19.4 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1277

Kümelenme.. (1)

“Kümelenme yeni bir iş yapış şekli ve iş süreçleri bütünüdür.”

Küme kavramı matematikçiler tarafından kullanılan ancak bu kavramı ilk Georg Cantor (1845-1918) tarafından kuramlaştırılmış ve matematiğin her yerinde kullanılır olmuştur. Türkiye’de derslerde okutulmaya başlandığında hepimizin iyi bildiği “Klasik matematik”, “modern matematik” sınıflandırılmasına gidilmiştir. Küme; nesneler topluluğu veya yığını olarak tanımlanır.

Bu tanım sezgisel bir tanımdır. Nesneler soyut ya da somut olabilirler. Kümeyi oluşturan nesnelerin iyi tanımlı olduğunu başka nesnelerden ayırt edilebilir olduğunu düşünebiliyoruz.

Örnek verecek olursak “Canlılar topluluğu, bir kitaplıktaki kitaplar topluluğu, a,b,c,3,5,7 den oluşan harfler ve sayılar topluluğu” gibi. Bir kümeyi oluşturan nesneler kitap gibi somut nesneler olduğu gibi harf ve sayılardan oluşan soyut nesneler olabiliyor. Bir kümeyi oluşturan nesnelerde o kümenin öğeleri adını veriyoruz.

Liste yöntemi, ortak özellik yöntemi, Venn şeması yöntemi, eşit küme, denk küme, boş küme, alt küme, özalt küme, kümelerin birleşimi, kümelerin kesişimi, evrensel küme, kuvvet kümesi gibi kavramları hepimiz duymuş veya uygulamışızdır bir şekilde….

Kümelenme kavramı ilk Amerikalılar tarafından ortaya atıldı. Ancak 10 yıl sonra Avrupa’da da kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Nerden çıktı bu kümelenme diyebilirsiniz. Ticari firmalar ve devletler strateji geliştirirken artık bu yöntemleri kullanıyor. Ülkemiz inovasyon ve sosyal inovasyon konusunda treni kaçırdı gibi gözüküyor. Küreselleşen bu dünyada rekabetin yerli olmaktan çıkıp uluslar arası platforma taşındığı günümüzde, kümelenme konusunda eğer ciddi adımlar atılamazsa verimlilik ve karlılık adına daha çok şey kaybedebiliriz.

Kısaca kümelenme; benzer yada aynı iş kolunda çalışan, coğrafi olarak birbirine yakın olan, son ürünün üretilmesinde birbirleriyle işbirliği ve rekabet halinde olan üretici firmaların ve bu firmaları destekleyen ekonomik parametrelerin bir araya gelerek oluşturdukları organizasyonlardır.

Sektörel uzmanlaşmayı hedef alan çözümleri üretir. Bunu yaparken de rekabetin en üst düzeyde olduğu günümüzde firmaları ve bölgeleri avantajlı konuma getirir.

Kümelenmenin bileşenlerine baktığımızda ise ;

Mekansal Yapı: Fiziksel özellikler, Ulaşım maliyetlerinin üretim maliyetlerine etkisi, Bölgeyi herhangi bir üretim türünde avantajlı kılan mekansal özelliklerinin olup olmaması,

Kurumsal Yapı : Yasal, politik ve idari , sosyal ve kültürel,

Demografik Yapı : Nüfusun yıllar içinde değişimi, nüfus hareketleri, işgücü ve istihdam,

Ekonomik Yapı: Sektörel uzmanlaşma, mekansal yoğunlaşma,

Dünyada Kümelenme uygulamalarına baktığımızda Çin ve Hindistan örneklerini görebiliriz. Ulusal bir üst küme oluşturmuşlar. Ana kümenin altında bölgesel alt kümeler oluşturarak kalkınma model çeşitliliği oluşturmuşlardır. Bu alt kümelerim içinde inovasyon ve sosyal inovasyon projeleri de vardır.

Bölgelerin rekabet gücü yüksek sektörlerinin belirlenmesi ile bu sektörlere ait kümelenme haritalarının çıkarılarak, sektörlere ait bir kümenin olası aktörlerini tespit edip, bu aktörler arası ilişkiler nasıl şekillenmesi gerektiği konularında yardımcı oluyor.

Seçilen bölgenin bu sektörlerde rekabet ettiği bölgelerle kıyaslamalı analizler yapılarak (detaylı mekansal analizler, niteliksel çalışmalar) güncel veri akışının sağlanması gerekir.

Kabaca kümelenme alt yapısı bunlardan oluşuyor ancak bu projeleri Türk gibi başlayıp başladığımız heyecan ve kararlılıkta bitiremiyoruz. Düzgün sonuçlar alabilmemiz için Bu alışkanlıkların terk edilip işleri süreçlere bölüp tüm süreçleri ilk başlangıç heyecanımızda olduğu gibi yapmamız gerekiyor.

Güzel Türkçemiz

0

İnsanlar, meramlarını başkalarına söz veya yazı ile ifade ederler. Sözle ifade tarzı önemli olmakla beraber, yazı ile ifade tarzı daha büyük ehemmiyet arz etmektedir. Çünkü karşılıklı konuşmalarda yapılan hatayı, meydana gelen yanlış anlamaları düzeltme imkânı vardır. Ancak yazılı olarak yapılan anlatımlarda, yapılan hatayı her zaman tashih etme imkânı olmayabilir.

Bu sebeple, yazışmalarda ifadeler açık, cümleler düzgün olmalıdır. Yazıyı okuyan muhatabınız herhangi bir yanlış yoruma meydan vermeden ve zorlanmadan, anlatılmak istenilen hususu kolayca anlayabilmelidir.

Ancak, yazılı ve sözlü ifadelerin zenginliği, bilinen ve kullanılan kelimelerin azlığı veya çokluğu ile yakından alakalıdır. Nasıl sadece yüz kelime İngilizce bilen birisi meramını anlatmakta güçlük çekerse, Türkçe kelime haznesi az olanlar da aynı zorluklarla karşılaşabilir.

Onun için de, aynı cümle içinde üç tane “neden“, iki tane “sorun” kelimesi kullanma gibi durumlar sık sık görülmektedir. Konuşurken de “örneğin mesela” demekte hiç beis görülmemekte, hatta resmi yazışmalarda dahi “ailevi sebepler nedeniyle” gibi yanlış ifadeler kullanılmaktadır.

Bu bakımdan, cümle kurulurken aynı manaya gelen kelimeler peş peşe kullanılmamalı, aynı zamanda cümlenin öznesi başka, fiili başka telden çalmamalıdır.Zira, lisan insan ve cemiyet hayatında mühim bir unsur olarak görülmektedir.

DİL BİRLİĞİNİN ÖNEMİ:

Esasen, Millet olabilmenin ilk şartı da fertlerin ortak bir dile sahip olmalarıdır. Ayrıca bir topluluğun Devlet kurmasını sağlayan unsurların başında dil birliği, din birliği, bayrak birliği gelmektedir.

Millet mefhumu tarif edilirken ortaya çıkan çeşitli görüşlerin hepsinde; lisan birliği ilk temel unsur olarak daima başta gelmektedir.

Lisanın çökmesi, milletin dağılması, kaybolması demektir. Milleti tek vücut olarak ayakta tutan iskelet lisandır.

Konfüçyüs’e sormuşlar, bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız ilk iş olarak ne yapardınız? Konfüçyüs şöyle cevap vermiş;

Önce dili düzeltirdim. Çünkü dil düzgün olmazsa kelimeler, düşünceler iyi anlatılamaz. Düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler iyi yapılmaz. Gereken yapılamazsa ahlak ve kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa, halk güçsüzlük ve şaşkınlık içine düşer. Ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. Bu sebeple söylenilen sözü doğru söylemeli. Hiçbir şey dil kadar mühim değildir.”

DİLDE TASFİYECİLİK:

Maalesef son 40-50 yıldır lisanımızda aşırı şekilde tasfiye hareketi başlatılmış bulunmaktadır. Bunun öncülüğünü de başta okullar olmak üzere basın yayın organları ile televizyon kanalları yapmaktadır. Yediden yetmişe herkes tarafından kolayca anlaşılan birçok kelime Arapça veya Farsça’dan gelmiştir diye atılmak suretiyle bunların yerine ne idüğü belirsiz, dil bilgisi ve gramer kaidelerine uymayan kelimeler getirilmektedir. Hatta öyle durumlar meydana gelmektedir ki öztürkçedir diye bir kelime alınıp onun karşılığında yüzyıllardır kullanıp milli kültürümüzün bir parçası haline gelmiş bulunan kelimeler atılmaktadır.

