25.5 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1309

Peygambere Olan Sevginin Tezahürleri

Sadi Şirazi şöyle bir hikaye anlatır: Bir avuç toprak aldım. Gül kokuyordu. Sordum ona: Bu senin asli kokun değildir, sen bu kokuyu nereden aldın? Toprak dedi ki: Ben bir gül ağacının altının toprağıyımdım. Gülün kokusu bana sindi. İşte ben bunun için gül kokuyorum.


Kokusunu Kur’an’ın vahiy rahmetinden alan remzi gül olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (sav) yakından tanıma şerefine nail olup, o gülün altında toprak olduğu için gül kokan sahabelerinde Efendimize olan sevginin yansımalarına bakmamız gerekir. Bu bizim Peygamber sevgisinin mahiyetini anlamamız bakımından önem arzeder.


Peygamberin ayağına bir dikenin dahi batmasına razı olmayan sahabe:


Ehabişlerden Adel ve Kare kabileleri İslam’ı öğrenmek için öğretmen istediler. Hz. Peygamber bu iş için 10 kişi görevlendirdi. Mekke yakınlarında bu kişiler geceleyin baskına uğradılar yedisi şehit edildi, diğer üçü Mekke’ye götürülürken yolda birisi daha şehit edildi, ikisi de (Zeyd ve Hubeyb) Mekke’de halkın önünde İslam’dan dönmeye zorlandılar. Bekledikleri sonucu alamayınca ellerindeki mızraklarla, vahşice şehit edildiler.(Algül, Hüseyin, Alemlere Rahmet Hz. Muhammed, s.88-89).  


Hubeyb b. Adiyy gözü dönmüş, kin ve intikamla köpürüp duran azılı kafirler tarafından idam sehpasına çıkarıldığında, şu soruya muhatap olmuştu:


-“Şu anda senin yerine Muhammed’in idam edilmesini arzu eder miydin?” Cevap kesindi ve tavizsizdi:


-“Hayır, vallahi, benim kurtuluşum pahasına dahi O’nun ayaklarına bir dikenin batmasına razı olamam”. Ve Hubeyb, idam sehpasında verdiği bu cesaret örneğinden sonra ellerini açar:


-“ Ya Rabbi! Buraya gelirken, Senin Habibine veda edemeden geldim, benim selamımı O’na ulaştır” der. Tam o esnada Allah Resulü ashabıyla oturmuş konuşurken, birden bire doğrulur ve :


-“Selam sana ey Hubeyb” der. Yanındakiler ne olduğunu sorunca göz yaşları içinde:


-“Müşrikler Hubeybi şehit ettiler. Son anında bana selam gönderdi ve ben de selamını aldım” buyururlar. (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 4/76).


Peygamberi ailesinden ve akrabalarından üstün tutan hanım sahabe


Her inanan insanın gönlüne inşirah salan bir tablo Hz. Sümeyra, Uhud’da Allah Rasulü’nün şehit edildiğini duyunca, soluğu Uhud dağının eteklerinde alır…Orada kendisine,şehit olmuş “baban”, “kocan” ve “ çocukların” denilip naaşları gösterildiğinde, O bunlarla hiç ilgilenmez ve mütemadiyen her yerde Rasulüllah’ı arayarak şöyle mırıldanır:


-“Rasulullah’a ne oldu?”  Bir ara “işte Rasulüllah, şurada denilince, kendini O’nun önünde yere atar ve artık sen (hayatta) olduktan sonra bütün musibetler hafif gelir ya Resulüllah” der.


Peygamberi Tercih Eden Sahabe ( Zeyd b. Harise)


Evlendiği gün Peygamberimiz Efendimiz, babasından miras kalan sadık cariyesi Bereke’yi azat etti; aynı gün Hatice O’na 15 yaşındaki Zeyd’i hediye etti.


Zeyd, Hatice’nin yeğeni Hişamın oğlu Hakim tarafından Ukaz panayırından satın alınmıştı. Halası onu ziyarete geldiğinde, Hakim ona yeni satın aldığı kölelerinden birini seçmesini teklif etti. O da Zeyd’i seçti.


Zeyd’in babası Suriye Irak arasında yerleşik Kelb kabilesine mensubtu; annesi Tayy kabilesindendi. Yıllar önce bir gün annesi Zeyd’i ailesini ziyaret etmek için kendi kabilesine götürüyordu. Kaldıkları köye Beni Kayn kabilesinden bir grup adam saldırdı.Çocuğu kaçırıp köle diye sattılar, Babası Harise ümitsizlik içinde onu ararken, o da Kelb kabilesinden babasına haber gönderecek birisine rastlayamıyordu.


Muhammed’in kölesi olduktan sonra, bir gün kabilesinden bir grup insana Mekke’nin sokaklarında rast geldi. Muhammed’in kölesi olduktan aylar sonra, eğer daha önce onlara rast gelseydi duyguları farklı olurdu. Uzun zamandır böyle bir karşılaşmayı arzu ediyordu. Ancak bir çırpıda ailesine gidemezdi. Kelbli hacıların yanına gitti ve kendisi tanıttı ve şöyle dedi:


“Aileme şu mısraları okuyun. Çünkü uzun zamandır benim için üzüldüklerini biliyorum:


Kendim uzakta olsam da sözlerimi alın
Ve halkıma götürün, Ben şimdi Kutsal Ev’de
Allah’ın  kutsadığı(mübarek kıldığı) yerde yaşıyorum.
Artık şimdiye kadar çektiğiniz sıkıntıları bir kenara bırakın
Beni aratmak için develeri yormayın.
Çünkü ben, Allah’a şükür, bütün silsilesi soylu olan
Büyük ve iyi bir ailenin yanındayım.


Hacılar, bu haberi götürünce Zeydin babası Harise kardeşi Ka’b ile birlikte yola çıktı. Zeyd’i istediği fiyata kendine satmasını Muhammed’den istedi. Muhammed (sav) :


-“Bırakın kendi seçsin, eğer sizi seçerse hiçbir ücret istemeden onu size veririm eğer beni seçerse ben, beni seçen birinin üstünde karar verici değilim”. Daha sonra Zeyd’i yanlarına çağırdı ve bu iki adamı tanıyıp tanımadığını sordu. Zeyd:


-“Bu amcam, bu da babamdır” dedi. Peygamberimiz Efendimiz:


-“Beni tanıyorsun o halde benimle onlar arasında bir seçim yap”. Zeyd zaten seçimi yapmıştı, hemen şöyle dedi:


-“ Senin üstüne başka adam seçecek değilim. Sen bana annem ve babam gibisin”. Zeyd’in baba ve amcası:


-“Ey Zeyd! Köleliği özgürlüğe babana, amcana ve ailene tercih mi ediyorsun?” diye hayretle sordular. Zeyd onlara:


-“Evet öyle çünkü bu adamda öyle şeyler gördüöki, kimseyi ona tercih edemem” dedi.


( Martin Lings, s.70-71).


Hak Almanın Gözleri Yaşartan Hali


Hicretin 11. yılının Sefer ya da Rabiulevvel ayının sonlarıdır. Hüzünlü ve sakin bir rüzgar esmektedir. Hz. Peygamberin zihninde acı hatıralar canlanıyor. Cennet’ü-l Baki’ye gidiyor. Hizmetçisi Ebu Muveyhibe’ye şöyle diyor:


-“ Ey Ebu Muveyhibe, dünya hazinelerini ve ebedi hayat anahtarını daha sonra da Cenneti bana getirdiler, bunlardan birini seçmemi istediler. Ben Rabbime kavuşmayı ve Cenneti seçtim.”  Ebu Muveyhibe çok sıkılıp, ayrılığın yaklaştığını sezip, ağlayarak kesik kesik sesle şöyle dedi:


-“ Anam babam sana feda olsun, dünya serveti, ebedi hayat anahtarını, daha sonra da Cenneti seç!” Efendimiz (sav) dedi ki:


-“ Allah’a and olsun ki, hayır… Ey Ebu Muveyhibe, ben Rabbime kavuşmayı ve Cenneti seçtim.” Daha sonra Baki ehline istiğfar (rahmet) dileyip, geri döndü.


Başındaki ağrı şiddetlenmişti. Hz. Aişe’nin evine girdi. Bir müddet orada kaldıktan sonra, kalkıp eşlerinin evlerine gidip onların her biriyle ayrı ayrı konuştu. Meymune’nin evinde baş ağrısı tekrar arttı. Eşlerini çağırıp,  Aişe’nin evinde yatmak için onlardan izin istedi. Onlar da durumu fark edince izin verdiler. Peygamberimiz başını bir bezle sardığı, Abbas bin Abdulmuttalib ile Ali bin Ebu Talip onun kollarını tuttukları halde, ayaklarını sürükleyerek Ayşe’nin evine girdi. Ağrı daha da şiddetlenmişti. Ateşte yanarcasına vücudunda ateşi yükselmişti. Günler geçiyordu.


Bu günlerden birinde başı sargılı olarak evinden Mescid’deki minbere çıktı ve:


-“Allah kulunu dünya ile kendisine kavuşmak arasında muhayyer kıldı, kulu da ona kavuşmayı tercih etti” buyurdu ve sustu. Halk ondan gözlerini ayıramıyordu.


