23.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1307

Yurt Dışı Değerlerimiz

Ülke olarak uzun zamandan beri yurt dışına devletin imkanlarını harcayarak öğrenci göndeririz. Neden göndeririz? Dünyadaki ilmi gelişmelerden istifade edip, bu gelişmelerle donanarak ülkelerine yararlı olmaları için. Düşünce böyle de gerçek böyle mi? Tabii ki hayır.


Yurt dışındaki hangi konsolosumuz bulunduğu ülkede okuyan öğrencilerimizle yakın temas kurarak onların o ülkedeki yaşamlarını izleyebilmiş ve sorunları ile ilgilenebilmiş. Ya çok az. Ya da hiç.


Oysa bu gün gelişimlerini gıpta ile izlediğimiz Japonya ve benzeri ülkeler gönderdikleri her öğrenciyi yakından izlemişler. Devletin imkanlarını harcadıkları bu gençleri başı boş bırakmamışlar. Ülkelerine döndüklerinde beraberlerinde getirecekleri ilmi değerleri getirip getirmediklerini sorgulamışlar. Hatta bu konuyu onların namus meselesi haline getirmişler. Biz ise devletin imkanlarını verip arkasını aramamışız. Başı boş bıraktığımız gençlerin bazıları ise devletin imkanları ile devlete düşmanlık etmeye başlamış. Devlet düşmanı mihraklarla işbirliği içinde olarak her türlü eylemlere katılmışlar.. Bizim yurt dışı birimlerimiz bu kişiler hakkında bir yaptırım uygulamamış. Bazı hainleri devlet eli ile yetiştirmişiz.


Bunun yanı sıra devletin imkanları ile gerçekten ilim öğrenerek iftihar edeceğimiz boyutlara gelen gençlerimize de sahip çıkamamışız. Yurt dışındaki başarılarını görmezden gelmişiz. Halkın imkanlarını harcadığımız bu insanları ülkemize getirememişiz. Onları ülke içinde değerlendirememişiz. Bu değerleri kendi haline bırakmışız. Yurt dışında hayatını sürdürmek istemeyen insanlar Ülke içinde ilimlerinin değerlendirilmediğini görünce hayatını kazanmak için aldıkları eğitimle alakası olamayan başka işler yapmaya başlamışlar. Zamanla bu insanlar sıradanlaşmışlar. Kendilerine yapılan masrafın karşılığını veremez hale gelmişler.


Bu onların suçu değildir. Bu onlara sahip çıkamayanların suçudur. Çünkü devlet imkanları ile okuyanlar varlıklı insan değildir. Ülkesine döndüğünde kendi imkanları ile aldığı ilmi kullanamaz. Muhakkak devletine ihtiyacı vardır. Zaten devletimiz  de ilimi açığını kapatmak için bu insanları ülke dışına göndermiştir. Devlet imkanı ile yurt dışı eğitiminin mantığı budur.


Bu takipsizlik ve ilgisizlik bir çok eğitimli insanın ülkesine dönmemesine sebep olmaktadır. Biz ise Ülke imkanları ile başkalarına eğitimli eleman yetiştiriyoruz. Bu hazin bir sonuçtur. Üniversitelerimizdeki siyasallaşma  eğitimli insanları ürkütmektedir. Bu camia içinde olacak insana belli bir safta olması adeta dayatılmaktadır. Kişiler eğitim seviyeleri ile değil siyasi kimlikleri ile değerlendirilmektedirler.


Ülkenin geleceğini şekillendiren bu bilim yuvaları huzursuzluk yerleri haline getirilmektedir. Özerklik verilmiş olan bu kurumlar işletiliş biçimine bakıldığında özgür değildir. Siyasi kimlikleri dolayısı ile bir araya gelmiş gurupların tahakkümü bu ilim yuvalarına hakimdir.


Ülkenin bazı değerleri kullanılarak ilim adamları sindirilmektedir. Bu sebeple büyük paralar harcadığımız genç beyinler, beynine bakılarak değerlendirilmedikleri için Ülkemize dönmemektedir. Hatta memleket sevgisi ile gelmiş olanlar küstürülerek geldikleri yere dönmek zorunda bırakılmaktadır. Bir istatistik yapılsa Ülke dışında çok miktarda değerli insanımızın olduğu görülecektir.


Bizim bu insanlara ihtiyacımız vardır. Ödediğimiz vergi ve harçlardan harcanarak okutulan bu değerlerin geri getirilmesi için şartların yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Kaçıran değil çağıran bir politikanın izlenmesi gerekir.
Kalkınmamızın temelinde ilim vardır. İlim Ülke kalkınmasının ön şartıdır. Dünya ilimden para kazanmaktadır. Onlarca ton hammaddenin ekonomik değeri küçücük bir imalata eş değer olmaktadır. Bu ilmin sayesindedir. Bağımsızlık buradadır. Saygınlık buradadır. Kalkınmak buradadır. Özgürlük buradadır. Kendine yetemeyen toplumlar muhtaç oldukları ölçüde mahkumdurlar.


Yurt dışındaki insanlarımıza yönelik çalışmalarımızı yeniden organize etmemiz gerekir. Elçiliklerimiz vasıtası ile bu insanlarımızı Ülke içinde hizmet vermeye özendirmeliyiz. Ülke içinde çalışacakları alanları cazip hale getirmeliyiz. Ülkenin onlara ihtiyacı olduğu için imkanlarının bir kısmını onlar için kullandığını anlatmalıyız. Bu insanlar bizimdir. Eminin çoğu da ülkesini sever. Başka türlü muasır medeniyet seviyesine yükselmemizin imkanı yoktur. Sloganlar. Siyasi yürüyüşler. Şov maksatlı çıkışlar. Süslü süslü nutuklar. Hepsi boştur.
Bunlar bizi yarınlara götürmez. Ancak daha da geri bırakır. Oysa bizim acilen atılıma ihtiyacımız vardır. Bu da dolu beyinlerle olur.


Bu düşüncemi yerimin müsait olduğu ölçüde sizinle paylaştım.


Saygılarımla.