Bunlara birkaç misal verecek olursak, mesela, aslı Türkçe olmayan, Fransızca’dan alınma bir ‘onur’ kelimesini dilimize yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu kelime,

1 – Haysiyet 2 – Şeref 3 – İzzetinefis 4 – Gurur 5 – Kibir

gibi kelimelerin yerine kullanılmaktadır. Böylece dilimizden beş kelime gidip onun yerine üstelikte Türkçe ile hiçbir alakası olmayan ‘onur’ kelimesi ikame edilmeye çalışılmaktadır.

Şimdi biraz düşünelim, ‘onur’ kelimesi tek başına beş kelimenin yerini tutabilir mi? Mesela kibir kelimesini dilimizden attığımız takdirde kibirli birisine, onurlu bir insan mı diyeceğiz.

‘Sav’ diye bir kelime kullanılıyor. Bu da kullanmakta olduğumuz tez, dava, iddia gibi üç kelimenin lisanımızdan atılmasına sebep olmaktadır.

‘Zorunlu’ kelimesi de, mecburi, zaruri, şart kelimelerinin yerine kullanılmaktadır.

Böylece dilimiz devamlı olarak kelime kaybetmek suretiyle fakirleşmektedir.

Dilden hiç kelime atılmaz mı? Elbette atılır.

Ancak ses vermeyen, çalışmayan, eskimiş plak veya bant nasıl atılırsa, kelimelerde o hale gelince, manası başka kelimeye geçtikten sonra atılır.

Burada incelik şudur. Atılan veya değiştirilen her kelimenin yerine bir karşılık bulunmaktadır. Yoksa yukarıdaki misallerde olduğu gibi beş kelime atılıp bunların yerine bir kelime konulmamaktadır. Aksi takdirde atılan her kelime Milli kültürümüzden kaybolan bir cevherdir.

Hiçbir dil yoktur ki, kelimelerinin % 20-30 u yabancı asıllı olmasın. Mesela İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca gibi Avrupa’nın dört zengin kültür dilinde Latince ve Grekçe’den gelme binlerce kelime olduğu gibi, birbirlerinden alınmış kelimelerin sayısı da binlercedir. Bugün dünya nüfusunun beşte biri tarafından konuşulan İngilizce için Voltair’in söylediği şu söz meşhurdur; “İngilizce fena konuşulan bir Fransızca’dır.” Bu sözden hiçbir İngiliz alınmaz, İngilizce de değerinden hiçbir şey kaybetmez.

Bugün İngilizce’de 100 binden fazla kelime olduğu bilinmektedir. Bu bir dilin zenginliğini ifade eder. Türkçe de ise 75 bin civarında kelime bulunmaktadır. Bunların ise çoğu kullanılmadığı için konuştuğumuz kelimeler birkaç bin ile sınırlı kalmaktadır. Bugün Amerika’ da bir ilkokul öğrencisi 7000 civarında kelime ile okuyup yazmakta iken bu rakam memleketimiz için çok aşağılarda bulunmaktadır.

Bugün Afrika ve Yeni Zelanda yerlileri arasında konuşulan kelime sayısı sadece 800 civarındadır.Bu kadarcık kelime ile ne ilim yapılır, ne de meram anlatılabilir.

Üzülerek ifade edelim ki, bugün güzel Türkçe’miz de bir kabile lisanı haline getirilmek istenilmektedir. Eski YÖK Başkanlarından birisi de Türkçe ile ilim yapılamayacağını ifade etmiştir. Yine üzülerek ifade edelim ki, Agop Dilaçar yıllarca Türk Dil Kurumu Başkanı olarak vazife yapmıştır.

Bundan 40 yıl kadar önce o dönemin Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi tarafından okullara bir tamim gönderilir.

Bu tamimin bir maddesinde denilir ki, “öğrencilerin tensel ve tinsel gelişmelerinin sağlanması için lüzumlu tedbirler alınacaktır”(*) (O tarihlerde kullanılan lüzum ve tedbir kelimeleri, artık bugün can çekişen kelimeler arasında bulunmaktadır.)

Şimdi siz bu tamimi uygulayacak bir öğretmen olsanız ne yapardınız?

Burada ‘ten’ beden yerine, ‘tin’ ise ruh yerine kullanılmaktadır. Yani, tamimde herkesin kolayca anlayabileceği üzere denilmek isteniyor ki, talebelerin bedeni ve ruhi gelişmeleri için lüzumlu tedbirler alınacaktır.

Bu tamimi alıp uygulayacak olan öğretmen dahi bazı hallerde öğrencilerine,

“Tembellik sizin ruhunuza işlemiş” diyecektir. Hiçbir zaman “Tininize işlemiş” demeyecektir. Tinim denilmez. Ruhum denir. Musiki ruhun gıdasıdır denir. Tinin besinidir denmez. İnsan sevdiğine ruhum, hayatım der. Hiçbir zaman yaşamım benim, tinim benim demez. Böyle konuşmakta kimsenin aklına gelmez. Ruh hastalığı vardır, ruh sağlığı vardır.

Bitkileri ele alacak olursak, nane ruhu vardır, lokman ruhu vardır.

Ten ise, hiçbir zaman beden veya vücut manasına gelmez. Olsa olsa cilt manasına gelir. Cildi güzel, cildi bakımlı gibi.

Halen, T.B.M.M.de kabul edilen yeni kanunlarda dahi öztürkçe adı altında birçok kelimeye yer verilmektedir. Bundan önceki koalisyon hükümetleri döneminde kabul edilen 4721 sayılı Medeni Kanunda da aşırı bir şekilde tasfiyeye gidilerek yıllardan beri kullanılan birçok kelime atılarak bunların yerine yeni kelimeler konulmuştur. Bunlardan çokça göze batan bazıları şunlardır;

Tahsis => Özgüleme

İkamet => Yerleşim Yeri

Tehdit => Korkutma

Talep => İstem

İstifa => Çıkma

Teberru => Karşılıksız Kazandırma

Kâtip => Yazman

İhtimal => Olasılık

Taksim => Paylaşma

Teferruat => Eklenti

İstisnai => Ayrık

Aidat => Ödenti

Sebep => Neden

İmkân => Olanak

Tedbir => Önlem

Şart => Koşul

Şimdi size göre bunların hangisi daha Türkçe’dir. Değiştirilen kelimeleri anlamayan bir kimse var mı? Bunların yerine konulan yeni kelimelerin tamamını anlayan var mı?

Bugün yaygın bir şekilde eser yerine yapıt denilmektedir. Böyle olunca peki, “Sende erkeklikten eser yokmuş” yerine ne diyeceğiz. Bir de şu mısradaki,

“Severim her güzeli senden eserdir diye” nin yerine neyi koyacağız.

Lisanımızla bu kadar oynayıp böyle acayip durumların meydana gelmesi yetmiyormuş gibi geçmiş hükümetler döneminde Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu tarafından bir takım kelimelerin kullanılmasına yasaklamalar getirilmiş olduğu hususu o günün bazı gazetelerinde yer aldığı görülmüştür.

Yasaklandığı ileri sürülen kelimelerden bazıları şunlardır:

Asır – Hatip – Kafiye – Milliyetçi – Tabi

Bahtiyar – Hayat – Kanun – Milliyetçilik – Tasvir

Cahil – Haysiyet – Karakter – Muamele – Tavsiye

Devir – Hiciv – Kısım – Nakarat – Tecrübe

Devre – Hukuk – Mana – Nakletmek – Teferruat

Esir – Hür – Mazi -Nesil – Tenkit

Fakir – Hürriyet – Medeni – Nesir – Terbiye

Felaket – Istırap – Medeniyet – Nutuk – Teşkilat

Fert – İdrak – Mekan – Örf – Unsur

Fiil – İstiklal – Memleket – Sema – Vasıf

Fikir – İlim – Meşhur – Sun’ i –  Vasıta

Hakikat – İmla – Mısra – Şahıs – Vatan

Has – İsim – Millet – Şive – Vezin

Hatıra -Kabiliyet – Milli – Tabiat

Şimdi bir bakanlık düşünün ki kendi bakanlığının başındaki “Milli” kelimesini dahi yasak kelimeler arasına koymakta herhangi bir mahzur görmemiştir.

Böylece okullarda çocuklarımıza kelime öğretilmiyor, kelime unutturuluyor. Yanlış kelimeler de doğru diye öğretiliyor.

