26.6 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1292

Gündem Oluşturma Sanatı

 


Gündem; Her ne kadar lügat da program veya liste olarak geçse de, günümüzde günlük konuşulan öncelikli konu(lar) veya popüler konu(lar) anlamında kullanılmaktadır.


Konuşulacak konular belirlenirken de; hedef ve maksadın öneminin yanında, fayda mı yoksa zarar mı isteniyor?


İşte bu, belirleyicilerin niyetlerine göre değişir.


Hani denir ya, “Doğru Tektir”


O şimdi öyle değil!


Olayın doğruluk kararı, bakan kişi ve bakılan açıya göre farklı değer taşır.


Muhtelif bakış açıları vardır.


Mesela; Laik açı, Demokratik açı, Kemalist açı, Leninist açı, Sosyal Demokratik(!) açı, İslami açı, vs.
Bu açıların her birinden bakış, olaylara farklı manalar yükler.


Hele niyet kötü ise, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bardağın boş kısmı görülür, yıkıcılık dürtüleri ağır basar.


Taze bir misal;


Tarih 10 Eylül 2008, Star TV Haber programı, sunucu anlı-şanlı(!) Uğur Dündar.


Haber; Antalya’nın Alanya ilçesi Belediye Meclisinden, Demokrat Partili, Hilmi Arıkan adlı meclis üyesi, turistlerin Ramazan ayında ilçe içerisinde mayolu, bikinili, şortlu gezmesine sınırlama getirmek maksadı ile muhtelif yerlere uyarıcı levha konulmasını teklif ediyor.


Sen misin bu teklifi yapan?


Adamı oracıkta yakalasa dövecek…


Vay efendim o yarı çıplak turistler döviz kazandırıyormuş.


Evet, döviz getiriyorlar da, o dövizle bizim ahlakımıza, kültürümüze, dini icraatlarımıza halel getirmiyorlar mı?


Oruç tutan insanları zor durumda bırakmıyorlar mı?


Ve o turistler kendi ülkelerinde o şekilde dolaştıklarını söyleyebilir misiniz?


Tam bir gün sonrası, aynı kanal ve aynı sunucu,


İki bayan hava alanında, kendilerince müsait olan bir zeminde namaz kılıyorlar.


Bu sahneyi de bir işgüzar, cep telefonu ile kaydediyor ve bir şekilde zatı muhtereme ulaştırıyor.


Bu ortamın hoş bir ortam olmadığı doğru,


Ancak o bayanlar mescidi bulma sıkıntısı yaşamış olabilirler,


Mescidin olmadığını düşünmüş olabilirler,


Birilerine sorma cesareti bulamamış olabilirler,


Mescide yetişemeyecek kadar zaman sıkıntısı yaşamış olabilirler…


Yani o çekimi yapan zat, bayanlara sebebini sorsa, belki de mantıklı bir sebebi vardır.


Ama o zaman haber, hem haber değerini yitirmiş olacak, hem de o bayanların şahsında İslam’a ve inananlara saldırma fırsatı kaçmış olacak. (Bu da benim bakış açım)


Ve sayın sunucunun yorumu; “Bu namaz mı, yoksa gösteriş mi?”


Bu haberlerden sonra söz konusu TV kanalına ve sunucusuna, benim bakış açım daha da netleşmiş oldu.


Bu kanal, ahlaka ve dine saldıran bir kanal. (İnşallah yanılıyorum dur.)


Bu cep telefonuyla haber avcılığı yapanlar; Halka açık muhtelif alanlarda pervasızca görüntü kirliliği oluşturan, edepten, terbiyeden nasibini almamış ahlaksızların ahlaksızlıklarını,
Ağaç diplerinde, halka açık alanlardaki bankların üzerlerinde, yer-yöre ayrımı yapmadan, adeta pornografik bir filmin setinde sanat icra edenleri de çekip yayınlanmasını sağlasalar, bu görüntüler de malum sunucular tarafından kınansa, hem kendilerine çeki düzen vermelerini ve hem de özenmeye müsait genç veya çocukların böylesi bir hataya düşmemelerine yardımcı olurlar.


Gerçi birkaç olayı kaydedip yayınladılar, ama edepsizliklerden rahatsız olduklarından değil, yapanların tesettürlü olduğundan dolayı dile doladılar.


Aslında bu yayıncı vatandaşlar için böylesi olaylar gayet masum olaylardır. Zaten haberi haber yapan da, bayanın başörtüsüydü.


Fakat burada başörtüsü, masumiyet zırhına engel bir unsurdur.


Bu yayıncılık zihniyeti ne kadar da Ergenekon kanunlarına uygun…


Bin derdimiz vardı da, bir daha oldu,


Beynimiz, hafızamız çelişki doldu.


Bir eksiğimiz vardı, Ergenekon’du,


Ondanımız da oldu, gözümüz aydın.

Kişinin Kendi Cehaletiyle Övünmesi

 


Siz, hiç bilgi sahibi olmanız gereken konuda yeterince bilgi sahibi olmamakla övündünüz mü ya da bu bilgisizliğinizi başkalarına göre bir üstünlük sebebi saydınız mı? Siz, yine cehaleti ile gururlanan bir insana rastladınız mı?


Yıllardır Milli Eğitim’de müfettişlik yapan birinin ağzından çıkan şu dehşetengiz cümlelere bakın: “Ben kitap okumam. Yapılacak işler bellidir. Akıl var mantık var. Mantığım neyi emrediyorsa onu yaparım. Sonra kitaplarda yazılanlar gerçek hayata uymaz. Siz kitap okuyarak büyüdüğünüz için hayatta başarılı olamazsınız. Sizin, benim gibi bir danışmana ihtiyacınız var.”


