6.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1285

Hac Esintileri 2

0

 

Medine’deki Peygamber misafirliğinden sonra kefenlik benzeri ihramları giyinip bir sabah vakti otobüslere binerek Mekke yollarına düştük. 2 yıl önce umre ziyaretinde geçtiğimiz bu yollarda bu sefer hacı adayı olarak yoğun duygularla hep bir ağızdan seslendirdiğimiz ‘lebbeyk’ nidalarıyla hicretteki peygamber izlerini kokladık.

Ve Mekke… Muhteşem kalabalık… Allah’ın evini ziyaret… Umre tavafı ve Sa’y… O büyük güne hazırlık…

İzmit esnafından Turan Fevzi Develi, Abdulrezzak Kocaelçi ve Gebze eşrafından Yüksel Yaylak beylerle Ahmet Kurucan Hocanın sohbetine gidiyoruz. Tavaf, Sa’y, Arafat, şeytan taşlama ve sembol ibadetler üzerine hocaefendinin müthiş tespitleri… İçimde  “Bu gönül insanları olmasaydı bir şeyler eksik kalırdı’ hissi uyanıyor. Kurucan hoca diyordu ki; ‘tavaf bir girdap gibi hem dönmek hem derinleşmektir. Mümin bu girdabın içindeki çöp gibi olmalı. Dirençsiz ve teslimiyet içinde derine daha derine gitmeli iç aleminde’.

Hac dönüşünde beni ziyarete gelenlere en önemli tavsiyem “gözü yaşlı,  gönlü kırık gönül insanlarıyla beraber olun” şeklindeydi.

Arafat… Peygamber Efendimiz “Arafatta ağlayın diyordu”, ” ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapın”. Hiç ummadığım insanlar bu tavsiyeyi ne güzel de yerine getirdiler.

Müzdelife Vakfesi…  şeytan taşlamaya yürüyüş ve Allah’ın “…Arafat’tan ayrılıp sel gibi akın ettiğinizde Meş’ari Haram’da Allah’ zikredin…” ayetinde belirttiği manzara içinde bir figür olmak… Bu zorlu yürüyüş Hacc’ın bedeni olarak imtihanının zirve noktası. Yaşlı ve hasta hacılarımız dahi sanki gençleşiyor. Genç bir doktor arkadaşımız bu “kafileden kimse bana hastayım demesin” diyerek hayret ve hayranlığını ifade ediyordu.

Anlatılanların aksine çok rahat şeytan taşlama imkanları oluşturulmuş. Arife yola çıkıp bayram gününün ilk saatlerinde  yapılan şeytan taşlamadan sonra çok yorgun bir şekilde otele vardık. Yatsak sabah namazına kalkamayacaktık. Eşimle beraber son bir gayretle tavaf ve hac Sa’y ını yaptık. O muhteşem yorgunluğu ve ondan daha da muhteşem olan görevini yapma, hacı olma duygusunu yaşamak ne güzel şeydi Allah’ım.

Mekke de dikkatimi çeken şeylerden biri sigara karşıtı afişlerdi. Sigaraların üzerinde kefenlenmiş bir insan afişi, kalbin üzerinde sigara izmariti söndürülen afiş ve gelin hep beraber Mekke yi sigarasız bir şehir yapalım afişleri çok güzeldi ve gerçekten sokaklarda sigara içen görmedim desem yalan olmaz.

Hac organizasyonunda Kabe de ve çevresindeki kutsal yerlerde güzel hizmetler yapan Suudi rejiminin şehircilik konusunda maalesef pek iyi olmadığını gördük. İşin uzmanlarının dile getirdiği duygu bende de uyanmıştı: Mekke ve Medine yönetimi İslam topluluğunun ortak yönetimine girmelidir.

Her sene güzel organizasyonu ile takdir aldığı bilinen Diyanet İşleri rehberlik ve turizmin alanına giren konuları ehil olan insanlara bırakıp sadece dini hizmet konularıyla ilgilenmeli. Diyanet şunu anlamalı ki her iyi hocadan iyi bir lider, iyi bir rehber olmayabilir. Rehber hocaların konuşma Arapçasını iyi bilmedikleri veya pratiklerinin iyi olmadığını da müşahade ettim.

Yine Hacıların dile getirdiği bir konu da Diyanetin kendi adını değil Türkiye’nin adını daha ön planda tutması gerekliliği idi.

Bütün dünya Müslümanlarının bir araya geldiği bu büyük buluşmada ortak dil olmaması maalesef bazı şeyleri eksik bırakmaktadır. İngilizce konuşma fırsatı bulduğumuz hacılarımızın büyük çoğunluğu Pakistanlı. Bir de bazı Afrika ülkelerinden veya Mısır’dan gelen Müslümanlarla İngilizce anlaşabildik. Maalesef Makedonya’dan Bosna Hersek’ten Irak’tan İran’dan Malezya’dan hatta Doğu Türkistan’dan gelen hacılarımızla ancak gönül diliyle konuşabildik.

Dr. Şefik Postalcıoğlu’nun Kocaeli Aydınlar Ocağı hacı uğurlama toplantısındaki tavsiyesiyle yanımıza Türkiye’den getirdiğimiz ay yıldızlı tesbihler ve Türk bayrağı rozetleri güzel hatıralara sahip olmamıza vesile oldu. Kabe’nin dibinde namaz saatini beklerken ay yıldızlı tesbihimizi hediye ettiğimiz Malezyalı bir çift önlerine dönüp hararetli bir şekilde cüzdanlarını karıştırdıktan sonra eşim ve bana bir Malezya banknotu uzattılar. Tabii şaşırıp almak istemediğimizi gördüklerinde “only for collection (sadece koleksiyon için)” kelimeleri döküldü ağızlarından mahçup bir şekilde. Hediyemizi karşılıksız bırakmak istememişler ve kendilerini hatırlamamız için onlar da bir hediye vermek istemişlerdi. Yine tesbih hediye ettiğim 12 yaşındaki Pakistanlı çocuk (İngiltere’den gelmişler) ‘bu benim mi?’ diye gözlerini hayretle açarak sorması ve 3 yaşındaki kardeşiyle bu tesbihle şen şakrak oynaması görülmeye değerdi. Ancak dönüş yolunda Cidde havaalanındaki mescidde yan yana saf tuttuğumuz Doğu Türkistanlı 3 yaşlı hacıya Türk Bayrağı rozeti verdiğimde gözlerinin nasıl parladığını ve vedalaşırken beni nasıl sımsıkı kucakladıklarını görmeliydiniz

Bu kutsal görevi yerine getirirken aynı kafilede yer aldığımız Kayseri grubundan Türk Ocaklarından İnşaat mühendisi Metin Soylu bey, Aydınlar Ocağından radyoloji doktoru Ömer Öztürk bey, Prof. Doktor Ali Kurtsoy bey, gönüllü rehberimiz Orhan Keşoğlu bey, Kocaeli’nden Remax temsilcisi Turan Çakar bey, Gölcük’ten kuyumcu Hasan Sarı bey ve yine Gölcükten petrolcü Ömer Kodaman bey,  Gebze TÜBİTAK MAM dan kimya mühendisi Haluk Mete Söhmen bey gibi çok değerli dostlar edindik.