Üzülerek ifade edelim ki, daha sonra gelen Milli Eğitim Bakanları da lisan hususunda lüzumlu hassasiyeti göstermemişler, geçmişte yapılan tahribatın tamiri için gayret sarf etmemişlerdir. Bunun neticesi olarak ta, bugün halen okullarda güzelim cevap kelimesinin yerini yanıt, şart kelimesinin yerini koşul, hayat kelimesinin yerini yaşam kelimesi işgal etmiş bulunmaktadır.

YAŞAYAN TÜRKÇE:

Esas olan yaşayan Türkçe‘yi kullanmak olmalıdır. Yani herkesin zorlanmadan anlayabileceği, kelimelerin soyuna sopuna bakmadan, lisan ırkçılığı yapmadan kolayca konuşulabileceği bir Türkçe.

Türkçe, bizim hem mazi ile bağımızı, hem de Türkiye hudutları haricinde yaşayan diğer Türklerle irtibatımızı kuran bir kültür zinciridir. Mesela, bizim dilimizden atılmak istenilen kelimeler, bugün Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içindeki Uygur Bölgesinde ve Azerbaycan’ da kullanılmaktadır. Hâkimiyet, vilayet, şehir, medeniyet, alaka mesela, hikâye, vazife, nihayet, selamet, iktisadi, içtimai, mektep, cemiyet, münasip, iradi, rehber, münevver ve buna benzer daha birçok kelime, Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarını aşmış ve dış Türklerle aramızda bir kültür köprüsü meydana getirmektedir., Kelime düşmanlığı “bilerek veya bilmeyerek” hem bu ortak bağı koparma ve hem de bizi köksüz bir millet haline getirme gayretlerinin ürünüdür.

Kelimeler canlı varlıklar gibidir. Onlar da doğarlar, halkın dilinde çeşitli ve farklı manalar kazanarak uzun yıllar yaşarlar. Ve günün birinde hayatiyetlerini kaybedebilirler. Dayatmayla, baskıyla kelimeleri katlederseniz o zaman fikir hayatını güdükleştirir, kültür birikimini berhava etmiş olursunuz.

Kelimeler, yabancı kökten gelmiş olsalar bile sesleriyle milli olurlar. Buna misal vermek icap ederse mesela, Acem dilindeki “Came-şuy” kelimesi alınıp “çamaşır”, “şuban” kelimesi “çoban”, Arapça’daki “heva” kelimesi ise “hava” yapılmıştır. Bugün artık çamaşır, çoban ve hava halis birer Türkçe kelime olmuşlardır.

Netice itibariyle, şuursuzca yapılan öztürkçeleştirme çalışmaları, lisanımızı devamlı olarak fakirleştirmekte, adeta bir kabile dili haline gelme noktasına doğru götürmektedir.

Bunun neticesi olarak da mazimiz ile olan kültür bağımız kopmakta, nesiller arasındaki irtibat zayıflanmaktadır. Bugün bırakınız dede ile torunu, baba ile oğul dahi birbirini anlayamaz hale gelmiş bulunmaktadır.

DİLDE BİRLİK OLALIM

Bütün yukarıda anlatılmak istenilen hususları Ziya Gökalp, 1918 yılında yazmış olduğu Yeni Hayat isimli şiir kitabında bulunan “Lisan” başlıklı manzumesinde çok güzel ifade etmektedir.

Ziya Gökalp, 10 kıta’lık manzumesinin iki kıta’sında şöyle demektedir.

Güzel dil Türkçe size,

Başka dil gece bize,

İstanbul konuşması,

En saf, en ince bize.

Türklüğün vicdanı bir,

Dini bir, vatanı bir,

Fakat hepsi ayrılır,

Olmazsa lisanı bir.

İşte lisan meselesinin esasını da bu husus teşkil etmektedir.

Bu itibarla, dilde birlik olalım, milli birliğimizi koruyalım.

 

(*) :

Bahsi geçen tebliğ, Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU’ nun

1972 yılında yayımlanan ” Türkçenin Karanlık Günleri” isimli

kitabından alınmıştır.

Sadaka Kültürü

0

Bugünlerde “sadaka” sözcüğünü sık duyuyorum. Kelimeyi ağzından düşürmeyenlerin kullandığı üslup, hoş değil. Hükümetin sosyal yardım anlayışıyla halka yaptığı yardımlar, bazı kesimler tarafından “sadaka” diye adlandırılıyor, yapılan yardımlar siyasi nedenlerle azımsanırken içeriği güzel bu kelime de haksız yere yıpratılıyor.

Hükümetin yaptığı yardımların zamanlama açısından yanlış, miktarının az olması veya bu yardımların siyasi mülahazalarla ranta dönüştürülmesi eleştirilebilinir. Demokrasilerde bunu söylemek, muhalefetin hakkı olabilir. Ancak, kültürümüzde, inancımızda sosyal dayanışmanın, iyilikseverliğin, Allah rızasını kazanmanın bir şekli olan “sadaka” yı küçümsemek, kimsenin hakkı olmasa gerek.

Sadaka, sözlüklerde “1. Allah yoluyla yapılan harcama, Allah rızası için fakirlere yapılan karşılıksız yardım ve her türlü iyilik; 2. Dilenciye verilen para.” diye açıklanıyor. Anlamı ve eylemi bu kadar güzel olan bu sözcüğün, ağızlarda pelesenk edilerek değersizleştirilmesi, hangi düşüncenin, hangi algılamanın ya da hangi siyasi görüşün sonucu olabilir? Bunu anlamakta zorlanıyorum.

Sadaka, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardımdır. Sadaka, dindarlığın bir gereğidir, dinin emridir. Yoksullar, bütün dinlerin koruması altındadır. İslam da fakirleri korur. İslam’a göre, fakirlerin, zenginler üzerinde hakkı vardır. Bir mala sahip olan, sahip olduğu maldan, muhtaç kişiye ihtiyacı kadar vermek zorundadır. Muhtacın ihtiyacı, varlık sahibinin üzerinde emanettir. Zengin, emaneti yerine yani ihtiyaç sahibine vererek, üzerindeki yükü atmış olur. Böylece zengin, psikolojik olarak rahatlar; fakir, ihtiyacını giderir.

Sadaka, yalnız maddi bir veriş değildir. Yöneticinin adaletle hükmetmesi, köylünün eşeğine eşya yüklerken merhametle yaklaşması, kişinin güzel sözler söylemesi, yoldaki bir taşı iyilik adına kaldırması birer sadaka hükmündedir. Yolda kalmışa yol göstermek, bir kişiye tebessüm etmek veya selam vermek; birer sadaka türüdür. Haddini bilmeyen bir kişiye haddini bildirecek şekilde uyarıda bulunmak bile bir sadakadır. Çünkü ona siz, haddini bildirerek iyilik yapmış oluyorsunuz.

Bizim medeniyetimiz, bir paylaşım medeniyetidir, Batı medeniyeti ise bir üretim medeniyetidir. Batı algılamasına göre, kişi, ürettiği kadar değerlidir. Üretime katkısı olmayanlar, asalaktır; bir an önce yok edilmelidir. Hırsa, başarıya yönelik üretim, Batı felsefesinin, ahlakının temelini oluşturur. Biz, hayatın bir sınav olduğuna inanırız. Bu sınavda çalışarak kazanmak kadar, kazancın paylaşılması da bir zorunluluktur. Paylaşılmayan kazancın hesabı ağırdır. Helal olan kazanç, paylaşılmazsa haram hükmündedir. Vermenin adı, zekattır, sadakadır.

Bazı insanların sadakaya karşı çıkmasının nedeni, yetiştirildikleri Batı kültürü olabilir. Onlar da bir Batılı gibi düşünebilirler. Başardığın ve ürettiğin kadar değerlisin. İhtiyaç sahibiysen değerin yoktur. Kendisine sosyalist diyenler, karşı çıkmalarını, eşitlik ilkesiyle izah edebilirler. Onlara göre zengin-fakir ayrımı olmamalı, dolayısıyla veren ve alan sınıflaması yapılmamalı. Bu bir yerde yoksullukta eşitlenmek sonucunu doğurur. Sadaka sözcüğüne, eylemine tepki gösteren bir de iflah olmaz jakobenler var. Bunlar, İslami öğretiler doğrultusunda yapılan her işe, ortaya konun her düşünceye taktıkları at gözlükleri ile karşı çıkıyorlar. Bunlar, “istemezük”çüler. İki dünyanın kazınılması için yapılan her iş, bu tiplerin midelerini bulandırıyor. Osmanlıdan miras kalan “İttihat ve Terakkici” zihniyete sahip bu insanlara sadakanın güzelliğini anlatmak, atomu parçalamaktan zor görünüyor.