Kullandığı cep telefonunun özelliklerini bilmeyen, öğrenmek için gayret sarf etmeyen; bilgisayar öğrenmenin gereksizliğini iddia eden, “Nasıl olsa başkaları benim için bunu yapıyor.” deyip bilgisayar öğrenmeyi zaman israf kabul eden, şimdiye kadar tamamını okuduğu bir kitabı hatırlamayan insanlara da rastlarız çevremizde. Onların bu psikolojileri aslında bir ezikliğin, utancın dışa ters yansımasından başka bir şey değil. Bu tip insanlar, ayrıca bütün megalomanlıklarıyla gündemde kalmak, tecessüs sahibi olmak, kişilerin gizli taraflarını bilme arzusu duymak, ileride kullanabilecekleri sırlarına sahip olmak gibi ahlaka sahiptirler.


Parazittir bu tip insanlar. Asalak olduklarını bilmezler. Kitap okumadıkları için başka doğruları tanımazlar. Gerçek doğru, kendi doğrularıdır. Siz, kendi doğrunuzu onlara anlatamazsınız. İletişim yolları da kapalıdır. Siz, onların ölçülerine ne denli yakınsanız o kadar değerlisinizdir. Kendi yanlışlarının esiri olduklarının farkında değillerdir, sizi de aynı yanlışa esir etmek isterler.


İnsan boğazıyla irileşir, aklıyla büyür, kalbiyle yücelir. Nice iri insan geçti bu topraklardan, fosil oldu hepsi. O büyük ve yüce insanlar, bir ışık gibi hala parlıyor çağların gerisinden. Onların alın terinin ıslaklığıyla bereketleniyor medeniyet toprağı. “Tanrım senden kitap dolu bir ev ile çiçek dolu bir bahçe istiyorum.” diyen ve ampulü bulmak için yaptığı yedi yüzüncü deneyden sonra denemekten vazgeçmesini öneren asistanına “Hayır henüz yeni başladık, şimdi yapmamamız gereken yedi yüz hataya öğrendik.” diyerek gelecek kuşaklara azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağı mesajını veren bilgeler olmasaydı, onlar da okumamakla, öğrenmemekle övünseydi insanlık bu noktaya gelir miydi?  İnsan, bilgiyle büyür, tefekkürle yücelir.


Öğrenmek, sormakla başlar. “Soru” sözcüğünün eski dilimizdeki karşılığı “sual”dir. Sual, kişiyi mesul kılar. Mesul olmaktan kaçınan insanın suali olmaz. Sual olmayınca öğrenme olmaz. Öğrenme yoksa cehalet vardır. Cehalet de bilgi düşmanlığı doğurur. Ebu Cehil’in, “Hz. Muhammet’in yanlış dediklerine de yanlış diyelim, doğru dediklerine de yanlış diyelim.” yaklaşımı tam bir cehalet algılamasıdır. Öğrenmek, kendini kapatmakla başlamaz, açmakla başlar. Dünyanın neresinde olursa olsun bilginin alınması, dini ne olursa olsun o kişiden ilim öğrenilmesi tavsiyesi, bizi yaşatan ve var eden kültürümüzün cehalete açtığı düşmanlığın, ilme verdiği önemin veciz ifadeleridir.


Bazen, bir güzel söz okuduğumda, bir yorum dinlediğimde, bir bilgi edindiğimde “Ben bunu niçin düşünmemişim, bugüne kadar niçin okumamışım, nasıl da yorumlayamamışım?” diye hayıflandığım olur. Bir şeyi geç elde etmenin üzüntüsüyle yeni keşfetmenin sevincini bir arada yaşarım. Aynı bilgiyi başkalarıyla paylaşmak isterim bu mutluluğu devam ettirmek için. Çocuk gibi sevindiğimi, kuş gibi hafiflediğimi hissederim bilmediğimi öğrendiğimde. Fıtratımızın sağladığı bir doğallık olduğuna inanıyorum bu duygunun. Cehaleti ile övünen bu insanların da kendilerini fıtratlarının akışına bırakırlarsa aynı mutluluğu yaşayacaklarından kuşku duymuyorum.


Karanlık kalıcı bir değer olsaydı, evrenin yaratılışında güneşe gerek duyulmazdı.

Ben Nerede Yanlış Yaptım ‘Emice’

 


Çeyrek asırlık terör belamız var. Bazen ezdik geçtik, bazen elebaşını paketleyip teslim aldık ama bitmedi. Bitmez de..


İyi nişan almalı insan; kuklayı değil kuklacıyı vurmalı” demiş Malcom X. ‘Kahrolsun PKK’ sloganları değil ‘Kahrolsun Amerika’ sloganları kahreder PKK’yı. Hatırlarsanız, Hükümet ve Genelkurmay sert tavır koyunca sınırdışı etmişti terörist başını Suriye. Hatta hangi ülkeye kaçtıysa o ülkenin eli yandı adeta.


Diyarbakır’da 92 – 93’lü yıllarda askerliğimizi yaparken takımıma ‘Silvan Apo’ya mezar olacak’ diye hiç bağırtmadım. Bizim muhatabımız terör itleri değildir. Bu örgütleri emperyal enstrüman olarak kullanan küresel güçlerdir. Savaşların aşırı maliyetli oluşundan dolayı bu bir kuraldır; düşük yoğunluklu ve kontrol edilebilir çatışma stratejileri uygulanır.


Amaç o ülkeyi ya teslim almak ya da diz çöktürmektir. Muavenet’ten Çuval’a bu işin akışı budur. Ülke içinde faili meçhul cinayetler oluyor ve bulunamıyorsa sahibi dışarıdadır.


Dağdakini ovaya indirme, pişmanlık kapsamını cinayet işleyenlere bile açma, Güneydoğu sorununu ekonomik geri kalmışlık yada haklar ve özgürlükler sorunu sanma, kimi zaman popülist ‘Kürt kimliğini tanıma’, teröre karşı ABD’den istihbarat ve İsrail’den de destek umma bizi her şehit cenazesi geldiğinde işte böyle kara kara düşündürür.