Papazın Sermayesi

0

Olaylar karşısında aptalca çözümler üreten kişi olarak tanıdığımız Temel, bazen zekice işler yaparak bizi kendisine hayran edebiliyor, bize ibretlik dersler verebiliyor. Bizim Temel, bir gün bir papazla karşılaşır. Papaz, kendine inananları Cehennem’le korkutmakta, onlara Cennet’ten arsa satmaktadır ve yüksek ücretle sattığı arsalar sayesinde köşeyi dönmüştür. Temel, papaza Cehennem’den yer almak istediğini söyler. Böyle bir teklif karşısında şaşıran papaz, “İstersen cehennemin tamamı satabilirim.” der. Zaten böyle bir teklifi bekleyen Temel, papazla Cehennem’in satışında anlaşır. Artık Cehennem’in tamamı Temel’indir. Temel bu defa Cennet için kuyruğa girenlere seslenir: “Cehennem benimdir, oraya kimseyi koymayacağım, sizin için Cehennem diye bir tehlike yok.” der. Sermayesiz kalan papaz, şaşkındır.


Kişileri korkutmak, bir sömürü yöntemidir, eğitim yöntemi olarak da hiç hoş değildir. Bu yöntem, sanırım, hiçbirimize yabancı değil. “Cıs yanarsın!”, “Öcü gelir, seni yer!” korkutma cümlelerini, ismimizden önce duymuşuzdur. Bu uyarılar, geleneğimizde eğitimin ilk sözleri. Annemiz, babamız da böyle yetişmiştir; öğretmenlerimiz, hocalarımız da bizi hâlâ aynı yöntemle terbiye etmeye çalışırlar. Korkutma, siyasiler için rant aracı olarak kullanılmış ülkemizde. Önce cehennem yaratılmış. Bu cehennemin adı, “Din elden gidiyor.”, “Komünizm geliyor.”, “Laiklik çiğneniyor.”, “Vatan bölünüyor.”  olmuş tarihi süreç içinde. Bakıyoruz, ne din elden gitmiş ne komünizm gelmiş. “Laiklik”e de “vatan”a da bir şey olacağı yok. Bu korkularla bu millet yıllarca birileri tarafından sömürüldü. Şimdi anlıyoruz ki, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşuz.


“Laiklik”, soyut bir Cehennem. Bunun ne ve nasıl bir şey olduğunu şimdiye kadar kimse izah edemedi bana. Kimine göre bir özgürlük, kimine göre özgürlüğe vurulmuş zincir. Benim için sadece bir sözcük, laiklik. Birileri beni gaflet ve dalalet içinde olmakla suçlayacaktır belki; ama ülkemizin bölündüğü de yok. Biz, toprağa bağlılığı, vatan sevgisini genlerinde taşıyan bir milletiz. Ülkemizi bölmeye kimse cesaret edemez. Beni, soyut korkular yaratarak sömürenler veya ölümü gösterip sıtmaya razı edenler üzüyor. Ülkemiz insanının mayasını teşkil eden dini ve kültürel değerlerden yoksun kalmış insanların vatansever kesilmelerini samimiyetsiz buluyorum.


Tehlikelerden uzak bir çevrede, bir ülkede, bir dünyada yaşadığımızı iddia etmiyorum. Cehennem ve Cennet, gece ve gündüz kadar birbirine lazımdır, birbirinin tamamlayıcısıdır. Öfkem, korku dağları yaratılarak düz arazide emeğimizin sömürülmesine, özgürlüğümüzün kısıtlanmasına, hayallerimizin yıkılmasınadır.


Suda, yanıcı gaz olan hidrojen vardır. Kimse yanma korkusuyla su içmekten vazgeçmeyi düşünmez. Suyu hayat haline getiren, hidrojenin panzehiri oksijendir. Korkularımızla da hayatı kendimize zehir yapmamalıyız. Su için, oksijene hidrojen ne kadar gerekliyse, sağlıklı bir ömür için de kaygılarımıza hoşgörü o kadar gereklidir. Cehennem de Cennet’i kazanmak için vardır. Cennet, papazın olmadığı gibi, Cehennem de Temel’in değildir. Böyle papazlar, böyle Temellerle şaşkına dönerler.


Papazla Temel’in senarist olduğu bir yaşam oyunu pek sıkıcı. Güzel, anlamlı bir ömür için Papaz’a pirim vermemeliyiz. Papaz, rantsız kalırsa Temel de olmayacaktır. Bu pazarda, Papaz kadar ona prim veren alıcılar da suçlu. Bunun için doğru bilgi, sağlam inanç, uyanık zekâ gerekiyor. Analitik düşünme, işin metodolojik tarafı. Ben ülkemi seviyorum, hayatı anlamlı ve kolay yaşamak istiyorum. Bütün korkulara, PAYDOS!

Merhamet!

0

Hz. Peygamber’in (S.A.V.) doğum yıldönümünü “kutlu doğum haftası” adı altında idrak etmekteyiz.


Hz. Peygamber’in (S.A.V.) şahsında insanlığa örnek olarak ortaya koyduğu pek çok değerden bahsetmek mümkün. Ancak bugün için, gerek dünyanın gerekse ülkemizin içinde bulunduğu hal ve gidişat sebebiyle biri üzerinde özellikle durmak istiyorum: Merhamet.


Bilindiği üzere Hz. Peygamber (S.A.V.) “rahmet peygamberi” olarak tanımlanır. O’nun en önemli özelliklerinden biri, gerek insanlara gerekse diğer canlılara karşı tutum ve davranışlarında “merhameti” ve “sevgiyi” temel almasıdır.


Öyle ki; peygamberliği süresince şahsına dair yapılan hata ve yanlışlara karşılık vermek, kin gütmek gibi bir eğilimi ve yaklaşımı asla mevcut olmamış, affetmeyi esas almıştır. Nitekim buna dair gerek özel hayatında gerekse sosyal hayatın her sahasında pek çok örnek mevcuttur.


Mesela savaş gibi devlet hayatında çok önemli neticeler doğuran bir vaka esnasında bile, esirlerin fidye veya fidye veremeyenlerin okuma – yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmalarını uygun görerek (Bedir Savaşı), insanlığa temel yaklaşımını bu değer ile ortaya koymuştur.


Dolayısıyla O’nun temellerini attığı medeniyetin ahlak sisteminde de merhamet çok önemli bir değer olarak yer almaktadır. Yani bu ahlak sisteminin içinde yer alan, ona bağlı yetişen insanların en temel vasıflarından birinin “merhamet” duyguları olması beklenir.


Gelin görün ki, dini anlama ve yaşamada şekilciliğe olan eğilim bu alanda da kendini göstermektedir. Öyle ki; mesela kadına şiddetinin “usulünü” tartışan ve buna dini kılıf arayanları dahi görebilmekteyiz!


Kur’an’ın yaşayan örneği olan Hz. Peygamber’in (S.A.V.) hayatında bırakın örneğini, imasını bile görmediğimiz böyle bir konuda dini temel almaya kalkmak, bahsettiğimiz ahlak sistemi içerisinde nereye oturabilir?!