Yapılan güzelliklere karşı çıkanları tanımlamak için “İt ürür, kervan yürür.” atasözümüz ağır kaçabilir. Kim ne derse desin, sadaka kültürünü yaşatmak ve kurumsallaştırmak gerekir. Barışık bir toplumun ve sosyal devletin mayası, sadakadır. Sadaka, bir dilenci harçlığı olarak görülmemelidir. Sadaka; veren için arınma, alan için güvendir. Arınmış ve birbirine güvenen bireylerden oluşan bir toplum, şimdilik ütopya olsa da, ideal bir toplumdur.

Sadakayı, yaşam standardı yapanlara ne mutlu!

Karikatürlerde Müslüman Tiplemeleri

0

Karikatür, sözlü ve yazılı anlatımdan daha etkili, dikkat çekici ve güçlü bir anlatım tarzıdır. Kötüye kullanıldığında etkisi de kötü olur. Bu etkiyi önemseyerek karikatür sanatına daha bilinçli yaklaşmak gerekmektedir.

Karikatür görsel bir sanat dalıdır. Bu görsellik içinde insan tiplemelerinin ayrı bir yeri vardır. Romanlarda, hikâyelerde insan tiplemelerini bazen yüz ifadeleriyle, giyimleriyle, hareketleriyle uzun uzun anlatmak gerekir.Karikatürde ise bu durum çizgilerle anlatıldığından insan tiplemelerinin algılanması daha net ve kolaydır.

Milliyet ve dine bağlı tiplemeler

İnsan tiplemelerinin de kendi aralarında çeşitleri vardır. Bu çeşitlemeler arasında kimi insanlar milliyetlerine göre, kimileri de mensup oldukları dine göre tasvir edilip çizilirler. Milliyetlerine göre çizilen tiplemelerde genellikle o milletin kendilerine has geleneksel giyimleri üzerinden çizim yapılır. Örneklemek gerekirse, Çinliler üçgen şapkalarıyla, Kızılderililer kafalarına taktıkları tüylerle, Amerikalılar kovboy şapkalarıyla, Eskimolar kalın kürklü elbiseleriyle resmedilirler.

Mensup oldukları dine göre tasvirlerde ise hıristiyanlar genellikle haç figürü üzerinden çizilir. Bu figür bazen elbiselerinde, kolyelerinde bazen de rahiplerin ve papazların ellerinde taşıdıkları bastonların ucunda olur. Yahudi tiplemelerinde de İsrail bayrağında bulunan yıldız şekli çok kullanılır. Bu şekil başlarına taktıkları kippa ve fötr şapka ile elbiselerin üzerine de eklenir. Ayrıca şakaklarının yanlarından başlayarak uzattıkları kâküller de yahudi tiplemelerinde kullanılır. Budistler ise saçları kazıtılmış kendilerine has uzun elbiselerle tasvir edilir.

Müslüman tiplemesine gelince, dış basında müslüman olmayan karikatürcüler genellikle müslümanları çizerken uzun entari şeklindeki elbiseyle, sarığı ve takkeyi çok kullanırlar. Müslüman Türk tiplemesinde ise Osmanlı tipi olarak gördükleri fes üzerinden çizim yaparlar. Bu durum yabancı ülkelerdeki karikatürcülerin Türklere bakışında Osmanlı etkisinden kurtulamadıklarının göstergesi olması açısından ilginçtir.

Yabancı basında çizilen karikatürlerde müslüman tiplemelerinin karakteristik görünümü genellikle kaba, anlayışsız, yeniliklere kapalı, çöl hayatı yaşayan ilkel bedevi görünümlü, cahil veya terörist tiplemeler olarak çizilir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra terörist müslüman tiplemelerini yabancı basında daha sık görmekteyiz.

Çizgide önyargı ve insafsızlık

Peki yabancı basındaki tüm karikatürlerde müslüman tiplemelerinin hepsi terörist olarak mı çiziliyor? Elbette değil. İçlerinde müslümanları mazlum olarak çizen karikatürcüler de var. İsrail’in Filistin’de yaptığı soykırım derecesindeki katliamları gören bazı yabancı karikatürcülerin çizimlerinde müslümanlar mazlum, haksızlığa uğramış, topraklarında zulüm gören insanlar olarak çizilebiliyor.

Fakat buradaki ilginç nokta oralarda müslümanlar öldürülürken bu tip “Vah vah, zavalılar, yazık oluyor bu insanlara…” şeklinde karikatür çizenler, acıdıkları bu müslümanlar bir şekilde kafalarını kaldırıp yapılan saldırılara karşılık vermeye kalkıştıklarında bu sefer “Hooop, dur bakalım, teröristliğin anlamı yok, yavaş ol bakalım!” yaklaşımı içersinde de olabiliyorlar. Sanki bazı karikatürcüler müslümanlara “Zulüm görürken, öldürülürken seni mazlum olarak çizerim, ama karşılık vermeye kalkarsan seni terörist olarak çizerim!” demeye getiriyorlar.

Aslında bu noktada müslüman karikatürcülere çok iş düşüyor. İlk iş müslüman karikatürcülerin artık dünyadaki diğer karikatürcülerle çok sık irtibat halinde olmaları gereğidir. Çünkü yabancı basında çizen karikatürcüler gerek kendi din anlayışlarından, gerek yaşadıkları ülkenin yönetimi tarafından, gerekse takip ettikleri yazılı ve görsel medya tarafından belli bir yönlendirme içersindeler.

Müslüman karikatürcüler bu yönlendirme içersindeki yabancı karikatürcülerle irtibat kurarlarsa, yabancı çizerlere, medya kuruluşlarına çizdikleri karikatürleri gösterirlerse önyargılı karikatür çizimlerini azaltabilirler. Bunun için yabancı dil bilmeye de gerek yok. Çünkü çizginin kendisi zaten bir dildir.

Çizgiyle mesajlar verilebilir. Bu mesajları iletmek de artık o kadar zor değil. İnternet ortamında müslüman karikatürcüler çizimlerini tüm dünyaya rahatlıkla gösterebilirler. Sayı bakımından yeterli olmasa da internet ortamında çizimlerini sergileyen müslüman karikatürcüler var. Fakat çizimlerinin tanıtımını yaparken, dünyadaki diğer çizerleri ve medya organlarını biraz ihmal ediyorlar veya fazla önemsemiyorlar.

Türkiye’de müslüman tiplemesi

Ülkemizde çizilen müslüman tiplemelerine gelince durum maalesef pek iç acıcı değil. Yabancı basında çizilen müslüman tiplemelerinin hemen hemen aynısını ülkemizde yayınlanan bazı gazete, dergi ve internet sitelerinde de görebiliyoruz. Aralarındaki fark sadece tanımlamalarda oluyor. Yabancı basında çizilen müslüman tiplemesinin adı “terörist” olurken ülkemizde aynı şekilde çizilen müslüman tiplemesinin adı “gerici”, “yobaz” şeklinde oluyor. Ülkemizde çizilen bu tip müslüman çizimlerinin tarihi seyri ayrı bir yazı konusudur. Çünkü bu konuya girildiğinde belki Tanzimat’tan başlayıp o yıllardan bu yana yaşananları inceleyip anlatmak gerekir.

Ülkemizde çizilen bu müslüman tiplemesi daha çok 1940’lı yıllardan sonra gazete ve dergilerde görülmeye başlandı. Bu çizimlerin, kendilerine “ilerici, aydın veya çağdaş” diyenler tarafından yapıldığını görüyoruz. İşin mizahi yanı, bu insanlar ilerici, aydın, çağdaş etiketini kendi kendilerine yapıştırmışlardır. Dışarıdan hiç kimse bunlara “sen ilericisin, aydınsın, çağdaşsın” dememiştir.

İlerici etiketini kendilerine yapıştıranların bu iddialarının havada kalmaması gerekiyordu. Bunun için ilericilere karşı gerici bir kesim olmalıydı. Yani rakipleri olmalıydı. Her ne kadar açık olarak ifade etmeseler de rakip olarak dindar müslümanlar seçildi. Açık olarak ifade etmeseler de diyoruz, çünkü gerici kesim olarak “dindar müslümanlar” tabirini kullanmaları halk arasında tepkiye, rahatsızlığa sebep olacaktı. Bu tepkiyi de dindar müslümanlar yerine “aşırı dinciler” tabirini kullanarak aşmayı uygun buldular.