Burada “kul”dan kastedilenin Peygamberimizin kendisinin olduğunu anlayan Hz Ebu Bekir ;


-“ Anamız babamız sana feda olsun Ya Rasulüllah!” “ Biz canlarımızı ve mallarımızı sana feda ederiz “ diyerek yüksek sesle ağladı ve gözü yaşlı bakışlarını büyük dostunun yüzüne dikti. Peygamberimiz :


-“ Sakin ol Ebu Bekir” dedi ve devamında şunları söyledi:


-“Bu Mescid’e açılan kapılara bakın… Ebu Bekir’in evine açılan kapının dışındakilerin hepsini kapatın” dedi ve Hz Ebu Bekir sustu.


Mescidin havası heyecan ve gam doluydu. Üzüntü, hasret onlara öylesine yük olmuştu ki herkesi susturmuştu.


Günler geçmekteydi. Ateşi giderek yükselmekte idi. O artık halkla vedalaşması gerektiğini düşünüyordu. Bunun için Mescide girdi ve minbere çıkıp şunları söyledi:


-“ Ey insanlar! Ben kendisinden başka bir ilah olmayan Allah’ı sizin karşınızda takdis ediyorum. Sizlerden birisinin benim üzerimde hakkı varsa, işte ben hazırım. Eğer ben birinin sırtını kırbaçladıysam, işte sırtım. Gelsin kırbaçlasın. Bir kimseye küfür ettiysem, gelsin de hakkını alsın ki, ben zorbalık yapan biri değilim. Sizlerden en sevdiğim kimse; hakkı olup da benden alan, ya da bana helal edendir. Böylece Allah’a kavuştuğumda ruhum ferahlık içinde olur. Bir defaya mahsus çağrımın yeterli olmadığını, birkaç defa tekrarlamam gerektiğini görüyorum.”


Minberden indi , öğle namazını kıldı ve ısrarlı bir şekilde:


-“Ey insanlar! Kimin sırtına kırbaç vurmuşsam, işte sırtım. Gelsin kırbaçlasın. Bir kimseye küfür ettiysem, gelsin de hakkını alsın ki, ben zorbalık yapan biri değilim. Sizlerden en sevdiğim kimse; hakkı olup da benden alan, ya da bana helal edendir. Böylece Allah’a kavuştuğumda ruhum ferahlık içinde olur” dedi.


Hz. Muhammed (sav) cevap bekliyor, halk ise utanıyor. Hiçbir göz; böyle hayret verici çehreye bakabilme gücünde değildir. Başlar eğik omuzlar titriyor. Muhammed’in ileri sürdüğü sorunun cevabı çok ağır ve zordur.


Nihayet biri:


-“Ya Rasulüllah, üç dirhemim sendedir!” Birkaç kişi artık dayanamayıp ağlamaya başladı. Adamın parası ödendi. Peygamberimiz, halkın o adamın davranışından dolayı rahatsız olduğunu hissettiğinden şöyle dedi;


-“Ey insanlar! Kimsenin elinde ödünç mal varsa, onu ödemeli ve dünyadaki rüsvaylıktır diye düşünmemelidir.  Çünkü dünya rüsvaylığı ahiret rüsvaylığından daha kolaydır”. 


Orada bulunanlardan biri kalkıp gözlerini Peygamberimizin gözlerine dikerek heyecandan dolayı titrer vaziyette şöyle dedi:


-“Ya Rasülullah, sen bir defa falan savaşta benim sırtıma kırbaç vurdun!”  Mescid’dekiler sustu, kalpler üzüntüren neredeyse parçalacak ve kimse de ne olacağını düşünemiyordu.


Peygamber sakin bir yüzle terden ıslanmış gömleğini kaldırdı. Sırtı gözüküyordu. Hz Peygamber, adama;


-“Gel ve kısas et!” dedi. Adam harekete geçti. Halk üzüntüden başlarını dizlerine kapamıştı. Halk başını kaldırınca adamın çılgınlar gibi Peygamber’in çıplak sırt ve göğsünü kısas yerine öptüğünü gördü. Göz yaşları dalgaları her tarafı kapladı. Aşk ve şevk Mescid’in atmosferini değiştirdi.( Ali Şeriati, Muhammed Kimdir, 4. Baskı, Fecr, Ankara 1996, s. 347-352).


Hz. Peygamberi sevmek onun ahlakını sevmek, onun kendisiyle gönderildiği Kur’an’ı sevmek, O’nu peygamberlikle vazifelendiren Allah’ı sevmek, O’nun gibi hayatı anlamak ve yaşamaktır. Bizim insanları sevmemizi ve sevmememizi gerektiren nedenler vardır. Peygamberimizi sevmenin nedenlerinden en önemlisi yüce bir ahlaka sahib olmasıdır. O’nun yüksek ahlaki erdemlere sahip olması ve bunları davranışlarıyla ortaya koyması etrafındaki ashabını, daha sonraki nesilleri kendisine hayran bırakmıştır.  Bundan dolayı müminler canlarını ve mallarını, Peygamberin şahsında toplanan yüce ideallarin, insanlığın yararına gerçekleşmesi için seve seve sarf etmişlerdir.  

Atatürk’ü Tanımak

Son zamanlarda giderek çoğalan Atatürk baskısı gözlemliyorum.Ne zaman bir dini motifli hareket olsa,laikliği dinsizlik,Atatürk ü dini sevmeyen biri gibi göstermeye çalışan bir takım kesimler hemen ortaya çıkmakta,yapılanların çağ dışı olduğunu,Atatürk devrimlerine uymadığını,Atatürk ün kemiklerinin sızlayacağını söyleyerek bir Atatürk baskısı oluşturmaya çalışmaktadırlar.Bu tuzağa düşmemizin sebebi  Atatürk ü eksik tanımamızdır.Bu tür Atatürkçü geçinen insanlar aslında Atatürk düşmanıdırlar.Çünkü Atatürk ü bütünü ile tanımak onların işine gelmez.Şayet bize Atatürk bütün yönleri ile tanıtılmış olsa idi,bu adamlar asla fırsattan istifade her dini motifli hareketin karşısına Atatürk ü çıkaramazlardı.Laiklik adı altında dinsizliklerini enjekte etmeye uğraşamazlardı.Bir taraftan” biz kimsenin dini özgürlüğüne karışmıyoruz” deyip,diğer tarafta bir kuruma başı açık girip kurum dışında ise başını kapatan a ise “ …  kötü örnek oluyor……bu kafa yapısına sahip sekreterin amiri nasıl tarafsız olabilir.”gibi..ifadelerle insanları baskı altına alamazlardı.


Sözlerimin siyasetle alakası yoktur.İktidarın yanlışları daima vardır.Şayet insanlarımız sadece iktidarın icraatlarına göre oy vermiş olsalar idi,sandıktan bu kadar yüksek oranda bir destek çıkmazdı.Asıl olan muhalefetin söylem ve davranışları ile seçmeni iteklediği  tercihlerdir.


Bu bakımdan kullanılan silah ne ise o silahı iyi tanımalıyız.Maalesef Atatürk ü bazıları baskı silahı olarak kullandılar.Bizlerde bu oyunun içinde yuvarlanıp durduk.


Elime bir kitap geçti.Kitabın adı ”Atatürk ün manevi dünyası.”yazarı Rahmi Vardı.Okumanızı tavsiye ederim.Tamamen belgelere dayalı bir eser.Bende bu kitapta manevi yönünü iyi bilmediğim Atatürk ü okudum.Bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum.


Mustafa Kemal……Başkomutanlık Meydan Muharebesi öncesinde “-Yarabbi,sen Türk ordusunu muzaffer et.Türklüğün,Müslümanlığın düşman ayakları altında çiğnenmesine müsaade etme” diyerek dua etmişti.


………


Atatürk,1925 yılında Ankara Gazi Kız Numune Mektebine Cemil Said in Türkçe Kur’an çevirisini hediye etmiştir.hediye ettiği bu Kur’an çevirisinin üzerine “Gazi Kız Numune Mektebine,dikkatle okunmak ve….için hediye ediyorum.” İfadelerini not düşmüştür.


…..


Atatürk,Osmanlı’yı ölçüsüzce eleştirenleri sert bir dille uyarmaya başlamıştı.Örneğin,1937 yılında bir gazetede Sultan II. Abdülhamit’le ilgili bir yazıya büyük tepki göstererek yazıyı kaleme alan gazeteciyi şu sözlerle azarlamıştı.


“..Bak çocuk,kişisel kanımı kısaca söyleyeyim.Tecrübe göstermiştir ki,toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit’in yönetimi büyük hoşgörüdür.Hele bu yönetim 19.yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa..”..İşte Atatürk ün Sultan II. Abdülhamit hakkındaki düşüncesi.