Dünyada şiddetin gittikçe arttığı, insanların fantezi için dahi birbirlerini öldürebildiği veya işkence edebildiği bir ortamda en temel ilaç olarak karşımıza çıkan merhamet değerinin vurgulanması, bunun güzel örneklerinin sergilenmesi Müslümanların ortaya koyması gereken en öncelikli tutumdur. Zira bizim örneğimiz böyle bir Peygamber’dir (S.A.V.).


Var olan değerlerimizi Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i (S.A.V.) doğru biçimde anlamak suretiyle yaşayarak örnek olmak yerine, dini bu kadar sığ ve yanlış bir pencereden görmek… Üstelik bunu dini temel aldığını iddia ederek yapmak… Çok yazık!


Görülüyor ki, doğumundan itibaren geçen yaklaşık bin beş yüz yıllık süre sonunda O’nu (S.A.V.) anlama yolunda kat edilecek daha çok yol var!


Hayırlı haftalar…

Egemenlik Kayıtsız ve şartsız Milletin mi?

“Hâkimiyet bila kayd ü şart milletindir” şeklinde ifade edilen düşünce, Cumhuriyetimizin kuruluşundan önce, Milli Mücadelenin ilk yıllarında, ifade edilmeye başlanmıştı. Daha sonra “hâkimiyet/egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” gibi kelime değişiklikleri ile anayasalarımızda ve TBMM Genel Kurul salonlarında yazılı belge olarak yer aldı.


Anayasamızın 6. maddesinde yer alan bu hükme rağmen, Egemenliğin günümüzde artık kayıtsız ve şartsız millete ait olmadığı görülüyor.


“Devlet egemenliğinin dış şartları yani bağımsızlık anlayışı uluslararası hukuk kuralları lehine değişiyor.”  Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in ifadesiyle “Devlet dış egemenliğinin milletlerarası hukukla, iç hâkimiyetinin ise kuvvetler ayrılığı ve ferdi hak ve hürriyetlerle sınırlı olduğu” söylenebilir.


Devlet egemenliğinin iç kayıt ve şartlarının demokrasi ve birey lehine değişmesini olumlu karşılamaktayım. Ancak mevcut dış kayıt ve şartların Türkiye’yi “tam bağımsızlık” fikrinden oldukça uzaklaştırdığı tehlikeli bir noktaya doğru gittiğimizi görmekten endişeliyim.


Türkiye birçok ülke gibi AİHM’e  (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi)  ferdi müracaat hakkını tanıdığı gibi, bu mahkemenin kararlarını Türk yargı sistemi içinde yargılanmanın yenilenmesi sebebi olarak kabul etti.


Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmelere aykırı herhangi bir hukuki düzenleme mevcutsa, bu çelişen konuda uluslararası sözleşmelerin geçerli olduğuna ve bu sözleşmelerin Meclis ve anayasal yargı denetimine tabi olmamasına dair anayasa hükmü yıllardır yürürlüktedir.


Anayasamızın 90. maddesi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”


Gümrük Birliği anlaşmasıyla, Türkiye bırakın oy hakkı olmasını, temsil dahi edilmediği AB organlarının aldığı gümrük mevzuatıyla ilgili her türlü kararı kabul etmeyi taahhüt etmiş olup, alınan kararları itirazsız uygulamaya devam etmektedir.


Yabancılara bireysel mülk satışının yanında, azınlık vakıflarının yabancı vakıflarla işbirliği yapmaları, yabancıların vakıflarda görev almaları, vakıflar arası mal değişimi, sınırsız bir şekilde Türkiye’de mülk edinmesinin ve vakıfların dış destek almasının yolu açıldı.


Daha da kötüsü Türk yargı sistemi içerisinde görülen birçok davaya dış telkin ve müdahaleler artık normal kabul edilmeye başlanmıştır. (Öcalan, Hırant Dink, parti kapatması davaları gibi.)


Cumhuriyet döneminin maddi birikimlerinin büyük kısmı çok kısa bir zaman diliminde yabancıların kontrolüne girmiştir. Bankacılık, sigortacılık, enerji, telekomünikasyon sektörlerinde yabancı hâkimiyeti gerçekleşmiş, limanlar, madencilik, gıda, perakende ve diğer sektörlerde de yabancı sermaye oranı ciddi bir şekilde yükselmiştir. Türkiye’nin en büyük 500 şirketinde yabancı sermaye oranı % 60’ı, İMKB’da işlem gören hisselerde %70’i aşmıştır.


Mustafa Kemal Paşanın “bila kayd ü şart hâkimiyet” fikrini ifade ederken “dış anlamda tam bağımsızlık, iç anlamda da meşrutiyet yerine cumhuriyeti” işaret etmek için kullandığında bir tereddüt yoktur.


Prof. Başgil’in ifade ettiği dış sınırlama milletlerarası hukukla olmaktadır. Milletlerarası hukukun milli hâkimiyet ilkesine aykırılık teşkil etmemesinin temel sebebi milletin iradesinin tecelli ettiği TBMM’nin denetimi ve onayından geçmiş sözleşmelerin millet iradesine aykırı olamayacağının kabul edilmesine dayansa gerektir.


Oysaki yukarıda saydığım milli hâkimiyeti dış anlamda sınırlayan düzenleme ve uygulamalar bu ilkenin temeli olan “tam bağımsızlık” ilkesine ciddi bir şekilde aykırılık içindedir.


“Tam bağımsızlık fikrine” aykırı olan, egemenliğe dair kayıt ve sınırlamalar Cumhuriyetimizin kuruluşuna temel teşkil eden ilkeleri aşındırmaktadır. Milletlerarası ilişkilerde karşılıklı menfaate dayanan, eşit şartlara dayalı bağlılık yerine, bağımlılık ilişkisi diyebileceğimiz bir aşamaya geldiğimiz görülmektedir.


Milli iradenin tecelli ettiği TBMM’ nin kuruluşunun 88. yıldönümündeyiz.


“Düyun u umumiye’ yi” hazırlayan şartların benzerini yaşamaktan, ekonomimizi IMF ve yabancı sermayenin, siyasetimizi ise ABD ve AB’nin yönlendirdiğine dair uygulamalardan hoşnutsanız; çıkarılan petrol kanunundan, vakıflar kanunundan, uyum yasalarından ve son olarak TCK 301. maddede yapılan değişiklikte yabancıların baskısına boyun eğilmesinden mutluysanız:


“23 Nisan Milli Egemenlik Bayramınız” kutlu olsun.

