14.2 C
Kocaeli
Çarşamba, Mayıs 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1302

Yaşanabilir Din

Dindarlık söz konusu olunca halkımızın bir kısmının yanlış bir
algılamaya sahip olduğunu görüyoruz. Buna göre dindarlık hayattan el
etek çekmek, inzivaya çekilip ibadete yönelmek ve dünyaya kendini
kapamak olarak algılanmaktadır. Bunun neticesinde ise dindarlık daha
ziyade belli bir yaştan sonra insanın yaşayabileceği bir hayat tarzı
olmaktadır.

Bu algı öyle bir hale de gelebilmektedir ki, zaman zaman bazı
ibadetlerin yapılmasına engel veya mazeret olarak ileri sürülmektedir.

Daha önce pek çok yazımızda vurguladığımız üzere, İslam dini maddi –
manevi alanda bir denge kurulmasını hedef alan bir dindir. Zira her iki
alan birbirini tamamlamakta, birinde meydana gelen ihmal, diğerine
tesir etmektedir. Dolayısıyla, İslam dini açısından bakıldığında,
birini diğerine tercih etmeksizin ikisinin uyumunu sağlamak, insanın
dengeli ve sağlıklı biçimde kendini geliştirebilmesi için esastır.

İslam açısından bakıldığında söz konusu dengenin sağlanması için
dinin de doğru algılanması şarttır. Öyle ki, Kur’an’a göre din bize
hayatı nasıl yaşamamız, bu esnada hangi prensiplere tutunmamız
gerektiğini ortaya koyan bir sistemdir. Dolayısıyla hayatın zaten
kendisi dinin içindedir ve inanan insan için bu ikisini birbirinden
ayırmak diye bir şey söz konusu olamaz.

Nitekim Kur’an’da dünyadaki pek çok nimetin bizim hizmetimize
sunulduğu vurgulanırken (Yasin, 33 – 36) diğer taraftan bu nimetlerden
israf edilmeden ve aşırıya kaçılmadan istifade (Nisa, 6) edilmesinin
gerektiğinin vurgulanması, maddi – manevi hayat dengesinden
kastettiğimizi açıklayan önemli bir husustur.

Yukarıdaki noktaya binaen dindeki her ibadetin sağlık, akıl gücü ve
bazılarının da ilaveten maddi güç gerektirdiği düşünülürse, dindarlığın
en rahat uygulamaya döküleceği zamanın da gençlik zamanı olduğunu
söyleyebiliriz.

Peki, bahsettiğimiz yanlış algı neye dayanmaktadır?

Kanaatimizce bunun en temel sebebi, Kur’an’ın sunduğu “yaşanabilir
bir din”in unsurlarının, ideal olana varmak bağlamında gözden
kaçırılıyor olmasıdır. İdeal olana ulaşmayı hedeflemek güzel ve
İslam’ın teşvik ettiği bir husus olmasına rağmen, bu esnada ideal olanı
asgari sınırın yerine koyup uygulama alanını daraltmak ise İslam’ın
prensipleri içinde yer almaz. Bu daha ziyade algılarımızı dinin
prensipleri yerine geçirmeye varabilecek bir sonuç ortaya çıkarır.

Bunun neticesinde ise İslam’ın, getirdiği ilkelerin ve ibadetlerin
uygulanabilmesine dair kolaylık bağlamında koyduğu asgari sınırlar göz
ardı edilip, uygulama tamamen terk edilebilmektedir. Nitekim bugün pek
çok müslümanın yaşadığı temel sıkıntının bu olduğu görülmektedir.

Peki, çözüm nedir?

Çözüm daha önceki yazılarımızda da sık sık vurguladığımız üzere
“doğru bir din eğitiminin” alınmasıdır. Zira dini doğru anlayan, onu
gerçek kaynağından öğrenen kişiler, dinin hayatı zorlaştırmak için
değil kolaylaştırmak ve ilkeli bir hayat yaşanmasına vesile olmak için
geldiğini, prensiplerinin her dönem ve devirde uygulanabilir olduğunu
göreceklerdir.

Böylece kendi veya başkalarının yargılarının esiri olmaktan
kurtularak, “dine göre” yaşamaya ve dolayısıyla Allah’ın
zorlaştırmadığını kendileri de zorlaştırmamaya başlayacaktır. Bunun
neticesinde dini yaşamak, hayatın her anında söz konusu olacak ve
gençlikten yaşlılığa kadar insan hayatında iç ve dış denge kurularak,
maddi – manevi gelişimin birbirini desteklemesi suretiyle her anlamda
sağlıklı bireylerin yetişmesi de sağlanmış olacaktır.

Netice itibariyle dini ve dindarlığı doğru anlamak ve yukarıda izah
ettiğimiz biçimde yaşayabilmek adına her birimizin gerek kendi
hayatlarımız gerekse sonraki nesillerin hayatları için doğru bir din
eğitiminin teminine önem vermemiz gerekir. Aksi halde insanlar için
bütün bir hayat değil, dönemlere ayrılmış hayatlar söz konusu olacaktır
ki dindarlık bu demek değildir…

İki Kapılı Bir Handa – Gidiyoruz Gündüz Gece

Âşık Veysel’in şiiri yine aklımdan çıkmıyor. Mısraları, beni hayatı yeniden değerlendirmeye yönlendirmekte.

”Uzun ince bir yolda” ve “iki kapılı bir handa, yürümekteyiz gündüz
gece..” Hem de “dünyaya geldiğimiz anda” başlayan ve “menzile
yetişinceye” kadar devam edecek bir yolculuk bu.

Biliyorum ki, hayat bu yolculuğun adı. Acaba nasıl bir yolculuktur
bu? Göze çarpan ilk özelliği “dönüşü olmayan” sadece bir defa
yaşanabilecek bir yolculuk olması. Öyleyse bu yolculuğun kolay ve
keyifli geçmesi de önemli.

İyi bir ailemizin olması, sevdiklerimizin ve sevenlerimizin olması;
sevgiyle verdiklerimiz ve sevenlerimizden aldıklarımız bu yolculuğu
kolaylaştıran ve keyifli hale getiren en önemli şeyler.

“İki kapılı bir handa” süren yolculuğun, Fatiha suresinde geçen
“Sırat-ı müstakim” yani “dosdoğru yol” kavramı ile bir bağlantısı
olmalı. Veysel’in de, birçok gönül ehli gibi, dosdoğru bir yol üzere
yolculuk yaptığını ve dünyada görevini yapmış, dolu dolu yaşamış bir
fani olarak menzile vardığını hissediyorum.

Demek ki hem dosdoğru bir yol var ve hem de eğri büğrü, virajlı yokuşlu yollar.

Dosdoğru yolu veya eğri büğrü yolları seçmek bizim elimizde. Ahlak
telakkilerimizde, davranışlarımızda, aşırılıklarından uzak olan orta
yolu tutmak, dosdoğru yolu bulmayı, yolculuğun kolay ve keyifli
geçmesini sağlayabilir.