Kendilerini buradan sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Yazmazsam eksik olacak: Harem’de namaz için beklerken ve saflar iyice sıkılaşmışken açılan çok küçük yere bir hacıyı davet etmek için başımı koridor tarafında ayakta bekleyen hacılara çevirince göz göze gelip açılan yere davet ettiğim kişi Kocaeli Aydınlar Ocağı hacı uğurlama yemeğinde beraber uğurlandığımız Elektronik Mühendisi İbrahim Yenice beyin ta kendisi idi. Tevafuk… İbrahim Beye de saygı ve selamlarımı sunuyorum.

Hac Esintileri

Sodan Sağa:Mustafa Toka, Metin Soylu, Pof.Dr. Ali Kurtsoy, Yahşi Macit ile Mescid-i Kıbleteyn ziyareti sonrası hatıra fotoğrafı.

Hac Esintileri

Ecyad caddesinde sigaraya karşı yapılan kampanya afişi. Şimdiye kadar gördüğüm en etkileyici sigara karşıtı afiş.

Hac Esintileri

Bayrak başörtüleri ile ilgi odağı olan Kocaeli’li bayan hacılarımız.

Hac Esintileri

Kimya Müh. Haluk Mete Söhmen ve eşi Diş Hekimi Ayşe Söhmen Uhud ziyaretinde.

Hac Esintileri

Kocaeli Hereke’den komşularımız Yusuf Albayrak ve eşi Serpil hanımla güzel bir buluşma

 

Samimiyet

0

Tarih boyunca toplum düzenleri ve hayat tarzları kendilerine has değer sistemleri ile paralel biçimde değişime uğramış, her hayat biçimi bir öncekine göre farklı değerleri getirmiş veya ön plana çıkarmıştır.

Günümüz için de aynı durum söz konusudur. Modernleşme süreci kendine has değer sistemine göre insan hayatını şekillendirmiştir.

Söz konusu değer sisteminden kimi zaman memnuniyetle kimi zaman şikayetle bahsederiz. Ancak bir değer var ki hayatımızdan giderek uzaklaşmasının tesiri sanırım pek çok değere göre daha olumsuz ve dolayısıyla tesirli olmaktadır: Samimiyet.

Samimiyet insanın hayatına ve davranışlarına anlam katan en temel değerlerden biridir. Samimiyet olmaksızın insanın ne kendisiyle ne de etrafıyla anlamlı bir ilişki kurması ve barışık olması mümkün değildir.

Nitekim zamanımızın değer sistemi içerisinde birçok insan tarafından “akıllı olmanın” şahsi menfaati her şeyin üzerinde tutarak gözetme ve hayatını menfaatini temin üzerine inşa etme şeklinde anlaşılması insanın hem kendisi ile hem de çevresi ile samimi ilişkiler kuramaması neticesine yol açmaktadır. Neticede sık sık şikayet ettiğimiz yalnızlık insanın hem iç hem de dış dünyasını ele geçirmektedir. Zira insanın kendine yabancılaşması ve kurulamayan hakiki dostluklar kader halini almaktadır.

Bu mudur akıllı olmak?

Yine başka bir örnek olarak, samimi şekilde başlayan pek çok fikri hareketin bir müddet sonra aynı samimiyeti taşımaktan uzak bir yapı haline dönüştüğünü görürüz. Zamanında insanlara heyecan veren, onları bir fikir altında toplayarak bir amaç uğrunda birleştiren ve aralarında bir nevi kardeşlik temin eden fikir ve değerler zamanla çatışma yeri ve unsuru olabilmektedir. Zira özellikle kurumsallaşma ile birlikte artık kurumsal yapıyı korumak ideallerin kaynağı olan fikri koruyup zenginleştirmekten daha önemli hale gelmekte, fikre aykırı hareketler, yapıyı korumak adına görmezden gelinebilmektedir. Netice ideallerin yerini menfaatler almakta, samimiyet yerine şekilcilik ön plana çıkmaktadır.

Bugün özellikle gençliğin politikaya bakış açısında ve apolitik olmayı tercih etmesinde temel etken bahsettiğimiz vaka değil midir? Bu sebeple fikri akım taraftarı olmak bir hizmet vesilesi yerine çatışma sebebi şeklinde algılanmıyor mu? Böyle algılandığı için milletimize faydalı olabilecek pek çok insan fikri ve siyasi alanda var olmaktan kaçınmıyor mu?

Bu noktada dinimizin koyduğu bir prensibin önemi daha da fazla ortaya çıkmaktadır: “Ameller niyetlere göredir.” Bu prensip insanın iç ve dış dünyasında bütünlüğü sağlamasının onun kamil insan olmasındaki önemi vurgulaması açısından hayli önemlidir. Zira eğer insan halis ve samimi niyetlerle bir iyiliği yerine getirmiyorsa veya sebep olduğu bir kötülüğün gerçekleşmesinde kastı bulunuyorsa başkaları tarafından iyilik olarak görünse de davranışın hiçbir değeri yoktur. Veya tersine samimi ve halis niyetlerle yapılan bir davranış, başkaları onu takdir etmese de değerinden bir şey kaybetmez.

Bir insanın dış çevre baskısı altında kalmadan ve değerlerinden ödün vermeden idealist biçimde hareket etmesinde bu ilkenin rolü yadsınabilir mi?   

Dolayısıyla insanların gittikçe samimiyetten uzaklaştığı, kalbinin ve ağzının başka başka konuşmaya başladığı bir ortamda değerlerimizin yeniden ve doğru biçimde aktarılmasına çalışılması, hem gelecek nesillerin karakterlerinin doğru oturmasında hem de kendi kendimize yabancılaşmaktan uzak kalmamamıza vesile olacaktır. Tabii bunu samimiyetle yapmak şartıyla…

 

Yazıklar Olsun

Türkiye bu hızla giderse kendi kendini suçlayan ülkeler kategorisinde Guinness rekorlar kitabına geçecek. Kendisine aydın diyen, böyle demekle aydın olduğunu zanneden, zannettikçe de havalara giren bir gurup insan yine kendisini ihbar etme mutluluğuna ermiş.

Mevcut iktidarı hazmedemeyen, her fırsatta ülkede arıza çıkarmaya çalışan bu çakma entelektüeller bir özür dileme kampanyası başlatmış. Kimin için yapmışlar bu işi:

On binlerce masum insanın burnu dibinde dilediğince yaşayıp, onların hoşgörülerinden istifade ettikten sonra, arkadan vurmak sureti ile onları katleden Ermeniler için.

Bu aydınlanmamışlar,kendi dergileri olan Aydınlık dergisinin 2005 Ekim’inin başından itibaren yayımlanan KAZAÇNUNİ RAPORU nu okumadılar mı?.

Kim bu OVANES  KAZAÇNUNİ ?

