör saldırılarına dahi BOP kurucularından icazet alınarak karşılık verilmesine binaen konuların çözüme ulaşma şeklinin ve mahiyetinin yine projeye bağlı olacağı anlaşılmaktadır.


Değerli okuyucular, ecdadımızın 1699 Karlofça Antlaşması İle başladığı toprak kaybı diğer devletler için Osmanlı’nın yenilebilirliği fikrini ortaya çıkarmış, bu tarihten 1923’e kadar kaybedilen topraklar neticesinde ülkemiz bugünkü coğrafi şeklini almıştır.


Dolayısıyla yenilebilirlik düşüncesi bir ülkenin geleceği açısından tehlike arz eden bir düşüncedir ve bahsettiğimiz üzere biz bunun neticesini geçmişte yaşadık. Bu tecrübeye rağmen bugün kendi sınırlarımızı korumada başka devletlerden icazet almamız ülke geleceğimizi şekillendirmedeki acizliğimizi gözler önüne sermektedir.


Netice itibariyle geçmişten günümüze değişmeyen gündem maddeleri karşımızdakilerin geçmişi unutmadığının en büyük delilidir. Buna binaen bizim her geçen gün bu konuların çözüme ulaştırılmasında kaybettiklerimiz ise millet olarak hepimizin oturup düşünmesi gereken en önemli konuların başında gelmektedir.

Kuşlar kahvaltı yaparlar mı?

Rızık: İnsan ve diğer tüm canlı çeşitlerinin hayatlarını devam ettirmeleri için ihtiyaç duydukları gıda ve yiyeceklerdir. Yani Allah Teala’nın var ettiği nimetlerdir.


Okyanusların derinliklerinde bulunan canlılardan balta girmemiş ormanlarda yaşayan hayvanlara, toprağın altında yuvalanan karınca ve solucanlardan, havada uçan kuşlara kadar her canlının rızkını yaratan Allah(cc) dir. Ankebut suresi 60. ayette Cenab-ı Hakk ( nice canlılar vardır ki rızkını yanında taşımıyor. Onlara da size de rızkı veren Allah tır. O her şeyi işitir ve bilir.) buyruluyor. İnsanlara ve diğer canlılara düşen kendileri için yaratılan rızkı arayıp bulmalarıdır. Bu konuda hayvanlar üzerine düşeni hakkıyla yerine getirirler. Her hayvan kendi rızkını arayıp bulur. Onlarda dilenmek yada asalak yaşamak olmadığı gibi, onların Afrikalısı da olmaz.


Yabancı bir bilgin şöyle der: “Allah(cc) her kuşun rızkını verir ancak yuvasına koymaz.”


Kuşlar sabahleyin yuvalarından aç karnına uçarlar, yani kahvaltı yapmadan çıkarlar, eve döndüklerinde karınlarını doyurmuş, varsa yavruları onların da rızkını bulmuş olarak gelirler. Onların stoklama ve yarın gibi dertleri yoktur. Yumurtaların birkaç tanesini kırayım da az yavru olsun, daha rahat yaşayalım, geçim sıkıntısı çekmeyelim gibi bencil bir düşünceye de sahip değildirler. Çünkü bilirler ki rızkı veren Allah’tır. Onlara düşen yuvadan uçmaktır.


Bu konuda insana düşen iki önemli görev vardır. Bir rızkını aramak, iki helal ( meşru ) yollardan aramak. İnsan için takdir edilenden fazlası olmaz. Ne kadar çok çalışsak da takdir edilenden fazlasını elde edemeyiz, yani çok çalışmakla çok kazanılmaz. Kazancın çoğu olmaz ancak helali yada haramı olur. Nasıl mı?


Bir gün Hz. Ali(ra) devesini beklemesi için bir insana emanet eder. Bir müddet sonra gelince devesinin orada fakat yularının ise olmadığını görür. Yeni yular aramak için bir satıcıya uğradığında kendi devesinin yularını görür. Satıcıya bunu nerden aldığını sorar, satıcı; az önce birinin getirdiğini ve on dirheme sattığını söyler. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) yazık o kişiye zaten ben deveyi beklemesinin karşılığında ona on dirhem verecektim. Acele etmek suretiyle helal rızkını haram yolla elde etmiş oldu.