Bursa Amerikan Kız Kolejinde okuyan üç Müslüman Türk kızı,kolejdeki misyoner öğretmenlerin çalışmaları sonucu Hıristiyan olmuşlardı.Atatürk bu hadiseyi duyar duymaz 29 ocak 1928 tarihli bakanlar kurulu kararıyla Amerikan Kız kolejini kapattı.Ve


“Ben bir Türk kızının tırnağını bu tür okulların topuna feda etmem” diyordu.


….
“Bizde ruhbanlık yoktur,hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz.Her kişi dinini,din işlerini,imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır.Orası da okuldur.”


İşte Atatürk’ün manevi dünyasından bazı kareler.Hem de belgeli olarak.


 Bu kitabı okuyun.Ben okudum ve diyorum ki;


Yuh olsun ilerici geçinen gericilere,yuh olsun Atatürk’ü kullanarak ülkemizi kamplara ayırmaya uğraşanlara,yuh olsun laikliği dinsizlik boyutunda gösterenlere,yuh olsun gerçekleri bize çarpıtarak öğretenlere..Birazda az okuyan çok konuşan bizlere…

Şarkılar Bizi Söyler

Bazı evler yuvadır, bazıları ise cezaevi. Evin, dış şartlardan sığındığımız bir yuva olması veya bir hapishane haline gelmesi onun büyüklüğü veya konforu ile pek alakalı değildir.


Bazı evlerde aile fertleri arasında sohbet vardır. Eşlerin birbirleri ile ve çocuklarıyla paylaşabildiği duygu ve fikirler vardır. Ailenin toplandığı zamanlarda ortak bir iftar sofrasının neşesi, her sıkıntılı zamanda ortak dualar, her mutlu anı paylaşmada ortak şükür duyguları vardır.


Bazı şanslı evlerde bunları besleyen başka bir kaynak daha vardır: Bu şanslı evlerde şarkılar dinlenir, şarkılar söylenir. Müziğin insan ruhunu yücelten nağmeleri günlük hayatın sıradan cümleleri ile ifade edilemeyen bir mertebede duyguları açığa çıkarır. Sıradan cümlelerin etkileme gücünden çok ileri bir seviyede muhatabını sarmalar.


Zaten Türk insanının gündelik hayatında kendini ifade etmede pek yeterli olduğu söylenemez. Yetiştirilme tarzımızdan mıdır bilmem sevgimizi ortaya koymakta da oldukça hasisizdir. Hem eşlerimize, çocuklarımıza, ana babamıza ve hem de dostlarımıza.


Sadece sevgimizi değil sitemimizi, kırgınlığımızı, tepkimizi ve hatta öfkemizi açıktan söylemek yerine genellikle söylenmeyi tercih ederiz.


İşte şarkılarımız, türkülerimiz ve diğer müzik eserleri bizim duyduğumuz ama ifade etmekte zorlandığımız hislerimizin tercümanı olur ve onları en yüksek bir mertebeden paylaşmamıza yardımcı olurlar. Ve bir an gelir hayatımızın anlamı haline gelirler. Çünkü “insan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.”


*************************************************************


Şarkıların/ Türkülerin dili, hayatımızın her safhasında ve farklı ruh hallerinde iken bizi anlatan mısralar ve melodiler sunar.


“Benim yârim gelişinden bellidir” diyen Karacaoğlan sadece sevdiği ile gurur duyduğunu ortaya koymaz, aynı zamanda ayrı düşmüş sevgililerin gönlüne “Ayrılanlar elbet bir gün kavuşur/ Ağlama sevdiğim gel dedi bana” diyerek su serper.


Mevsimler şarkılarımızı, şarkılar ise mevsimleri bir başka algılamamıza neden olmakta. Baharın coşkusunu duyan Dede Efendi “Baharın zamanı geldi a canım/ Yavru ceylan gel gidelim” derken, bir başka eserde Rifat Bey, “Niçin bülbül figan eyler, bahar eyyamıdır şimdi” diye, bülbül gibi sevdası sebebiyle ağlamakta olanları, baharın neşesini paylaşmaya davet etmekte.


Yaz günleri yaşanan güzel günlerin ardından “Yaz günleri en tatlı hayaller gibi geçti/ Rüyadaki esrar dolu haller gibi geçti” diye hasretle anılırken, kış mevsiminin ruha verdiği duygular genellikle “Kış geldi firak açmadadır sinede yâre” kıvamındadır.


Ömrü boyunca aradığı sevgiliyi ileri yaşında gören şair, “Bir bahar akşamı rastladım size” mısrasıyla başlayan bir zarafet içerisinde anlatıp “daha önceleri neredeydiniz?” diye bitirdiği zaman, benzer bir olay yaşamasanız bile, O’nun duygusuna saygı duymazlık edebilir misiniz?


“Küçüksu’da gördüm seni, gözlerinden bildim seni” mısralarını bugün söylemek pek mümkün değil. Çünkü insanlar artık kafelerde, alışveriş merkezlerinde karşılaşıyor. Ama “Boğaziçi’ni şen gönüller yatağı” yapmak bizim elimizde. Sevdiğinizle veya sevdiklerinizle bir “Boğaz keyfi” yapmayı tasarlayın. “Yamaçlarının sanki cennetin bağı” olduğunu fark ederek yaşamanın hayatınıza ne gibi güzellikler katacağını düşünün.


************************************************************


Hislerinizi şarkıların diliyle ifade edince, hayatı daha bir üst mertebeden algılamaya ve yaşamaya başlarsınız.


“Sana olan duygularım bir bilebilsen/ Anlatabilsem, belki severdin..” sözleri seven ancak ifade edemeyen bir insanın hem çaresizliğini ve hem de sevgisini etkili bir şekilde anlatmıyor mu?


İçinizden gelerek, gönlünüzün derinliğinden “Gülünce gözlerinin içi gülüyor/ Kendimi senden alamıyorum” şarkısıyla seslenebilirseniz eşinize, çocuğunuza, Onlar sizin için mutluluk kaynağı olmaya devam etmez mi? “Sen sanki baharın gülüsün, şen çiçeğimsin/ Sen her gece rüyama giren gözbebeğimsin” şarkısını paylaştığınızda da muhtemeldir ki birlikte rüya gibi günler yaşayacaksınız.


“Bir kızıl goncaya benzer dudağın/ Açılan tek gülüsün sen bu bağın” şarkısının gönülden söylenebildiği bir evde sadakatsizlik, geçimsizlik gibi sorunlar olabilir mi?


İçinde bulunduğu acıyı “Kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter/ Uyku tutmaz, bir ümit yok, gelmiyor hiçbir haber” mısraları ve Alâeddin Yavaşça bestesiyle söyleyen birine kayıtsız kalmak kolay mıdır?


Türk Müziğimizin değerli sanatçısı ve koro şefi Coşkun Açıkgöz’ün ifadesiyle, “Bir şarkı 3-5 dakikalık bir zaman diliminde, bize çok keyifli bir başka alemin kapısını açar.” Kendinizi bu âlemde yolculuk etmek için birkaç şarkı dinlemeye, söylemeye ve yapabiliyorsanız çalmaya hazırlayın. Ve kendiniz için, sevdikleriniz için lütfen hemen bu yolculuğa başlayın.

Nükleer Enerji ve Çevre

0

Dünyada ve de ülkemizde insan nüfusu gün geçtikçe artmakta. Yapılan tahminlere göre, 2007 Haziran ayında Dünya nüfusu 6,6 milyara ulaşmışken 2008 itibarıyla 6,64 milyarı aşmış bulunmakta. 2005 yılı verilerine göre ülkemiz nüfus bakımından 15’nci sırada bulunmakta. Artan nüfus pek çok ihtiyacı doğurduğu gibi enerji tüketimini de arttırıyor.  Dünya genelinde giderek artan enerji tüketimi, enerji kaynaklarının verimli kullanılmasını ve yeni enerji kaynaklarının bulunmasını zorunlu hale getiriyor. Yenilenemeyen enerji kaynağı olarak adlandırılan fosil yakıtlarla artan enerji talebinin karşılanması pek mümkün görülmemektedir. Bu nedenle yeni enerji kaynaklarının kullanılması önem kazanmaktadır.


Enerji çıkmazını ortadan kaldırmak için pek çok alternatif düşünülmektedir. Bunların arasında rüzgâr enerjisi, biyoenerji, güneş enerjisi, jeotermal enerji gibi yenilenebilir enerjilerin yanı sıra ülkemizde de gündemde olan nükleer enerji sayılabilir. Ülkemizde nükleer santral kurulması ilk olarak 1968 de gündeme gelmiş ve çeşitli sebeplerden pek çok girişim sonuçsuz kalmıştır. Nükleer enerji konusu son günlerde ülke gündeminden biraz uzaklaşmışta olsa, her yönü tartışılması gereken önemli bir konudur. Nükleer santrallerin olası olumlu, olumsuz etkileri, çevreyle olan ilişkisi bu tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.