Hiçbir şey 17 pırlanta civanı geri getirmez. Tek teselli, Allah’ın onları katına alması ve şefaatlerine bizleri muhtaç etmesidir. İyi de on’lu rakamlara şehit olan askerlerimiz terörün bitmesi noktasında bizi tetikliyor mu, tedbir almaya sürüklüyor mu? Hayır, sadece kararlılık mesajları ve intikam yeminleri ediyoruz.


Peki, iktidar – muhalefet – medya kavgalarında kullanılan aşağılayıcı kelimeleri hiç terör için kullandılar mı? Birbirine ‘şerefsiz’ diyen siyasetçiler bir kere olsun bunu Bush için, Barzani için, Talabani için hatta ve hatta Teröristbaşı için demişler mi? Kimden ve neyden çekiniyorsunuz?


Onlar kâfirlere karşı şedit, müminlere karşı ise şefkatlidirler” hükmü bizim için değil mi?


Aldığımız Amerikan, İngiliz ve İsrail ürünlerinin bize veya kardeşlerimize silah ve zulüm olarak döndüğünü ne kadar kavradık bilmem ama Irak’ın kuzeyini imar eden bizimkilerin bu teröre bilerek ya da bilmeyerek katkı sağladığını kavrayabiliyor muyuz?


Kandil Dağı’nın elektriği hangi ülkeden veriliyor? Barzani’nin GAP bölgesinde kaç şirketi var? Bu şirketlerle hangi siyasetçilerimiz ve hangi işadamlarımız ortak, Leyla Zana’nın adaletçe verilmiş hükmünü AB baskısıyla biz kaldırmadık mı? Hergün meclisten devlete meydan okuyan ve şimdilerde Türk Milleti’ne bile sövme noktasına gelen PKK Uzantısı Parti’nin vekillerine ‘Höst’ diyen oldu mu?


Yönetmek ekonomiden ibaret midir ki? Askerliğini ABD’de gemilerde yapan oğullarımız İngiltere Prensi kadar cesaret gösterip Güneydoğu’ya gidebiliyor mu? Büyük şehirlerdeki bombalı kitlesel eylemlerde reklâm olmasın diye anmadığınız PKK’nın ismini şehit cenazelerinde niçin koroyla beraber anmakta beis görmüyorsunuz.


Tamam, bayrak asalım, tepki gösterelim. ’Alın bizi de askere’ diyelim. İyi de hiç sorgulamayalım mı? Memleketin yarısı olarak oy vermişiz, hesap sormayalım mı? Yoksa kime soracağız ki?


İpsiz Recep’in dizisi TV’lerde; torunu nerde? Teröristler dışarıda terörle mücadele edenler nerde? Ya biz nerdeyiz?


 

Terör ve Çözüm

Ülkemizde gündem devamlı değişiyor veya değiştiriliyor.  Bir taraftan Türkiye ve KKTC üzerindeki baskılar,  diğer taraftan artık sıradan olaylar haline gelen yolsuzluklar ve en sonunda da Aktütün  Karakolu’na yapılan  alçakça saldırı  birbirini izledi. Aslında bu bir karakola saldırı değil; Irak tarafından Türkiye’ye yönelen bir savaş ilanıdır.


KKTC’yi reddeden beyanına rağmen; Cumhurbaşkanlığı görevini sürdüren Sayın Talat görüşmelerden rahatsız. Rumların müzakerelerde egemenliği paylaşmamıza razı olmadıklarını söylüyor. Sayın Talat Rumları yeni mi tanıyor? KKTC’yi ve Türkleri dışlayan, eşit görmeyen, tek devlet, tek bayrak, tek vatandaşlık ve egemenlik peşinde olan  Rumların ne istediği belli değil mi? Bunu Ankara hala fark edememiş ki; Talat fark edebilsin. Ankara ve Talat yıllardır Sayın Denktaş ile uğraştılar. Aslında sadece Sayın Denktaş ile değil; KKTC’yi yok edici bir süreci işlettiler. İçlerine bir türlü sindiremedikleri milli davayı nerelere getirdiklerini şimdi görüyoruz. Hayali AB üyeliği yolunda Kıbrıs’ı adak kurbanı yapanlar, tarih önünde sorumlu olacaklardır. Birçok konuda olduğu gibi   tepki koyanları Ergenekoncu olarak suçlasalar da…


“AB üyeliği Enosis’tir” diyen Simitis aslında AB sürecinin  doğrudan veya dolaylı  Ada’nın Yunanistan ile  birleşeceğine işaret ediyor. Biz ise kırk yıldır süren sözde çözümsüzlüğün çözüm olmadığını göstermek  ve Rumlardan bir adım önde olabilmek uğruna yapmadığımız kalmıyor. Bu süreç böyle sürerse;  KKTC’yi bugün yönetenlerin  yarın Kıbrıs’ın Kuzey’inde  bir otel müdürü veya şef garson olarak karşımıza çıkmalarına şaşmayalım.


Artan ve kapsamı büyüyen, uluslararası hale gelen yolsuzluklar rejime ve siyaset kurumuna kan kaybettirmektedir. Hem demokrasiyi savunacağız; hem de akla alınmayacak çapta yolsuzluklarla demokrasinin altını oyacağız. Bu çelişki Türkiye’de geçerli… Gerçekten  küçük  hırsızlar el feneri ile dolaşırken büyük hırsızlar ve hortumcular deniz fenerlerini tercih ediyor. Bunu kim söylemiş ise gerçeğe parmak basmış… Geleceğe olan güveni sarsan, ümitsizlik yaratan, vatandaşlık duygusunu zayıflatan bu yolsuzluklar ile herkesin mücadele etmesi ve bunların ortaya çıkmasına müsaade etmemesi gerekir. Yolsuzlukların kapatılmaya çalışılması bu çirkinliklerin ortadan kalkmasını sağlamaz.  Demokrasi şeffaflık ve demokrasi terbiyesi gerektiriyor ise; bunlar ile mücadele edilmelidir; hatta bu işlere bulaşanlar demokrasinin faziletlerinden biri olan istifayı da göze alabilmelidirler.