Bu kelimeleri insanların hafızasına empoze etmeye gelince de, görselliğinden dolayı özellikle karikatürü kullandılar. Çünkü karikatürün özelliklerinden bir tanesi de çizgide “abartma” özelliğidir. Kendilerince gerici olarak tanımladıkları dindar müslümanların yüzlerini, sakallarını, tesbihlerini, takunyalarını, hanımların tesettürünü, başörtülerini abartarak çizdiler. Senaryo olduğu çok açık bazı olayları da “İşte bunu gericiler, yobazlar yaptı!” diyerek dindar müslümanları yakan, yıkan, kesen, öldüren vahşi tipler olarak karikatürlerin içersine soktular. Dindar müslümanların ailesi ile olsun, diğer insanlarla ilişkileriyle olsun yaşayış biçimlerini alaya aldılar. Genellikle erkekler despot, baskıcı, laftan anlamayan, yeniliklere kapalı, dini siyasete ve para kazanmaya alet eden tipler olarak çizilirken, kadınlar asosyal, cahil, saf tipler olarak karikatürlerde çizildiler.

Çizimlerin etkisi

Peki, halk arasında bu tipleri empoze etmede başarılı oldular mı? Buna hem evet, hem hayır diyebiliriz. Çünkü çizdikleri insanlar, Cumada, Bayramda camiye gidip namaz kılan insanlarla aynı insanlardı. Takke takan, tesbih çeken erkekler, kiminin babası, hocası, kiminin akrabası, kiminin komşusuydu. Tesettürlü, başörtülü, halk arasında ferece olarak bilinen örtü şeklini kullanan hanımlar da kiminin annesi, kiminin de hanımı veya kız kardeşiydi.

İnsanlar etkilense de, kimileri bu çizimlerin etkisiyle yanlış bilgilense de, karikatürlerdeki müslüman tiplemelerine karşı hep bir tereddüt oldu. Çizimlerinde yanıltmayı amaçlayanlar, kendileri gibi düşünen belli bir azınlık dışında, halkın büyük kısmı tarafından tam bir kabul görmedi. Aksine hassasiyet sahibi insanlarda karikatüre karşı bir soğukluğa yol açtılar. Karikatür sanatının sadece hakaret içeren bir sanat dalı olarak algılanmasına sebep oldular. Dindar insanların karikatür sanatına karşı ilgisizliğinin nedenleri arasında bu çirkin kullanımının çok etkisi oldu.

Çizimlerdeki müslüman tiplemelerinin etkisinin, yapılan araştırmalara göre üniversite yıllarındaki gençlikte daha çok olduğu görülüyor. Çünkü mizah dergilerinin okuyucu kitlesinin başında üniversite gençliği geliyor. Karikatür çizseler de, çizmeseler de ülkemizdeki üniversite gençliğinin karikatüre ilgisi çok fazla. Bu ilgi de peşinden mizah dergilerinden ve özellikle karikatürlerden etkilenmeyi getiriyor. Karikatüre yeni başlayan gençler de, mizah dergilerinden gördükleri gerici-yobaz tiplemelerini bilerek veya bilmeyerek taklit etmeye başlıyorlar. Eğer dinî bilgileri de az ise bu etkileşim ve taklit, ileri yıllarda gençlerin düşünce dünyalarında yanlışa yönelmelerine yol açabiliyor.

Bu nedenle şu bilginin tekrarlanmasında fayda görüyoruz:

Karikatür, sözlü ve yazılı anlatımdan daha etkili, dikkat çekici ve güçlü bir anlatım tarzıdır. Kötüye kullanıldığında etkisi de kötü olur. Bu etkiyi önemseyerek karikatür sanatına daha bilinçli yaklaşmak gerekmektedir. “Bizi nasıl böyle çizerler!” deyip şikayetçi olmak bu çizimleri azaltmaz. Aksine böyle çizenleri “amacıma ulaştım” diyerek daha da cesaretlendirebilirler. Karikatür konusunda bilinçli adımlar, vermiş olduğu zararları telafi etmede daha faydalı olacaktır.

Zeytin Dalı Mesafesindeki Küskünlükler

Türkiye’nin dünya üzerindeki yerini belirleme,

İnsanımızın refahını sağlama,

İnsanca yaşama hakkımızı koruma-kollama,

Birlik ve barış içerisinde yaşayacağımız ortamı sağlama yetkisini verdiğimiz beş yüz küsur vekilimiz, Meclis çatısı altında biri birleriyle barışık çalışma yeteneğinden bile mahrumlar maalesef.

Beklentilerimizi bir çatı altında sağlayamayanlardan, bu yetenekleri dünya çapında beklemenin adı, olsa olsa saflık olur.

Yıllarca birçok tabunun altında ezilmişiz.

Büyük gayretlerle bazı tabuların altında sıyrılıp çıktığımızda gördük ki, o tabu hiçte bizi ezecek güçte değilmiş.

Ezilme sebebimiz bizim zayıflığımızdanmış.

Etnik farklılıktan korkmuşuz,

İnanç farklılığından korkmuşuz,

Lehçe farklılığından korkmuşuz.

Bu farklılıkların bir zenginlik olduğunu ya görememişiz, ya kabullenememişiz ya da kabullendirmemişler.

Halbuki Osmanlı bu zenginliklerle büyüyüp dünya devi olmuştu.

Bu zenginlikler nifak malzemesi olarak kullanılmaya başlanınca ayrılıklar başlamış ve yıkılma safhasına girilmiş, 600 yıl sonra da yıkılma gerçekleşmiştir.

Günümüz dünyasında uluslararası sınırlar kaldırılırken, biz ülkemiz içerisinde komşular arasına sınırlar çizmişiz ve hatta gönüllerimizin etrafına çit çekmiş, biri birlerinden koparmışız.

Kimin işine yarar kısmını hiç umursamamışız bile.

Farklı dilleri hor görmüşüz, yetmemiş yasaklamışız.

Koyduğumuz yasaklar, birtakım bölücülere malzeme olmuş.

Yayın organlarını kapatmışız yüzlerine, lehçelerini unutmalarını beklemişiz safça.

Bu yasak da bölücülere malzeme olmuş ve bu açığı Roj adını verdikleri bir şer kanalıyla kapatan şebeke, alenen tetikçiliğe başlamış ve anladığı dilden yayın yapan bu kanalı seyreden cahil bırakılmış vatandaşlarımız, çok kolayca yanlış yönlere yönlendirilmişler.

Geç de olsa yanlışlardan birinin bir yerlerinden dönülmesi, Roj Tv’cileri, yani bölücüleri kahrettiği gibi, bazı çok diplomalı ve adının önünde bir sürü unvan olan vatandaşlarımızı da üzmüştür.

Bölücülerin üzülmesine şaşırmadım, ancak diğer üzülenleri anlamakta ben şahsen zorlanıyorum.

Her açık kapatılmaya mahkûmdur.

Önemli olan kimin kapatacağıdır.

Sen kapatmazsan bir başkası kapatır, onun da niyeti genelde kötü olur.

Niyetler okunamaz, dimağlarda gizlidir,

Kimisi imanidir, şeytanidir kimisi.

Hele puslu havalarda pencerelerini,

Açık unutursan kapatır, başka birisi.

Yukarıda da bahsettiğim gibi, güzelim ülkemiz için yapabileceklerini düşünmeleri gerekenler, çamur siyasetinin içinde boğulmak üzereler.

Tüm partilerimizin merkezleri Başkentte ve biri birlerine çok da uzak olmayan mesafedeler.

Buna rağmen komşuluk ilişkileri tam anlamıyla sıfır.

Biri birlerine küskünler ve biri birlerine kuyu kazmakla meşguller.

Kapı komşumuzla koparmışız bağları,

Korkmuşuz halini, hatırını sormaya,

Biz kapatmıştık köhnemiş, eski çağları,

Kaptırmışız yeniçağı, tüm Avrupa’ya.

Hâlbuki içlerinden biri bir zeytin dalı uzatsa, belki de kin, garez ortadan kalkacak, kavgaya harcanan vakitler, ülkemizin gelişmesi ve milletimiz refahı için harcanmış olacak.

Yani aralarındaki küskünlük, belki de bir zeytin dalı mesafesindedir

Yardımlar Seçim Rüşveti mi, Sosyal Devlet İlkesi Gereği mi?

Yerel seçimler öncesi yoğunlaştığı söylenen kömür, gıda ve nihayet beyaz eşya yardımlarının seçim rüşveti olarak vasıflandırılması doğru mu? (Malum Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu kaynaklarını kullanarak fakir yurttaşlara beyaz eşya ve mobilya dağıtmasını “seçim rüşveti” olarak nitelendirdi. Kararda, özellikle kömür ve gıda yardımları nedeniyle eleştirilen belediyeler de seçmen oyunu etkileyebilecek girişimlerde bulunmamaları gerektiği konusunda uyarıldı.)