Nükleer enerji, atomun çekirdeğinden elde edilen bir enerji türüdür. Ağır radyoaktif (uranyum, toryum gibi) atomların bir nötronun çarpması ile daha küçük atomlara bölünmesi (fisyon – parçalanma ) veya hafif radyoaktif atomların birleşerek daha ağır atomları oluşturması (füzyon – birleşme ) sonucu çok büyük bir miktarda enerji açığa çıkar. Bu enerjiye nükleer enerji denir. Nükleer reaktörlerde fisyon reaksiyonu ile edilen enerji (nükleer enerji) elektriğe çevrilir. Füzyon reaksiyonu Güneşteki reaksiyonlar olarak da ifade edilir. Bu reaksiyonun yarattığı sıcaklık fisyon reaksiyonundakinden çok daha fazladır. Fakat bu yüksek sıcaklığı kontrol edebilecek bir füzyon reaktörü henüz kurulamamıştır.


Nükleer santrallerde enerji; istasyonun merkezindeki reaktörün içinde üretilen ısıyla sağlanmaktadır. Uranyum atomunun zincirleme reaksiyonu sonucu ısı elde edilir. Nötronların sürati önce modülatörden geçirilerek yavaşlatılır ve böylece diğer çekirdekleri parçalamaları kolaylaştırılır. Reaktörde açığa çıkan nötronları emme yeteneğine sahip kontrol çubukları bulunmaktadır. Nötronlar bu kontrol çubuklarına bırakılarak veya buradan çekilerek reaksiyonlar kontrol altına alınır. Reaktörlerdeki ısı bu bölünen uranyum atomları tarafından sağlanır. Reaktörün çevresini bir gaz tabakası sarmaktadır. Kontrol çubuklarından çıkan ısı bu gaz tabakası tarafından emilmekte, ısınan gaz, ısı değiştiricisi de denilen ısı eşanjörüne alınmaktadır. Isı eşanjörü, gazda bulunan ısıyı ufak borulardaki suya iletmesinden dolayı ısı değiştiricisi olarak da adlandırılır. Isı eşanjörünün üstündeki su, aşırı ısınma sonucu buharlaştırılmış olur. Bu şekilde oluşturulmuş buhar yüksek bir ısıya ve yüksek bir basınca sahiptir. Bu yüksek basınç ve sıcaklıktaki buhar kalın borular aracılığıyla türbinlere yollanmaktadır. Türbin içinde pervaneler basınçlı gazla dönerler. Türbin jeneratöre bağlıdır. Türbinin bu şekilde sürekli dönmesiyle enerji üretimi sağlanmış olur. Oluşan buhar yeniden ısı haline gelir ve su yine buharlaşır. Reaktörlerde enerji üretimi aşağıdaki reaksiyonlarla gerçekleşir.

Nükleer Enerji

Ülkenizde nükleer santral kurulması ilk olarak 1968 de gündeme geldiğini yazıma başlarken belirtmiştim. 40 yıldır çeşitli zamanlarda gündeme gelen bu konu, 24 Şubat 2008 itibariyle diğer bir aşamaya geçmiştir. Türkiye’nin ilk nükleer santralinin kurulacağı yer Mersin Akkuyu olarak belirlenmiş ve ihale sürreci başlamıştır. Kurulacak reaktörde 2015’te elektrik üretimine geçilmesi planlanmaktadır.


Nükleer santrallerinin çevreyle ilişkisi, olası etkileri neler olabilir? Nükleer santrallerin çevreye ne gibi katkıları olabilir? Nükleer enerji küresel ısınmaya çare olarak kullanılabilir mi?… Küresel ısınmaya neden olan gazların başında gelen karbondioksitin yarısına yakınının bitkiler tarafından yutulmasına rağmen her 20 yılda CO2 seviyesi %10 arttığını biliyoruz. Günümüzde kurulu bulunan nükleer santraller, elektrik sektöründen kaynaklanabilecek yıllık sera gazı salınımının  yaklaşık %17 oranında azaltılmasını sağlamaktadır. Uzmanlar; 1000 MW gücündeki ve % 80 yük faktörüyle işletilen bir kömür santralının yerine aynı güçte bir nükleer santral kullanılmasının, kömür kalitesine ve üretim teknolojisine bağlı olarak üretimde ortaya çıkacak olan 1.3-2.2 milyon ton karbon emisyonunu önleyeceği belirtmektedirler. Nükleer santrallerin 40 yıllık ömrü düşünüldüğünde bir nükleer santral 50-90 milyon ton karbonu önlemiş olacaktır. 1000 MW gücündeki bir nükleer santral, aynı güçteki doğal gaz santralının bir yılda oluşturacağı  0.6-1.0 milyon ton karbonu önleyecektir. Nükleer santraller, fosil yakıtlarla çalışan termik santrallerin oluşturduğu CO2, SO2, NOx(azot oksitler), atık külü oluşturmaz. Dünyada kurulu bulunan nükleer santraller yılda 2300 milyon ton CO2 emisyonuna, 42 milyon ton SO2 emisyonuna, 9 milyon ton NOx emisyonuna, 210 milyon ton kül üretimine engel olmaktadır. Nükleer santrallerin küresel ısınmaya karşı alternatif temiz enerji kaynağı olmasının bir avantajken neden olduğu nükleer atıklar önemli bir dezavantajıdır.


Reaktörlerin Normal Çalışmalarında çeşitli radyoaktif artıklar meydana gelir. Reaktörlerin çalışmalarında oluşan düşük düzeydeki katı, sıvı ve gaz artıklar şöyle sıralanabilir. Katı radyoaktif artıklar; kullanılmış havuz suyu reçineleri, ışınlanmış metal, cam ve plastik kaplar, ışınlanmış deney malzemeleri, sıcak hücre ve baca filtreleri, kontamine olan çeşitli eşyalar, reaktör kalp boşluğu bileşenleridir. Sıvı radyoaktif artıklar; birincil dolaşım devresi su kaçakları, havuz duvarları sızıntıları, vana, boru su kaçakları, reaktör demineralize rejenerasyon suları, nötron demet boruları, sıcak hücre sıvı artıkları, dekontaminasyon duşları, radyoaktif laboratuar artıklarıdır. Gaz artıklar; havuz suyunda ve çeşitli ışınlamalardan oluşan gaz artıklar, ışınlama tüpleri ve nötron boruları gaz çıkışları, sıcak hücre ve dekontaminasyon lavaboları havalandırması ile oluşur.


Reaktörlerin yakıtı olan uranyum ince ve uzun kartuşlar şeklinde reaktöre yerleştirilir. Bu yakıt kartuşları paslanmaz çelik veya benzeri bir elementle kaplanır. Yeter derecede kirlilik birikimi olunca nötron absorblaması yavaşlar ve fisyon üretimi azalır. Uranyum atomlarındaki enerji tükenmiştir. Bu çubuklar son derece sıcak hem de taşıdıkları radyasyon nedeniyle tehlikelidir. Bu durumda yakıt kartuşu çıkartılmalıdır. Bu şekilde elemanda atıklar, daha konsantre edilmiş, daha radyoaktif ve dolayısıyla daha tehlikelidir.


Nükleer atıkların uzaklaştırılması için çeşitli yöntemler uygulanmış ve yeni yöntemler araştırılmakta. Nükleer atıkların okyanus tabanına gömülmesi uygulanmış olan yöntemler, kutuplardaki buzullara gömülmesi, dış uzaya gönderilmesi veya transmutasyon yöntemi düşünülmüş ve araştırılmış yöntemlere örnek verilebilir.  Ancak son yıllarda nükleer güce sahip olan ülkelerde, nükleer atıkların derin yeraltı depolarına gömülmesi tercih edilen bir yöntem olarak görülmektedir. Radyoktif sıvı atıklar özel kaplarda toplanır. Katı atıklar ise özel kaplarında hemen gömülür ve bozulma yoluyla aktivitelerinin azalması için beklenir. Radyoaktif artıkların işlenmesi ‘seyrelme’ ve ‘yoğunlaştırma ’  olmak üzere iki genel kategoride toplanır. Seyreltme metodu genel olarak alçak aktiviteli sıvı artıklara uygulanır. Buna karşıt yoğunlaştırma, katı artıklar ve yüksek aktiviteli sıvı artıklar için daha uygun bir metottur. Bu işlemleri radyoaktif atığın bir yere toplama’ veya ‘ nihai zararsız hale getirme’ işlemleri izler.


Nükleer santrallerin tartışılmasına farklı bir boyuttu da nükleer kazalardır. Nükleer santrallerin işletmede oldukları sürede sürekli denetim altın bulunduğunu belirtilmekte aynı zamanda nükleer santrallerin çevre ve insana zarar verebilecek şekilde kaza yapma riskinin günümüzde kullanılan diğer teknolojik ürünlere göre çok az olduğunu belirtilmektedir. nükleer santrallerle ilgili bu görüşlerin yanı sıra aşağıda verilen nükleer kaza örnekleri nükleer santrallerin olası kazalarla insan hayatını tehlikeye sokacağı ihtimalini akla getiriyor.


1957 – Windscale (İngiltere): Metal uranyum yakıt elemanlarının soğutulması kaybı sonucu çıkan reaktör yangınında fisyon ürünleri atmosfere yayılmıştır. Hemen çevrenin ve çalışanların izlenmesine başlanmış, bir süre için süt dağıtımı durdurulmuştur.


