37.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Temmuz 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1307

Belediyelerin Birleştirilmesi

Uzun zamandan beri bir şey dikkatimi çekip duruyordu.Ne zaman bir beldeye gitsem,o beldenin göze çarpan yerinde ya bir sosyal tesis, yada yeni bir başkanlık binası yapılmış. Üzerinde de “Büyükşehir belediyesi…………..düğün salonu veya sosyal tesisi” gibi yazılar gözüme çarpıyor. Bu yapılan iş o beldenin belediyesine ait para ile yapılmıyor mu? Büyük şehir o beldenin payına düşen ödenekten bu binaları o beldeye yapmıyor mu?. Ayrıca hangi beldeye gitsen “bu asfalt Büyükşehir belediyesi tarafından yapılmaktadır.” Veya “bu duvar B.şehir belediyesi tarafından yapılmıştır.” Yazısına rastlıyorum. Suyu B.şehir yapar. Kanalizasyonu B.şehir yapar. Kaldırımı, asfaltı, duvarı, parkı, düğün salonunu, itfaiye hizmetlerini, hasılı nerde ise tüm belediyecilik hizmetlerini Büyükşehir yapar da belde belediyesi ne iş yapar diye düşünmeden edemiyorum.


Belde belediyesine sadece Emlak vergisi toplamak, anons yapmak, pazarda zabıta görevlendirmek kalıyor. Bazı belediyelerde çöpü bile özel sektör alıyor.


Bu durumda belde başkanı aracına, “Bu araç…….belde başkanı tarafından satın alınmış ve kullanılmaktadır.” Diye yazsa fena olmayacak.


Bu kadar kısıtlı yetkileri ve görevleri olan belde başkanlarına verilen maaş cidden boşunadır.


Yapabildikleri iş; beldenin vatandaşının hastasını hastaneye taşımak, polisle başı derde gireni karakolda kollamak, askere gideni uğurlamak, düğün ve cenazelere katılmak, açılışlarda bulunmak, bakan karşılamak vs. Hepsi bu kadar. Bunun için başkan olmaya gerek yok. Bu beldelerin seçilmiş belediye başkanları başkan yardımcısı olsalar yeter. İşsiz de kalmamış olurlar. Belde ahalisinin şahsi sıkıntılarının da takipçisi olurlar. En azından onların yardımcılarına da gerek olmaz. Bu kadar pasifize edilmiş, yetkileri elinden alınmış belde belediyelerinin birleştirilmesini doğru buluyorum.


Bu başkanlar pasifize edilmeden önce seslerini yükseltselerdi şimdi bu duruma düşmezlerdi. Oh ne ala dediler. Nasılsa işleri Büyükşehir yapıyor diye sesleri çıkmadı. İşlerine geldi. Şimdi ise alınan karara isyan ediyorlar. Bence hiç sesleri çıkmasın. Gelecek fırtına aylar önce ses verdiydi? Kimse umursamadı.


Tıpkı gelecek depremin ayak sesleri gibi. Onunda feryadı binalar yıkılınca ortaya çıkacak. Şimdilik herkes sessiz. Deprem deposu ile alakalı yapılan işler kaplumbağa adımı ile yürüyor. Keşke çok kişi mağdur olmadan gerçekleşebilse.


Bundan böyle belediyelerin icraatları ile ilgili yazılar yazmayı düşünüyorum.


Nasıl olsa bu beldelerin başkanlarından biri merkez belediyeye başkan olmayı arzu edecek. Bakalım kendi belediyesindeki performansı nasıl?. Önümüzdeki zamanda bu konuyu işlemeye çalışacağım.


Değerli Okurlar.


Aralık ayı içinde yurt dışında olacağımdan bu köşem vasıtası ile sizinle buluşmaya ara vermek zorunda kalacağım. İnşaallah Ocak 2008 de kaldığımız yerden başlarız. Hoşçakalın. Kendinize iyi bakın.

“Gönüllü Kerizlik” Üzerine

0

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyormuş, birinciliği beyaza vermişler.” İnsanı insan yapan değerler manzumesinin tepetaklak edildiği ve tersine çevrildiği bir çağdayız.


Çocuklarımız sınıfta “inek” muamelesi görmemek için ders çalıştığını gizlemek zorunda kalabiliyor.


Askere giden gençlerimiz “nöbetten yırttım, içtimadan yırttım” replikleriyle “keriz” olmadıklarını ispatlamaya çalışıyorlar.


İşçimiz 15 dakikalık çay molasını nasıl yarım saate çıkardığıyla, memurumuz nasıl izin üstüne izin aldığıyla övünebiliyor.


Doğruluğun, dürüstlüğün, erdemin borsa veya döviz karşılığının olmadığı anlaşıldığında zoraki kürtaja tabi tutuldular. Ve birden namusluluk namussuzluk, namussuzluk da namuslulukmuş gibi algılanır oldu. Delilik suyundan içmek zorunda kalan akıllı gibi..


Sezen Aksu bir şarkısında “Yüzyıllarca namussuzluk yapmaktan bıkmadın mı namus?” derken moda deyimle tabu yıkıyordu. Meğer o tabu toplumun omurgası değil miymiş? Sonra çokça şikâyetçi olduklarımız da meğer sebebiyet verdiklerimizin neticesi değil miymiş?


Sonuçta Nasrettin Hoca’cı bir toplumuz. Bindiğimiz dalı bile bile ve esprisine kesme alışkanlığımız var bizim. Ama bunun yanı sıra binlerce yıllık bir tarih birikimimiz ve ulvi bir din geleneğimiz de mevcut.


Tüm peygamberliğin yaptığı, yalnız da kalsa, kınansa da, anlaşılmasa da iyiliğe, doğruluğa ve faziletli olmaya davet etmektir. Kötülüğün hangi versiyonu o devirde modaysa onu alışkanlıklardan ve algılamadan çıkarıp atmaktır.


Tabi “Nice yangın söndürücüler, yangın çıkarmakla suçlanmışlardır” yaftalarına da hazırlıklı olarak. Hz. Muhammed, risaletten önce bile Hılf’ul-Füdül (Erdemliler) ekibiyle bulunmaktan övünçlüdür. Biz ise vahiye muhatap olduktan sonra bile adam gibi olmayı kerizlik, toplumu ifsat edecek donanımlara sahip olmayı da adamlık saymaktayız.