Ovanes Kazaçnuni 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermeni devletinin ilk başbakanıdır. Taşnak hükümetini 1919 ağustosuna kadar 13 ay yönetmiştir. Taşnaksutyun Partisi’nin kurucusu ve lideridir. Ermenistan’ın ve Taşnak Partisi’nin en yetkilisidir. 1867 yılında Gürcistan’ın Ahıska bölgesinde doğmuş bir mimardır. 1920 yılında Ermenistan’da Bolşevik iktidarının kurulmasının ardından tutuklanmıştır. 1938 yılında ölmüştür.

Şimdi size Kazaçnuni’nin 1923 yılı nisan ayında Bükreş’te yapılan Yurtdışı Konferansına sunduğu rapordan bazı maddeleri aktaracağım. Aslında bu rapor Kazaçnuni’nin bir itirafıdır.

Bu itiraf o yıl kitap olarak yayımlanır. Kitabın adı “Taşnaksutyun’un artık yapacağı bir şey yok.”

Ovanes Kazaçnuni’nin kitabındaki saptamalardan bazılarını sunuyorum.

Tehcir kararı amacına uygundu.

Ermeniler Müslüman nüfusu katletmişlerdi.

Ermenistan da Taşnak diktatörlüğü kurmuşlardı.

Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.

Bu başkalarının değil, Ermenistan’ın Başbakanının saptamalarıydı.

Gördünüz mü değerli okuyucular? Türklerin meşru olan savunma içgüdüsüne Ermeni’nin Başbakanı nasıl hak veriyor. Peki bizim içimizdekiler ne yapıyor?

Kendi ülkesinin meşru tepkisini yok sayarak bir suçlu gibi özür diliyor.

Ne siz nede ben bu hareketin yüzeysel bir gaflet olarak yapıldığına inanacak kadar saf değiliz.

Bu harekette Türkiye’nin bir diriliş içerisine girmemesi için uluslar arası sindirme politikasının bir parçasıdır.. BÜYÜK BELA’nın bir projedir.

Bu projenin bir parçası olanlara yazıklar olsun.

Almanya gibi yapmayıp, intikam adına misilleme ve yok etme yerine tehcir etmeyi tercih eden bir milletin bu icraatıyla örnek olduğunu ifade edeceğine en hafif tabiri ile  özür dileme aymazlığına düşen, asla aydınlanamamış bu insanlara yazıklar olsun.

Ağacın baltaya , “Sen demirsin. Sana kızamıyorum. Fakat sapına çok güceniyorum. Onunda aslının benden olması zoruma gidiyor.”dediği gibi.

Aranızdan bazılarına kızamıyorum. Bazılarınızın yaptığı ise  çok gücüme gidiyor. Acaba bazılarınızın geçmişini bizden zannettiğim için mi?

Demokrasi ve özgürlüğü de bir hayli sulandırdık. Hakaret mi değil mi hiç umursamadan ağzımıza geleni söylüyoruz. Yeter ki karşımızdaki muhalifimiz olsun.

Bazı Yazarlarımız, çizerlerimiz, ilim adamlarımızda bir alem. Bazen üstlerini giyinip,olmadık yerde yollara dökülürler. Bazen de suspus olurlar. Tepkileri hak ve adalet için değil, tepkileri sadece taraf için. Tarafı tutuyorsa yapana methiyeler düzerler. Onun haklılığını bütün kuralları çiğneme pahasına da olsa savunurlar. Tarafı tutmuyorsa, bir bardak suda fırtınalar koparırlar.

Cumhurbaşkanının gayet insani olan soyağacı açıklaması bile onlara batar. Haddini fersah fersah aşan Milletvekilini savunmak için adeta kuyruğa girerler. Savunmaya ağzı varamayanlar bile onun üzerinden Cumhurbaşkanını eleştirme zevkine ererler.

Milletin adına, milleti temsilen o koltukları işgal ederken milletin temsilcilerinin soyunla sopunla uğraşanlara yazıklar olsun.

Milletin en sıkıntılı zamanında fırsatı ganimet bilerek onu arkadan vuran, on binlerce vatan evladını çukurlara doldurarak topluca katleden, binlerce kadın ve genç kızın ırzına geçerek, onları insanlık dışı işkencelere maruz bırakan Ermeni hainlerden özür dilemek rezaletinde bulunanlara yazıklar olsun.

Bu Ülkenin imkanlarıyla semirerek lüks yaşayıp, vatanına, milletine, geçmişine haksızlık edenlere,

Yüz bin kere yazıklar olsun.

Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye Pratiği üzerine…(2)

Sivil Toplum Kuruluşları(STK) Yirminci yüzyılın son çeyreğinde siyaset sahnesinde yoğun bir şekilde rol aldıkları görülmüştür. Önümüzdeki yıllarda da siyasette en önemli aktörler arasında STK’ların önemini artıracağını söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yıllarda Doğu Avrupa’da ve Doğu Bloku ülkelerinde meydana gelen “Renkli devrimlerde” (turuncu) STK’ların hem ulusal hem de uluslar arası düzeyde siyasal aktör olarak önemlerinin arttığını gözlemlemekteyiz.

Çağdaş anlamı ile sivil toplum “kendi kendine oluşmuş, kendi desteğini kendi varlığından alan, devletten özerk, gönüllü, bir hukuki düzen yada kurallar kümesine bağlı toplumsal hayatın organize bir alanının ” ifadesidir. (Wood. E.M. The Uses and Abuses of Civil Society. Socialist Register. 1990 s.62) Son yıllarda Dünyada yaşanan rejim değişikliklerinin toplumsal altyapısının hazırlanması geçiş sürecinin sancısız olmasında önemli rol oynamışlardır. STK’lar toplumların taleplerini ifadede en etkili araç haline gelmişler ve ulusal ve uluslar arası boyutta ciddi bir konuma yükselmişlerdir. En önemli rolleri ise yöneten ve yönetilenler arasında ilişkilerde belirleyici olmalarıdır.

STK’ları önemlerinin bu kadar artmasının sebeplerini anlamak için bu konu ile ilgili kavramlara iyi bakmamız gerekir. 1990 sonrası sivil toplumun “üçüncü sektör” olarak telaffuz edildiğini görüyoruz. Türkiye’de “Sivil Toplum Kuruluşu” STK’ ların farklı farklı  isimlerle ifade ediliyordu. örnek verecek olursak “Sivil Toplum Örgütleri (STÖ)”, “Gönüllü Teşekküller (GT)”, “Sivil İnsiyatif (Sİ)”, Kooperatifler, sendikalar, odalar, dernekler, kulüpler v.b gibi. Batı da ise “Hükümet Dışı Örgütler (Non-Governmantal Organisations – NOGs)”, “Sivil Toplum örgütleri (Civil Society Organization – CSOs)”, uluslar arası faaliyet gösterenler ise “Uluslar arası Toplumsal Hareketler (International Social Movements – TSMOs)”, “Uluslararası Hükümet Dışı Örgütler (International Non-Governmental Organizations – INGOs”) gibi adlandırmaları olduğunu görüyoruz.

