7.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1287

Değişen Bayramlar, Değişen Partiler

“Nerede eski bayramlar” hayıflanması ne kadar gerçekçi? Şimdiki bayramlar bazı açılardan çok sığ, bazı bakımlardan eskisinden daha da güzel.


 “Büyüklere saygı, küçüklere sevgi” gösterisinin yoğunlaştığı eski bayramları birçok ailenin bugün yeterince yaşayamadığı doğru. 


Kalabalıklar içinde yalnızlaşmış şehirli insanımızın, komşuluk ve arkadaşlık ilişkileri geliştirmekte zorlandığı bir çizgideyiz. Bu değişim çizgisi nereye doğru gidiyor?


Anadolu’dan büyükşehirlere göçün öncüleri olan ilk nesillerde, yakın semtlerdeki akraba ve hemşerilerle kurulan bağlar bu yalnızlık girdabından kurtaran can simitleri idi. Bu durum onların yalnızlaşmasını önlemiş, Anadolu’dan taşıdığı gelenek ve kültürlerin devamını sağlamıştı. Ancak bu durum aynı zamanda birinci neslin şehirlileşme sürecini yavaşlatan bir unsur olmuştu.


Daha sonraki nesiller için doğduğu şehre aidiyet duygusu ağır basmakta, arkadaş ve beslenilen kültür çevresi değişmekte. Ailelerin yerini cemaat, tarikat, kulüp ve dernekler almakta. Bazı ailelerde bu değişim yavaş, bazılarında keskin olmakta. Ancak birinci neslin alışkanlık ve geleneklerine nazaran köklü bir değişim gerçekleşmekte. Hatta birinci nesilde bile eski geleneklere bağlılık zayıflamakta. TV ve gazeteler sosyal değişimi yönlendirmekte.


Eski geleneklerine tam bağlı olanlar, kurban kesme alışkanlıklarını bile gerekirse otoban kenarında, parklarda, apartman bahçesinde devam ettirmeye çalışırken, yeni nesil Belediyelerin modern kesim mahalleri, vekâlet yoluyla kurumlara kestirme veya çoğu yabancı sermayeli büyük marketlerin kurban kesme ve paketlenmiş olarak eve teslim hizmetlerini tercih etmekteler.


Esas olan çağın gerçekleri ile inancımızın gerektirdiklerini sentezlemek ve bunu yaparken bayramın asıl maksadından uzaklaşmamak. Bir yandan Yaradan’a karşı yapabileceğimiz fedakârlıkları yapmak, aynı zamanda toplumsal dayanışma ve kaynaşmayı artıran usuller geliştirmek. Bunu yapmayı başardığımız her yeni çözümü, bu maksada vardıracak her açılımı sempati ile karşılamak lazım.


********************


Siyasi Partilerimizde Değişim


Türkiye’nin sosyal yapısındaki değişim bundan ibaret değil. Şehirleşme ve iletişimin hızlandığı, bilginin çok hızlı üretilip, çok kısa zamanda geniş kitlelere yayıldığı bir çağın gereği olarak sosyal yapımız ve değerlerimiz değişmekte.


“Milli Görüş” çizgisinden gelenlerin kurduğu AKP yöneticilerinin, yıllarca lanet okudukları ABD, AB ve İsrail devletleri ile yakın ilişkinin ötesinde “stratejik ortak” olma çabaları bir şaşkınlık dahi uyandırmamakta. Halkımızın AKP’nin yöneticilerine duyduğu güvenden midir, yoksa “emperyalizmin propaganda gücüyle kitleleri uyuşturmasından” mıdır bilmiyorum, ancak bu büyük değişimin hoşgörüyle karşılandığı ve hatta adeta teşvik edildiğini söyleyebilirim.


“Başörtüsünü laiklik için büyük tehlike olarak nitelendiren” kesimler, oy verebileceği yegâne parti olarak gördükleri, CHP’nin çarşaflı ve türbanlılara kapılarını açmasına çok tepkili.  


CHP lideri Deniz Baykal’ı yıllardır iktidar olmak istemeyen, ana muhalefet olmanın kolaycılığına kaçan, tembel bir lider olmakla suçlayanlar ile yeni açılımı eleştirenlerin aynı olması ilginç.


CHP, sıkışıp kaldığı yüzde 20 mertebesindeki oy oranını artırabilmek ve iktidar adayı olabilmek için “merkez sol” bir parti olmak zorunda. Ancak merkezin değerlerine uzaklaşmamış, uç kesimlerin “az olsun bizim olsun” kolaycılığına kaçmamış, geniş kitlelerle kucaklaşmış bir CHP iktidar alternatifi olabilir.  


Baykal samimi ise ve başarabilirse, hem iktidar alternatifi olabilir ve hem de Türkiye’de yaşanan laik- anti laik kavramları ekseninde yaratılan suni gerilimin yok edilmesine, normalleşmeye dönülmesine hizmet edebilir.


MHP’nin, “Alevi açılımı” adı verilen son çıkışının da bazı kesimleri şaşırtmış olduğu anlaşılıyor. Genellikle Alevilik ve Aleviler hakkında bilgisi az olanlar ile kendisini Alevi olarak tanımlayanların arasındaki büyük farklardan haberi olmayanların bu şaşkınlığa düştüğünü düşünüyorum.


MHP’nin “Ali’siz Alevilik” gibi uç fikirleri savunan kesimlerle birlikte olması düşünülemeyeceğine göre, bu milletin öz değerlerini benimsemiş ve Türk geleneklerini yaşamakta olan Alevi vatandaşlarımızla yakınlaşması bir sosyal değişimin değil, siyasi bir eksikliğin fark edilmiş olması anlamına gelmekte.


Hele 1980 öncesi, MHP’nin efsane lideri Türkeş zamanında, MHP ve Ülkücü teşkilatlarda görev yapmış Alevi vatandaşlarımızın sayısı ve bu kitleden aldığı destek düşünülürse, “bu konuda geç bile kalınmıştır” denilebilir. Bu cümleleri MHP ile Kürt kökenli vatandaşlarımızın ilişkileri açısından da söyleyebiliriz.


Asıl olan, merkezdeki halkımızın bütün kesimleriyle kucaklaşmak, iktidar olarak ülkeye hizmet etmekse, siyasi partilerimizde bu maksada hitap eden değişimleri anlayışla karşılamak gerekir.


Kurban Bayramının ülkemiz ve insanlık için huzur, barış ve refah vesilesi olmasını dilerim.