Yoksa iktidar yanlılarının söylediği gibi, yardımlar bu hükümetin, Anayasa’nın sosyal devlet anlayışı kapsamında yüklediği bir görevi yerine getirmesinden ibaret midir?

Bu durumu değerlendirmek için Anayasamızda yer alan sosyal devlet ilkesinin ne anlama geldiğini hatırlamak ve yapılan yardımları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Hukuk Fakültelerinde okutulan herhangi bir Anayasa Hukuku kitabında bu kavram hakkında aşağıdaki bilgileri görmek mümkündür:

1982 Anayasası,”sosyalist devlet” değil, “sosyal devlet” sistemini kabul etmiştir. “Sosyal devlet, herkese insan onuruna yaraşır asgarî bir hayat seviyesi sağlamayı amaçlayan bir devlet anlayışı olarak tanımlanabilir.” “Sosyal devlet anlayışı sınıf çatışmalarını yumuşatan ve millî bütünleşmeyi sağlamaya çalışan bir devlet anlayışıdır”. Anayasamız devletin sosyal ve ekonomik hayata müdahalesi konusunda “devletçilik” ilkesini değil, “sosyal devlet” ilkesini öngörmektedir.

Sosyal devlette, devletinözgürleştirme  (hürleştirme)” görevi vardır. Özgürleştirme anlayışına göre, kişi ancak önündeki ekonomik ve sosyal engellerin kaldırılmasıyla özgür olabilir. Özgürleştirme sosyal ve ekonomik şartların geliştirilmesiyle gerçekleştirilebilecek bir süreçtir. Bu durum, Anayasamızın 5’inci maddesinde “Devletin temel amaç ve görevleri kapsamında değerlendirilmiştir.

Anayasa Mahkemesi’de 26 Ekim 1988 tarihli Kararında sosyal devleti şöyle tanımlamıştır:

Sosyal hukuk devleti, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir. Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir… Anayasa’nın Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer verdiği sosyal hukuk devletinin dayanaklarından birini oluşturan sosyal güvenlik kavramının içerdiği temel esas ve ilkeler uyarınca toplumda yoksul ve muhtaç insanlara Devletçe yardım edilerek onlara insan onuruna yaraşır asgarî yaşam düzeyi sağlanması, böylece, sosyal adaletin ve sosyal devlet ilkelerinin gerçekleşmesine elverişli ortamın yaratılması gerekir”.

Bu kararlar ışığında, Ergun Özbudun sosyal devleti kısaca, “sosyal adalet ve sosyal güvenliği sağlamak ve herkes için insan haysiyetine yaraşır asgarî bir hayat düzeyini gerçekleştirmekle yükümlü bir devlet olarak” tanımlamaktadır.

Yapılan yardımların, sınıf çatışmalarını ve toplumsal patlama riskini azaltan bir rolü vardır. Bu anlamda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanmasına az da olsa katkısı olduğu söylenebilir.

Yardımlar bireylerin özgürleşmesine değil, yardımlara muhtaçlığın, sadakaya bağımlılığın tescil edilmesine ve insan haysiyetinin zedelenmesine sebep olmaktadır.

“Sadaka ekonomisi”denebilecek geniş bir ayni sosyal yardım sistemi yerine, çalışabilecek yaş ve sıhhatte olup ta iş bulamayanlar için, “işsizlik sigortası” sistemini geliştirip güçlendirmek gerekli. Bu şekilde işsiz kaldığı sürece, yakacak ve gıda alamayanlara, bağlayacağınız maaşla onların gurur ve haysiyetini de rencide etmeden, sosyal devletin gereğini yerine getirmek daha uygundur.

Çalışma imkânı olmayan yaşlılar, hastalar ve engelliler gibi, para olarak yardım yapmanın faydalı ve mümkün olmadığı vatandaşlarımıza, şu anda Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonundan devletin ve bazı belediyelerimizin yaptığı tarzda gıda, yakacak, evlerinde sağlık ve temizlik hizmeti verme gibi yardımların devam ettirilmesi faydalı ve gereklidir.

Niyetiniz sadaka bağımlılarından sadık seçmen kitlesi yaratmak değilse, sistemi vatandaşların önündeki ekonomik ve sosyal engellerin kaldırılması, işsizliğin azaltılması ve işsizlik sigortasının geliştirilmesi yönünde düzeltirsiniz.

Büyük Şehir Belediyesi’ne Teşekkürler

Bu yazımı Kızılay İzmit Şube Başkanı olarak yazıyorum.

Değerli İzmitli Hemşehrilerim,

Uzun zamandan beri Kızılay İzmit Şubesi olarak bir afet deposu sahibi olabilmek için mücadele verdik. Bu ihtiyacımızı içinde barındıracak şekilde amacımızı büyüterek Kocaeli’ye Afet Merkezi kazandırabilmek için çaba sarf ettik. Bu manada Kocaeli İl Özel idaresine 30 dönümlük arsa tahsisi için vesile olduk. Tahsis edilen bu arsada meydana getirilecek Afet Merkezinin işlemlerinin ağır yürümesi, bu arada Marmara Denizinde meydana gelen sarsıntılar dolayısı ile olabilecek bir afette  Kızılay olarak 17 Ağustos 1999 yılındaki pozisyona düşmemek için Şubemize ait Afet Lojistik Merkezi olarak kullanılmak üzere bir kapalı mekanın tarafımıza tahsisini Büyükşehir Belediye Başkanımız sayın İbrahim Karaosmanoğlu’ndan talep ettim. Sayın Başkan  bu talebime sıcak bakarak Genel Sekreter  Münir Karaloğlu’na bu konuda talimat vereceğini söyledi.

Sayın Genel Sekreterimiz Münir Karaloğlu ile görüştüm. Yuvam Akarca Konutlarında bulunan Cumhuriyet İş Merkezindeki 400 m2’lik bir mekanı Kızılay İzmit Şubesine tahsis ettiler. Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’na, Sayın Münir Karaloğlu’na teşekkür ediyorum.

Bundan böyle gerek Kocaeli’de gerekse Kocaeli civarında olabilecek afetlerde Kocaeli’ne ilk müdahaleyi yapacak kadar afet malzemelerini depolayabileceğimiz bir depomuz olacak.

Bu imkan Afet Merkezi yapılıncaya kadar bizi rahatlatmıştır.

Sayın Valim de İnşallah Afet merkezi işini hızlandırırsa Kocaeli’nin afet esnasında oluşacak problemleri, idaresi ve ihtiyacı bu merkezde halledilmiş olacaktır. Bu alanda Afet öncesinde de güzel çalışmalar yapılabilir.

Bu müjdeyi de Sayın Valim’den bekliyoruz…..

ARTIK SEYYAR KAN BAĞIŞI ALMA ARACIMIZ DA VAR.

Kocaelili hemşehrilerimizin olası kan ihtiyaçlarını daha iyi karşılayabilmek için Kızılay İzmit Kan Merkezi  hizmet vasıtalarını artırmaktadır.

Kızılay İzmit Şubesi olarak bu hizmet kervanına katkıda bulunmak üzere şehirlerarası hizmet veren bir otobüsü temin ederek seyyar kan bağışı alma aracı haline getirdik.

Bu araç içerisinde 4 adet kan alma koltuğu bulunmaktadır. Ayrıca aracın kliması, jeneratörü, buz dolabı, güçlü amfisi, DVD’si, hoparlörleri, lavabosu, su sebili, 6 adet LCD televizyonu, dolap ve masaları bulunmaktadır. Modern anlayışla modifiye ettirdiğimiz  bu aracı Kızılay İzmit kan merkezi hizmetine tahsis ettik. Bu araçla gerek Kocaeli mahallelerinde, gerekse fabrika alanlarında daha güvenli ve hijyenik olarak kan bağışı alınabilecektir.

Halen yılda 12000 Ünitenin üzerinde kan bağışı temin eden İzmit Kızılay Kan Merkezi, bu araçla takviye edildiğinde yılda 17000 ünitenin üzerinde kan temin edebilecektir.

Bu aracın Kocaeli ne hayırlı olmasını diliyorum……

ARTIK KIZILAY İZMİT ŞUBESİ DE İLK YARDIM EĞİTİMİ VERECEK

Kızılay Türkiye genelinde ilk yardım eğitimlerini sürdürmektedir.