Mesela “Adalet”, orta yolu ifade eden bir güzel ahlâk kavramıdır.
İnsan başkasına zulmetmez, aynı zamanda hakkını korumaktan aciz kalarak
muhatabının zalim olmasına sebep olmazsa “hayat yolculuğu” daha keyifli
olacaktır.

Ne cimri, ne de savurgan olmak da bir orta yol tercihidir.

Her şeyden korkmak ile tehlikeleri göz ardı eden aptalca bir
cesaretin arasında (tedbirli, temkinli ve akıllıca) bir cesarette bir
orta yoldur.

Samimiyetin ölçüsünü yılışıklığa vardırmak ile gurur, kibir içinde
olmak arasında ağırbaşlı, ciddi ve temkinli olmayı ifade eden vakar da
bir orta yoldur.

Tarihte iz bırakmış bütün liderler ve kanaat önderleri orta yolu
ifade eden bu ve benzeri kavramları içselleştirmiş insanlardır.

İnsanlar bu hasletler kendilerinde bulunmasa bile bu özellikleri
taşıyan insanlara büyük saygı duymakta ve nesiller boyunca bu seçkin
insanları bir ışık, bir rehber olarak görmektedir.

Demokrasiler de temel fikir olarak halk çoğunluğunun tercihinin
“doğru” olacağı kabul ediliyor. Bu kabul, zannederim insanların lider
veya kanaat önderi seçerken gösterdiği anlayış, sezgi, idrak yeteneğini
(feraseti), yöneticilerini seçerken de gösterebileceği inancına
dayanmakta.

Kısa vadeli çıkarlar, etkin propaganda yöntemleri, yetersiz bilgi,
seçilecek alternatifler arasında liderlik özellikleri itibariyle öne
çıkan birinin olmaması gibi sebepler, demokrasilerin bu genel kabulünü
yalanlayan örneklerin yaşanmasına sebep olabiliyor. (Hitler’in seçimle
iktidara gelmesi gibi)

Ama biliyoruz ki, iktidarlar da iki kapılı bir handa yürürler.
Önemli olan menzile vardıklarında bırakacakları olumlu veya olumsuz
izlerdir.

Şahsi hayat yolculuğumuz devam ederken de, menzile varmadan önce ara
duraklardan, bir başka deyişle hanın farklı odalarından geçmek zorunda
kalıyoruz.

Çocukluktan ergenliğe geçiş, evlilik ve sonrası, ana-baba olmak, iş
hayatı, emeklilik, dede-nine olmak gibi özel hayatımızı ilgilendiren
ara duraklar. Bir de sıhhat, güç, kudret, makam, mevki, şöhret, iktidar
dönemleri ile bunların kaybedildiği dönemler.

Bu dönemlerimizi geçirirken “Baki kalan kubbede bir hoş sada imiş”
dedirten güzel bir iz bırakmak.. Galiba yolculuğun yapılma sebebi de
bundan ibaret.

**************************************************

En iyisi Peygamberimizin bir hadisini hatırlatarak bitirelim sözlerimizi:

Beş şeyden önce beş şeyin kadrini bil :

1- ihtiyarlamadan önce, gençliğin,

2- Hastalanmadan önce, sağlığın,

3- Meşguliyetten önce, boş zamanın,

4- Fakir düşmeden önce, zenginliğin,

5- Ölmeden önce, hayatın.

(Tenbihül Gafilûn/20)

Emaneti Ehline Vermek

Devlet kurumlarının çeşitli kademelerinde seçimle veya tayinle
gelerek görev alan insanlar, millet adına kendisine verilen görevden
sorumludur. Bir dernek, vakıf, parti vb sosyal organizasyonların
yöneticileri de o organizasyonun üyeleri ve destekçileri adına
sorumluluk almıştır. Bir özel şirketin yöneticisi ise önce patron ve
diğer paydaşlar (çalışanlar, tedarikçiler, müşteriler) daha geniş
anlamda halka karşı sorumludur. Aile reisliğini üstlenen baba veya anne
de, hem ailesine ve hem de geniş manada topluma karşı mükellefiyetler
üstlenmiştir.

İslam Hukukunda bu sorumluluklar “emanet” kavramı ile izah ediliyor.
“Emanet, Allah Tealanın gerek kendi hukuku, gerekse yaratıklarının
hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen
bir isim olarak tarif edilmektedir.”

Kuran-ı Kerim’de : “Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim
etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi
emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah,
işitendir, görendir.” (Nisa, 58) buyruluyor.

“Emanet, maddi değeri olan bir mal olabileceği gibi, bir görev ya da
sorumluluk da olabilir.” Emaneti teslim almaya talip olanlara emanet
sorumluluğunun çok ağır bir yük olduğu bildirilmiş, emanetin gereğine
göre hareket etmeyenlerin Allah’ın azabına uğrayacakları ifade
edilmiştir.

Buna karşılık, Müslümanlara da, aklını ve teşhis yeteneğini
kullanarak kimlerin emanet ehli olduğunu, hangi emaneti kime vereceğini
tespit görevi verilmiştir.

Bir defasında Peygamberimiz (s.a.s)’e soruldu: “Ey Allah’ın
Peygamberi! Kıyamet ne zaman kopacak?” O, bu soruya şu cevabı
vermiştir: “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıyameti bekle,
kıyametin kopması pek yakındır.” (Buharî, İlim 2)

İki kişi, Allah Resulü’ne gelip kendilerini emir tayin etmelerini
rica ettiler. Allah’ın Elçisi: “Biz, işimizi isteyene ve makam
düşkününe vermeyiz” (Buharî, Ahkam 1) buyurdu. Hz. Peygamber,
kendisinden valilik isteyen Ebu Zerr Gıfarî’ye de şöyle demiştir: “Ebu
Zerr, sen zayıfsın, o makam bir emanettir. Sonu da kıyamet gününde bir
perişanlık ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni de
yerine getiren müstesnadır.” (Müslim, İmaret 16)

Emanetin ehlinin kim olduğunu anlamak için öncelikle iki ölçü
dikkati çekiyor: Birincisi liyakat sahibi olmak, ikincisi ise adaletle
hükmetmek.

Yeni terminolojide emanetin verileceği ehil kişiyi karşılayan
kavramın “lider” olduğu kanaatindeyim. Çünkü “lider” tariflerini
yapanların mutabık kaldığı özelliklerle ifade edersek bir yöneticinin
“lider” olabilmesi için güven duyulan, sorumluluk sahibi ve adil olması
gereklidir.

