10.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1302

Devrimleri Tamamlamak

0

Yakın tarihimizle ilgili hafıza kayıpları oldukça dikkat çekiyor. Dün yaşananları bugün unutmak son derece tehlikeli bir yoldur. 1960 Sonrası başlayan  güdümlü öğrenci hareketleri  1960’ların  ortalarından sonra daha da hızlanmış ve yönünü açık bir şekilde ortaya koymuştur. 


27 Mayıs 1960 devrimini tamamlamak ana gaye olmuştur.  Burada kastedilen 27 Mayıs’taki  çizginin değiştirilmesidir.  Aslında bu çizgi rahmetli Alpaslan Türkeş’in de içinde bulunduğu 14’lerin yurtdışına sürülmeleri ile değiştirilmiştir.  27 Mayıs İhtilaline böylece CHP ve rahmetli İnönü hakim olmuştu. Bunu da yeterli görmeyen  aşırı sol  ideolojiye mensup çevreler; 27 Mayıs’ı tamamlamak peşine düşmüştür. 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden önce aşırı sol Türkiye’de sosyalist bir düzen kurabilmenin yollarını aramıştır. Atatürkçülük istismar edilmiş; Atatürk’ün Lenin’e benzetilen resimleri ortada dolaştırılmıştır. Bu dönemlerde İstanbul Üniversitesi Merkez Bina bir laboratuar gibiydi. Mustafa Kemal’i Sovyet modeli bir halk cumhuriyeti kurmadığı için dışlayanlar, O’na “burjuva Kemal” sıfatını layık görenler, kendi dışlarındaki herkesi faşist olarak suçluyorlardı.  Faşizmi tanımayan, bilmeyen birçok kimse onlara göre faşistti.  


Ankara’da Amerikan askerlerinin kaçırılması, banka soygunları, İsrail Konsolosuna suikast, Dolmabahçe’de ABD askerlerini denize dökme ve çeşitli  kaçırma eylemleri, halkı sosyalist devrim için  bilinçlendirme çabaları,  Filistin’de El-Fetih’de silahlı eğitim görmüş militanlarca yapılıyordu. Bu militanlardan üçü  12 Mart sonrası idam edilmiştir.  Bu idam edilen gençleri kışkırtanlar, yönlendirenler ve 9 Mart’ta sosyalist müdahale yapılacağına inandıranlar bu gençlerin iplerini çekmişlerdir. Tabi onları fakülte odalarında veya evlerinde saklayıp  koruyan, kollayan bazı imtiyazlı elitler de buna dahildir.  Bu eylemler anayasal düzene karşı silahlı başkaldırma  ile rejimi değiştirme amacı taşımaktadırlar. Bunları basitleştirerek bazı gençlerin demokratik taleplerini ortaya koymaları şeklinde hafife almak konuyu saptırmaktır. Yapılan yasa dışı kanlı eylemler, dağa çıkma ve askerle çatışma, fikir ve düşünce hürriyeti için yapılmamıştır. Bunlar halkı tanımıyorlardı; ama halktan geldiklerini ve halk için bazı şeyler yaptıklarını zannediyorlardı. Bu kimselerin beyinlerine romantik bir halkçılık sokulmuştu. Bu yanlış onları  gerilla savaşına yöneltti.  Malatya’nın Nurhak Dağlarında öldürülenlerin katilleri onları oraya çıkaranlardı. 1970’lerin aşırı soluna göre; Türk askeri Kıbrıs’tan çekilmeliydi. Halklara özgürlük, askersizleştirilmiş ve üslerden arındırılmış bir Kıbrıs ile mümkün olabilirdi. Bu çizgide mücadele eden aşırı sol  çevrelerin  Atatürkçülük ile ve hele bugünkü anlamda ulusalcılıkla hiçbir ilgileri yoktur. Bunlar zaman zaman Türk bayrağını taşımak konusunda bile ihtilafa düştüler. Milliliği, milliyetçiliği reddeden beynelmilelci bir ideolojinin paralı askeri gibi kullanılan  68 kuşağı acaba iyi kullanıldığı için mi iftihar etmelidir?  Bunları kullanan bazı devrimci ağabeyler bugün liboş oldu, dünü unuttu. Bazıları yurtdışına kaçtı, bazıları da sosyalist devrim yolunda  kullandıkları çocukları güzelce ispiyonladı.  Bazıları ise olup biteni fark ederek insanlık tarihinin  milli menfaat çatışmaları  olduğunu kavrayıp, Türkiye’ye yönelmiş ihanetlere karşı saf tuttular.  Türkiye için asıl tehlikenin emperyalizme alan açan, bizi içeride çatıştıran sınıf çatışması tezi olduğunu anladılar. Zaten Cumhuriyeti kuranlar da böyle bir anlayıştan hareket etmediler. Bundan dolayı Anadolu’daki milli harekete yardım eder gibi gözüken 13 Eylül 1919 Sivas Kongresi sırasında bizzat Hariciye Komiseri Çiçerin Türk köylüsünün komünist olmayan yöneticilere karşı isyanını istiyordu. (Giritli, İ., “Atatürk ve Halkçılık”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1992, sh.450) Bunlar emperyalizme karşıydılar ama bu emperyalizm sadece Amerikan emperyalizmiydi.  Sovyet emperyalizmi  ve devrimci ağabeye laf ettirmiyorlardı. Emperyalizme tek gözle bakan bir yaklaşım dün de yanlıştı; bugün de yanlıştır.


Bir devrimci ağabeyinin yazdığı şu satırlar  çok dikkat çekicidir: “Mustafa Kemal hareketi Marksist-Leninist doğrulara dayanan bir devrim amaçlamasına  dayanmamıştır ki; o devrimi tamamlamak  devrimci bir nitelik taşısın… Anti-emperyalist mücadelenin sahip olması zorunlu nitelikleri karşısında Atatürkçü tezleri tekrarlamak bizi gerçekten devrimci, sorunlara çözüm bulucu bir noktaya getirmeyecektir.  Aksine halkın kesintisiz devrim sürecinde  bir güç olarak yer almasını engelleyici,  devrimci halk iktidarlarının kurulmasını önleyici, sosyalist devrime karşı çıkıcı bir nitelik taşıyacaktır. (Özek, Ç., Faşizm ve Devrimci Halk Cephesi”, İstanbul 1970, sh. 511-512)

Gaflet mi İhanet mi?!