Bölücü ve ırkçı terör bu defa  Aktütün ve çevresini seçti.  ABD ile gerçekleştirilen sözde istihbarat alışverişi yürümedi. ABD, İran konusunda tam destek bulamadığı Türkiye’ye göz dağı veriyor. Barzani ve Talabani kullarını güçlendirmeye çalışıyor. Yaklaşan mahalli seçimler dolayısıyla terör örgütü siyasi kolunu güçlendirmek istiyor. DTP’nin bölgedeki oy kaybı önlenmeye çalışılıyor.


Uzun yıllardır Türkiye bölücü terör örgütü ve teröristle uğraştırılırken; terörizm  göz ardı edildi. Türkiye PKK ile uğraştırılırken; Barzani’nin önü açıldı. Bu bakımdan Irak’ın Kuzeyi istikrar bulacak ve Türkiye’ye açılan savaş sonlandırılacak ise;  hedef Barzani olmalıdır. Bu olmadığı takdirde; daha çok sorunla karşı karşıya kalırız. Aynı gerçeği  Kahramanmaraşlı şehit babası da cenazede haykırdı. Örgütün mali gücünü ve sağlanan desteği ortadan kaldırmayı dost ve müttefiklerden isterken, önce biz gerçekleştirelim. Örgütü destekleyen  kuruluş ve şirketlerin listesi yayınlanıyor. Gizli kapaklı bir şey yok. Biz ise; güvenlik mi, özgürlük mü tercihleri arasında gidip geliyoruz. Sözde özgürlükler ve ütopik özgürlükçülük uğruna polisin ve askerin elini kolunu bağlamadık mı? Yasaların içini boşaltmadık mı?  Terörle mücadele yasasını ne hale çevirdik? AB’ye uyum diye terör örgütünün siyasallaştırılmasına yardımcı olmadık mı?  Sayın Başbakanımızın beyanları ortada. Ülkeyi yönetenler iki taraftan bahsetmedi mi?  İspanya’nın yaptığını yapabildik mi? Birleştiren değil;  bölen AB sürecini fark edebildik mi?  Terörü caydırıcı siyasi iradeyi ortaya koyabildik mi?  Sözde bazı şirket ve şahısların Irak’ın Kuzeyinde ekonomik menfaat ve avantajları uğruna  neredeyse parayla güvenliği değiştirmedik mi?  Bizi oyalayan müttefikimize göz yummadık mı? Sayın Gül en kısa zamanda Bağdat’ı ziyaret edecek mi? Güvenliği kendi elimizle tehlikeye atmadıysak neden Sayın Adalet Bakanı yasal boşlukları tespit etmek ve tedbir almak için bir komisyon kurdurdu?


Türkiye’ye yönelen ve komşumuz ABD destekli terör;  çatışma değil, saldırıdır, savaş açmaktır. Saldıran gerilla değil; teröristtir.  Ortada iki taraf yok;  saldırgan vardır.  Terör demokrasiye fatura edilemez ama; demokrasi de  vurdumduymazlık veya siyasi iradesizlik değildir. Milli güvenlik de hiçbir ülkeye emanet edilemeyecek kutsal bir değerdir.

Iraklı Bebeklerin Ahı Çıkıyor

 


İnsafsız ABD’nin, kan içen şebekleri,
Katlettiler Irak’ta körpecik bebekleri.
O bebeklerin ahı zerre zerre çıkıyor,
Tüm dünya ağzı açık, şaşkın şaşkın bakıyor.


Siyonistler kendilerince, kurdu bir tuzak,
Irak’lılar komşularına oldular uzak,
Okyanus ötesinden ABD’ye çok yakın,
Biz Müslümanların düştüğü duruma bakın!


Iraklılar sözde nükleer güç kuracakmış,
Soran yok! Kimin tekniğini kullanacakmış?
Allah’ım ne aldatıcı, ne basit bir yalan!
Yalanla, bahaneyle Irak edildi talan.


Aklınca Irak’ta verimli bir maden buldu,
İslam ülkelerini bir bir sıraya koydu.    
Dün Afganistan hedefteydi bugünse Irak,
Bu yamyamların gözlerini, doyursun toprak.


Akıllarınca bir bir hesap yapıp durdular,
Dünya sessiz kaldıkça, vahşice kudurdular.
Attırdılar devamlı Müslüman asabını,
Düşünmediler bir kez Allah’ın hesabını.


Bomba parçası doldu, Bağdatlının arsası,
Yerlerde sürünüyor, Washington’un borsası.
Çekirge misali bir, iki, üç sıçradın da,
Bunlar yaşanır mıydı, bıraksaydın tadında.


Silah verdi eline, şerefsiz canisinin,
Gönderdi alçakları avlusuna Cami’nin.
Sandı iş bitecek üç-beş minare yıkınca,
Garibanın kolunu, kablo bağı sıkınca,

Hakikat bu, ABD, insanlık kasabıdır,
İşte bu bilmediğin, Allah’ın hesabıdır.
Acımadan tonlarca bomba, Bağdat’a döktü,
Bombalar kendine, kasırga olarak döndü.


Allah’ın sabrı büyük, de zorlanmaya gelmez,
Mazluma zulmeden yüz, ölene kadar gülmez.
Çok şeyi bildin ama bunu hiç bilemedin,
Aha sonun geliyor, sen bunu göremedin.

Global Kriz

Krizin Manevi Unsuru:


ABD’de mortgage kredileri ile açığa çıkan krizi yaratanlar, her biri Türkiye’nin bütçesinden büyük rakamlarla ifade edilen büyüklüklere erişmiş yatırım bankaları ve dev sigorta şirketleri. Bu şirketlerin CEO’ları, yıllık yüz milyon dolarlarla telaffuz edilen yüksek maaşlar alan, çok iyi tahsil yapmış, parlak zekâlı yöneticilermiş.