Sivil kavramı tarih sürecinde pek çok anlam değişikliğine uğramıştır. Avrupalılar sivil kavramını kentli olmakla özleştirmişlerdir ve bu perspektiften bakmışlardır . Şehirde yaşayan kırsal ve köyde yaşamayanlara , askeri yada dini görevi olmayan, medeni ,uygar, kibar ve görgülü gibi kavramlar arasında değerlendirmişlerdir.  Buradan da görüldüğü gibi ortak bir tanımdan bahsedilemez..Sivil Toplum kavramının dayandığı en temel kaynak olarak Aristoles’in “Politika” adlı eseri gösterilir. Bu esere göre tüm toplulukların en yücesi en yüksek iyilik seviyesine ulaşmak isteyenin “Polis” veya “siyasi toplum (politike koinonia)” olduğundan söz eder. Bu eserde sivil toplum, devletle belirli bir özdeşliğe dayanmakta ve aynı zamanda da ilkel olmayan medeni anlamında da kullanılmaktadır. Avrupa’da sivil toplum kavramı 18. yüzyılda “toplum sözleşmesi” kuramlarında ortaya çıktığı görülmektedir.

İnsanların belli bir siyasi mekanizma çerçevesinde , bir sözleşme etrafında bir araya gelmeleriyle mümkün olan yeni durumda sivil toplum, devlete geçiş süreci ile eş zamanlıdır ve devletle özdeşleşmiştir. Zamanla bu özdeşlik devlet-sivil toplum biçiminde ayrışmıştır. Çeşitli kuramcılar siyasi alan dışında kalan toplumsal bir alanı ifade eder demişler. Bazıları da sivil toplum alanındaki meselelerin ekonomik ilişkilerden olmadığı siyasi ilişkiler dayandığından bahsetmişlerdir. O tarihlerde Devlet, siyasi toplum ve sivil toplumların toplamından müteşekkildir demişlerdir. Felsefi yaklaşım içinde olanların bazıları yönetenlerin yönetilenlerin rızası ile iktidara gelinmesi gerektiğini, kuvvetler ayrılığı prensibine de önemli vurgu yapıldığını söyleyebiliriz. Böylelikle sivil toplum kavramının olgunlaşma süreçlerini görmekteyiz.

Bir Öğretmen Yazısı

0

 

Dünyaya “Merhaba” dedikten sonra çevreyle bütünleşirken, cinsiyetimize göre kendimize meslekler seçeriz. Önce ya anne ya baba oluruz, onların rollerini oynarız. Sonra öğretmen kavramı girer dünyamıza. Artık, hepimiz birer öğretmeniz. Beyaz önlük giyeriz, beyaz tebeşir alırız elimize. Bir ciddiyet örneğiyizdir, tam otorite kurarız etrafımıza. Çocukları ağlatırız, severiz, döveriz rol gereği. Çünkü öğretmeniz. Tadına doyum olmaz bu rolün.

Bu tat, ilköğretim çağında biter. Başka meslekleri tanımışızdır, başka değerleri ve bu değerlerin kendi aralarındaki önceliklerini kavramışızdır. Öğrenmenin, öğretmenin, sevginin para etmediğini görmüşüzdür çevremizden. Evdekiler, ya para ya makam ya imaj konuşuyorlardır. Biz de mesleklerimizi, getirisine göre sıralarız aklımızca. Öğretmenlik, listedeki birinci sırasını terk etmiş, son sıraya düşmüştür. Büyüklerimizden “Bir şey olamayacaksa öğretmen olsun bari!” lafını duyarız. Bir şey olamayanın öğretmen olduğu bir ülkede yaşamak, ne acı değil mi?

Bu ülkede insanlar, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.”, diyen Hz. Ali’yi, Fatih’in hocası Akşemsettin’i referans alır, onları yüceltir, kendisine model alırdı. Çünkü insanlar, ilim öğretenlerin peygamberler mertebesinde kutlu insanlar olduğuna inanırdı. Öğretmen, maddenin değil, mananın simgesiydi. İnsanlarımız, öğretmenlerin, insan yaşamında ekmek kadar, su kadar, toprak kadar gerekli ve değerli olduğuna bilirdi.

Devirlerle beraber, öğretilenler, bunun doğal sonucu olarak değerler de değişti. İnsanlar yaşama sevincini, özgüvenini, paylaşma mutluluğunu, yarın umudunu kaybetti. Gelinen nokta, ne öğreteni ne de öğreneni memnun etti. Özenilen meslek özenilmez, saygı duyulan meslek sayılmaz oldu. Çocuklarımız artık öğretmen olmak istemiyor.

Öğretmenliğe yeniden hayat vermek, onu yeniden inşa etmek zorundayız. Sporda birinciler o sporu yapanların seçilmesi ile ortaya çıkar. Öğretmenlik, bu mesleğe ilgi duyanların, gönül verenlerin seçilmesi ile ulaşılacak bir meslek olmalı. Öğretmen, kendisine ibadet hazzı veren değerleri öğretmeli, hem öğretmenin hem öğrettiklerini bilmenin ayrıcalığını yaşamalı. İlmiyle, irfanıyla, dış görünüşüyle, ailesiyle bulunduğu topluma kutup yıldızı olmalı.

Öğretmen; öğrenmeyi sevmeli, öğretmeyi sevmeli, insanı sevmeli. Kendisiyle barışık, çevresiyle uyumlu olmalı. O, alarak değil, vererek yüceleceğini bilmeli. Özveri, çalışkanlık, iyimserlik, dürüstlük, doğruluk, sabır; öğretmenin temel ilkeleri ve nitelikleri olmalı. Öğretmen hizmet ettiği insanları, vatanını sevmeli; tarihini, kültürünü, iyi bilmeli. İnançlı olmalı.

Her 24 Kasım’da atılan nutuklarla geçiştirilecek meslek değildir öğretmenlik. Her gün yeniden inşa edilen aşktır, heyecandır, ümittir öğretmenlik, bir yaşam tarzıdır. Şairin, şairlik için dediği gibi, ben de diyorum ki: “Öğretmen olunmaz, doğulur.”

Şüphesiz her meslek kutsaldır. Her meslek insana hizmet eder, insan kutsaldır. Bazı meslekler insana dolaylı hizmet eder. Terzi kumaşa, mühendis betona, demire, şekil verir. Öğretmenin malzemesi de insandır, amacı da insandır. Bir mühendisten, bir terziden, bir çiftçiden daima bir adım öndedir öğretmen. Ağaç misali, bindiğimiz dalların tamamı öğretmen gövdesine bağlıdır. Bu gövdeyi önemsemeyen, beslemeyen toplumlar, zamanla köksüz kaldıklarını görmeye mahkûmdurlar.

Ülkemiz, hala, üç ayda öğretmen yetiştirme, ideolojik amaçla öğretmen devşirme politikalarının sancısı çekiyor. Bu ayıbı kısa zamanda kapatmalı, yarayı tamir etmeliyiz. Öğretmenlerimizin ekonomik durumlarını iyileştirmeli, hizmet içi kursları ile pedagojik yönlerini güçlendirmeli, motivasyonlarını artırmalıyız. Öğretmen – öğrenci arasındaki sevgi, saygı, güven bağını yeniden tesis etmeliyiz. Bunun için hem yöneticilere hem öğretmene hem velilere büyük görevler düşmektedir.

Öğrenmenin, öğreticinin ve öğrenicinin olmadığı yerde erdemden söz edemeyiz. Erdem yoksa biz niçin varız?