Başka bir ayette: “ Allah size verdiği rızkı kesiverse size rızkı verebilecek olan kimdir.” buyuruyor.


Allah Teala kullarına ve tüm canlılara karşı çok merhametlidir. Hiçbir kulunun rızkını inanmadığı için yada inanıp da inancının gereğini yapmadığı için kesmez yada azaltmaz.


Ama bizler kızdığımız komşumuzun bakkalından ekmek almayız, onu cezalandırmak için onlarla olan alışverişimizi keseriz. Çok yaramazlık yapıp bize asi olan çocuğumuz varsa onun harçlığını, bursunu yada ona ve onun gibilerine yaptığımız yardımı keseriz. Oysa yeryüzünde Cenab- Hakk’ın gazabını gerektirecek nice haramlar, günahlar, zulümler işlenmektedir.


Allah Teala rızk konusunda kulları arasında eşit taksimatta bulunmamıştır. Kimine çok, kimine yeterince, kimine de az takdir etmiştir. Kimi de rızkını aramadığı için yada yanlış yerde aradığı için geçim sıkıntısı çekmektedir. Sıkıntı çeken insanlara yardımcı olmak insani bir görevdir, ama insanları tembelliğe alıştırmamak lazımdır. İnsanlara balık vermektense balık tutmayı öğretmek daha doğrudur.


Hz. Ali(ra)’ a bir gün birisi gelerek ya Ali bunca insanı Allah Teala nasıl hesaba çekecektir diye sorunca Hz. Ali (ra) cevaben ona: Onlara nasıl ömür boyu rızıklarını veriyorsa öyle de hesaba çeker der.


Binlerce çeşit canlıyı dünyanın kuruluşundan kıyamete kadar rızıklandırmak mı zordur, yoksa içlerinden sadece insan olanları hesaba çekmek mi zordur?


Zorluklar insanlar içindir, Allah için zorluk olmaz.


İnsanlar kuşlar kadar tevekkül, gayret ve hakkaniyet sahibi olsalar dünyanın hiçbir yerinde açlık, kıtlık ve yoksulluk olmaz.

PKK Milli Refleksimizi Canlandırdı

Japon balıkçılar, tüketiciye ulaşıncaya kadar büyük havuzlarda besledikleri balık yığınlarının, hareketsiz, durgun halleri ile adeta bir erken yaşlanma emaresi gösterdiğini tespit etmişler. Bu balıkların, hareket kabiliyeti olan, diri yapılarını devam ettirebilmeleri için çare aramışlar. Balık yığınının yaşadığı havuzun içine bir küçük köpek balığı atmayı düşünmüşler. Küçük köpek balığının atılmasıyla havuzdaki birkaç balığın kaybedilmesine karşılık, diğer balıklar hayatta kalma mücadelesi verdikleri için, sürekli hareketli ve teyakkuzda yaşamanın verdiği bir dinamizme ve canlılığa kavuşurlarmış.


Son günlerde yaşadığımız PKK terörünün dozunu artırması sonucu, milli reflekslerde gördüğümüz şahlanma bana bu belaya böyle bir pencereden bakma ilhamını verdi.


“Her musibetten bir hayır doğar” denir. PKK terörü belki de en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir şeyi yeniden kazanmamıza sebep oldu.


Hep şikâyet ediyorduk, bu milletin üzerine ölü toprağı mı serpildi diye.


Neler yaşamıştık oysaki. Milli varlıklarımızın yabancılara devredilmesine tepki gösterilmesini beklerken tam tersi oluyordu. Medya bankalarımızın, şirketlerimizin, limanlarımızın ne kadar çok para ettiğini, yabancı sermayenin Türkiye’yi tercih etmesine sevinmemiz gerektiğini söylüyor. Borsamız her satışı yükselişlerle kutluyordu. Vatandaşımız ise şaşkın bir halde bu kutlamaları seyrediyordu.