1958 – Chalk River N.R.U. (Kanada): Bozuk yakıt elemanlarının reaktör korundan çıkarılması sırasında, yakıtın taşıma konteynırına sıkışıp, daha sonra depolama kuyusuna düşerek yanması ile oluşan kazada ve tamirat sırasında 3 kişi 100-200 miliSievert, 15 kişi 50-100 mSi., 30 kişi 30-50 mSi. radyasyon almıştır. Küçük bir alana da radyoaktif ürünler yayılmış ancak yerleşim bölgesinden uzak olduğu için bu fazla önemli olmamıştır.


Mart 1965 – Chinon A1 (Fransa): Girilmez işaretini görmeyip, yakıt değiştirme bölgesine giren bir işçi 0.50 Gray doz radyasyon almıştır.


Eylül 1979 – Chinon A2 (Fransa): Karbon-dioksit kaçağını bulmak için yapılan bir çalışma sırasında iki işçi 340 mSi ve 110 mSi. doz radyasyon almıştır.


KAYNAKLAR



  1. www.bbc.co.uk/turkish  
  2. http://ekolojidergisi.com.tr/resimler/34-2.pdf
  3. http://www.angelfire.com/scifi/nuclear220/sec222.htm
  4. http://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_enerji
  5. www.diyadinnet.com
  6. Abdulkerim Eyimaya, Radyoaktif Atıkların Arıtılması , Erzurum – 2002
  7. www.odevsitesi.com

Seka Dünü ve Bugünü

0

Uygarlığın derisi olan kağıt, ne Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ne de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde üretiliyordu. Ama kuşkusuz kullanılıyordu. Kağıt bir yandan ithalat istatistiklerinin önemli bir kalemini oluştururken öte yandan ithal edilen Kağıt’ları işleyen bir sektör varlığını sürdürüyordu.


Türkiye’nin de bütün dünya ülkeleri ile birlikte derin bir ekonomik kriz ortamına sürüklenmesine karşın, Hammaddeleri ülkemizde bulunduğu halde ithal edilen Yünlü, Pamuklu, Deri, Cam, Kimya Sanayi ürünlerin üretilmesi gibi, uygarlığın hamuru olan kağıt üretimi de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin gündemini işgal ediyordu.


Bu cümleden olarak; 1929’un sonlarında dünyadaki ekonomik krize rağmen üretimi artırmak, olanaklı aşamalarda yurt içi tüketimini halka sunmak amacıyla, “Birinci Sanayi Planı” çerçevesinde Mehmet Ali Kağıtçı’nın 18 Aralık 1929 tarihli Kağıtçılık Hakkındaki Rapor uyarınca, Atatürk, harekete geçilmesini hükümete buyurmuş, ayrıntılı çalışmalar sonucunda fabrikanın Sümerbank tarafından kurulmasına onay veren aşağıdaki 10 Temmuz 1934 tarihli kararname çıkarılmıştı:


Genç Cumhuriyet Türkiyesi’nde Kağıt üretecek bir sanayinin kurulması fikrinin ortaya atılması ve kamuoyuna benimsetilmesi Mehmet Ali Kağıtçı’nın özgeçmişinden ayrı düşünülemez. İstanbul Heybeliada’da 1899’da doğan Mehmet Ali Kağıtçı ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra Darülfünün’un Fen Fakültesinden 1922’de Kimyager olarak mezun oldu. Aynı Fakülteden Madeniyat, Umumi riyaziyat ve Tıbbi Kimya sertifikaları almış olan Mehmet Ali Kağıtçı 1923 yılında Kimya Enstitüsünde asistanlığa getirildi. Bir süre eğitimde faaliyet sürdürdükten sonra Almanya’ya giderek Hannover Teknik Üniversitesinde ve çeşitli kağıt fabrikalarında işçi olarak çalıştı, Fransa Grenoble Üniversitesi Fen Fakültesinde öğrenim gördü ve 30 Temmuz 1927’de Yüksek Kağıt Mühendisliği diplomasını aldı. Yurda döndükten sonra bir yandan çeşitli görevlerde çalışırken, bir yandan da Türkiye Kağıt Sanayinin kurulması için çalıştı.


Birisi Mehmet ali Kağıtçı olmak üzere, ikisi Türk, üçü Alman uzmanlardan oluşan kurulun bir fabrikanın yeri, onun çalışabilmesi için gereksinim duyduğu enerjinin, kömürün, suyun, işçinin en kolay ve en ucuz temin edilebileceği hammaddesi ile ürününün en az gider ve nakil ve sevk olanaklarının mevcut olması hususlarında uzun bir süreçte araştırma ve inceleme yaparak fabrikanın kurulmasına olanak veren en uygun yerin Bithynia… Nicomedia…İzmit! Olabileceği kararına varılmıştır.


Başbakan İsmet İnönü’nün “Arkadaşlarım. Bugün mühim bir fabrikanın temel taşını koyacağız. Temeli atılacak olan fabrika iktisadi hayatımızın mühim bir müessesesi… Büyük Millet Meclisi sanayi programının bir uzantısıdır… görülüyor ki fabrika yalnız, memleketin kağıt, karton ihtiyacını temin etmekle kalmayacak, muhtelif çeşit hammaddelerimizi kıymetlendirmeye de yarayacaktır. Kağıt Fabrikası’nın İzmit’te kurulması, ileri bir irfan, Cumhuriyet inkılaplarına hususi bir bağlılığı olan İzmit için iyi bir tesadüftür.” Söylevinin ardından Paşa Hazretleri fabrikanın temelini 14 Ağustos 1934’de bizzat kendi eliyle atmıştır.


Fabrika kurulduktan sonra çok uzun zamandır hasretle beklenen ilk yerli kağıda 18 Nisan 1936 saat 15:03’de kavuşuyordu.


Atatürk, zamanın Sümerbank Genel Müdürü Nurullah Esad Sümer’i çağırmış, milli kağıdın durumunu sormuş, Genel Müdür faaliyet raporunu göstererek Ata’ya demiş ki; işte efendim çalışmaz dedikleri fabrikamızın ürettiği milli kağıda basılmış bir yıllık emeğimizin kitabı… Atatürk dışarıdan getirilenden farksız, yerli kağıda basılı broşürü dikkatle incelemiş, sonrada içini çekerek şunları söylemiş; “ Çocuğum… Bana bu yapılan fabrikanın işlemeyeceğini, memlekete dert olacağını, lüks ve fanteziden ileri gitmeyeceğini açık kapalı çok söyleyenler oldu. Bunlar içinde hala hükümette Bakanlık sandalyesinde oturanlar var, en çok ısrarlı tenkitleri kağıt sanayinde topladılar. Ama ben diyorum ki; öteki fabrikalardan vazgeçilse bile Kağıt üretiminden vazgeçilemez. Çünkü bir memleket, kağıdını kağıdını kendi yapamadığı zaman ulusal kültürünü yabancı lütfuna bağlar. Kapitülasyonların en tehlikelisi de budur. Ve ötekilerden önce bütün dikkat ve ilgimizi Kağıt sanayinde toplayalım”


Kağıt Fabrikası ülkenin sanayileşmesinde olduğu kadar Kocaeli’nin gelişmesinde de öncü rol oynamıştır. Örneğin İzmit’te Kağıt Fabrikası kurulmaya karar verildiği zaman bu kent 14.000 kadar nüfusu barındıran mütevazi bir şehirdi.


Kağıt Fabrikası bu kente büyük katkılar sağladı. Nitekim 1935- 1940’lı yıllarda ülke nüfusu %017 artarken Kocaeli’nde %022,5, 1940-1945’li yıllarda söz konusu rakamlar %010,6 ve %0,20,5 olmuştur. 1970’li yılların sonunda , Kocaeli gayri safi yurt içi hasılaya sanayisiyle %8,9 oranında katkıda bulunuyordu. O yıllarda tarım, İnşaat, Ticaret ve bu gibi sektörlerin yurda katkısı %2’yi bile geçmiyordu.


SEKA’nın 60. yılında (1996) 20 Kağıt makinesi, 8 Selüloz Fabrikası, 4 Odun hamuru tesisi bir adet de lamine ve lif levha üreten fabrikası vardı. Bu fabrikalarda da 12.500 çalışanı ile 520.000 ton/yıl kağıt, karton üretiyordu. Yaklaşık 50.000 kişi karnını doyuruyor, eğitimini sağlıyor, milyonlarca kişi de ticari iş temin edebiliyordu.


SEKA 1998 yılında Özelleştirilme programına alınarak yapılan bazı çalışmalar sonucunda Bolu İşletmesi 09.08.2000 tarihinde, Dalaman İşletmesi 30.03.2001 tarihinde, Afyon İşletmesi 02.06.2003 tarihinde, Balıkesir İşletmesi 24.06.2003 tarihinde, Çaycuma İşletmesi 30.06.2003 tarihinde, Aksu İşletmesi 24.10.2003 tarihinde, Kastamonu İşletmesi 06.11.2003 tarihinde, İzmit İşletmesi 08.11.2004 tarihinde, Kereste fabrikalarından Karacasu 15.04.2004, Akkuş 07.12.2004, Ardanuç İşletmesi de 09.12.2004 tarihlerinde özelleştirilmiştir.