 

Özür Dileme Yarışı!

0

Tarihi bilmeden tarihi yargılamak kadar cahilce bir hareket yoktur!
İnsanların kendi şahsi düşüncelerini ifade etmeleri çok doğaldır; fakat bu tip
düşüncelerin millet ve devlet adına seslendirilmesi, her şeyden önce bu
insanların kendi devletlerine – milletlerine karşı yaptıkları en önemli
ayıplardan birini teşkil eder.

Bu açıdan bakıldığında, son günlerde ülkemizi meşgul eden Ermenilerden özür
dileme kampanyası, ülkemizde kendini “aydın” diye tabir eden bazı şahısların
nasıl bir vahamet içersinde olduklarının en önemli göstergesidir.

Neden mi?

Kısaca izah edelim:

Değerli okuyucular, Türk milletinin tarihte uzun süreli imparatorluklar
kurarak yerleştikleri yerlerde kendilerini çok çabuk benimsetmelerinin en temel
sebebi bulundukları yerlerde karşılaştıkları toplulukları, Batı literatürüyle
ifade edecek olursak, “öteki”leştirmemesinde yatmaktadır. Türkler bulundukları
yerde kendilerinden farklı olan toplulukları kendinden görme ve benimseme ile
tarihte, tarihe yön veren, uzun ömürlü üç büyük imparatorluk kurmuştur.

Türkler 11. yüzyılın sonlarında Anadolu’ya yerleştiklerinde Anadolu’da
bulunan milletlerden biri de Ermenilerdi. Ermeniler o zaman Doğu Roma Ortodoks
kilisesini kabul etmeyip kendilerinin kurduğu kiliseye bağlı oldukları için
yönetim tarafından hor görülüyorlardı. Bu sebeple Fatih Sultan Mehmet’in,
İstanbul’u fethettiğinde kendisini tebrik eden dönemin Ermeni Patriğine
“dualarınız sayesinde” dediği kaynaklarda ifade edilmektedir.

Bölgedeki Türk hakimiyetinden hoşnutluk duyan Ermeniler daha sonra
Osmanlı’nın kurumlaşmasında ve iskan politikasında önemli rol üstlenmiş ve
yönetimde üst düzey mevkilere gelmişlerdir. Nitekim kendilerine “millet-i
sadıka” yani sadık millet ismi verilmiştir.

Ancak 19. yüzyılda hızlanan milliyetçilik akımları Ermeni milletini de
etkilemiş, o dönemlerde kurdukları Taşnak ve Hınçak teşkilatları ile yönetime
karşı çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Öyle ki, I. Dünya Savaşı sırasında
özellikle Rusya’nın kışkırtmasıyla Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da yöre halkına
karşı yaptıkları katliamlar sonucunda 1915 senesinde dönemin yönetimi Doğu ve
Güney Doğu Anadolu’daki Ermenileri tehcir ettirmiştir.

Bahsi geçenlere ilaveten belirtmek gerekir ki İngilizlerin İstanbul’u
işgalleri esnasında Osmanlı Arşivlerine de el koydukları ve o dönemde özellikle
“Ermenilere soykırım yapıldığına dair iddialarını” kanıtlamak amacıyla belge
araştırmasına girdikleri görülmektedir. Ancak konuya dair böyle bir belgenin
olmaması kendilerini tezlerini desteklemek üzere “mavi kitap” adı altında bir
eser yayınlamaya itmiştir. Tarihi gerçeklikten ziyade siyasi bir amaca hizmet
eden bu kitap hala tartışılmaktadır.

Genel hatlarıyla aktarmaya çalıştığım Ermeni konusu anlaşılacağı üzere
karşılıklı olaylar zincirinin yaşandığı bir süreçtir. Bu sebeple ülkemizdeki
bazı sözde aydınların, düzenledikleri “Ermenilerden özür dileme” kampanyasını
tek taraflı olarak sürdürmeleri ve kendi milletine uygulanan katliamlara karşı
aynı hassasiyeti hissetmemeleri iç acıtıcı bir durumdur.

Esasında özür dileme kampanyaları arkasında yatan gerçekler, kanaatimce, daha
sonra büyük ihtimalle Ermenilerin isteyecekleri toprak, tazminat ve tanınma
taleplerine karşı milleti psikolojik olarak hazırlamaktır.

Dolayısıyla Büyük Ortadoğu Projesi ve ılımlı İslam tezleriyle hız kazanan
Anadolu topraklarını Türk kültüründen temizleme hareketlerinin bir yansıması
olan bu kampanyalar karşısında bilinçli hareket edip içimizdeki ayrık otlarına
fırsat vermemek hepimizin en asli vazifesi olmalıdır.

İyi haftalar!…

Özür Kampanyasına Gül ve Erdoğan’ın Farklı Tepkisi

Ermenilerden özür dileme kampanyası açan bir grup sözde
aydının kampanyasına, farklı tepki gösteren devletin
zirvesindeki iki kadim dostun (Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve
Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın) tavır farkını anlamak için, olayı
farklı boyutlarıyla değerlendirmeye çalışıyorum.

Türkiye adına Cumhurbaşkanı Gül ve Dışişleri Bakanlığımız Ermenistan
ilişkilerinde bir “açılım” başlatmıştı. A.
Gül’ün
Eylül ayında milli maç vesilesiyle Erivan’a
gitmesi,
Türk kamuoyunda olduğu gibi Ermenistan ve ABD
merkezli Ermeni Diasporasında farklı tepkilere yol açmıştı. Çok
ciddi ekonomik sıkıntılar ve fakr ü zaruret halindeki Ermenistan, Türkiye
kapısının açılmasına şiddetle ihtiyaç duymakta iken, Diaspora iki ülke
arasındaki gerilimin düşmesini istemiyordu.

Abdullah Gül’ün vatanseverliğinden şüphe etmeyen geniş halk kitleleri de,
“hiçbir karşılık alınmadan taviz verildi” iddialarına rağmen,
Ermenistan ile Diasporanın bağının koparılacağı ümidiyle veya
en azından “devletimizin bir bildiği vardır” inancıyla Erivan
seferini ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamıştı.

Ermenilerin stratejisi belli idi, 3T olarak
nitelendirilen bu stratejiye göre:

  1. Tanıma (Türklerin Ermenilere 1915 yılındaki olaylarda bir
    soykırım uyguladığının tanınması),
  2. Tazminat (Tanınmadan sonra uluslararası mahkemelerde
    açılacak tazminat davalarıyla Türkiye’yi büyük meblağlı tazminatlar ödemeye
    mahkûm ettirmek),
  3. Toprak talebi (Ermenilerden gasp edildiği iddia edilen yurt
    parçalarının Ermenilere devri) gerçekleştirilecekti.

 

Ermenilerin, soykırımın tanınması yönünde dünyada aldığı
mesafe ciddi boyuttadır. Bazı Avrupa ülkeleri parlamentolarından,
“soykırım yoktur denilmesini suç sayan” garip kanunlar bile
çıkartmayı başardılar. ABD senatosunda sık sık soykırımın tanınmasını önlemek
adına verdiğimiz tavizler, harcadığımız paraların da haddi hesabı yoktur.