Namazı Bir de Böyle Kılalım

0

Öncelikle bu konuyu neden yazmak ihtiyacı hissettiğimi söyleyeyim.


Namaz ile diriliş platformunun YUNUS EMRE (dolphin) kültür merkezinde yapmış olduğu sinevizyon gösterisi ve konuşmalar üzerine bu konuyu yazma ihtiyacı hissettim.


Namaz miraçta farz kılınmış olan bir ibadettir. Dolayısıyla ‘Namaz  müminin miracıdır.’Miraç: Allah (C.C)’ ın peygamber (SAV) i ruh ve beden olarak huzuruna kabul edip Onunla görüşüp konuşmasıdır. Dolayısıyla namaz biz Müslümanların Allah’ın huzuruna çıkıp Onun ile konuşmamız, Onunda bizimle konuşmasıdır.


Namaz Müslümanların Allah (C.C) ile iletişimdir.


Bildiğiniz üzere islamın şartı beştir.


Kelime-i şehadetten – yani bir insanın Müslüman olmasından- sonra yapması gereken ilk ibadet namazdır. Ahirette sorgulanacağı ilk ibadette namazdır. Namaz aynı zamanda ‘Dinin direğidir.’ Müslümanın hayatında namaz bu derece önemlidir. ‘Namaz dinin direğidir’ Ana direği taşıyıcı direğidir. Öyleyse dinimizin direklerini sağlam yapmamız gerekir ki ayakta durabilsin yıkılmasın.


Ev, okul, bina vs. yaparken direksiz yapıyor muyuz ? Direksiz yaparsak uzun ömürlü olur mu? Ana direklerin sağlam olması binanın, sahibini ve içerisindeki insanların selameti açısından çok önemlidir.


 Bunu anladıkta, dinin direği olan namazı nasıl sağlam yapacağız?
İşe temelden başlamak lazım. Namazdan önce abdeste, abdestten önce istibra ve intincaya dikkat etmek gerekir.


Müslüman erkekler küçük abdestlerini aynen büyük abdest bozar gibi oturarak halletmeli, defi hacetten 4-5 dakika sonra abdest almalıdır ki abdestti sağlam olsun.
Aksi taktirde ayakta defi hacet yapar hemen abdest alırsanız mesanede kalan idrar parçacıkları dışarı çıkar abdestiniz bozulur. Sizde abdestsiz namaz kılmış olursunuz. Abdestsiz namaz kabul olur mu?


 Bektaşiye sormuşlar ‘ Ben kıldım oldu bile’ cevabını vermiş. Burası işin temelidir. Temelsiz hiç bir şey olmaz. Abdest olmayınca namaz, namaz olmayınca da, direk olmaz, dinimiz direksiz kalır. Sonuç ne mi olur? Onu da biraz siz düşünün.


 Manevi bir enkaz altında kalmamanızı temenni ederim.
Cenabı hak bir ayetinde ‘ Namaz insanları- yani kılanları- her türlü kötülüklerden uzaklaştırır’ buyuruyor.


Şimdi düşünelim bu ayet yani; Allah sözü. Allah buyuruyorsa mutlaka doğrudur. Haşa Ondan yalan ya da yanlış bir söz sadır olmaz. Gelelim diğer tarafa bizler ve namaz kılan diğer Müslümanlar beş vakit namazımızı kılıyoruz ama birçok haramı ve günahı da işliyoruz.
Yani kıldığımız namazlar ayette ifade edildiği gibi bizi ‘ haram ve günahlardan’ alı koymuyor. Bu da bir gerçek.


Burada bir zıtlık var bunu çözmek gerekir. Bu durumun iki sebebi vardır.


1- İstibra ve istincaya dikkat etmediğimiz için abdestimiz bozuluyor. Bizler abdestsiz namaz kılıyoruz. – hemde yıllarca- namaz kıldığımızı zannediyoruz.


Bektaşi gibi kendimizi kandırıyoruz.


2-‘ namaz müminin miracıdır.’ Namazda insan Rabbinin huzurundadır. Onun misafiridir. –olur mu böyle şey demeyin- camiler Allah’ın evleridir ya –Beytullah- Allahın evi demek değil mi?


Bu şu demektir Allah ( C.C) günde beş defa sizi huzuruna kabul ediyor, sizinle görüşüyor.


Yeryüzünde günde beş defa ziyaretine gidebileceğimiz başka bir varlık var mı ya da gitseniz hergün beş defa sizinle kim görüşür, sizi dinler, sizi kaale alır mı?
Bir iki üç gün derken sonra kovulursunuz. Anneniz babanız bile her gün beş defa sizinle görüşmez Allah (C.C) size bu kadar değer veriyor sizi bu kadar önemsiyor siz farkında olmasanız bile…


Belgesel izleyenler bilir; Bilim adamları bazen ormanlarda bazen de deniz ve nehirlerde yakaladıkları canlıları timsah aslan vs. üzerlerine derinin altına verici yerleştirerek doğal ortamına salıyor sonra sürekli olarak onları izliyor, gelişme ve değişmelerden haberdar oluyorlar.


Bir insanın üzerinde böyle bir verici bulunsa her yaptığı iş izlenip takip edilse oda bunu bilse yasak olan, suç sayılan bir işi yapabilir mi? Yapamaz.


İnsanlar suç işleseler bile bunun gizli kalmasını ister açığa çıkmasından rahatsızlık duyarlar.


Oysa bir Müslüman günün 24 saatinde Allah (C.C) ın gözetim ve denetimi altında olduğunu bilir. Her yaptığı işin, her konuşmasının kaydedildiğini bilir.


İnsanlar bu düşünce ile namazlarını kılsalar her yaptığınızdan haberdar olan varlık sizi günde beş defa rapor vermeye çağırıyor sizde gidip raporunuzu sunuyorsunuz.


Sabah namazını kılan bir insan Allah’a yalan söylemeyeceğine, gıybet etmeyeceğine her türlü haram ve günahtan uzak duracağına diğer görevlerini de yerine getireceğine söz verir.


Öğlen vakti Allah (C.C) onu huzuruna çağırır ve rapor ister sözünü tuttun mu tutmadın mı tuttuysan ne ala ne güzel tutmadıysan öğlen namazını da sözünü tekrarlarsın ikindi akşam ve yatsı namazında sözün sana hatırlatılır, sende verdiğin sözde duracağına, iyi bir insan olacağına her gün beş defa söz verirsin, verdiğin sözü tutmak zaten insanlığın görevidir. Ama bir yalan iki üç beş yalan aldatma, sözünde durmama size yapılsa ne yaparsınız?