Yapı Kredi Bankası Eski Genel Müdürü Burhan Karaçam’ın ifadesiyle, “bugün iflas bayrağı çeken yatırım bankaları, yüksek matematiğe dayalı, sofistike (karmaşık) ürünler geliştirmişti. Bu ürünlerin ucunun nerelere uzandığını klasik politikacı veya bürokrat mantığıyla çözmek mümkün değil.”


Dünyanın gayrı safi hâsılası 60 trilyon dolar iken bu parlak zekalı CEO’ların şirketleri, türev piyasaların büyüklüğünü 120 trilyon dolara çıkartmış. Yani olmayan üretim satılmış. Türev piyasaların oluşturduğu sanal ortamın büyüklüğü ve patlayan balonun cesameti, bu bilgili ve zeki adamların insanlığını sorgulamamızı gerekli kılmakta.


Krizi büyüten ana unsur piyasa oyuncularına duyulan güvensizlik. Bu onların zekâ ve bilgilerine duyulan bir kuşkudan kaynaklanmıyor. Onların ahlaki değer ve insanlıklarına duyulan bir güvensizlikten bahsedebiliriz.


Yunus’un ölümsüz mısralarını hatırlayalım:


Okumanın manası,
Kişi Hakkı bilmektir
Çün okudun bilemedin,
Ha bir kuru emektir


Kişi hakkı bilmek” başka insanların kişi hak ve hürriyetlerine saygı duymak anlamına alınabileceği gibi, kişinin Hakk’ı bilmesi, yani Yaratıcının varlığına inanma, emir ve yasaklarına uyma anlamına da gelir. Bahsi geçen parlak zekâlı, para kazanma hırsı insani değerlerinin üzerine geçmiş, Hak’tan nasipsiz, bir avuç adamın ve onları kullanan kapitalist sistemin dünyaya verdiği zarara bakınız.


Einstein’in sözü ile “ilimsiz dinin topal” olduğunu biliyorduk ama bu örnek galiba bir kere daha göstermektedir ki, “dinsiz ilim kördür.”


******************************


Krizin Türkiye’ye Yansıması:


ABD’de başlayıp, Avrupa’ya sıçrayan global krizin bayramın ertesinden itibaren Türkiye’yi de etkilemeye başlayacağı ifade ediliyor. Öncelikle ülkemizde zaten yavaşlama sürecine girmiş bulunan ekonomik büyümenin daha da yavaşlaması bekleniyor. Son senelerde dünyada yaşanan ekonomik büyüme ve para bolluğunun nimetlerinden kısmen yararlanan Türkiye’nin bu defa ters esen rüzgârdan etkilenmemesi imkânsız.


“Dışarıdan para girişi azalıyor, giren paranın maliyeti yükseliyor.” Şimdi hem para bulmak daha zor, hem de ihracat yapmak. Oysaki Türkiye, tarihinin en yüksek cari açığını verdiği bu dönemde, dışarıdan gelecek paraya bağımlılık derecesinde muhtaç ve daha çok ihracat yapmaya mecbur.


Daha global krizin etkisini hissetmeye başlamadan alınan son büyüme rakamları iç açıcı değil. (2008 2. çeyreğinde büyüme %1,9 ve özel sektör yatırım harcamaları sadece % 0,6 artmış ve makine ve teçhizat harcamaları % 2,7 küçülmüş.) Yatırımların durma noktasına geldiğini gösteren bu rakamlar gelecek dönemler için olumsuz işaretler olarak kabul edilmeli.


Görünen o ki, ekonomi ve siyasetin yönetimi çok ama çok zorlaşacak.


Dalgasız sularda kürek yarışı yapan ekipte liderlik nispeten kolaydır. Bir kişinin emir ve komutasında yapılan kürek yarışında, ekipten beklenen liderin dediklerini harfiyen uygulamaktan ibarettir.


Şimdi durum değişti. Artık dalgalı sularda rafting müsabakası (sal yarışı) yapmak durumundayız. Yüksek hareketlilik ve dalgaların gürültüsü bir tek kişinin emir ve komutasına imkân ve başarı şansı vermemektedir. Bütün ekibin işini çok iyi bilmesi, her dalga hareketinde kişisel ve ekip olarak yapması gereken doğru hareketi yapması icap etmektedir. Ekibin tamamının liderlik özelliklerini hayata geçirmesi gerekecektir.


Durum çok ciddi. Ekonomi yönetimi arasında tam bir ahenk ve bütünleşmeye ihtiyaç var. Ama bu yetmez.   Siyaset yapan kadro ile ekonomi yönetimi arasında ve hatta iktidar ile muhalefet kadroları arasında da aynı uyumun gözetilmesi gerekli. Tam bir seferberlik hali gündemde olmalı.


Türkiye’nin bugünkü gündeminde olan konular ise, maalesef yolsuzluklar, hırsızlıklar, seviyesiz siyasi tartışmalar ve gündemin belirlenmesinde en etkili kişi olan Başbakanın katkılarıyla “Ramazan Bayramı” mı, “Şeker Bayramı” mı denilmesi gerektiğine dair polemik.


Tam da, Osmanlı ordusunun kuşatma altında tuttuğu Bizans’ta, papazların Ayasofya’da “meleklerin erkek mi, dişi mi olduğunu” tartışması gibi.


*************************


Özelleştirmenin Yabancılaşmaya Dönüşü İyi Mi İmiş?


Daha düne kadar özelleştirme programının en başarılı örnekleri olarak alkışlanan bankalarımızın yabancıların kontrolüne girişleri bugün endişe kaynağı oldu. Çünkü Türkiye bankacılığının %42’si, sigortacılığın ise tamamına yakını yabancı sermayenin elinde. Bu bankaların dışarıdaki merkezleri küresel krizin etkisi ile “can derdine düşmüş” durumda. Türkiye’deki yabancı sermayeli bankalar Türk kanunlarına göre faaliyet yaptığı ve “türev işlemler” ile pek ilgisi olmadığı için daha sağlam gözükse de, dışarıdaki merkezlerinin sarsıntısından etkilenmemesi imkânsız.