Cumhurbaşkanı Gül’ün başlattığı Ermenistan açılımı ile ilgili beklentiler
sürerken, gazeteci Ali Bayramoğlu, profesörler Baskın Oran ve Ahmet İnsel ve Dr.
Cengiz Aktar’ın öncülüğünde başlatılan “Ermeni kardeşlerimden özür
diliyorum”
adlı kampanya
Türkiye’nin gündemine oturuverdi.

Özür kampanyasının 3T stratejisine hizmet etmekte olduğundan kuşku
yoktur.

Bir kısım sicili malum zevatın yanında “iyi niyetli, saf
fakat bilgisiz tanınmış kişilerin” de katıldığı kampanya kadar, devletin
zirvesinin verdiği farklı tepki
de dikkati çekti.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yaptığı açıklamada,
“Türkiye’de her türlü görüşün açıkça tartışılabilmesinin devlet
politikası olduğunu”
ifade etmişti. Ermeni terörüne onlarca şehit
vermiş Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasında da benzer ifadeler yer almıştı.
Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanlığı’nın bu açıklamaları kampanyaya
destek
olarak algılanmış, hatta kampanyanın Çankaya’dan yönlendirildiği
iddialarına yol açmıştı.

Oysaki Başbakan Erdoğan çok daha net ve halkımızın
çoğunluğunun hissiyatına uygun bir tepki verdi: “Ortada böyle bir suç varsa, suç
işleyen özür dileyebilir. Ama ne benim ne ülkemin, ne milletimin böyle bir
sorunu yok. Suç işlemedim ki özür dileyeyim. Kampanya, sadece
ortalığı karıştırmak, huzurumuzu kaçırmaktan ve atılan adımları da terse
çevirmekten başka bir işe yaramaz.”
CHP lideri Deniz
Baykal
ile MHP lideri Devlet Bahçeli’nin tepkileri de
Başbakan’a paraleldi ve kendilerinden beklendiği gibi aynı netlikte idi.
Dışişleri Bakanı Babacan da Başbakanın açıklamasını
destekleyen ifadeleriyle, Bakanlığının açıklamasını
düzeltti.

Kampanya hakkındaki Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın tavır farkı, basit bir
karakter farkı olarak tanımlanamayacak kadar büyük.

Devletin zirvesinde politika farkı olmasını kaldıramayacak
kadar önemli ve köklü bir dış politika meselesi söz konusudur.
İcranın fiilen başında olmayan “temsil makam”ındaki Gül’ün Türk dış
politikasında Ermeni Meselesine karşı tezimizi değiştirmeye yeltenmesi de
beklenmemelidir.

Özür kampanyasını başlatanlardan ve destekleyenlerden bir kısmının
“Cumhurbaşkanı’na yakın olan bir takımdan
olması önemli.  Bu takımın içinde “Mehmet
Altan, Can Paker, Eser Karakaş, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar,
Yaşar Kemal,
Adalet Ağaoğlu ve Tayyip Erdoğan’ın
yanından uzaklaştırdığı Ömer Çelik gibi pek çok isim var.” Bu
zevat ve bunlarla dost olan Fehmi Koru gibi Cumhurbaşkanına çok
yakın olan bazı yazarlar temel dış politika konularımız olan “Güneydoğu
meselesi, AB ve ABD ile ilişkiler, Ermeni konusu, K. Irak, Kıbrıs, Patrikhane
konularında geleneksel devlet politikasının değiştirilmesini ve
devletin kırmızıçizgilerini  değiştirmesini” savunuyorlar.

Bu çizgideki zevatın, Başbakan’ın “tek millet, tek vatan, tek bayrak,
tek devlet”
gibi milli çizgideki söylemlerine, “Başbakan MHP ve
Devlet Bahçeli çizgisine kaydı”
şeklindeki eleştirilerini hatırlayınız.
Bu tür eleştirilerin, Fehmi Koru’nun ilk defa “Obama gibi geldiler Bush
oldular”
ifadesiyle AKP’yi eleştirmesini takiben yoğunlaşması da
tesadüf olmasa gerek.

Başbakan Mart ayında seçimlerde
halktan destek arayacak. Cumhurbaşkanı Gül’ün böyle bir
kaygısı yok.
Çankaya Köşkünde rahat etmesi için iç ve dış çevrelere
sesini iyi duyuran malum zevatın desteğini daha önemli buluyor
olabilir.

Belki de tamamen beşeri bir durum, yakın çevresinden
etkilenme
gibi basit bir neden de olabilir. Acaba uzun süre Başbakan’ın
yakın çevresini kuşatan malum zevat, bu defa Çankaya Köşkünü mü
kuşatmaya aldı?

Bir başka ihtimal olarak düşünüyorum. Acaba Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı
makamını işgal eden iki eski dost, farklı çevrelere “iyi polis- kötü
polis” rolü
oynama konusunda anlaştılar ve izlediğimiz irticalen
sergilenen bir sahne değil de, senaryosu önceden yazılmış bir oyun
mu
söz konusu?

Son ihtimal ve tek temennim Cumhurbaşkanımızın ifadelerinin yanlış
anlaşılmış olması
ve politika değişikliğinin kuruntu, malum zevatın
tesirinin de sadece bir vehimden ibaret olması.

Lânet Olsun İçimizdeki Bu Ermeni Sevgisine

0

Atillâ İlhan, ‘Türkiye’de her zaman yüzde 10 hain kontenjanı vardır’ derdi. Ki ihanet Türk Tarihinde vaka-yı âdiyedendir.

I.Dünya Savaşı ve öncesi Ermeniler Ruslarla işbirliği halinde Doğu Anadolu’yu kırıp geçirirlerken Dışişleri Bakanı  Noradunkyan isimli bir Ermeniydi. Ve Türkiye Ermenilerinin temsilcisi de Bogos Nubar Paşa.

Elbette savaşta bizimle kader birliği yapıp şehit düşenleri de oldu. Ama çifte kavrulmuş hıyanet insan havsalasının bile idrakte zorlanacağı bir boyutta idi.

Osmanlı ne zaman merhamete yanaşsa, nasihat etse, affa yeltense; “Korkunun adını af koymuşlar” teranesiyle merhameti âcizlik bildirisi sayarlardı. Zaten bizi yaptıklarımızdan ötürü değil yapmadıklarımızdan ötürü cezalandırmak istiyorlar. Komplekslerin dışavurumu böyledir.

Geçmiş zamandaki ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganı aslında birçok insan için kimlik ifadesiydi. Oysa Selçuklu’dan  beri Ermeni’yle, Rum’la  yan yana yaşamışız ama ayrı mahallelerde. Şimdiki sorun kendini Ermeni olarak ifade eden Ermenilerde değil,Türk olarak ifade eden Ermenilerde. Bkz: www.ozurdileyin.com

Truva Atı bir tek Çanakkale’de olsa dert değil. Muhtelif çap ve markada memleketin bilfiil her köşesinde. Ve bilhassa üniversitelerimizde.. Nasılsa ülkede özgürlük kamaşması var. Çıldırın çıldırabildiğiniz kadar.