Gönüllü Kerizlik demek aslında idealistlik, mefkûrecilik, ülkücülük, adanmışlık demek. Ama “vatan–millet”in karın doyurmadığı; idealizmin, adanmışlığın esatir’ül- evvelin (eskilerin masalları) sayıldığı bir demde gaye güdücülük yapılacaksa elektro–şokla yapılmalı. Ters toplumsal baskılara baştan hazırlıklı olmak babında gönüllü kerizlik bir şuur serpintisiyle idrak edebilecek bir duruş olmalı. Ve kendi durumu en iyi kendi değerlendirir noktada yarışa bir adım önde başlamalı.


Evet; borsadan, paradan, kredi kartından, “aşkım”dan, “ben var ya ben”den, mide gurultusundan başka bir şeyin konuşulmaz hale geldiği bir cemiyette ezberleri bozmak da yeterli değil. Yeni bir dil ve anlayış koymak zorundasınız.


Bu alanda en büyük riskimiz kendi klasiklerimizdir. Toplumsal tükenmişlik belirli gün ve haftalardaki çeyrek asırlık söylemlerle aşılamıyor. Hutbelerde ağaç sevgisi dinlemekten, derslerde çevreyi koruma vaazından bıktık, yaşayan örnekleri istiyoruz. “Oku” diye başlayan bir dinin okumayan Müslüman’ını dinlemek içimden gelmiyor.


Ya makamları, sıfatları dökülünce ne olacak? Cıbıldak mı kalacak? Öyleyse sadece yeni şeyler söylemek de çözmüyor, yeni davranışlar edinmek ve topluma “Tekrar-ı ahsen, velev kane yüzseksen” diyerekten engelde etmemiz gerekiyor.


Yoksa yakında 32 farz da kerizlik kısmına girecek. Ne mutlu gönülleriyle düşünüp düşünüp de zihinlerine davranış sinyali gönderebilenlere. Ve gönüllerinin, keriz(!)liğince yaşayanlara..

DTP Kapatılmamalı mı?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Demokratik Toplum Partisi (DTP) hakkında Anayasa Mahkemesi’ne kapatma davası açtı. Mahkeme ile ilgili süreç başladı.


DTP’nin terör örgütünün İmralı’daki başı tarafından kurdurulduğu, milletvekillerinin bu şahsın tercihi ile seçildiği ve partinin buradan yönetildiği herkes tarafından bilinen bir gerçek. İtiraf etse de etmese de her kesimden insan mevcut anayasa ve kanunlara göre kapatma işleminin geç bile kaldığının farkında.


MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “bunun aksini savunmak ve etnik kökenine bakılarak bunları çiğneyenlere imtiyazlı bir muamele yapılmasını istemek de demokrasiyle, hak ve hukukla bağdaşmayan bir garabet olacaktır.”


Buna rağmen bazıları “kapatma kararı hukuken doğrudur, ancak siyaseten yanlıştır” derken; Başbakan Erdoğan, DTP’nin Meclis dışına itilmesine karşı çıkarak, “Parlamento dışı kalırlarsa onları da dağa gönderirsiniz” dedi. Erdoğan’ın, “Elde silahla dolaşmaya gerek yok. Silahsız gelirsin, masada her şeyini konuşursun” ifadesi “bir gizli af planı” veya “yeni bir açılım” mı söz konusu yorumlarına yol açtı.


MHP, ilk planda “bölünmez bütünlük aleyhindeki suçları işleyen milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını” teklif etti, ancak Mecliste destek bulamadı. Özellikle Ak Parti’nin sözcüleri, bu kanunun çıkması halinde, “dokunulmazlıkları teker teker kaldırılan DTP’li milletvekillerinin Meclis’te tutuklanıp, partilerinin de kapatılacağı” gerekçesiyle şiddetle itiraz ettiler.


Demek ki, AKP ve yandaşları DTP’nin kapatılmasına da, suç işleyen milletvekillerinin vekilliğinin düşürülüp cezalandırılmasına karşıdır. Bu kesimin, DTP’nin ve milletvekillerinin işlediği suçları tasvip veya takdir ettiğini söylemek mümkün olmadığına göre, AKP neden bu görüşü savunmaktadır? Acaba gerçekten Türkiye için “PKK’lıların dağlarda mı olmaları yoksa Mecliste mi olmaları daha iyi!” şeklinde bir tercihten başka imkân yok mu?


Bu sorunun cevabını ararken için şu ihtimalleri düşünmek uygun olacaktır:


1- MİT’in emekli üst düzey yöneticilerinden Cevat Öneş’in iddia ettiği gibi, 5 Kasımda Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush arasında Washington’da yapılan görüşmede “ABD ile PKK’nın tasfiyesi ve karşılığında Barzani yönetiminin tanınması hususunda anlaşmaya varılmıştır.” Bu durumda Başkan Bush’un açıklamasında belirtilen “Kürt sorununun çözümü için Türkiye adımlar atacak” sözünün gereği olarak DTP’nin Meclis’te kalması uygun bulunmuştur.


2- “Kürt sorununun” çözümü için DTP’ye rol vermek düşüncesinin uygulanabilmesi demek, İmralı’dan yazdırılan DTP siyasi taleplerine kapı aralamak demektir. Bunu sağlayacak hukuki düzenlemeler ve bu kapsamda Anayasa hazırlıklarını dikkatle izlemek gerekmektedir.


3- ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında Barzani ve Talabani için planlanan roller uygulanmaktadır. “Büyük Kürdistan planı” için üçüncü figür Öcalan ve PKK için planlanmış rolün süresi dolmuş olabilir. Veya Öcalan/PKK, şimdilik sadece İran hedefine karşı kullanılacak bir koz olarak kullanılacaktır. (İleride şartlar olgunlaşınca yine Türkiye’ye karşı kullanmak üzere hazır tutulabilir.)


Esasen bu ihtimallerin birbirini tamamlayan sonuçlar olduğunu düşünmek mümkündür. Bu hususlar sebebiyle “DTP kapatılmasın” deniyorsa, Türkiye’de terör konusunun bir “Kürt sorunundan” kaynaklandığı yani Kürt halkına ayrımcılık yapıldığını ve “PKK’nın ve siyasi kolunun Kürt halkının demokratik hakları için çalışan yegâne temsilcisi olduğunu” kabul etmiş olursunuz.