0

İnsanlar emek vermeden elde ettikleri nimetlerin kıymetini bilmekte her zaman zorlanmışlardır. Çoğu zaman da başarılı olamazlar. Çünkü bir şeyi elde etmek uğruna çekilen eziyetin ve sıkıntının, kaybedilenlerin acısını, nimetin ne pahasına kazanıldığını düşünmeden ondan istifade etmektedirler.


Onlara bu nimeti miras bırakanların tecrübeleri de bir zaman sonra “masal” hükmünde değerlendirilir.


Türkiye’mizin bugünkü hali de bu tabloya benziyor. Varlık mücadelesi verilerek elde edilmiş bütünlüğümüz, bu bütünlüğü sağlayan değerlerimiz ve değerlerimizin dayandığı kültür mirasımız bizzat bizler tarafından tehlike altına sokulmaktadır. Üstelik bize hiçbir faydası olmayan tartışma ve çatışmalarla bu tehlike iyice büyümektedir.


Bu tehlike, geçmişte nice canlara mal olan bütünlüğümüzü tehdit eden, ismi farklı ama mahiyeti aynı olan bir toplumsal kutuplaşmanın da ifadesidir.


Bunca yaşanana rağmen insanlar hiç mi ders almazlar?!


Yoksa başka bir “ders” mi alınmaktadır?


Kamran İnan’ın bir televizyon programında yapmış olduğu tespit bugünlerde sık sık aklıma geliyor: Kendi tecrübelerine binaen İnan Türkiye’nin dünyadaki ülkeler içerisinde kendi hainini kendi eliyle bu kadar çok oranda yetiştiren tek ülke olduğunu ifade etmişti.


Söz konusu tehlikelerin oluşumuna zemin hazırlayanların veya en azından katkıda bulunanların bazılarını düşününce insanda bu tespitin haklı olabileceğine dair dehşete düşüren bir kanaat doğuyor. Çünkü bu tehlikelerin büyümesinde, ülkemize faydalı olması beklenen, ülkenin büyük umutlarla yetiştirdiği insanların katkısı insanı şaşırtacak ve hatta ürkütecek orandadır.


Dolayısıyla insan şu soruyu sormadan edemiyor: Biz bunca yıldır nasıl yetiştiriyoruz da “nitelikli” bazı insanlarımız niteliklerini memleketin hayrına kullanmakta zorlanıyor?  


Bu demektir ki “milli eğitim” politikamızı “hep birlikte” oturup düşünmeye geç bile kaldık!


Bu politikayı doğru bir içerikle işler hale getirmek ve bu işlerliği de “keyfilikten” arındırmak ciddi bir gereklilik halinde önümüzde durmaktadır. Bugünün en önemli problemi budur. Yoksa özü halletmeden şekille uğraşmak boşa kürek sallamaktan başka bir şey değildir.


Aksi halde Atatürk’ün ifade ettiği üzere “gaflet ve hatta hıyanet” içinde bulunanlardan daha çok çekmeye devam edeceğiz…

Türban

Ülkemizde giderek tuhaf şeyler oluyor. Son zamanlarda bu tuhaf şeylerin başında da türban denilen ve insanları lüzumsuz geren bir tartışma geliyor. Ak parti hükümetinin MHP desteği ile çıkardığı yasayı Anayasa mahkemesi esastan bozdu. İster yetkisini aşarak bozmuş olsun isterse yetkisi dahilinde bozmuş olsun. Bunu tartışmak bu günkü işim değil. Onu hukukçular yapıyor. Benim bu günkü düşüncelerim daha çok bu çekişmenin ve inatlaşmanın yaşamda ne hale geldiği ile alakalı olacaktır.


Esas itibari ile kadınlarda saçın örtünmesi ile ilgili olan türban, giderek örtünme aracı olmaktan çıkmış ve başın örtüsü olan bu renkli örtü giderek bir tarafın sembolü haline gelmeye başlamıştır. Aynı zamanda güç mücadelesi malzemesi haline dönüşmüştür.


Evinin dışında kadının baş ve vücut  hatlarını koruması ile alakalı İslami kuralları tatbik edenlere söyleyecek menfi bir sözüm olamaz. Normal standartlarda vücudun bütününü içine alan örtünme hadisesi bu söyleyeceklerimin dışındadır.


Bilhassa gençlerin bir bölümü baş örtme işine sıkı sıkıya sarılırken, başlarının dışındaki yerlerinin korunması ile alakalı aynı ciddiyette bir icraatı gerekli görmemektedirler. Daracık eteklerin altında görünen vücut hatları ile, baldırlara kadar uzanan etek yırtmaçlarının İslam’ın örtünme emri ile alakası varmı dır? Tabii ki yoktur.


Her türlü kapalı ve açık mekanlarda baştaki türbanla sergilenen İslami disiplin dışı tavırlar bu türban işinin cıvımaya başladığının göstergesidir. Türban, bazı muhafazakar ailelerin kızları tarafından hareket serbestisi taşıyan bir vasıta gibi kullanılmaya başlanmıştır. Kazanılan bu serbesti ile Türban,  kontrolden uzak yerlerde dudak uçurtacak manzaraların yaşanmasına vasıta olmaktadır. Bu bakımdan Türbanı  sadece dini bir örtü olarak kabul etmekte artık geçersizdir. Bir modadır. Muhafazakar ailelerin bazılarının genç kızlarının altında saklandığı özgürlük örtüsüdür. Bu bakımdan sapla samanı ayırmak mecburiyeti de vardır.


İslam’ın başı örtme hususundaki kuralı herhangi bir şekilde kategorize edilmemiş olup, sadece saçın örtülmesi şeklinde belirlenmişken, bu örtüyü inatla şematik hale getirip, bunda ısrarcı olmanın bir mantığı da yoktur.


Bu konuda bir siyasi simge endişesi taşıyanların şekil üzerinde değişiklik önerileri varsa, bu konuda esnek davranmanın da bir mahsuru yoktur. Israrın her halükarda endişeyi de beraberinde getireceği aşikardır.