Cengiz Aytmatov’un MANKURT tiplemesini bilirsiniz. Güzel yurdumun güzide mekânları mankurt fotokopileriyle dolu. Sağım – solum sobe, milletine sövmeyen ebe.

Antranik, Vahan, Deli Yani, Kocabaş Hristo, Donik Çeteleri Kocaeli’de misket oynamıyorlardı; adam kesiyorlardı. Hala Yuvacık’ta, Bahçecik’te, Arslanbey’de, Karatepe’de, Kullar’da, Yeniköy’de, Gündoğdu’da, Akmeşe’de, Kandıra’da, Geyve’de, Şile’de dedeler torunlarına katliam hikâyeleri anlatır dururlar.

Bu millet sabrı ve tahammülü göğsünde madalyon deyu taşır. Özür’lü aydıncıklarını bile bir kalemde silip atmaz, akıllanmalarını bekler. Ne var ki öçten gözü dönmüşlerin akılları salyalarındadır.

Bu aymaz ve utanmaz aydın(!)lar yine bu milletin asaletinin gölgesinde ekmeksiz kalmadan yaşar dururlar. Lakin milli hafıza da bu isimleri cisimleriyle birlikte kayda geçer.

Bu milletin ekmeğini yiyip de ihanet edenler,ekmek yedikleri elden bir gün sille de yerler”. Velhasıl, abdestimizden şüphemiz yok ki namazımızdan endişeye düşelim. Bkz: www.sizozurdileyin.com

Tekerrür, tekerrür de bir yere kadar.

Özürlülerin Özürü

Aydınlar(!) Ermenilerden özür diliyormuş!

Ben, mensubu bulunduğum Aydınlar Ocağının adı adına
utandım.
Bu hareket, saygınlığını her platformda ispatlamış olan Ocağımızın
adına da büyük bir saygısızlıktır.

Yönetim kurulunda olduğum halde ben bu Ocağın bir aydını değil, ancak
aydınlara hizmet edebilmeye talip bir mensubuyum.

Özür dileyicilerin bazılarının kimliğine, kişiliğine, mesleğine bakıyorum da,
içimden şu cümle geçiyor;

Bu rezaleti organize edenlerin, vasıfsız bir takım(lara) layık olmadığı
unvanlar yüklemesi, Türkiye’nin geleceği açısından çok tehlikeli bir
davranıştır.

Zira bu gibi iltifatlar karşısında kendilerini olduklarından büyük görenler,
tarih boyunca başımızı ağrıtmışlardır.

Bazılarına siyaset adına, bazılarına din adına hak etmedikleri etiketle
yüklenen görevler, bu kişilerin egolarını kabartmış, onlar da çevresini
egolarının tatmini için kullanmış, sonuçta da çok tatsız olaylar
yaşanmıştır.

Rahmetli Mehmet Gül tarafından, kampanyanın en meşhur savunucusuna ahlaka
aykırı yaşantısı sorulduğunda “Bu benim hayat tarzım” diyecek kadar edepten,
ahlaktan, inançtan, erkeklikten nasibini almamış bir ukalanın Aydınım
diye ortaya çıkıp, suni bir soykırım masalından dolayı, Türkiye’yi ve Türkleri
temsilen Ermenilerden özür dilemesi, Aydın kelimesini iyiden iyiye
tartışılır duruma sokmuştur.

Aydın kelimesi bu kadar ayağa düşürülmemeli.

Diplomasını rüşvetle alan Profesörler duyduk Türkiye’de.

Torpil ile yüksek yüksek makamlara atananlara şahit olduk.

Bu milletin inancını zedelemek adına şeyhler uçuruldu da, uçkurları elinde
rezil oldular.

Bu ve benzeri şeyler hep olmuştur, oluyor…

Ancak rüşvetle veya torpille aydın olmak mümkün
değildir.
Aydın demek; Alim demek, müspet kültür sahibi
demek, münevver demektir.
Bu meziyetlerin de rüşvetle falan elde edilmesi
mümkün değildir.
Dolayısıyla hiçbir cahil veya kendini bilmez, kendini aydın
olarak hiç kimseye dayatamaz, yutturamaz!

***

Sadece Van’ın Çitören köyü Zeve Şehitliğinde, Ermenilerce katledilmiş
yaklaşık 2500 şehit yatmaktadır.

Erzurum ve Erzincan civarında katledilmiş, çoğu bebek ve kadın olan çok
sayıda beden, acımasız Ermeni katillerin elinden şehit düşmüş, bu şehitlerin
katledilme belgeleri de Rus arşivlerinde ortaya çıkmıştır.

Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinin muhtelif yerlerinde, 400 bin’i aşkın
katledilmiş Müslüman ve bu Müslümanlara ait birçok toplu mezar bulunmuştur.

Daha sayılmayacak kadar yıkım, yakım yapmış Ermeni çetelerinin yaptıklarını
yok sayıp, katlettiklerini görmezden gelerek, savunmaya geçen Omsalının
öldürdüğü Ermeniler adına, hem de Osmanlıyı kabul etmedikleri halde, Osmanlıları
temsilen Özür dilemek, ancak özürlü kimselerin
yapabileceği bir eylemdir.

Bu özür; Hepimiz Ermeniyizcilerden müteşekkil yarım avuç kendini bilmez,
Diaspora çapulcularının işgüzarlığından başka bir şey değildir.

 ABD’de yayın yapan Taşnak gazetesi, 1915 yılında Ermenilerin Van’da yaptığı
katliamı, övünerek manşetine şu cümleyle taşımıştır; “Van’da sadece 1500 Türk
kaldı”.
Öyle ya, Rus ve Fransız işgali altındaki Van ve yöresinde Türklerin
Ermenileri öldürmesi mümkün mü?

Orada zaten sadece Rus, Fransız ve Ermeni var.

Taşnak’ın da yazdığı gibi, Ermeniler, (işgalci ülkeleri de arkasına alarak) o
bölgede kalan  Türklerin tamamına yakınını katletmişler.

Ermeni Diasporasının; “Ermeni soykırımını tanıma adına bu ilk
adımdır”
açıklamasına sebe olan bu özürlü özürcüler, gözlerini ve
kulaklarını gerçek dünyaya kapatmış, sadece sahiplerine karşı açık tutuyorlar.
Zira sahibinin sesi doğrultusunda hareket etmektedirler.
Sayın(!) Özürlü
aydıncıklar; Bedduayı hiç sevmem.

Ancak beddua edecek olsaydım, bütün ruhumla size “Allah belanızı
versin”
derdim.
Sizlere yüksek perdeden “Yuh” demek için tarih bilmeye
veya milliyetçi olmaya da gerek yok, azıcık akıllı olmak yeterli…

Kanunlar ne der, hâkimler, savcılar ne der bilmem ama bu zevatların
hala Türk vatandaşı olarak kalmaları, bütün Türk vatandaşlarımız adına
talihsizliktir.

Bu zevatlar ya aşırı saf, ya da yukarıda da
bahsettiğim gibi sahibinin sesi, sahipleri zembereğini kurup salmışlar orta
yere.