DTP’nin kapatılamaması ve/veya suç işleyen milletvekillerinin cezalandırılamaması halinde terör örgütü kazanacağı büyük moralin yanında, bu konuda Türk devletini dize getirmiş ve bölünmenin yolunu açmış olacaktır. AKP’nin Güneydoğu’da almış olduğu oylar ve “PKK/DTP bölgeyi temsil etmiyor” söylemleri de boşa çıkmış olacaktır.

Anayasa ve Terör Sahtekârlığı

Mehmet Özer, Evren Anıl ve Ethem Çelebi… Bu Türk gençleri İngiliz ırkçıları tarafından İngiltere’de öldürülen vatandaşlarımızdır. En son öldürülen Ethem Çelebi’nin KKTC bayrağı önünde çekilmiş bir resmi gazetelerde yer aldı. Avrupa’nın değişik ülkelerinde yabancı düşmanlığı ve yükselen ırkçılık dolayısıyla maalesef öldürülen bir çok Türk var. Basından elde ettiğimiz bilgilere göre; sadece Almanya’da son 6 yıl içinde 7 Türk cinayete kurban gitti. Nürnberg’de Enver Şimşek, Abdurrahman Özdoğru ve İsmail Yazar, Hamburg’da Süleyman Taşköprü, Münih’de Habil Kılıç, Rostock’da Yunus Turgut, Dortmund’da Mehmet Kubaşık… Bu vatandaşlarımızı saygı ve rahmetle anıyoruz. Herhalde büyükelçi ve konsoloslarımız vatandaşlarına yöneltilen bu menfur saldırılara karşı gerekli görevi yerine getirmişlerdir. Üzülerek ifade edelim ki; çoğu kere vatandaşına sahip çıkmada özürlü olan dış görevlilere sahibiz.


***


Terör konusu dün de bugün de Türkiye’nin gündemindedir. Türkiye Türkiye olarak kaldığı sürece, Batı tarafından hazmedilecek bir ülke değildir. Yaşadığımız coğrafya da, bizi terörden uzak tutmaya müsait değildir. Ancak, terörle ilgili konu tartışılırken bazı çevrelerin konuyu sulandırdığı görülmektedir. Fakirlik, bölgesel azgelişmişlik ve insan hakları gibi gerekçeler konuyu rayından çıkarmaya yaramaktadır. Sadece GAP’a yatırım terörü çözer demek; bu konuyu ya bilmemektir, ya da işi bilerek sulandırmaktır. Terörün amacı; Türkiye’yi milli devlet olmaktan uzaklaştırmak, çok dilli, çokkültürlü, çok etnikli yapay bir elbiseyi bize giydirmektir. Davranışlarıyla, beyanlarıyla terör örgütü ile aynılaşan siyasi partinin kapatılıp kapatılmayacağı tartışılıyor. Yargıtay Başsavcılığı gereğini yapmış; hukuk devletinin icaplarının yerine getirilme yolunu açmıştır. Ancak, siyasetçi daha önceki çirkin örneklerde olduğu gibi (Elif Şafak, H. Dink, O. Pamuk vb.) Yargı’ya doğrudan veya dolaylı müdahaleden çekinmemektedir. Eğer hukuk devletini işletemiyorsanız; en azından %46 oy boşa gitmiş demektir. Hedefe hep PKK kondu; Irak’ın kuzeyindeki siyasi oluşum göz ardı edildi. Aslında, PKK kadar tehlikeli olan; milli endişeden yoksun, milli kimliği ile kavgalı siyasi iradedir. Bunları nereye koyacağız? Farklılıkları abartıp kutsallaştıranların amacı, etnik çatıştırma değilse nedir? Kimliklerin çatıştırılması, farklılıkların kutsallaştırılması sosyal bütünleşme mi? Bu yol denenerek hiçbir ülke güçlenmedi. Milli devlet bu yollarla daha güçlü kılınmadı.


“DTP kapanırsa hoşnut olmam” veya “Parti kapatma gibi anti-demokratik yollar denenmemeli” gibi talihsiz beyanlarda bulunan ülke yöneticileri, hukuk devletinin önünde engel teşkil etmektedirler. O zaman bir anket yapalım. Sadece iktidar partisi milletvekillerine, Sayın Cumhurbaşkanına, Sayın Başbakana, Sayın Meclis Başkanımıza soralım ve onların hoşuna gidecek bir yolu tercih edelim. Bu hukuk devleti midir? Hukuk devletinin olmadığı bir yerde demokrasi güçlenip yaşatılabilir mi?


Kürtçülük sorunu bütün Kürtleri ilgilendirmediği ve onları DTP’nin temsil etmediği düşünülürse; parti kapatma Kürt sorununu neden alevlendirsin? Kimse dağa çıkmasın ama; hukuk devleti de ayaklar altına alınıp suç işleme imtiyazı kimseye tanınmasın. Hukuk devletinin işletilmesi bir linç olayı mıdır? Bunu böyle görüyorsanız terörden niye şikâyetçisiniz? Dışarıdan baskı gelecek diye kendinizi korkutarak baskı altına almayınız. Devlet adamı gibi davranınız. Hiçbir ciddi devletin kabul edemeyeceği ve tartıştırmayacağı konuları tartışma konusu yapmayınız. Sorun, kültürel haklara değil; hükümranlık hakkının paylaşılması ve Türkiye’nin sınırlarının değiştirilmesine geldi dayandı. Bunu sorun yaparsanız, Kürt sorunu diye takdim ederseniz; demokrasi içinde bunu çözemezsiniz. Tasvip edilmeyen hukuk dışı yolları teşvik edersiniz.


Geçenlerde Abant’ta anayasa üzerine bir toplantı yapıldı. Amaç; sivil toplum kuruluşlarına da tartışma imkânı sağlandığı görüntüsü verilmesiydi. Türk’e karşı ırkçılık yapan, Cumhuriyet, milli devlet ve TSK ile kavgalı takım oradaydı. Sözde sağ muhafazakâr örtü altında… Bu anayasa ve özgürlükler bize dar geliyor diye ortaya düşenler, fikir özgürlüğüne tahammül edemediler ve Sayın Ferman Demirkol’u konuşturmadılar, O’na saldırıda bulundular. Sözde fikir fırtınası adı altında eski Sovyet Politbüro üyeleri gibi davrananlar oldu. Kürtlerin egemenliğe ortak olmaları gerektiği, Türk ve Atatürk milliyetçiliği tabirlerinin ırkçılık olduğu ortaya kondu. Sağda ve solda artık değişik bir göreve soyundurulanlar, bu gibi toplantıların değişmez isimleri oluyor.