Krizin Türkiye’de bankacık sektörünü etkilememesi yönündeki tek güvencemiz, bankalarımızın 2001 krizinden alınan dersle yapılarının sağlam olması. Ve de ABD’deki gibi “sanal işlemler” ve “dandik krediler” gibi “karmaşık ürünlerin” Türkiye’de uygulanmayışı.


Bir musibetin bin nasihatten hayırlı olması” söz konusu olacaksa, ilk olarak bankacılık sektöründeki yabancılaşmaya ve daha sonra da reel sektördeki yabancılaşmaya bir sınır koymanın lüzumunun anlaşılmış olması icap eder.

Siyasetin Tanımladığı Din

0

Daha önce pek çok kez farklı açılardan vurguladığımız bir gerçek var: Dinin insan hayatındaki önemli konumu, onun üzerinden yapılan yanlışların tamiri mümkün olmayan bir hal almasına yol açmaktadır.


Zira bilindiği gibi din olgusu insanın sonsuzluk anlayışına bir yön verir ve sonlu ve sonsuz hayatı kazanmaya yönelik davranışlar sergilenmesini bekler. İnanan ve özellikle dindar insanlar da bu tür davranışları yerine getirme, dini açıdan yanlış yapmama hususunda hassas olmaktadır. Dolayısıyla dine uygun davranma ve davranmama endişesi, dini hassasiyetler taşıyan insanlar için hayat anlayışlarının merkezi konumundadır.


Bahsettiğimiz noktaya binaen neyin dinen doğru neyin yanlış olduğu meselesi ve bu soruların cevaplarının doğru verilmesi insanlar ve hatta toplumun bütünlüğü için azami önem taşımaktadır. Zira dinin ortaya koyduğu prensipler ona bağlanan pek çok farklı insanın üzerinde mutabakat sağladığı bir zemin oluşturmakta, sahip olduğu kavramlar hayatı ve kendilerini anlamlandırmalarında temel unsur işlevi görmektedir. Yani din temel kaynağına uygun anlaşıldığı takdirde birleştirici bir unsur olarak toplum hayatında yer almaktadır.


Fakat dinin temel kaynağında yer alan ve inanan insanlar için ortak bir geçerliliği söz konusu olan temel prensipler kaynağa göre değil kaynak dışı unsurlara göre belirlenmeye çalışılır, doğru ve yanlış davranışlar bu şekilde tanımlanırsa bütünleşmeden söz etmek mümkün olmamaktadır. Çünkü ortak paydalar başka unsurların (özellikle şahsi menfaatlerin ve buna bağlı yorumların) doğrultusunda azalmaya başlamaktadır.


İşte tam da bu noktada günümüz Türkiye’si ciddi bir sorun yaşamaktadır: Dinin ve dine uygun olanın tarifi dinin kaynağından ziyade siyaset tarafından yapılmaya başlanmıştır.


Bu sorun öyle tehlikelidir ki, elinizde farklı düşüncelerinize rağmen bir araya gelebileceğiniz ortak prensip ve değerleri çıkarabileceğiniz, anlayabileceğiniz ve paylaşabileceğiniz objektif yani şahsi görüşlerin tahakkümünden bağımsız bir kaynağınız varken onu kullanılamaz hale getirir. Çünkü önyargılarınız onu doğru düzgün anlamanıza mani olmaya başlar.


Diğer taraftan artık bir takım menfaatlere yönelik olarak geliştirilmiş siyasi fikirlere ve hareketlere bağlı olup olmamanıza dayanarak sınıflandırılmaya başlarsınız. Sırf bu kategorilere uymadığınız için inanç sistemi açısından farklılık taşımadığınız insanlarla paylaşacak ortak noktalarınız gittikçe azalır. Kimi zaman dini kimliğiniz bile sorgulanır. Yani bir aile içinde şiddetli bir biçimde bölünme ve kutuplaşma başlar.


Üstelik bahsi geçen kutuplaşma da öyle tehlikeli bir boyutlara varır ki, “biz ve onlar” anlayışı ile, tamamen totaliter yani herkesi bir kefeye koyan, farklılıkları değerlendiremeyen sert bir bölünmeye doğru toplumsal yapıyı zedeler.


Artık bu noktadan sonra tarih boyu toplumu bir arada tutan, işlenip hazmedilen ve ortak ürün verilen birleştirici değerlerden bahsetme imkanı da azalır.


Halbuki siyasi görüşler dini tarif etme hakkına sahip değildir. Din kaynağından öğrenilir ve kimin nasıl nitelendirileceği inanç sahipleri tarafından kaynağından alınan bilgilere göre belirlenir.


Aynı inanç grubu içinde olup siyasi olarak ülkenize hangi sistemin daha faydalı olacağı hususunda farklı düşünebilirsiniz. Bu hakkın göz ardı edilmesi insanın temel özgürlüklerinden biri olan düşünce özgürlüğünün elinden alınması demek olur ki bu dinen de hak ihlali ve temel bir yanlışlıktır. Zira dinimiz aklı kullanmayı ve düşünmeyi insanın en temel vazifelerinden biri saymakta, uymayanları uyarmaktadır: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, murdarlığı, akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus, 100)


Düşünemeyen bir toplumun var olma şansı da yoktur. Çünkü o başkalarının “fikrine” göre sürüklenecektir.


Dolayısıyla özellikle siyasilerimizin ve bilim adamlarımızın halkı aydınlatma ve yönlendirme “vazifeleri” esnasında ülkemizin içine sürüklendiği bu tehlikeyi göz ardı etmemeleri, bertaraf edilmesine yönelik tedbirleri ilmi ve fikri yönden süratle almaları gerekmektedir. Toplumsal dokumuzun parçalanmasının bu ülkeyi seven ve burada yaşayan kimseye faydası olmayacağını anlamak için ise şüphesiz dahi olmaya gerek yok…


 

Üzgünüm Süleyman PEKİN

Kocaeli Aydınlar Ocağının Web sitesinden Süleyman PEKİN hocamın “Bayramlık Kefen” başlıklı yazısını okuyordum ki, eşim televizyonu açtı ve ekranda SON DAKİKA ünlemi altında “15 Askerimiz şehit oldu” açıklaması yazıyordu.