Ancak yapılan bu özelleştirmelerin sonucu ne yazık ki hüsrana uğramıştır. Takip edilebildiği kadarı ile bu işletmelerden sadece Çaycuma, Dalaman ve Bolu İşletmeleri faaliyetlerini sürdürmektedir.


Balıkesir İşletmesinin özelleştirilmesi ile ilgili husus yargıya intikal etmiş ve mahkeme tarafından özelleştirilme işlemleri durdurulmuştur.


Akdeniz İşletme Müdürlüğü ise en son 2001-2002 yıllarında aylık cirosu 12 trilyon TL. civarında iken maalesef faaliyetleri durdurulmuş ve 2003 yılında yapılan ihale sonucunda Park Holding-Laveggia SPA grubu tarafından 110 milyon dolar fiyat teklif edilmiş fakat her nasılsa ihale gerçekleşmemiş ve bu tarihten beride fabrika atıl vaziyette alınarak İşletme korozyana uğramakta ve şu anda orada bulunan gerek işçi ve gerekse memur statüsündeki personel hiç çalışmadan ücret ve maaşlarını almaya devam etmektedirler.


Yine bu İşletmenin bünyesinde bulunan SEKA TAŞUCU limanı da yapılan pek çok ihalelere rağmen özelleştirilememiştir.


İzmit İşletmesi ise Kocaeli Büyükşehir Belediyesine devredilmiş ve böylece SEKA tarihe gömülmüştür. Her ne kadar Büyükşehir Belediyesi Seka arazisi üzerinde pek çok yatırımlar ve iyileştirmeler yapacağı vaadinde bulunduysa da sahil düzenlemesi haricinde hiçbir taahhüdünü yerine getirmemiş arazi bundan 50 yıl öncesi bataklık haline dönüşerek bataklıkta üreyen sivrisinekler çevreyi sarmıştır. Esasen sahil düzenlemesi yapmak için medeniyetin hamurunun üretildiği koskoca SEKA Kağıt Fabrikasının tarihe gömülmesine hiç gerek yoktu.


Geriye şayet teselli alınacaksa “SEKA” adının yapılan parka, açılacak PTT’ye ve hastaneye verilmesinden başka pek birşey kalmamıştır. Bu da nasıl bir teselli olacaksa… Allah bu Millete , bu Memlekete bir daha böyle bir zeval vermesin.


Kaynakça: SEKA Tarihi

Cadı Avı Başladı ya da Neo Mc. Charty’cilik

Yalçın Küçük “Yeni Ortaçağ`a giriyoruz” derken Küresel Sermayenin dünyaya binlerce feodal devletçik armağan edeceğini mi öngörmüştü yoksa ‘işine gelirse demokrasisi’ içinde cadı avı turlarının düzenleneceğini mi?


Çinli “İlginç bir çağda yaşayasın, emi!” diyorsa her ikisi de mümkün. Teknoloji arttıkça tuhaftır, cehalet de artıyor.


Yeryüzünde nice bozgun çıkarıcılar vardır ki biz ancak ıslah edicileriz derler.” Al sana Amerika.. Al sana 1.7 milyon şehide rağmen suskunluğumuz..


Benim anlamadığım, büyük balıkların suç işleme özgürlüğünün zihnimizde sınırsız olması. Hangi dini teşekkül Amerikan gâvurlarının din, cami, minare, ırz, namus ve insanlık düşmanlığını adam gibi kınamıştır? Sırpların, Ermenilerin yaptığını unutmuyoruz da elin Conisi okyanus ötesinden gelip komşumuzu öldürüyor, bacımıza tecavüz ediyor, hiç rahatsızlık duymuyoruz. Tek yaşasın borsa..


Niye böyle? Teşkilatlanma modellerimiz Rahmani değil de ondan. Hangi tarikat kendi hatasını bulan ihvanına teşekkür etmiştir? Hangi cemaat kendi liderine yapılan eleştiriye hoşgörüyle bakabilmiştir? Hangi siyasi parti muhalefetinin varlığından memnundur?


Falan yere başkan olunca bizi tanımazsın” iç kabulünde bir halkız. Seçtiklerimiz bizi tanımasalar da biz sembollerimizi tanıyoruz ya. Kessen, damarlarım sarı – kırmızı yada filan parti simgesi.


% 47`lik bir parti hukuken kapatılmak isteniyor; ortalık ayakta. İyi, güzel.. ‘ ‘Ergenekon’ kod adlı operasyonda paşası, avukatı, gazetecisi, akademisyeni, siyasetçisi içeri alınıyor; oh olmuş pozları. % 1 alan bir siyasi partinin Genel Başkanı içerde, diğer siyasilerden kınama bile yok.


Hukuki süreçten anlamayız. Ama ikiyüzlülüğün demokrasi olmadığını iyi biliriz.  “Kanunlar örümcek ağları gibidir. Küçük böcekler takılır, büyük böcekler deler geçer” düsturundan hani rahatsızdık. Hani zenginin gücü ve parasıyla suç işlemesini kabullenemiyor idik?


Sütte leke var, seçtiklerimizde yok. Dolayısıyla muhalefet şeytan işidir. Cadılar sürek avlarıyla bir bir avlanacaktır. II. Dünya Savaşı sonrası Mc. Carthyizm adı altında herkes komünistlik isnadıyla toplanıyordu. Şimdi de sevmediğiniz biri varsa Ergenekon’cu diye suçlayın, rahat edin. Mesela; geçinemediğiniz komşunuz veya kaynananız, çocuğunuzun öğretmeni, ruhsat vermeyen belediyeci..  


İşte akıl tutulması bu. Muhakeme gücünü bile yitirmesi toplumun. Her şeye kendisine verilen gözlükle bakması. İyi de o zaman Kâinat Kitabı bizi niçin düşünceye ve tefekküre davet etmiştir?
Aselsan’daki intiharlar hangi çetenin işiydi? Ergenekon buradaysa Gladio nerede? Amerika ve İsrail bu işin neresinde, Rusya neresinde?


Avladıklarımız arasında ya haksızlığa uğramış ve mağdur edilmiş biri varsa? Zulme ortaklığımız ve şakşakçılığımız hangi sabunla yıkarsak çıkacak ellerimizden?


Toplum adalet duygusunu yitirirse kendi enkazında kalır. Keşke evrensel prensiplerden bakabilsek sokağımıza, cemiyetimize ve ailemize?


Hem kutsal metinler tekelimizde hem her an insanlık suçu işlemeye devam ediyoruz. Siyasal boyalarımız foyalarımızı örtüyor ya bu bize yeter. Tabi bu dünyada; ya öbüründe?


İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmeye öbürüne sağır
   O ferah ve delişmen birçok alınlarda
   Betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır


Sarı öküz ulusalcılar olsun. Peşinden sırada alaca öküz var; siyasal İslamcılar. Sonra kara öküz; Kürtçüler.. Bulaca öküz; liberaller..


Mezbahane aşkları tamam. Kasabın bıçağını yalamaya devam.

İstikrarsızlık ve Kamplaşma

Türkiye ısrarla istikrarsızlaştırılıyor ve mümkün olduğu kadar kamplaştırılmaya çalışılıyor. İki süper gücün çatıştığı soğuk harp döneminde işimiz oldukça kolaydı. Ama bugün böyle değil. Bir dönem Sovyetlerin ihraç ettiği, en azından sahiplendiği, bazen de Batılı ülkelerin pazarlık gücünü arttırmak için desteklediği komünist hareketler yer değiştirdi. Şimdi hedef İslam ve önü açılmış milli devletler… Böyle olunca Türkiye de bundan nasibini alıyor. İstikrarsızlaştırma ve kamplaştırma ve kamplaştırarak çatıştırma ülke aleyhine olduğuna göre; bu durum, aslında iktidarın da, muhalefetin de, dışarının emrine girmemiş herkesin aleyhinedir. Nedense bazılarına göre istikrar ve gelişme Sevr şartlarına göre Türkiye’yi uydurmaktır. Bu artık paranoya falan değil… Yeter ki iktidar bu oyuna gelmesin. Siyasi rakipleri alt edebilmek için dış destek aranmamalıdır. Siyasi meşruiyeti ve iktidarı sürdürmeyi dış destekte aradığınızı belli ederseniz; bunun faturasını da size ödetirler. Türkiye’de demokrasiyi ve milli devletin kuruluş felsefesini tartışılır hale getirdik. Bu, bu ülkeyi bize emanet bırakanlara ihanettir. Demokrasiyi tartışırken; Cumhuriyetsiz, milli devletsiz ve milli kimliksiz, çokkültürlü, federal bir anlayıştan hareket ediyoruz. İktidarın bu yöne yüzünü çevirmesi tehlikeli bir gidiştir. Bazı çevrelerden ve bazı kurumlardan hesaplaşma veya rövanş alma içgüdüsü, bizi onarılmaz yanlışlara itmemelidir. Yarın bugünleri de aramayalım.