Türbanın şekli üzerinde inatlaşma, türban üzerinden İslamı hedef alanlara da bir kapı açmaktadır. Onların mücadelesi ne örtüdür, ne de şekildir. Onların mücadelesi İslam’ın kendisi iledir.


Onlara göre Dünya da giderek ivme kazanan İslam, bir şekilde durdurulmalıdır. Çünkü İslam dışı dinlerin gelişen teknolojilerin ortaya koyduğu tespitlere cevap vermesi mümkün değildir. Buluşlar dolayısı ile İnsan aklının ulaştığı yeni bilgiler tartışmaları da beraberinde getirmektedir.


İslam dışı dinlerin bu tartışmalara müdahil olma imkanı yoktur. Böylece insanlar yetersiz kalan bu tür dinlerden uzaklaşmaktadırlar. Mabetler (bilhassa kiliseler) boşalmaktadır. Avrupa ve Amerika da yeni nesil arasında yeni din arayışı veya dinsizlik yaygınlaşmaya başlamıştır.


Bu durumda dini müntesipleri bakımından zayıf kalan din önderlerinin yeni stratejiler belirlemesi gerekmektedir. Onlarda şimdi bunu yapmaktadırlar.


Yeni stratejilerin birinci maddesi ise yükselen dine karşı mücadele vermektir. Farklı din mensuplarının İslam’a karşı takındığı tavır da budur. Bu bakımdan Avrupa insan hakları mahkemesinden fayda ummanın bir mantığı da yoktur.


Ülke içinde sabit tavırlı veya değişken tavırlı örtünme karşıtı yazarlara da malzeme olmanın lüzumu yoktur. Hele hele Ahmet Hakan gibi zikzaklar içinde kendine yer arayan ve “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamak” tabirine tıpa tıp uyan bir yazara “…bende diyorum ki: Artık bütün türbanlılar aynı değildir. demenin bir anlamı kalmamıştır. Her türbanlıyı aynı sayanlar maalesef haklı çıkmıştır”. Dedirtmenin bir mantığı ise hiç yoktur.


AK parti hükümeti muhafazakar tabanın baskısı ve MHP’nin gazı ile türban konusunda aceleci davranmıştır. Satranç oyununda taşlarınızı yerleştirip oyunu iyi kurmadan hamle yaparsanız başarılı olamazsınız. Siyaset satranç oyunu gibidir. Aceleye gelmez.


Bir partinin muktedir olabilmesi için oy çoğunluğu ile iktidar olması yetmemektedir. Atanmışların çoğu ile fikir birliği içinde olunması gerekmektedir.


Atanmışların gücü seçilmişlerin gücünden fazla ise orada muktedirlikten bahsetmek saflık olur. O halde güçlü olunmayan bir  konuda uzlaşmak önemlidir.


Konu İslam’ın prensibi olunca daha dikkatli ve sabırlı olunması, bu vesile ile samimi insanların rahatsız ve mağdur edilmemesi icap ettiği aşikardır.


Her seferinde kafayı duvara vurmak alışkanlığından da vazgeçmek zarureti vardır.


Haftaya başka bir konuda görüşmek üzere  Hoşçakalın…

Tarihin Dilinden Anlamak

0

Veya “Tarihin Diliyle Konuşmak” diyebiliriz yazımızın başlığına.


Ateşin dilinden anlamazsanız yanarsınız, depremin dilinden anlamazsanız enkazda kalırsınız, çiçeğin dilinden anlamazsanız onu yetiştiremezsiniz, suyun dilini bilmezseniz niçin battığınızı veya nasıl yüzdüğünüzü bilmezsiniz, yerkürenin ve atmosferin dilini bilmezseniz ne uçak yapabilir ne uçabilirsiniz…


Genelde çocuğun, kadının, erkeğin; özelde her insanının bir dili vardır. Kişiler, bu dille kendini anlatır, siz bu dille onları çözebilirsiniz.


Tarihin de bir dili vardır anlayanlar için. Tarihin dilinden anlamayanlar, tarihte en fazla fosil olurken, anlayanlar, tarihe yön verirler. Haziran 1967’de başlayan ve Arap dünyası ile İsrail’i karşı karşıya getiren Altı Gün Savaşları’na komutanlık eden İsrail Genelkurmay Başkanı’yla savaş sonrasında görüşme yapan gazeteci, yaptığı ayrıntılı söyleşide konu Mısır Hava Kuvvetleri’ne yönelik Akdeniz’den dolaşarak yapılan baskın saldırıya gelince: “Arkadan dolaşma fikrine nasıl vardınız?” der. Genelkurmay Başkanı’nın cevabı açıktır: “Yavuz Sultan Selim’in, Tomanbay komutasındaki Memluk ordusunun toplarına hedef olmamak için arkadan dolaşmış olmasından esinlendik.” Bunun üzerine gazeteci tekrar sorar: Peki, böyle bir hareketin Mısırlılar tarafından da düşünülmüş olabileceğini hesaba kattınız mı?” Cevap, ibret alınacak niteliktedir: “Kesinlikle hayır! Çünkü onlar tarih okumazlar.” Bilindiği gibi tarih okumayan Mısırlılar bu savaşı bütün üstünlüklerine rağmen kaybederler. Bu insanlar, tarih okusalardı ne bu kadar aşağılanırlardı ne de bir savaşın mağlubu olurlardı.


Tarih, sadece bir ibret sahnesi değil, aynı zamanda kuvvettir. İkinci Dünya Savaşı’nda Kuzey Afrika’da Almanlar ile müttefikler arasında süren çöl savaşlarında Rammel’in tanklarla desteklenen ordusunu, ABD-İngiliz orduları, aynı coğrafyada vuku bulmuş Kartaca-Roma Savaşı’nın taktiklerinden esinlenerek yenebilmişlerdi.


Olaylar, tarihte birer sonuçtur. Biz, o savaşlardan hüküm çıkarır, ders alır, geleceği kurgularız. Çünkü olayların mantığı, suyun formülü kadar değişmez netliktedir.