Yazının devamını okuyamadığım gibi, okuduğum kısmı da aklımdan uçtu gitti.


Aynı anda haberin şokuyla eşimin fenalaşması, şaşkınlığımı daha da artırdı.


Aktütün Karakoluna baskın yapılmış ve 15 şehit vermişiz.


Aktütün karakoluna yapılan bu saldırı, üçüncü saldırıydı.


Oysa biz inanıyorduk ki, bir yılan, bir insanı aynı yerden iki defa ısıramazdı.


Bu saldırı aynı yere üçüncüsü idi ve en ağır yaralardan biri de üçüncüsünde alınmıştı.


Diken üstündeki bir bölgede, böylesi bir gafletin açıklaması var mıdır?


Bir kanal yayın akışını kesmiş, canlı bağlantılarla bazı uzmanların görüşlerini aktarıyordu.


Canlı yayına bağlanan uzmanlardan biri, 5–10 çapulcu için çoğu acemi 20 bin asker bir bölgeye gönderilirse, karşıdaki acemi bir atıcı olsa bile, o mermiler askerlerimizden birine veya birkaçına isabet eder! Diyordu.


Bir başka uzman “bu olay Altınova olaylarının dışında tutulamaz,” diyordu.


“Ergenekon Teşkilatının işi değil denemez,” diyordu.


Olayların “teröristlerin Meclisteki temsilcilerinden habersiz olduğu söylenemez” diyordu.
Öyle ya, Güneydoğuyu kesinlikle temsil etmeyen bu çapulcu sürüsüne, hala “Terörist” diyememe gafletindeki sözde milletvekillerinin bu olaylarda katkısı yoktur dene bilir mi?


Hele bu sözde milletvekilleri Altınova’ya sokulmamışsa, insan ister istemez bu milletvekillerinin niyetleriyle ilgili bazı kötü senaryoları aklına getirebiliyor.


Bu gelişmelere rağmen İmralı’daki bebek katilinin hala bir yerlere, hiçbir kısıtlama olmadan mesaj gönderiyor olabilmesi, her fırsatta “Türkiye çok büyük bir ülkedir” diye övündüğümüz bir ülke için nasıl bir zafiyettir Allah aşkına.


Allah diyenleri, laikliğe aykırı laf etti gerekçesiyle susturan bu sistem,


İslami örfü yaşatmaya çalışanları laikliğe aykırı tavır diye susturan sistem,


Turistik ilçelerimizde çıplak gezen turistlere itiraz eden belediye yetkililerini susturan sistem,


Nasıl oluyor da bu aşağılık katil mahlûkatı susturmayı başaramıyor?


Nasıl oluyor da Meclisteki teröristler karşısında etkisiz kaldığı gibi, üstüne üstlük birde büyük rakamlı maaşlarla belsiye biliyorlar.


Olaylara başka bir açıdan baktığımızda kuşkularımız bir kat daha artıyor;


Bu bölgede uçan kuşu bile kontrol edebilme yeteneğine sahip ABD ile yapılan “istihbarat paylaşım” anlaşmasına ne oldu?


Bir kuşu bile görebilen ABD uyduları 200 kişilik sürüyü göremedi mi?


Büyük paralarla dostumuz(!) İsrail’den aldığımız Casus Uçaklarımız vardı,


Göz bebeğimiz Aselsan’nın geliştirdiği Termal Kameralarımız vardı,


Bu tedbir zincirleri hep aynı anda mı devre dışı kaldı?


Türkiye’de Ergenekon’dan öte bir şeyler mi var???


Yarın yine analar “Vatan sağ olsun” diyecekler,


Yarın yine “Kanları yerde kalmayacak” denilecek,


Yarın yine “Teröristlerin son çırpınışları” denilecek,


Yarın yine “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez” (siyasileştirilmiş) sloganı atılacak,


Ve TV kanallarımız yine cenaze merasimlerini dramatize ederek teröristlerin ekmeğine yağ sürecekler.


Bizde insanın artık yüreğini hiç de serinletemeyen bu olaylar yaşanırken,


Teröristler bir başka alçaklık için, bir başka plan yapıyor olacaktır.

Yaban Kazları

Göç eden yaban kazlarının “V” şeklinde uçtuğunu ve bunu organize olarak gerçekleştirildiğini duymuşsunuzdur. Bilim adamları yaban kazlarının bu yöntemle uçmalarını araştırmışlar, işte sonuçları;


“V” şeklinde uçulduğunda , uçan her kuş kanat çırptığı anda arkasındaki kuş için onu kaldıran hava akımı oluşturuyor. Böylece “V” şeklinde organize uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş mesafesini %70 oranında uzatıyorlar.


Bir kaz “V” grubundan çıktığı anda uçmakta güçlük çekiyor, çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akımının dışında kalıp faydasından istifade edemiyor. Bunun sonucunda gruba genellikle geri dönüyor ve yoluna devam ediyor.


“V” grubunun başında giden kaz hiçbir hava akımından istifade edemiyor. Bu yüzden grubun diğer fertlerine göre daha çabuk yoruluyor ve arkaya geçiyor. Bu defa hemen arkasında bulunan kaz lider oluyor ve bu değişim sürekli yapılıyor. Böylece her kaz grubun bütün noktalarında yer almış oluyor.


“V” şeklinde uçan yaban kazlarının uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek için öndekilere bağırarak uyarıyorlar.