Ayrıca “sorumluluğunu sezgi, zekâ ve bilgiye dayalı karar ve
uygulamalarla taşıyan lider, çevresine danışır ancak son kararı hep
kendisi verir, şüphesiz tüm sorumluluğu alarak… İnsanları dinler ve
anlamak için özel çaba sarf eder. Çevresindeki herkesin en iyi
yanlarını geliştirmelerine imkân sağlayacak olumlu değişim ve sürekli
öğrenme ortamları sağlar. Sahip olduğu güçlü sosyal değerler sayesinde
çevresinde yarattığı “karizma” (büyüleyici özellik) sahip olduğu örnek
kişilik ve tutarlı davranışları, diğer insanlar için etkin bir rol
modeli olmasına yol açar.” (Vikipedi’den)

Emanetin ehline verilmemesinin sonuçları ise huzursuz ve gergin bir
toplum, ekonomik ve sosyal krizler.. Etkin olmayan, kitleleri
heyecanlandırmayan dernekler, partiler.. Zarar eden, kapanan
işyerleri.. Hepsinin sonucunda gelişmemiş bir toplum, mutsuz ve yoksul
insanlar…

Zaten gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkelerin, başarılı
organizasyonlarla başarısızların, büyüyen şirketlerle zarar edip
küçülenlerin arasındaki en önemli hatta tek fark, iyi yönetilip
yönetilmediğidir.

İyi yönetilen bir ülkeye, organizasyonlara veya şirketlere sahip
olmanın yolu ise, ehil ya da lider insanlara emaneti vermekten
başlıyor.

Türbanı Sermaye Yapanlar

Önce bir noktaya işaret edelim. ABD Dışişleri Müsteşarının önce
Patriği ziyaret edip Karaköy’de sözde azınlık temsilcileri denen bir
grupla görüştükten sonra Ankara’ya gidişini ve Ankara’da da muhatabı
ile değil; Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile görüşmesini uygun bulmuyor ve
içime sindiremiyorum. Bizim Dışişleri Müsteşarımız aynı temaslara
olumlu cevap alabilir mi?

Herkes anayasa ile yatıp kalkıyor. 1982 Anayasasının bütünüyle
savunucusu değiliz. Zaten 1982’den bu tarafa çok değişiklik yapıldı.
Ancak, anayasa değişiklikleri konuşulurken, anayasanın temel ilkeleri
tartışmaya açtırılırken, anayasa çalışmalarının, Türksüz Anadolu ve
Atatürksüz Türkiye peşinde koştukları eserleri ve gazete makaleleri ile
ortada olan sicili belli sözde ünvanlı bir gruba teslim edilmesini de
uygun bulmuyoruz. Bu heyeti eğer iktidar seçmişse; demek ki yol
arkadaşı bunlardır. Bunlar da geniş cephe hareketi içinde
Cumhuriyetten, milli devletten intikam almak peşinde koşan, milli
devlet ve milli kimliği dışlayan bir gruptur.

Daha önceki örneklerde görüldüğü gibi tepki anayasası yapmamak için
nelerden kaçınmalıyız? Bunu çözersek epey yol alırız. Fert ve devlet
veya toplum birbirine rakip değildir. Bunlardan sadece birini esas
alırsak; yeniden tepki anayasalarına zemin hazırlarız. Tecrübesiz bazı
siyasetçiler, bilim adamları veya bürokratlar hep bu iki tercihten
birine yönelmişlerdir. Ülkeyi tekrar kısır döngüye sokmayalım. Öfke,
hiddet, şiddet, şuur altına yerleşmiş bazı yanlışlar, kin ve husumet,
duygusallık anayasaya taşınmaz. Anayasalar günlük veya dönemlik
düşünülmez. Tasvip ettiğiniz yanları olur veya olmayabilir; YÖK’e ve
üniversite rektörlerine “İşinize bakın” nezaketsizliği yapılmaz.

Bazıları türban ve baş örtüsünü birbirine karıştırıp bunlarla
akıllarını bozmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti sadece laiklik ilkesine
dayalı kurulmamıştır. Sürekli türbanın öne çıkarılması ve bundan medet
umulması maksatlıdır; oy avcılığıdır. Sadece türbana karşı çıkılmakla
da Cumhuriyete sahip çıkılmaz.

Ülkenin altı oyulurken, Anayasasının 42. Maddesi iki dilli eğitime
açık hale getirilirken, TCK’nun 301. Maddesi kaldırılmaya çalışılırken,
Türke saldırı serbest hale getirilirken, Türkiye’nin yapısını bozucu,
federal yapıya döndürücü “açılımlar” ortaya atılırken, din dersleri
karpuz seçer duruma sokulurken, icra ve iktidar güçlendirilip kuvvetler
ayrılığı (yargı, yasama, yürütme) dengesi yürütme lehine bozulurken;
tartışılan tek konu türban olamaz.

YÖK ve Yargı özellikle Anayasa Mahkemesi adeta iktidara
bağlanmaktadır. Zaten yetersiz olan Yargı bağımsızlığı iyice
zayıflatılmaktadır. TSK üzerinde oyunlar oynanmaktadır. Anayasa
taslağında Milli Güvenlik Kurulu daha da etkisizleştirilmekte; nedense
Jandarma dışlanmaktadır. Toplumun çeşitli kesimleri anayasa taslağında
unutulmuştur. İşçi, çiftçi, esnaf, memur, kadın istekleri unutulmuştur.
Kamu çıkarları ve ekonomik haklar, özelleştirme, mülk edinme gibi
konular yok sayılmıştır. Türkiye’nin ekonomik bakımdan talan edilmesi
nerededir? Türkiye’ye yön değiştirtme peşinde koşan bu ısmarlama ve
Brüksel’den “aferin” almak için hazırlanan taslak, özgürlükçü değildir.
Anti-Türk ve anti-devlet anlayışı tasarıda hâkimdir.

Şu halde bu taslak, onu hazırlayan şaibeli isimler bir tarafa,
millet için yapılmamıştır. Sayın Burhan Kuzu’nun da ifade ettiği gibi,
bu anayasa AKP felsefesini taşıyacaktır. Artık iktidar gücünü elinde
bulundurana göre anayasaların yapıldığı ve şekillendirildiği dönemleri
geride bırakalım. Eğer gerçekten demokrat olmak istiyorsak!

Öküz Altında Buzağı Aramak

Bize hasmı diye merak ediyorum. Nedense söz konusu başkaları
olduğunda öküz altında buzağı aramaya bayılırız. Bu arada kendi
buzağılarımızı da başkalarının ortaya çıkarmasından da asla
hoşlanmayız. Ayrıca başkalarının başarılarını bir türlü hazmedemeyiz.
Ayağı tökezlediğinde keyiften dört köşe oluruz. Hele hele fikri yapısı
bizden farklı ise daha beter olması için sabırsızlanırız. Önce
yakıştırırız. Tutmazsa iftiraya dönüştürürüz. Oda tutmazsa başkasından
duymuştum deyip kıvırırız. Şayet o kişi iyi bir mevkie gelmişse zaman
içinde onun en önde giden yalakası oluruz.

Bu sözlere ne gerek vardı. Bir şeylere mi kızdınız diyebilirsiniz. Evet bir şeylere kızıyorum.