Siz Düşünün

0

Gönül dostlarım, bu ülkenin toprağına, değerlerine ve insanlarına, sevgimin ve saygımın ölçütünü, kimseler hiçbir araçla inanın ölçemez…


Ülkemizde,  bu gün gelinen ya da getirildiğimiz  noktaya baktığımız da ;kullanılan araç ve teknikler, daha ilk meşrutiyetten ya da ilk anayasanın ilanından (1876) beri aynı ! Hiç, ama hiç değişmedi


Millet olarak bu kutsal topraklara gelişimiz 1014’lü yıllara varır. 1071 de yurdumuz olmak için kapılarını açar, 1076′ dan itibaren bu topraklar, altı ve üstüyle bize yani her zaman övgüye mazhar olmuş yüce Türk Milletine vatan olmuş ve   Kutalmışoğlu Sultan Süleyman Şah tarafından da devletini kurmuştur.


Ben de bu toprakların güney bölümünde 1957 Ocağının ortasında dünyaya gelmişim. O topraklar da dünyaya gelmek çok az sayıda insana nasip olduğuna gönülden inanıyorum… Niçin mi ? Hatay farklı bir coğrafya .(LÜTFEN İLK FIRSATTA ORALARA GEZMEYE GİDİNİZ) camisi, sinegogu, kilisesi üçü de sırt sırta. Üçü de Tanrının evi… daha, diğerleri de… Keldanisi, Nasturisi, Şafisi, Hanefisi, Alevisi, Rumu, Ermenisi, Hristiyanı, Ataisti, Ateşperesti, Caferisi, Sunnisi v.s.hepsi bir arada… Yüzlerce asır inançlarından dolayı canavar olmuş nesil ve düşüncelere örnek olmuş bir coğrafya da doğduğumdan dolayı mutluyum. Beni o coğrafyada dünyaya gelmeme vesile olan anamdan ( Allah Rahmet etsin) da babamdan (Allah Rahmet etsin)da bu ve öbür dünyada razı olsun.


Konuya gelmek istiyorum,


Ben anam tarafından da babam tarafından da % 100 Türkmenim.Bundan da gurur duyuyorum.Ama şovenist te değilim…


10 kardeşiz. Bunun 8 tanesi (4 erkek, 4 kız. Hatice anamız ve Ali babamızdan). 2 erkek kardeşimizin de annelerinin adı Hatice, aynı babadan olmuşuz ki babalarımızın adları Ali. 2 kardeşimizin anaları öz be öz Türkmen.


Dostlarım ,Sizleri sıkmak istemiyorum ama, paylaşmak zorunda olduğumu bir vazife olarak telakki ediyorum. Konuya gireceğim dedim ama hala giremedim. Lütfen beni maruz görün…


Ablamı (Sultan) öz be öz Türkmen yiğidi olan Mehmet Fakı ile evlendirdik  3 çocukları (23 yaşında Fatih, 26 yaşında Ayşe, 30 yaşında Gökhan) var


Küçük kızkardeşimizi (Nurgül) öz be öz Arap yiğidi olan Mehmet Toperi ile evlendirdik. 1 çocuğu (Arda Efe) var.


Ortanca kız kardeşimiz olan İnci’yi de öz be öz kürt yiğidi olan Mehmet ASLAN’ın ailesi istetmiş. Kardeşlerim bana danıştılar, ben de “aynı bahçe duvarını 35 sene paylaştığımız, yaylaya gittiğimiz de evimizi namusumuzu teslim ettiğimiz, analarının hastalandığında anamızın sırtında hastaneye taşıdığını onlara anlattım.


Kızkardeşimizin de gönlü varsa evlenmelerinde bir maninin olmayacağını söyledim. Hülasa kız kardeşimiz de  Kaçakçı Mamo dayının oğlu öz be öz Kürt yiğidi olan Mehmet ile evlendirdik 3 çocukları ( 18 yaşında Rıza, 16 yaşında Kubilay, 11 yaşında İrem) var.


ABLAMIN BEYİ TÜRKMEN MEHMET. ÇOCUKLARI GÖKHAN – AYŞE – FATİH…!
ORTANCA KIZKARDEŞİMİN BEYİ KÜRT MEHMET ÇOCUKLARI RIZA – KUBİLAY – İREM…!
KÜÇÜK KIZKARDEŞİMİN BEYİ ARAP MEHMET ÇOCUKLARI ARDA EFE…!
BU ÇOCUKLARIN EN BÜYÜK DAYILARI BENİM…ÖZ BE ÖZ TÜRKMENİM…!
ANALARI ÖZ BE ÖZ TÜRKMEN…!
BABALARI TÜRKMEN…!
BABALARI ARAP…!
BABALARI KÜRT… !
BENİM DE 1 KIZIM 1 OĞLUM VAR  ANALARI RİZELİ…!
YORUM YOK …!
SİZ DÜŞÜNÜN…!


 

Egemenlik ve Türk Dünyası

Milli Egemenlik Bayramı’nın 88. Yıldönümüne ulaştık. Milli bayram ve günler, durum muhakemesi yapmak için vardır. Nereden nereye geldik veya getirildik soruları, bu anlamlı günlerde cevabını bulur. Ülkeyi yıllardır o derece sözde başarılı yöneten liyakatlı demokrat yöneticilerimiz var ki; Türkiye’de bugün milli kimliği, milli devleti, üniter yapıyı, Cumhuriyeti tartışılır hale getirdiler. Etnik ırkçılık hortladı. Türkiye, mozaik zannedildi. Milletleşmeden, sürü veya kalabalık olmaya zorlanıyoruz. Dünyada yükselen milliyetçilik, bizde ise; alçaltılmaya, dondurulmaya çalışılan, tehlikeli görülen milliyetçilik var. Bazıları demokratikleşmeyi böyle anlıyorlar. Önümüzdeki hafta yine klâsik tören nutukları atılacak, eski Meclis binasında tören yapılacak, anılar tazelenecek. Aslında devredilmeye hazır olan egemenliğin utancı altında…


Tepki anayasalarından şikâyet ederken bu defa milli kimliği ve milli devleti dışlayan, aşırı liberal, mutlaka istikrarsızlık getirecek ısmarlama anayasa taslakları ve 301. Maddenin değiştirilmesi gündeme geldi. Federal yapının anahtarı olan İkiz Yasaları ve birçok AB’ye uyum yasalarını imzalayan, petrol ve vakıflar yasalarını geçiren, yabancılara toprak satışını sağlayan, bankaları ve sanayi kuruluşları özelleştirme etiketi altında yabancılara peşkeş çekilen, Lozan’ın rafa kaldırılmaya çalışıldığı, küresel sermayenin egemen kılındığı bir ülkede biz yine milli egemenlik bayramını kutlayacağız. Ancak, düne özlem duyarak…