Günde üç beş kez size yalan söyleyen bir insanın huzurunuzdan kovar ona karşı artık mesafeli olursunuz.


Ama Allah (C.C) kullarına karşı mesafeli olmuyor.


Rızıklarından ömürlerinden kısmıyor onları hemen cezalandırmıyor.


Bu düşünceyle namazlarını kılan bir Müslüman yalan söyleyebilir mi, haram yiyebilir mi, üç kağıtçılık, sahtekarlık yapıp insanları kandırabilir mi?


Elbette ki hayır.


Kötülüklerden haram ve günahlardan uzak duran insanlarda elbette ki iyi insan olur.


İşte bu şekilde kılınan namaz insanları tüm kötülüklerden uzaklaştırır.


Bugün böyle oluyor mu? İstisnalar hariç maalesef olmuyor.


 Neden ?


İnsanlar namazı dededen babadan görme bir alışkanlık olarak algılarsalar şu namazı da kılalım çıksın aradan düşüncesinde olursa, namaz sure ve dualarını doğru okumayı bilmezse, namazı ibadetten öte bir kültür haline gelirse işte o zaman insan hem namaz kılar hem içki içer, hem namaz kılar hem yalan söyler, hem namaz kılar hem de her türlü haltı karıştırır. Çünkü namazın ne demek olduğunu bilmiyor.


İbadet yapmak güzeldir, ibadeti şuurlu-ibadet gibi yapmak daha güzeldir.


İbadetlerimiz alışkanlık olmaktan çıkarmamız gerekir.


Cami cemaatinin artması elbette ki sevindirici bir olaydır. Unutmamak lazımdır ki keyfiyet(kalite) kemiyetten(sayıdan) önemlidir.


Her namaz kılanın bir kişiyi namaza başlatması güzeldir ama haramdan, yalandan, günahtan vazgeçmesi daha önemlidir.


Bugün cami cemaati namazı gereği gibi kılmış olsalar toplumdaki yanlışların kötü,lüklerin yarıdan fazlası azalmış olur. Camide aynı safta omuz omuza namaza duran insanların kaç tanesi birbirine güvenir. İmamla müezzin, imamla cemaat, cemaat ile imam birbirine ne kadar güvenirler ?


Bu gün insanlar birbirine borç para vermiyorlarsa parası olmadığından mı, güven duymadığından mı?


Düşünmeye değmez mi, üç beş günlüğüne alınan borçlar altı ay, bir sene iki üç sene bekletiyor ise bu kılınan namazlar ne işe yarıyor ?


Müslümanların %100 ünün bu şekilde namaz kılmasından ise %50 sinin namazı, namaz gibi kılması önemli değil mi?


Peygamber (SAV) bir hadisinde çocuklarımız yedi yaşına geldiklerinde onlara namaz kılmayı öğretiniz, 10 yaşına geldiğinde ise namaz kılmaya alıştırınız.


Ergenlik başlangıcının on iki yaş olduğunu düşünürseniz bu yaş hazırlık dönemidir.


Başka bir hadisinde ‘ evlerinizi kabristana çevirmeyiniz’ buyurmuştur. Bildiğiniz gibi mezardakiler Kuran okumaz namaz kılmazlar siz beş vakit namazın bir kısmını evinizde kılmak ve kuram okumak suretiyle aile ve çocuklarınıza örnek olun. Onlara namazı ve kuranı sevdirin. İbadetler gönüllü yapıldığı zaman kalıcı olurlar.


Baskı altında yapıldığı zaman baskı kalkınca ibadette kalkar.


Kurban bayramının  ülkemize İslam alemine ve tüm insanlığa huzur ve barış getirmesini Allah (C.C) niyaz ederim.

İsmail’i Doğrayanlar Koç’u Pazarlayanlardır

Saatlerini çabuk tüket ey ulu gece;
 Kurban Bayramıdır en derin bayram bence”

İlk cinayet Kabil’in işlediğidir. Gerekçesi ise haset. O gün bu gündür Kabil’in uzatmalı torunları (Avrupa+Amerika) kıtalararası balistik şer şampiyonluğunu rakipsiz sürdürürler.


Biz; iyi adamlarız, Habil’in tarafıyız. Adadığımız kurbanlar Sesin Sahibine gider. Ki zaten kurban edilsek de boyun eğişimiz bundandır.


Lâkin ‘şekere alışmış akrep, şekerden zehir yapmaya’ devam etti. Öldürmek vâcipti, farz oldu. Milenyum Müslümanlığında zûlme karşı sessiz kalmak tarz oldu.


Yaradılışın sırrı ve sorumluluğu, yeryüzünde Allah’ın adaletinin gölgesi olma, ‘Veliyyün külli Mazlûmin’lik kayboldu gitti. Sanki iyilikler, güzellikler Bağdat’a düşen ilk bombayla bitti.


Dur, bir seçim geçsin. Dur, bir geçim geçsin. Borsa seansları, küresel kriz ve “Yemekteyiz” biz. Evet, adamakıllı birbirimizi yemekteyiz.


On’ar günlük bayram aralıklarında gezineceğiz. – Allah kabul etsin – kurban kavurmalarını pişireceğiz. Kurban sonrası, seçilen-geçim trendine kaldığımız yerden devam edeceğiz.


Siz onları görseydiniz ‘deli’ derdiniz. Onlar sizi görseydi ‘bunlar Müslüman değil’ derlerdi”. Âlem-i İslam; 1.5 milyar âdem, 57 adet devlet. İran’ı saymazsak Amerika’ya karşı tık yok.


Acaba birileri, imanımızın anten ayarlarıyla mı oynuyor? Allah’ın emri cihad, Amerika’nın emri olmadan yürürlüğe giremiyor mu? Din bir etiketten mi ibaret hayatımızda?


Namaz, niyaz, oruç, zekât; hep riyadır, hep riya
Bir acayip ümmet olduk, ey Resûl-ü Kibriya.


İlk cinayetin fâiliydi Kabil. Sonu olmayan cinayetler bugün yine Kerkük’te, Kâbil’de işlenmeye aralıksız devam ediyor. İsmail’in çocukları her daim bıçak altında..


Üstelik bıldırcın ve kudret helvasını sermaye yapıp biriktirenler gibi ilâhi ikram koç’un bile pazarlamasını yapanlar var. Ve onların distribütörü, bayisi mübarek Müslümanlar.