Bazılarınız bilir. Ben aynı zamanda Kızılay İzmit şube başkanıyım.
Daha önce 7 yıl başkan vekilliği yapmıştım. 3 yıldır da başkanlık
yapıyorum. Asıl mesleğim inşaat mühendisliği. İnşaat işleri yapar
inşaat malzemesi satarım. Devlet ihalelerine girmem. Devletle hiçbir
işim olmaz. Şube başkanı olduktan sonra işimle ilişiğimi kestim. Benim
işimi çocuklarım yapıyor. Ben sabah dokuzdan akşam on sekiz e kadar
mesaimin tamamını Kızılay’a veriyorum. Yönetim kurulu üyelerimizle
beraber işimizi tamamen ücretsiz yapmaktayız. 30 hekim 75 personel den
meydana gelen bir sistemi günlük 600 hastası ile birlikte yönetmenin
kolay olmadığını sizler takdir edersiniz. Telefonum 24 saat açıktır.
Tıp merkezi gece de evimden internet aracılığı ile takip edilmektedir.
Kan hizmetleri bana bağlı olmadığı halde bu konuda da elimden geleni
yapmaktayım. Kızılay da çalışan hiçbir akrabam yoktur. Benim ve yönetim
kurulu üyelerimden hiç birisinin akrabası dahi Kızılay a mal satamaz ve
Kızılay’ın malını satın alamaz. Şayet öz geçmişimi merak ederseniz,
Google’a girip adımı yazdığınızda özgeçmişimi bulabilirsiz. İşte bu
kadar göz önündeyim. 5+5 olmak üzere iki dönem Belediye meclis üyeliği
yaptım. İzmit Belediye meclis üyeliği yaptığım İlk beş yılın üzerinden
18 yıl geçti. İlk beş yılda belediye başkan vekilliğinden, encümen
başkanlığına, imar komisyonu başkanlığından, İmar affı komitesi
başkanlığına kadar rantın bol olduğu yetkili ve sorumlu makamlarda
bulundum. Çok şükür hiçbir yanlışım olmadı. Olsa idi şimdiye kadar
çoktan manşet olurdu.

Kendimi methetmeye hiç ihtiyacım yok. Fakat bazen gerekiyor. Çünkü
Kızılay İzmit şubesi giderek büyüyüp rantı artmaya başlayınca ağzı
sulananların iftiraları da başladı. Bunları bunun için yazıyorum.
Tanıyan tanıyor da tanımayan bir miktar bilgi edinsin diye. Gerisini
ise araştıran bulur.

Yıllardır yaptığımız gıda kampanyasını bu sene biraz daha
genişlettik. Halkın katkılarını “GÜNDE 1 YTL” sloganı ile talep ettik.
Halkımız çok ilgi gösterdi. Tabiî ki Düşmanlarımızda hasetlendi.
Bazılarının ideolojisi ile uyuşmuyorum. 59 yaşımdayım. Bu saatten sonra
bazılarına göre şekillenecek halim yok. Dün ne isem bugünde oyum. Fikri
yapımla ve duruşumla ortadayım. Esnemeye de niyetim yok. Bazılarına da
ortadaki ranttan pay aktarmıyorum. Bu bakımdan onların tepkisini
çekiyorum. Şunu bilsinler ki bu kazanımlar da tüyü bitmemiş yetimin
hakkı var. Hakkı olmayana asla verilmez. Hiç bir parti, hiçbir siyasi
kuruluş yandaşımız olmaz. Herkese eşit mesafede oluruz. Herkesten
yardım talep ederiz. Herkese, ihtiyacı olduğunda Kızılay ölçeğinde
hizmet sunarız. Kimsenin dinine, diline, rengine, siyasetine bakmayız.
Memleketine, milliyetine göre ayırımcılıkta bulunmayız.

Yaptığımız yardımlarımızı açık ve şeffaf yaparız. Listelerimizin bir
kısmını yönetiminde bulunduğumuz Sosyal yardımlaşma vakfının
araştırılmış listelerinden seçerek hazırlarız. Ayrıca bize müracaat
edenlerin hakkında yaptığımız araştırmada uygun görülenlerle
listelerimizi çoğaltırız. Bize yardım edenlere yaptıkları yardımın kime
ulaştırıldığını yazılı olarak teşekkür yazımızla birlikte bildiririz.

Kafasında soru işareti belirenler her zaman Kızılay’a gelip akıllarına takılan sorulara cevap alabilirler.

Halkımız mütereddit olmakta haklıdır. Niceleri sivil toplum
yöneticiliğinden ihya olmuştur. Sırtında ceketi yokken müthiş
servetlerin sahibi olmuştur. Bu gibi kişilerde geçmişi bilindiği halde
toplumdan saygı görmüştür. Kayırılmışlardır. Mevkileri yükselmiştir.
Halkımız sütten ağzı yanınca yoğurdu üfleyerek içmekte haklıdır.

Durum bundan ibarettir. Erkekçe ortaya çıkmayan, kapı arkasında
dedikodu yapıp ortalığı bulandırmaya çalışanlara ve bu asılsız
dedikoduları duyup şüphelenenlere duyurulur.

Okuyorum, Ayrıcalıklıyım

0

—Üstadım, mutluluğum artarken bir yandan da insanlara acıyorum ve öfkeleniyorum.

—Kertenkele, ne oldu yine?

— Elime bir kitap geçti, okudukça okudum; mutlu oldum. İnsanlar
niçin okumaz, vaktini orada burada hay huy ile geçirirler, diye de
öfkelendim.

—Sana ben sanal senaryolara dayanan, pembe dizi olarak bilinen romanları yasaklamamış mıydım?

— Üstadım, beni güldürmeyiniz. Siz bana yine kertenkele deyiniz; ama
ben artık sınıf atladım. Okuduğum kitaptan çok az insanın bildiği
gerçekleri öğrendim.

—Anlat bakayım, neymiş onlar?

— Üstadım, öğrendiğime göre, İslam medeniyetinin zirvesi kabul
edilen Endülüs’ün yıkılmasından sonra Gırnata’da engizisyon mahkemesi
kararı ile bir milyon kitap yakılmış. Bununla ilgili olarak daha sonra
Fransız fizikçi P. Cuirie: “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı; atomu
parçalayabildik. Eğer yakılan kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda
galaksiler arasında geziniyor olacaktık.” demiş. O tarihlerde
Avrupa’nın hiçbir ülkesinin kütüphanesinde bin yazma eser yokken
Kardinal Ximenes seksen bin, Kral Ferdinand ile Kraliçe Isabella beş
yüz bin eseri yaktırmış ya da yok etmiş.

— Kertenkele, sen kendi türün içinde değil, türler arası sınıf
atlayacağa benziyorsun. Darwin sağ olsaydı teorilerini her halde senin
üzerinden kurardı.

—Üstadım, siz yine beni hafife alıyorsunuz. Siz kabul etmeseniz de üzüm üzüme baka baka ağaracak.

—O söz, “Üzüm üzüme baka baka kararır.” değil miydi?