Kıbrıs’ta 15 sene içinde Türk varlığını yok edecek Annan planını AB’ye giriş reçetesi olarak görüyor ve hararetle destekliyorduk. KKTC vatandaşı olan Türkler %70 oranında büyük bir coşkuyla bu planı desteklerken, KKTC’nin bir an evvel tasfiye edilmesini sağlamak isteyen aceleci Rumların bu plana büyük oranda karşı çıkması bile yüzlerimizi kızartmamıştı. Bu referandum sonuçlarına rağmen AB ve ABD’den beklediği desteği alamayan M.Ali Talat’ın (rakiplerinin ifadesiyle) “Kıbrıslı olmaktan Kıbrıslı Türk ve hatta sadece Türk olmaya” doğru bir değişim geçirmesi en büyük kazancımız olmuştu.


AB sosyal ve siyasi içerikli, ABD ise ekonomik konularda hangi kanunları çıkarmamız gerektiğini söylüyor ve tarih veriyordu. Biz de bildirilen tarihe kadar gece gündüz Meclis’i çalıştırarak istenen düzenlemeleri (uyum yasalarını) yapıyorduk, halen yapıyoruz. “Bağımsız Mahkemelerimizin” kararlarına AB komiserleri karşı çıkıyor, bir şekilde müdahil oluyordu.


Bu müdahalelerle gün oldu zinayı suç olmaktan çıkardık, gün oldu “eve dönüş yasası” ile PKK’lıları hapishanelerden çıkararak, yeni militanları eğitmeleri için dağlara çıkmalarına göz yumduk. Gün oldu ayrılıkçı örgütün öncülerinden eski DEP’li Leyla Zana ve arkadaşları Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak’ı “uyum yasası” ile süreleri dolmadan hapisten çıkardık. Dışişleri Bakanımız (şimdiki Cumhurbaşkanımız) Abdullah Gül ve Meclis Başkanımız Bülent Arınç tarafından ağırladık.


Bütün bunlar milli refleksimizi harekete geçirmeye yetmedi. Terörün günde birer ikişer vatandaşlarımızı şehit etmeleri de etkili bir milli bir tepkiye yol açmadı.


Şehit cenazelerinde vatandaşlarımızın gösterdiği tepkileri de, Hükümetimiz kendilerine yönelik bir organize hareket olarak tanımlayıp polisiye tedbirler ve sansür yoluyla, bütün topluma sirayet etmesini engellemeye çalıştı. Kuran’da yer alan ifade ile “Şehitler Ölmez” diye haykıranlar küçümsendi, şehit cenazelerinin haber olarak verilmesi yasaklanmak istendi.


Ama anlaşılan bardak dolmaya başlamıştı ki, bir ay içinde her birinde 12-13 sivil ve asker vatandaşımızın şehit edildiği üç PKK saldırısından sonra olan oldu.


Sadece devletimizi yönetenlerin değil, milletimizin de sabrı taştı ve sokaklara döküldü. Siyasi görüş farklılıkları bir yana bırakılarak, ay yıldızlı al bayrağımızın kuşatıcı gölgesinde sokaklara, meydanlara taşan kalabalıklar bir milletin uyanışını müjdeliyor. Hemen her il ve ilçede “teröre lanet mitingleri” düzenleniyor. Gönüllü, kendiliğinden ve heyecanlı katılımlarla genç, yaşlı, kadın, erkek kitleler milli birlik ve kardeşliğimize en küçük bir zarar vermeden, asil ve vakur bir tavırla, milli uyanışı dosta düşmana gösteriyor.


PKK ile çeyrek asrı aşan mücadelesi sayesinde, dünyanın en güçlü ordularından birisi olan, Türk Silahlı Kuvvetleri her an savaşa hazır, eğitimli, modern teçhizatlı ve dinamik bir kuvvet olarak dosta güven, düşmana korku veriyor.


Terör belasının sağladığı, en az bunun kadar önemli diğer kazancımız, sokaklar ve meydanlardan taşan milli uyanış hareketidir. Yeter ki devletimizi yönetenler bu milli heyecanı iyi yönetip, “düşman” üzerinde gerekli caydırıcılığı yaratmayı becersinler.

Mahalle Baskısı (mı?)

Son zamanlarda “akıl tutulması” diye bir söz çıktı. Ben de yıllardır “idrak yoksunu” tabirini kullanıyordum. Her iki söz de belli insanların, belli durumlarını anlatmak için oldukça uygun. “Düşünme özürlü” tamlamasını da pek severim. Bir insan her üç tanımlamayı üzerinde taşırsa, o insanlarla bir konuşmadan sonuç almak mümkün olmuyor. Bir de niyetleri bozuksa, bu insanlar; kişiye pösteki saydırıyor.