Rabbim bayramları; nefsi muhasebeye, imanı murakabeye ve olan biteni müşahedeye vesile kılsın. Kuran’ı düşünme ve değerlendirme alışkanlığı versin. Ve Peygamberine kutlu beldelerde ihanet edenlerden eylemesin.


“Saatlerini çabuk tüket, ayını ve yıldızlarını yak ey gece;
Bizim kalbimizdeki kurbanlar kesilmeden önce”


Cümle mazlumların da güleceği bir Bayram hayâliyle..

Halkı Kazanmak İsteyen Dinini Dışlayamaz

Soner Yalçın, Hürriyet’te yayınlanan ve “CHP çarşafı ilk kez tartışmıyor” başlıklı yazısında, CHP’nin 1935 yılında gerçekleşen 4. Kongresinde “çarşaf ve peçenin yasaklanmasına dair” kanun teklifini nasıl tartıştığını anlatıyor.


Bu kongrede “yemeni, yaşmak, eşarp, türban değil”, sadece “çarşaf ve peçenin yasaklanması” teklif edilmişti. Ancak kongrede “çarşafın ve peçenin yasaklanmasına gerek görülmemiş, mesele tamamen yerel yönetimlerin inisiyatifine bırakılmıştı.”


Soner Yalçın, yerel yönetimlerin de sadece çarşaf ve peçeye yönelik bazı kısmi yasaklamalar yaptığını, daha ziyade “manto ve eşarpın özendirildiğini” söylüyor.


Yani tek parti hükümetlerinin idare ettiği dönemde bile, kadınlarımızın başörtüsünü düzenleyen herhangi bir yasal düzenleme yapılmamıştı.


Aynı yazının sonunda yazar Soner Yalçın’ın “Solcular özeleştiri yapmalıdır” alt başlığı altında yaptığı yorumu çok önemli buluyorum:


“Türkiye Solu’nun çoğunluğu kültürünü/dinini okuyup araştırmamıştır.”


“İslam’ı bilmemektedir.  Halkının inancını dışlamıştır.”


“Tasavvufu/Anadolu Müslümanlığı’nı elinin tersiyle iteklemiştir.”


“Tasavvufun, aklın ve bilimin öğretisi olmadığını söyleme kolaycılığına kaçarak kendi coğrafyasına yabancılaşmıştır.”


Eğer halkı kazanmak gibi bir derdiniz varsa, dininizi/kültürünüzü bilmek mecburiyetindesiniz. İslam’ı yobazların elinden kurtarmak için bunları öğrenmek zorundasınız.”


Yazıdan alıntı yaptığım bu cümlelere katılmamak kolay değil. Deniz Baykal’ın çarşaf ve türban kullanan kadınları CHP çatısı altına çekmek için yaptığı açılıma en büyük tepki, yine dinine/kültürüne yabancılaşmış solcu kesimden geldi. Kendi kitlesinden oy kaybı riski taşıdığı halde, AKP ve MHP bile Baykal’ın bu açılımını olumlu bulurken, solcuların bir kesiminden aldığı yoğun tepkiler CHP yöneticilerini şaşırtmış olmalı.


Gerçi CHP ve Baykal’ın, üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran anayasa değişikliğine karşı yürüttüğü “laiklik” eksenli radikal muhalefet ve konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımasının, bu açılım konusundaki samimiyetlerine dair kuşkulara sebep olması kaçınılmazdı.


Bana göre CHP Baykal döneminde, özellikle dış politika konusunda milli menfaatlerimizin gerektirdiği şuurlu, kararlı ve doğru bir duruş sergiledi. AB, ABD ilişkileri, Kıbrıs, Irak gibi temel dış politika meselelerine bakışı ve aldığı tavır, genellikle “tam bağımsızlık ilkesini” benimsemiş, Cumhuriyetimizin kurucusu olan partiye yakışır tavırlar oldu.


Baykal, CHP içindeki aşırı uçları yani mikro milliyetçileri (Kürtçüleri) ve ayrımcı Alevicileri (Alevileri değil), partiden uzaklaştırarak, Cumhuriyetimizin kurucusu partinin mirasçısı olmayı daha hak eden bir çizgi izledi. Bu politikası sebebiyle PKK’nın baskısı veya sempatisi ile oy kullanan kitlelerden oy alamamak ve Güneydoğu bölgesinde hiç varlık gösterememek gibi bir riski göze aldığı aşikâr. Alevi oylarından bir kısmını da AKP ve DTP’ ye kaptırdığını söylemekte mümkün.


Bütün bunlara rağmen Baykal’ın buraya kadar anlattığım politikaları bana doğru geliyor.


Ancak iç politikada türban ve laiklik temelinde yürüttüğü politikalarla, partisinin radikal çekirdeğinin kemikleşmesine yardımcı olmakla beraber, CHP’nin Türkiye’nin ana seçmen kitlesi ile kucaklaşıp, kitlesel bir sol parti hüviyeti kazanmasına engel olduğunu düşünüyorum.


Merkez seçmenin inanç ve kültürüne yabancılık ifade eden siyasi tavırları yüzünden, CHP’nin iktidar alternatifi olmaktan uzaklaşmış olmasının, Türkiye için şanssızlık olduğu kanaatindeyim. Çünkü CHP’nin (ve kendine has sebeplerden dolayı MHP’nin) geniş kitlelerce hala iktidar alternatifi olarak değerlendirilmemesi, AKP’nin (ABD, AB, Kıbrıs, Irak, terör ve özelleştirme politikalarında) yaptığı vahim hatalarının görülmesine mani olmaktadır.


CHP’nin yaptığı bütün olumlu muhalefet, “dinine/kültürüne yabancı” bazı tavırlarının gölgesinde hiç dikkate alınmaz hale gelmektedir.


Halkımız, iktidar partisinin yaptığı bütün hatalarını ve bir kısım yolsuzlukları kendi “dininden/kültüründen” kabul ettiği insanlara güven duyması sebebiyle ya hiç görmemekte veya hoş görmektedir. Bu durumun AKP için de, alternatifsizlik durumu yaratmakla birlikte daha çok hata yapmasına sebep olduğu için,  bir şanssızlık olduğunu düşünüyorum.


CHP’nin çarşaflı ve türbanlı kitleyle kucaklaşmasını sağlayacak her açılım ülke menfaatinedir. Baykal bu açılımda başarılı olursa, kangren haline gelen başörtü meselesinin çözülmesi ve bu alanda yaratılan sosyal gerilimin düşmesi mümkün olabilir. Zira CHP’nin katılımı olmadan başörtüsü meselesinin çözümünün mümkün olmadığı anlaşılmıştır.