—Üstadım, sizden ders alan hiç kararır mı?

— Kertenkele, öğrenmenin vermiş olduğu haz, bitmeyen bir süreçtir.
Yöntemi; gezmek, seyretmek, dinlemek, okumak, ne olursa olsun, öğrenme
hazzı ancak öğrenenlerin hissedebileceği; fakat tanımlayamayacağı bir
hazdır. Okumak ise bu yolların en kolayı ve en yararlısıdır. Beni
yıllar öncesine götürdün. Biz, arkadaşlarımızla haftada bir buluşur,
adına “kültür dersi” dediğimiz okuma saatleri düzenlerdik. Okuma
sırasında “Ben bunları öğrenmekle ne kadar şanslıyım; ancak şu an benim
yaşımda olup da sokaklarda gezenler bundan mahrum, onlara ne yazık.”
diye düşünürdüm. Görüyorum ki sen de aynı şeyleri yaşıyorsun. Okuma
hazzı insanı paylaşmaya zorlar. Bu, lezzetli bir meyveyi evladı ile
paylaşmak isteyen, paylaşamamaktan rahatsızlık duyan annenin isteği
gibidir. Paylaşıldıkça artan bir lezzet, ne yararlı bir lezzet, değil
mi?

— Üstadım, size kızma hakkım yok; ama bana, az önce “Türler arası
sınıf atlayacağa benziyorsunuz.” dediniz. Bu iğnelemenizle neyi
kastettiniz?

— Okudukça beyninin, kalbinin bir işe yaradığını, bir değer olduğunu
anlıyorsun. İşleyen bir beyin ve duyarlı bir yürekle “insan olmak” ne
güzelmiş diyorsun, değil mi? Peki, okumasaydın, kendince, bu yorumları
yapabilecek miydin?

— Üstadım, beni hangi canlı türü içinde gördüğünüzü artık
önemsemiyorum. Okumak, bu sayede ilimde, irfanda yükselmek çok güzel.
Bütün türdeşlerime okumayı ısrarla öneriyorum.

— Kertenkele, Mevlana, babasının ardından yürüyüp Nişabur’dan
ayrılırken devrin bilginlerinden Attar hayretini şu sözlerle ifade
ediyor: “Suphanallah! Bir deniz, bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor.”
Bir deniz de niçin sen olmayasın?

—Üstadım, ırmaklar denize akar; ama her deniz varlığını ırmağa borçludur. Sizin yanınızda damla olmak bile ayrıcalıktır.

Çalışan Aileler ve Çocuklarıyla İlgilenmeleri

0

Genelde çalışan ailelerde yoğunluk hep kadınların üstünde
kalmaktadır. Yoğun iş performansıyla gün içinde yorulan anne eve gelip
tabiri caizse günün yorgunluğunu atmak üzere bacaklarını uzatıp
dinlenmesi gerekirken evde ev işlerini kendini bekler bulmakta. Annenin
yapması gereken bu işlerle uğraşırken haklı olarak günün yorgunluğu ile
eve gelen baba bacaklarını uzatarak dinlenmek üzere yerini almalıdır ki
yarınki işine dinç ve dinlenmiş olarak dönebilsin. Kısaca senaryosunu
çizdiğimiz bu tablo da farkında isek çocuklar hiç rol almadılar. Neden?

Acaba ailenin çocukları mı yok veya çocuklarına ayıracakları zamanı mı?

Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Ancak toplum olarak ihmale gelmemesi gereken en önemli unsuru ihmal etmekteyiz.

Günümüz şartların da ebeveynlerin her ikisinin de çalışan
bireylerden olması toplumumuzun bazı değerlerinin değişimini gündeme
getirmektedir. Bu arada ebeveynler çocuklarına zaman ayırabilmek için
uğraşı vermelerine karşın bunu tam manası ile yerine getiremedikleri de
aşikârdır.

Anne–babalar çocukla yeterli zaman geçiremediklerinde suçluluk
duyabilirler; çalışan annelerde bu duygu daha yoğun yaşanabilir. Bunun
sebebi ise yaşadığımız kültürde çocuğun ve ailede yaşayan diğer
fertlerin bakımının ve evle ilgili diğer işlerin yürütülmesinin hala
sadece kadının sorumluluğu gibi görülmesidir. Bu sorumlulukla baş başa
kalan anne işindeki başarı ve kariyerini kaybetmekle karşı karşıya
kalmakta anne üzerinde aşırı baskı ve strese yol açmaktadır.

Burada görülen baskı ve stresin hafifletilmesi veya tamamen ortadan
kaldırılabilmesi için ailede anneye yardımcı unsurların ortaya çıkarak
annenin yükünün azaltılmasıdır. Ama asıl sorun bunlar yapılmak
istenirken evdeki çocuğun durumunu ele almak gerekmektedir. Çocuğun
ilgi alanları ve çocukla ilgilenmek annenin üzerinde bırakılmamalıdır.
Hem iş hem aile yaşantısının sorumlulukları çok fazladır; ama
atlanmaması gereken, kişinin bütün işi tek başına yapmak zorunda
olmadığı ve kalan bütün boş vaktini tamamıyla çocuğa adamasının gerekli
olmadığıdır. Çocuğa değerli bir zaman aralığı bıraktığını
hissettirebilmektir.

Anne evde bu konumu ile yalnız bırakılmamalı annenin evdeki işleri
paylaşılmalıdır. Babalar genelde çocuklarına pahalı hediyeler alarak
çocukları ile ilgili işleri çözdüklerine onlarla ilgilendiklerine
inanmaktadırlar. Ebeveyn çocuğa rehberlik etmeli gözlemlemeli ama aynı
zamanda çocuğun kendi kararları vermesine de izin vermelidir. Çocukla
beraber vakit geçirildiği zaman, küçük projeler düşünülmeli ve anlık
bulunan aktivitelerin günlük hayatta da uygulanmaya başlanması aile içi
iletişimi arttıran temel unsurlardandır. Evde bir işle meşgulken ya da
televizyon izlerken aynı zamanda çocukla ilgilenmeye çalışmak onunla
değerli zaman dilimi geçirmek anlamına gelmez; doyurucu etkileşim
değeri taşımaz. Örneğin; kurabiye yaparken onu da bu işin içine dahil
etmek ya da çocuğun yaş dönemine uygun bir televizyon programı hakkında
duygu ve düşüncelerini konuşmak o zamanı daha verimli kılabilir.
Birlikte yapılan bir alışverişi dahi değerli zaman dilimine sokmak
mümkün olabilir; eksiklerin tespitinde ve malzemelerin alımında etkin
rol üstlendiğinde kendini önemli hisseder ve anne-babayla paylaşım
ihtiyacını giderir.

Çocuğu için vakit ayıramayan “”çok meşgul”” aileler, çocuğun
kendisini önemsiz, değersiz hissetmesine ve ebeveynin diğer işlerinin
kendisinden daha öncelikli olduğunu düşünmesine yol açabilir. Kaliteli
zaman geçirmenin amacı, çocuğun anne-babası için ne kadar önemli
olduğunu hissetmesidir.