Devlet Bakanı M. Şimşek, New York’ta Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nda yaptığı bir konuşmada, Türkiye’de “savaş”tan, çokdinli ve çokkültürlü mozaik olduğumuzdan bahsediyor. ABD’de küreselleşmeye karşı çıkanları ABD’ye şikayet ediyor. Türkiye’de savaş ve güçler kavgası küreselleşmeyi anlamayan fark etmeyen milliyetçilerle küreselciler arasında olduğunu söylüyor. Aslında çok doğru bir teşhis… Keşke, küreselleşme adil, anlamlı ve rekabetçi yürütülebilse… Küresel ekonomik ve siyasal istilalara yol açmasa… Çizilen pembe tablolar ve romantik tanımlar küreselleşmenin işleyişine uymuyor. Aslında kimse Türkiye’nin dışarıya kapanmasından yana değil… Demek ki teslimiyetçilerin önündeki en büyük engel milliyetçilermiş. Bundan dolayı milliyetçiler mukayese dahi edilmeyecek örneklerle isimlendirilmeye çalışılıyor: Laik, Baascı ulusalcılar… Öyle görünüyor ki; siyasal iktidara biat etmeyenler ister milliyetçi, ister ulusalcı kim olursa olsun çete tanımına sokulmaya çalışılıyor. Bu çeteye sözde isim veren kişinin bir dönem STV de program yapan ılımlı bir Müslüman, bugün ise Kanada’da hahamlığı tercih eden bir kişi oluşu enteresan. Demek ki tezgah ve diyalog böyle hazırlanmış. Bir İtalyan Gazetesinin Müslüman bir yetkilisinin Katolik olması karşısında Papalığın açıklaması de enteresan: Dün karşımızda idi; bugün yanımızda…


Türkiye’nin iç meseleleri yabancı ülke siyasetçilerinin ve AB yetkililerinin malzemesi oldu. Dün Hrant Dink, Elif Şafak, Orhan Pamuk gibi davalara açıkça burunlarını sokanlar, bugün parti kapatma konusuyla meşguller. Küstahça, alçakça ve saygısızca yapılan müdahaleler yargı üzerindeki baskılar, milli bağımsızlıkla örtüşebiliyor mu? Ancak “görevimizi yapıyoruz” diyen Sayın Adalet Bakanı bunlara cevap veremiyor. Bunlara cevap Yargıtay Başsavcısından mı, Hukuk Fakültesi Dekanlarından mı, yoksa Genel Kurmay Başkanından mı gelmeli?


Hakim ve Savcılar Kanunu değişmediği ve teminat sağlanmadığı sürece; yargı siyasi baskı altında kalabilir. Basın ve yürütme yargıyı yönlendirebilir. Somut örnekleri yaşadık ve yaşıyoruz. Hukuk devleti, parti devleti değildir. Tenkit ettiğimiz CHP’nin tek parti dönemindeki otoriter ve totaliter tutumuna özenilmemelidir. Yargı, fikir ve düşünce hürriyeti rahat bırakılmalıdır. Bastırma, sindirme ve tepkiyi yok etme hangi ciddi demokraside var? İçeri alınanların şahısları değil; göz altına alındıkları önemlidir. Hukuk objektiftir. Basın, kişilere göre tavır alabiliyorsa; bu eski ezber ve hukuk devleti anlayışının kavranmamasındandır. Malûm operasyon dolayısıyla içeri alma yeni değildir.


Türkiye’deki gelişmeleri basitleştirerek CHP-AKP çatışmasını dünün CHP-DP kamplaşmasının devamı gibi görmek en büyük yanlıştır. Türkiye’deki mücadele, Devlet Bakanı M. Şimşek’in New York’ta söylediği gibidir.


Dış yönlendirme ve tahriklerden uzak duralım. Toplumu gerici ve çatışmacı üsluplardan uzaklaşalım. Sorunlarımızı içerde hukuk devleti içinde çözelim. % 46 rey aldıktan sonra, dış desteklerden medet ummayalım. Demokrasiyi elbirliği ile tahrip edip demokratız diye ortaya çıkmayalım.


Ne olduğu bir türlü ortaya konamamış hayali bir Ergenekon masallarıyla, çete iddialarıyla uğraştık durduk. En önemli fikir tartışmamız türban ve laik-antilaik maçı üzerine oldu. Oysa, Kıbrıs’tan Türk askerinin çıkarılması, birleştirilmiş Kıbrıs tezgahı, Cumhuriyetsiz ve Milli Kimliksiz Anayasa taslakları, Vakıflar Yasası, Petrol Yasası, Hayali AB üyeliği yerine, bize yer gösterilen Akdeniz Birliği, TCK 301. Maddeye yapılan saldırılar, devletin ve halkın borçlandırılması, ekonomik kriz, garip özelleştirmeler, yabancılara toprak satışları, Patrikhanenin meydan okuması, Avrupa’da vatandaşlarımıza yapılan ırkçı ve Hıristiyan köktendinci saldırılar, Ermeni iddiaları, Türkiye-ABD ilişkileri, Irak’ın geleceği, Afganistan’a ilave asker gönderilmesi gibi konular asıl gündem konuları olmalıydı.

Sözlerin Zaman Aşımı Yokmu

Her şeyin bir ömrü var. Her imalatın son kullanma tarihi veya garanti süresi var. Davaların zaman aşımı var. Borçların zaman aşımı var.İtirazların zaman aşımı var. Çok şeyin zaman aşımı var ama galiba sözlerin zaman aşımı yok.


İnsan bir yerde bir söz söyledi mi, söylediği söz bir yerde belgelendi mi, seneler sonra bile olsa karşısına çıkarılıyor.


İnsanlar bir fikir beyan edebilir. Bu fikride o günkü yasalara göre suç olabilir.


Yıllarca kimsenin önemsemediği bu söz, o insan önemli bir mevkiye geldi mi önüne konuluyor. Bazen de yargılanabiliyor.


Her şeyin bir zaman aşımı olduğu gibi, sözlerinde bir zaman aşımı olmalı.


Gençliğinde abuk sabuk cereyanların peşinde koşmuş nice insanlar var ki, bu cereyanların hepsinden sıyrılmış. Normal düzenini yaşıyor. Şimdi bu kişiye sen niye bir zamanlar bu cereyanların içinde niye olmuştun. Gel seni yargılayalım mı diyeceğiz. Bu devlet pişman olmuş PKK lıyı, vatan hainini bile affediyor.


Şimdi en kritik mevkilerde bulunan bir zamanların Mao ve Lenin yandaşlarına bile ciddi paralar ödeyerek onları istihdam ediyor. Onlar şimdi karşıtlarını takiyye ile suçlamaktan geri durmuyor. Bunlara bir zamanlar sen şunu bunu yapmıştın mı deniyor.


Tabii ki denmemeli. İnsanlar rijit değildir. Zamana ayak uydurabilir.


İnsanlar fikrini söylemeli. Söylediği söz o gün için suç ise ve o gün gereği yapılmamışsa, seneler sonra insanlar önemli bir mevkiye geldiğinde önüne o tarihlerdeki söylemleri konmamalı. O yüzden yargılanmamalı.


 Bir zamanlar söylenmiş ama yasalara uygun olmayan söylemlere zaman aşımı kuralı getirilemez mi?


İnsanların hepsi hukukçu değildir. Hangi sözün ileride kendisine problem getireceğini bilmez. Korku ile de fikirler gelişmez. Çeşitlilik olmaz. Herkes kurşun asker misali basma kalıp aynı şeyleri söylemek durumunda kalır.


Son zamanlarda eskiler karıştırılmaya başlandı. Çocuk yaşta söylediğiniz sözler teybe falan alındı ise ve siz yıllar sonra önemli bir mevkiye geldiyseniz yandınız. Birileri bu teyp kasetini ortaya çıkardı mı işiniz biter. İnsanlar değişmek için vardır. Değişim olmazsa gelişim olmaz.


Fikirler ise sürekli değişime tabidir.


Hani bazıları için halk arasında “amma sabit fikirli. Hiç esnemiyor.” derler ya demek ki sabit fikirli olmakta iyi bir şey değil.


İnsanın gelişimi fikirlerini de değiştirebilir. Bu bakımdan bence fikirlerde kanun önünde  zaman aşımına tabi olmalı. Şayet söylenilen suç teşkil ediyorsa zamanında gereği yapılmalı. Gereği yapılmamışsa veya kasıtlı olarak hasır altında bekletilmiş ise yıllar sonra ortaya çıkarılıp insanlar yargılanmamalı.


Bunun için bir yasa çıkarılacaksa çıkarılmalı. İnsanlar söz söylemekten çekinir hale gelmemeli. Son zamanlardaki gelişmeler bana bu konuyu hatırlattı.


Ben de sizlerle paylaşmak istedim.

Hukuk’un Siyasi Mücadele İçin Kullanılması

Türkiye siyaseti ve hukuk sistemi “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” dedirten bir bilinmez istikamete doğru gidiyor.


“AKP’nin kapatılması davası” ile “Ergenekon Davası” soruşturmaları hukuki süreçler olarak değerlendirilmekten çıktı. Siyasetçiler, yazarlar ve kamuoyu tarafından “tarafların hukuk üzerinden rövanş alma mücadelesi” olarak tanımlanan bir hale dönüştü.