İmralıya Merhamet!

Bu merhamet gözleri yaşartır!
Gözden yaş akar da, duygudan mı, kinden mi bilinmez.
Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir ülkede, böylesi bir katil bu derece mükâfatlandırılmamıştır!


On binlerce insanın yaşına, cinsiyetine bakmadan katleden bir insan müsvettesinin, tahsis edilen adada canı sıkılmasın diye, yanına 5–6 arkadaş göndermek üzere çalışmalar başlatılmışmış.
Gerekçe; ruh sağlığı bozulmasınmış, ruhu sıkılasınmış;
Ruhsuzun ruhu mu sıkılır be?
“AB böyle dayatıyormuş”
“Tek başına olunca canı sıkılırmış”
Ey AB, madem bu kadar düşüncelisiniz de, evlerinizde beslediğiniz köpekleriniz neden birer tane?


Olmazsa birkaç metre ip, beş tane küçük, yuvarlak taş vs. de gönderin de, sıkıldıkça ip atlasınlar, beştaş oynasınlar.
Bir de atış poligonu ve gerekli gereçler falan…
Uzun zamandır silah kullanamadı, özlemiştir, hamlamıştır.
İnsanlık örneği gösterip(!) bir ruhun sağlığını koruyacaksınız da, peki şimdi şehit ailelerinin, gazilerin ruh sağlığı bozulmayacak mı? Onlar sizin insan hakları alanınızda yoklar mı?


Göndereceğiniz arkadaşlarından bir veya birkaçının, dağdan indirilen bayanlardan olmasını da ihmal etmeyin bari.
Malum biyolojik ihtiyaçlar da ihmale gelmez…
Sonra merhamete de ters.
Seneye bebe bezi, beşik vs, alsana nur topu bir gelecek.
Satırlardan da anlaşılacağı üzere, daha şimdiden benim ruh sağlığım bozuldu bile!


Bir taraftan da aklıma başka şeyler geliyor;
Acaba Karayılan ve benzeri hayvanatlar, börtü böcekler, bebek katili gibi paketlenip gönderilecek te, onlara in’mi hazırlanıyor?
Eğer öyle birşey varsa masrafımız artacak demektir.
Bir mahlûkat için ayda 4 trilyon harcıyorduk, bu durumda harcamamız da katlanacak.
Peki değermi bu kanı bedavalara?


Türkiye’de çok garip şeyler olmaya başladı.
Bir taraftan bir metre kare bezi siyasi silah olarak yıllarca kullananlar, çarşafa sempati besliyor,
Diğer taraftan devlet; katilleri, eşkiyaları, özel yalılarda, özel mamalarla besliyor.


Çarşaflılar sağ partideyse, korkunç birer öcü,
Sol partideyse eğer, partinin potansiyel gücü.


Allah sonumuzu hayreyleye.


Özet şu;
Beyler, milyonlarca canı yanmışların bedduaları o pisliğe yeter de, artar,
Dikkat edin o bedduaların istikameti değişmesin maazallah.


Hedefiniz nedir, yüksekmidir, alçakmıdır setler?
Bu kafayla da, bu memleket, yüksek setleri aşmaz,
Siz hesaplar yapa durun, Allah’da hesap yapıyor,
Sizinkini bilmem de, Allah’ın hesabı hiç şaşmaz.

Alevilik ve Türkiye

0

Türkiye’nin gündemini meşgul eden meselelerden biri olarak Alevilik ve Türkiye’de Alevilerin durumu ile ilgili tartışmalar son günlerde hız kazanmaya başladı. Konuyla ilgili çözüm hususunda siyasi çevrelerce olumlu yaklaşımların sergilendiğini de sevinerek görmekteyiz.


Bir meselenin çözümü onun doğru anlaşılmasında yatar. Bu sebeple konunun çözümüne dair yapılan tartışmalar esnasında dikkatle sorulması ve cevaplandırılması gerek en temel soruyu sorarak kısaca değerlendirmek isterim: Türkiye’deki Alevilik meselesinin temel nitelikleri nedir?


Alevilik konusu bilindiği gibi tarihimizde uzun bir geçmişe sahiptir. Mesele haline gelmesinin temel sebebi ise dini olmaktan ziyade siyasidir. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu ile Şah İsmail arasında yaşanan siyasi krizin Osmanlı toplumuna yansıyan önemli bir boyutunu Alevilik oluşturmaktadır. Siyasi çatışmanın dini boyuta kayması ve toplum içinde farklılaşmaya ve ötekileştirmeye gidilmesi neticesinde toplumumuz içerisinde zaman zaman Alevi-Sünni gerilimlerinin yaşandığı görülmektedir.


Bahsettiğimiz nokta sorunun çözümüyle alakalı atılacak adımlarda göz önüne alınacak temel noktalardan biri olarak değerlendirilmelidir. Zira dini olmaktan ziyade siyasi olaylar neticesinde ortaya çıkmaya başlayan bir meselenin toplumun genelinden “keskin sınırlarla” ayrı bir zümreye ait mesele gibi görülmesi, getirilecek çözüm önerilerinde düşülecek hatanın başlıca sebeplerinden birini oluşturacaktır. 


Tabii Alevilik Türkiye’de sadece siyasi boyuta sahip değildir. Siyasi boyutun yanında ve özellikle tarih sürecindeki gelişmeler esnasında ondan daha belirleyici olarak kültürel bir boyutu da bulunmaktadır.


Bu açıdan bakıldığında Aleviliğin tarihi süreç içerisinde daha ziyade göçebe Türk topluluklarının İslam yorumu, Bektaşiliğin ise daha ziyade Aleviliğin şehir kültürü içerisindeki yorumu olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla meselenin çözümü için atılacak adımların kültürel ve siyasi boyutlar dikkate alınarak atılması, hem farklılaşma sürecinin keskin sınırlara sahip olmadığının görülmesi, hem de keskin sınırlara taşımak isteyenlerin maksadının anlaşılması açısından gereklidir.


Peki, çizdiğimiz bu genel tablodan hareketle bakacak olursak Alevilerin taleplerinin karşılık bulabilmesinin ve meselenin çözüme kavuşmasının mümkün olduğunu söyleyebilir miyiz?