Kızılay İzmit şubesi olarakta bu eğitimleri uzun zamandan beri vermek arzusunda idik.

Kiracılarımızın tahliye edilememesi dolayısı ile bu konuda geç kaldık. Tahliyeler zaman alınca Fethiye Caddesinde bir mekanı bu amaçla kiralamaya karar verdik. Kısa zaman içinde bu eğitimlere başlanacaktır.

TOPLUMSAL EĞİTİMLER DEVAM EDİYOR.

Afet zararlarını azaltmak maksadıyla toplum liderlerini eğitmek projesi kapsamında Müftülerimize yönelik eğitimlerimize bu gün itibari ile başladık. Öğretmenlerimiz ile devam ettirdiğimiz bu projemize yakın zamanda muhtarlarımızı da ilave etmiş olacağız.

Giderek Belediye Başkanlarımız, kamu idarecileri ve sendika idarecileri ile de buluşacağımız bu projemiz 2009 yılı boyunca devam edecektir………..

SARAY YOKUŞUNDAKİ BAĞIŞ EVİMİZ

Saray yokuşunda bulunan 2. derece tarihi eser bağış evi tehlike arz ettiğinden bir müddet önce tarafımızdan gerekli projeleri yapılıp izinleri alınarak yıktırılmıştır.

Yerine eski şekline sadık kalınarak proje hazırlanmasına rağmen Anıtlar Yüksek Kurulunun 1. derece deprem bölgelerindeki yapı yönetmeliklerine aykırı talebi dolayısı ile bir türlü ruhsat safhasına gelinememiştir.

Bu konuda Anıtlar Yüksek Kurulunun ilke kararlarında yapılması gereken değişiklikleri beklemekteyiz.

Ana başlıkları ile özetlemeye çalıştığım bu hizmetlerimizi kamu oyuna saygı ile arz ederim.

Dindarlığın Ölçüsü CHP Karşıtlığı mı?

Yakın tarihimiz reaksiyoner hareketlerle doludur. En çok akılda kalanı da sağ ve sol kavgaları olsa gerek. Sol ideolojinin temel argümanı antifaşist yani sol’cu olmayan herkese düşmanlık idi. Sağ kesimde farklı ideolojiler de olsa ortak nokta antikomünist olmalarıydı.

 

Komünizmle Mücadele Dernekleri bunun en müşahhas örneğiydi. NATO‘nun da desteğiyle Erzurum‘dan İzmir‘e, İstanbul‘dan Van‘a değin yüzlerce dernek kuruldu. Fethullah Gülen‘den Necip Fazıl‘a, M.Şevket Eygi‘den Şaban Karataş‘a, Muharrem Şemsek‘ten İl Müftümüz Hikmet Kutlu‘ya kadar onlarca farklı şahsiyet ortak düşman için bir aradaydı.

 

Bu kış komünizm gelecekmiş‘ korkusu sobaları hep sıcak tuttu. Halen ‘gomünist‘ kelimesi siyasal bir hareketi değil gangsterlik gibi bir belâ ve uğursuzluğu işaretler. Oysa her iki gurup da genelde aynı gelir gurubunun mensubu olmaktan da öte ya akraba, ya komşu, ya sınıf arkadaşı hatta gizli sevdalık sahipleriydi.

 

İ.S. (İhtilâl sonrası) ilk ve ikinci 10 yılda ise Siyasal İslâmcılık hareketi Yahudi karşıtlığı olarak yükseldi. Dünyada ve Türkiye’de her taşın altından onlar çıkıyor, kimle temas etseler HİV virüsü gibi ağlarına düşürüyorlardı. Dolayısıyla ‘Müslüman zengin olmalı‘ idi, ‘Müslüman düşmanın silahıyla silahlanmalı‘ idi, ‘Yahudilerle ve Hıristiyanlarla dost olan bizden değildir‘ idi, ‘Vereceğiniz oy Allah indinde en büyük mesuliyet‘ idi ve ‘Refah gelir zulüm biter‘di.

 

Üçüncü 10 yılda Siyasal İslâmcılık tam manasıyla iktidar oldu ama bir şey değişmedi. Değişen sadece düşman tanımlamalarıydı. Artık Yahudiliğin tahtını CHP almıştı. 85 yıldır bu ülkede kötü giden ne varsa onlara aitti. Bütün günahlar, bütün yanlışlar hatta melânetler onlardan kaynaklanıyordu. Artık hangi taşı kaldırsanız altından CHP çıkıyordu. PKK mı; CHP.. Yolsuzluk mu; CHP.. Darbe mi; CHP.. Başörtüsü mü; CHP.. Ergenekon mu; CHP.. Gazze mi; CHP..

 

1-) Siyasi partiler demokrasinin 3 temel olmazsa olmaz’ından biri değil miydi?

(Bkz. İlköğretim Sosyal Bilgiler kitabı)

2-) Madem ki CHP Türkiye’nin karabasanıdır, o halde bu ülke 85 yıl bugüne nasıl gelmiş?

3-) Asıl dert CHP’yle mi yoksa Atatürk’le hesaplaşma mıdır?

4-) Soğuksu’da şarap içip de şeriatın gelmesi için oy verdiğini söyleyenler kendi ahvâl ve şerâitlerini düzelttiler mi?

4-) Dini şuur diye parti şuuru alanların Cihad Emir’leri değişse de partizanlığı değişiyor mu?

5-) Siyasetçilerin anlattığını ayet – hadis zanneden, menkıbelerden din üreten, ibadetle ilgili şekilleri ve camide oturma usûlünü İslâmiyet sanan yaratıklar Allah’ın tüm insanlığa vahyi olan kitabı okumuşlar mı yoksa bu işlerden vakit bulamamışlar mı?

Ne tuhaf! Dini; hayatının yörüngesine oturtamamış ve günlük hayatının Top – 10 listesine bile koyamamış insan yığınları oy verirken dini kaygılarla verdiklerini söylüyorlar. Oysa bütün dinlerin varlık sebebi insanların mutluluğu (saadet), doğruluğu (sıdk), dürüstlüğü (istikamet), erdemliliği (fazilet), paylaşmacılığı (infak) ve kurtuluşu (necat) içindir. İnsanın yeryüzünde halife olma sorumluluğu da bozgunculuğa, fesatçılığa, aldatmacılığa, çıkarcılığa ve zûlmediciliğe karşı farz olan görevi (A’raf 33, Ra’d 22, Nahl 90) sırtlanmasıdır.

Bu yazıdan sonra ‘Beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın‘ komikliğine maruz kalmamak adına şimdiden diyorum ki ‘Parmağıma değil işaret ettiğime bakın‘. Son son – ismini versem reaksiyonerlik hastalığı depreşecek kimseler için – kaynak kişisini vermeden alıntılayacağımız bir halk türküsüyle nokta vurayım:

“Sevdiğimin dini var, imanı yok.”

Sosyal İnovasyon… (4.s)

“Sosyal inovasyon önemli bir katma değer sağlayan yapısal ciddi bir sistem ve süreçler bütünüdür. Dezavantajlı bireylerin avantajlı birey olmalarını sağlayan sihirli bir sistemdir.”

Küreselleşmenin etkisi ile ticari faaliyetler çeşitlendi. Bununla birlikte bu değişime uyabilen şirketler ve devletler oluşabilen krizleri daha fark edebilir bulup, bununla ilgili önlemleri alıyorlar. Bu değişimin ortaya koyduğu ciddi bir karmaşada var. Ekonomik, kültürel ve sosyal merkezler hızlı değişim içersine girdi. Bu karmaşıklığı kavrayacak ve karmaşıklığın giderilmesinde profesyonel fikirlere ihtiyaç duyulmaktadır.

Sermaye ciddi bir şekilde el değiştirmekte ve ekonomik cazibe merkezlerinin yeri değişmektedir. Batıdaki aşırı tüketim düşkünlüğünün verdiği anlayışla ve ekonomik anlamdaki iş yapışlarındaki değişmeler batı sermayesinde erimelere buna karşılık üretime çok önem veren doğuda ise ciddi bir sermaye birikimi gözlenmektedir. Doğudaki iş yapış şekillerindeki denetimsizlikle birlikte dünyada hem ekonomik anlamda hem de siyasal anlamda önümüzdeki yıllarda ciddi bir değişime gideceği ve yenidünya ve yeni ekonomi düzenlerinin oluşacağı gözlenmektedir.