Şu mantığa bakar mısınız? Ankara İlahiyat Fakültesi’nde kızlar önce derse başı açık gelirlermiş. 1988”de örtü serbest bırakılmış, kısa sürede kızların hemen hepsi başını kapatmış. Bu bir mahalle baskısıymış. Yine bir başka örnek: Bu ülkede ezan 18 sene zorunlu olarak Türkçe okutulmuş, sonra 1950’de Arapça okunabileceğine ilişkin izin çıkmış. Bunun üzerine ezan tekrar Arapça okunmaya başlanmış, şimdi her yerde ezan Arapça okunuyormuş. Bu da bir mahalle baskısıymış.


Anlayış dergisinin bu ayki sayısında hayal mahsulü bir öykücük okudum: “Züğürkiye isimli bir ülke varmış. Züğürkiye’nin despot mu despot, deli mi deli kralı bir kanun koymuş: ‘Ayakkabıların ayağa giyilmesi yasak; ellere giyilmesi ise serbest olacak. Yolda sokakta ayağına ayakkabı giyenler toparlanıp zindanlara atılacak; ellerine giyenler de değişik şekillerde ödüllendirilecek.’ Aradan yirmi yıl geçmiş. Bizim despot kral ölmüş. Yerine gelen yeni kral ayakkabıların artık, ellerin yanı sıra, ayaklara da giyilebileceğini ferman buyurmuş.” Neticeyi tahmin edersiniz herhalde. Aradan yirmi yıl da geçse, ele ayakkabı giymek serbest de olsa, istisnasız aklı başında herkes ayakkabıyı eline değil, ayağına giyecektir. İşin doğası, bunu gerektiriyor. Mahalle baskısı fobisiyle, eşyanın doğasına uygun olması gereğine karşı çıkanların, özgürlüklerin kazanılması yerine gasp edilmesini savunanların mantığı bu öykücüğe ne kadar denk düşüyor?


Halit Ziya’nın: “Hayat tekâmül ve inkılâptan ibarettir.” sözünü sık kullanırım. İnsan yaşamı süresinde olgunlaşır ve değişir. Bunda etkili olan önce aile, sonra çevredir. “Mahalle” ile kastedilen çevre ise ben bundan hiç gocunmam. Sosyolojide buna “içtima-i murakabe” yani “sosyal kontrol” denir. İnsanların, kendi dünya görüşlerine göre birbirlerini etkilemesi ve denetlemesi doğaldır. Ancak bu ülkede, ben “parti baskısı”, “devlet baskısı”, “medya baskısı”, “YÖK baskısı” vb. adlar altında pek çok baskı türlerine şahit oldum. Bunların baskısına maruz kalanların hiçbiri de bu baskıdan hoşnut değillerdi. İnsanlar birbirlerine düşman edildi, memleketinden kaçırıldı ve soğutuldu, maddi zarara uğratıldı, haklarından yoksun bırakıldı, psikolojik bunalıma itildi. Yine bu baskılar insanlarda özgüven eksikliği, ümit kırılması, yarın endişesi oluşturdu. Bunlar görmezlikten, bilmezlikten gelinerek hayali senaryolar ile temel insan hakkı olan ve inanca dayalı özgürlüklere karşı çıkılması tam anlamıyla “akıl tutulması”dır, “idrak yoksunluğu”dur, “zekâ özürlülüğü”dür. Bunların hiçbir değilse, despotizmdir.


Yardım etmeyenler üzerinde baskı oluşturuyor diye yardımseverlik, takım tutmayanlar üzülmesin diye taraftarlık, okumayanların üzerinde aşağılık duygusu oluşmasın diye kitap okumak, yapmayanlar hayıflanmasın diye spor yapmak, bilmeyenler mahcubiyet duymasın diye yabancı dil öğrenmek, çirkinleri komplekse düşmesin diye güzel olmak ya da güzelleşmek bu nedenle makyaj yapmak, teknolojiden uzak insanlar eziklik duymasın diye bilgisayar kullanımını öğrenmek, cahillerin de haklarını korumak amacıyla çok şey bilmek yasaklansın demenin, “mahalle baskısı” gerekçesiyle temel haklara karşı çıkmadan ne farkı var? Bu iddiaları kanıtlamak amacıyla sağdan soldan tutarsız örnekler bulmak, geçmişten deliller getirmek tam bir garabet örneği. Bu insanlar ya mantıktan ya sosyoloji bilgisinden yoksun. Her toplumun kendine göre dinamikleri vardır. Sosyolojide hiçbir zaman iki kere iki dört değildir.