Bahsettiğimiz hususlara binaen ifade etmek gerekir ki Alevi Sivil Toplum Örgütlerinin taleplerinin karşılık bulabilmesi her şeyden önce “hangi Alevilik?” sorusuna verilecek cevaba bağlıdır. Zira gerek tarihi süreç içerisinde gerekse günümüz açısından gelinen nokta itibariyle bir tek Alevilik anlayışından bahsetmek mümkün değildir. Nitekim Alevi topluluklarının birbirlerine bakış açılarında da bunu görmek mümkündür. Bu sebeple “hangi Alevilik” sorusuna tam ve doğru cevap verilmeden çözüme yönelik çalışma yürütmek de mümkün gözükmemektedir.


Bu vesile ile gelecek Kurban Bayramı’nın bütünleşmeye ihtiyacımız olan şu sıkıntılı günlerde hayırlara, birlik ve bütünlüğümüze vesile olması dileğiyle bayramınızı şimdiden tebrik ederim.

Mübadele Gerçeği!

Ülkemizde son zamanlarda yoğun bir şekilde Türk tarihine ve geçmişte milletimizin yaptıklarına dair eleştiriler yapılmaktadır. Eleştirilerin birleştiği temel noktanın ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapı taşı “ulus-devlet” olduğu görülmektedir.


Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarında toplumun kozmopolit yapısı o dönemde var olan devlet sistemlerine uymadığı için (o dönemin genel devlet yapısı Fransız İhtilali’nin etkisiyle “ulus devlet”tir) İmparatorluk içindeki yabancı unsurlar dışarıdan benimsedikleri hamilerinin tahrik ve destekleriyle birer birer bağımsızlıklarını ilan ederek her biri kendi içerisinde bir ulus devlet olma yoluna gitmişlerdir.


Günümüzdeki dünya siyasetine baktığımızda özellikle globalleşme ile birlikte ülke sınırlarının yeniden şekillendiği bir ortamda bu sisteme engel teşkil eden en büyük yapının da “ulus devletler” olduğunu görmekteyiz.


Bu durumun bir boyutu olarak geçmişte nasıl Osmanlı toplumu içerisinde ülkenin ancak yabancı himayesine girerse kurtulacağına dair entelektüeller (!) çıkartılıyorsa günümüz toplumu içerisinden de ulus devlet karşıtı çeşitli entelektüeller (!) çıkartılmaktadır.


Nitekim en son geçtiğimiz günlerde Milli Savunma Bakanı’nın 10 Kasım’da Atatürk’ün ileri görüşlülüğüne dair mübadele örneğini vermesi ve “mübadele olmasaydı ulus devlet olur muyduk” şeklindeki açıklaması ulus devlet karşıtlarını mübadelenin mahiyetini eleştirmeye yöneltmiştir.


Değerli okuyucular, tarihte Türk milleti kadar göçe ve mübadeleye zorlanan başka bir millet yoktur. Özellikle 19.yüzyılın sonlarından itibaren yaşananlar milletimizin neredeyse yarısının yollarda telef olmasına sebebiyet vermiştir.


Tarihte 93 Harbi olarak anılan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı esnasında ve sonrasında Balkanlardan ve Kafkaslardan bir milyona yakın Türk göçe zorlanmıştır. Akabinde yaşanan 1912 Balkan Savaşları sonrasında yaşanan göçler ve 1. Dünya savaşı sonrasında yaşanan göçlerle Türk milleti yüzyıl içerisinde milyonlarla ifade edilen zayiatlar vermiştir.


Son dönemde eleştirilen 1923 mübadelesine gelindiğinde ise bu mübadelenin esas planlayıcısının Yunan Başbakanı Venizelos olduğu görülmektedir. Kendisi “büyük Yunanistan “ hayali ile Anadolu topraklarına girmiş ve o dönemde Ege ve Orta Anadolu’da yaptıkları hiçbir harpte görülmemiştir.


Ancak Yunan ordusunun Ege’de denize dökülmesi neticesinde Yunan iç politikasında Venizelos’a muhalefetin oluşması kendisini, hiç değilse homojen bir Yunan devleti oluşturmak için Anadolu’daki Rumların Yunanistan’a Yunanistan’da ki Türklerin Anadolu’ya göç ettirilmelerine sevk etmiştir. Nitekim Lozan görüşmeleri sırasında Lord Curzon bu isteği Türk tarafına iletmiş, ülkemizin içerisinde bulunduğu durum barışı gerektirdiği için istek kabul edilmiştir.


Neticede Batı Trakya’daki Türkler ve İstanbul’daki Rumlar hariç diğer bölgedekiler mübadele edilmişlerdir. Mübadele sonucunda Türk tarafı kısa süre önce de göç yaşadığı için hem bürokratik hem de ekonomik yönden Yunan tarafına göre daha az sıkıntı çekmiş fakat Yunan tarafı bu göçün getirdiklerini 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya yakınlaştıktan sonra aşabilmiştir.


Bu noktada önemli bir ilke karşımıza çıkmaktadır: Tarihi bir olay tartışılırken o dönemin şartlarına göre düşünmek gerekir. Günün şartlarına göre o dönemi yargılamak kişileri yanlış yargılara sevk eder.


Tüm bahsettiklerimize binaen dünyada var olan küresel kriz artık katı kapitalizmin ve onun uzantısı olan globalleşmenin çöktüğünün habercisiyken bizdeki bazı sözde entelektüellerin hala ulus devlet yapımızı eleştirmeleri neticesinde sorunun aslında “nasıl olur da Anadolu Türk vatanı olabilir, Türkleşebilir” meselesinden kaynaklandığını düşünmekteyim.


Çünkü bu topraklar vatan yapılması en zor olan topraklardır ve ecdadımız bin küsur yıldır kanıyla canıyla bu toprakları vatan yapıp Türkleştirmiştir. 


Birçok sözde entelektüeli esas rahatsız eden de bu olsa gerek. Çünkü bazı entellektüellerin yazılarında mübadeleyi eleştirirken çevremizdeki birçok İslam ülkesi arasında gayr-ı Müslimlerin en az yaşadığı ülke olarak Türkiye’yi göstermeleri ve daha da ileri gidilerek geçmişte var olan gayr-ı Müslim nüfus devam etseydi dini, mimari ve kültürel olarak daha ileriye gidebileceğimize dair ilginç (!) teoriler ileri sürmeleri, yukarıdaki kanaatimi destekler nitelik taşımaktadır.


Netice itibariyle, Türkler bu topraklara ayak bastığından beri hem içeride hem dışarıda birçok sorunlarla boğuşmuştur ve boğuşmaya devam etmektedir. Ancak şunu belirtmek isterim ki bu topraklar son Türk kanını verene kadar Türk vatanı kalacaktır. Bize atalarımızdan gelen en büyük genetik miras budur!