Tarih, aynı zamanda köşe taşı insanların zaman tünelidir. Kişiler, bulundukları konum itibariyle hem geleceği yönlendirirler hem kendilerinden sonra yaşayan insanlara idol olurlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD Kongresi’nde Almanların Kartacalılar gibi yeryüzüne dağıtılması, bu ülkenin dünya tahıl ambarı haline dönüştürülmesi teklifine karşı bir Kongre üyesinin: “İyi de ileride çocuklarımız, ‘Geothe’yi, Kant’ı, Hegel’i, Planck’ı ve daha binlerce bilgin, filozof ve sanatkarı yetiştiren bu millete ne yaptınız?’ diye sorunca ne cevap vereceğiz?” diye itiraz etmesiyle teklif geri çekilir, Almanlar da Kartacalılar gibi yeryüzüne dağıtılmaktan kurtulurlar. Yetiştirdikleri büyük beyinler, inanıyorum ki, Almanları yüzyıllar ötesine taşıyacaktır. Milletimiz, ders alınacak olaylar, yetiştirdiği büyük değerler yönüyle oldukça şanslıdır.


Tarihe masal, tarihteki kişilere masal kahramanı gözüyle bakmak, tarihimize saygısızlık, geleceğimize haksızlıktır. Hafızadan yoksun bir beden, geleceğin gübresi olmaktan kurtulamaz.


Tarih okumak, herkesin görevi; tarihin dilinden anlamak, büyük bir ayrıcalıktır. Şimdi tarih, her zaman tarih!…

Atatürk ve Din

0

Atatürk’ü doğru anlamak ve istismar etmemek için O’nu bilinip de söylenilmeyen yönleriyle ele almak gerekir düşüncesiyle bu yazıyı yazıyorum.


Atatürk Osmanlı Devletinde Osmanlı vatandaşı olarak dünyaya gözlerini açtı. Osmanlı okullarında eğitim-öğretimini tamamladı. Osmanlı kültürüyle yoğruldu. Nihayet orduda görev aldığında her subay gibi oda dinini diyanetini bilen, vatanını, milletini seven bir Osmanlı subaydı. Çünkü Osmanlı eğitimi dinden bağımsız değildi.


Atatürk dini bilmekle beraber dinin toplum üzerindeki etkisini, vatan savunmasındaki rolünü de en iyi bilenlerden birisi idi.


Balkanlarda, Trablusgarp ta, Yemen’de, Çanakkale de, Anafartalar’da, Sakarya’da ve nihayet İstiklal Savaşı’nda dinin toplum üzerinde etkisini bizzat yaşayarak görmüş bir Osmanlı komutanıydı.


Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı hakikaten hatalarıyla beraber muazzam bir devletti. Çöküş döneminde Mustafa Kemal’i Fevzi Çakmak’ı, Kazım Karabekir’i, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi dünya çapında asker ve devlet adamlarıyla beraber Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır gibi şair ve din âlimleri yetiştirmiştir.


Dikkat edecek olursak bugün övündüğümüz bu değerleri biz yetiştirmedik. Onlar Osmanlı’nın yetiştirmiş olduğu dünya çapında insanlardır. Bizim de iftihar kaynağımızdır. Onlar Osmanlı’nın bize armağanıdır.


Onlar çöken imparatorluk enkazından yeni bir devlet; Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır ama biz onlarla övünmek ve onları,  istismar etmekten başka bir iş yapamamışız.  T.C’nin kuruluşundan bu yana M. Kemal, Fevzi Çakmak vb. ayarında bir komutan, M. Akif Ersoy seviyesinde bir şair, Elmalılı Hamdi Yazır düzeyinde bir din âlimi yetiştirebildik mi? Ben bilmiyorum, yanılmayı da çok isterim.


T.C kurulduktan sonra Atatürk’ün girişimiyle 3 Mart 1924’te Diyanet işleri başkanlığı kurulmuştur. Atatürk dinin birey ve toplum açısından önemini iyi bilen bir devlet adamıydı. Bu sebeple diyanet işleri başkanlığını kurdurdu. Dini hizmetleri D.İ başkanlığı vasıtasıyla tek elden yürütülecek illerde ilçelerde müftülükler aracılığı ile teşkilatlanacak vaizler ve imamlar aracılığı ile halk dinini doğru olarak öğrenme ve yaşama imkânına sahip olacaktır.


Atatürk D.İ Başkanlığı görevine ilk olarak Ankara müftüsü Rıfat Börekçiyi atamıştır. Anayasanın 136. maddesinde belirtildiği gibi D.İ Başkanlığı İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek toplumu din konusunda aydınlatmakla görevlendirilmiştir.


Atatürk dine önem veren bir liderdi. Halkında dinini öğrenmesini istiyordu. Bunun için dini eserlerin halka ulaşmasında büyük önem vermiştir.


Bunlardan ilki Kuran-ı Kerim’in Türkçe meal ve Tefsirinin yapılmasıdır. Atatürk halkımızın Kuran’ı yeterince tanımadığı görüşünde idi. Bir sözünde Türkler dinin ne olduğunu bilmiyor bunun için Kuran Türkçeye tercüme edilmelidir. Atatürk bu konuda ki görüşlerini 21 Şubat 1925 tarihinde TBMM de D.İ Başkanlığı bütçesi görüşülürken dile getirmiş. O’nun girişimleri sonucu bu oturumda Tefsir-Meal çalışmaları ile hadis kitaplarının dilimize kazandırılması için D.İ başkanlığı bütçesine 20.000 lira ek ödenek konulması kararlaştırılmıştır.


Mecliste alınan karar gereğince Kuran-ı Kerim’in tercüme(meal) görevi Mehmet Akif Ersoy’a, Tefsir görevi de Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiştir. M. Akif Ersoy mazeret belirterek bu görevden çekilince Meal ve Tefsir görevi Hamdi Yazır’a verilmiştir. O yoğun ve titiz bir çalışma sonucunda Hak dini Kuran Dili isimli Meal ve Tefsiri yazmıştır.


Günümüzde, ülkemizde ve İslam âleminde en gözde tefsirlerinden bir tanesidir. Atatürk Halk dinini öğrensin ve yaşasın diye Kuran tefsiri yazdırıyor. Günümüzde Atatürkçü olduğunu iddia eden insanlar ne ile uğraşıyorlar?