Çocukla beraber yapılabilecek sınırsız aktiviteler vardır. Önemli
olan bu değerli zamanı çocukla beraber keyifli bir hale getirmek ve
çocuğun bu zamandan maksimum düzeyde verim ve keyif almasını sağlamaya
çalışmaktır. Anne-babaların hata yapmaktan korkmamaları, hata
yaptıklarını hissettikleri zaman çocuğu da bir birey yerine koyarak
telafi etmek için çaba göstermeleri, kendi anne-babalık içgüdülerine
güvenerek bu zamanı değerlendirmeleri bu zamanı daha da etkin kılar.

Kaliteli zaman geçirmek çocuklar sadece küçükken değil büyüdükleri
zaman da psiko-sosyal ve duygusal gelişimleri açısından büyük önem
taşımaktadır.

Hoş geldin Ramazan

0

Dua

Ey doğruların en doğrusu.
Adaletlilerin en adaletlisi.
Merhametlilerin en merhametlisi.
Temiz olanların en temizi,
Dürüst olanların en dürüstü.
Ey gökleri yoktan var eden
Gizlilikleri bilen, belaları defeden,
Ölüleri dirilten, bereketler indiren,
Sevabı sonsuz, cezası da şiddetli olan Allah’ım!
Bizi kabrin karanlığından,
mahşer gününün dehşetinden,
sorgunun heybetinden,
cehennemin ateşinden kurtar.
Bize mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla
dualarımızı, ibadetlerimizi ve tövbelerimizi kabul eyle

Oruç

Oruç tutmak; İslam dininin beş temel esasından biridir.Ancak
sıralamaya bakarsak namaz oruçtan öncelikli ve de önemlidir. İslamı
istilahta oruç; “Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar, yemekten,
içmekten, cinsi arzulardan ve orucu bozan diğer şeylerden Allah(cc) ya
kulluk niyeti ile nefsi men etmeye” verilen isimdir. Malum olduğu üzere
ibadetler üç kısımdır.

  1. Mal ile yapılan ibadet ( zekat-sadaka ).
  2. Hem mal hem de beden ile yapılan ibadet ( hac-umre ).
  3. Yalnız beden ile yapılan ibadet ( namaz ve oruç).

Dolayısıyla oruç şartlarını taşıyan her Müslüman için farzı aynıdır.

Farz-ı ayn ve farzı kifayeyi kısaca açıklayalım.

Farz-ı ayn: Mükellef olan her müslümanın bizzat kendisinin yapmak
zorunda olduğu ibadetlerdir. Vakit namazları, oruç tutmak vb. Terki
günahı gerektirir; inkarı insanı dinden çıkarır.

Farz-ı kifaye: Bazı Müslümanların yapmasıyla yapmayanlar üzerinden
sorumluluğun düştüğü ibadetlerdir. Cenaze namazı kılmak, hafızlık
yapmak vb. Cenaze namazını kılan sevabını alır kılmayan ise günahkar
olmaz.

Peygamberimiz(sav) bir hadisinde “ Bir kişi başka bir kişi için oruç tutamaz, yine başka bir kişi için namaz kılamaz.

K. Kerimde de “ Ey iman edenler oruç sizden öncekilere ( ümmetlere )
farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki oruç sayesinde
korunursunuz.” (Bakara 183)

Peygamberimiz (sav) bir hadisinde oruçla ilgili olarak şöyle buyurur;

“Ramazan ayı gelince cennet kapıları açılır, cehennem kapıları
kapanır ve şeytanlar bağlanır.”(Muslim)
Bilindiği üzere şeytan Hz. Adem’ e secde etmediği için lanetlenmiş
Allah(cc)ın rahmetinden kovulmuştur. Bunun için Hz. Adem ve onun
soyundan gelenlere düşman olmuştur. Şeytan bizim için rahmetten
kovulunca bize düşman olmasından daha doğal bir şey olmaz. Fakat bizim
şeytana yakın olmamızdan onu memnun edecek işler yapmamızdan, onun
peşine takılıp gitmemizden daha yanlış ne olabilir ki. Dünyada insan
düşmanından uzak durur, düşmanının bulunduğu semtte bulunmaz. Onunla
aynı mekanı paylaşmaz ki ondan zarar görmesin doğru olan da budur. Aynı
hassasiyeti ebedi düşmanımız olan şeytan içinde göstermemiz gerekmez mi
?

Aylar içerisinde ramazan ayının ayrı bir önemi vardır. Günler
içerisinde Cuma gününün, geceler içerisinde kadir gecesinin, insanlar
içerisinde sevgili Peygamberimizin nasıl müstesna bir yeri varsa, aylar
içerisinde de ramazan ayının apayrı bir yeri vardır. Ramazan ayı
ayların sultanıdır. Rahmet, mağfiret ve bereket ayıdır. Ona bu özelliği
kazandıran K.Kerim’in bu ayda inmeye başlamasıdır. Oruçta ramazan ayına
mahsus bir ibadettir.

Bu mübarek ramazan ayını merhaba diyerek karşılamış bulunuyoruz. Ona hoş geldin ramazan diyoruz.

Cenab-ı hak bu mübarek ayı her türlü haram ve günahlardan uzak ibadetlerle dopdolu yaşayarak uğurlamayı nasip eylesin.

Nefis ve şeytan oruç tutanın emrinde, oruç tutmayanlarsa onların emrindedir. Nefis ve şeytanın oyuncağı olurlar.

Peygamberımiz(sav) bir hadisinde:

Kim inanarak ve sevabını Allah tan umarak oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.

Kul hakkı bu günahlar kapsamında değildir. Allah(cc) ‘ın affetmediği
günahların başında kul hakkı gelir. Kul hakkının affedilmesi için kimin
bizde hakkı varsa o kişiye gidip ona hakkını ödemeli sonra helalleş
ilmelidir. Hak sahibine hakkını vermeden helallik istemek helallaşma
olmaz. İnsanlara maddi manevi ne gibi zarar vermiş isek onları açık
açık söylemeli, mümkünse maddi zararları tazmin etmeli sonra helallik
dilemeli. Bunu takibende tevbe ederek Allah(cc)’ dan af dilemeli.

Kul hakkı geniş bir kavramdır. Sadece maddi konularla sınırlı
değildir. Manevi ve sosyal konularda bu kapsam içerisindedir. Gıybet
etmek, iftira atmak, dedikodu yapmak, alay etmek, dalga geçmek,
muhatabı küçümsemek, insanları hor ve hakir görmek, yaptığın işin
hakkını vermemek vb.