İyi haftalar.

Yetiştirme Planı

0

Olay Japonya’da geçiyor. Japonya’da 1947 tarihli yasalara göre kadınların tahta geçmesi yasakmış. Hatta bu yasayla hanedanın kadınları, evlenince sarayı terk etmek zorunda kalıyorlar; hak ve imtiyazlarını yitirerek sıradan bir vatandaş oluyorlarmış.


Japonya Prensesi Sayako’da geçtiğimiz yıllarda, Tokyo Belediyesi çalışanlarından biri ile evlenerek sıradan bir vatandaş olmuş. Sayako, saray dışı yaşama hazırlık için önce ehliyet kursuna gitmiş, süpermarketlerde alışveriş yapmış, kataloglardan mobilya ve eşya seçmiş. Bunları, gelecek hayatıyla ilgili meziyetlerini güçlendirmek için yapmış.


Düşünün bir kere prenses olarak yaşıyorsunuz. Araba kullanmamış, süpermarkete gitmemiş vs. bir gün sarayı bırakıp evleniyorsunuz. ( Belki daha özgür olabilirsiniz o ayrı bir konu.) Kişisel gelişiminize neler katıyorsunuz? Araba kullanmak, alışveriş yapmak…


Japonyada’ki prensesler gibi ülkemizde de gerçek hayatı bilmeden yetiştirilen birçok insan var. Özveriyi, sabrı, zorlukları görmeden yetişen birçok prensler ve prensesler var. İş hayatına atıldıklarında ya da yuvadan uçtuklarında karşılaştıkları hayatta çok zorluk çekiyorlar. Yaşamları boyunca hiç bilmedikleri şeyleri istemek de bizim adımıza yanlışlık değil mi?  Unutmayalım ki, prens ve prenseslerimizin kendilerine neler kattıklarının başarısı bizim onları yetiştirme planlarımızın başarısına bağlı. 


Hani bir hikaye var ya; Adamın biri bir gün Kelebeğin kozadan çıkmasını bekliyormuş. Bakmış ki kelebek kozadan çıkmakta çok zorlanıyor, kozayı eliyle yırtmış, kelebek rahat çıksın ve beklemiş hemen uçsun diye. Ama kelebek hiç uçamamış ve bir süre sonra da ölmüş. Çünkü adamın bilmediği bir şey varmış. Kozadan çıkmaya çalışan kelebek kanatlarını açmaya çalıştıkça kanatları kuvvetlenir ve uçması kolaylaşırmış. ( Benzer bir örnek de; Bebeğimiz ağladığı zaman çok üzülürüz ya hâlbuki ağlaması ciğerlerinin gelişimine yardımcı olur.)


Saygılarımla.

Can Dündar’ın ‘Mustafa’sı’ Üzerine

Tenkitler sebebiyle daha da dikkatle izlediğim M. Kemal Atatürk’ün hayatını belgesel tarzıyla gösteren film hakkında şu tespitlerimi paylaşmak isterim.


Filim 1.bölümünde Atatürk’ün çocukluk, öğrencilik ve peşinden harp yıllarını anlatmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun cepheden cepheye giden bir kurmay subayı olan Mustafa Kemal Şam’dan Trablusgarp’a gönüllü savaşmaya gitmektedir. Oradaki savaşta gözünden yaralanıp tedavi mecburiyeti üzerine İstanbul’a döner. Askeri ateşe olarak Balkanlara gidiş ve onurlu bir temsil görevi anekdotu. Tam tekmil bir yeniçeri kıyafeti ile temsil çarpıcı mesaj verebilmek için seçilmiş bir unsur. Mustafa Kemal’in bilgi ve zeka ürünü. Daha sonra Çanakkale savaşındaki başarılar ve İmparatorluğun 1.Cihan savaşına sokuluşu sonunda devletin çöküşü… İşgaller, göçler, çeşitli felaketler peş peşe. Üzüntü ve yeis içindeki çaresizlikler… Bir devletin iyi yönetilemeyişinin getirdiği büyük kayıplar, akabinde kurtuluş savaş. Ta Polatlı’ya kadar gelen Anadolu’nun işgali ve buna karşın bir milletin yeniden ayağa kalkışını sağlayan bir başkomutan. Çok ibretli, çok hikmetli ve hayranlık bırakan yönleri ile Mustafa Kemal Paşa…


Filmin 2.yarısı Cumhuriyetin ilanı ve sonrası,  O’nun özel hayatı, bugünün şartlarında ve bugünkü bilinen şekliyle bir devlet adamı vasfı ile Atatürk’ü anlatmaktan ziyade kişisel günlük özellikleri vurgulanmakta. Dolayısıyla yaptıkları yeterince anlatılamamış diye düşündüm. Şöyle ki; Devlet adamı Atatürk çok kitap okuyan ve kritik eden bir insan… Okuduğu kitap sayısı, altını çizerek ve yanlarına anekdotlar düşerek okuduğu kitaplar bilgi olarak verilebilirdi. Dini hayatın daha doğru anlaşılması için Kurânı Kerimin Türkçe meali ve hadislerin Türkçeye çevrilmesini sağladığı gösterilmeliydi. Güneş dil teorisi ile Türkçeye çok önem verdiği vurgulanmakla beraber yeni kelime üretmekte aşırıya kaçılmakta olduğunu fark ederek günlük Türkçeye önem verilmesi gerektiği vurgulanabilirdi. Batı müziğine teşvikler vermekle beraber günlük hayatında Türk müziğini de ihmal etmediği daha belirgin gösterilebilirdi. Türkiye Cumhuriyetinin milli ekonomisinin gelişmesi için yaptıkları (Demirçelik fabrikası, Seka fabrikası, 1.iktisat kongresi, ulaşımda demiryollarındaki gelişmeler, özel sektörde Demirören’in uçak üretimine destekleri…) filimde gösterilerek belgesel daha öğretici olabilirdi.  Sağlıkta verem savaşı, sıtma savaşı, aşı ve serum üretiminde Ankara Hıfzısıhha Enstitüsü örneği (1927 de temeli atılıp 1931 de aşı ve serum ihraç edecek bir kurum), yakın çevresini bile şaşkına çeviren  Ankara şehri projelendirmesi (ana bulvarların genişliği, belirli bir mimari çizgi anlayış). Onu ve Türk milletini iyi bir yönetici ile neler yapabileceğini gösteren bir yığın unsur…


Hatay üzerindeki duruşu daha net vurgulanabilirdi. Ayrıca nutukta okuduğumuz ve aşağıda metnini  gördüğünüz bilgiler gibi anekdotlar da aktarılarak ileri görüşlülüğü ve büyük devlet adamlılığı vasfı  pekiştirilebilirdi.