Atatürk’ü seven ve Atatürkçü olduğunu iddia eden her insan Atatürk’ün hatırına bu tefsiri ( Hak dini Kuran dili ) evlerine almalı ve okumalı gereğince de amel etmelidirler. Çünkü bu tefsiri Atatürk bunun için yazdırmıştır.


Aynı şekilde hadislerinde Türkçeye kazandırılmasına büyük önem vermiş Kütübü sitte ( Altı meşhur hadis kitabı )’nın birinci kitabı olan sahihi Buhari’yi Türkçeye kazandırma görevini Babanzade Ahmet Naim Bey’e vermiştir.


O’nun ömrü bu iş için yetmeyince Profesör Kamil Miras Bey bu görevi tamamlamıştır. Atatürk’ün girişimleri sonucu dilimize kazandırılan bu hadis kitabını Atatürk’ü seven ve O’nun izinde olduğunu iddia eden bütün insanlara tavsiye ederim. O’nun hatırına O’nu sevenlerin kütüphanelerinde bu hadis kitabı olmalı ve okunmalıdır.


Halkın dinini öğrenmesinde ve çeşitli konular hakkında bilgilenmesinde önemli bir rol oynayan hutbelerinde nasihat bölümlerinin Türkçe okutulmasına da öncülük etmiştir.


1 Mart 1922 de meclisin üçüncü toplantısının açılışında bu konuyu dile getirmiştir.  7 Şubat 1923 günü Balıkesir Zağanos Paşa Camii’nde bir hutbe okumuştur.  O’nun hutbesinden 1–2 paragraf ile yazımı bitirmek istiyorum.


“Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamber efendimiz Hazretleri Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı hepimizin bildiği gibi Kuran-ı Azımüşşandaki açık ve kesin hükümlerdir.


İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir. Mükemmel dindir. Çünkü dinimiz: Akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymasa idi bununla diğer tabiat kanunları arasında zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab_ı Hak’tır.”


Bu ve benzeri ifadeleri sıralamak mümkün ama ben bunların bile Atatürk’ün dine ve dindarlara bakış açısını göstermesi açısından yeterince aydınlatıcı olduğu kanaatindeyim.


Atatürk’ü, Fevzi Çakmak’ı, Kazım Karabekir vb. komutanları M. Akif Ersoy gibi bir şair, Hamdi Yazır gibi din âlimleri yetiştiren Osmanlıyı saygı ve hürmetle anıyorum. Hepsinin ruhları şad makamları cennet olsun.


Cenab-ı Hak ülkemizi, İslam âlemini ve tüm insanlığı her türlü sıkıntı ve musibetlerden muhafaza eylesin.


Huzur, mutlu ve aydınlık yarınlarda buluşmak dileğiyle.

İletişimi Kolaylaştıralım: Amerikan Yerlilerinin Konuşma Dili

0

İnsan ruhunun en derin ihtiyaçlarından biri anlaşılmaktır. Bu ihtiyaç karşılandıktan sonra, kişi problem çözmeye kayabilir. Bu ihtiyaç karşılanmazsa ego mücadelesi ortaya çıkar. Kimi zaman çekişme hatta şiddet patlak verebilir.


Yerli Amerikan Yönetiminin yüzyıllar boyunca ayrılmaz bir parçası olan Konuşma Sopası, yaklaşık bir buçuk metre uzunluğundadır. (Benjamin Franklin (1706 – 1790) yerli şefler tarafından Konuşma Sopasının ardında yatan fikirler hakkında eğitilenlerdendir). Konuşma Sopası en etkili iletişim araçlarından biridir. Görüş farkları olan insanların karşılıklı saygı yoluyla nasıl birilerini anlamaya başladıklarını gösterir.


Konuşma Sopasının ardında yatan kuram şöyledir: İnsanlar her bir araya geldiğinde, Konuşma Sopası ortaya çıkartılır. Yalnız Konuşma Sopasını elinde bulunduran kişinin konuşmasına izin verilir. Konuşma Sopası sizde olduğu sürece, anlaşıldığınıza ikna olana kadar yalnız siz konuşabilirsiniz. Diğerlerinin anlatmak istediklerini, kendi savlarını, aynı ya da karşı yöndeki fikirlerini belirtmelerine izin yoktur. Ancak sizi anlamaya çalışır, sonra da anladıklarını açıkça ifade edebilirler.


Anlaşıldığınızı hisseder hissetmez, göreviniz Konuşma Sopasını sıradaki kişiye vermek, sonra da onun anlaşıldığını hissetmesini sağlamaya çalışmaktır. O kendi demek istediğini anlatırken, gerçekten anlaşıldığını hissedene kadar onu dinlemek, ne anladığınızı yeniden ifade etmek ve onunla empati kurmak zorundasınız. Her taraf anlaşıldığını hissettiğinde negatif enerji dağılır, çekişme yok olup gider, karşılıklı saygı gelişir.


Çoğu kimse bu süreci kabul etmekte duraksayabilir, biraz sıkıcı, hatta çocukça görüyor olabilir. Ama iletişime öyle bir özdenetim ve olgunluk getiriyor ki çok etkili bir yöntem olduğunu söyleyebilirim.


Elinizde gerçekten fiziksel bir çubuk olduğunda çok dikkat çekeceğinize kuşku yok. Ama illa gerçek bir Konuşma Sopasına ihtiyacınız yok. Bir kalem ya da tebeşir gibi konuşan kişinin ancak anlaşıldığını hissettiğinde başkasına vereceği, sorumluluğu fiziksel olarak konuşana aktaran elle tutulur herhangi bir şey de kullanabilirsiniz. Önemli olan hiç kimse öteki “ Anlaşıldığımı hissediyorum” diyene kadar kendi fikrini savunmamasıdır.


İletişim sorunlarının yüzde doksandan fazlası sözcükleri tanımlama ve verileri yorumlama biçimimizden kaynaklanır. İki kişi birbirini gerçek empatiyle dinlediğinde bu sorunlar kaybolur. Bunun nedeni, diğerinin değerlendirme çerçevesinde dinlemesidir.


Unutmayın, anlamak aynı fikirde olmak demek değildir. Sadece karşınızdaki kişinin gözünden, onun kalbiyle, zihniyle ve ruhuyla görebilmektir.


Saygılarımla.