Deprem Tarihi Suç Tarihi

Yıl 1999.Ağustosun 17 si.Gece saat 03.05 te Kuzey Anadolu fayının Düzce,Adapazarı,Yalova,Avcılar güzergahında 7.8 büyüklüğünde bir deprem yaşanıyor.


Devletin yetkilileri bölgeyi afet bölgesi ilan etmemek için 6.7 den başlayıp bilahare arttırarak 7.4 te karar kılıyorlar.


Bu deprem bazı bilim adamlarına göre ancak 1000 yılda bir yaşanabilecek çok şiddetli yıkıcı bir deprem.15-20 bini aşkın insanımız hakkın rahmetine kavuşuyor.Trilyonlarca maddi zarar meydana geliyor.Bir taraftan deprem yaraları sarılmaya çalışılırken diğer taraftan da yargılamalar başlıyor.Yıkılan binalar çoğunlukla 20-30 yıl önce,hatta bazıları 40 yıl önce yapılmış.Binaların projeleri o günkü kanun ve yönetmeliklere göre çizilmiş ve hesaplanmış.Sorumlulukları da aynı kanun ve yönetmeliklere göre yerine getiriliyor.O günkü kanun ve yönetmeliklerde sorumluluk 5 yıl ile sınırlı.İmzalar buna göre atılmış.Hakimlerde bunu değerlendiriyor ve bir çok dosya zaman aşımından rafa kaldırılıyor.Birden bire devreye Yargıtay giriyor.Önce ceza dairesi,sonra hukuk dairesi bir karar alıyor.


”Deprem tarihi suç tarihidir.”.


Yani siz binaları ne kadar önce yaparsanız yapın,ne kadar önce projelendirirseniz projelendirin, yaptığınız işi 17 Ağustos 1999 da yapmış olarak kabul ediliyorsunuz.Kimse bu kararın Anayasaya uygun olup olmadığını tartışmadı.Hiç bir sivil toplum örgütü(Mühendis ve Mimar odaları da dahil)”yahu siz ne yapıyorsunuz.Tüm kanun ve yasaların hükümlerini ve yürürlük tarihlerini nasıl oluyor da 20-30 sene sonraya hatta sonsuza taşıyorsunuz “demedi.O günkü haleti ruhiye de Mühendis ve Mimarlar baş suçlu ilan edildi.Bizim meslek odalarımızda bu ön yargıya aynen uydu.Bakanlar kurulu mağdurların hakkını savunmak adına alel acele “adli müzaheret le alakalı bir kararname çıkarttı.Açılan bütün davalar ve Davalının malına konulacak tedbirler ücrete tabi değildi.Bu da deprem davalarını takip eden bazı avukatların işini kolaylaştırdı.Gerekli veya gereksiz önüne gelen teknik adamın tüm mallarına tedbir koydurdular.Borçlar kanununun 50.maddesi olan müteselsiliyet maddesini bina inşaatların da uygulayarak %5 kusurlu bulunana da tazminatın tamamını ödettiler.Bilirkişi raporlarının bazıları profesörlerin asistanlarınca hazırlandı.Profesörler imzaladılar.Bilgisayar teknolojisi ile yetişmiş bu genç öğretim görevlileri o günlerin şartlarını yorumlamaktan uzaktı.Hesapların elle yapıldığı,İletişimin sınırlı olduğu,malzeme temininde zorluklar yaşandığı,inşaat yapım teknolojisinin ilkel olduğu dönemleri bilmeleri imkansızdı. Yorumlamaları da mümkün değildi.Gördükleri her eksiği kusur kabul ettiler.Hakimlerde bilirkişilere uyunca Yargıtay kararından sonra yargılanan bütün teknik elemanlar suçlu hale geldiler.Proje kusurlarının binaların hasar almasına veya yıkılmasına sebep olup olmadığı,binaların yıkılmasında veya hasar almasında ne kadar etkili olduğu bile yorumlanmadı.Proje deki ufak tefek eksiklikler kusur olarak kabul edildi.Dosyalar iyi tetkik edilmeden acele raporlar düzenlendi.


Verilen %5 ve ya %10 kusur dolayısı ile bu kusura muhatap olan az kusurlu teknik elemanın yukarıdaki kanun maddelerine göre tazminatın tamamını ödeyeceği, malları haraç mezat satılacak olan teknik elemanın kendisinin deprem mağduru haline geleceği nazarı itibara alınmadı.


Hakimler deprem konusunda ihtisas sahibi olmadıkları gibi,atanan bilirkişilerin büyük bir bölümü de konunun uzmanı değillerdi.Betonarme projelerine, hiç betonarme projesi yapmamış, su ihtisası yapmış, mekanik ihtisası yapmış,petrol ihtisası yapmış öğretim görevlileri ve ya uzmanlık alanı farklı olan devlet kademelerinde masa başı görevi yapan mühendisler baktı.Zemin etüdünü jeofizik mühendisleri yerine maden mühendisleri de yorumladı.Hatta bazı bilirkişiler hayatında hiç proje yapmamış veya hiçbir inşaatın yapımının seyircisi bile olmamıştı.Bu kişilerin yorumları davalı mühendislerin mahkum olmalarına sebep oldu.


Bütün bu olumsuzlukların sorumlusu alel acele çıkarılan “deprem tarihi suç tarihidir” kararıdır.”Tutulan kısrak harmanı döver “Atasözüne bu hadiseler tıpa tıp uymaktadır.


1500 civarındaki dosyadan sadece 34 kişi mahkum olmuştur.Bu insanlar 1000 yılın depreminin faturasını üstlenmişlerdir.Kanunları çıkaran bakanlık suçsuz ilan edilmiştir. Projeleri tasdik eden meslek odaları suçsuz ilan edilmiştir.Yönetmelikleri yapan ve projeleri onaylayan Belediyeler suçsuz ilan edilmiştir.Bütün suç teknik elemanların sırtında kalmıştır.Kala kala geriye 34 mahkumiyet ve 250 civarında tazminat dosyası kalmıştır.Bütün bu dosyaların çoğunluğunun bulunduğu vilayet te Kocaeli dir.