İçeriden ve dışarıdan kuşatılıyoruz. Dünyanın gidişatını iyi okumak lazım. Akıntıya kürek çekmek, rüzgârı görmezden gelmek, karanlıklara küfretmek değil yapmamız gereken. İt dalaşına gerek yok. Getirdiği yemle yavrusunu besleyen kuş olmak çok güzel. Newton ne güzel demiş: “İnsanlar köprü olacakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar.”

Kahrolsun PKK

Hakkari’nin Yüksekova ve Dağlıca ilçelerinde 13 erimiz daha şehit oldu. Diğer şehitlerimizle birlikte bu şehitlerimize de Allah’tan rahmet, ailelerine sabırlar diliyoruz. Mekanları cennet olsun.


Yazıya bu şekilde girmek gerçekten benim canımı acıtıyor. Yapılabilecek olanın en kolayını yapıyorum. Keşke ben de genç olsa idim de askerliğimi bir daha yapsaydım.


Şurasını peşinen vurgulamak istiyorum ki;


Bu olay bir kürt olayı değildir. Kürtlerin çoğunluğu PKK’lı olmadığı gibi, PKK’lıların da çoğunluğu kürt değildir. Şehitlerimiz içinde kürt kökenliler vardır. Kürtler bizim kardeşimizdir


Bu vurgulamayı yaptıktan sonra asıl yazmak istediklerime geliyorum.


Bulunduğumuz jeopolitik ve coğrafi haritamız, Osmanlının mirası oluşumuz, dini kimlik bakımından baktığımızda çevredeki uzak ve yakın komşularımıza olan bağlarımız, dikkate alındığında dünya yöneticileri için Türkiye başı beladan kurtarılmaması gereken bir ülke konumundadır. Çünkü Türkiye’nin komşuları ile geçmişine dayalı bir ortaklık kurma ihtimali dünyaya hakim olma çabasında olanları tedirgin etmektedir. Bu tedirginlik sömürgeci devletlerin bizim üzerimizdeki tehditlerinin devam edeceğini göstermektedir. Önümüze konan terör örgütleri, dün Hizbullah’tı. Bu gün PKK’dır. Yarın bir başka örgüt olacaktır.


Bu gün ise plan Türkiye’nin Irak bataklığında boğulma planıdır. Bu bataklığa saplanan Amerika, pisliğini Türkiye’ye temizletmek istemektedir. Afganistan’a saplandığı gibi Irak’a da saplanmıştır. Kamu oyundan onay alamamaktadırlar. İran saldırma planları sekteye uğramıştır. Artık Rusya da ciddi bir rakiptir. Bazı zamanlarda horozluk yapmaktadır. Bu horozlukta Orta doğuyu bir müddet rahatlatacaktır. Aslında bu durum bence bir fırsattır. Orta doğu kazanının kaynamasını geciktirecektir. Bu durum bizim içinde bir fırsat olacaktır.


Ne zaman ki biz bir oluruz. Bütün oluruz. Yek vücut oluruz. Ülkemizi milli gelir açısından, global etkinlik açısından, askeri caydırıcılık açısından dünyaya kabul ettiririz. İşte o zaman bu sorunlar ortadan kalkacaktır. Birde baş belası ABD’nin başı Rusya ile belaya girse ne güzel olurdu. Bence bunun da bir zamanı var.


Başımızdaki bu tuzağı atlatmak için kararlı ve o derece cesur olmalıyız. Her başarının arkasında bir risk vardır. Bazı riskleri almanın da tam zamanıdır. Sert olan kırılabilir ama kolay ezilmez. Kırılırken de kırana zarar verir. Tüm dünya bilir ki Türk milleti ile şaka yapılmaz. Kullanılabilir ama asla manda yapılamaz. Sömürülür ama asla süründürülemez.