Milli egemenlik klişe bir ifade değildir. Sosyal, kültürel ve ekonomik kaynaklardan desteklenmeyen bir egemenlik karton kutu gibidir. Bağımlı bağımsızlık içinde olan, her alanda iç işlerine müdahale edilen bir ülke ve onun aydınları bu şartlarda bayram kutlamaya layık mı? Milli egemenlik bayrak dahil milli sembollere, milli liderlere, Türkçe’ye ve Türk parasına saygıyla başlar. Kaybettiklerimizi düşünelim. Eğer bizi uyuşturan dizilerden, 24 saatimizi alan magazin konulardan, borç ödemekten fırsat bulursak…


Türkiye’de birçok şey aslında şekil olarak demokrasiye uygun işliyor. Ancak, hiçbir zaman alternatifi olmayan bu demokrasi ideal bir demokrasi midir? Yoksa, Dünyayı küreselleştirenlerin çıkarlarına uygun bir emperyal demokrasi eğilimi mi güç kazanıyor? İdeal ve emperyal demokrasi arasındaki mesafeyi iyi anlar ve kavrarsak; demokrasi içinde gerekli tedbirleri de düşünüp alabiliriz. Çünkü; demokrasi dışında hiçbir rejim Türk Milletine lâyık değildir. Ancak, demokrasinin taklitlerinden de sakınmak gerekecektir.


Siz, bu satırları okurken biz, II. Türk Dünyası Sosyologları Kurultayı için Kazakistan’a uçacağız. Hep içeride meşgul edilen Türkiye’nin Avrasya, Balkanlar ve Kafkaslar dahil birçok bölgeyle irtibatının kesilmeye çalışıldığı anlaşılıyor. Eğer içeride istikrar ve mutabakat yeterince sağlanamamışsa; dış ülkelere uygulayacağınız politikalar da net ve istikrarlı olamıyor. Zamanla değişen, birbiriyle çelişen bakış tarzları gündeme geliyor.


Türk Dünyası ile sadece duygusallığa, tarihi geçmişe ve kardeşlik edebiyatına dayalı ilişkiler ancak bir “giriş” niteliği taşıyor. Bu temel, siyasi, kültürel ve ekonomik işbirliği ile desteklenmediği sürece verim alınamıyor ve halklar bile birbirini yanlış tanıyor. Türk Dünyasının alfabe değişikliği, 1990 öncesi basılmış, Soğuk Harp ve bloklar arası rekabet izlerini taşıyan eserleri devre dışı bırakarak günümüz gerçeklerine yönelmeyi sağlayabilir. Bilhassa tarih kitapları Rus etkisiyle çok büyük yanlışlarla doludur.


Uzun bir süre, daha demokrasiye uygun bir ekonomik kurumlaşmayı sağlayamayan, piyasa ekonomisi şartları taşımayan bu ülkelere serbest piyasa ekonomisi tavsiye ettik. Adeta daha çorba içmeden tatlı yemeye yönlendirdik. Bazılarımız her şeyi ekonomik çıkara göre hesap etti ve yanlış anlaşıldık. Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gücünün sınırlı olduğu anlaşılınca, işler değişti. Bağımsızlaşan devletler, Batı ile ilişkilerini doğrudan kurmaya çalıştılar. Türkiye’yi bölgesel bir aktör olarak gören ülkeler, Türkiye’den Rusya ile olan ilişkilerini dengelemede faydalandılar. Bazen de Türkiye’nin kendi çıkarlarını koruyamadığını fark ettirdik. Türk Dünyasında yatırım yapan, iş kuran, ancak fikren hazır olmayan bazı işverenlerimiz ve gelir seviyesi birden artıp şaşıran bazı işçilerimiz, bu ülkelerde Türkiye’nin resmi temsilcileri zannedildi. Gereksiz ve üzücü bazı olaylar gündeme geldi.   

Ömür ve Borsa

0

İtiraf etmeliyim. On beş yıl kadar önceydi. Bir arkadaşımın tahrik ve teşvikiyle borsaya girdim, değişik sektörlere ait birkaç kâğıt aldım. Borsacı tabiriyle söyleyelim: Borsada oynamaya başladım. Fazlaca para bağladığım bir kâğıt önce bir miktar yükseldi, hoşuma gidiyordu bu. Sonra ne olduysa oldu, kâğıdın değeri düşmeye başladı. Kâğıt, değerini bulacak diye beklerken fiyat düştü de düştü. Ben iyice zarar ettim. Birkaç yıl sonra kâğıttan kurtulabildim. Sermayeyi kediye yüklemiştik. Borsa pahalı bir tecrübe oldu benim için. Sonraki yıllarda borsayla ufak tefek ilişkim oldu; ama bu oyunda kârda olduğumu söyleyemem. Şunu anladım: İpin ucu başkasının elinde olan oyunlar ve içinde emek bulunmayan kazanç bana tat vermiyor.


Bir tarihte bir borsa öykücüğü okumuştum: Köyün birine bir adam gelmiş ve tanesi 10 liradan maymun alacağını söylemiş. Çok maymunları olduğu için köylüler sevinçle ormana koşup maymunları yakalamaya  başlamışlar. Adam, yüzlerce maymunu 10 liradan satın alınca ortalıkta maymun azalmış, maymunları yakalaması zorlaşmış. Köylüler, maymun yakalamaktan vazgeçecekken adam tanesine 20 lira vereceğini söylemiş. Tekrar heveslenen köylüler maymunları yakalamaya başlamışlar. Bir süre sonra da fiyatı 25 liraya çıkarmış. Ancak bırak yakalamayı, maymuna rastlamak bile çok zorlaşmış. Bunun üzerine adam fiyatı 50 liraya çıkardığını; ancak kendisinin işi olduğu için şehre gitmesi gerektiğini, yardımcısının onun yerine alım yapacağını söylemiş. O yokken yardımcısı köylülere demiş ki: “Şu büyük kafesteki maymunlar var ya ben onların tamamını size tanesi 35 liradan satayım, siz de patron gelince ona 50 liradan satarsınız.” Köylüler birikimlerini bir araya toplayarak bütün maymunları satın almışlar. Sonra adamı ve yardımcısını bir daha gören olmamış.