Bu insanlar depremin günah keçileri olmuştur.


10 yıl sonra da,hatta 100 yıl sonra da deprem olsa bu Yargıtay kararı 100 yıl önce yapılan yapının yapım tarihini deprem tarihine taşıyacaktır.Genel hukukta böyle bir şey olabilir mi? İnsan gelecekteki şartlara şimdiden imza atabilir mi?


En kısa zamanda bu Yargıtay kararını devre dışı bırakacak şekilde İmar kanununda düzenleme yapılmalıdır.Yoksa gelecekteki bir İstanbul depreminde aralarında meclisteki milletvekillerinin de olabileceği çok mühendis,mimar ve müteahhidin canı yanacaktır.


İktidar bu konuyu halletmekten çekiniyor.Deprem mağdurları ayağa kalkacak diye.1500 dosyadan 1400 ü zaman aşımına uğradı.Ne oldu savaş mı çıktı.Zaman aşımına uğrayan dosyalar temiz miydi.Bu dosyalar yargı dışı kalınca ortaya bir adaletsizlik çıkmadı mı?


Ey iktidar sahipleri!


Anayasaya aykırılığı bile tartışılmamış bu Yargıtay kararını devre dışı bırakacak düzenlemeleri bir an önce ele alınız.İçinde haksız yere güme gidenlerinde bulunduğu hapisteki teknik elemanların çilesine bir an önce son veriniz.”Sizlerden biri de gelecek deprem de ne olduğunu anlamadan kendini demir parmaklıklar arkasında bulabilir.” sözümü yabana atmayınız.


Borçlar kanununun 50. maddesindeki ve tüketici kanununun 4. maddesindeki “Müteselsiliyet” hükmünün inşaatlarla alakalandırılmasını engelleyecek yeni bir düzenlemeyi acil olarak meclise getiriniz.


Zira tazminat davalarında haksız yere yeni ocaklar batıyor.Bazı istismarcılar depremden sonra çıkan bu karar ve kararnamelerden istifade ederek DEPREMZADE oluyor.


Ey iktidar sahipleri!


Bu yazımi depremin faturasını ödemeye mahkum olmuş olanların gıyaben talebi olarak kabul ediniz.


Acil olarak lütfen dikkate alınız.

Çözüm

Değneğin iki ucu da pislikli. DEP lilerin meclise girdikten sonra takındığı tavır ve politika bu partinin kapatılmasını gündeme getirmiştir. Bu partinin milletvekilleri dokunulmazlık zırhına bürünerek suç sayılan eylem ve söylemlerine devam ederken sokaktaki sempatizanları ise daha ileri giderek polisimize saldırmaktan bir sakınca görmemektedirler.


Kimi yetkilileri üstü kapalı konuşmalarla yetinirken bir kısmı ise suç olduğu çok açık eylem ve beyanatlar sergileyerek özellikle mahkum olmaya çalışıyor. Tabii bütün bunlar çok aleni bir şekilde cereyan ettiği için anayasa mahkemesi bu partiyi kapatmayı gündeme getiriyor. Burada yargı organları gereğini yapmaktadırlar. Bir suç işlemişse ilgili yasalar neyi emrediyorsa onu yapması kadar tabii ne olabilirki?


Fakat durum hiç de o kadar basit görünmemektedir. O nedenle bazı siyasilerimiz bu partiye mensup milletvekillerimizin dokunulmazlığının kaldırılmasını ve partinin kapatılmasını isterken iktidar partisi ise bu hareketi sakıncalı buldukları için dokunulmazlıkların kaldırılıp partinin kapatılmasına karşı çıkmaktadırlar. Burada siyasilerle yargı arasında farklı düşünceler görünmektedir. Bu da tabiidir. Hukukçular hadiselere hukuki açıdan bakmakta siyasiler ise siyasi açıdan olayların basit olmadığını ifade etmiştik. Bu suçları işleyenler yaptıklarının suç olduğunu bilmiyorlar mı sanılıyor. Dikkat edilirse tamamına yakını eğitimli bu ekibin ısrarla suç sayılan eylemleri yapmaları düşündürücü değil mi? Bunların suç işlemekte ısrarcı tutumları partilerini kapattırmak kendilerini hapse attırmak yandaşlarını sokaklara dökmek içerde kargaşa çıkarmak dış ülkelerdeki sempatizanlarını harekete geçirip ülke aleyhine hava oluşturmak.


Bunların amacı artık belli olmuştur. Bir takım üstü kapalı sözlerle ifade etmeye çalışsalar da asıl niyetleri devletimizden ayrı bir devlet kurmaktır. Bunu daha nasıl söyleyebilirler! Bunların ne yapmak istedikleri artık belli olduğuna göre bunların dışındaki tüm siyasi partilerimiz birlikte hareket ederek devletimizin başına bir bela olarak çökmüş bu tehlikenin savuşturulması için ortak hareket etmelidirler.


Burada devletin bekası söz konusudur. Sadece siyasilerin birlikteliği bile yeterli değildir. Bu konuda yargı, yasama ve yürütme ortak bir programla bu belayı defetmenin çarelerini aramalı ülke bütünlüğüne kastı olanların amaçlarını boşa çıkarmalıdırlar.

Şiiri Sevmek, Şiirle Sevmek

0

—Üstadım, aşağılık kompleksine düşüyorum. Bana şiir oku, diyorsun, okuyorum; bir şey anlamıyorum okuduklarımdan. Ben aptal mıyım, diye düşünüyorum. Şiirden anladığını söyleyenler gerçekten anlıyorlar mı?


— Senin, saf ve samimi halin olmazsa hiç çekilmezsin Kertenkele. Altından anlamak için sarraf olmak lazım; değilsen altın sıradan bir metaldir. Şiir de böyle.


—Yani üstadım, yine bende mi bir kusur var?


—Buna kusur demeyelim. Tüylenmeden uçmaya çalışan kuş gibisin. Önce kuş olduğunu bil, sonra tüylen, sonra kanatlan, sonra taklit et, sonra uç.


—Üstadım, önce kertenkeleydik, şimdi kuş olduk, öyle mi?


—Ne fark eder; biri ayaklı, biri kanatlı. Hep sürünecek değilsin ya, biraz da terfi et ve uç. Bedenin uçmuyorsa gönlün uçsun, şairler gibi.


—Şairler uçar mı Üstadım?