Bu PKK belası geçici müddet için halledilecektir. Plan geciktirilmek üzere şimdilik askıya alınacaktır. Kıbrıs tekrar pişirilecektir. Ermeni sorunu tırmandırılacaktır. Hatta Ayasofya meselesi diye bir mesele icat edilecektir. Kuzeyde Pontus mirası tartışılacaktır. Ege sorunu gündeme getirilecektir. Çünkü Türkiye yer altı zenginliklerini işletmede adım atmıştır. Kıyılarında bulunan petrol rezervlerinin farkındadır. Bor yataklarının, volfram yataklarının zenginliği, enerji kaynaklarını çoğaltacak nükleer santral girişimleri Türkiye’yi bölgede uyanan tehlikeli bir lider namzedi haline getirebilir. Bu sebepten Türkiye sindirilmelidir. Bütün başımıza gelenler sebepsiz değildir. Muhakkak devleti idare edenlerde bunları biliyor.


Şimdi bizim için birlik ve beraberlik zamanıdır. Bu fırsattan istifade ederek hızla ortak paydada birleşip üzerimize düşen ne fedakarlık varsa yapmalıyız. Artık önemsenmeyen ülke değil, aksine önemsenen ve ciddiye alınan bir Ülkenin hazırlanması için Milletçe el ele olmalıyız. tidalden ayrılmamalıyız. Bu lanet terörü kökünden kazıyacak devletimizin yetkili güçleridir. Bu güçler bu işi fevkalade yapabilecek vasıftadırlar.


Bizler gerekli sivil tepkiyi göstermeli, kalanını yetkili ve sorumlulara bırakmalıyız. Onlar hepimizin intikamını alırlar.


Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken nokta PKK’nın bu terör olayında taşeronluk görevi yaptığıdır. Bu örgütün lojistik desteğini sağlayan ülkeler, başta Amerika olmak üzere, Fransa, İngiltere hatta Almanya gibi Avrupa Birliği oluşumunda birlikte olmak arzusunda olduğumuz perde gerisi körükleyicilerdir.


Tarafımıza yöneltilen düşmanlığın bir başka sebebi de dini farklılığımızdır.


Zira Dünyada Hıristiyanlık gün geçtikçe taraftar kaybetmektedir. Dini tasallut gittikçe zayıfladığından bu sömürücü devletlerin gücüde gittikçe azalmaktadır.Bu açıdan bakıldığında devletlerin geleceklerini yeniden planlama zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.


En doğuda 2 milyar nüfusu ile Çin, hemen yanı başında 1,5 milyar nüfusu ile Hindistan ve yakın komşuları, 6 milyar dünya nüfusunu nazarı itibara alındığında hakim devletleri her alanda ciddi olarak endişelendirmektedir. Çin kişi başı 10.000 dolarlık milli gelirin planlarını yapmaktadır. Düşünsenize 2 milyar insan ve kişi başı milli gelir 10.000 dolar. Bu boyuttaki kitleden kim korkmaz ki? Şimdiden Çin’in ekonomik istilası korku üretmeye başladı bile.


İstilacı devletlerin 50 yıllık, 100 yıllık olarak yaptıkları Dünya’yı idare etme projeleri bu korkularla doludur. Bizlerinde bu dünya da geçmişine ve bu günkü varlığına yakışır yeni planlar üretmesi şarttır. Bu planların etkili olması da birlik ve beraberliğe bağlıdır. Planı olmayan sadece savunmayı tercih eden bir ülkenin yavaş yavaş eriyip yok olması mukadderdir. Başarının yolunda cesaret bekler. Korkaklık çoğunlukla kaybettirir.


Bu millete korkaklık şimdiye kadar hiç uymadı. Onursuzluk hiç yakışmadı.


Bundan sonrada yakışmayacaktır.


Yüzlerce şehidimizin katili PKK’yı lanetliyoruz. PKK’nın şahsında kapalı kapıların ardında onlara lojistik ve askeri destek sağlayanları da lanetliyoruz.


Hep birlikte haykırıyoruz:


Kahrolsun Pkk… Kahrolsun Onunların İşbirlikçileri…


Kahrolsun Onların Gizli Destekçileri…