“V” şeklinde uçan kaz grubunda bir kuş hastalanırsa yada avcı tarafından vurulursa; uçamayacak hale gelen kuşa yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta veya yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene kadar onunla beraber kalıyor fakat yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu bulup gruba dahil oluyorlar. Hiç bir kaz grubu kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor.


Tek başımıza alacağımız mesafeyi birlikte keyif içerisinde rahatlıkla alacağımızı, yalnız kalan insanların yaşam içerisinde en basit sorunlar karşısında bile çıkmaza girdiğini fakat birlik ve beraberlik içerisindeki fertlerin ciddi sıkıntıları paylaşarak aştıklarını bildiğimiz halde neden yalnızlaşıyoruz?


 

Ne İstediğini Bilmek

Zamanın ünlü siyasetçilerinden birine bir arkadaşım, “Siz seçim konuşmalarınızda niye demokrasiden, haklardan, özgürlüklerden bahsetmiyorsunuz?” deyince o politikacı, arkadaşımı bir gün alır, konuşma yapacağı meydana götürür. Politikacı, konuşmasında, bu milletin ihtiyacı olan soyut temel değerlerden bahseder. Dinleyenlerden ses çıkmaz. Sonra yapacakları yollardan, çeşmelerden, verecekleri üç beş kuruş krediden bahsedince bir alkış tufanı kopar. Konuşma bittikten sonra arkadaşım, “Sen haklıymışsın, bu bir ufuk, kültür, seviye meselesi, bu millet neye ihtiyacı olduğunu bilmiyor.” der. Yine konuşmalarında yapamayacağı şeyleri vaat eden ünlü siyasetçiye niye böyle davrandığını sorduklarında “Bu millet benden yalan söylememi istiyor.” diye cevap verir.


İhtiyaçlarını doğru tespit edememiş, ufuk kazanamamış, günlük düşünmekten kendini kurtaramamış bir toplum olduğumuz inkâr edilemez. Bunun yanında, toplumun bu zafiyetini tespit eden politikacıların bunu istismar ettikleri gerçeği de göz ardı edilemez. Yöneticiler, toplumdan farklı değildir, her toplum layık olduğu gibi yönetilir. Bence politikacıların görevi zaaflardan yararlanmak değil, toplumun bilinç düzeyini yükseltmek olmalı. Milletini seven yöneticiler, sömürü niyetine dayalı kolay politikalar yerine saygın milleti öncelikleyen zor politikaları tercih eder.


Kişiyi harekete geçiren istek merkezlerinin kafa, gönül, ruh, mide vb. olduğunu biliyoruz. Bu merkezler bizim için müteharrik noktalar. Siz hangi merkezin tatminini önemsiyorsanız ayaklarınız oraya gidecek, konuşmalarınızı o belirleyecek, zihniniz onunla ilgili tezler geliştirecektir. Bir toplum ve o toplumun kanaat önderleri, varmak istedikleri hedefe göre bedenindeki merkezlere ivme kazandırır.


Toplum dediğimiz kitlelerin düşünme, üretme ve uygulama yeteneği, sayı arttıkça irtifa kaybeder. Azalan sorumluluk, bir bakıma düşünme kalitesinin düşmesi sonucunu doğurur. Bu aşamada, münevver denen, düşünen insanlara büyük sorumluluk düşer. Bu, “ne istediğini bilmeyi” öğretme sorumluluğudur.


Bir gün Hz. Hızır, hem yoksul hem bekâr hem kör biriyle karşılaşır. Ona, bir dilek hakkının olduğunu, bu dileğini bekârlıktan veya yoksulluktan kurtulmak ya da gözlerinin tekrar görmesi için kullanabileceğini söyler. Adam, “Oğlumu, çil çil altınları sayarken görmek istiyorum.” der. Böylece bir taleple üç ihtiyacını da gidermiş olacaktır. Adama bu talebi yaptıran, ya ihtiyaçlarındaki şiddet derecesi ya da birilerinin öğretmiş olmasıdır.


“Aydın” sıfatı kazanan herkesin, yetiştiği topluma vefa borcu vardır. Aydın, toplumun düzeyine inmemeli, toplumu kendi düzeyine çıkarmalıdır. Çileli, sabır gerektiren, zorlu süreçtir bu. Anlaşılmamak, yanlış anlaşılmak tehlikesi var bu yolda. Belki, toplum dışlayacak kendi içinden çıkardığı “aydın” kimlikli insanları. Buna rağmen, aydınlar, “halka hizmet, Hakk’a hizmet” inancıyla hizmete devam etmelidir.


Çıplak ayakla gezdiği için ayakları nasırlaşan Afrikalılara terlik ihtiyaçları olduğunu kabullendirmek, bir reklâmcının değil, bir “aydın”ın olmalıydı. Reklâmcı, bu ihtiyacın rantını yiyecek, aydın ise vefa borcunu ödeyecektir. Bu aşamada, halkın görevi ise kendisine hizmet edenin peşini bırakmamak, ona sahiplenmek olmalıdır.


Türk toplumu olarak, ihtiyaçlarımızı doğru tespit ettiğimiz, o hedefe doğru ilerlediğimiz söylenemez. Günübirlik yaşayan bir milletiz. Yarınlara yaptığımız yatırımlar ise, insanlık onurunu yüceltici, sorunları temelden çözücü nitelikte görünmüyor. Temel hakları verilmeyen, yarınlarına güven duymayan, temsilcilerinden emin olmayan bir toplum, birey bazında ne kadar mutlu, kişi olarak ne kadar onurlu, dünyada ne kadar saygın olur? Bunu da siz düşünün!


Ne istediğimizi bilmek, şeref sahibi olmak, sanatımızı geliştirmek, temel haklardan ödün vermemek zorundayız. Yarının sahibi genç öncülerin böyle modellere ihtiyacı var. Ancak halk için bir şeyler yapanlar, Hakk’a yakın olabilir. Hakk’ın istediği de halkla beraber hak yolunda olmak değil mi? Ne istediğimizi bilelim, halka öğretelim.