—Tabi uçar. Şairler, bedenlerinin bulunduğu iklimden başka bir iklim yaşadıkları ve bunu okuyanlara yaşatabildikleri zaman şairdirler ve yazdıkları şiirdir.


—Üstadım, yine karışık bir şey söyledin.


—Kertenkele, şiiri yazmak da anlamak da birikim gerektirir. Midesi az gelişmiş birinin somun yemesi nasıl hazımsızlık yaratırsa, kafası az gelişmiş birinin de şiir okuması hazımsızlık yaratır. Bu bir süreçtir. Her zekânın anlayabileceği şiirler vardır. Sen biraz acele etmişsin.


—Üstadım, iltifatlarınıza hayranım. Kuş olduk, az gelişmiş olduk, zaten kertenkeleydik.


—Soru sorman, öğrenme merakın çok güzel; bunlar seni geliştirir. Alınganlığın kötü, bu ise seni köreltir.


—Üstadım, ben de size latife olsun diye söyledim.


—Şiir, tanımı henüz yapılmamış anlatımdır. Herkes kendince bir tanım yapıyor. A. Hamdi Tanpınar’a göre şiir, “Bir iç kale sanatı”dır. A. Haşim, “Şiir, nesre çevrilemeyen nazımdır… Şiir, hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.”der, Balzac ise, “Şiir, zekâ ülkelerinde uzun, üzücü yolculuktan sonra doğan şeydir.” der. Nasıl ki her insanın duygu ve düşüncesi birbirinin aynı değilse şiirin tanımı da böyledir. Voltaire, “Bir ulusun duygu ve düşünce sanatlarındaki üstünlüğünün şaşmaz ölçüsünün şiir kültürü” olduğunu söyler. Sait Faik de: “Şiir olmayan yerde, insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir.” diyerek şiirin, yürekteki sevginin yansıması ve insanları sevmenin aracı olduğunu söyler.


—Üstadım, o sözü ettiğiniz adamların ne söylediği değil, benim için, sizin ne söylediğiniz önemli. Siz ne diyorsunuz şiir için?


—Kertenkele, şiir bir sanattır. Sanat, inancın estetik hüviyet almış şeklidir. Bu kendini renklerle yansıtırsa resim, seslerle anlatırsa müzik, kelimelerle aktarırsa şiir olur. Şiir, kişinin ta kendisidir. Kişinin dünyası, inancı, hayalleri, emelleri, ince ruhu, hatıraları kendini şiirde gösterir. Şair, malzemesi sözcük olan kuyumcudur. Onun duyguları derindir, düşünceleri yüksektir. “Gel-git”leri hem yaşar hem yaşatır. Şöyle bir benzetme yapalım: Çöle düşmüş bir yolcusun. Günlerce susuz kaldın. Nihayet bir matara su buldun. Tam içecekken birileri geldi o suyu elinden aldı. Veya eşkıyalar tarafından yıllar önce kaçırılan bir evladının sağlık haberini aldın, ona kavuştun, onu kucaklamak üzeresin. Evladını tekrar aldılar ve gözlerinin önünde vahşice katlettiler. Bu “gel-git”ler arasındaki sevinç ve üzüntülerinin şiddeti neyse şair bunları yaşayan ve yaşatabilen kişidir. Onun duyguları arasındaki açının genişliği hiçbir canlıda yoktur. Şairlik, kendini, orijininin ya da yaratılışın formülünü, nedenini keşfetmeye adamış yolcunun mesleğidir.


—Üstadım, siz bana yaptığınız iltifatlarda galiba pek haklısınız. Dediklerinizin ancak yarısını anladım, çeyreğine de kendimi layık buldum. Buna göre ben bir hiçim.


—Kendini bilmek, hiç olduğunu anlamakla başlar. Kendini bilen insanın çıktığı ve vardığı durak aynıdır. Bunun adı, “hiç”tir. Şair “hiç”liği bilen, ona değer katan kişidir. Âşık Veysel ne güzel söylüyor: “Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa / Eğlenecek yer bulaman / Gönlümdeki köşk olmasa” Şairler, eşyadaki sihri keşfettikleri için onlara değer katarlar. Onların eğlendikleri mekânlar farklıdır, gönül sofralarında yerler, eğlenirler. Orası bir zirvedir, oraya herkes çıkamaz.


—Üstadım, bana kızma; ama şairler olmasa insanlık ne kaybeder?


—Senin tek artın, samimiyetin. Anlattıklarım, anlaşılan o ki, bir kulağından girmiş, bir kulağından çıkmış. Sana cevabı Veysel versin: “Tabirin sığmaz kaleme / Derdin dermandır yareme / İsmin yayılmaz âleme / Âşıklarda meşk olmasa” Anlatımdaki şu güzelliğe bakar mısın? Şairler, söz mimarlarıdır; güzeli en güzel biçimde anlatırlar. Onlar, düşünceleriyle, yaşantılarıyla, üsluplarıyla modeldirler. Her şair, âşıktır. Aşkın ateşinde yanmayan, suyundan içmeyen, şair olamaz.


—Üstadım, ben şiir yazabilir miyim?


—Şiir yazabilirsin; ama şair olabilir misin, onu bilmiyorum. Bu, biraz yetenek, biraz gayret, biraz da nasip işi. Güneşte yanmayan meyvenin tadı olmuyor, ateşte pişmeyen yemek hazımsızlık yapıyor. Yolunu bilirsen, aşılmayan dağ yoktur.

Vatanseverlik

Bir gazetede okulu olmayan bir yerde doğan ve büyüyen bu nedenle lise öğrenimine beş yıl geç kalmak zorunda kalan bir işadamının orta dereceli bir kaç okul yaptırdıktan sonra bir de yüksek okul yaptırdığını okuyunca böylesi insanların varlığı insanlarımıza moral veriyor.


Bir önceki Kocaeli Valimizin büyük sermaye kuruluşlarına yaptırdığı okulları hepimiz biliyoruz. Valimiz ekonomik durumu müsait olan kuruluşları okul yaptırmaya zorluyordu. Bu gayretleri sonucu İlçemiz de dahil olmak üzere Kocaeli bir çok okula kavuşmuştur. Eğitimin önemini bilen valimizin eserlerini gördükçe kendisini şükranla anıyoruz.