İnsan hayatı da bir borsa. Hayata başlarken yüzlerce, binlerce maymuna sahibiz. Bunlar, sağlığımız, ümitlerimiz, dostlarımız, imkânlarımız, inancımız… Doğan her güne yeni bir ümit ve heyecanla başlıyoruz. Beklentilerimizin peşinde koşuyoruz. Elde ettiklerimizi, bir gün lazım olur, diye yığıyoruz. Yığarken çok kere zamanı ve sağlığımızı fena harcıyoruz. Farkında olamıyoruz bunun. Günün heyecanı, bitmeyen emeller gözlerimizi perdeliyor, görmemizi engelliyor. “İnsan” denen yüce varlığa da ihtiraslarımıza hizmet ettiği kadar değer veriyoruz. Onun, emellerimize basamak olması, “dost” olmasından çok önce geliyor. Çıkarımıza hizmet etmeyen dostlarımızı bir peçete gibi buruşturup atıyoruz. Ellerine gül verdiğimiz insanların, zamanla başlarına çekiçle vuruyoruz.  “Ağır ağır çıkacaksın, bu merdivenlerden.” diyen Ahmet Haşim gibi bakıyoruz ki “Gün akşam olmuş.” Borsada oynayacak ne zaman ne sermaye kalmış. Adına “ömür” ve “sağlık” dediğimiz sermaye, “ümit” ve “heyecan” dediğimiz patron bizi terk etmiş. Elimizdeki sermayeyi ucuza sattığımızı şimdi fark ediyoruz; ama giden gitmiş. Ucuza sattıklarımızı pahalı almaya çalışıyoruz; ama zaman tükenmiş. Elde kalan, şairin dediği gibi, “Eteklerimizde güneş rengi bir yığın yaprak”. Bir baston gibi işe yaramayan hatıralarla ayakta durmaya çalışıyoruz.


“Hayat” adlı borsaya girmemek mümkün değil. Mademki geldik, bu borsada oynamak zorundayız. Kaybetmemek hedef olmalı. “Toprağın altına girdiğimizde neyin hesabını vereceğiz?” bilinci, borsada oynayanları kazandırıyor. Bu bilinç, kişiyi hem başkaları adına verimli kılıyor hem geçici değerlerin esiri olmaktan kurtarıyor. Ömür borsasına çıkarken sahip olduğumuz bütün değerler, gerçek karşılığını buluyor.


Bu borsada kazanmak herkese nasip olmuyor. Dilerim, siz kazananlardan olursunuz!

Aynı Oyun

Yıl 1970 benim Üniversitede olduğum yıllar. Öğrenciler kamplara ayrılmış. Önceleri özel hazırlanmış sopalarla birbirlerine kıyasıya saldırıyorlardı. Meselelerse fındık kabuğunu doldurmayan cinstendi. Kantinde yemekten masa düzenine, sınıfta ders saatinden imtihan şekline  varıncaya kadar bir sürü bahane bulunuyordu. Maksat huzursuzluk meydana getirmek.


Sonra bu bahaneler siyasi şekle dönüştü. Bir tarafta Maocu ve Leninci-Marksist gurup, diğer tarafta milli kültüre ve manevi değerlere sahip çıkmak adına oluşan gurup vardı.


Sopalar gittikçe gençleri tatmin etmez oldu. Çünkü silah tacirleri için bu kitleler potansiyel birer müşteriydi. Kısa zamanda herkesin bir silahı oldu. Dağıtılan silahların finansmanı da Ülke dışından yapılıyordu. Kahvehaneler kurşunlanıyor. Otobüs durakları taranıyor. Üniversiteler silah yığınağı haline geliyordu. Devletin bir çok kurumu sağcı ve solcu olarak ikiye bölünmüştü. Emniyet güçleri olayların ancak bitiminde harekete geçiyordu. Giderek komşularımızı sevindirecek kadar iç istikrar bozulmuştu. İstikrarın bozulması ile birlikte ekonomide berbat duruma gelmişti. Kimsenin kimseye güveni yoktu. İş yeri sahipleri kapılarına her gün gelen haraççılardan bıkmıştı. Haraç vermediklerinde işyerleri ertesi günü kundaklanıyordu. Her iki tarafın gençlerine Ülkeyi kurtarmak zorunda oldukları fısıldanarak kanı kaynayan genç insanlar ileri sürülüyordu. Çok kişi bu yüzden pisi pisine öldü.


Ölen gençlerin sırtından demeçler verildi. Yukarıdakilerin keyfine diyecek yoktu. Bunlar karışıklığı ranta tahvil ediyordu. Aşağıdaki insanlar ise kendilerince iyi bir ideal uğruna canından oluyordu. İçteki satılmışlar hadiseleri daha da körükleyerek servet üzerine servet katmaktan utanmıyorlardı. Silah tacirlerinin keyfine diyecek yoktu. Maocu veya Lenin’ci geçinen rantçılar üsttekileri zenginlere villa yapmakla, tatlı devlet ihaleleri ile karşılıksız veya düşük faizli krediler alarak kısa zamanda semirmekle meşgul idiler.


Derken bir şeyler oldu. 12 Mart muhtırası gündeme geldi. Dernekler kapandı. Savaş yeraltına çekilmeye başladı. Bir müddet suni sükunet devam etti. Sonra yine düğmeye basıldı. Amerika bizim topraklarımızda bir şeyler yapmak istiyordu. Rusya da Ortağını yanına yaklaştırmak istemiyordu. Kapışma yine bizim topraklarımızda başladı. Hem de bizim insanlarımızı kullanarak. Ortalık yıllar geçtikçe daha tehlikeli hal alıyor, Ölenler artıyordu. Halk sokağa çıkmaktan ürker hale gelmişti. Kim kimin adamı belli değildi. Öğrenci ile çapulcu birbirine karışmıştı. Öğrencilerin arasına provokatörler girerek kavgayı tırmandırıyorlardı. Birbirleri ile dalaşan öğrencilerin yarısından fazlası öğrenci değildi. Bazıları yurt dışı kaynaklı merkezlerden talimat alan ve menfaat sağlayan ajanlardı.