Hangi Demokrasi?

0

Türkçe, kültürümüzün temel direklerinden birisidir ve bizim ses bayrağımızdır. Çoğu zaman Türk olmaktan, Cumhuriyetçi ve Atatürkçü olmaktan bahsederiz; ama Türkçe’yi ikinci plâna atarız, ona yeterince değer vermeyiz. Nasıl olsa o, bizimdir. Akademik hayatta yükselmede Türkçe’yi geri plâna atarız. Meselâ; doçentlik sınavlarında adayların eserleri arasında Türkçe kitap, makale varsa; bunlar son derece düşük puan alır. Ne yazıp yazmadığına ve kaliteye değil; yabancı dille yazıp yazmadığına bakarız. Türkçe dışında televizyon yayını yapmayı demokratikleşme zannederiz. Hele emir Brüksel’den gelirse; önünde hiçbir şey duramaz.


Bir ara Gagavuzya’daki üniversitede Türkçe Bölümü’nün ilgisizlik dolayısıyla kapatılması, din adamı ihtiyacının da Ortodoks Yunanistan’dan karşılanması yanlışı çoğumuzun dikkatini bile çekmemiştir. Çünkü; Türkçe zaten bizimdir. Üniversitelerimiz milletlerarası toplantılar yapar; ama bez afiş ve ilânlarda toplantının tanıtımı sadece İngilizce yapılır. Aslında, kendi kendimize saygımız yoktur.


Son günlerde Türkiye’de Almanca eğitim öğretim yapan bir üniversitenin açılması gündemdedir. Aslında, Almanca bilim dili olmaktan oldukça uzaklaşmıştır. Anlaşılan bu üniversite Almanya’nın insangücü arz ve talep tablosuna göre şekillendirilecek ve oraya hizmet verecek.


Bunlar konuşulurken acaba Almanya’da durum nasıl? Alman dostlarımız,
Almanya’daki TC vatandaşları veya çift vatandaşlığa geçenler hesaba katılarak Türkçe ve Almanca eğitim öğretim yapacak bir üniversite çalışması var mı? Almanca öğreten Goethe Enstitüsü gibi Türkçe öğretiminde uzmanlaşan bir Ahmet Yesevi veya Yunus Emre Enstitüsü var mı? Din derslerinde Müslüman çocuklara Hıristiyan Alman hocalar Almancalarını geliştirmek amacıyla derse girmiyor mu? Acaba Türkçe derslerine karşı Türk veliler ve öğrencilerdeki ilgisizlik sadece onlardan mı kaynaklanıyor? Türkçe’nin karne notuyla sınıf geçmeye tesir eden bir ders olmamasında ısrar neden? İki dilli okul denemelerinde nasıl mesafe alındı? Almanya’da 0-20 yaş grubundaki çocuklarımızın büyük bölümü bugün yeterli bir eğitim ve öğretimden uzaktır. Bir kısmı okulu terk etmiştir. Vatandaşlarımız artık Almanya’da misafir olmaktan çoktan uzaklaşmışsa; o ülkenin ayrılmaz bir etnik parçası olmuşsa; bunların anadilleriyle eğitim öğretim hakları neden gözetilmez? Mütekabiliyet (karşılıklılık) diye bir prensip vardır. En azından buna uyulmak durumundadır. Almanların en son Berlin’de derslerde başarısız gençlere oturma izni vermeme kararı aldıklarını basından öğreniyoruz. Böyle bir insan hakları ihlâli ve ayrımcılık, milletlerarası antlaşmalara uyuyor mu?


Bütün bunların çözümü; adam gibi adam, devlet gibi devlet olmaya bağlıdır. Biz bunları içeride tartışmıyoruz. Tam tersine siyasette hırçınlaşma, Brüksel köleliği, hukuk devletini parti devletine çevirme, askeri darbeler yerine sivil darbeler yapma, basını kontrol altına alma, meclis dışı muhalefete geçit vermeme, kurumlar arası maça dönen üstünlük kavgaları, Cumhuriyeti dışlayan demokrasi anlayışı, anti-Türk ve devlet düşmanı eylemler gündemi meydana getiriyor. Ülke çıkarları, iktidarlara karşı korunur hale geliyor.


İşimize geldiği zaman demokrasi diyoruz, Anayasa Mahkemesi’nin kararını hukuki kabul etmiyoruz; diğer taraftan demokrasiyi amaç değil; araç  olarak kullanmaya çalışıyoruz. Bir siyasetçimizin dediği gibi; “Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız” şeklinde demokrasiyi bir tramvay gibi görüp istediğimiz durakta ondan inilebileceğini zannediyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ortalığı toza dumana veriyoruz. Konuyu TBMM’nin değil de; sanki iktidar partisinin iç sorunu gibi ele alıyoruz. Ama, Anayasa Mahkemesi’nin kararı karşısında TBMM diyoruz. Olumlu ve olumsuz taraflarıyla milyonların katıldığı Cumhuriyet mitinglerini ideolojik olmakla suçluyor, devşirme ve hazır kıta olarak isimlendiriyoruz. Şehit cenazelerine katılanları yine “hazır kıtalar”, “terbiyesizler” olarak ve “tabut siyaseti” yapmakla suçluyoruz. Zaten yarım olan Yargı bağımsızlığını ortadan kaldırıcı beyanlar vererek Yargı’nın yerine geçiyoruz. Yargı mensuplarına hakarete varan suçlamalar yapıyoruz; hatta hedef gösteriyoruz. El altından bazı basın organlarının Yargı’nın görevini yüklenmesine göz yumuyoruz. Yargısız infazlara, siyasi linç girişimlerine fırsat veriyoruz. Şemdinli örneği, Elif Şafak davası ve çete suçlamaları demokrasi terbiyesi ile bağdaşmıyor.