Ülkemizin ekonomik durumu malum. Bu gerçeği gören bazı varlıklı insanlarımız herşeyin devletten beklenmemesini anladıkları için güzel bir “vatanseverlik” örneği göstererek ülkenin önemli ihtiyaçlarını karşılamayı görev bilmektedirler. Vatanseverlik yalnızca askere gidip savaşlarda ölmek, şehit veya yaralanıp gazi olmak değildir. Öyle olsaydı vatanseverlik askerlerin tekelinde olurdu. Oysa vatanseverlik gencinden, yaşlısına, kadından, erkeğine kadar herkesin hak edebileceği mukaddes bir rütbedir.


Asker vatana sataşanlara karşı savaşır, ölüm pahasına vatanı kollar ama diğerleri her an başka ülkelerle yarış halindeki ülkeleri güçlü kılmak için gayret sarf ederler, yani ülkenin kendilerine sağladığı imkanlarla kavuştuğu güçlerini tekrar vatanın hizmetine sunarlar.


Mevlüt Adıgüzel adındaki iş adamı kendi hayatındaki çektiği sıkıntıları yaşadığı yoksullukları vatandaşları yaşamasın onlar da eğitimden yoksun kalmasınlar diye yaptığı fedakarlık da bir vatanseverliktir. Öğretmenin kaliteli öğrenci yetiştirmesi, öğrencinin başarılı bir eğitim görmesi iş adamının eksik gördüğü alanlarda ülkesinde yatırım yapması işçinin, memurun çalışma hayatında gösterdiği gayret ve fedakarlık ticaretle uğraşan esnafın dürüstlüğü, sanatçıların, sporcuların özellikle uluslararası yarışmalardaki başarılı birer vatanseverlik örneğidir.


Vatanseverlik için vatan edebiyatı yapmak, nutuk atmak, bayrak taşımak yetmez. Vatanseverlik kötü günde olduğu gibi iyi günde de onun için bir şeyler yapmaktır. Herkes bulunduğu konumun özelliğine göre vatanına hizmet eder. Sıradan insanlar ile önemli görevler ifa eden görevlilerin hizmetleri farklıdır. Ama hepsinin amacı birdir o da her an dünyadaki diğer ülkelerle yarış halindeki ülkelerini geri bırakmayıp en öne çıkararak itibarlı, sözü dinlenir bir ülke haline getirmektir.

Küresel Canavar ABD

Ülkemiz yıllardır PKK belası ile uğraşıyor. PKK dediğiniz aslında toplama çete. Fakat destekleri o kadar basit değil. Dünyaya egemen olmak isteyen güçler, bir zamanlar dünyaya egemen olmuş bir imparatorluğun evlatlarının güçlenmemesi için bu basit çete kümesine olağan üstü lojistik ve enformasyon desteği veriyorlar. Bu destekçilerinde başında “Küresel canavar ABD” geliyor.


Giderek itibar kaybeden, dünyaya dağılmış bulunan ekonomik güç odakları sıkıntı içinde olan ABD, içinde bulunduğu çıkmazdan sıyrılabilmesi için dünyayı ateşin içine atmaktan çekinmemektedir. Suudi Arabistan’ı tamamen kendi kontrolunda tutabildiğinden Afganistan’a sudan sebeplerle saldırmaktan çekinmemiştir. Doğu kaynaklarına biraz daha yaklaşmak, doğuda giderek güç odağı oluşturan Çin’i izleyebilmek, yayılmasına engel olabilmek için Afganistan’ı istasyon olarak seçmiştir.


Tamamen uydurma nedenlerle işgal ettiği Afganistan da güç kaybetmektedir. İşgal iddiaları iflas etmiştir. Dünyadaki itibarı inişe geçmiştir.


Öte yandan ülke içindeki ekonomik gücünü oluşturan Yahudi cemaatlerinin asırlık rüyası olan “vad edilmiş topraklar” projesine, babası gibi bu Bush’ta elinden gelen katkıyı yapmak üzere uydurma iddialarla Irak’a yüklenmiştir. Aslında projenin tamamının İran, Suriye, Türkiye ile tamamlanacağını hiç siyasete aklı ermeyenler bile anlayabilmektedir.


Bu projeyi başarıya ulaştırabilmek için dikkatlerin başka alanlara çekilmesi gerekmektedir.


Güneydoğudaki PKK projesi bütünün parçasıdır. Türkiye topraklarından parça koparmanın kolay olmayacağını bilen uzmanlar, kolayca devredilebilecek yeni bir yavru vatan üretme çabasındadırlar. Bosnahersek’te bölünmeye çanak tutarak Sırplara ve Boşnaklara yeni bir devlet hakkı tanıyanlar, bu parçaları AB ye almayı uygun görmekte, sıra Kıbrıs’a gelince iki devleti kabul etmemektedir. Burada sebep Müslümanlıktır. Türkiye bir yandan milliyeti ile ırkdaş devletlerle, diğer yandan Müslümanlığı ile dindaş devletlerle yakın bağlar kurarak güçlenmemelidir.


Çünkü ABD istihbaratı iyi bilmektedir ki; gerek Türk ırkına mensup devletlerin halkı, gerekse İslam dinine mensup ülkelerin halkları Türkiye’yi önlerinde lider olarak görmek istemektedirler. Ama maalesef satın alınmış liderler dolayısı ile bu oluşumun adımları atılamamaktadır.


Bu sebeple Türkiye maddi ve manevi büyük bir veballe karşı karşıyadır. Bu güne kadar idare i maslahatla Ülkeyi idare eden icazetçiler, büyük günahlar işlemişler, memleketimizi güçsüz ve yalnız duruma düşürmüşlerdir. İçte çıkarılan her türlü vaveyla ABD’nin ve diğer sırtlan devletlerin işine yaramaktadır. Geçmişle övünerek, geleceği plansız bırakarak ülkeye ihanet edilmiştir. İçeride bütün yaşadıklarımız teferruattır. Birbirimizle didiştiğimiz bütün konular teferruattır. Birbirimizi itham ettiğimiz bütün suçlamalar düşman ajanlarının dikte ettirdiği doğrultudadır. Onların işine yaramaktadır.


Bu hususları sıkça işlemek zorundayım. Bu zaman çiçek böcek söyleşisi yapacak, kendi aile hayatını anlatacak, magazin haberlerin üstünden yorumlar döktürecek zaman değildir.