***

Bir türlü akıl ile izah edemediğim bir olay da, PKK-Ermeni
ilişkisi;

New York Times; Ermenilerin ağzından 1916 yılında kaydettiği bir ifadede,

“Ermenilerin öldürdüğü 523 bin Müslüman Türk ve Kürt var”
diye yazıyor.

İmralı’daki bebek katilinin gerçekte Ermeni olduğu, gerçek adının Agop
olduğu, soy isminin de tesadüf olmadığı geçmiş yıllarda defalarca
dillendirildi.
Ermenilerin geneli Güney Doğuda yaşamış.

Kimlerle?

Kürt vatandaşlarımızla iç içe.

Peki, orada yaşanan savaşta taraflar kimlerdi?

Bir tarafta Ermeniler, diğer tarafta çoğunluğunu Kürt kardeşlerimizin
oluşturduğu Osmanlı…
Peki, buna rağmen bugünkü Ermeni-PKK dostluğunun sebebi
ney?

PKK-Kürt bağlantısı niye?

Yukarıdaki bebek katilinin kimliğine göre, dağlarda kim tarafından kimler
kullanılıyor?

???

Bunları yazarken, bir taraftan da Meclisteki PKK’nın sözcülerini
düşünüyorum…
Yukarıdaki formüle göre bunlar ya Kürt kökenli değil, ya da
PKK’lı değiller.
Değiller de bunlar kimler Allah aşkına?

***

Kendini bilmez şebekler / Bizden ihanet imzası
bekler.

Gövdeden bir kıymık umar / Ağzı salyalı
köpekler.

“Bush’a Ayakkabı Fırlatmak” Üzerine

0

Ortada, katledilen, masum bir buçuk milyon insan ve yerle bir edilen, bin yıllık medeniyet varken, bunların faili birinin, işgalci askerler için şu sözleri söylemesi insanı çıldırtıyor: “Görev kolay değildi; ama bu operasyon, Amerika’nın güvenliği, Iraklıların hayalleri ve dünyada barış için gerekliydi.” Zalimin bu sözlerine hain ve işbirlikçi ruha sahip Talabani’nin ‘Ülkemizi kurtarmaya yardımcı olan kişi, Irak halkının büyük dostu’ övgüsüyle cevap vermesi, Irak’ın artık ‘demokrasi, insan hakları ve refah içinde olduğunu’ iddia etmesi, gören göze, titreyen kalbe, duyarlı vicdana, doğru ahlaka sahip herkesi iyice çileden çıkartıyor.

Bu ikiyüzlülüğe, zulme, ahlaksızlığa, kindarlığa, yüzsüzlüğe tahammül edemeyen biri çıktı, iki ayakkabısını da adamın yüzüne fırlattı. Fırlatırken de “İşte bu veda öpücüğü, seni köpek” diye bağırdı. Bu kahramanın adı, Muntazer el Zaidi. Mesleği, gazetecilik. Oldukça genç. Hemen yakalandı, sorguya alındı. Yapılan bu hareketten dolayı, işbirlikçi hükümet, özür diledi. Yalaka gazeteciler, olayı kınadı. Irak halkı ve dünyanın ezilmiş insanları, duygularının eylemcisi olarak algıladıkları bu genç gazeteciyi kahraman; olay gününü de kara mizah olsun diye “14 Aralık Dünya Ayakkabı Günü” ilan ettiler. Olay sonrası sokaklara dökülen Iraklılar, bir çubuğun ucuna yerleştirdikleri ayakkabılara “Go Home (Defol) Amerika” yazıları ekleyerek gösteri yaptı.

Ortada samimiyet kalmadı, büyük bir çelişki mevcut. Bush, Amerikan’ın, Irak’ta “Iraklıların hayalleri, dünya barışı ve demokrasi” için bulunduğunu iddia ediyor; Iraklılar ona ayakkabı fırlatıyor ve “Defol” diyor. Bu çelişkide iki şey söylenebilir: Ya Bush yalancı ya da Iraklılar nankör. Kimin ne olduğuna, yaşananlara bakarak siz karar verin.

Olay, bizde de yankısını buldu. Herkes kendi dünya görüşüne göre yorum yaptı. Sessiz çoğunluk diye nitelenen insanlar ve medyanın bir bölümü olayı ezilmişlerin çığlığı veya tepkisi olarak değerlendirirken, bir kısım medya da gazetecilik ahlakıyla ve Arap kültürüyle izah etmeye çalıştı. Hatta bu delikanlıya Saddamcı diyenler çıktı. Amerikan uşağı medya, El Zaidi’yi savunmak isteyen iki yüz avukatı Saddam’ın avukatları yapıverdi. M. Ali Birand’ın verdiği haber daha komikti. Ona göre, ayakkabı atmak, Arap kültüründe birine hakaret etmek anlamına geliyordu; onun için Bush’a ayakkabı atılmıştı. Camilere ayakkabı ile girilmemesi de bu kültürün gereğiydi. Yılların gazetecisi kimliğine sahip olan bir haber spikeri, haber sunduğu toplumun kültürüne, değerlerine ancak bu kadar yabancı olabilir. Bunun adı, olsa olsa, kültür yobazlığıdır.

Bush’a ayakkabı fırlatmak, şüphesiz, haklı bir tepkinin sonucudur. Fırlatılan bu ayakkabının altında hakarete, tacize uğrayan on binlerce insan, katledilen bebeler, yok edilen medeniyet, heba edilen sınırsız servet, doğal zenginlik, ipotek edilen gelecek var. Ayakkabı fırlatmak, bir acizliğin ilanı; ancak bu insanların yapacak bir şeyleri kalmamış fırlatmaya yarayacak ayakkabılarından başka. Yöneticiler satılmış, servet peşkeş çekilmiş, ordu dağıtılmış, halk birbirine düşürülmüş, ümitler söndürülmüş, vicdanlar iğdiş edilmiş. O ayakkabıyı atan kişi, ben olsaydım, iki atışa da iki isim koyardım. Biri, geçmiş; diğeri, gelecek. İlk atışım, geçmişimin mahvedilmesi; ikinci atışım günümün ve geleceğimin zindan edilmesi olurdu.                                         

Fırlatılan ayakkabıların, kendini koruması sayesinde Bush’un yüzüne isabet etmemesi; ancak Amerikan bayrağına isabet etmesinde de ayrı bir sır var. Ayakkabılar Bush’un yüzüne isabet etseydi, insanlar belki de kırılan burun veya kör olan gözle uğraşacaklardı, olayın duygusal boyutu öne geçecekti. Böylece verilen tepki gölgelenmiş olacaktı. Bayrağa isabet etmesini de tepkinin, Bush’tan öte, daha çok Amerikan ahlakıyla ilgili olduğu şeklinde yorumlamak gerekir.

Tepki koymak insani bir erdem. Gazetecilerin tepkisi daha anlamlı oluyor. Bizim tarihimizde Süleyman Nazif ve Hasan Tahsin işgale karşı tepki veren gazeteciler. Onlar bir kurtuluşun kıvılcımı oldular. Keşke El Zaidiler de bu tepkilerini Irak işgali başlamadan verebilseydiler. Belki milyonlar kurtulur, tarihin seyri değişirdi.