Zafer Yorgunluğu Sendromu

0

“Alan aldı, giden gitti ah ile
Ölen öldü, kalan kaldı vah ile
Yaşanır mı bu zulümle, kahr ile
Asırlara sığmaz bizim derdimiz
Yetmez olduk kendimize kendimiz”


Bir zamanlar bir ‘Hasta Adam’ vardı. Fetih düşlerinin yağız atlarının seferlerinden sızan yorgunluk 1600’lü yıllarda (17.yy) önce Nezle – Duraklama, akabinde önemsenmeyip 1700’lü yıllarda ( 18.yy ) bu kez Grip – Gerileme, ilaç yerine yanlışlıkla fare zehiri ( Tanzimat F. ) içmesiyle birlikte ve gitgide ağrırlaşarak 1800’lü yıllarda (19.yy) Zatürre – Dağılma aşamalarını yaşar ve nihayet 20.yy’ın başında da Mevta – Yıkılma merhalesiyle Rahmet – i Rahman’a kavuşur. Geride bir mezartaşı: Hüve’l – Baki O.D. (D – 1299, Ö – 1922).


Tarihin devlet kurma rekortmeni biziz. Bu da bizim varlık sebebimiz. Devrilen 7 asırlık çınarın köklerinden büyüyen o filizin tabelasında kalp içinde T.C. harflerini görebilirsiniz. Gözbebeğimiz gibi büyüttük, filizi başlarda. Sonra değişerek geliştik.


“Bize bir nazar oldu
Cumamız pazar oldu
Bize ne olduysa
Hep azar azar oldu”


Artık yine hasta bir toplum olduk. Temel’in büyük bir ciddiyetle ‘Hastayım dedum, dedum; inanmadunuz. E şimdi n’oldi?’ dediği bir köklü hastalık. Sâri mi, irsi mi; kronik mi, genetik mi; nükseden mi, sükseden mi bilmem ama Temel’in taşının yanı başındayız. Bu millet büyük millet, teşkilatçı millet de aynı zamanda asimile olma alışkanlığı da olan bir millet. ‘Hezeyan geldi mi mantık savuşurmuş.’ Türk Milleti de azmış, şaşırmış, işkembevi bir yaşama durmuş. Gâvurcasıyla; idealizm out, hedonizm in.


Milletler arasında tuz hükmündedir Türk Milleti. O da bozulunca vay dünyanın haline! Ad, Semud, Eyke, Medyen, A’malika ve Kadim Mısır geçiyor gözlerinin sinema şeridinden. Mu’tefike’ye gelince görüntü sabitleniyor. İşte bu bizimki.. Harman olmuşlar.. Acaba biz ?..


Biz değil miydik yeryüzünün tek kurtuluş ümidi? ‘Veliyyün Külli Mazlumin’ değil miydik biz? Ya şimdi ne haldeyiz?


“Nabzının devrini çağlar dinliyor.
Arz çığlık olmuş inliyor; nerelerdesin?
Bulutlar seni arıyor,
Yağmurlar yalvarıyor; nerelerdesin?”


Elverir ki bu çığlıklara kulak veresin. Ne ki kendi gölgenin içinde kaybolmuş gibisin. Oysa gözü olan teşhisi kor; toplum su katılmamış hasta. Ahlak ve kültür felaketzede misali yıllardır yasta. Ne yazık ki hasta, hastalığını asla ve kat’a kabul etmiyor. Ona sorsanız borsa grafik eğrisi doğruysa tasa yok.


Bilmenin beş kuruş etmediği bir ülkedeyiz. Ve erken öten horozlara madalya verilmiyor. Sonradan haklılığı da iade edilmiyor. Bir sosyolojik kırılma ve bir elektro – şok dalgası beklemekten başka şansımız yok.


Daha daha ne yapabiliriz? Sadece tufan hazırlığı. Harflerden, kelimelerden, kavramlardan, deyimlerden, düşüncelerden çatılmış bir gemi. En azından ruhun sığabileceği bir gemi.


Sular yükseliyormuş öyle mi?

Ekonomik kriz başladı mı?

0

Türkiye’de ekonomik durum endişe verici. Zaman zaman yazdığımız makro ekonomik verilerdeki bozulmanın sonuçlarını piyasada üretici, tüketici, ticaret erbabı veya işveren, çalışan olarak hissetmeyen kesim pek kalmadı.


Piyasalarda çok ciddi bir nakit sıkıntısı yaşanmakta. Vadesinde ödenmeyen senet ve karşılıksız çek miktarı çığ gibi büyümekte. Nice sağlam görünen şirketler iflas ederken, kapanan veya işçi azaltan işyerlerinin sayısındaki artış ürkütücü boyutta. İşsizlik denen bela büyümeye devam ediyor. Enflasyon adlı canavar ayağa kalkmakta.


Bu defa resmi rakamları vererek ispatlama kaygısı duymadan ifade edebiliyorum. Çünkü bu söylediğim tablo herkesin gözü önünde cereyan etmekte. Görmeyen ve dile getirmeyen sadece “bir kısım medya” değil, hiçbir dönemde olmadığı kadar iktidarın kontrolüne girmiş olan güdümlü medya.


Herkesin gözü kulağı borsada, dövizde, faizde. Nüfusun yüzde kaçı bu yatırım araçlarını kullanıyor bilmem ama herkes inanıyor ki bunlar iyiyse ekonomi tıkırında. Oysa Güngör Uras’ın çok beğendiğim ifadesiyle “Bizim piyasalar “Türkçe dublajlı yabancı film”e benziyor. Biz filmi “Türkçe” olarak Türkiye’de seyrediyoruz ama bu filmin konusu, yapımcıları, oyuncuları tümüyle yabancı.”  Çünkü artık Türkiye ekonomisinde hâkimiyet yabancılarda.


“Yüksek faiz-Düşük kur” uygulamasının çıkmaz sokak olduğunu, cari açığın çok tehlikeli boyutta olduğunu anlatanlar ya muhalif veya vesveseli olmakla suçlandılar. Artık mızrak çuvala sığmaz olmuş, bir yerlere batmakta.


Son altı ayda açlık sınırının altında maaş alan memurların oranı yüzde 28,4 ten, yüzde 42,5’ a çıkmış. Daha çok mutfakta aş yerine dert kaynamakta.


“Hazine geçen hafta yüzde 21.54 faizle borçlanabildi. Hâlbuki 2007’nin sonunda yüzde 16.21 faizle para bulabiliyordu.” Bunun anlamı şu: fakirden zengine, Türklerden yabancılara servet transferi hızlanarak devam etmekte.