Evvelce çift düşmanımız vardı. Rusya tökezleyince ABD tek kaldı. Giderek te azmaya başladı. Bunlara AB canavarları da eklendi. Binlerce kez de olsa birliğimizi korumak ve topluca kalkınmak zorunda olduğumuzu yazacağım. Bıkmadan,yılmadan devam edeceğim.


Ya birlik olacağız. Ya yok olacağız. Önümüzde başka alternatif yok.

Çelişkiler Yumağı

Geçen hafta Aydınlar Ocağımızın “Nasıl Bir Anayasa?” konulu bir açık oturumu vardı. Çok istifadeli geçen bu açık oturum, Atatürk’ün 69. ölüm yıldönümüne isabet etmişti. Milli Mücadelenin muzaffer komutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ü saygı ve rahmetle andık. Bu gibi günlerde iyi bir durum muhakemesi yapmak ve nereden nereye geldiğimizi, daha doğrusu getirildiğimizi görmek durumundayız. Çok zor şartlar altında istilacıya yaltaklanmak anlamına gelen mandacılığı, teslimiyetçiliği yırtıp parçalayarak Milli Mücadele ile Cumhuriyete geçtik. Bu bakımdan Cumhuriyet, Milli Mücadelenin tacıdır. Türk Milleti bir bütün olarak Batılı emperyalistlere direnmişti. Milli Mücadele her şeyden evvel ne bir sınıf hareketi; ne de etnik öncelikli bir harekettir. İki-üç ayrı devlet ve millet kurmak için de yapılmamıştır. Bu milli hareket Batılı emperyalistleri kovarken; yüzünü Doğuya çevirip Sovyet modeli sözde bir halk Cumhuriyeti kurmayacak kadar da şuurlu ve köklü bir harekettir. Bugün biz Milli Mücadeleyi gerçekleştiren başta büyük Atatürk olmak üzere; isimsiz binlerce şehit ve gaziye layık nesiller olamamanın üzüntüsünü duyuyoruz. Türkiye, bilhassa son senelerde nereden nereye getirildi? Cumhuriyeti, milli devleti ve milli kimliği tartıştırılan, açık arttırmaya çıkarılmış bir coğrafya gibi yeni emperyalizmin önüne sürüldü. Eline bir AB oyuncağı verildi; oynatılıp duruyor. Gelip geçen iktidarlar devlet politikası diye ona sarılıyorlar ve her geçen gün Türkiye’nin aleyhine işliyor.


Toplantının konusu; “Anayasada neler olmalı, neler olmamalı” üzerine idi. Sözde taslak diye ülke gündemine sürülen Türkiye için değil; ama dışarısı için yararlı olabilecek bu taslak, iktidarca tayin edilen bir heyete hazırlatılmıştı. Dışarının çıkarlarına hizmet edecek bundan daha iyi bir taslak hazırlanamaz. Ancak, nedense gerek siyasi iktidar, gerek her konuda Türkiye karşıtı olan malûm çevreler bu taslağı sahiplenmekten uzaklaştılar. Taslak, cami avlusuna bırakılmış sahipsiz bir çocuk gibi oldu.


Anayasalar milletlerarası ve özellikle milletüstü belgeler değillerdir. Uluslararası metinlerden faydalanılabilir. Ancak, anayasa o ülkenin gerçeklerine ve ihtiyaçlarına, milli devletin kuruluş anlayışına göre şekillenir. Her konu anayasaya tıkıştırılmaz. Mevcut taslakta böyle bir şişkinlik dikkati çekmektedir. Daha da önemlisi; bu taslak Atatürksüz Türkiye, Türksüz Anadolu özlemini dile getirmektedir. Dışarıdan dayatılan ve tasdik bekleyen, ısmarlama, milli devletsiz, milletsiz ve milli kimliksiz aşırı liberal bir taslak hazırlatılmıştır. Demek ki; bunu hazırlatanlar, ülkeyi yönetenler de bu çizgidedir. Ciddi birçok Batılı devlet böyle bir taslağın hazırlanmasına ve tartışılmasına fırsat vermez.


Oldukça değiştirilmiş olan 1982 Anayasasını savunma ihtiyacını duymayız. Ancak, bizim savunmaktan vazgeçemeyeceğimiz değerlerimiz; milli ve üniter yapımız, Cumhuriyetimiz ve milli kimliğimizdir. Aslında, ülkemiz referandum ile hem parlamenter sistem, hem de yarı başkanlık şeklindeki bir keşmekeşin içine sürüklenmiştir. Fertler arasındaki farklılıklar yüceltilip din ve ırk farkları yaratılırken, birliktelikler göz ardı edilmektedir. Milliyet unutulmuş, etniklik tartışılır olmuştur. Amaç, ülkenin ufalanmasıdır. Bu anayasayı hazırlayanlar, hazırlattıranlar buna hizmet etmişlerdir. Nedense kimlik konusunda Batıdaki uygulamalar göz ardı edilmektedir. Almanya, Yeni Göç Yasası ile -evlenme de dahil- iyi Almanca bilmeyeni ülkesine sokmamakta; Danimarka, garip ve çirkin “entegrasyon” testleri uygulamaktadır. AİHM’nin son içtihatları arasında “din ve ırk farkının mutlaka anayasalara girmesi ve buna işaret edilmesi” şartından çok; milli seviyedeki birliktelik esas alınmaktadır. İsviçre, federal bir yapıda olmasına rağmen; herkesi İsviçreli görmektedir. Biz ise; anayasalarımızda Türklüğümüzü, milli kimliğimizi vatandaşlık bağıyla sulandırmaktayız. Bazıları bundan bile rahatsız…


Türkiye, çelişkiler ülkesidir. Biz, hava sahamızı açarak Erbil’e, Irak’ın kuzeyine uçak seferlerine izin verdik. Onlar, Erbil’de Türk kabristanını ortadan kaldırıp üstüne bina yapıyorlar. Bunu yapanlar da sözde Müslüman…. Demek ki; bazı durumlarda din kardeşliği de yeterli olmuyor. ABD, İran’a müdahale niyetinde olduğundan şirketlerine ve iş adamlarına “çekilin” diyor. Bizde ise; şirketlerimiz ve iş adamlarımız Barzani’yi güçlendirmekle uğraşıyorlar. Demek ki sorun, aslında Irak’ın kuzeyinde ve terör örgütünde değil; Ankara’nın göbeğindeki siyasi iradesizliktedir.