 “Bugün Sovyetler Birliği Dostumuzdur. Komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı
gibi, Tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür.  Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) Bize yakınlaşmasını  bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.”                       


Özellikle filmin 2. bölümünde bunların ve benzeri unsurların yerine içi yeterince doldurulmamış kişisel özellikleri anlatıldığı için Mustafa filmi bir eksiği tamamlamakla beraber bir Türk büyüğü ve devlet adamına yeterince anlatamamaktadır. Dileriz ki bu eksikleri de giderilmiş yeni çalışmalarla milletimizin Atatürk’ü ve yakın tarihi daha iyi öğrenmesi sağlanır.  

Tarihi Kentler Birliği ve Kocaeli Büyükşehir Belediyemizin ev sahipliği

Geçen hafta yapılan muhtelif toplantılar ile şehrimizin  tarihi kimliği  ve kimlikle ilgili muhtelif unsurların çeşitli tebliğ ve ziyaretler ile  değerlendirilmesini takip ettik.


Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin ev sahipliğinde yapılan bu çalışmalar şehrimiz için bir başlangıç sayılır. Bu alanda atılacak yeni adımlara önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum.


Bu vesile ile şu bilgileri paylaşmak istedim. 2005 yılında Kocaeli Büyükşehir Belediyesi başkan danışmanı (Sağlık ve Sosyal konularda) sıfatımla  teknik konulardaki danışman olan  Sn. Adnan Bilgiç ile bir değerlendirmemiz olmuştu.  Bu sebeple tarihi konularda şehrimizi çok iyi tanıyan Sn. Ahmet Galitekin (kendileri Sultan Baba, Gölcük, Ereğli, Körfez, Fevziye camiinin tarihçesi gibi eserlerin yazarıdır) ve Sn. Osman Nuri Cebe’den aldığım bilgiler ışığında tarihi mekanları yerinde görerek neler yapılması gerektiğini konuşmuştuk.  Sırrıpaşa Köşkü, Yumurtacı Cami, Portakal Hafız mescidi, Süleyman Paşa hamamı,  o civardaki tarihi çeşmeler, tarihi surlar, Saray tepesindeki eski adliye binası ve çevresi … Buraların birbirini tamamlayan önemli tarihi emanetler olduğu, pejmürde ve bakımsızlıkları sebebiyle bir kısmının yıkılmak üzere olduğunu görüp biran evvel günümüze uygun işlevlerde  yükleyerek kazanılması gerektiğini konuşmuştuk. Ayrıca Gölcük Saraylı’daki tarihi ipek yolu üzerindeki  Osmanlı hanını görerek burasınında güzel ve büyük bir toplantı mekanı halinde kullanılabileceğini tartışmış ve yapılması gereken işler arasına konulması gerektiğini konuşmuştuk.  Ayrıca Gebze Çoban Paşa Külliyesi,  Darıca’daki kale içi Eski Hisar kalesi gibi tarihi unsurların şehrimiz için önemli mekanlar olduğu tespitini paylaşmıştık.


Bütün bu unsurlar üzerinde geçtiğimiz dört yıl içinde muhtelif çalışmalar yapılmıştır. Yıkılmak üzere olan yumurtacı mescidi minaresi yıkılıp kendi özgün şekliyle yeniden yapılmış, Portakal hafız mescidi projelendirilerek yıkılıp yeniden yapılmaya ihale aşamasına gelinmiş, Sırrı Paşa Köşkü istimlak edilmiş, Süleyman Paşa hamamı özgün haline uygun olarak yapılmak üzere ihale edilmiş, Gölcük’teki Kervansarayın projelendirilmesi tamamlanmış, Gebze Çobanpaşa külliyesinde çalışmalar başlamış ve sürmekte, Darıca Eski Hisar kalesinde çeşitli etkinlikler yapılmaktadır…


Tarihi kentler birliğinin müteakip toplantısına kadar  yukarıda saydığım bu  çalışmalar sonuçlandırılır ve diğer tarihi unsurlarda şehrimize kazandırılır ise   misafirlerimiz Sırrı Paşa konağında ağırlanır, Süleyman Paşa hamamındaki otantik hediyelik eşya alış veriş dükkanları gezdirilir, Gölcük tarihi İpek yolundaki kervansarayda tebliğler sunulur ve değerlendirmeler yapılır, Gebze Çobanpaşa külliyesi gezilip Darıca’daki Eski Hisar kalesinde bir etkinlikle misafirler ağırlanarak tarihi yoğunluğu  zenginleştirilmiş bir ev sahipliği yapılır umudundayım. Fırsat yaratılarak İzmit merkezdeki Gar binası, Fevziye camii, İzmit Lisesi, Elektronik kent müzesi de mutlaka gösterilmesi gereken yerlerdendir. Ayrıca Endüstriyel kentsel dönüşümde Türkiye’de örnek olan Seka Bilim Merkezimiz, Sanayi müzemiz, kütüphanemiz ve diğer unsurlar da tamamlanmış olarak misafirlerimize gösterilir diye düşünüyorum. Bütün bunlar bir İzmit’li olarak bizim iftihar edeceğimiz unsurlar olacaktır.  


Tarihi Kentler Birliği misafirleri hali hazırdaki çalışmalar ve yapılanları görmekle bile memnun olmuşlar ve taktirlerini belirtmişlerdir. Bu sebeple bütün bu çalışmalara destek veren başta Büyükşehir belediye başkanımız ve diğer başkanlarımıza, konuya çok hassasiyet gösteren ve önemli tarihi unsurları şehrimize kazandıran eski valimiz Erdal Ata’ya ve bu konuda hizmeti geçen tüm ilgililere, bu konuların gündeme gelmesini sağlayan ve takip eden ilgili sivil toplum kuruluş ve kurumlarına, hizmeti geçen tüm ilgili bürokrat ve çalışanlara Kocaeli halkının şükranları olacaktır kanaatindeyim.


Değişen ve gelişen bir Kocaeli de yaşamanın ayrıcalık ve mutluluğunu bize sağlayan tüm yöneticilerimize bu vesile ile şahsım adına bende teşekkürü borç bilir, Hizmet gayretlerinin artarak sürmesini dilerim.