Yıl 1982.İhtilal oldu. Olaylar bıçak gibi kesildi. Vurulan vurulduğu ile kaldı. Ülkeyi kan gölüne çevirenlere bir şey olmadı. Onlar rantı başka kanallarda aradılar. Başka şemsiyelerin altına sokuldular. Hatta o şemsiyenin altında yıllarca duranları bile kısa zamanda hainlikle suçlayarak kenara ittiler. Kendilerini kahraman ilan ettiler. Reçeteler yazdılar. Ülkenin bekası için projeler ürettiklerini etrafa yaydılar. Önceki hainliklerini gizlediler. Bu arada dünyayı paylaşan ortaktan biri iflas etti. Zalim tekleşti. Metodlar değişti. Devlet çıkarlarının yanına dini çıkarlar eklendi. Yahudiliğin zulmü yanında giderek Hıristiyanlık zulmü uygulanmaya başlandı. Dini istila taktikleri ortaya çıktı. Aradan yıllar geçti. Türkiye de bazı değişiklikler oldu. Ülke kabuk değiştirmeye çalıştı. Birkaç adım ileri atmaya başladık. Bu adımlar hemen düşmanların dikkatini çekti. Bu onlara göre yanlış bir gelişme idi. Birileri “Adriyatik ten Çin seddine kadar Türk dünyası” diyordu. Demek Osmanlı yeniden şahlanmaya niyetlenmişti. Tez elden bunu söyleyenin katli vacip olmalıydı. Nitekim öyle oldu. Bu sefer başkaları çıktı. Ekonomiyi tekrar düzeltmeye başladılar. Denk bütçe yaptılar. Yine arı kovanına çomak sokulmuştu. Türkiye toparlanıyordu. Olmamalıydı. Olmadı da. Yerine 28 Şubat oldu. Ekonomi yine dalgalandı. İstikrarsızlık yine baş gösterdi. Daktilolar, Anayasalar atıldı. Düşmanlar yine sevindiler.


Derken Siirt ten biri çıkıp geldi. Alt tarafı İstanbul Belediye Başkanı idi. Ne anlardı devlet yönetiminden. Ama anladı. Millette kendisine iki sefer ekseriyetle evet dedi. Ülkede Ekonomik istikrar oluştu. İhracat arttı. Bazı şeyler değişti. Bazılarının çanakları kurudu. İcraatta yanlışlıklar da yapılmasına rağmen Ülke yeniden toparlanıyordu. Düşmanlar yine düğmeye bastı. Ortalık hareketlenmeye başladı. Provokatörler ortaya çıktı. Üniversiteler karıştı. Böyle giderse olaylar giderek azacak. Çünkü düşmanlar güçlü Türkiye istemiyor. Gözü dönmüş siyasileri de habire kullanıyorlar. Demokrasilerde hain insanlar önemli yerlere daha kolay geliyor. 30 yıldır aynı oyun aynı usulle oynanıyor. Sanki bu oyun dünya klasiği oldu. İçeriği hiç değiştirilmiyor. Bizde habire seyredip duruyoruz. Aklımızı başımıza ne zaman alacağız?


Ey Ülkenin mürekkep yalamışları ve çok bilmişleri!


Ülkeyi kurtarma adına batırıyorsunuz. Bilerek veya bilmeyerek bir çok insan bu hainliğe alet oluyor. Önüne geçilemezse genç insanlar ölecek. Düşmanlar gülecek. Türkiye eski günlere geri dönecek. Engel olun bu senaryoya. Bu senaryo Ülkemizin hayrına değil. Ben bu filmi her on yılda bir  seyrettim. Artık ezberledim.


Sizde uyanın gençler. Kavgayı bırakın… Kucaklaşın… Sizlerin yanında gibi gözüken dolar milyarderlerinin ve gözü dönmüş bazı siyasilerin oyununa gelmeyin. Siz ölürsünüz. Onların serveti veya makamı artar. Hepsi bu.


Biz yaşayarak öğrendik. Bari siz nasihat dinleyin…

Adaletle Hükmetmek

Dünya tarihi boyunca devlete karşı isyanların hiçbiri fakirlik/yoksulluk sebebiyle gerçekleşmemiş. İsyanların ana sebebi hep adaletsizlik olmuştur.


“Adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır. Adalet herkesin eşit olması anlamına gelmez, ancak bütün gerçek ve tüzel kişilerin kanunlar karşısında eşit olması ve geçerli hukuk kurallarının güçlü veya zayıf olduğuna bakılmaksızın herkese eşit bir şekilde uygulanması adaletli/ adil olmanın ilk şartıdır.


Adil yönetimin gerçekleşmediği yönetim tarzlarının en belirgin ölçütünü- Niccolò Machiavelli şu sözüyle vurgulamış: “Adalet güçlüden yanadır.” Şüphesiz bu sözde belirtilen “adalet” olması gereken değil, uygulamadaki adıdır.


Mademki adalet öncelikle hukuk kurallarına uymakla ortaya çıkacak, bu kuralları gerekirse zorla uygulayabilecek devlet kuvvetin var olmasını gerektirir. “Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir. – Aristo”


Ancak bu kuvvetin kullanılmasının bütün vatandaşlara eşit, dengeli ve ölçülü olması şart. Hukukun uygulanması aynı zamanda “kamu yararına” uygun olmalı.  Zira “Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet zalimdir. –  Blaise Pascal


Bütün bu giriş cümlelerimi AKP’nin kapatılma davası hakkında görüşlerimi ortaya koymak için yazdığım sanılmasın. Vatandaşlar arasında adaletsiz yönetim içinde olduğumuza dair derin bir kanaat oluşmasına yol açan Devletin çeşitli uygulamaları konusuna dikkat çekmek istiyorum.


Vergide Adalet:


Adaletli olabilmek için aslında herkese eşit davranmak bile yeterli değildir. “Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir.”


Türkiye’de kişilerin gelir seviyesini dikkate almadan herkesten eşit bir şekilde alınan KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payı çok yüksektir. % 72’i aşan dolaylı vergi oranıyla dünya birincisi olan Türkiye, vergi adaletinden en uzak ülke konumunda. Hâlbuki bizden sonra ikinci sıradaki Meksika’da bu oran yüzde 50, Avrupa Birliği’nde ise dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payı yüzde 34‘ler civarındadır.


Cep ve sabit telefonlar gelir durumu ne olursa olsun bütün vatandaşlarımız için gerçek bir ihtiyaç olarak değerlendirilmelidir. Telefonla haberleşmede uygulanan vergi oranları dar gelirli Türk insanının bütçesini önemli ölçüde sarsan, adaletsizlikten de öte bir zulüm haline gelmiştir.


Günümüzün ulaşım araçları petrol ürünleri ile çalışıyor. Petrol ürünlerine uygulanan vergi oranları da asla adil kabul edilemeyecek bir ölçüde. Dünyanın en pahalı enerjisini Türk vatandaşları kullanıyor.


Gelir ve kurumlar vergisi oranlarını artırıp, dolaylı vergilerin oranlarını düşürmeyi başaramayan hiçbir hükümet adaletli olduğunu iddia edemez.