Dünyanın en fakir ülkelerinden Bangladeş’te dünyada ciddi yankı uyandıran ve ülkemizde de benzer uygulamaların yapıldığı ciddi bir sosyal inovasyon projesi gerçekleştirildi. Bu projeyi Prof Dr. Yunus Muhammed Durmuş geliştirdi ve mikro finansman yöntemi ile bir sürü bayanı sosyal girişimci yapıp hem kendisine hem çevresine ve ülkesine ciddi katkılar sağladı. 2006 yılında da bu proje ile Sayın Yunus Nobel Barış ödülü aldı.

Bazı şirketler kendi itibarlarını artırma adına sosyal sorumluluk projeleri yapmaktadır. Rekabet ortamında bu projeleri uygulayan firmalar diğer firmalara göre daha avantajlı konuma geçiyorlar bu arada da sosyal sorumluluk projelerinden faydalanabilen küçük bir kesimde de hiç olmazsa proje ölçeğine göre faydalanıyor. Bu projelere sosyal inovasyon projeleri kapsamında bakamayız..

Sosyal inovasyon projeleri incelendiğinde ekonomik kalkınmaya ve toplumsal gelişmeye olan katkılarını görmekteyiz. Bu katkıları başlıklar halinde inceleyecek olursak..

 Ekonomik kalkınma:

Bu projelerin hayata geçmesi ile birlikte önemli bir ekonomik katma değer sağlanıyor. Sosyal girişimci toplumda istihdamı yaygınlaştırıyor. Bunun getirdiği avantajlar, toplumu bir nebze de olsa ekonomik özgürlüğüne kavuşturuyor. Sosyal girişimcilerin ön önemli faaliyet alanı olan istihdam, dezavantajı olan bireylerin istihdamına yardımcı olmalarıdır. Kenarda kalmış evden çıkmayan psikolojik ve sosyal problemi olan bireylerin ekonomiye katkılarının sağlanması imkanlı hale gelmektedir.

Yeni ürün ve hizmetler:

Sosyal girişimler sonucunda iyileşme zorluğu olan hastalar için, akıl hastaları için, sokak çocukları için, sürekli işsiz kalanlar için, uyuşturucu kullananlar ve suç işlemiş kişiler için yenilikçi alanlar oluşturulup, bu kesimin toplumla kaynaşması sağlanmaktadır.

Eşitliğin Desteklenmesi:

Toplumun kaynaklarının adilane dağıtımının sağlanması bağlamında sosyal girişimcilerin oluşturduğu projeler ciddi katkıda bulunur. Toplumun alt gelir gurubundaki kesime hitap ettiği için bu gurubun diğer katmanlardaki insanların kullandığı kaynakları kullanır hale gelmesi ülkedeki kaynakların adilane olarak dağılımında ciddi katkısı olacaktır.

Bu projeler; dezavantajlı konumda bulunan ülkede yaşayan vatandaşların konumunu avantajlı duruma getirmek için yapılır. Dünyada ciddi sosyal inovasyon projeleri uygulayan ülkeler var. Bu projeleri sosyal girişimciler vasıtasıyla yapmaktalar. Ülkemizde de bu projelere ve girişimcilerine destek verildiğinde mutsuzlukların mutluluğa, çatışmaların barışa, fakirliğin zenginliğe, eşitsizliğin eşitliliğe, umutsuzlukların umuda büyük katkı sağlayacağını söyleyebilirim.

İyi ki Doğdun Ayşe Ebrar

0

Doğum ve ölüm, sizin yakınınızdan biri için olursa, bu bilmece gündeminizi biraz daha meşgul edebiliyor. Yaşadığımız zaman, bir süre sonra sizi bu gerçekleri düşünmekten uzaklaştırabiliyor. Ölüm, hem dünyacı bir algılamayla, kazanımlarımızdan kopmak istemediğimiz için hem de sonrasını bilmediğimiz için bize hep itici geliyor; ölmemek için direniyoruz. Doğum, belki, hem sonrasını, kısmen de olsa, bildiğimiz hem ortaya çıkan yavruyu kazanç kabul ettiğimiz için bizde sevinç yaratıyor. Doğmadan öncesini bilseydik, her doğan için sevinir, öldükten sonrasını bilseydik her ölen için bu kadar ağlar mıydık?

Torunumuz Ayşe Ebrar’ın doğumu bizde sevinç dalgası oluşturdu. Biz dedeler olarak, Ayşe’nin annesinden ve babasından daha heyecanlı, mutlu görünüyoruz. Ayşe ise günlerdir ağlıyor. Dünya hayatı dünyadaki insan sayısınca vagondan oluşan bir tren. Yaşam, bir tren seyahati. Adına kader dediğimiz bu trene hepimiz vagon misali ekleniyoruz. Ayşe Ebrar, bu trende vagon olmaya mı isyan ediyor yoksa. Onun bütün hayatı, bizimki gibi, bu vagonda geçecek. Tren bizi nereye, ne kadar süre götürecek, bunu vagondakilerden kimse bilmiyor. Misyonumuz, vizyonumuz; vagonun içinde yaptıklarımızla sınırlı. Biz bu sınırlı alanımızda yaptıklarımızdan sorumluyuz, ölüm sonrasında ancak bu dar alanın hesabını vereceğiz.

Doğum ve ölüm, bir realite olarak, çok ilginç gelir bana. Yaratıcının sırrı bu. Ne garip değil mi? Varlığa seviniyoruz, yokluğa üzülüyoruz. Elma özlemi çeken çocuğa önce bir elma verirler; çocuk sevinir. Sonra bir elma daha verirler, çocuk yine sevinir. Verilen elma sayısını artırırlar. Sayı arttıkça sevincin şiddeti azalır. Sonra çocuktan elmaların tamamını geri vermesi istenir, çocuk vermez. Bir elması zorla alınır, ikinci elması alınır; çocuk ağlamaya başlar. Bu böyle devam eder. Kaybedilen her dünya değeri, kişide ağlamaya neden oluyor. Çocuğun, hiç elması yoktu. Verilen elmalar da kendisinin değildi. Ne oldu da önce sevindiklerine sonra ağlamaya başladı. Doğum ve ölüm, bizim olmayan üzerinde gülmek ve ağlamaktan başka bir şey değil. O halde biz, niçin güler ve ağlarız. Birileri bizimle oynuyor mu, yoksa burada başka bir sır mı var? Doğum ve ölüm gerçeğini kim hangi dünya görüşüyle değerlendirirse değerlendirsin, bu Yaratan’ın bir sırrı, yaratılanın muamması olarak kalacak.

Ayşe Ebrar, dünya treninin sayısız vagonlarından birinin yolcusu olarak bakalım nelerle karşılaşacak? Bazen diğer yolcularla aynı kaderi paylaşacak, bazen dar dünyasının kaderini yaşayacak. Dileğimiz, duamız; o, bu seyahatin mutlu, hayırlı, ismiyle uyumlu yolcularından biri olsun. Bizim için övünç, insanlık için kazanç olsun.

Birkaç gün önce okuduğum rübaide şair şöyle diyordu: “Yaş döktü bulut, çayır çemenden geçerek. / Mümkün mü, kızıl şarabı nûş eylememek? / Gerçek bu, çemende şimdi biz gezmedeyiz. / Bizden bitecek çemende kimler gezecek?” Doğa ve insan, devinim içinde. Bitmeyen bir enerjinin ve gücün varlığını haykırıyor her şey. Gece gündüze gebe, doğum ölüme. Şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor. Çimenler yeşeriyor, tabiat canlanıyor. İnsanlar evleniyor, nesil ilerliyor. Toprak yağmurla geleni içmek, insanoğlu kaderini yaşamak zorunda. Bu kaderi, kendi vagonlarında bizden öncekiler yaşadı, şimdi biz yaşıyoruz. Bizim ektiklerimizi Ayşe’ler, Ahmet’ler biçecek. Bizim günahlarımız onların kaybı, sevaplarımız kazancı olacak. Ama onlar, bizimkilerinden değil, kendi günah ve sevaplarından sorumlu olacak. Bu döngü, başlangıcını bizim bilmediğimiz ezelde başladı, ebette bitecek. Sevinçler, gözyaşları bu sahneye çıkan kahramanların gıdası olacak; dostlar, düşmanlar figüranlık görevini üstlenecek. Oyun, dünyada sahnelenecek, bir ömür sürecek.

İyi ki doğdun Ayşe Ebrar; gelişinle varlığımızı sorguladık, istikametimizi test ettik. Doğumunu kendimize kazanç saydık. Hayırlara sebep oldun; seni Yaratan’a şükrolsun. Seninle övüneceğiz; çünkü sen kendisiyle övünülen “insan” olacaksın. Biz inanıyoruz, sen de inan!