Oruç tutan Müslüman gün boyunca aç ve susuz kalmakla şehevi istek ve
arzularını terk etmektedir. Bu vesile ile toplumda ki açların,
susuzların, çıplakların halini daha iyi anlama imkanı bulmaktadır. Tok
açın halinden anlamaz. Açlığın ve susuzluğun ne olduğunu bilmek için aç
ve susuz kalmak gerekir. Nasrettin hocanın ifadesiyle ağaçtan düşenin
halinden ağaçtan düşen anlar. İşte oruçla Müslüman bunu bizzat
yaşamaktadır.

Toplumdaki fakir- fukaranın, garip- gurabanın mahrumiyet ve mağduriyetini anlayarak onlara yardım elini uzatır.

Teravih

Ramazan ayında teravih namazı kılmak da sünnettır. Sünnet de iki
kısımdır. Sünneti müekkede ve sünneti gayri müekkede. Teravih namazı
sünneti müekkededir.

Teravih namazı tek başına da cemaat ile de kılınabilir. Yirmi rekat
kılınabileceği gibi sekiz rekatta kılınabilir. İki rekatta bir selam
verilebileceği gibi dört rekatta bir selam verilir. Yaygın olanı dört
rekatta bir selam vermektir. iki rekatta bir selam vermek daha
sevaptır. Teravih namazının ilk oturuşunda tehiyyat ile beraber salli
barik de okunur. 3. rekata sübhaneke ile başlanır. Tıpkı ikindinin
sünneti ile yatsı namazının ilk sünneti gibi

Sahur

Ramazanda dikkat dilecek bir hususta sahura kalkmaktır. Sahura kalkmak müstehaptır.

Peygamberımiz(sav) bir hadisinde:

“Sahur yemeği yiyiniz, çünkü sahur yemeğinde bolluk ve bereket vardır.

Sahuru biraz izah edelim…

  1. Sahura imsaka yakın kalkılmalı
  2. Sabah namazı mutlaka kılınmalı
  3. Az da olsa yemeli, içmeli
  4. Sahura erken kalkılırsa sabah namazı tehlikeye girer. Oruç tutup da
    sabah namazını kılmamak müslümana yakışan bir durum değildir.
  5. Ezan Ellahu Ekber ile oruç açılır, Ellahu Ekber ile başlanır.
    Ezanın sonuna kadar yenmez.
    Oruç içerisinde riya olmayan tek ibadettir. Bunun içinde nefse zor
    gelir. Sevabı da çok büyüktür. Oruç tutanlar cennete REYYAN kapısından
    girerler.

Bir ayette Allah(cc) buyuruyor ki: İnsanoğlunun her ameli kendisi
içindir. Ancak oruç müstesna. O benim içindir. Onun sevabını ben
vereceğim. Oruç günahlara karşı kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin
ya da cahilce söz söylemesin. Şayet biri diğerine söver veya sataşırsa
ben oruçluyum desin.

Muhammed’in canını kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki
oruçlunun ağız kokusu kıyamet gününde Allah katında misk kokusundan
daha güzeldir. Oruçlu için iki sevinç anı vardır. Biri orucunu açtığı
zamanki sevinç, diğeri oruçlu olarak rabbine kavuştuğu andaki sevinç.

Bir başka hadiste Peygamberımiz(sav) “ Oruç insanı cehennem
ateşinden koruyan bir kalkandır. Tıpkı sizi harpte ölüme karşı muhafaza
eden kalkan gibi

Oruç hicri takvime göre tutulduğu için her yıl on, on bir gün öne
gelir. Dolayısıyla insan bazen -30 derecede bazen de +40 derecede oruç
tutar. Bunun anlamı şudur: Yarabbi dondurucu soğukta da kavurucu
sıcakta da emrine hazırım demektir.

Orucun açlık ve susuzluktan çıkıp oruç olması için şu hadise dikkat
edelim:
Her kim ki yalanı, yalan ile iş yapmayı ve cehaleti bırakmazsa,
Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur. (
feteva 223)

Oruçtan beklenen manevi faydayı elde edebilmek için, orucu midemizle
beraber dilimize, gözümüze, kulaklarımıza ve duygularımıza da
tutturmamız gerekir.

Harama bakmamak suretiyle gözümüze, yalan, gıybet, iftira ve
dedikodudan uzak durmak suretiyle dilimize ve kulağımıza içimizi
kinden, nefretten, hasetten, fesattan, kıskançlık ve düşmanlıklardan
temizlemek suretiyle de duyularımıza oruç tutturmalıyız, yada orucu bu
şekilde tutmalıyız. Aksi takdirde boşuna aç ve susuz kalmış oluruz.

Cenab-ı hak ramazan ayını nefsimiz, neslimiz ve tüm insanlık için hayırlara vesile kılsın.(AMİN)

“Türkler Boykot Yapamaz”(!) mış

Bir; çünkü Türkler enayidir, kendi aleyhlerine olan bir durumun
karını-zararını ayırt edebilme kabiliyetine sahip değillerdir. İki; iyi
biliyoruz ki Türklerin en büyük rakibi Türklerdir. Klasik olarak
birileri derhal;

“Ne boykotu! Her şeyimiz zaten onların.”

Yahu, bizimkilerin de doğru-dürüst bir şeyi yok ki!

“Bizim milletimize gelmez abi, sonuç almaz.”

diyecekler diye iyi biliyorlar, hatta sözle destek verenlerin bir
kısmının fiili alışkanlıkla boykot kırıcılığı yapacaklarını da iyi
biliyorlar.

Biz de iyi biliyoruz ki Marlboro`dan, Coca-Cola`dan, Mc.Donalds`tan,
Levi’s`ten vs. marka göz kamaşmasından kolay vazgeçemeyeceğiz.
Ülkücülerimiz de, Solcularımızda, Liberallerimiz de, Dincilerimiz de
çoğunlukla Mevlana`nın tarif ettiği gibi : “Ben ne insanlar gördüm,
üzerlerinde ideoloji yok. Ben ne ideolojiler gördüm, içinde insan yok.”
Söz, sanırım aşağı yukarı böyle..Bütün mesele de biraz şöyle ; uğruna
ölünecek dava mı kalmadı, ölecek dava adamı mı? Bence ‘b’ şıkkı..

“Ruhun mu ateş yoksa o gözler mi alevden,
Bilmem ki bu yürek nasıl korla tutuştu?”

diyen bağrıyanıklar yerine; ‘Canım, ne olacak ki bundan’cılar,
‘bizim milletten bir şey olmaz abi’ciler ve boş ver bu işleri, kim
aday, ondan bahset’çiler yarışıyor.

Ört ki ölem ! Çıkışı kendimiz kapatmışsınız bir de kaybolduk
diyorsunuz. Hem ölmekten korkuyor hem de can çekişiyorsunuz. “Ölümden
korkanlar intihar etsin” der Atsız. “Allah`tan korkan Amerika`dan
korkmaz” diyor Gökkubbe Dergisi. Nihat Genç de “Allah`ın 99 ismine
Amerika ne zaman eklendi?” diye soruyor dindar geçinenlere.