“Faiz oranları yılsonuna kadar böyle devam ederse bütçeye 10 milyar YTL yük getireceği” hesaplanmış. Hükümet “faiz dışı fazla hedefini azaltarak 5-7 milyar YTL, GAP’a ve artırmayı düşündüğü diğer harcama kalemlerine para bulacaktı.” Bu para faiz artışına giderken hayaller bir başka bahara kalmakta.


Yüksek faizle de olsa yurtdışından kaynak bulmaya devam edebiliyoruz. (Geçen yılın ilk dört ayındaki 5.1 milyar dolarlık borçlanma bu yıl 15.5 milyar dolara yükselmiş.) Bu nedenle bu yıl beklenen büyüme rakamları, geçen yılın gerisinde ama tatmin edici (%4) oranda.


Yurt dışından kaynak bulmakta zorlandığımız an, ekonomik büyüme konusunda da kaygının başlayacağı nokta. Bu konuda da göstergeler, (Türkiye’nin özelleştirme portföyünün boşalması ve şirket evlilikleri potansiyelinin sonuna gelinmesinin de etkisiyle) yabancı sermaye girişlerinin, yılın ilk dört ayında, geçen yılın aynı dönemindekinin yarısı seviyesinde kaldığını göstermekte.


İlhan Kesici birkaç ay önceden uyarmıştı. “2008 sonuna doğru bir çığ gibi ekonomik kriz geliyor. Bu yıl Türkiye’yi hasta edecek olan bu kriz, gelecek yıl yatağa düşürecek.”


Hükümetin bu gidişi değiştirmek için ciddi bir rota değişikliği yapması ihtimali çok düşük. Çünkü çok acı bir reçetenin uygulanması gerekmekte.  Oysa hükümetin buna ne niyeti var, ne de artık mecali.


Vatandaş olarak bizlerin de gidişatı değiştirme imkânımız yok. O halde, bari gelen afetten en az zararla nasıl çıkarız hesabını yapalım. İlhan Kesici’ nin tavsiyesi mantıklı ama içimizi yakmakta: “Çare ayağını yorganına göre değil, yorganının yarısına göre uzatmakta.” Bu yakıcı uyarı, kısa bir süre içinde yorganımızın (varlıklarımızın) yarısının elden gidebileceği tehlikesine işaret etmekte.


Acaba “ekonomide gündüz akşama döndü, gece karanlığı yakındır” diyenlerin endişesi evham içinde olmaktan mı, yoksa bilim ve tecrübeden mi kaynaklanmakta?


Dilimde, gönlümde bir dua: Yarabbi “sen geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın.” Bizleri karanlıktan aydınlığa döndür. Kaybettiğimiz değerlerimize ve ümitlerimize kavuştur.


Peki, böyle bir durumda Türkiye’nin dikkati neyin üzerinde? Üniversiteli kızların başını kapattırmamak ile parti kapatmakta.

Bir Zulüm de Aysun Özbek’e

0

İlahi tecelli olsa gerek, Dünyanın her yerinde zulme maruz kalanlar, genellikle islamla anılan kişiler veya toplumlar olmuştur, oluyor, bu gidişle olacak ta. Bunda da layık olduğumuz yönetimlerle yönetilmemizin rolü büyük tabii. Malum yönetenlerin durmu yönetilenlerin durumu ile alakalıdır. Bu da “Neye layıksanız onunla yönetilirsiniz” ayeti kerime’siyle bildirilmiş bizlere.


Adı konmasada dünyada dinler savaşı kesintisiz sürmektedir. Bu doğrultuda Musevi ve Hıristiyan aleminin İslam alemine zulmü asırlardır sürüyor ve “Neden acaba” diye de sormuyoruz! sebep ortada.
Bu savaşın dünyada kaybedeni de hep müslümanlar olmaktadır. Çünkü biz savaşı sadece savaş alanlarında, savaş malzemeleriyle ve erkekçe olur diye bilmişiz. Oysa karşıdakiler her alanı, her malzemeyi savaş için başarıyla kullanmış ve kullanmaya da devam etmektedirler.


Bir dönem en güçlü silahları; İslam adına ürettikleri hurafeler olmuştur. Matbaaya 300 yıl geç kavuşmamızın sebebi de bize dayatılan ve bizim de gözü kapalı kabullendiğimiz hurafeler olmamış mıdır?


“Benim annem Cuma akşamları evi süpürmez, Çarşamba günleri tırnaklarını kesmez… Dahasını saymakla bitiremeyiz.”


Dedik ya herşeyi silah olarak kullanıyorlar; Dün dine hurefe sokmaktı vs. Bugün ise, tohumlar, böcekler, çocuk oyuncakları, tv yayınları ve daha önemlisi sunucular, yayın programcıları…


Adamlar anlamını, içeriğini tanımlamadığı, tanımlayamadığı ve kendileri kullanmadığı laiklik diye bir savaş makinası sokuşturmuşlar, tetiğini de bir takım sözde gazeteclerin eline tutuşturmuşlar, onlar da sahiplerine şirin görünmek adına sağa sola ateş edip duruyorlar. Hedef bulmaları hiç zor değil! Allah’a, dine, ibadete yakın olan herkes birer potansiyel hedeftir bunlar için.


Aysun ÖZBEK iyi bir voleybolcu.


İyi de; ismini, voleybol oyuncusu olduğunu kaç kişi biliyorduk ki?


Taki tetikçilerin atış alanına girene kadar.


Yani inancının önemli bir unsurunu yerine getirmeye karar verene kadar. Yani başını kapatmayı düşündüğünü söyleyene kadar.


Sen misin başını kapatmayı düşünen, işte oldun bir potansiyel hedef.


Kadıncağızı bi dövmedikleri kaldı.


Sayın sunucu; Bu karar kadıncağızın kişisel bir kararı değil midir? Sizin demokrasinizde kişilerin böyle bir özgürlüğü yok mudur?


Sayın sunucu(lar), eğer bu kadıncağız yaptığınız zulmün etkisinde kalıp ta kararından vazgeçerse, ki ummuyorum, yüklendiğiniz vebalın altında durumunuz ne olur?


Sizin demokrasi anlayışınız yara almaz mı?


İnandığınız demokrasi kişiye bu hakkı tanımıyorsa, bunun neresi demokrasidir?