Trafik Cezalarında Adalet:


Bütün bu adaletsizlikler yetmezmiş gibi son zamanlarda trafik düzeninin sağlanması ile uygulamalarda dikkatimi çeken bir husus var. Türkiye’nin bütün il ve ilçe Emniyet Müdürlüklerinde yeni teknoloji “radarlar” işbaşında.


Bu iktidarın en çok övündüğü icraatı olan iki ve üç şerit gidiş ve gelişli bölünmüş yollarda bile, şehirlerarası ise 90 km/saat, şehir merkezine girişlerde 70 km/saat hız sınırı konulmakta. Trafik yoğunluğunun olmadığı saatlerde trafik polislerimiz radara yakalanacak kazları beklemekte. Belirlenen hız limitini yüzde on- yüzde otuz arası geçenden 115 YTL, yüzde otuz ve daha fazla geçenden 237 YTL ceza tahsil edilmektedir. Hem de yakalanırsa aynı şoföre aynı gün içinde birden fazla ceza kesilebilmekte.


Denebilir ki, hızlı giden araçlar için cezalar caydırıcı olur ve trafik kazaları azalır. İşte bizim burada vurgulamak istediğimiz husus şudur: Ceza yazmanın tek bir maksadı olabilir, kazaları azaltmak. Kurallar kazaları azaltmak ve düzgün bir trafik düzeni sağlamak için konulmuştur.


Bu uygulamalarda dikkatimi çeken üç husus var: 1- Konulan hız sınırları gerçekçi ve uygulanabilir değildir. 2- Radar uygulamasının hedefi kazaları azaltmak değil, cezaları ve tahsilâtı çoğaltmaktır. 3- Hız sınırına bu kuralları koyanların büyük kısmı hiç uymamakta, bu kişilere caza ya hiç yazılmamakta, ya da bunlar ve diğer gücü yetenler bu cezaları ödememenin yolunu bulmaktadır.


Trafik cezalarının, hükümetin bir dolaylı vergi kaynağı olarak, bir zulüm boyutunda ve çok adaletsiz bir biçimde uygulandığı kanaati çok yaygınlaşıyor.


Hükümeti kuran partinin adı: Adalet ve Kalkınma Partisi. Ama bu uygulamaların hiç biri adaletli değil. Yüce Mahkemeden adalet bekleyen AKP, vatandaşı kendisinin adil olduğuna inandırmalıdır.

Vema Edrakeme’l İslam?

What`s the meaning of İslam? Allah’tan başka bütün teslimiyetlere kalın bir red çizgisi çekmek değil midir?


Hz. Muhammed`e risalet Amerikan yönetimindeki Detroit`te gelseydi, biz gerçekten hangi tarafta yer alacaktık?


Komşu komşuya mirasçı olsaydı, öbür dünyada Irak yüzünden hangi cezaya çarptırılırdık?


Zalime karşı gelmek ibadettir.’ Biz bu ibadetin el, dil ve gönülle neresindeyiz? En son kime buğzetmiştiniz?


Cadde ve sokakta haramdan niçin geçilmiyor? Başörtüsü meselesi çözülünce İslam ahlak ve fazileti geri gelecek mi?


Bizim Müslümanlığımız kaç ayar? Gâvurlara karşı şiddetli, dindaşlarına karşı merhametli kaç insanımız var?


Rızkı veren Allah`sa ve biz de buna iman etmişsek “Bakabileceğin kadar çocuk yap” şablonu bizim hanelerimizi nasıl işgal etti?


Camide tadil–i erkâna harfiyen uyan tüccar, piyasada kapitalizmin kurallarıyla mı amel ediyor? Adam kazıklamak herhangi bir esnafın siyasal İslamcılığından bir şey kaybettirir mi?


Her iktidar kendi zenginlerini yaratır. Nasıl zengin olduğun değil de zengin olup olamadığın mı dikkate alınmakta?


Cuma namazından sonra rüşvet alan mütedeyyin bürokratımızın fıkhi durumu hangi esasa göre belirlenmeli?
Kınayıcının kınamasından korkmadan’ tabiri Kur`anda her Peygamberin temel vasfıdır. Hangimiz, hangi iktidarın hangi yanlışına sırf bu ilahi emirden ötürü tavır koymuştur?


Din, kimin ve kimlerin tekelindedir? Kim ve kimler; öldürülen 1.750 Iraklı, tecavüz edilen 1 milyon Iraklı ve sakat bırakılan, sürgün edilen 4 milyon Iraklı için tepki göstermiştir?


Irak`taki Amerikan dehşetini Show Haber`de görünce mi idrak edeceğiz yoksa Deniz Feneri Derneği Felluce`den yayın yapınca ( yapabilirse) mı?


Irak ve Suriye`deki petroller sanki Türkiye sınırına gelince bıçak gibi kesilirdi. Her 2 kişiden birinin oy vererek gösterdiği dini kaygılar Irak ve Suriye sınırına dayanınca niçin bıçak gibi kesiliyor? Ağızları bıçak açmıyor?


Amerikan emperyalizminin hınk deyicisi olmak gibi bir hedef 4 kitabın hangisinde tevil imkânı bulur?


Müslüman zengin olmalı”, “Müslüman her şeyin iyisine layıktır” klişeleri yüzyıllık kapitalist sloganları değil mi? Müslüman Sosyete tabiri kalbinizi ağrıtmıyor mu?


Bu iktidarın gelişi, gelir dağılımındaki taksimden 1 pul nasiplenenlerin yer değişim talebi miydi? Yoksa inançlarını hayata hâkim kılmak isteyenlerin adanmışlığı mı?


Büyük büyük yöneticilerimizin çoluk çocuğunun akçalı işleri böyle kısa zamanda kıvırması bizim için nasıl bir övünç sebebi? Açıkgözü dini camiada da mı jandarma yapıyorlar?


Emaneti ehline vermeyen kıyametin kopmasını beklesin’. Emanet görev tahsisi midir, makam mıdır, mevki midir, ihale midir? Nedir?


Peki, menkıbelerini anlattığımız sahabeler ve açlıktan karnına taş bağlayan Peygamber; müşriklerin taht, saltanat, kudret tekliflerine niçin bir an bile yüz vermedi?


Peygamberin davası nedir, bizimki ne? Adetullah neye denir?


Son söz: ‘Hutame nedir bilir misin? O, Allah`ın ateşidir ki, ta kalplere ulaşır. Hiç şüphe yok ki o ateş, onların üzerine kapatılacaktır’.


Ah keşke toprak olsaydım !”