Ödümüz kopuyor Avrupa`ya, Amerika`ya laf, mallarına halel gelecek
diye. Reislerimiz Marlboro tüttürmeye devam etsinler; ‘her zaman Türk`e
göre, Türk için’. Devrimcilerimiz bar ve metres sosyalizmine devam
etsinler; üretimden gelen güçlerini kullanarak. Muhafazakarlarımız hem
İsa`nın hem Musa`nın kapitalistlerine secde etmeye devam etsinler
‘Büyük şeytan Amerika’, Lanet sana Yahudi’ replikleriyle.

Bir de Atatürkçülerimiz var; Emperyalizmle uğraşacağına
başörtüsüyle, İmam-Hatip`lerle uğraşanlar ve laikliği içki içmek
zannedenler. Çok yaşa sen ülkem ve ülkem insanı.

İSTER MERMİ OLSUN İSTER OY PUSULASI ;
İYİ NİŞAN ALMALI İNSAN, KUKLAYI DEĞİL KUKLAYICIYI VURMALI.

Malcom X`in ruhaniyeti de şahittir ki Dünyayı Şer Üçgeni yönetiyor:
ABD, İngiltere ve İsrail. Dünyayı kana, ateşe boyayan bu Küresel Çete.
Ülkeleri terörist damgasıyla damgalayabilecek kalıp atölyeleri ve
terörist imalathaneleri de var. Bile bile lades diyoruz bunlara bile
bile BOYKOT. Hemi de 365 gün 6 saat. Bir yıl dişimizi sıksak, üçlü
sacayaktan biri kesin çatlayacak.

Evanjelik Kıyametçiler, Masonik Kraliyetçiler ve Semitik
Siyonistlerledir dünyanın kavgası. Yani Küreselleşmeyle. Yeni
sömürgecilik, neo kolonyalizmdir küreselleşme. Global Köyün
Gladyatörleri de Bush-Blair-Olmert değil, Rockefeller, Morgan, Soros,
Ford, Rotschild`lerdir. De olsun, boykot olsun. Adam gibi adamların
boykotu da adam gibidir. İlla bahane gerekmez.

İki keçiden biri daha keçidir. Gandi, İngiliz sömürgeciliğini Pasif
Direnişle yıktı. Yok, biz koyunsak uçurumdan peşpeşe atlama modasına
uyalım ki dedikleri doğrulansın. Şu çılgın Türkler, boykot-moykot
yapamaz (!) Oysa bu; Türklere aptal demeye çıkar. Katiline aşık kurban
tipi.

Haydi, Kürşad`ın narasıyla indik boykota diyelim. Vur memur vur,
2023`ü kur. Amerika “the end”, sıra Çin`de. Ezeli rekabette
21.yy.randevusu. Yer Asya, zemin petrol ve gazla kaplı. Şahitsiniz;
Amerikan kapitalizminin kanı çekildi. Akınımız var yine Çin Seddi`ne.
Cesaret yiğidim cesaret, yıkılsın esaret.

Allah aksiyonumuzu arttırsın ve bizi geleceğimize bağışlasın.

Güven Meselesi

Çok bilinen bir söz vardır: “İnanmak başarmanın yarısıdır.”

Geçmişimize baktığımızda ülkemizin bulunduğu en zor şartlarda dahi
insanımızın hem kendine hem de devlete karşı bir güven duyduğu görülür
ki bu durum o dönemde ülkemizi ziyarete gelenlerin yazdıkları eserlerde
dahi mevcuttur. Mesela ünlü Türk sempatizanı Pierre Loti ve askeri
eğitim için ülkemize davet edilen Kont Monteagu’nun eserlerinde bu tarz
yorumlara rastlanmaktadır.

Günümüze geldiğimizde ise insanımızın bırakın devleti kendisine bile güven duymadığı apaçık ortadır.

Peki, yazılarımda her zaman bahsettiğim gibi, milletler tarihi için
kısa bir dönem olan yüzyıl gibi bir zamanda nasıl oldu da milletimiz
böyle büyük bir revizyona uğradı?

Milleti iyi yönde veya kötü yönde revize eden en önemli unsur
eğitimdir. Bu noktadan hareketle Osmanlı eğitim sisteminde yetişen
kişilerin kimliklerini iyi özümsediği görülmektedir. Bu kimlik önceden
“Osmanlılık” olarak yerleştirilmiş daha sonradan milliyetçi akımlara
binaen bu kimliğe “Türklük şuuru” da eklenmiştir.

Nitekim yine yazılarımda hep bahsettiğim gibi son dönem Osmanlı
bürokrat ve askerlerine baktığımızda yukarıda izah etmeye çalıştığım
kimlik meselesinin kendilerinde ne denli oturmuş olduğu, ülke
parçalanma sürecine girdiğinde dahi gittikleri toplantılarda
kendilerine gösterilen “saygı”dan da belli olmaktadır.

Maalesef günümüzde yapılan toplantılara katılanların bu tarz bir “saygı” görmedikleri ise hepimizce aşikardır.

Kanaatimce ülkemizdeki eğitim sisteminin gelgitleri sebebiyle henüz
tam bir program belirleyememesi ve bunun neticesinde beş yılda bir
okullardaki sistemin değişmesi, gençlerimizi güven bunalımına sokan en
önemli faktördür.

Tabii bunun yanında eğitim sistemimiz içinde yabancı dille eğitimin
anaokullarına kadar inmesi, henüz anadilini tam konuşamayan çocuğa
yabancı dil öğretilmesi ve bu durumu her kesimin teşvik etmesi
neticesinde kendisine ve ülkesine güvenen, kimliğine sahip bir nesilden
ziyade, kendi kimliğini çok fazla önemsemeyen, “dünya vatandaşı”
özelliklerine sahip bir neslin ortaya çıkacağı aşikar bir durumdur.

Nitekim en son geçen hafta Ankara’da 600 kilo patlayıcı yüklü bir
minibüsün bulunup imha edilmesi neticesinde güvenlik güçlerimizle
hepimizin gurur duyması gerekirken, olayın “acaba CIA bilgi verdi de
öyle mi önlem alındı!” şeklinde yorumlanması, milletimizin kendisine ve
devletine dair duyduğu güvenin geldiği noktayı açıklaması bakımından
önem arz etmektedir.

Sevgili okuyucular, tarih boyunca milletlerin birbirlerine nüfuz
etme çabalarının en etkili yöntemi, o milleti “kimliksizleştirme”
propagandasıdır. Bu yöntem bir devleti savaş yapmadan ele geçirmenin en
güzel yoludur. Bu sebeple, özellikle son dönemlerde “globalizm” adı
altında milletlere dünyadaki “hakim kültürü” empoze etme çabaları son
hızla devam ederken, bizim bu düzene karşı durmamızın yegane yolu ise
kimliğimize sahip çıkıp kendimize ve devletimize her ne olursa olsun
güven duymamızdır.

Güvenli ve mutlu yarınlara hep beraber ulaşmak dileğiyle, saygılar sunarım.