Bu iki davadan birinde “hukuka saygılı olmak gerektiğini” söyleyenlerin, diğer davada “hukukun sindirme ve etkisizleştirme vasıtası olarak kullanıldığını”  söylediğini görüyoruz.


Taraflardan her biri, bir savcıyı savunurken diğer savcıyı yerden yere vuruyor. “Nalıncı keseri” yine hep kendine doğru yontuyor.


“Güçler Dengesi Bozulunca” başlığıyla yazdığım yazıda, hadisenin “hukuki ve sosyal” boyutlarından önce, “siyasi” olduğunu ve alışılmış bir güç dengesinin bozulmasını müteakip, yeni bir dengeye kavuşuncaya kadar olabilecek çalkantılar olduğunu vurgulamaya çalışmıştım.


Bu yazıda yurtiçindeki güç odaklarının durumunu sergilemeye çalışmıştım. Ancak ortadaki mücadelenin görünür taraflarının ötesinde dış boyutları olabileceğini de düşünmek gerek. Gördüğümüz olayların son derece küçük bir bölümü. Bilmediğimiz bildiklerimizden fazla olduğu gibi, bildiğimizi zannettiğimiz şeyler de aslında çoğunlukla kirletilmiş bilgilerden ibaret.


Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in ifadesi iç çatışmanın dış boyutu hakkında ipucu veriyor ve oldukça keskin: “Evet ortada bir savaş var. Bu doğru. Türkiye’de bir güçler kavgası var. Küreselciler ile milliyetçiler kavgası. AK Parti’ye değil, küreselleşmeye karşılar. Biz korumacılıktan yana değil, küreselcilikten yanayız. İşte benim partimin bulunduğu nokta burası.” 


Milli değerlerimizi ve varlıklarımızı koruyarak küresel oyuncu olma gibi bir hedefimiz olamaz mı yani? Küresel oyunculardan hangisi milliyetçi değil?


*********************************************************************


“AKP’yi kapatma davasında” bir iddianame var ve iddialar genellikle Başbakan ve diğer AKP yöneticilerinin çeşitli sözlerinin bir araya getirilip, “laikliğe karşı odak olduğu” sonucuna varan yoruma dayanıyor. “Üniversitelerde türbanı serbest bırakmak için anayasa değişikliği” yapılması bardağı taşıran son damla olmuş.


Bir çeteleşme davası olduğu söylenen, ama ne yazık ki Türk’ün en büyük destanlarından biri olan “Ergenekon” adının verildiği davada henüz bir iddianame dahi ortaya çıkmadı. Ancak soruşturmalar şaşırtan kişilerle genişleyerek devam ediyor. Önce sağcı milliyetçi kimlikleriyle tanınmış kişiler, son olarak ta solcu ulusalcı kimlikli şöhretli isimler gözaltına alındı.


Bu iki grup arasında ortak nokta ne olabilir diye düşünüyorum. Benim bulabildiğim tek ortak nokta “anti-amerikancı” oluşları. Bakalım Savcılar ne gibi ilişkiler ve ortak noktalar çıkarabilecekler?


**********************************************************************


Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması (destabilizasyonu) için plan kuranların ciddi başarıya ulaştıklarını, Türk insanını kamplara ayırma konusunda önemli mesafeler aldıklarını ve en önemlisi tarafların hepsinde derin endişe ve karamsarlık yarattıklarını görüyoruz.


Bir yandan “Ekonomide Tehlikeli Sinyaller” yazımda belirttiğim gibi ciddi ekonomik sıkıntıların yaşanabileceğine dair işaretler yoğunlaştı.


Ekonomi bilgisine güvendiğim İlhan Kesici’nin geçen hafta Skyturk kanalında yaptığı açıklamalar ürkütücüydü. İlhan Kesici ekonomik krizin bir çığ gibi gelmekte olduğunu, 2008 de bizi hasta edeceğini, 2009 da ise ölümcül darbe vuracağını ifade ederek şu tavsiyelerde bulundu: “Alacaklılar alacaklarını en kısa zamanda tahsil etmeye, borçlular borçlarını bir an evvel ödemeye çalışsın. Herkes ayağını yorganına göre değil, yorganının yarısına kadar uzatsın.”


Diğer taraftan ABD’nin Afganistan’da Taliban güçleriyle çarpışmak için Türkiye’nin muharip asker vermesi; Türkiye’de “füze kalkanı” oluşturma projesi ve İran’la çatışma halinde ABD ile askeri ve siyasi işbirliği gibi talepleri var. Vakıflar Yasası, Rum Patriğin ekümenik/ evrensel olduğunun kabulü, Ruhban Okulu’nun açılması, Kıbrıs’ta çözüm gibi yoluna girmiş(!) konuları da unutmamak gerek. Tabii ki bir de “Kürt sorununa siyasal çözüm” dayatması var.


Hemen güneyimizde Irak’ın işgal edilmesinden bu yana bir milyon insan öldürüldü, dört milyon insan vatanını terk etmek zorunda kaldı. Türkiye’nin dikkati bu büyük hadiselerin üzerinde değil.


Bütün yazar-çizer, siyasetçi ve bilim adamlarımız hukuk, demokrasi, laiklik konularında derin tartışmalar içinde. Tıpkı İstanbul Fatih’in ordusu tarafından kuşatılmışken Ayasofya’da “meleklerin erkek mi, dişi mi olduğunu” tartışan papazlar gibi.

Şu Boğaz Harbi Nedir, Var mı ki Dünyada Eşi?

‘’Çanakkale müdafaası yapılmış, kazanılmıştır. Lakin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiş hatta başlamamıştır bile! Herkes bilsin ki, burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet tarihi için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar abidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikayelerini yazsınlar, sağ kalanlar rahmet okusunlar…’’ demiş Darülfünun Müderrislerinden İsmail Hakkı Bey.


Canlarını yüce bir ideal, aziz bir devlet ve kutlu bir toprak için feda eden bir milletin fertleri olarak bugün aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle anıyoruz. Anıyoruz ve bir daha yaşanmaması adına da yaşananları hafızamızda diri tutuyoruz. Bu sebeple her sene Çanakkale’ye ziyaretler gerçekleştiriyor ve şehitlerimize dua ediyoruz.


Çanakkale müdafaası ve bu topraklarda sonsuza uğurlanan iki yüz elli bin insanımızı hatırlamalı ve kafamıza öyle bir nakşetmeliyiz ki, nereden geldiğimizi bilelim ve geleceğimizi sağlıklı inşa edebilelim. Aynı zamanda geçmişten ibret almamız, bizim geleceğe giden yolda istikametimizin de şaşmasını önler. Bunun için, dünya da benzeri olmayan Çanakkale Harbi, iyi bilinmeli.


Her yıl gittiğimiz, Çanakkale ziyaretlerimizden birinde, rehberimiz Mehmet Ertekin tarafından anlatılanlar ve gördüklerimiz, bizi oldukça duygulandırmıştı.


Git evladım, yıllarca ben oğulsuz kalayım;
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım!
Haydi oğlum, haydi git; ya gazi ol, ya şehit


Mehmet Emin YURDAKUL


Analar, evlatlarını bu şekilde uğurladılar Çanakkale’ye. Ya şehit oldular, ya gazi.


Çanakkale de bastığımız her karış toprağın şehitlerimizden bir iz taşıdığını biliyoruz. Şehitlerimizi ziyaret için gittiğimiz o yerlerde, rehberimizin anlattıkları ile Çanakkale harbi, gözümüzde canlanıyor. Abideler üzerindeki yazılar bizim, vatan kalbinin attığı yerin üzerinde olduğumuzdan bahsediyor.


Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.


Necmettin Halil ONAN


Ve anlatıyor rehberimiz Mehmet Bey, Şehitlikleri ziyaret ederken, yaşanan anılardan bahsediyor. Ve maalesef, ciddi bir tarihi geçmişimiz olmasına rağmen, tarihe not düşmeyen ve tarihini bir başkasından öğrenenler olarak, bize bildiklerini anlatıyor, rehberimiz.


…Fazilet abidesiydi yaşananlar,
Bu savaşta, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız askerinin yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırası şöyledir;


‘’Savaş sahasında döğüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtasıyla şöyle bir konuşma yaptık.


-Niçin öldürmek istediğin düşmana yardım ediyorsun?
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:


-Bu Fransız yaralanınca, cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi. Anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulup anasının yanına dönsün.


Bu asil duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğü manzara karşısında şok oldum. Çünkü Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler…’’


Ey, bu topraklar için toprağa duşmuş, asker!
Gökten ecdada inerek öpse o pak alnı değer.


Mehmet Akif ERSOY


Çanakkale de adsız, namsız kahramanlar sayesinde hür bayrağımız altında gölgelenebiliyoruz. Bugün hür bayrağın altında başımız dik dolaşabilmemizi onlara borçluyuz. Bu sebeple şehit izi taşıyan bu topraklar her zaman bizlerden ziyaret edilmeyi bekler.